Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)

Sorular ve Cevaplar

İbadete Yoğunlaşır, Çokça Kur’an Okurlardı

Ramazan, ahiret yolculuğunda biz kullar için hazinelerle dolu mübarek bir aydır. Onda birler bin olur. Onun saniye ve dakikaları eğer iyi değerlendirilebilirse kurtuluş beratı almaya vesiledir. Bundan dolayı Aleyhissalatu vesselam Efendimiz Ramazan ayı girince ibadette daha bir derinleşir, zikir ve tilaveti ayrı buudlara ererdi. Bu halini Ramazan’ın son on günü daha sıklaştırırdı. Hz. Âişe validemiz bildiriyorlar: “Resûlullah, Ramazan’ın son on günü geceleri ihya eder, ailesini ibadet için uyandırır, ibadete daha çok ehemmiyet verir, diğer vakitlerdekinden daha çok ibadet etmeye gayret ederdi.” (Müslim, itikaf 7). Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm) Ramazan’da her zamankinden daha fazla Kur’an’la meşgul olur, onu okur ve tefekkür ederdi. Zira Allah Kur’an’ı bu ayda inzal etmişti. Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Cibril-i Emin’le birlikte aralarında Kur’ân mukabelesi yaparlardı yani onu baştan sona okurlardı. Vefat ettiği yıl bu iki defa gerçekleşmişti. Biz bu hadiseyi bugün “mukabele” geleneğiyle yaşatmaya devam ediyoruz.

Ramazan Gecelerini İhya Eder, Çokça Namaz Kılarlardı

Allah Resûlü (s.a.v), kendisi Ramazan gecelerini ibadetle değerlendirmiş ve insanları bu geceleri değerlendirme noktasında teşvik etmiştir. “Kim Ramazan’da inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek, O’nun rızasını kazanmak için namaz kılarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, salatü’t-teravih 1; Müslim, salatü’l-müsafirin 174) “Allah, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kıldı. Ramazan gecelerinde namaz kılmak da benim sünnetimdir. Kim, inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlâsla oruç tutar ve namaz kılarsa, annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından temiz hâle gelir.” (Nesai, sıyam 40, İbn Mace, ikame 173; Müsned 1/191)

Çokça Dua Ederlerdi

Birtakım kimseler vardır ki, dualarına icabet edilir, elleri geriye boş olarak dönmez. İşte bunlardan birisi de iftar vaktinde ellerini Cenab-ı Allah’a açıp yalvaran insandır. Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) iftar vaktinde okuduğu birkaç dua şöyledir: “Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.” (Ebû Dâvûd, Sıyâm, 22) “Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum ve senin verdiğin rızıkla iftar ettim. Orucumu kabul buyur. Muhakkak Sen her şeyi işitensin, bilensin.” (Dârakutnî, Sünen 2/185) “Allah’ım! Her şeyi kuşatan rahmetinle benim günahlarımı bağışlamanı Senden istiyorum.” (Ebû Dâvûd, sıyâm 22) “Yardımıyla oruç tuttuğum ve bana verdiği rızıkla iftar ettiğim Allah’a hamd olsun.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman 3/406) “Yanınızda oruçlular iftar etsin, iyi kimseler yemeğinizi yesin ve melekler duacınız olsun.” (Ebû Dâvûd, sıyâm 22. Bu dua yemek sahibine yapılacak duadır)

Cömertlikleri Zirveye Çıkardı

İbn Abbas (radıyallahu anhüma), Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) Ramazan’daki cömertliğini şu şekilde ifade eder: “Resûlullah hayır hususunda insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi…” (Buhârî, vahiy 5) “Hz. Cebrail her sene Allah Resûlü ile Ramazan’da Kur’ân’ı mukabele eder ve bu, Ramazan boyu sürerdi. Bu dönemde Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hayır hususunda esen rüzgârdan daha cömert olurdu.” (Beyhakî, 4/305)

İtikâfa Girerlerdi

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretinden sonra, âhirete irtihâllerine kadar her Ramazan’ın son on gününü itikâf ile geçirmişlerdi. Vefat ettiği yıl ise yirmi gün itikâf yapmıştı. (Buhârî, itikâf 17; Tirmizi, savm 71)

Kadir Gecesini Değerlendirmeye Teşvik Ederlerdi

Allah Resûlü Ramazan’ın son on gününü gecelerini kendisi ihya ettiği gibi ailesini de uyandırır, kadir gecesinin aranmasını ve gecelerin ibadetle geçirilmesini teşvik ederdi. “Kadir Gecesi’ni, fazilet ve kudsiyetine inanarak ve sevabını yalnız Allah’tan bekleyerek ibâdet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, müsâfirîn 175) “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.” (Buhârî, leyletü’l-kadr 3) “Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın son on günündeki tek gecelerde arayın!” (Buhârî, leyletü’l-kadr 3) “Resûlullah, Ramazan’ın son on günü girince geceleri ihya eder, ailesini ibadet için uyandırır, ibadete daha çok ehemmiyet verir, diğer vakitlerdekinden daha çok ibadet etmeye gayret ederdi.” (Müslim, itikaf 7)

Şevval’de Altı Gün Oruç Tutarlardı

Kamerî aylardan olan Şevval, Ramazan’dan sonra gelen ayın adıdır. Bu ayda da altı gün oruç tutmak sünnettir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Her kim Ramazan orucunu tutar da sonra buna Şevval ayından altı gün ilave ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.” (Müslim, sıyâm 204; Tirmizî, savm 53)

Bu akşam her Müslüman için bir ay süreli bir okul başlıyor. Bu okulda sadece bir ders görmeyeceğiz, pek çok ders var. Oruç dersi, Kur’an okuma dersi, teravih dersi, infak dersi, fitre dersi, sahur ve iftar dersi, itikâf dersi…

Her bir dersten alacaklarımız, öğreneceklerimiz var. Oruç dersi ile nefislerimizi terbiye etmeyi öğreneceğiz. Allah isteyince helal olanları bile terk edebildiğimizi nefsimize göstereceğiz. Böylece “helal olanı bile terk edebiliyorsam haramı mı terk etmeyeceğim?” diyerek her türlü haram ile aramıza mesafe koymayı öğreneceğiz.
 
Kur’an dersi ile Ramazan’a kıymet veren asıl şeyi bir daha ruhlarımızla buluşturacağız. Yalnızca dilimizle okumakla kalmayıp aklımızla anlamaya, kalbimizle hissetmeye, bedenimizle uygulamaya çalışacağız. O Kur’an ki indiği gece bin aydan hayırlı, indirildiği zât âlemlere rahmet, indiği belde beldelerin anası, indiği ay on bir ayın sultanı. Zamana ve zemine kıymet veren Kur’an’a kim sahip çıkarsa bu kitap ona da kıymet verecek.
 
Teravih dersi ile her akşam mümin kardeşlerimizle buluşarak bedenlerimiz ve ruhlarımızla Allah’ın sunduğu nimeti doyarak tadacağız. “Bir an önce bitse de gitsek” mantığıyla beklemeyeceğiz, sindirerek, hissederek kılmaya gayret edeceğiz. “En hızlı kıldıran hoca” peşinde koşmayacağız, sünnete en uygun kıldıran hocayı arayacağız.
 
Sahur dersi ile geceleri Rabbimizin emrine uyarak kalkmayı öğreneceğiz. Hem belki bir ay boyunca öğreneceğimiz bu ders bizi Ramazan bittikten sonra teheccüde kalkmaya da alıştırır!
 
Maddî yardımlarımızı, hayır ve hasenatlarımızı elimizden geldiği ölçüde katlayarak çoğaltmaya çalışacağız. Hele binlerce kardeşimizin yardıma muhtaç olduğu, evlerinden ayrı çadırlarda, konteynırlarda yaşadığı şu dönemde daha fazla yardım edeceğiz. Elimizle ne verirsek bizimle onun geleceğinin bilinciyle vereceğiz. Cimrilik edenin, kendi nefsine karşı cimrilik etmiş olduğunun farkında olarak vereceğiz.
 
İftar sofralarımızda aile olarak bir arada olacak, imkânımız varsa komşularımızla, dostlarımızla, fakir-fukara ile soframızdakileri paylaşacağız.
 
İtikâf yapabilenlerimiz evlerindeki günlük rutin davranışların dışına çıkarak konforlarından fedakârlık edecekler. Allah rızası için mescitleri bir tür yuva edinecek, dünyevî meşgaleleri en alt seviyeye indirecekler. Peygamberimizin Hira’da inzivaya çekilmesi gibi, peygamber olduktan sonra her Ramazan ayında mescid-i nebevî’de inzivaya çekilmesi gibi inzivaya çekilecek, Kur’an okuyacak, Allalh’ı zikredecek, ömrünün muhasebesini yapacak.
Evet… Ramazan okulu bu gece başlıyor.

Rabbimiz Ramazan ayını rızasına uygun bir şekilde en istifadeli, bereketli tarzda geçirmeyi bizlere nasip eylesin. Bu ayda edindiğimiz güzel huy ve davranışların bir ömür boyu sürmesini bizlere nasip eylesin.

Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukabeledir. Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tespit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kâinatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir.

Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle mü’minler, Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir. Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim. Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir. Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu ayı gerçekten Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibaen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Ramazan ayına has bir namaz vardır ki, bu, gündüz oruçla melekliğe, ruhaniliğe açılan insanların, geceleyin cemaat hâlinde Allah’a kulluk borcu olarak eda ettikleri teravih namazıdır. Teravih, rahatlamak, dinlendirmek manâsına gelen “terviha” kelimesinin çoğuludur. Ramazan ayına mahsus olan ve yatsı namazından sonra eda edilen bu ibadetin her dört rekâtının sonunda istirahat için oturulmasına terviha denmiştir. Sonraları, bu kelimenin çoğulu olan teravih, Ramazan gecelerinde yapılan ibadetin, kılınan namazın adı olmuştur. Teravih namazı, yatsı namazı kılındıktan sonra fecir doğuncaya kadar (imsak vakti) uzanan bir zaman dilimi içinde kılınabilir. Teravih namazını iki rekâtta bir selam vererek on selam ile kılmak daha faziletlidir. Çünkü teravih gece namazıdır. Gece kılınan nafile namazların ise “Gece namazı ikişer ikişerdir” (Buhari, Vitir, 2; Salat, 84; Müslim, Müsafirin, 145) hadis-i şerifinde bildirildiği üzere iki rekâtta bir selam verilerek kılınması daha faziletlidir. Bununla birlikte dört rekâtta bir selam verilerek de kılınabilir. İki rekâtta bir oturmak suretiyle sekiz rekâtta veya on rekâtta bir selam vererek de teravih namazı kılınabilir. Fakat bu şekilde kılmak mekruh sayılmıştır. Her dört rekâttan sonra bir terviha (dinlenme) yapılır. Yani her iki rekâtta bir selam verilip, her dört rekâtta bir istirahat edilir. Dört rekât kıldıktan sonra oturulduğunda okunması sünnet olan belli bir dua yoktur. Salat ü selam (bugün camilerimizde okunduğu gibi), zikir, tesbih, tehlil (lailahe illallah) okunabilir.

Teravih namazını kılmak, âkil baliğ erkek ve kadın her Müslüman için sünnet-i müekkededir. Farzların cemaatle kılınması İslâm’ın şiarı olduğu gibi, teravihin cemaatle kılınması da bu sünnetin şiarı olmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.s), birçok hadislerinde Ramazan gecelerinde ibadeti teşvik etmiştir: “Kim Ramazan’da inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek, O’nun rızasını kazanmak için namaz kılarsa geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, salatü’t-teravih 1; Müslim, salatü’l-müsafirin 174) “Allah, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kıldı. Ramazan gecelerinde namaz kılmak da benim sünnetimdir. Kim, inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlâsla oruç tutar ve namaz kılarsa, annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından temiz hâle gelir.” (Nesai, sıyam 40, İbn Mace, ikame 173; Müsned 1/191) Allah Resulü, sözlü teşvikinin yanında bizzat kendisi Ashabı ile birlikte birkaç gece teravih namazını kılmış fakat farz zannedilir endişesi ile bunu devam ettirmemiştir. Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz, iki veya üç gece mescitte cemaatle teravih namazını kılmış, üçüncü veya dördüncü gece insanların yoğun ilgisini görünce yatsı namazını kıldırıp hücresine çekilmiş ve teravihi kıldırmak için çıkmamıştı. İnsanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) çıkacağını umdukları için beklemişler, hatta uyudu ise uyansın diye öksürmeye başlamışlardı. Bunu fark eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), (sabah namazı vaktinde) mescide çıkıp orada bekleyenlere şöyle buyurmuştur: “Sizin bu namazı kılma hususunda ne kadar istekli olduğunuzun farkındayım; onu size kıldırmama da bir engel yok. Fakat daha sonra size farz kılınmasından endişe ettiğim için çıkıp kıldırmadım. Şayet farz kılınacak olsa, bunu hakkıyla yerine getiremezsiniz.” (Buhari, salatü’t-teravih 2; Müslim, salatü’l-müsafirin 178) Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ashabına teravih namazı kıldırmak için Ramazan ayının hangi gecelerinde çıktığını ise Ebû Zerr’den gelen şu rivayet açıklamaktadır. “Hz. Peygamber, Ramazan’ın bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize farz dışında hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazan’ın 23. gecesinde gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar bize namaz kıldırdı. Ramazan’ın 24. gecesinde bize namaz kıldırmadı. Bir gün sonra, 25. gecesinde yine kıldırdı. Ben, “Ey Allah’ın Resulü, gecenin kalan yarısında da bize namaz kıldırsaydınız.” deyince, Hz. Peygamber cevaben, “İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılmak, bütün geceyi ihya etmeye eş değerdir.” buyurdu. Ramazan’ın 26’sında gecenin üçte birine kadar beklediğimiz hâlde, Allah Resulü bize namaz kıldırmadı. Ramazan’ın 27. gecesi Allah Resulü (s.a.s.), ailesini ve Ashabını topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki, biz sahur vakti geçecek sandık. Ramazan’ın geri kalan gecelerinde ise Peygamberimiz bize namaz kıldırmadı.” (Ebu Davud, salat 318; Tirmizi, savm 81) Bu rivayetten Peygamber Efendimiz’in, Ramazan’ın 23, 25 ve 27. gecelerinde çıkıp teravih namazı kıldırdığı anlaşılmaktadır. Teravih namazı, icmâ ile Peygamber Efendimiz’in sünnetidir. Bazılarının iddia ettiği gibi, Hz. Ömer’in (r.a.) ihdas ettiği bir ibadet değildir. Yukarıda zikrettiğimiz hadisler, bu konuda yeter delildir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, teravih namazı, Peygamberimiz’in teşvik ve tertib ettiği bir sünnetidir. Hz. Ömer ise, ancak Resûlullah’ın (s.a.s.) arzuladığı ve hoşnut olduğu bir uygulamayı sistemleştirmiştir. Ramazan’da insanların ferdî olarak ya da büyük küçük farklı cemaatler halinde namaz kıldığını gören Hz. Ömer, bunu tek bir imamın arkasında, herkesin beraber kılacağı bir sisteme büründürmüştür. O, teravihin cemaatle kılınması için ilk yıl Übeyy İbn Ka’b’ı görevlendirdiğinde, cemaat olarak Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mes’ud, Hz. İbn Abbas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Muaz gibi önde gelen sahabilerin de içinde bulunduğu Muhacir ve Ensar’dan birçok insan Hz. Übeyy’in arkasında namaz kılmıştır. Bunlardan herhangi birisinden en küçük bir itiraz gelmemiştir. İtiraz etmek şöyle dursun, Hz. Ömer’in yaptığının Allah Resûlü’nün sünneti olduğunu bildiklerinden dolayı takdirle karşılamış, uygulanmasında yardımcı olmuş ve daha sonra da devam ettirmişlerdir. Hz. Ömer’in bu icraatını hep hayırla yad ederek, onun için şöyle dua etmişlerdir: “Ömer, mescidlerimizi nurlandırdı; Allah da onun kabrini nurlandırsın.” Daha sonraki yıllarda Hz. Ömer, bütün cemaati bir tek imamın arkasında toplamamış, değişik yerlerde başka hafızları da teravih kıldırmakla görevlendirmiştir. Teravih namazı, İslâm’ın şiarlarından kabul edilmiş ve Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar camilerde cemaatle kılınmıştır. Bu kadar yerleşmiş bir sünnet hafife alınamaz. 

Teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre 20 rekâttır. Malikî mezhebinde ise 20 ve 36 rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır. Bununla birlikte teamülün, seleften halefe 20 rekât olduğu da bazı Malikî kitaplarında ifade edilmiştir. Şafiî Mezhebi’nin en önemli imamlarından olan İmam Nevevî, teravih namazının âlimlerin icmâı ile sünnet olduğunu vurguladıktan sonra, mezheplerine göre 20 rekât olduğunu da açık bir şekilde ifade etmektedir. (Nevevî, Mecmu 4/37) Daha önce geçtiği üzere, Hz. Aişe’den gelen rivayette Peygamber Efendimiz, Ramazan’da birkaç gece teravih namazı kıldırmış, sonra da farz kılınır endişesi ile bırakmış; fakat Ashabının kılmasını teşvik etmiştir. Bu rivayette Hz. Peygamber’in kaç rekât kıldırdığı belli değildir. Hz. Ömer, Müslümanları, Übey İbn Ka’b’ın imamlığında bir araya toplayarak 20 rekât olmak üzere teravih namazını kıldırtmış ve Sahabeden hiç kimse de buna itiraz etmemiştir. Bu durum, onların bu konuda bildikleri bir şeyin olduğunu gösterir. Nitekim İmam A’zam, buna dikkat çekerek, Hz. Ömer’in bu uygulamayı kendiliğinden ortaya atmadığını, bu hususta bir bid’at işlemediğini, Allah Resûlü’nden öğrendiği bir bilgiye dayanarak böyle yaptığını söylemiştir. Sahabenin bu şekilde Hz. Ömer’in yaptığını güzel görerek muvafakat etmeleri, onların bu konudaki icmâlarını göstermektedir. Bu icmâın dayanağı da, Hz. Peygamber’in fiilidir. Teravih namazı, daha sonra Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de 20 rekât olarak kılınmış ve o günden bugüne bu şekilde amel edilmiştir. Hanefi fakihlerinden İbn Abidin, teravihin doğuda ve batıda 20 rekât kılındığını kaydetmekle, bu teamülün ne kadar güçlü olduğunu ifade etmiştir. (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 2/45)

Teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmak sünnet, birden fazla hatimle kılmak ise bir fazilettir. (Serahsî, Mebsut, 2/146; Kâsanî, Bedaius’s-Sanai, 2/276) Yukarıda geçtiği üzere Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), teravih namazını birkaç gece mescitte ashabına kıldırmış daha sonra ise cemaatle kılmayıp kendi odasında yalnız eda etmişti. Peygamber Efendimizin teravih namazını odasında nasıl ve ne kadar Kur’an okuyarak kıldığını bilemiyoruz. Ama Allah Resulü’nün rahle-i tedrisinde yetişen sahabe efendilerimizin teravih namazını gerek cemaat halinde gerekse münferid olarak hatimle kılmaya özen gösterdiklerini kaynaklarımızda görüyoruz. Sahabe, dinimizi bize nakleden Kur’an’ın canlı mucizesi insanlardır. Hz. Ömer; Kur’an hafızlarından üç kişiyi çağırmış, hepsine Kur’an okutmuş sonra okuma hızlarına göre birisine her rekâtta 30, bir diğerine 25 öbürüne de 20 ayet okuyarak hatimle teravih namazı kıldırmalarını istemiştir. Böylelikle her rekâtta otuz ayet okunduğunda Ramazan boyunca üç, yirmi ayet okunduğunda ise iki hatimle teravih eda edilmiş olmaktadır. Sahabeden sonraki dönemlerde de teravihin hatimle kılınmasına önem verilmiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında bir gece mescide çıktı ve mescidin bir kenarında namaz kılan insanlar gördü ve sordu: “Bunlar ne yapıyorlar?” orada bulunanlardan biri şöyle cevap verdi “Bunlar, Kur’an’dan ezberleri az olan kimseler. Übeyy b. Ka’b onlara namaz kıldırıyor.” Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) bu cevaba sevinerek memnuniyet ve takdirlerini şu şekilde ifade ettiler: “Yaptıkları şey ne kadar güzel”. (Ebu Davud, Ramazan, 1) Bütün bu naklettiklerimizden anlaşıldığı üzere, teravih namazını şahsen okuyarak ya da okuyan birinin arkasında kılarak hatimle eda etmek, Sünnete ve Sahabenin uygulamasına dayanan güzel bir adet olarak günümüze kadar gelmiştir. Fakat daha sonraki dönemlerde imamın, cemaatin durumunu nazar-ı itibara alarak onları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde teravih namazını kıldırmasının daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Ulema, cemaatin bıkıp camiyi terk etmemesi için teravihin üç kısa ayetle veya uzun bir ayetle de kılınabileceğine fetva vermişlerdir. Hatta “Fil suresi”nden başlayarak “Nâs suresi”ne kadar okunabileceğini, kalbin rekât sayıları ile meşgul olmaması için duruma göre böyle kılmanın daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte bazı fıkıh kitaplarında cemaatin ilgisizliğinden dolayı teravihin hatimle kılınmasının terk edilmemesi gerektiği kaydı düşülmüştür.

Kur’ân’ı Tertil Üzere Okuma ve Tadil-i Erkâna Riayet

Burada bir hususa daha dikkat çekmenin mecburiyetine inanıyoruz. O da şudur: Teravih namazı kılınırken ister kısa surelerden okunarak isterse hatimle kıldırırken olsun okunan ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da tadil-i erkana riayet edilerek kıldırılması/kılınması gerekir. Yoksa ayetleri, yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirerek teravih namazı kılmak doğru değildir. Teravih namazının bu şekilde kılınabileceğine dair kaynaklarımızda herhangi bir mesned bulmak mümkün değildir. Aksine, namazların tadil-i erkan ile kılınmasına, namazda okunan ayetlerin tertil üzere okunması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Diğer namazlar nasıl tadil-i erkan üzeri kılınıyorsa teravih namazı da ister kısa isterse uzun kıraat yapılarak kılınsın aynı şekilde tadil-i erkana riayet edilerek kılınmalıdır.

İmam Azam’a göre, hafız olmayan bir insanın Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuyarak namaz kılması, namazını bozar. Çünkü namaz içinde mushafı tutup açmak, yapraklarını çevirmek, bakmak amel-i kesir olduğu gibi aynı zamanda, mushafa bakarak namaz kılmak, bir manada mushaftan telkin yoluyla öğrenmek demektir. Yani birinin talimi ile namaz kılmak gibidir. Halbuki namazda iken hariçten birinin Kur’an’dan ayet telkini namazı bozar. Bu itibarla ona göre mushaftan yüzüne bakarak okumak da telkin gibi olduğundan caiz değildir. Hanefî mezhebinin diğer iki büyük imamı, İmam Ebu Yusuf ve Muhammed ise, mekruh olmakla birlikte yüzüne bakarak okumanın cevazına hükmetmişlerdir. Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise teravih namazını mushaftan okuyarak kılmak caizdir. Cevaz verenler, bunun nafile namazlar için olduğunu ifade etmişlerdir. Teravih namazının mushafın yüzünden okunarak kılınmasına cevaz veren yaklaşımın delili şu rivayettir: Hz. Aişe validemizin hizmetçisi Zekvan, Ramazan ayında Kur’an’ı yüzünden okuyarak Hz. Aişe’ye hatimle teravih namazı kıldırırdı. (İbn-i Sahnun, Müdevvene, 1/224) Tabii bu şekilde namaz kılarken “amel-i kesir” sayılabilecek hareketlerden uzak durulması gerektiği şart koşulmuştur. Amel-i kesir de genelde şu şekilde tarif edilmiştir: Dıştan bakan bir insanı, namaz kılmadığı kanaatine sevk edecek kadar çok miktarda namaz dışı hareketlerde bulunmak. Amel-i kesire düşmeden teravih namazını kılmak isteyen bir kimse, önüne, rahat görebileceği yüksek bir şeyin üstüne Mushaf-ı şerifi açıp koyarak sayfaları çevirmeye ihtiyaç hissetmeden veya en fazla bir kere çevirerek namaz kılabilir. Nitekim Kur’an’ı bu şekilde okuyabilmek için yapılan Kur’an sehpaları da vardır.

Dînî bir terim olarak itikâf; cemaatle namaz kılınan bir mescid veya o hükümde bir yerde, ibadet niyetiyle inzivaya çekilmek demektir. İtikâfa giren kimseye “Mu’tekif” veya “Âkif” denir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretinden sonra, âhirete irtihâllerine kadar her Ramazan’ın son 10 gününü itikâf ile geçirmişlerdi. İslâm büyüklerinden Atâ şöyle der: “İtikâfa giren kimse; ihtiyacından dolayı büyük bir zâtın kapısında durup “Hacetimi yerine getirmedikçe buradan ayrılıp gitmem.” diye yalvaran bir kimseye benzer ki, Allahü Teâlâ’nın bir ma’bedine sokulmuş ve adeta “Beni bağışlayıp mağfiret etmedikçe buradan ayrılıp gitmem.” demektedir.” İtikâf 3 kısımdır:

Vâcib İtikâf: Bir kimsenin itikâfa girmeyi nezretmesi durumunda yapması gereken itikâftır. En az müddeti 1 gündür, oruçlu geçirilmesi gerekir. Bozulunca kazası lâzım gelir.

Sünnet İtikâf: İtikâf, aslında, yukarıda da belirtildiği üzere Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatına kadar devamlı yapmış oldukları bir ibadet olduğu için sünnet-i müekkededir. Bu sünnetin vakti, Ramazan-ı Şerif’in son on günüdür. Dolayısıyla, nezretmiş olmaksızın bu vakitte yapılan itikâf, sünnet sevabı kazandırır.

Müstehap İtikâf: Nezredilmiş olmaksızın Ramazan’ın son on günü dışında yapılan itikâflardır. Belli bir süresi ve oruçlu olma şartı yoktur. İtikâf niyetiyle cemaatle namaz kılınan yere her giriş, müstehap itikâf olarak değerlendirilir.

İtikâfın Şartları:

1. Mu’tekif; müslüman, akıllı ve temiz olmalıdır.

2. İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır.

3. İtikâf, içinde cemaatle namaz kılınan mescid veya mescid hükmünde bir mekânda yapılmalıdır. İtikâfın büyük câmilerde yapılması daha faziletlidir.

4. Vâcib itikâflarda mu’tekif oruçlu bulunmalıdır. Ancak kendisinin kastı olmaksızın orucun bozulması ile itikaf bozulmaz. Sünnet ve müstehap olan itikâflarda ise oruçlu olmak itikâfın şartı değildir.

İtikâfı Bozan ve Bozmayan Şeyler:

  1. Vâcib olan itikâfta mu’tekif, itikâfa girdiği yerden -Cuma namazını kılabilmek için başka mescide gitme, abdest ve gusül ihtiyaçlarını giderme ve bulunduğu mescidin yıkılması veya oradan zorla çıkarılma gibi bir özrü olmadan- dışarıya çıkarsa itikâfı bozulur. Sünnet ve müstehap itikâfta ise bozulmaz.
  2. Vâcib olan itikâfta hasta ziyareti ve cenaze namazı için çıkılması özür sayılmaz; çıkılsa itikâf bozulur. Sünnet ve müstehap itikâfta dışarıya çıkmakla zaten bozulmaz.
  3. Mu’tekif; yeme-içme, kendisi ve ailesi için alış-veriş muamelesini dışarıya çıkmadan içeride yerine getirebilir.
  4. Vâcib olan itikâfta kişi kasten orucunu bozarsa itikâfı da bozulur fakat kendisinin kastı olmadan orucu bozulursa itikâfına zarar gelmez.

İtikâfın Âdâbı:

1. İtikâf yalnızca bir mekânda bulunmaktan ibaret değildir. İtikâfın manası, Allah için, ahireti hatırlamak için bir süreliğine dünyadan el etek çekmektir. Dolayısıyla kişi, itikâf süresince ibadet ü taatle, evrad ü ezkârla, tefekkürle, Allah’ı ve ahiret gününü hatırlatacak okuma ve müzakerelerle vaktini geçirmeli, faydasız hele hele günah olan şeylerle meşgul olmamalıdır.

2. İtikâf sırasında hayırdan başka söz söylenmemelidir. Günah ifadesini taşımayan sözlerde gerçi bir beis yoktur, fakat mu’tekif için boş konuşmayıp, hayırlı şeyler konuşmak âdâptandır.

3. Mu’tekif, itikâfa girerken en temiz elbiselerini giymeli ve üzerine güzel kokular sürünmelidir.

4. Eğer itikâfa giren kişinin itikâfı bayram gecesine bitişik ise bayram gecesini de itikâfta geçirmesi âdâptandır.

Çoğumuz Kadir gecesi deyince doğrudan 27. geceyi düşünüyoruz. Bu yazıda kadir gecesine ilişkin bazı bilgiler vermeye çalışacağım.

1. ADI NEREDEN GELİYOR?
 
Bu geceye niçin “kadir” adının verildiği konusunda üç farklı görüş vardır:
 
a) “Kadr”, takdir etmek demektir.
 
Allah, ezelde takdir buyurmuş olduğu hususlar içinden bir yıla tekabül eden kısmı (bu kadir gecesinden önümüzdeki yılın kadir gecesine kadar olan kısmı yani bu sene doğacakları, ölecekleri, bu sene taksim olunacak rızıkları, musibetleri vb.) kadir gecesinde, görevli meleklere bildirmektedir. Yani bu gece önümüzdeki bir yıllık kaderin belli olacağı “kader gecesi”dir. Nitekim Duhân sûresinde “Biz onu [Kur’an’ı] mübârek bir gecede indirdik. O gecede her hikmetli iş birbirinden ayrılır.” [Duhân, 3-4] buyrularak o gecenin kaderle ilişkisine işaret edilmiştir.
 
b) “Kadr”, şan ve şeref demektir.
 
Bu gecede Allah’ın en yüce kitabı olan Kur’an, Allah’ın en yüce peygamberine indirilmeye başlandığından bu gece kadir ve kıymeti çok yüce, şan ve şerefli bir gecedir.
 
c) “Kadr” sıkıştırmak anlamına da gelmektedir.
 
Kimilerine göre bu gece, yeryüzüne inen melekler sebebiyle yeryüzü meleklerle dolup hiç boş yer kalmadığından geceye bu isim verilmiştir. Bu görüşler içinden en güçlüsü ilki, en zayıfı sonuncusudur.
 
2. ZAMANI
 
Kadir gecesinin zamanının net olarak belirtilmediği hususunda ittifak vardır. Bunun hikmeti konusunda şu söylenmiştir: Yüce Allah, hikmeti ve kullarına olan rahmeti gereği bazı şeyleri bazı şeylerin içinde gizlemiştir.
 
• Kendisiyle dua edildiğinde duaların reddedilmediği en yüce ismini (ism-i azam) en güzel isimleri (el-esmâü’l-hüsnâ) içinde gizlemiştir ki kullar bütün isimlerle dua ettiklerinde bu isme rast gelmiş olurlar.
 
• “Orta namaz” diye âyette belirtilen namazı beş vakit namaz içinde gizlemiştir. Beş vakit namazı kılan, orta namazı da kılmış olur.
 
• Cuma gününde kim dua ederse duasının reddedilmediği “icabet saati”ni gizlemiştir ki kullar Cumanın bütününü dua ederek geçirsinler.
 
• Velilerini kulları içinde gizlemiştir ki insanlar hiç kimseyi küçümsemesin, hakkını yemesin. Herkes hakkında hüsnü zanda bulunsun.
 
• Rızasını taatler içinde gizlemiştir ki kul hiçbir taati küçümsemeden yerine getirsin. “Allah’ın rızası burada olabilir” diye düşünsün.
 
• Gazabını günahlar içinde gizlemiştir ki kul, hiçbir günahı küçük görüp de işlemesin. “Allah’ın gazabı bu günahta gizlenmiş olabilir” diye düşünsün.
 
• Kadir gecesini Ramazan ayının son on günü içinde gizlemiştir ki kul, bu gecelerin tümünü “kadir gecesi olabilir” diye ayrı bir şevk ve gayretle geçirsin.
 
Kadir gecesinin kesin zamanı belli olmamakla birlikte âlimler birer ictihad olarak ondan fazla görüş ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğun benimsediği görüş Kadir gecesinin “yirmi yedinci gece” olduğudur. Ama bu bir ictihaddır, kesin olan, Ramazan ayının son on gecesinin (kimi rivayetlerde son ondaki tek gecelerin) ibadetle geçirilerek kadir gecesini araştırmaktır.
 
3. FAZİLETİ
 
Kadir gecesinin faziletine geçmeden önce bu faziletinin sebebi üzerinde duralım. Kadir gecesi Kur’an’ın indirildiği gecedir. Bu konuda iki görüş vardır:
 
a) Kur’an bu gecede peygamberimize indirilmeye başlanmış ve tamamlanması 23 yıl sürmüştür.
 
b) Kur’an bu gecede bir defada levh-i mahfuzdan, dünya semasında beytü’l-izze’ye indirilmiş, oradan da 23 yıl boyunca peyderpey peygamberimize indirilmiştir. Genel kabul gören görüş ilkidir.
Kadir sûresinde kadir gecesinin üç faziletinden söz edilmiştir:
 
a) Bin aydan daha hayırlı olması
 
Bin ay, seksen üç yıl dört ay yani ortalama bir insan ömrü demektir. Öyleyse kadir gecesi bir ömürden daha üstündür. Kimi rivayetlerde belirtildiğine göre önceki ümmetlerin ömür sürelerinin çok uzun olması, onlar içinde uzun süre ibadet ve taat edenlerin bulunması üzerine Allah Resûlü Rabbine dua etmiş, Yüce Allah da ona “ben sana ve ümmetine bundan daha hayırlı bir gece verdim” buyurarak kadir gecesini vermiştir. Kimilerine göre buradaki “bin” ifadesi çokluk ifade eden bir kinâye olup kadir gecesi bin ayla kıyaslanamayacak derecede üstündür. Kadir gecesinin bin aydan üstün olması, “Kadir gecesinde yapılan ibadet ve taat, içinde kadır gecesi bulunmayan bin ay boyunca ibadet ve taatten daha üstündür” şeklinde yorumlanmıştır.
 
b) O gece Melekler ve Ruhun (cebrailin) yeryüzüne inmesi
 
Kadir suresinde belirtildiğine göre kadir gecesinde melekler ve ruh (Cebrâil a.s.), o gecede taktir buyurulan her hikmetli iş sebebiyle yeryüzüne inerler.
 
Meleklerin ve onların başında Cebrail’in yeryüzüne inmesi, âdetâ gök ehli ile yer ehlinin o gece vâsıtası ile yeryüzü mescidinde buluşması anlamına gelmekte olup o geceyi diğer tüm zamanlardan üstün kılmaktadır. Bir kadir gecesinde Hz. Peygamber ile Cebrail buluştuğu gibi her kadir gecesinde de onun ümmeti ile Cebrail ve melekler buluşmuş olmaktadır.
 
c) O gecenin, tan yeri ağarıncaya kadar selam olması Bu iki şekilde yorumlanmıştır:
 
(1) O gece selamet ve esenliktir. O gecede mümin kullar şeytanların kötülüklerinden, her türlü şerden selamette olurlar. Allah o gece kulların başına gelecek hayırları takdir eder, belâ ve musibetleri o gece takdir etmez.
 
(2) O gece melekler, karşılaştıkları bütün müminlere selam verirler. Bunun delili o gecede insanın içinin ürpermesi, gözlerinden yaş boşalması olarak yorumlanır.
 
Hadislerde, kadir gecesini Allah’a iman edip sevabını Allah’tan umarak ihyâ edenlerin [kul hakkı hariç] geçmiş bütün günahlarının silineceği belirtilir. Bu, Cenab-ı Hakkın sonsuz merhametinin yeryüzünde en yüksek oranda tecelli ettiği gecedir.
 
4. KADİR GECESİ NE YAPMALI?
 
Ramazan ayının son on gecesinin her birini “bu gece kadir gecesi olabilir” şuuruyla geçirmek sünnete en uygun olan davranıştır. Allah resulü, Ramazan ayının son on gecesi olduğunda itikâfa girer, ibadet konusunda işi daha bir sıkı tutar, eşlerini uyandırır, kendisi ve eşleri bütün geceyi ibadetle geçirmeye gayret ederler, ashabına da bunu tavsiye ederdi.
 
Bu gecelerde sünnette yer alan uygulama şu şekildedir.
 
a) Tövbe, istiğfar etmek
 
Hz. Âişe’nin belirttiğine göre o, Allah Resûlü’ne “kadir gecesine rast gelirsem nasıl dua edeyim?” diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v.) de kendisine “Allah’ım sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni affet” şeklinde dua etmesini tavsiye etmiştir.
 
Şu halde bu gece yapılabilecek şeylerin en başında Allah’tan af ve mağfiret dilemek gelir. Herkes, ömrü boyunca bilerek ya da bilmeyerek yaptığı günahlar için Allah’tan samimi bir kalple af ve mağfiret dilemeli, gelecekte her türlü günahtan uzak kalmaya azmetmeli, bunun için Allah’tan yardım dilemelidir. Hakkını yediği kimseler varsa onlarla helalleşmeli, dargın olduğu kimselerle barışmaya gayret etmelidir.
 
b) Namaz kılmak
 
Bu gecelere özel belirli rekâtta ve belirli bir şekilde kılınacak namaz yoktur. Ancak herkes kaza ve nâfile olarak dilediği kadar namaz kılabilir. Şayet geceyi ibadetle geçirecekse vitir namazını teravih namazından sonra değil de gecenin sonunda kılmak daha faziletlidir. Zira peygamberimizin sünnetinde vitir namazı, gecenin en sonunda kılınan namazdır
 
c) Kur’an okumak
 
Madem ki kadir gecesine ve Ramazan ayına şeref ve üstünlüğü veren şey Kur’an’dır, öyleyse bu gecelerde yapılabilecek olan en iyi şey, mânâsını anlayarak, içine sindirerek Kur’an okumaktır. Bunun için bu gecelerde hiç olmazsa Tebareke ve Amme cüzünün tefsirleri okunup iyice mütalaa edilmeli, Kur’an’ı akla, kalbe, dile ve azalara sirâyet ettirmelidir.
 
d) Dua etmek
 
Bu geceler, dualara en fazla icabet edilen gecelerdir. Bu gecelerde herkes kendisi, ailesi, akrabaları, tanıdıkları, âhirete intikal etmiş yakınları ve bütün müminler için dua etmelidir. Özellikle de dünya üzerinde mazlum ve mağdur Müslüman kardeşlerimiz için dua etmeli, kendimizin ve onların dünya ve âhiret saadetine kavuşması için Allah’a iltica edilmelidir.
 
e) Allah’ı zikretmek.
 
Allah Resûlü’nün sünnetinde yer alan zikirleri (Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber, lâ havle velâ kuvvete illâ billah vb.) bolca yapmalı. Bunları ille de belirli bir sayıyı tamamlama mantığıyla değil de anlamlarını düşünerek, sindirerek yapmalı, benliğinin derinliklerine yazarak yapmalı.
 
f) İlimle iştigal etmek
 
Bu gecelerde, dinî ilimlere dair (tefsir, hadis, fıkıh) vb. okumalar yapmak da bir tür ibadettir.
 
g) Tefekkür etmek
 
Kadir gecesini düşünüp de şu soruların akla gelmemesi mümkün mü?
 
Acaba, melekler ve Cebrâil bu gece mi yeryüzünü şereflendirecek?
Acaba, önümüzdeki yılın Kadir gecesine kadar olan süredeki kaderimiz bu gece mi belirlenecek?
 
Gaybın sadece Allah tarafından bilinen perdelerinin arkasında acaba bizi neler bekliyor? Kendimizden başlayarak ümmete kadar ulaşan iç içe daireler halinde kaderi düşünelim…
 
Kendimizin bir yıllık kaderini, âilemizin, eş-dost akrabalarımızın, milletimizin, ümmetimizin ve tüm insanlığın kaderini…

Rabbimiz, Kadir gecesinin kadrini bilen, bu geceyi hakkıyla değerlendiren, ömrünü kadir gecesi gibi geçirip âhiretini bayram gibi yaşayacak olanlardan eylesin.

Hiç kimsenin Kadir gecesini kesin olarak tayin etmesi mümkün değildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her ne kadar bazı gecelerin Kadir gecesi olabileceğini ifade etmiş olsa da kendisine unutturulduğunu ve bu gecenin aranıp bulunması gereken kıymetli bir gece olarak kaldığını söylemiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kadir gecesinin bütün sene içerisinde, Ramazan’da ve Ramazan’ın özellikle son on gününde, son on gün içinde de tek gecelerde yani 21, 23, 25, 27 ve 29. gecelerinde aranmasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, fadlu leyleti’l-kadr, 2-3; Müslim, sıyâm, 205-220) Bazı rivayetlerde ise bu gecenin, Ramazan’ın son 7 gecesi, 23 ya da 27. gecesi olduğu ifade edilmiştir. (Buhârî, salatu’t-teravih, 4) Her ne kadar bazı rivayetlerde Kadir gecesinin Ramazan’ın 27. gecesi olduğu öne çıksa da (Müslim, salâtü’l-müsâfirîn, 179-180, sıyâm, 220-221; Ebû Dâvûd, şehr’u ramażân, 2, 6; Tirmizî, savm, 72) diğer hadislerle birlikte değerlendirildiğinde bu hadisi diğerlerine tercih ettirecek bir sebep görülmemektedir. Dolayısıyla Kadir gecesinin diğer gecelerde olma ihtimali en az 27. gecede olma ihtimali kadar kuvvetlidir. Bununla birlikte, -belki de zayıf kimseler en azından bir geceyi böyle değerlendirme imkânı bulsunlar diye- bir kısım müçtehidler, Kadir gecesini 27. geceye tahsis etmişler ve ümmet arasında o gece Kadir gecesi olarak ihya edilir olmuş. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hakikî olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur. Ayrıca Kadir gecesinin sabahında güneşin dolunay gibi zayıf ve mat ışıklı doğması, yağmur yağması (Müslim, salâtu’l-musafirîn, 25) o gecenin ne çok sıcak ne çok soğuk olması (İbn Huzeyme, Sahih 3/330) gibi bazı alametlerinin olduğu da rivayetler arasındadır. Aslında Kadir gecesinin vakti Fahr-i Kâinat Efendimize bildirilmiştir. Fakat haber vermek için çıktığında iki kişinin münakaşa ettiğini görür. Bunun üzerine: “Kadir gecesini haber verecektim ama münakaşa edenlerle meşgul olurken Kadir Gecesi bana unutturuldu.” buyurur. (Buhârî, leyletu’l-kadr, 4) Bu sözüyle O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem mü’minler arasındaki en ufak bir ihtilaf ve kavganın kendisini nasıl derinden yaraladığına hem de Kadir gecesinin gizli kalmasında bir hikmet-i ilâhiye bulunduğuna işaret etmiştir. Ayrıca burada küçük bir ihtilafın bazen büyük bir bereket kapısını kapatabileceğine de işaret vardır. Her ne kadar ulemadan bazısı bu gecenin bereketine nail olabilmek için daha başka tayin yöntemleri ve alametler zikretmiş olsalar da Kuran ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları bizim için esas dayanaktır. Zira bu şekilde müphem bırakılması bizlere her geceyi değerlendirme fırsatı sunmaktadır. Zaten bu şekilde bütün geceleri Kadir olarak değerlendirme gayreti içerisinde olmayan bir kimse Kadir gecesinin bereketinden tam olarak istifade edemez. Evet, Hz. Cibril’in, meleklerle birlikte sabaha kadar yeryüzünü şenlendirdiği böyle bir geceyi yakalayabilmek için sadece 27. geceyi ihya etmek meseleyi çok daraltmak demektir.

Bir kimsenin bütün bir sene bekleyip sadece Ramazan-ı Şerif’in 27. gecesini ihya etmesi ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın Kadir Gecesi’ni layık-ı vechiyle değerlendiren insanlara lütfettiği eltâf-ı ilâhiyeye mazhar olmayı beklemesi meseleyi çok basite almak ve kolaycılığa kaçmak demektir. Bu da Kadir gecesinden tam olarak istifade etmenin önündeki bir engeldir. Onun için İmam-ı A’zam şöyle demiştir: “Kadir Gecesi sadece belli gecelerde değil, senenin üç yüz altmış küsur günü içindeki her bir gecede aranmalıdır. Siz üç yüz altmış küsur geceyi kemâl-i hassasiyetle ihya ederseniz, Allah Teâlâ da o samimi yüreğinize iltifatlarda bulunur.” (Bkz.: İbn Abdilberr, et-Temhîd 2/208; en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 8/57.) Netice olarak, “Her geceyi Kadir, her kişiyi Hızır bilmeli.” Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyelerinden de anlaşılacağı üzere özellikle Ramazan’ın son on günü çok iyi değerlendirmeli, bu gecelerde dünyaya bütün bütün kapanarak ahiret yamaçlarına kendimizi salmalı ve Kadir gecesini arayanlar kervanına katılmalıyız.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kadir gecesinin aranmasını tavsiye ettiği “aşr-ı avâhir”de (Ramazan’ın son on gecesi) sabaha kadar ibadet ü taatte bulunmuş, ailesini bu geceleri değerlendirmeleri için teşvik edip tamamen ibadet ve kalp hayatına yönelmiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) özellikle ailesini uyandırması, bu gecelerde tüm aile fertlerine ve hatta çocuklara da dayanabilecekleri ölçüde bu ibadet atmosferini yaşama fırsatının verilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu gecelerde çeşitli sürprizlerle onları ayakta tutarak aile içerisinde manevi bir atmosfer oluşturmak gerekmektedir. Nitekim çocukların ruhî gelişimleri adına böyle altından zaman dilimlerinden istifade etmeleri çok önem arz etmektedir. Bizler için bereketlerle dolu aşr-ı avâhir, günlük koşuşturmalarımızı azaltarak bir kenara çekilmenin, kalp ve gönül dünyasına yönelmenin ve böylece uhrevîleşmenin tam zamanıdır. Gönlümüzü ve zihnimizi meşgul edecek dünyevi şeylerden bu müddet içerisinde biraz daha uzak durmak gerekmektedir. Kalp ve ruhumuzu güncel meselelerin esaretinden kurtaramaz, ibadetlerimizde gündelik problemlerle zihnimizi meşgul edersek -hafizanallah- yapılan ibadetlerden geriye açlık ve yorgunluktan başka bir şey kalmaz. Dolayısıyla geceleri konsantrasyonumuzu etkileyebilecek faaliyetleri azaltmak ve hem zihnen hem bedenen hazırlık yapmak bu geceleri ihya adına çok önemlidir.

Kadir gecesini aradığımız geceleri değerlendirme adına yapılabilecek bazı amelleri şöyle zikredebiliriz:

1- Gece ibadeti:

Geceyi sabaha kadar ibadet ü taatle, evrad ü ezkârla, özellikle namaz kılarak değerlendirmek gerekir. Nitekim, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kim kadir gecesini namaz kılarak ihya ederse geçmiş bütün günahları affolunur.” buyurmaktadır. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 1; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 175-176)

2- İtikaf:

Kadir gecesi için pusuya yatmak olarak da isimlendirebileceğimiz itikâf; bazı günler, bütün dünyevî meşgaleleri bir kenara bırakarak, dünya işlerini Allah’a emanet edip O’nun (celle celâluhu) kapısında kah el pençe divan durarak, kâh rükû vaziyetinde, kâh başını secdeye koyarak, dualarla, zikirlerle, Kur’an tilaveti ve tefekkürle, işlemiş olduğu günahların ağırlığını atmak ve yeni bir hayata sıçramayı istemektir. Elini, dilini, gözünü, kulağını dünyevi meşguliyetlerden uzak tuttuğu gibi, hayalini de dünyevi hırs ve cazibelerden azade kılarak, bütün azalarıyla, duygu ve düşünceleriyle kendini Allah’a vermektir. İtikâf, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç terk etmediği bir sünnetidir ve Kadir gecesini karşılama ve değerlendirme adına çok önemlidir.

3- Dua:

Bu geceyi değerlendirme adına yapılacak en güzel amellerden biri de duadır. Dualarımızda özellikle mağdur ve mazlum kardeşlerimiz başta olmak üzere, yeryüzünde hizmet etmeye kendini adamış hakikat erlerini ve dünyanın dört bir yanında bulunan muhtaç ve mazlum mümin kardeşlerimizi unutmamalıyız. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan zulmün bitmesi, tüm insanlığın O’nu (celle celâluhu) bulması için dua dua yalvarmalıyız. Şunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız; Allah Teâlâ belki çekilen sıkıntıların hepsini gönülden yapılan bir dua ile bertaraf edecektir. Dolayısıyla dualarımızı “Ya Rabbi istersen ver, istersen verme” mantığıyla ve müstağni bir tavırla değil, bütün varlığımızı ortaya koyarak, gönülden süzülen sûzişîn nağmelerle yapmalıyız.

4- Kur’an Okuma:

Kadir gecesi, Kur’ân’ın Levh–i Mahfuz’dan dünya semâsına toptan indirildiği ya da Kuran’ın nazil olmaya başladığıgecedir.BugecedeKur’an’ın her harfinin sevabı katlanarak verilir. Bu gece yapılacak en önemli ibadetlerden birisi, duyup hissetmeye çalışarak gözyaşlarıyla Kur’an okumaktır.

5- Tövbe-İstiğfar:

Hz. Aişe (radıyallâhu anha): “Kadir gecesinin hangi gece olduğunu anlarsam nasıl dua edeyim?” diye sorar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım sen afv u keremi bol olansın, affı seversin, ne olur beni affeyle!” şeklinde dua etmesini tavsiye buyurur. (Tirmizî, deavât 84; İbn Mâce, dua 5) İnsanoğlu hata eder, sürçer, düşer. Ama tövbe kapısı ölüm gelip çatıncaya kadar açıktır. Tövbe ve istiğfar, bir mü’minin devamlı yapması gereken amellerdendir. Hususiyle Kadir gecesi, bu hususta değerlendirilebilecek önemli bir zaman dilimidir. Allah hakları için tövbe ve istiğfar etmenin, eğer üzerimizde kul hakkı varsa onlar için de helalleşmenin, kırgınlık ve dargınlıkları gidermenin, gönül almanın tam zamanıdır.

Evet, mübarek Ramazan ayı oruç, Kur’an, teravih, infak ve yardımlaşma ayı olduğu gibi aynı zamanda bir dua ve yakarış zamanıdır. Bakara Sûre-i Celîlesi’ndeki oruç ayetlerinin arasında yer alan dua ayetinden hareketle İmam Beyzavî, Bikâî, İbn Âşûr ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi (Rabbimiz, hepsinden razı ve hoşnut olsun) pek çok ehl-i tahkik müfessir, eserlerinde de görülebileceği üzere, duanın Ramazan-ı Şerif’te ayrı bir ehemmiyet kazandığı, oruç ve Ramazan’ın, duanın kabulünün en önemli vesilelerinden biri olduğu mütalaasında bulunmuşlardır. Kur’an-ı Hakîm’deki bu ince nükte üzerinde ehl-i hakikat olan sofiler de durmuşlardır. Onlardan bir tanesinin konuyla alakalı şu ifadeleri gayet dikkat çekicidir: Kur’an-ı Kerîm, iki-üç ayetle orucun farziyetini anlattıktan sonra, incelmiş, rikkat kazanmış, gönlü şefkatle dolmuş ve duyguları gayet yücelmiş olan insanın, Rabb’in huzuruna çıkışını, orada Rabb’ine münacaat edişini ve Rabb’in o duaya icabet buyuruşunu dua ayetiyle ifade etmektedir. Oruç ayetlerinin arkasında hemen insanın Allah’a yakınlık kazanmış olmasının, duaya davet edilmesinin ve sonra o duaya icabet edilmesinin anlatılması gayet manidardır. Vâkıa, ayetin sebeb-i nüzûlü hakkında farklı bir husus gösterilir fakat her hâlükârda oruç ayetlerinin arkasında, altında olması gayet manidardır. Âyet-i kerîme şöyledir: “Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.” Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Üç zümre vardır ki, onların duaları geri çevrilmez: İftar edinceye kadar oruçlu, adaletle yöneten idareci ve mazlumun duası. Cenab-ı Allah, mazlumun duasını bulutların üzerine kaldırır ve o dua için sema kapılarını açar ve ‘İzzetime yemin ederim ki, bir süre sonra olsa mutlaka sana yardım edeceğim’ buyurur.” (Tirmizî, Daavât 129)

Yüce Yaratıcı’ya ve O’nun, umum zaman parçaları içinde, Hak rahmetinin coştuğu çok müstesna bir kısım zaman dilimleri yarattığına ve bunların hakkıyla değerlendirilmesi gerektiğine inanan müminler, vâridatı ve kazandırdıkları itibariyle bütün ayların sultanı makamında bulunan mübarek Ramazan ayını, “eskiler”in tabiriyle bir “istiğfar ve istirham ayı” bilmeli ve özellikle türlü türlü bela ve musibetlerin, insanımızın ve topyekün insanlığın tepesinde dönüp dolaştığı günümüzde, Ramazan-ı Şerif’i, sair ibadetlerin yanında, bütün ibadetlerin özü olan dua ve yakarışlarla, özellikle de istiğfarlarla değerlendirerek Cenab-ı Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmalıdırlar. Toptan ya da hiç olmazsa ekseriyet itibariyle dergâh-ı ilahîye bu iltica hususunda muvaffak olunabildiği takdirde, bela ve musibetlerin temel sebebi olan günahlar, rahmet, mağfiret ve kusurlardan arınma mevsimi olan Ramazan-ı Şerif’te, tevbe ve istiğfarlarla yunup yıkanacak ve Hazreti Rahman u Rahîm’in merhamet ve şefkati celbedilmiş olacaktır. Özetle, gam üstüne gam, tasa üstüne tasa, hüzün üstüne hüzün yaşadığımız bu pek sıkıntılı günlerde bir kez daha Ramazan-ı Şerif’in bize gönderilmiş olması, ona mukabil bir şükür ister ki, o da sair ibadetlerle beraber bu kutlu ayın dua ve yakarışlarla iyi değerlendirilmesi ve Cenab-ı Hak’tan halâs ve necât talep edilmesidir. Bize bizden daha yakın olan ve bizi kendimizi gözettiğimizden daha çok gözeten Cenab-ı Allah, Semî’, Karîb, Mücîb ve Kerîm’dir. İçten yapılan niyaz ve yakarışları mutlaka işitecek, onlara hikmetli cevaplar lütfedecek ve keremini sergileyecek, nice zamandır beklediğimiz halâs ve necatı gönderecektir. Bunda tereddüt edilmemelidir zira, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Ramazan-ı Şerif’teki dualar, ihlası bulmak şartıyla inşaallah makbuldür.

Bir hadis-i şerifte, “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, İman 27) buyrulmuştur. Efendimiz burada, Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlâs ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen müminlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir. “İmanen” kelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalpten inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükâfat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır. Evet, biz Allah’ın kullarıyız; Allah da bizim mabudumuzdur. Bizim O’na karşı yaptığımız şeyler O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da, O’nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdardır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye dönecektir. Ayrıca, ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; “O eller geriye boş olarak dönmeyecektir.” (Tirmizî, daavât 104; el-Bezzâr, el-Müsned 6/479) Cenâb-ı Hakk’a karşı teveccüh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun kullarını gördüğüne, duaları işittiğine ve istekleri yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, “Verirse verir, vermezse vermez” gibi bir manaya gelir ki, bu O’na karşı bir saygısızlıktır. O, lütfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz “vermez” diye kestirip atamayız. Fakat O’nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O’na gönülden inanmaktır. İnanacaksın, samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş çevirmez, yüzünü kara çıkartmaz, seni mahcup etmez; aksine, o kapıya bir daha yönelmene vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte, “inanarak” kaydı bunu ifade etmektedir. Sevabın Allah’tan beklenmesi; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme ve mükâfâtı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm’alara girilmemelidir. Hiçbir amel insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yani yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerçi sahabi anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah’tan istemeliyiz. Arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Allah’tan dilemeliyiz. Ancak kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Ma’bud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; O’nun hakkı olduğu için kulluğumuzu O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, onları vazifemiz olduğu için eda etmeliyiz.

Haddizatında, Cenâb-ı Hak’tan bir şey isteme, bizim zatî hakkımız değildir; O’nun lutfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki, o hakları bir sözleşme maddesi gibi kullanmamıza müsaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, “Siz Bana kullukta bulunun, ibadet ü taatinizi yerine getirin -ki bu sizin vazifenizdir- Ben de öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; “Kulluğunuzu yaparsanız Benim üzerimde hakkınız olur.” demiştir. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkânı bahşeden de Allah’tır. Yoksa bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kaç paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden müntehaya kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, “sevabını Allah’tan bilerek” tabiri, bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükâfâtı O’ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.

Soru: Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ramazan-ı Şerif girdiğinde sema (bir rivayette Cennet) kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincirlere vurulur.” (Buhârî, savm 5; Müslim, sıyâm 1) buyuruyor. Oysaki serbestçe gezinen şeytanların taşlanmasının işareti olan şihapları ve yıldız kaymalarını Ramazan-ı Şerif’te de müşahede etmekteyiz. Bu durumu nasıl izah edebiliriz?

Cevap: Şeytanlar da insanlar gibi sınıflara ayrılmıştır. Kendi âlemleri itibarıyla bunların bir kısmı devlet idare eder, bir kısmı kâhinlik yapar. Kâhinlik yapanlar gök kapılarına kadar yükselir ve oradan kâhinlere haber getirmeye çalışırlar. Şihabların kendisini bombardıman ettiği işte bu tür şeytanlardır. İnsanlara musallat olan ve onları yoldan saptıranlara gelince bunlara mütemerrit şeytanlar mânâsına “merede-i şeyâtîn” denir. Ramazan-ı Şerif’te bağlananlar işte bu merede-i şeyâtîndir. Onların vazifeleri, insanların hevesât ve arzularını harekete geçirmekten ibarettir. İnsanlar, hevesât-ı nefsaniyelerini tatmin etmedikleri, nefislerini alıkoydukları zaman “Niçin kendinizi bağlıyorsunuz?” derler. İşte Cenâb-ı Hak, şeytanların bu kısmını bağlar. Dolayısıyla mü’minler iradelerine daha rahat sahip çıkarlar. Havanın sıcağına, soğuğuna, açlığa, susuzluğa.. kısacası orucun hâsıl edebileceği her türlü zorluğa katlanır, sabrederler.

Bir diğer mesele de şudur: Şeytanın insana en fazla musallat olduğu ân, onun, Allah’a en çok yaklaştığı ândır. Bu sebeple namaza durduğunuz zaman gözünüzün önüne dünyevî işlerinizin plân ve programları gelir. En zor meselelerinizi namazda halledersiniz. İşte bu durum açıkça şeytanın işidir.

Oruç ise öyle bir ibadettir ki Allah, onun hakkında, “Oruç Benim içindir, mükâfatını Ben veririm.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160) buyurmuştur. Böyle saf, duru ve berrak, mü’minin Allah’la münasebetini gösteren bir ibadeti karıştırmak, şeytanın sevinerek yapacağı bir şeydir. Allah korusun, şayet merede-i şeyâtîn Ramazan’da bağlanmasa, namazda kalbimizde cirit atan o şeytanlar orucu o denli bulandıracak ve bozacaklardı ki belki de oruç tutan insanları birbiriyle yaka-paça görecektiniz. 

Dünyada iç içe buhranlar yaşanıyor. İnsanlık huzursuz ve hep hafakanla oturup kalkıyor. Yarınlar hakkında kimsenin olumlu bir düşüncesi yok. Hâdiseler boz bulanık, herkes feveran içinde, emeller de simsiyah. Zalim zulmüyle dünyanın çehresini karartıyor, mazlum acz içinde yeisle kıvranıyor; imdada koşacaklardan henüz haber yok; “medet” diye bağıranların da ne istedikleri belli değil. Bir sürü kanlı el ve kirli yüz, bir sürü de insanlara karşı merhametsiz ve Hak’tan utanmaz yüzsüz.. ve daha bir sürü mesâvi… Biz bunları mırıldanıp duralım; Ramazan bir kez daha ufukta sessiz bir dolunay gibi belirme yolunda. Ziyası şimdiden ufkumuzu aydınlatıyor gibi ve muvakkaten dahi olsa içlerimizde bir inşirah var. İnsanlar duygularıyla, düşünceleriyle ne kadar kirlenirlerse kirlensinler, hemen her Ramazan o büyülü ziyasıyla ne yapar yapar mutlaka onlara bir D yudum ışık sunar; arındırır sinelerini isten-pastan.. istidatları ölçüsünde nurlandırır çok kimseyi ve kendine benzetir. Siler ufuklarımızdan sisi-dumanı. Akar gönüllerimize o uhrevî tat ve neşvesiyle. Maytaplar gibi ışık olur dökülür başımızdan aşağı; dindirir hafakanlarımızı, yumuşatır o haşin ve hırçın düşüncelerimizi. O hemen her gelişinde, gökten inen bir sekîne gibi, o semavî renk; câzibesi, şivesiyle iner aramıza ve duyurur büyüsünü ruhlarımıza. Biz onu, o bir aylık misafirliği ile her gelişinde o kadar tılsımlı buluruz ki, geldiği gibi hep taptaze kalır aramızda ve giderken de bir hasret ve hicran bırakıriçimize.. bekleriz bir sene boyu yeniden dönüp geleceği günleri. Vâkıa, orucuyla, iftarıyla, sahuruyla, teravihiyle ona karşı her zaman bir alışkanlık, bir ülfet de söz konusudur; bu itibarla da bir mânâda gelişine çok hayret edilmez, gidişinde de şaşkınlık yaşanmaz. Ancak, onun sadece vicdanlar tarafından duyulup sezilebilen öyle bir semavî yanı vardır ki, nefislerimizi arındıran, gönüllerimize safvet çalan, hislerimizi bileyen ve her gelişinde bize yepyeni bir şive ile çok farklı şeyler anlatan bu yönü ile işte o, hiçbir zaman solmaz, renk atmaz, matlaşmaz ve mihmandarlarını bıktırmaz; aksine hemen her zaman bir bahar edasıyla gelir tüllenir, sonra da içimizde bir hazan duygusu bırakır öyle çeker gider. Hemen her sene Ramazan’ın gelmesiyle, âdeta gökler yere inmiş gibi olur; sokaklardaki ışıklar, şerefeleri çepeçevre saran lambalar, minareler arasındaki mahyalar, şurada-burada parlayıp sönen maytaplar bize yer yer semanın yıldızlarını, meteorlarını hatırlattıkları gibi; olabildiğine incelen, incelip bütün bütün saflaşan ve melekler gibi masumlaşan mü’minlerin camilerdeki o derin hâlleri, gece hayatları, imsak ve iftarları da gönüllerimizde ruhanîlerle beraber bulunduğumuz hissini uyarır. Öyle ki, kalb ve ruh ufkuna açık olan bir mü’min, her sahurda ayrı bir şölen yaşar, her iftarda ayrı bir heyecanla köpürür, her teravihi ayrı bir ruhanî zevkle eda eder ve çok defa görüp duyduklarıyla kendini âdeta bir rüya âleminde sanır. Her zaman gufranla tüllenen bu mübarek ay, atmosferinde yaşayanlara bunları vaad ettiği gibi, dinle, diyanetle şöyle-böyle münasebeti olan hemen herkesin üzerinde farklı tesirler icra eder. Biz Ramazan’da her günü bir bayram neşvesi içinde duyar, ev-iş-mâbet arası gelgitlerimizde hep onun sıcaklığını hisseder, uhrevîliklere açılma hülyalarına dalar; yer yer mâbede koşar, Rabbimize karşı uzaklığımızı aşmaya gayret gösterir, dua ve niyazla hayır temayüllerimizi güçlendirir, tevbe ve istiğfarla da mânevî kirlerden arınmaya çalışırız; gece-gündüz Hak karşısında her duruşumuzu ayrı bir tasfiye faslı olarak değerlendirir ve âdeta yaşamanın rengini değiştiririz. Böylece hayatımız bilinmez bir bilmece olmaktan çıkar; teneffüs edilen, duyulan ve bir haz olup içimize akan, tadına doyamayacağımız bir güzelliğe dönüşür. Hele, ezan ve temcitlerin o gürül gürül sesi, camilerin büyüleyen mânevî havası, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkesin iştirak ettiği teravihlerin hususî şivesi Ramazan’ı “sehl-i mümteni” öyle bir nefâsete ulaştırır ki, onu tam duyup yaşayanlar, yeryüzünde bulundukları hâlde gök sakinleri ile aynı safı paylaşıyormuşçasına çok farklı mülâhazalara dalar ve kendilerinden geçerler.

Oruçlu, kötülüklerin bütününe karşı kapılarını sonuna kadar kapat- malı, onlara geçit vermemelidir. Bunun için de şu hususlara dikkat etmelidir: Göz, Allah’ın insana verdiği en kıymetli azalardan biridir. Görmesini, tefekkür etmesini, dış dünya ile olan alâkasını sağlayan şey insanın gözüdür. Kafaya ve kalbe giden şeyler gözlerden süzülerek giderler. Âdeta onların ilk kapısıdır göz. İnsan, hususiyle de oruçlu olduğu zaman gözünü zehirli ok hükmünde olan haramlardan, kalbi meşgul edebilecek mâlâyani şeylerden muhafaza etmelidir. Allah Resulü: “Harama bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah’tan korktuğu için onu terk ederse, Allah (c.c.) o kuluna, kalbinde tatlılığını hissedebileceği bir iman ihsan eder.” (Hâkim, Müstedrek, 4/314) buyurarak gözle girilecek günahlara dikkatleri çekmiştir. Oruç aynı zamanda dilini yalandan, gıybetten, haram şeyleri konuşmaktan, başkalarının eksiklerini söylemekten, kavga ve gürültüden koruyup zapturapt altına almalıdır. Bunun yanında Kur’ân’la, evrad u ezkarla meşgul olmalı, uhrevî âlemi hatırlatacak, tefekküre sebep olacak eserleri okumalıdır. O, kavga-gürültü çıkarmayacak, sövene mukabelede bulunmayacak, cahilâne tutum ve davranışlar içine girmeyecektir. Kendisine bu mevzuda herhangi bir sataşma olursa, oruçlu olduğunu, mukabele etmeyeceğini söylemelidir. Zira Resûlu-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Oruç, mü’min için bir kalkandır. Binaenaleyh sizden biriniz oruçlu iken kötü şeyler konuşmasın, cahilane hareket etmesin. Eğer bir kimse kendisine sataşacak olursa ‘Ben oruçluyum.’ desin.” (Buharî, savm, 2; Müslim, sıyam, 161) buyurmaktadır.

Oruçlu olduğu halde bir sürü dedikoduya dalan, diline hâkim olmayan, sadece midesine bir şey koymamakla iktifa eden, oruçtan hâsıl olacak mükâfattan mahrum kalır. Kâr olarak yanına sadece susuzluk ve açlık kalmış olur. Bunu Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) şu beyanlarıyla ifade etmişlerdir: “Oruçlu bir kimse yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, yeme-içmeyi bırakıp aç durmasına Allah’ın ihtiyacı ve o orucun da Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.” (Buhârî, Savm, 8, Ebû Dâvûd, Savm, 25) Başka bir yerde de şöyle buyururlar: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn Mace, sıyam 21) Allah’ın insanlara değerli bir emanet olarak verdiği kulağın da, yalan, gıybet, dedikodu gibi çirkin şeylere karşı kapalı tutulması, onların konuşulduğu yerlerden uzaklaşılması, mü’min için yapılması gerekli olan bir davranıştır. Çünkü konuşulması çirkin olan bir şeyin dinlenilmesi de o kadar çirkindir. İnsanın, hususiyle de oruçlunun bütün azalarını günahlardan koruması ve bunları koruma adına âdeta mayınlı bir tarlada geziyormuş gibi dikkatli olması gerekir. Kısacası o, elini, ayağını, dilini, kulağını şeytandan gelecek oklara karşı korumalı ve onlardan müteessir olmamaya çalışmalıdır.

Bir Ramazan’a daha veda ederken her müminin en büyük temennisi bu Ramazan ayı boyunca tuttuğu oruçların, kıldığı teravihlerin, verdiği fitre ve zekâtların, yaptığı duaların kabul olması, yani Ramazan ayında elde ettiği güzel kazanımların korunmasıdır. En büyük korkumuz ise peygamberimizin “nice oruç tutanlar vardır ki elde ettikleri tek şey aç ve susuz kalmaktır” dediği kimselerden olmak, bir ay boyunca boşa kürek çekmiş olmaktır.
Bir ay boyunca yaptığımız ibadetlerin kabul olup olmadığını yalnızca Allah bilir. Mümin, ibadetlerini yapmış olsa bile sürekli “ya bu ibadetler Allah katında makbul olmazsa” şeklinde bir endişeyi taşımalıdır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:
“[Onlar] Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yaparlar.” (el-Müminûn 23/60)
Hz. Âişe validemiz (r.a.) bu âyetle ilgili olarak Allah Resûlü’ne (s.a.v.) şöyle sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Bu âyette bahsedilen kişiler günah işledikleri için mi Rablerine döneceklerinden korkuyorlar?” Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hayır! Onlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları, zekât verdikleri halde (bu ibadetlerin kabul olmaması endişesi sebebiyle) Rablerine döneceklerinden korkanlardır.” (Taberî Tefsiri, 19/46)
Elimizde bu ibadetlerin kabul olup olmadığı konusunda şöyle bir ölçü var: “Eğer Ramazan sonrasında ibadetlere devam etme, günahlardan kaçınma konusundaki duyarlılığımız tıpkı Ramazan’daki gibi devam ederse o zaman bu ibadetlerimiz yerini bulmuş kabul olmuştur.”
Ramazandaki kazanımlarımızı korumak son derece önemlidir. Bunun için Ramazan boyunca “aman orucum bozulmasın, aman sahuru kaçırmayayım, aman teravih namazının sevabından mahrum kalmayayım, aman Kur’an hatmini tamamlayayım” diye titizlendiğimiz gibi Ramazan sonrasında da ibadetler konusunda aynı titizliği göstermeliyiz.
Ramazan ayı boyunca nasıl ki yeme-içme, aile ilişkileri konusunda Allah’ın koyduğu kırmızı çizgilere titizlikle riayet etmeye çalıştıysak aynı şeyi bundan sonra da göstermeliyiz ki kazanımlarımızı koruyalım.
Eğer Ramazan boyunca elde ettiğimiz güzel hasletleri bayramla birlikte terk edeceksek, bizim durumumuz, kovasını su ile doldurduktan sonra kovanın dibine delik açan ve suyunu tüketen kimsenin durumundan farksız olur.
Sözümüzü, İbnü’l-Cevzî’ye ait meşhur ifade ile tamamlayalım:
“İbadetlerin zorluğu gider lezzeti kalır. Günahların lezzeti gider vebali kalır.”
Rabbimiz Ramazan ayını hakkımızda şefaatçi eylesin. Bizleri nice Ramazanlara sıhhat, selamet, âfiyet içerisinde ulaştırsın.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“En kötü hırsız, namazdan çalan hırsızdır.” Sahabe sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Kişi namazından nasıl çalabilir?” Peygamberimiz buyurdu: “Rükû ve secdesini tam yapmaz.” (Sahih-i İbn Hibbân, 1888)
Bu hadisten teravih namazı konusunda hem namaz kıldıranlara ve hem de cemaate yönelik bir mesaj var.
Namaz kıldıranlara yönelik hadisten şöyle bir mesaj çıkarılabilir:
İmamlık yapanlar teravih namazı kıldırırken “bir an önce bitirme”, “cemaati kaybetmeme / azaltmama” gibi gerekçelerle teravih namazını diğer namazlardan farklı bir okuma seviyesi, rükû ve secde hızı ile kıldırabiliyor. Oysa diğer namazlar hangi hızda kılınıyorsa teravih namazı da o hızda kılınır. Kıraat kısa tutulabilir, en azıyla yetinilebilir ama bu durum, peygamberimizin hadisteki ifadesi ile rükû ve secdeleri tam yapmayarak namazdan çalma sonucunu doğurmamalıdır.
Namaz kıldıranlar, arkalarındaki cemaatin mesuliyetini de yüklenmiş olurlar. Namaz kıldırırken Allah Resûlü’nün (s.a.v.) makamına vekalet ettiğinin farkında olmak gerekir. Bir imamın sürekli şu soruyu kendisine sorması gerekir: Acaba Allah Resûlü (s.a.v.) veya sahabe-i kiramdan biri benim şu namaz kıldırmamı izliyor olsa buna nasıl tepki verir? Gelip benim arkamda namaz kılar mı?
Bir söz de cemaate:
Teravih, “tervîha” kelimesinden gelir. Bu ise “rahatlatma” demektir. Her dört rekâttan sonra kısa bir dinlenme molası ile cemaat rahatlatıldığı için bu namaza bu isim verilmiştir. Bu namaz, ruhumuza sindirerek kılınması gereken bir namazdır. Hal böyle iken “bir an önce bitse de gitsek” diye bir düşünce ile hızlıca kılmayı istemek, bu şekilde kıldıran (jet) imamları tercih ederek o camileri doldurmak, namazın adabına, erkânına, sünnetine riayet ederek kıldıran imamları ve camileri mahzun bırakmak doğru değildir.
Rabbimiz bizleri namazından çalan kimselerden olmaktan muhafaza buyursun. Tüm namazlarını şartlarına, rükünlerine, adabına riayet ederek kılanlardan eylesin. Ramazan gecelerini hakkıyla ihya edenlerden eylesin.
Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 271 other subscribers