Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahlak ile ilgili 20 Soru Cevap-1
- Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2
- Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)
- Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3
- Kandiller 17 Soru Cevap
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2
- Melekler Soru Cevap-1
- Melekler Soru Cevap-2
- Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)
- Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
Sorular ve Cevaplar
Bu dünyanın ölçü ve kriterleriyle ahiret hakkında konuşmak çok isabetli olmaz. Ahiret hakkında bizim bilebildiğimiz Kur’an ve sünnetin bize bildirdiğinden öteye geçmez.
Biz şunu biliyoruz ki, cennetlikler birbirleriyle görüşebileceklerdir. Ve yine mümin olarak vefat eden kişiler, sevaplarının ağır gelmesine göre ya doğrudan cennete gidecekler ya da günahları daha ağır geldiyse, cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerdir. Ancak biz cennetlikleri ve cehennemlikleri bilemediğimiz için bu konuda net bir şey söyleyemeyiz.
Ve yine bizim göz önünde bulundurmamız gereken diğer bir husus da, cennette hiçbir şekilde üzüntü, tasa, keder vs. hiçbir sıkıntını bulunmadığıdır. Yani cennette hiç kimse bir yakının göremediğinden vs. üzülmeyecektir. Demek ki, Allah Teala bir şekilde cennetlikleri razı ve memnun edecektir. Buna göre eğer kişinin sevdiği bir yakını cehenneme gitmiş olsa bile, değişik alternatifler düşünülebilir. Ya Allah bu kişinin yüzü suyu hürmetine o cehennemliği de cennete alır veya o kişinin aklına onu hiç getirmez ya da kişi o kişinin cehennemde olduğunu bildiği halde Allah’ın adalet ve rahmetini gördükten sonra onun cehennemi hak etmiş olduğunu düşünür ve buna hiç üzülmez. Hatta Allah’ın cehenneme giden o yakınının aynısını cennette de yaratarak, o kulunu razı etmesi de düşünülebilir. Ama bunların hiçbiri hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz.
Ayrıca Efendimiz’in şu hadisi de size ve sizin durumunuzda olanlara bir müjde vermektedir.
“Her kim kız çocuklarından bir şeyle imtihan olunursa, onlar ateşe karşı kendisine perde olurlar.” (Müslim, Birr ve Sıla 46)
Âhiret hayatı, kainatta mevcut düzenin bozularak yok ol-ması sonucunda, yeni birtakım âlemlerin var olması ve ölen-erin tekrar hayat bularak mahşerde toplanmaları ile başlayan sonsuz bir hayat demektir. Âhiret, ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişten sonra ebedîyen devam edecek olan bir hayattır. Âhiret gününe; âhiretteki ebedî hayatın kıyâmetin kopuşundan sonra başlaması sebebiyle “Kıyâmet günü”, yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı tam olarak orada alınacağı için “Din günü, ceza günü”, geçici olan dünya hayatının karşıtı olduğu için de “gerçek hayat, ebedî âlem, bâki âlem” gibi isimler verilmiştir.
Âhiret günü; Kur’ân’da, mü’minler Allah’a kavuşacakları için “Kavuşma Günü” (Mü’min, 40/15), insanlar ve bütün mahlûkât o günde bir araya toplanacağı için “Toplanma günü” (Teğabün, 64/9), dünya hayatlarında Allah’a imân edip O’nun emir ve yasaklarına kulak asmayanların aldandıkları ortaya çıkacağı için “Aldanma günü” (Teğabün, 64/9), dirilişten sonra herkes kabrinden çıkacağı için “Çıkış günü” (Kâf, 50/34) ve kâfirler amellerinin boşa gittiğini görünce yeniden dünyada dönmek isteyecekleri için “Hasret günü” (Meryem, 19/40) gibi isimlerle de zikredilmektedir.
İslâm’da âhiret gününe inanmak, imânın bir rüknü, inancın bir parçasıdır. Âhirete imân etmeyen, gerçek mü’min olamaz. Kur’ân’da mü’minin özellikleri sayılırken “(Onlar) namaz kılan, zekât veren ve Âhirete de kesinlikle inanan (mü’minlerdir)”(Bakara, 2/4; Neml, 27/3) buyrulur. Âhirete inanmanın insan için önemi büyüktür. Bu sebeple Kur’ân’da Âhiret hayatı çokça zikredilmekte, bazan delil ve hüccetlerle, bazan de misaller verilmek ve tasvirler yapılmak sûretiyle, âhiret, insan zihnine iyice yerleştirilmeye çalışılmaktadır. “Ben neyim? Nereden, niçin geldim? Ne olacağım?” gibi sorulara âhirete imân sayesinde cevap bulunabilmektedir. Nereden gelip nereye gideceğini bilen insan, gelecek hakkındaki endişelerden kurtulur, gayesini belirler. Dünya hayatı anlam kazanır. “Sizi boş yere yarattığımız ve bize döndürülme-yeceğinizi mi sandınız?” (Müminun, 23/115), “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü idiniz sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar (haşir için) diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz.” (Bakara, 2/8), “Kim Allah’ı, meleklerini, Kitaplarını, Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapıklığa sapmıştır.”(Nisa, 4/136), “Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir.” (A’raf, 7/147)
Âhirete inanmayan, bu inanca sahip olmayan huzursuz olur; dünyasını Cennet yapar ama mutlu olamaz, hem dün-yasını hem âhiretini berbat eder. Dünya ve Âhiret birbirine bağlıdır. Dünya, âhiretin tarlası yani âhiret için olduğu gibi âhiret de bu dünyanın nizam ve düzeni içindir. Âhirete imân, dünya ve dünya üzerindeki muamelelerin ıslahı ile âhiretin kazanılmasını içine alan bir esastır. Denebilir ki, İslâm dini bu dünya için gelmiştir. Bu dünyada mutlu olamayan âhiretini de berbat etmiş demektir.
Âhirette kâinatın yaratıcısı önünde hesap verme duygusu, toplumda; fenalıkları, fitne ve fesadı, zulüm, cinâyet ve haksız-lıkları önleyen âmildir. Âhirete imânı olanın ölüm korkusu yoktur. Çünkü o, insanın bu dünyaya, geçici zevkler peşinde koşarak ebedî hayat hazırlığını unutmak için değil, ebedî saa-deti kazanmak için geldiğini bilmektedir.
Bu dünyada, uyuduğumuzda gördüğümüz rüyâlar, bir çeşit bizi âhiret hayatına götürür. Kur’ân-ı Kerîm birçok âyetlerinde, görülen rüyâları anlatmakta, sahih hadis kitaplarında, görülen rüyâlar, bazen bizzat Hz. Peygamber tarafından da yorumlanmaktadır. Hatta âlemleri çınlatan Ezân-ı Muhammedî, rüya ile olmuştur. Bir-iki saniyede gördüğümüz rüyâyı, akşam yattığımızdan beri gördüğümüzü sanırız. Korkulu rüya gördüğümüzde, uyanır uyanmaz, “İyi ki rüyâ imiş!” deriz. Ve gördüğümüz rüyâyı birkaç saat sonra unuturuz. Ayrıntıları çok az hatırlayabiliriz. İşte ölüm de dünya rüyâsından bir nevi uyanıştır. Rüyâyı hatırlayamadığımız gibi, ölünce de dünyamızı hatırlayamayız. Kirâmen Kâtibin melekleri bize dünya hayatını hatırlatmaya çalışır.
Cehennemlikler, ebedî olarak Ateş’in lezzeti içindedirler. Esasen ızdıraplarla ve yoksullukla hırpalandığı halde, rüyasında mutluluk içinde ve zengin olduğunu gören bir insanın durumu bununla kıyaslanabilir. Sert yatak, hastalık, ağrılar, fakirlik ve yaralar içinde uyuyan bir kimseyi değerlendirirsen “O azâptadır” dersin.(Bkz. Salih, Subhî, Ölümden Sonra Diriliş, s. 9).
Cehenneme girenlerin durumu da böyledir. Çünkü zaman kavramı, dünya hayatına âit bir mahlûktur. Zaman, mü’min için ayrı, kâfir için ayrıdır. (Bkz. Hac, 22/47); Mü’min için bir gün bin yıl gibi uzarken, kâfir için elli bin yıl gibi uzayacaktır. (Bkz. Secde, 32/5)
Âhirete inanan kimse, iyi amellerle ebedî saadete kavuşacağını bildiğinden ibadetlerinden haz duyar. Âhiret inancı gençlere şu telkini vererek aklını başlarına getirir: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Âhirete inanan yaşlı Müslümanlara; Merak etmeyiniz, sizin ebedî bir gençliğiniz var; gelecek ve sizi bekliyor, iyilikleriniz muhafaza edilmiş, mükâfatlarını görecek-siniz. Kaybettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz, diye teselli verir.
Meşhur Şefaat-i Kübra hadisinde, Âhiret âlemleri içinde en çetin safhanın sanki Mahşer olduğu gibi bir imaj var diyebilir miyiz?
O hadis-i şerifte, evet, insanların dirilmeden sonraki durumları anlatılıyor ve Rabbim o anda gazaplandığı ölçüde, ondan önce de, ondan sonra da gazaplanmadı” buyuruluyor. Önce, Allah için gazap nedir, tabiî bunu yerine iyi oturtmak lâzım. Gazap, bilhassa yerinde olmadığı zaman, bizim için bir eksiklik ifade eder. Allah (cc), her türlü eksik sıfatlardan münezzehtir. O bakımdan, bu türden ifadelerde, müfessirler olsun, kelâmcılar olsun lâzım-ı murad üzerinde durmuşlardır. Yani, “gazap” lâfzıyla ne murad edilmiştir, ne anlatılmak istenmiştir, bunun bilinmesi lâzım. Yoksa, Allah’ın bizim gibi gazaplanması söz konusu değildir. O’nun için “el, yüz” gibi ifadeler de böyledir. “El” bir insanda neyi ifade eder; “yüz” neyi ifade eder; bunlar, Cenab-ı Allah için birer sıfat olarak aynı veya benzer şeyleri ifade ederler. Yoksa Allah için, bizde olduğu gibi bir el ve yüz düşünülemez.
O Celâlî tecelli karşısında, insanlar Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, derken Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya gidecekler; gidecekler ama, hepsi de, kendi muhasebe ve Allah’la münasebet ölçülerine göre birer hatalarını söyleyip, bu müracaatları kabul edemeyecekler. Bunlar belki birer günah değildir ama, onlar, o anın da dehşeti içinde, bunları Allah ile olan münasebetlerine yakıştıramadıkları için, insanların bağışlanması adına Allah katında şefaatte bulunmaktan haya edecekler. En son Efendimiz’e (sav) gelinecek ve O, başını yere koyup yalvaracak. O’nun o yalvarmaları karşısında, kendisine “İste, istediğin verilecek” denecek ve O’nun oradaki şefaati, bir bakıma o andaki ve o ölçüdeki Celâlî tecellinin Cemalî tecelliye inkılâbı şeklinde olacak.
Efendimiz (sav) gibi, tevazunun zirvesini temsil eden bir insanın böyle bir ifadede bulunması, bazı kıt düşüncelerce tevazuya aykırı görülebilir. Halbuki bu, onun için çok zor bir şeydir; yani kendisiyle alâkalı büyüklüğü anlatması, esasen ona çok ağır gelmektedir ama, O’na inanmak, imanın olmazsa olmaz en esaslı iki rüknünden biri ise, O, bunu tebliğ etmek ve söylemek zorundadır. Yoksa, risalet vazifesini yerine getirmemiş olur.”
Bilhassa mü’min olanlar bir araya gelecekler. Tur Sûresi’nde mü’minlerin, Cennet’te yine mü’min olan aileleri ve çocuklarıyla birlikte olacakları buyurulur. Bunların, dünyada iken aileleri için şefkatli oldukları da beyan edilir. Aileleri içinde, onlara şefkatli olmak nasıl davranmayı gerektiriyorsa, öyle davranmışlardır. İnşikak Sûresi’nde ise, bunların hesaplarının kolay görüleceği ve sonra ailelerinin yanına sevinerek dönecekleri anlatılır.
Mü’minlere karşılık, inanmayanlar da Âhiret’te bir araya veya karşı karşıya geleceklerdir. Orada azabı görünce birbirlerine atf-ı cürümde bulunacak ve bazısı bazısına, Bizi Allah’ın Yolu’ndan siz saptırdınız. Siz olmasaydınız, biz hidayet üzere olurduk” derken, diğerleri de onlara, “Size hidayet geldi de, biz mi mani olduk?” şeklinde cevap verecektir. Evet, bu şekilde birbirlerini suçlayacaklar; bu ise, fayda vermek şöyle dursun, azabı artırmaktan başka bir işe yaramayacak; tam tersine, bir başka hicran ve hüsran ifade edecektir. Abese Sûresi’nde buyurulduğu gibi, orada birbirlerinden kaçacaklar; kişi kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak; bir de onların üzerine yüklediği mesuliyetten, onların kendisine atf-ı cürümde bulunmasından, onlarla bir araya gelip yüzleşmekten ve haklaşmaktan kaçacak. Kur’an-ı Kerim, bunun mühim bir sebebini anlatırken, mü’minlerin durumuna tam mukabil gelen ifadede bulunur: “Çünkü onlar, dünyada aileleri içinde şen ve şakraktılar.” (İnşikak:13) Dünyada şen-şakrak ve çılgınca bir aile hayatını tercih etmişlerdi; bu, onları Allah’ın yolundan alıkoymuştu. Bir başka âyet-i kerimede buyurulduğu üzere (Vâkıa:45), dünya hayatında mütrefînden idiler; yani, dünya hayatı tek hedefleriydi; yiyip içip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
Bir de, kendisi mü’min olup da, ehli içinde mü’min olmayanların durumları vardır. Bu ise, bir hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmektedir: Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki: “Kıyamet günü, Hz. İbrahim’in babası getirilir; fakat bir değişikliğe uğrar ve İbrahim, ondan uzaklaşır.” Bu hadisten benim anladığım, Cennet hiçbir şekilde üzüntü yeri olmadığı için, Allah, orada mü’minleri, Cehennem’e gitmiş yakınlarından dolayı da üzmeyecektir. Bir âyet-i kerimede buyurulduğu gibi, iman ve takva dışında orada münasebetler kesilecek ve mü’minlerin mü’min olmayan yakınları herhalde mesh, yani şekil, suret değiştirme gibi bir cezaya da maruz bırakılacak ve mü’min, o yakınlarından tiksinti duyacak, onları daha fazla yakını olarak hissetmeyecek; yani, aradaki yakınlık münasebeti kesilecektir.
Âhiret, bu âlemden her bakımdan çok farklıdır. Dünya ile bir benzerlik arz etse de, bu sadece bir isim benzerliğinden ibarettir. Kur’an-ı Kerim, Cennet’te mü’minlere benzer meyveler verilecek buyurur. Bu benzerliğin, Cennet meyveleri ile dünya nimetleri arasında olduğu beyan buyurulmuş, fakat İbn-i Abbas, bu benzerliğin sadece isim benzerliğinden ibaret olacağını söylemiştir. Yani orada da portakal olacak, elma olacak, muz olacak; fakat adı, belki görüntüsü de böyle olacak, ama her şey, orada farklı bir hâl alacaktır. Orada hanım nedir, evlâd nedir, ırmak nedir, ağaç nedir, bunları ancak, inşa-Allah oraya gidince anlayacağız.”
En zayıf ve en muhtaçlara, en güzel ve en mükemmel şekilde bakılıyor. En çelimsiz canlıların, elsiz ve ayaksız varlıkların çok rahatlıkla beslendiğini görüyoruz.
İradesini kötüye kullanarak işe müdahale eden insanların yanlış müdahaleleri bir tarafa bırakılacak olursa, en zayıf, çelimsiz, aciz ve nahif varlıklara en güzel şekilde bakıldığını müşahede ediyoruz.
İşte, bir hücrenin hayatiyetini devam ettirmesi; ana rahmindeki ceninin en mükemmel usulle beslenmesi ve dünyaya gelen yavruya annenin musahhar edilerek en küçük ihtiyacının dahi, büyük bir ihtimamla deruhte ettirilmesi; denizin dibindeki balıklar ve meyvenin içindeki kurtların gayet mükemmel beslenmesi; yerinden kımıldama imkânı olmayan ağaçların ve yatalak hastaların rızıklarının kendilerine kadar getirilmesi ve bunlar gibi binlerce müşahhas misaller yukarıda mücerret fikir halinde söylediğimiz hususu te’kid etmektedir.
Bütün bunlarla anlıyoruz ki, kâinatta hükmeden Kerîm ve Rahîm bir Zât vardır.
Cenâb-ı Hakk umum kâinatta bu kadar ihsan ve kerem sahibi olursa, O daima ikrâm ve ihsan etmek ister. İkram ve ihsan etmek istemesinin yanında ikram ve ihsan edeceklerinin de vücutlarını iktiza eder. Madem ki bu dünyada âciz, zaif ve aynı zamanda fanî insanlara bu kadar ikrâm ve ihsanda bulunuyor; rahmet ve keremi bu ikramlarının devamını istilzam eder. Halbuki burada insan yediği bir üzüm tanesine mukabil bin tokat yiyor. Tadıyor, fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat ve figan meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hiç sormadan çekip gidiyorlar. Gençlik, güç, kuvvet ve daha nice zâil olan nimetler gibi… Öyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan Cenâb-ı Hakk ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir. Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur. Lezzet azab olur. Ve sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse, bu nimet ve ihsanların devam edeceği bir ebedî âlem vardır ve mutlaka olacaktır.
Yeryüzünde çok açık olarak bir şefkatin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. Şefkat acıma hissidir. Şefkat bir mazlûma merhamet etme hissidir. Şefkat, ağlayanın ağlamasına kulak verme hissidir. Şefkat, yaralı, arızalı, bereli bir kimsenin arızasını tedavi etme hissidir. En küçük daireden en büyük dairelere kadar bu şefkat hissinin geçerli olduğunu görüyoruz.
Eliniz yaralansa, siz de elinizi tedaviye koyulsanız, Allah’ın merhamet ve şefkati olmasa, inanın kanınızın, yaralanan o kısmı nescetme, onarma faaliyeti görülemeyecek ve siz o yarayı kapatamayacaksınız. Kapanmayan yaralar görüyoruz, bunlar size bir şey anlatmıyor mu? Çok ciddi ameliyat iktiza eden bir hastalık karşısında, bir insanı ameliyat masasına yatırmadan evvel hekimler baş başa verip düşünüyorlar. Ya bir şeker hastalığı veya daha başka bir sebep yüzünden: ‘Biz bu hastayı ameliyat edersek, bu yaranın kapanması zor olacak’ diyebiliyorlar. Yine sizler, öyle ameliyat geçirmiş kimseleri görürsünüz ki, bunların yaraları aylar, bazen de seneler sonra kapanmaktadır. Allah (cc) kapatmazsa kapanmaz. Ya şeker nispetini yükseltiyor ya da pankreasla ilgili bir arıza meydana getiriyor, ensülin dengesi bozuluyor ve yara kapanmayabiliyor.
İşte, insanın büyük sayılabilecek yaralarının dahi kısa zamanda iyileşmesini temin eden Cenâb-ı Hakk’ın sadece bu noktadaki şefkatini anlayabiliyor musunuz? Cenâb-ı Hakk (cc) bizlere merhamet ediyor. Ama ne ile? Ancak mikroskoplarla görebileceğiniz küçücük varlıkları imdadınıza göndererek.
Hele yavruların durumu. O bütün bütün insanı hayrette bırakıyor. Allah (cc) küçücük bebelere ayrı bir şekilde merhamet ediyor. Dünyaya gelen, en saf, en temiz gıdalara ihtiyacı olan o yavrulara ayrı bir ihtimam sözkonusu. Onu önce ana rahminde besliyor. Rahmin cidarlarını yavrunun beslenebileceği bir vasat haline getiriyor. Dilimizde meşimen olarak da adlandırılan bu rahmin duvarları gıdalarla donatılıyor. Anne, çocuğa bir hâdime, hizmetçi haline getiriliyor. Yavru, dünyaya gelirken, Cenâb-ı Hakk onun için yeniden öyle bir gıda meydana getiriyor ki, yeni dünyaya gelmiş bir canlının ilk zaruri ihtiyacı odur: Anne sütü. Evet, anne sütü hiçbir gıdanın yavru üzerinde hasıl edemeyeceği müspet bir tesir meydana getiriyor. Hattâ siz o sütü sağıp başka bir kaba koysanız ilk andaki halavetini ve vitaminlerini koruyamayacaksınız. Sizler, beslemiş olduğunuz koyun ve sığırların tertemiz memelerinden aldığınız sütü dezenfekte edilmiş kaplara alsanız, sonra da bu sütü yavrulara verseniz onları daha iyi beslemiş olmayacaksınız. Tetkik edecek olursanız doğrudan doğruya annesinden beslenen buzağı ile, kaplara alınmış sütle beslenen buzağılar arasında yetişme açısından oldukça farklılıklar meydana geldiğini göreceksiniz. İşte, anne memelerinden bir âb-ı hayat gibi sütü akıtan ve bu süt vasıtasıyla şefkate çok muhtaç olan yavruları besleyen Allah’ın o sonsuz şefkati değil de nedir? Allah’ın (cc) sonsuz merhameti olmasaydı bütün bu hüsünler meydana gelir miydi?
Evet, dört bir yanda azim bir şefkatin hükümferma olduğunu gökkuşağı gibi görüyoruz. Sular çağlayıp çağlayıp bitkilerin ihtiyacına koşuyor. Rahmet onların da başını okşuyor. Onlar için çok zarurî olan hava, ağaçların ağzı, burnu menzilesindeki yapraklarla teneffüs ediliyor. İnsanın teneffüsüne mani olsanız onun ölümüne sebep olabileceğiniz gibi bitkiler de havasız bırakılsa canlılıklarını yitirir ve kuru bir çöp haline gelirler. Yeryüzünün canlı bütün organizmalarına şâmil bir şefkat olduğunu kabul etmedikten sonra yapmaya çalışacağınız bütün izahlar, birer diyalektikten öteye geçmeyecektir. Şimdi lütfen dikkat ediniz. Böyle en ehemmiyetsiz gibi görünen canlıların imdadına şefkati ile karşılık veren Cenâb-ı Hakk, o şefkate çok muhtaç bekâ arzusuyla yanıp tutuşan insanın arzusunu yerine getirmemesi mümkün müdür? İnsanı dünyada bu kadar nimetlerle perverde etsin de sonra insanı idam-ı ebedî ile yok etsin, kabirle insanın hayatını ve varlığını sona erdirsin, ona ebedî bahçeler, cennetler açmasın, ebedî nimetlerle serfiraz kılmasın mümkün müdür?
Bizler bütün yeryüzündeki şefkat eserlerinden istidlâl ederek şu hükme varıyoruz: Zerrelerden küreye, hücrelerden en kompleks organizmalara kadar her tarafta O’nun şefkat ufuklarını açmış olan Allah (cc) âhireti açacak, insanları yeniden diriltecek, bu dünyada çeşitli nimetleriyle perverde etmiş olduğu insanı, âhirette de o bitmek tükenmek bilmeyen nimetleriyle donatacaktır.
Tepeden tırnağa bizi bu denli nimetlerle perverde eden Cenâb-ı Hakk’ın bir de izzeti vardır. O, nimetlerine başkasının müdahale etmesini kabul etmeyeceği gibi, nimetler mukabilinde yapılacak olan arz-ı teşekkür ve minnetin de başkasına yapılmasına razı olmaz. Bunun yanında, aksi hareket edip, nimetlerine nankörlük edenlere karşı da bir gayret ve ceberutu vardır.
Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankörlük edip, kulluk ve ubudiyetlerini Allah’tan başkasına yapıyorlar. Allah’ın (cc) kendisini tanıtmak için yaptığı bunca ihsanına karşı gözü kapalılıkla mukabelede bulunuyorlar. Bu dünyada, kâfir, zalim, cebbâr ve gaddâr ceza görmeden çekip gidiyor.
Halbuki izzet ve celal, öyle edebsizlerin te’dibini ve cezalandırılmasını ister. Bu, dünyada olmuyor. Demek ki, başka bir âlemde olacaktır. Orada zâlim cezasını, mazlum da mükâfatını görecektir.
Evet, öyle bir gün gelecek ki, o günde Allah’ın nimetlerine nimetleri cinsinden şükrünü eda edebilenler:
‘Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bugün) afiyetle yiyin, için!’ hitabıyla karşılaşacaklardır. (Hâkka/24)
Ayrıca bir hadis-i kudside Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
‘Salih kullarıma, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşerin kalbine dahi gelmeyen şeyler hazırladım.’
Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insanın kalbine hutûr etmeyen derin işler yapan, derinleştikçe derinleşen, içiyle yaşayan, gafletten uzak ve her an, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda hazır olma havası içinde hayatını devam ettiren hüşyâr kalpler, aynı hareketlerinin ve amellerinin mükâfatını da aynı cinsten görecekler. Cenâb-ı Hakk onları bir takım sürprizlerle karşı karşıya getirecek.
Eşya ve hadiseleri değerlendirerek fikir yapısında mesafe ve inkişaf kaydeden insanlar herhalde, dünyada bir çoban gibi yaşayan insanlardan farklı muamele görecektir.
Muhtaç olduğumuz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın lütuf seyri içinde gelmese, cihanları versek dahi birini elde edemeyiz.
Harun Reşid’in karşısına çıkan Allah dostu sorar:
– Harun! Şu bir bardak suya muhtaç olduğunda onu elde edebilmek için bütün saltanatını verir miydin?
– Evet,
– Peki, bu suyu içsen de dışarıya çıkaramasan, onu çıkarmak için bütün saltanatını verir miydin?
– Evet.
Bunun üzerine ârif insan şunları söyler:
– İşte ya Hârun! Senin bütün servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!…
Şu bir bardak sudan alalım da her an muhtaç olduğumuz havaya kadar, bütün nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz.
Her mevsim ayrı ayrı binlerce çeşit meyve Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini düşünseydik, değil o meyveleri, bütün cihana bedel bir çekirdeği dahi elde edemezdik.
İşte, dünyada, Cenâb-ı Hakk’ın bu denli seha ve cömertliğini görüyoruz.
Zavallı insan, keramet ve mucize arıyor. Halbuki etrafımızdaki bu çeşit hadiselerin hepsi hârikulade olarak meydana geliyor.
Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır.
Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât’ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir.
Bir bahar mevsiminde, kuşların şakıyışı ve suların çağlayışını dinleyelim. Bütün nebatat ve ağaçların yemyeşil zümrüt gibi güzelliğini; güneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyredelim. Kâinatta cilvelenen bütün güzellikleri hayalimizin nazarına arz edelim.
İşte bu ve bunun gibi bütün tatlı tablolar Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin bir cilvesidir. O peşi peşine birbirini takip eden bu manzaralarla bize, kendi güzelliğini göstermektedir. Bizler de O’nun bu cilvelerindeki güzelliği seyretmekle kendimizden geçiyoruz. O, kendini tanıttırmak istiyor, biz de tanımaya çalışıyoruz.
Şayet biz bu güzellikleri seyrederken perdeyi kapayıverse ve bizi yokluk karanlıklarında bıraksa, nimet nikmete, muhabbet musibete, akıl da bize ızdırap veren bir âlete döner. Halbuki böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinlikten münezzeh ve mukaddestir.
Aslında nimeti nimet yapan ve aklı her şeyden lezzet alır hale getiren, o nimetlerin devamıdır. Binâenaleyh Allah, kendi ebedî ve sermedî olan Cemâlini devamlı bize göstereceği ayrı bir yurt açacak, bizi o diyarda haşr ve neşr edecek, sonsuz nimetlerini Cemâl ve Kemâlini bize orada gösterecektir.
Hem O’nun güzellikleri ebedîdir. Öyleyse güzelliklerin devam edeceği ebedî bir âlem gerekir. Tâ ki, buradan geçip giden güzellikler orada ebedî olarak devam etsin. Evet, bu dünyada cilvelerinin güzelliğiyle kendimizden geçtiğimiz gibi, bir gün Zâtı’nın Cemâl ve güzelliğini seyrederken de kendimizden geçeceğiz.
‘Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.’ (Kıyâme/22, 23)
Dış eşya ile insan arasında çok ciddi bir alâka görüyoruz. Bu alâka her ikisini yaratan Hâlıkın birlik ve vahdetine delâlet eder. Dışta görülecek, duyulacak, tadılacak şeyleri yaradan kim ise; insana görme, duyma ve tad alma duygularını ihsan eden de yine O’dur.
Şefkat edilecekleri var edenle, insana şefkat duygusu veren aynı Zâttır. Bazı hâdiseler irade ile halledilir. Bu hâdiseleri vaz’ eden de, insanda iradeyi vaz’ eden de aynı Zât olmalıdır. Saymakla bitmez nimetleri verenle, kendisine bu nimetleri tatma duygusu veren, var eden bir Vâcibü’l-Vücud vardır. İnsan vücuduna gözü yerleştiren kim ise, semanın gözüne güneşi gözbebeği gibi yerleştiren de O’dur. Zira güneş ile insanın gözü arasında ciddi bir münasebet ve tenasüb vardır.
Elma insan vücudu için faydalı vitaminleri taşıyor. Sert ve selülozlu kabuğu dahi, faydadan hâli değildir. Çünkü yendiği zaman bağırsaklarda onu eritecek enzim olmadığından bağırsak tembellikten kurtulur ki, bu da vücut için faydalı bir husustur.
Elma, vitaminleriyle faydalıdır. Ancak insan onun vitamininden istifade ederken, ağız ondan tat almasa ve tiksinti duysa acaba o vitaminleri almaya yeltenmek kâbil olur mu? Ancak çok zarurî hallerde ve zaruret miktarı kadar; aynen bir ilâç gibi alınır ve insanın içinde daima bir isteksizlik doğurur. Fakat, düşünelim ki, evvelâ bizim vücudumuz ondaki vitaminlere muhtaç olarak yaratılmış. Ayrıca o vitaminleri alırken ağzımıza da bahşiş veriliyor ve biz bir elmayı yerken, vücudumuza faydasından ziyade ağzımızda hâsıl ettiği tadından ve lezzetinden dolayı yiyoruz. Bütün meyveleri elmaya kıyas ederken bu usulün hayatın her sahasında tatbik edildiğini de hatırlatmış olalım.
İnsan neslinin hattâ bütün canlıların, tükenmemesi ve milletinin devam etmesi için, Cenâb-ı Hakk bir kanun koymuştur. Fakat bu fıtrat kanununun içine bir de peşin ücret mânâsına bir zevk ve lezzet yerleştirmiştir. Eğer bu ücret peşinen o muamelenin içine yerleştirilmeseydi, ve tam aksine bu hareket insanın nefret ettiği bir hususla telâfi edilseydi hiçbir neslin devamı düşünülemezdi.
Bütün bunlarla anlaşılıyor ki, neslin devamı kanununu kim vaz’ etmişse, o peşin ücreti de o vaz’ etmiştir. Vaz’ ederken de, fıtrî ve yaratılışa uygun vaz’ etmiştir. Öyleyse fıtratı yaratan da O Zât’tır.
İşte Cenâb-ı Hakk birbirleriyle bu denli münasebettar nimetleriyle bizi perverde edip, soframızı donatıyor; sonra da hava kararıp bir fırtına esiyor. Ardından da bu ihtimamla hazırlanmış sofra altüst oluyor. Ölüm rüzgârı esiyor; ya bizi, ya da o nimetleri alıp götürüyor. Demek ki burada bize takdim edilen nimetler sadece geçici ve fâni dünya için verilmiyor. Nasıl ki, burada verdiği nimetler arasında bir münasebet varsa bütün bu nimetlerin de münasebetdar olduğu başka ve daha büyük bir nimeti de vardır. Burada tattırdıkları da sadece diğerlerini teşvik içindir. Yani bu dünyadaki nimetler âhirette verilecek olanlar için bir numuneden ibarettir. Ve asılları orada verilecektir. Dünyadaki bu münasebeti kabul ettikten sonra, âhiretle olan münasebeti kabul etmemek akıl kârı değildir.
Cenâb-ı Hakk bu âlemle öbür âlemi, birbirine muttasıl ve çok ciddi bir râbıta ile alâkalı olarak yaratmıştır.
Varlık, varlıktaki ölçü ve mizan bütün nimetler ve güzellikler öbür âlemdeki mânâlarına işaret ederken belâ, musibet ve ızdıraplar da, müstehakları için öbür âlemde aynılarının olacağına delâlet ederler.
Hesap ve muhasebeler; hıfz ve muhafazalar, bütün amellerin bir hesabının olacağına ve muhafaza edilen amellerin durumuna göre, bir gün çehrelerin ya kararıp simsiyah veya nadret ve sürurla gün gibi aydın, parıl parıl olacağına kat’î delildirler. Gönüllere inşirah salan şu ilâhî beyanı bir kere daha tekrar edelim: “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.” (Kıyâme/22, 23)
Evet, bir evin odaları arasında nasıl ciddi bir alâka ve tenasüb varsa, dünya ile âhiret arasında da aynen öyle ve hatta daha mükemmel bir surette tenasüb vardır.
Bu âlemde mükemmel bir hafîziyet hükümfermadır. İnsanın mahiyeti sperm denilen bir hücrede muhafaza edilmektedir. Karakterinin en ince teferruatına kadar kromozomlarda onun istikbali saklanmaktadır. Sizler insandaki kromozom sayısını değiştirmeye kalksanız onun mahiyetini değiştirmiş olacaksınız. Bilindiği gibi insanın ruh yapısı, karakteri, iç dünyası bu kromozomlar vasıtasıyla şekillenmektedir. Bunların sayısı 46 değil de 44 ya da 48 olsa, insan bambaşka bir canlı şekline dönüşmüş olur. Görüldüğü şekilde kromozom gibi minnacık varlıklar insanın ne olacağı hususunda, sebep ve vesile olarak hüküm veriyorlar. Demek ki, Cenâb-ı Hak onlara takdir hakkını vermiş ve belli bir nizamı böylece sürdürüyor. Biz de burada riyâzî bir keyfiyetin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz.
İnsan zâyi olmamaktadır. Bugün insan olarak doğan yarın hayvana, başka bir gün de bitkiye dönüşmemektedir. Evet, mikroskopla ancak görülebilecek kadar küçük bir varlıkta kâinatın hülasası olan insan muhafaza olunuyor. O, insan olarak doğacak, yaşayacak, ölecek ve nihayet yine insan olarak haşrolup insan olarak hesaba çekilecektir.
Koca çam ağacı, küçücük çekirdeğine yerleştirilmiş ve orada semaya ser çekecek istikbaldeki haliyle muhafaza ediliyor.
Atom fiziğinin kurucularından S. James: ‘Kâinatı yaratan muhakkak en mükemmel bir matematikçidir’ derken, kâinatta hüküm süren riyazî ölçülere işaret etmektedir. Hiçbir hâdise, yön ve harekette, kâinatta mevcut bulunan riyazî ölçülere terslik göstermez. Esasen bütün bunlar bize O’nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi düşünenler sâir isimleri de, O’nun Mukaddir isminin gölgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, bir yönüyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hâkim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin gölgesinde hissettirirler. İşte, takdir, ölçü, kıstas, matematiğin hâkimiyeti ve gözü tırmalayacak bir durumun bulunmaması açısından eşya ve hâdiselere baktığımızda evvelâ bütün ihtişamiyle Allah’ın ‘Mukaddir’ ismini görüyoruz.
Her şeyin muhafaza edildiğini söylemiştik. Bütün bitkileri de aslî hüviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağaç, çekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, bütün sesler de fezada ve çeşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gün gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkânı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gün leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir.
Bir ilim adamının yapmış olduğu denemede şöyle bir husus gözlenmiştir: İlim adamı deneme yapıyor. Bir ağaç altında işlenen cinayetle ilgili olarak şüpheli birkaç kişi deneme mahalline getiriliyor. Maznunlardan masum olanlar içeriye girdiğinde hiçbir değişiklik göstermeyen ağaçlar, kâtil içeriye girdiğinde sarsılmaya başlıyorlar. Ve böylece kâtil tespit edilmiş oluyor. Daha önce katilin çıkardığı şerareler, ağaç tarafından tesbit ve muhafaza edildiğinden dolayı sonra kâtili ihbar ediyor.
En basit hareket ve hâdiselerin dahi tesbit edildiği ilmen sabit olduktan sonra, meselenin insana ait yönüne bakabiliriz: İnsanı spermde, ağacı çekirdekte ve bir tavuğu yumurtanın hayat düğümünde muhafaza eden böyle bir Hafîz, insan gibi, kâinatın nokta-i mihrâkiyesi ve yeryüzünün halifesi bir sultanı öldükten sonra, başıboş bırakmayacak ve toprağa atılan bir tohum gibi, başka bir âlemde, ona şayeste bir hayat bahşedecektir.
Dudaklarda bir tebessüm meydana getirecek veya dudakları patlatacak her iki manzarayı da hâvi bir mahşerin kurulacağını Cenâb-ı Hakk, Kurân’ında vaad ve vaîd ediyor. Bu ifadeler bir yönüyle müjde diğer yönüyle korkutma mânâsını taşıyor.
O, söz veriyor. Verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Sözünden dönmek ise O’nun keyfiyetsiz keyfiyetine asla yakışmaz. Zira O, hulfu’l-vâ’d gibi bir noksanlıktan münezzehtir.
Bütün kâinatta eşya ve hadiselerin içinde veya dışında, Cenâb-ı Hakk’ın muhteşem kudretini müşahede ediyoruz.
Atomlar âleminden, nebülozlar âlemine kadar çok sıkı riyazî bir râbıtanın varlığını biliyoruz. Meselâ, bir atomu ele alalım: Çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan başlayıp ona denk içteki ağırlığı teşkil eden ve bu ağırlık içinde esas tecrid ameliyesini yapan nötron ve protonlara kadar inceleyelim. Neticede, atomda çok ciddi bir riyaziyenin hükümferma olduğunu göreceğiz.
Atomlar, yarı müstakil varlıklar oldukları halde bir araya gelip yeni koloniler teşkil ederler ve bunlardan moleküller meydana gelir.
Çekim sahası ve radyasyon durumuyla güneş sistemini ele aldığımızda, peykleriyle güneş arasında çok sıkı bir irtibatın olduğunu görürüz. Bu râbıta kendisini o kadar canlı hissettirir ki, güneşteki hususî durumların yer fiziği üzerinde çok kere tesir icrâ ettiğini müşahede ederiz. Bu tesir, çekim sahası ve radyasyon durumuyla doğru orantılıdır.
Forsed şöyle der: ‘Bir hücrenin diğer hücrelerle münasebeti gibi makro âlemde de münasebet vardır.’
Bir hücre yarı müstakil hükümet gibidir. İçlerindeki emir-komuta hep müstakildir. Kendi yapısını muhafazaya çalışır. Belli bir merkeze ihtiyaçlarını bildirir. O merkez de, kendi üstündeki merkeze tembih yapar, durumu anlatır. Daha önceki müracaatlarında gösterdikleri ihtiyaç listesine göre rızıkları kapılarına kadar gelir. Her hücre, harcamasını müstakil olarak yapar. Bu hücre denen devletçikler yan yana gelerek federatif bir devlet teşekkül ettirirler.
Eşya arasındaki bu râbıta, muhteşem bir şuurun eseri olarak görülüyor. Esas meseleyi bilmeyenlerin söyledikleri her şey şaşkınlıktan öteye gitmiyor, bu şuuru tabiatta aradıklarından dolayı şaşkınlıklarını ifade etmekten başka çare bulamıyorlar. Biz ise: diyor ve hayrette kalışımızı böylece ifadelendiriyoruz. Evet, ‘kudretin sergilediği eserler karşısında akılların hayretten donakaldığı O Zât acz ve kusurdan münezzehtir.’
Vücudu teşkil eden milyonlarca hücrenin her biri, âdetâ Eflâtun’un beynini taşıyor ve dünyayı idare edebilecek bir karihaya sahip. Vücudun korunması; sıhhatle devam etmesi ve hijyen prensipleri içinde hüküm sürmesi için hepsi baş başa vermiş ve anlaşmış gibidir. Onların bu vaziyeti, bütün bunlara hükmeden bir hâkim kudretin varlığını göstermiyor mu?
Mikro âlem denilen küçüklerin oynaştığı, kaynaştığı âlemde de bu böyledir. Makro âlem denilen galaksilerin ve yıldızların cevelan ettiği âlemde de durum aynıdır. Elektromanyetik dalgalar, radyasyonlar, birbirleriyle çok şuurlu bir şekilde alışveriş yapıyorlar. Şayet bu şekilde bir şuurlu alışveriş olmasa, bir kalp gibi çarpan ve genişleyerek bir tarafa doğru giden bir galaksinin hayatını devam ettirmesi mümkün değildir. Görüldüğü gibi büyük bir kuvvet ve kudretle karşı karşıyayız. Bütün varlık arasında şuurlu bir müdahalenin varlığını haykıran sımsıkı bir râbıta var.
Şimdi düşünelim: En küçük âlemden, en büyük âleme kadar, bu şuurlu râbıtayı, inzibat ve hâkimiyeti tesis eden; zavallı, kör, sağır, iktidarsız ve şuursuz şu zerreler midir? Yoksa kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenâb-ı Hak mıdır? Evet O’dur. Ve O’nun kudreti sonsuzdur…
İşte böyle kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk bir kitap gibi yarattığı şu kâinatı bir gün kapatıp, başka bir gün yeniden açacağını vaad ediyor. Madem ki, söyleyen O’dur; ve bu mevzuun ihtisas sahibi olan nebiler, sıddıklar ve veliler hep buna şehadet ediyorlar; öyleyse muhakkak olacaktır. O halde haşrin meydana geleceğine mümkün olarak değil mutlak vaki’ nazarıyla bakmalıdır.
‘O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmış kapı kapı olmuştur.’ (Nebe/18, 19)
Sırtlarına yüklenen büyük emanet hakkında kendilerine sorulacak sorulara cevap vermek, istintaka tâbi tutulmak üzere, ins ve cinle beraber, melâike de mahşeri saracaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müteaddid ayetleri bu hususa dikkati çekiyor.
Yeryüzünü tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda her şey var olma ve dirilme havası içinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın karşısında resm-i geçit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaçlar, otlar, yeşillikler ve bütün çemenzâr, formalarını takan askerler gibi, Şâhid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dökülür, varlıklar enkaz haline gelir ve zemin çöl manzarası arzetmeye başlar. İlkbaharda, yeryüzünü alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık içinde görmemize karşılık, hazan mevsiminde, yıkıcı, sökücü ve götürücü rüzgârların ardından, her şeyin yüzüne kül elenmiş gibi bir manzara müşâhede ederiz. Sonbaharda çölde yürüyor gibi yürürüz. Hele kış basıp da kar düşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaçlar kupkuru kemik haline gelir. Otlar çürür, hayatları biter. Toprak istihâlelerle tohumları çürütür.
Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kül üzerinde yan gelmiş yatan ağaçlar, sündüs ve istebrak gibi bütün süs ve zinetlerini takınır; Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyâma dururlar. Ağaçlar altında pörsümüş ve solmuş o otlar, çiçekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv ü nema bulup arz-ı didar etmeğe başlarlar. Bütün hevâmm ve haşerât ölüm uykusundan rahat rahat gözlerini açarlar, teneffüs edecekleri tertemiz havanın, yüzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler halinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda Cenâb-ı Hakk, milyonlarca mahlukat çeşidini bunun gibi haşr ve neşreder.
İşte bu umumî haşr ve neşr; o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de öldükten sonra, aynen bunlar gibi, öbür âlemin baharında haşr ve neşr olacağız. Eşya ve hâdiselerin her bir parçası bu meseleye gayet şuurlu olarak hazırdır ve bu mevzuda çeşitli tablolar arzetmektedir. Fakat bütün bunları teker teker ele alıp tetkik etmek şu satırlar içinde mümkün değildir. Biz sadece bir misal verelim: Soframıza gelen, ağaçların başında bize tebessüm eden, bazen bağlar bazen de dikenler arasında bize gülüp, dudak büken meyveler… Evet, ağzımıza tad, vücudumuza kût ve gıda olan meyveler nasıl teşekkül ediyor? Bunu iyi anlayabilmek için fotosentez meselesini iyi bilmek gerekmektedir.
Fotosentez çok rahat ve bollukla hasıl oluyor. Beşer, teknik ilerlemesine ve teknolojinin baş döndürücü muvaffakiyetlerine rağmen, henüz bir ağacın yaptığı bu ameliyeyi yapmaya muktedir değildir.
Su, karbondioksit, yeşil ağaçlardaki klorofil ve güneş enerjisi; karbonhidrat denilen şekeri meydana getiriyor. Karbondioksit, ağacın yeşil yapraklarındaki hava delikleri tarafından emiliyor ve ağaç teneffüs ediyor. Buna absorbsiyon diyoruz. Karbondioksit, ağacın yaprağı içinde bir difüzyonla, klorofilin bulunduğu yere geçiyor. Zaten yeşilliğin temel unsuru da bu klorofildir. Köklerden gelen sularla birleştiği zaman da şeker hasıl oluyor. Bu gayet basit bir ameliye ile varılan neticedir. İşte Cenâb-ı Hakk, gayet basit bir şekilde bunları meydana getiriyor. Fakat bu basitlik, sehl-i mümteni denilen bir keyfiyet arz ediyor. Beşer bunu yapamıyor. Kupkuru bir ağaçtan ağzımızın suyunu akıtan meyveler, işte böyle sehl-i mümteni bir yaratılışla oluyor.
Fotosentez ameliyesi yapılırken ağaç teneffüs ediyor ve bu teneffüste bir harcama yapıyor. Fakat kendisine lazım olan asimilasyonun beş-on mislini deruhte ediyor. sebebi de şu: Ağacın önünde kapkaranlık bir gece var. Gecede ise onun soluk alma durumu değişir. Ayrıca bir de kış var. Kışın o, bu ameliyeyi yapamayacaktır. Diğer taraftan, ağacın yeşil olmayan kısımlarının harcaması da düşünülmelidir. Bu ne müthiş bir akıl ve nasıl bir şuurdur!.. Şuursuz ağaca böyle bir şuur izafiyesi ise en büyük şuursuzluktur!
Kupkuru ağacın dalındaki bir meyveyi başıboş bırakmayan kudret, acaba kâinat ağacının meyvesi olan insanı başıboş bırakır mı? En küçük bir mahlûkun en küçük bir arzusunu yerine getiren böyle bir Zât, insan gibi en büyük bir mahlûkun en büyük arzusu olan, ebed arzusunu yerine getiremez mi?
Hayır, bekâ için yaratılan ve Bâki-i Hakikî’den başkasına râzı olmayan insan, kabre konulup çürümeye terkedilemez. O yeniden ve başka bir âlemde, oraya mahsus hayatı yaşamak üzere diriltilecektir.
Kur’ân-ı Kerim:
‘De ki: ‘Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir.’ (Ankebût, 29/20)
‘Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir. O, her şeye kâdirdir’ (Rûm, 30/50) diyerek bu hakikate işaret etmektedir.
Bir sahifede, milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir Zât, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu O’nun kudretinden uzak görülebilir mi?
Yoktan, bir makinayı icad eden sanatkâr, daha sonra bu makinayı söküp dağıtsa ve ikinci defa aynı makinayı monte edeceğini söylese, inkâr edilebilir mi? Hiçten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat için dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini söylese, ona karşı ‘hayır yapamazsın’ denilir mi?
İşte bu basit misaller dahi âhiretin inkârının mümkün olmadığına kanaat getirtmeğe kafi ve yeterlidir. Halbuki bunun misali üç-beş değil, üçyüzbin, belki milyonlarcadır.
Kur’ân-ı Kerim’in beşte üçü âhiretle alâkalıdır. Burada sözü yine oraya havale etmekle iktifa edeceğiz.
Tevrat, Hz. Musa’dan (as) günümüze kadar birçok defa tahrif edildi. Hatta Efendimiz (sav) zamanındaki Tevratlarda mevcut olan bazı ayetleri bile şimdi bulmamız mümkün değil. Kısas ayeti, buna bir delil olarak gösterilebilir.
Tevrat, tamamen maddîleştirildi. Gün be gün mânâya ait yüce mefhumlar teker teker silinip, yerine tam zıddı fikirler yerleştirildi. Buna rağmen işaret kabilinden dahi olsa, Tevrat’ta âhirete ait birçok meselelere temas edilmiştir.
İncil, bir cihetle Tevrat’ta tahrif olunanları tashih, tahrif olunmayan hususları ise tasdik için gelmiştir. O günün Tevrat’ında âhirete ait meseleler anlatıldığından dolayı, İncil bunu tasdik etmekle yetinmiş ve meselenin tafsiline girmemiştir. Böyle olmasına rağmen yine biz yer yer onda da âhirete ait mânâları ifade eden ayetler buluruz.
Matta İncil’i Beşinci İshah’da şu ayetler var:
‘Kim bu dünyada salih amel işlerse, o, Rabb’in melekutuna yükselecektir.’
‘Müjdeler olsun miskinlere! Onlar melekut-u semavata yükselecekler.’
‘Müjdeler olsun merhametlilere ki, onlar öbür âlemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.’
‘Müjdeler olsun müttakilere ki, onlar Rablerini görecekler.’
‘Göklerin ve yerin melekûtunun misali şuna benzer: Zürra tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter. Matlup olan semaya doğru ser çeker ve büyür. İçinde birtakım dikenler de boy gösterir. Bunu görenler tarlanın sahibine müracaat edip derler: Seyyidimiz! Mahsulü matlup olan bu güzel bitki nema buldu yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir? Cevap verir: ‘O da bu da gerek!’ Havâriler Hz. Mesih’e sordular: ‘Bunu bize izah eder misin?’ Hz. Mesih: ‘Evet’, diyor ve anlatıyor: ‘O tohumu atan Allah’tır (cc). Mezra ise yeryüzüdür. Ekilen tohum, beşerdir. Matlup olan mahsul ise salih insanlardır. Dikenler ise kâfirlerdir. Burada iyi kötüyle beraber bulunacaktır. Fakat âhirette iyiler melekut-u semâvâta yükselecek; kötüler ise cehenneme girecektir.’
Matta İncili Yirmibirinci İshah:
‘O gün melik gelecek. Ebrar sağında; eşrar ise solunda yerlerini alacaklar. Melik, ebrara şöyle diyecek: ‘Sizi bugün mükâfatlandıracağım. Çünkü dünyada iken ben acıktım, yedirdiniz. Susadım, su verdiniz. Mahpus oldum, âzad ettiniz. Garip kaldım, beni barındırdınız. ‘Onlar melike şöyle diyecekler: ‘Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, mahpus olur ve garip kalırsın? Zira sen Rab’sin!..’ Allah (cc) onlara şöyle karşılık verecek: ‘Dünyada benim zaif ve garip kullarım vardı. Siz biliyordunuz ki, onlara yedirdiğiniz, içirdiğiniz zaman bana yedirip içirmiş gibi oldunuz. Onları âzad ettiğiniz ve barındırdığınızda sanki bu iyilikleri bana yapmış gibi oldunuz.’
Sonra da Rab, solundakilere döner ve şöyle der: ‘Sizi bugün ta’zib edeceğim. Çünkü acıktım bir şey yedirmediniz. Susadım, içirmediniz. Garip kaldım, barındırmadınız. Mahpus oldum, âzad etmediniz.’ Onlar da aynı şekilde ‘Ey Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, garip kalır ve mahbus olursun!?’ derler. Bunun üzerine Melik: ‘Bilmiyor musunuz, eğer benim dünyada bazı kullarım acıktığında doyursaydınız, susadığında su içirseydiniz, garip kaldığında barındırsaydınız ve mahpus kaldıklarında âzad etseydiniz, bütün bunları bana karşı yapmış gibi olacaktınız’ der.
İncil’de bunlara munzam daha birçok âyetlerde, hemen hemen Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine mutabık şekilde âhirete ait meseleler dile getirilmiştir. Fakat bu mevzuda esas söz sahibi; her türlü tahrip ve tahriften korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’e aittir.