Sonsuz Nur

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Prof. Dr. Vitalii İvanoviç Şeremet'in Sonsuz Nur İçin Yazdığı Değerlendirme Yazısı

Nazar-ı dikkatinize arz edilen kitaba bir Doğu bilimleri uzmanının bu takdimi, belki de eserimizi eline alanlardan bazılarının kuşkulanıp dikkat kesilmesine sebebiyet verebilir; ama Muhammed Fethullah Gülen’in bu eserinin, daha ilk sayfalarından itibaren herkesin yoğun ilgisini çekeceğini ümit ediyorum.

İslâm dünyasında ‘Hocaefendi’ ifadesiyle saygı ile anılan, diğer toplumların da, demokrat bir kişilik ve geniş kitlelerin anlayışlarına hitap edebilen sosyal bir reformcu olarak tanıdığı ve değer verdiği mümtaz, çağdaş düşünürün bu eseri, Rus dili okuyan topluluklara uygun zamanda ve ihtiyaçlarına cevap verebileceği müsait bir dönemde Rusçaya kazandırılmıştır.

Çağdaş dünya medeniyeti yeni fikirler üretilmesini ve yeni sözler söylenmesini gerektirmektedir. M. Fethullah Gülen, sonsuz kudret sahibi Yaratıcı tarafından kararsız ve tedirgin dünyamıza sanki onları ifade etmek üzere gönderilmiştir.

Mâlûmdur ki, Kur’ân’da bizzat İslâm dini mensupları olduğu gibi, Hıristiyanlar ve Museviler de ehl-i kitap olarak, yani Tevhid inancına sahip olanlar şeklinde isimlendirilmektedir. Tek tanrılı dinlerin mensupları, Gülen’in bu kitabını bütün insanlığa ait olan bu hakikatin yeni bir teyidi olarak karşılayacaklardır. Yaratıcı tarafından insanların mahiyetine, eşya ve hâdiselerin içyüzünü kavramaya, sevgiye, güzelliğe ve mükemmeli yakalamaya karşı fıtrî bir meyil dercedilmiştir. Hem bu satırların yazarının hem de tabiî ilimlerle meşgul ilim adamlarından oluşan meslektaşlarının da defalarca yazdıkları üzere, dinî his, insanın tabiatına genetik olarak dercedilmiştir. İmanın temel esasları ve pratik dinî vazifeler, insan tabiatının ihtiyaçlarına tam uygunluk arz eder.

M. Fethullah Gülen’in, bir ve ezelî olan her şeyin yaratıcısı Yüce Allah’a iman ile dopdolu olan bu kitabı, insanlara karşı engin bir sevginin yanında ‘Hayır’ ve ‘İman’ın zaferine de tam bir itimat ile yoğrulmuştur. Hayır ve iman ise, yaratılıştan beri, hayatın devamı için temel teşkil eden birbirinden ayrılmaz bir birliktelik içindedir. Mümtaz din âlimi M. Fethullah Gülen’in diğer kitapları da, bahis mevzuu olan esere atfedilen esaslı öneme göre değerlendirilmelidir.

20. asrın sonuna kadar Rusya ve Sovyetler Birliği’nde, İslâm ve ona bağlı olarak Kur’ân ve Kur’ân’ın tahsiliyle, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sas) ve O’nun sünnetiyle alâkalı her şey, çeşitli tahditlere mâruz kalmıştır. Takip ve tacizin olduğu yerde sarahat ve netlik ihlale uğrar. Kur’ân’ın ve Hz. Muhammed’in (sas) adıyla bağlantılı rivayetlerin keyfi te’vil ve yorumları, zaman zaman kasıtlı veya kasıtsız olarak Kur’ân hakikatlerinin aşırılığa varan sloganlarla yer değiştirmesine zemin hazırlamaktadır.

Gülen’in bu eseri, Kur’ân’ın keyfi te’vil ve yorumlarının sadece tek tek şahıslara değil, toplumun tamamına zarar verdiğini bilen dindar Müslümanlar için gayet ikna edici ve doyurucu niteliktedir. Bu durum, Rusya Müslümanları için daha da önemlidir. M. Fethullah Gülen’in bu kitabının ilmiliği, ifadelerinin özenle seçilmiş olması ve herkes tarafından rahatlıkla anlaşılabilir açık üslûbu, modern ve özgür Rusya Müslümanlarının Kur’ân’ı derinlemesine anlamalarına ve çağdaş bilim ile birlikte mütalaa etmelerine yardımcı olacaktır.

Cenab-ı Hak tarafından inanan insana bahşedilen hârikulâde fikir ve ilhamlar olmazsa, ilmin inkişaf etmesi mümkün değildir. Hususiyle Rus toplumunun ahlakî yönden iyileşmesi de buna bağlıdır. Rusya Müslümanları için büyük tirajlarla basılan Kur’ân ve M. Fethullah Gülen’in bu eseri, Hakk’ın Kelâmı’nın kalben ve aklen anlaşılmasına, kavranılmasına yardımcı olacaktır. Biz Gülen’in eserinin Müslüman ailede, İslâm prensipleri çerçevesinde ahlakî terbiyenin verilmesine, hoşgörünün yaygınlaşmasına, ailenin ve dolayısıyla da toplumun devamlılığının teminine vesile olacak, ailece okunan bir kitap olacağını ümit ediyoruz.

Müslüman olmayan okuyucu da söz konusu eserde kendisine, siyasî oyunlarla bulandırılmamış, İslam’ın hakiki değerlerini yansıtan çok sayıda müspet değerlendirmeler bulacaktır. M. Fethullah Gülen Hocaefendi, İslâm dünyasında çok özel bir konuma ve fevkalâde mânevî güce sahip birisi olarak, hayatı ve eserleriyle, her biri kendi inancı ve hayat tarzını seçmede özgür fakat aynı zamanda farklı düşünenleri de dinleyip anlamaya çalışan insanların diyalogunun, nasıl müthiş meyveler verdiğinin örneğini sergilemektedir.

M. Fethullah Gülen, hiç de her şeyi hoş görme ve her hususta mutlaka mutabakata varma taraftarı değildir. Müslüman olmayan okuyucu da, kendisini yazarla iç münakaşa yapmaya sevkedecek bir hayli sebep bulacaktır. Fakat aynı zamanda okuyucu, gerçek İslâmiyet’in, aşırılık, anarşi ve benzeri insan hayatını tehlikeye atan ve zorlaştıran bütün olumsuzluklardan ne kadar uzak olduğunu kavrayacaktır. Fakat bununla birlikte dünyada her zaman bir tarafta ‘Şer’ diğer tarafta da ‘Hayır’ vardır. Tercih herkesin kendisine kalmıştır.

Muhammed Fethullah Gülen’in bu eseri, beşer ruhunun Mutlak Hakikat’le yani Allah’la buluşmasına yardımcı olacaktır.

Saygıdeğer okuyucu!

Bütün bu bahsettiklerim bana şunu söyleme hakkını veriyor ki; elinizde tutmakta olduğunuz kitap, ‘hayr’ın kitabıdır!

Sızıntı, Ekim 2005, Cilt 27, Sayı 321

Bu yazı ‘Sonsuz Nur’ kitabının Rusça tercümesine Prof. Dr. Vitalii İvanoviç Şeremet tarafından yazılan takriz metninin Türkçe tercümesidir. Tarih Doktoru Vitalii İvanoviç Şeremet, Rusya Tabii Bilimler Akademisi Üyesi olup, Rusya Fen Bilimleri Akademisi Medeniyet Problemleri Bölümü Başkanlığını ve Rusya İlimler Akademisi Doğu Bilimleri (Oryantalizm) Enstitüsü Baş Uzmanlığını yapmaktadır.

Önsöz

Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümtaz ve muallâ şahsiyetinin anlatılması, anlatılmaktan da öte O’nun beşeriyetin kurtuluşu için bir çare, insanlığın onulmaz dertleri için bir iksir olarak takdim edilmesi ve hayat-ı seniyyelerinin O Yüce Kamet’e uygunluk içinde tanıtılabilmesi, çoklarının olduğu gibi benim de düşünce ve his dünyamı baskı altına alan ve her yönüyle de önü alınamaz bir arzu ve isteğe dönüşen mühim mevzulardan biri…

O, insanlığın iftihar tablosudur. On dört asırdan beri dünya çapındaki en büyük dâhiler, dev filozoflar ve her biri düşünce semamızın yıldızı nice mütefekkir ve ilim adamları, hep O’nun arkasında el pençe divan durmuş ve O’na hitaben: “Sen, sana mensubiyetle övündüğümüz insansın.” demişlerdir.

O’nun büyüklüğüne şu yeter ki, çağımızda bu kadar tahripten sonra hâlâ biz, minarelerden “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” sadâsını duyuyor, Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin her yanda şehbal açtığını müşâhede ediyor ve ruhanîlerle beraber günde beş kez coşuyoruz.. yine O’nun büyüklüğü adına diyebiliriz ki; nesilleri ifsat ve idlâl uğruna içte ve dışta bunca din düşmanının çalışıp gayret göstermesine rağmen, bugün hâlâ çiçeği burnunda ve daha tüyü bitmemiş pek çok delikanlının, hem de “Hakikat-i Ahmediye”yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkıyla anlayıp kavramaları çok zor olduğu hâlde, pervanelerin ışığa koştuğu gibi Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) koşmaları, dünyada benzeri olmayan bir hâdisedir. Zaman, bizim içimizde, sinelerimizde O’na ait hakikatlerden hiçbirini eskitemedi.. evet O hâlâ taptazedir. Çok defa dostlarıma da söylediğim gibi, ne zaman Medine-i Münevvere’ye gitsem, O’nun kokusu beni o derece sarar ki, neredeyse bir adım ötede bizzat kendisine kavuşacak ve diriltici sesiyle “Merhaben, ehlen ve sehlen!” dediğini işitecek gibi olurum. İşte O, bizim içimizde bu kadar tazedir ve gün geçtikçe daha da tazelenmektedir.

Evet, zaman yaşlanıyor, ihtiyarlıyor; bazı düşünceler köhneleşiyor ve değerden düşüyor; fakat inananların sinelerinde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), her gün daha da açan bir tomurcuk gibi daima yenilenip tazeleniyor.

Zannımca, başkalarının, başka şeyleri anlattığı kadar O’nu anlatabilseydik -ki anlatamadık- başkalarının anlatılmasına imkân verildiği kadar O’nun anlatılmasına imkân verilseydi ve sanata, hayata ait müesseseler O’nu anlatmak için tam seferber olabilseydi, bugünkü nesillerin gönlünde sadece O taht kuracak ve sinelerde sadece O bulunacaktı.. yine de her şeye rağmen, cihanın şarkından garbına kadar gûnâ gûn herkes, elinde testisiyle o “Menhelü’l-Azbi’l-Mevrûd” sözüyle anlatacağım temizlerden temiz, pâklardan pâk kaynağa koşuyor ve o, güneşlere taç giydiren Sultan’ın otağına varmaya çalışıyor.

Evet, bugün başta Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere, hemen bütün dünyada O’nun hesabına bir diriliş müşâhede edilmekte, hemen her yerde Müslümanlar mekikleriyle harıl harıl O’nun düşüncelerini işlemekte, İslâm hesabına incelerden ince dantelalar, kanaviçeler örmekte ve âdeta Müslümanlık yeni bir “Devr-i Saadet” ruhu yaşamakta. İslâm dünyasında da durum daha farklı değil… Bundan bir iki asır evvel muhakemesiz ve safiyane Müslümanlığa ve Müslümanlara alâka duyan insanların yerinde bugün, İslâmî meselelerin ilmini yapan ve ilmin aydınlatıcı tayfları altında Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) iktida eden, okumuş insanlar var… Şimdiye kadar sürekli okumuş kesimi istismar edenler, üniversiteleri, fakülteleri ve diğer okulları bir kısım “izm”ler hesabına kullananlar ve millî müesseseleri küfür hesabına işletmeye çalışanlar, tıpkı aysberglerin çözülmesi gibi artık birer birer çözülüyor ve süratle O’na doğru kayıyorlar.

Yıllardan beri binlerce defa yer değiştirenler; yer değiştirip kendilerine tutunacak bir dal arayanlar; o sistemden bu sisteme, o ekolden öbür ekole koşuşup duranlar, bütün bu çırpınıp durmaların fiyasko ile neticelendiğini görüyor ve şimdiye kadar hiç fiyasko görmemiş Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebine koşuyorlar. İşte M. Bucaille, R. Garaudy ve daha nice isimleri duyulmamışlar…

Ancak, acaba biz, o sultanlara sultanlığı öğreten Gönüller Sultanı’nı istenilen ölçüde bilebildik mi? Sizi ne diye karıştıracağım? Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı, kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Veya bildiklerimi size tam duyurabildim mi? Bütün anlatma durumunda olanlara da soruyor ve kendimi de onların arasına katarak diyorum ki; yirminci asır insanlarının gönüllerini coşturacak kadar, o gönüllere fer veren Efendiler Efendisi’ni acaba kendi kıymeti ölçüsünde anlatabildik mi?..

Hayır! Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, O’nun için mecnun olur, yollara düşerdi; ruhları O’nun yâd-ı cemîli sarınca burnunun direği sızlar ve gözleri yaşlarla dolardı, dolardı da, O’nun pâk semtine, peygamberlik dünyasına, tertemiz iklimine girebilmek için ürperir, O’nun aşkının ateşiyle yanan kalbinin küllerine hayat gelsin diye rüzgârın önüne katılır ve hep oraya doğru sürüklenirdi…

İnsan sevdiğini, bildiği ölçüde severken, bilmediğinin de hep düşmanı olagelmiştir. Onun içindir ki, düşmanlarımızın hayat boyu kavga verdiği hususların odaklaştığı nokta, O’nun nâm-ı celîlinin unutturulması ve yeni yetişen nesillerin hep İki Cihan Serveri’ne düşman olarak yetiştirilmesidir. Ne lütufkâr tecellîdir ki, hasımlarımız, O’nun ismini sinelerden söküp atmak istemelerine rağmen, bugün, O’na varmaya engel bütün mânialar ve setler aşınmış ve bilhassa gençlik, tıpkı, günlerce çölün kavurucu sıcağında aç ve susuz ölümle pençeleştiği sırada, yanı başında âb-ı kevser beliriveren bir insan sevinciyle kendini O’nun kucağına salıvermiştir. Elbette ki, o şefkat dolu sine, kendine bu iştiyakla koşanları bağrına basacak ve onları mahrum bırakmayacaktır.

Cuma günleri camileri lebâlep dolduran insanlara bilmem hiç dikkatle baktınız mı? Eğer dikkatle baktı iseniz, onların büyük ekseriyetinin gençler olduğunu görmüşsünüzdür. Dalâlet ve tuğyânın, kendi sistematiği içinde, bütün nesilleri o korkunç vakumuyla çekmesine mukabil, acaba bu gençleri karda kışta, soğuktan tir tir titredikleri hâlde, abdest aldırıp en zor şartlarda camilere koşturan nedir? İsterseniz ben söyleyeyim: Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın kudsî cazibesidir…

Akıl ve havsalamız alsa da almasa da, sineler O Şem’aya, O Güneş’e pervanedir.. çok yakın bir gelecekte, şimdiye kadar bir türlü O’na koşamayıp da kış sinekleri gibi takılıp yolda kalan derbeder ve perişan akıllar, yolda kalışlarına pişman olacak ve ellerini dizlerine vurarak: “Biz niye pervane olup O’na koşmadık?” diyeceklerdir. O zaman belki de birçoğu için her şey bitmiş olacak…

Cihan O’na koşacak, ilim mahfilleri O’nu araştıracak, düşünce iklimine açık sineler O’nun arkasına düşecek; hasımların birçoğu ateşli birer dost olup O’na sığınacak ve sığınıyorlar da… Artık bugün karşı cephenin kıstasları içinde dahi, Hz. Muhammed Aleyhisselâm ağır basmakta ve O’nun büyüklüğü hasım dünya tarafından da itiraf edilmektedir… Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde: “Ümmetimden on kişi ile tartıldım, ağır geldim. Sonra yüz, sonra bin kişi ile tartıldım yine ağır geldim. O zaman muvazzaf iki melek dedi ki: Bırak, eğer bütün ümmeti ile tartılsa yine ağır gelecek.”[1] Nitekim bu da gerçekleşmişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor: “Terazinin bir kefesine ben, diğerine bütün ümmetim konuldu ve ben ağır geldim.”[2]

Evet, sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen, kıyamete kadar da gelecek olan en büyük insanlar, ruhlara nüfuz eden bütün sofî ve mistikler, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn… hepsi bir kefeye konulsa, yine O Gönüller Sultanı ve gözlerimizin ziyası ağır basacaktır. Çünkü varlık O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.

O, kâinatın ille-i gâiyesidir.. ve hadis diye meşhur olmuş bir sözde O şöyle anlatılmıştır: “Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım.”[3] Evet, mânâsı anlaşılmayan bir kitabın yazılması abestir. Allah (celle celâluhu) ise abesten münezzehtir. Dolayısıyla, zaman ve mekânın Efendisi gibi gür sesli bir dellâl ister ki, kâinatın mânâsını anlatsın. Yine O’nun gibi bir şârih, bir mübelliğ bulunması lâzımdır ki şu uçsuz bucaksız sema, içindeki ay-güneş-yıldız ve bütün varlık emrine verilmiş olan insan, nereden gelir, nereye gider, neye namzettir… izah ve ilân etsin ve varlığın perde arkasını ruhlara duyursun. Öyle ise O olmasaydı, kâinat da insan da mânâsız olurdu… Hz. Muhammed Aleyhisselâm, eşyaya mânâ kazandıran insandır. O bizim için sevgililerden daha sevgilidir.

Burada, -kendimi mü’minlerin en günahkârı gördüğümü itirafla beraber- bir hissimi anlatmadan geçemeyeceğim. Bunu anlatırken de niyetim şudur: Ben dahi Allah Resûlü’nü bu derece sevebiliyorsam, kimbilir ehliyetli gönüllerde O ne derece sevgiyle tütüyordur… İşte anlatacağım kendime ait hâlet-i ruhiye de bu açıdan değerlendirilmelidir. Yoksa, şahsıma ait bir meseleyi huzurunuza getirmekten teeddüp ederim.

Cenâb-ı Hak, o mübarek topraklara günahkâr yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah Resûlü’nün köyü öyle parlak öyle parlak geldi ve orada bulunmaktan öyle ruhanî bir haz aldım ki, eğer o anda, farzımuhal Cennet’in bütün kapılarından davet edilseydim, inanın hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih ederdim. Aslında Cennet hepimizin arzusudur, oraya girmeyi istemeyen tek bir Müslüman dahi düşünülemez. Her sabah ve akşam dualarımızda, Cehennem’den korumasını ve Cennet’ine almasını Rabbimiz’den isteyip durmuyor muyuz? Bütün bunları kabulle beraber diyorum ki; o anda, şayet nasip olacak olan o yüce pâye verilmek üzere çağrılsaydım, ihtimal, Rabbimden müsaade ister ve Allah Resûlü’nün Ravza-i Tâhire’sinde kalma arzumu söylerdim. Sakın bununla o pâyelere liyakatim olduğunu söylediğim zannedilmesin; sadece Allah Resûlü’ne olan muhabbet ve sevgimi dile getirmek istedim. Yoksa, bütün hayatım boyunca Allah Resûlü’nün sahabesinin en küçüğüne, boynu tasmalı bir köle olmak şerefine erebilmek için yalvarıp dua edenlerdenim. Ve, “Cenâb-ı Hak, yüzümüzü onların ayağının tozuna sürme düşüncesinden bizi bir lahza uzak tutmasın!” (Âmin) duası çok defa vird-i zebânımız olmuştur.

Aynı hâleti, Beytullah’ta da hissetmiştim. Bu duygular belki de hepimizin ortak duygularıdır. Kaldı ki, bu hislerle dopdolu yaşayan sadece ben ve benim gibi birkaç kişi değildir. Allah Resûlü’nün nice karasevdalıları vardır ki, onlara benim anlattığım bu hâlet-i ruhiye çok kaba ve ham gelecektir.

Söz bu noktaya gelmişken bir hatıramı daha arz edeyim: O günlerde milletvekili olan Arif Hikmet Bey’le hacda beraberdik. O, daha önceleri kendi kendine, Medine’ye gidersem bir eşek gibi o mübarek topraklarda yatıp yuvarlanacağım diye söz vermiş. Medine topraklarına ayağını basar basmaz, sözünü yerine getiriyor ve o büyük ruh, kendini yere atıyor ve Medine topraklarında yuvarlanıyor. Orada ve burada ne zaman bu tabloyu hatırlasam gözlerim yaşlarla dolar.

Allah Resûlü bir peygamberdir. Fakat, kendinden önceki bütün nebilerin peygamberlik minaresinden geleceği müjdelenen bir peygamber. Allah, bütün nebilerden, işte bu müjdeledikleri Peygamber’e inanıp yardım edeceklerine dair aldığı sözü, Kur’ân’da bize şöyle hikâye ediyor:

وَإِذْ أَخَذَ اللّٰهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ

“Hatırla ki, Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: ‘And olsun size kitap ve hikmet verdim. Sonra da yanınızdakileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka iman edecek ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ buyurmuştu. ‘İkrar ettik.’ dediler. ‘O hâlde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.’ buyurdu.”[4]

İşte, o peygamberler de, Rabbilerine verdikleri bu söze sadık kalarak yaşadı ve bütün icraatları ile o istikamette olmaya çalıştılar. Efendimiz, miraca çıktığında da, ruhen O’nun arkasında namaz kıldılar.[5] Evet, başta Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa olmak üzere bütün peygamberler âdeta; O’nun müezzini olmak istiyorlardı. Hz. Mesih, İncil’de “Ben gidiyorum ki zamanın efendisi gelsin.”[6]diyerek, O Yüce Nebi’yi insanlığın nazarına veriyordu. Evet, O semaya çıktığı zaman göklerin etekleri mücevherlerle dolmuş; yıldızlar, kaldırım taşları gibi ayaklarının altına serilmiş ve güneş, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufkuna ulaştığında O’nun tacına sorguç olma sevdasına düşmüştü. Bütün bunlar pervaneler gibi O’nun peygamberliğinin etrafında pervaz ediyordu. Bunlardan ne çıkar;

Şem’a-yı Nûr-i Ahmed’e Cibriller pervane döner;
Nûr cemâlli Muhammed’e melekler pervane döner…


O’nun en zirve noktada temsil ettiği ve bunlarla da bize rehber olduğu beşerî özellikleri de vardı. Meselâ O mükemmel bir aile reisiydi. Hayatının belli bir döneminde tam dokuz hanımı nikâh ve idaresi altında bulundurmuş[7], ama aralarında hiçbir münakaşa ve münazaaya meydan vermemişti. Nübüvvet iksirinin damla damla damladığı o evde yetiştirdiği evlâtları her biri şayet birer asrın hissesine düşmüş olsalardı, o asırları aydınlatacak müçtehitler ve mücedditler olurlardı. Bilmem ki O’nu bu yönüyle kaç kişi tanımaya muvaffak olmuştur?..

Yine O, mükemmel bir erkân-ı harpti. Etrafında hâlelenen bir avuç insanla, dünyaya ilân-ı harp etmiş, nice nice dev sultanların tahtlarını yerle bir etmiş ve nice hükümdarları, kapısının azat kabul etmez köleleri hâline getirmişti. Hem de harp ilim ve tekniğini zâhirî planda hiç kimseden öğrenmemiş olmasına rağmen.

Yine O, ilimlerin varıp kendisine dayandığı kilit insandı. Âdeta, kıyamete kadar olacak hâdiseleri bir ekranda seyrediyor gibi, gaybî bir levhadan okuyup bir bir söylüyordu. O’nun irtihal-i dâr-ı bekâ buyurmasından bunca asır sonra, bugün teknik ve teknolojinin mükemmel imkânları ile araştırmaları neticesinde varılan noktada, herkes Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) on dört asır önce diktiği bayrağı görüyor.. ve Allah’ın (celle celâluhu) haklarında hidayet murad ettiği kimseler, kelime‑i kudsiye-i tayyibeyi söyleyerek Müslümanlık zincirinin nurlu birer halkası hâline geliyorlar. İşte binlerce hâdiseden birisi:

Seyrettiğim bir video kasetinde Kanadalı, kendi sahasında uzman bir çocuk doktoru olan Toronto Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Profesörü Keith Moore, bugünkü teknik imkânlarla ancak keşfedilebilen, çocuğun anne karnında geçirdiği safahâtı Kur’ân âyetlerinden dinleyince أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللّٰهِ diyerek O’na teslimiyetini ifade ediyor. Yine bir Japon fizyoloji âlimi, kendi sahası ile ilgili Kur’ân âyetlerini görünce zor telaffuz ettiği hâlde أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ diyor ve İslâm’a girmede tereddüt göstermiyor.

Evet, görüldüğü gibi ilimlerin tıkandığı yerde Kur’ân menfezler açıyor ve ilimlerin vardığı son nokta da Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlama noktasıyla buluşuyor. Peki ama O’na bunları kim öğretmişti? O, dersini “Alîm” ve “Habîr” olan Allah’tan (celle celâluhu) almıştı. O’nun rahle‑i tedrisinin verâsında Muallim-i Ezelî vardı. Onun içindir ki O’na ait mârifet, zamanın geçmesiyle eskimedi, aksine her geçen gün daha da tazelendi.. ve dünya durduğu müddetçe de tazelenmeye devam edecektir.

Yine O, hiçbir beşere nasip olmayacak ölçüde arkadaşları tarafından sevilen bir insandı. Meselâ “Mâ-i Recî'” Gazvesi sonunda, Hubeyb b. Adiy (radıyallâhu anh), gözü dönmüş, kin ve intikamla köpürüp duran azılı kâfirler tarafından idam sehpasına çıkarıldığında, şu soruya muhatap olmuştu: “Şu anda senin yerine Muhammed’in idam edilmesini arzu eder miydin?” Cevap kesindi, netti, tavizsizdi:

“Hayır, vallahi, benim kurtuluşum pahasına dahi, O’nun ayaklarına bir dikenin batmasına razı olamam.” Ve Hubeyb, idam sehpasında verdiği bu cesaret örneğinden sonra ellerini açar: “Yâ Rabbi, buraya gelirken Senin Habibine veda edemeden geldim, benim selâmımı O’na ulaştır.” der. Tam o esnada Allah Resûlü ashabıyla oturmuş konuşurken, birdenbire doğrulur ve “Selâm sana ey Hubeyb!” der. Yanındakiler ne olduğunu sorunca da gözyaşları içinde: “Müşrikler Hubeyb’i şehit ettiler. Son anında bana selâm gönderdi ve ben de selâmını aldım.” buyururlar.[8]

Aradan asırlar geçmesine rağmen, hâlâ inanan her insanın gönlüne inşirah salan ayrı bir tablo daha: Hz. Sümeyra, Uhud’da Allah Resûlü’nün şehit edildiğini duyunca, soluğu Uhud dağının eteklerinde alır… Orada kendisine şehit olmuş “baban”, “kocan”, “çocukların” denilip naaşları gösterildiğinde, o bunlarla hiç ilgilenmez ve mütemadiyen her yerde Allah Resûlü’nü arayarak şöyle mırıldanır: “Resûlullah’a ne oldu?” Bir ara “İşte Resûlullah şurada.” denince, kendini O’nun önünde yere atar ve كُلُّ مُصِيبَةٍ بَعْدَكَ جَلَلٌ “Artık Sen (hayatta) olduktan sonra bütün musibetler hafif gelir yâ Resûlallah.” der.[9] İşte Allah Resûlü kalb ve gönüllerde böyle yer etmişti.

Bir başka misal: Ufuk İnsan, semalar ötesinden davetiye almıştı ve 23 sene kader birliği yaptığı dostlarından artık ayrılacaktı. Bunun için de son günlerinde ashabının yanına biraz mahzun ve mükedder olarak çıkıyordu. O’nun bu hüzünlü hâli sahabeye oldukça dokunuyor olacak ki, Allah Resûlü hane-i saadetine girince her sinede âdeta hazan esintileri duyulmaya başlıyordu. Muaz b. Cebel, Allah Resûlü tarafından vazifelendirilip Yemen’e gönderilmişti.. gidip geliyor; giderken Efendimiz’in mesajlarını götürüyor ve gelirken de, çözüme arz edilmek üzere meseleler ve problemler getiriyordu. Son sefere çıkacağı zaman Allah Resûlü’nün yanına geldi. Duasını alıp ayrılacaktı. İki Cihan Serveri: “Git yâ Muaz; fakat dönüşünde ihtimal ancak benim mescidimi ve kabrimi ziyaret edebileceksin.” dedi. Muaz beyninden vurulmuşa dönmüş, kolu kanadı kırılmış, gözleri yaşlarla dolmuş ve âdeta orada yığılıp kalmıştı. Değil Yemen’e gitmek, yerinden kalkmaya dahi mecali kalmamıştı.[10]

Yine O, içtimaî hayata ait bütün problemleri tereyağından kıl çekme rahatlığı içinde halleden bir insandı. O’ndan 13 asır sonra gelen Bernard Shaw, şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi: “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşer ne kadar muhtaçtır!” Fazilet odur ki onu düşman da itiraf eder.

Evet, beşer O’na döndüğü zaman, huzur ve itminana kavuşacak, gidip aydınlık ufuklara ulaşacak; derbederlikten, eyyâmın elinde oyuncak olmaktan, dünya ve ukbâ sefaletinden kurtulacak ve insanlık semasına yükselecektir. Aslında, bütün hasım güçlerin engellemelerine rağmen, bu ikinci dirilişin esintileri başladı bile. İşte Kur’ân:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللّٰهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysaki Allah nurunu tamamlamaktadır; kâfirler hoşlanmasalar da. O ki, elçisini hidayet ve hak din ile diğer bütün dinlere üstün kılmak için gönderdi; müşrikler hoş karşılamasalar da.”[11]

Evet, Allah, dinini izhar edecek, muhtaç sine ve gönüller ona koşacak, onda huzura, itminana, emniyete kavuşacak ve daha dünyada iken cennetlere girmiş gibi olacaklardır. Bir dünyanın kâfir ve zalimleri, Asya’nın insanlığı istismar eden münafıkları ve içimizdeki gafiller istemeseler de, sikkeyi basan, tuğrayı elinde tutan ve peygamberlerce Sultanü’l-Enbiyâ olarak kabul edilen, o günde beş defa nâm-ı celîlini dünyaya ilân ettiğimiz Sultanlar Sultanı bir gün mutlaka bütün kalblere girecek ve herkesin sevgilisi, mahbubu, mergubu olacaktır!

O, aynı zamanda bir huzur insanıydı. Bizler kat’iyen biliyor ve inanıyoruz ki, O’nun getirdiği mesaj aynı zamanda bir huzur kaynağıdır.. ve tarih buna en büyük şahittir. İşte insanlığa yeniden bu huzuru tattırabilmenin yegâne çaresi, insanımıza O’nu ve O’nun getirdiği nuru tanıtabilmektir. Zira O, tanındığı nispette sevilecek ve o sevgi sayesinde cemiyetin çehresi değişecektir.[12]

Eskilerin “Dibâce” daha sonrakilerin “Mukaddime” ve yenilerin “Önsöz” dediği bir çerçeve içinde kısaca, Cenâb‑ı Hakk’ın ihsan ve keremine istinat ederek, çeşitli yönleriyle anlatmayı plânladığım İki Cihan Serveri ve Kâinatın İftihar Tablosu hakkında; fihristvari bir şeyler arz etmeye çalıştım.

Aslında O’ndan bahseden her söz güzeldir; güzel olmayan, ifade ve üslûba verilmelidir; ifade ve üslûpta bir kusur varsa o da tamamen bana aittir. Kâinatın Efendisi’ne ait olanlar ise sadece ve sadece güzelliklerdir.

[1] Dârimî, mukaddime 3; Bezzâr, el-Müsned, 9/437; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 8/255.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/76; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 9/58.
[3] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/214.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/81.
[5] Müslim, iman 278.
[6] Bkz.: Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 7-15.
[7] Buhârî, nikâh 4, 102.
[8] Saîd b. Mansûr, Sünen, 2/349; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/260; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/66.
[9] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye, 4/50; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/74; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 6/115.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/235; Bezzâr, el-Müsned, 7/91-92; İbn Hibbân, es-Sahih, 2/414; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 20/121.
[11] Saf sûresi, 61/8-9.
[12] Hz. Ali (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatırken şöyle derdi: “O’nun (üstün vasıflarını) bilerek sohbetinde bulunanlar, O’nu (her şeyden çok) severlerdi.” (Tirmizî, menâkıb 8; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/328; Beyhakî, Şuabü’l’-iman, 2/150)

Beklenen Şafak

Işığa hamile kapkaranlık bir dünya.. ve Nebi’nin zuhuruna az bir zaman kala müjde ve muştu dolu akisler var ufukta.. vicdanlarda tesiri o kadar fazla ki, birçok Mekkeli gelecek son Nebi’yi anlatmakta.. tavsiyeler ve tavsiyeler: Zuhur eder etmez hemen koşun O’na! Ve bütünleşin O’nun ruhuyla.![1]

Bütün bir beşeriyet canı dudağında ve herkesin umudu gelecek son kurtarıcıda. Ana-babalar bu kurtarıcının kendi nesillerinden olmasını istiyor.. ve birçoğu yeni doğan çocuğuna “Muhammed” ismini veriyor…[2]

Fakat O, Hz. İbrahim’den İsmail’e intikalle gelen ve Abdülmuttalip’ten Abdullah’a geçen bir altın silsileden gelecekti; ve gönüller de bu kanaldan gelecek nuru bekliyordu. Hâdiseler O’nun geleceğini haber veriyor; karanlığın koyulaşması, sökün edecek şafağın yaklaştığını söylüyordu. O günkü insanlık, hayatı hayat yapacak olan gaye ve idealden mahrumdu. İnsanların bütün yaptıkları işler, “ıssız çöllerde serap kovalamak gibiydi. Susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında herhangi bir şey bulamaz.”[3]

Duygu, düşünce ve davranışlar da bundan pek farklı değildi. “Engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibi ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut.. birbiri üstüne karanlıklar.. insan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez.”[4]

Bu devrin adı “Cahiliye”dir. Ancak ilmin zıddı olan bir cehalet değil, iman ve inancın karşılığı olan küfrün müradifi cahiliyet…

O devre ait çirkinlikleri kapkara bir tablo hâlinde arz edip geçici de olsa ruhlarınıza karanlık bir perde germek istemem. Bâtılı şöyle-böyle tasvir, zihinleri idlâl eder. Ve bence buna sebebiyet de bir cürümdür. Fakat yine de, o devri anlatabilmek için az da olsa, o günün örf ve âdetlerinden bazılarına ve sadece bir işaret çerçevesinde temasta yarar görüyoruz; ta ki Allah Resûlü’nün, nasıl bütün kâinata bir rahmet olarak gönderildiği ve bu rahmetin gönderilişinin nasıl bir ilâhî lütuf olduğu daha iyi idrak edilmiş olsun!..

O’nun gelişi herkes için Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lütfu ve en engin ihsanıdır. Bunun böyle olduğunu bizzat Rabbimiz anlatmaktadır:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ

“İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, münkerden) onları temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”[5]

Allah’ın (celle celâluhu) lütuf, ihsan ve keremine bakın ki, insanlara kendi içlerinden, özlerinden, onlarla aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan; hakka giden yolda onların rehber ve pişdârı olan; imama ihtiyaçları olduğunda önlerine geçebilen; hatibe ihtiyaçları olduğunda minbere çıkabilen; emîre ihtiyaçları olduğunda tuğra basıp sikke kesen; kumandaya ihtiyaç duyduklarında, onları en mükemmel erkân-ı harplerden daha mükemmel idare eden bir nebi, bir elçi gönderdi.

Hıristiyanlıkta yanlış bir akide vardır. Onlar Hz. İsa’nın, insanlığın ilk günahını affettirmek için Cenâb-ı Hak tarafından feda edildiği inancını taşırlar. Yani onlara göre Rab, fedakârlıkta bulunmuş ve insanları affetmek için -hâşâ- kendi oğlu olan Mesih’i feda etmiştir. Dolayısıyla da Hz. İsa -onların yanlış itikatlarına göre- çarmıha gerilmiş ve Hz. Âdem’le başlayan, daha sonra da her insanın, daha doğarken, beraberinde getirdiği bu ilk günah böylece affedilmiştir. Bu, bir itikat olarak yanlış ve bazı tevillere açık yanları itibarıyla da dalâlettir. Ancak bu yanlış telakkinin anlattığı doğru bir telmih vardır, o da şudur:

Cenâb-ı Hak, insanların günahını bağışlamak; onları sapıklıkta, dalâlette, tuğyanda, azgınlıkta kendi başlarına bırakmamak için, en sevgili kulunu, Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem de maruz kalacağı şeyleri bildiği hâlde peygamber olarak göndermiştir. Ta ki şaşırıp yollarda kalmasınlar, kalıp da zayi olmasınlar.. insanlık semasına çıkıp kâmil birer insan olsunlar.. içlerinde derinleşip her an ruhlarında Allah’ı (celle celâluhu) duysunlar.. ve İbrahim Hakkı’nın ifadesiyle, Rabbilerini vicdanlarında kenzen bilsinler:

Sığmam dedi Hak arz u semaya
Kenzen bilindi dil madeninden.


Gönül öyle bir hazineler menbaıdır ki, dünyalara sığmayan Hak, her an en kıymetli bir cevher gibi orada kendini hissettirir. Kitaplar, zihinler, düşünceler, felsefeler, beyanlar, sema, arz ve bütün mükevvenât Allah’ı (celle celâluhu) ihata edemez.. ve bunların hiçbirinin, O’nu ifadeye gücü yetmez. Ancak kalbdir ki, kısmen de olsa O’nu ifadeye tercüman olabilir. Evet, kalb öyle bir dildir ki, şimdiye kadar kulaklar, o dilin beyanı kadar parlak bir beyan duymamışlardır. Öyle ise insan, kalbinde yol almaya, aradığını orada aramaya ve Rabb’e erip O’nda fâni olmaya çalışmalıdır. Zaten Allah, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı onun için bizim aramıza göndermiştir.

Evet, O, insanlığa Allah’ın (celle celâluhu) âyetlerini okumak, fasıl fasıl mucizelerini gözler önüne sermek ve insana kendi mahiyetini öğretmek için gelmiştir. Evet O’nun sayesinde beşeriyet tabiat kirlerinden arınarak tertemiz hâle gelecek, bedene ait süfliyattan kurtularak kalb ve ruhun hayat derecesine yükselecekti.. ve yükseldi de. Evet, O, insanlara Kitap ve hikmeti talim edecek; insanlık da, Kitap ve hikmetin ışıktan dünyasında kendini bularak, ukbâlara uyanacak ve ebedîleşme yoluna girecekti; neticede öyle de oldu.

Bizim için çok mühim, bereketli ve feyiz dolu günler vardır. Bunlardan bazıları da mü’minlerin bayramı sayılır. Her hafta, cuma günü yaşanan bu bayram sevincini daha büyük çapta Kurban ve Ramazan Bayramlarında da yaşarız. Kurban Bayramı, Hz. İbrahim’in belli bir buudda fedakârlık yaptığı, Müslümanların da bütün samimiyetleriyle günahlarının affına yol aradıkları.. ve bu gayeye matuf, bazılarının Beytullah’a yüz sürüp, Arafat’ta vakfeye durdukları ve Muhammedî bir ruhla yalvarıp yakardıkları bir gündür. Ramazan ise, bir ay oruçla Rabb’e yaklaşma sevincini, yaşama sevincini paylaşmanın ifadesi zengin, dolgun ve bereketli bir bayramdır. Fakat bir bayram daha vardır ki, o, bütün insanlık, hatta bütün bir varlık âleminin bayramı sayılır; o da Allah Resûlü’nün dünyayı teşrif buyurarak tenezzülen aramıza girip bizi şereflendirdiği gündür.. vilâdet-i Ahmediye’dir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın, tıpkı bir güneş mahiyetinde yarattığı o Nur’u bir kandil gibi insanlık semasına astığı gündür. Evet, o Nur sayesinde bütün cahiliye karanlıkları yırtılmış ve âlem nura gark olmuştur. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın cin ve ins’e en büyük bir lütfu ve büyük bir ihsanıdır.

[1] Örnek olarak bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/161-162; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/529.
[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/169.
[3] Nur sûresi, 24/39.
[4] Nur sûresi, 24/40.
[5] Âl-i İmrân sûresi, 3/164.

Karanlık Bir Devre

Tevhid akidesinin sarsıldığı her zaman dilimi karanlıktır. Zira semavat ve arzın nuru olan Allah inancının bütün sinelere hâkim olmaması, ruh ve vicdanları simsiyah hâle getirir. Böyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hâdiselere bakış keyfiyeti miyop ve bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dünyada, hep yarasalar gibi yaşayacaktır.

Din ve dine ait bütün esasların temelinden sarsılmış, semavî dinlerin de bizzat müntesipleri tarafından tahrif edilmiş olduğu bir dönemde, belki birkaç muvahhit, isimlendiremedikleri, bilemedikleri, dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah’a (celle celâluhu) inanıyorlardı; ama sesleri o kadar zayıf çıkıyordu ki, hiç mi hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu.[1]

1. Cahiliyede Putperestlik

Bütün müşrikler Kâbe’ye doldurdukları putlarına kullukla övünüyor ve teselli oluyor, içlerinde az bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah’a (celle celâluhu) yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ettiklerini söylüyorlardı. Bir âyette bu husus şöyle ifade edilmektedir: مَا نَعْبُدُهُمْ إِلاَّ لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللّٰهِ زُلْفَى“Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler.)”[2]

Böylece, insanın fıtratına bir önemli emanet olarak tevdi edilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha suiistimal edilmiş oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, güneşe, aya, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta helva ve peynir gibi yenecek nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.

Bu fersûde düşünceyi ve bu köhneleşmiş anlayışı Kur’ân‑ı Kerim şöyle dile getirir:

وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلاَءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللّٰهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّٰهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَوَاتِ وَلاَ فِي اْلأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Onlar Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ Hâşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”[3]

أَلاَ ِللّٰهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلاَّ لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللّٰهِ زُلْفَى إِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

“Dikkat et, hâlis din ancak Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz.’ (diyorlar). Şüphesiz ki Allah, ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”[4]

Bir de bu sapık düşüncelerine mazeret arıyorlardı. En büyük mazeretleri de atalarını bu işleri böyle yapar bulmalarıydı: وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ“Onlara (müşriklere), ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ dediler. Atalarının akılları hiçbir şeye ermemiş ve doğruyu bulamıyor iseler de mi?..”[5]

2. Kız Çocuklarının Dramı

Cahiliye devrine ait bir başka kötülüğü de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatır:

وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِاْلأُنْثىَ ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدّاً وَهُوَ كَظِيمٌ $ يَتَوَارَى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُوءِ مَا بُشِّرَ بِهِ أَيُمْسِكُهُ عَلَى هُونٍ أَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِ أَلاَ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ

“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur.) Bak ne kötü hüküm veriyorlar!..”[6]

Evet, onlardan herhangi biri, kız çocuğu olduğu bişaretini aldığı zaman, öfkeden yutkunup duruyor.. bu yüzden de yüzü simsiyah kesiliyor ve bu acı müjdeden dolayı halkın içine çıkıp görünmekten de utanıyordu. O böyle bir haberi o kadar kötü buluyordu ki, kaybolmak, gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddütler içinde bocalıyor ve bir karar veremiyordu: Ya cemiyet içinde düştüğü horluğa katlanıp o çocuğu hayatta bırakacak veya şerefini temizlemek için (!) o kız çocuğunun vücudunu ortadan kaldıracaktı.

İşte kadın, cahiliye döneminde böylesine istihkar ediliyordu.. ve bu istihkar, tezyif, terzil sadece cahiliye Araplarına mahsus da değildi. Roma ve Sâsâni İmparatorluklarında da durum aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslâm’ın, cahiliye Arapları arasındaki, kadınlık dünyasıyla alâkalı o müthiş tespit ve inkılâbı, aynı zamanda topyekün dünya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.

Evet, ilk defa Kur’ân, bu tür canavarlığın önüne çıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun çocukların öldürülmesini yasaklıyor: وَلاَتَقْتُلُوا أَوْلاَدَكُمْ مِنْ إِمْلاَقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ“Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz.”[7]

Sanki Cenâb-ı Hak onlara şöyle diyordu: Çocuklarınızı niçin öldürüyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran Benim. Görmüyor musunuz, zemin, binler sofralar hâlinde hazırlanıp sizin emrinize sunuluyor. Sema sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin için sevk edip oradan yağmur ve kar yağdıran, sonra da zemin yüzünde milyonlarca türde bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Bütün bunları gördüğünüz hâlde, hangi vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna düşüyor da çocuklarınızı öldürüyorsunuz? Sakın unutmayın; böyle yapanlar Allah’a (celle celâluhu) hiç mi hiç muhatap olma liyakatine eremeyecekler ama; bir gün o masumlar muhatap kabul edilerek, hangi cürümleri sebebiyle öldürüldükleri kendilerine sorulacak ve evlâtlarını öldüren o zalimler de, bu zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir.

İşte وَإِذَا الْمَوْؤُدَةُ سُئِلَتْ * بِأَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ“Diri diri toprağa gömülen çocuklara, ‘Suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda…”[8] mealiyle verdiğimiz âyet, o müthiş ürperticiliğiyle bize bu devrin ahlâkını anlatmaktadır.

Bir gün bir sahabi, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şöyle dile getirmişti: “Yâ Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, ‘Bunu giydir, dayısına götüreceğim.’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme hak ve salâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti.) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım üzerin tozlandı.’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.”

Adam bunu anlatırken Allah Resûlü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: “Be adam, Resûlullah’ı hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz, adama: “Bir daha anlat!” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu.[9]

Allah Resûlü hâdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslâm’dan evvel böyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslâm’ın size kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!”

Bu acılardan acı misalde görüldüğü gibi, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; her gün çölün karanlıklarında binbir fezâyiin yanında bir de derin derin çukurlar kazılıyor ve nice masum çocuk onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çoktan geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin dişleri arasında paralanmaya mahkûmdu. Cemiyet bunalımlar içindeydi. Bu bunalımlara “Dur!” diyecek kimse de yoktu.

Tam bugünlerde varlığın ille-i gâiyesi olan O, insanların içinden ayrılıyor; ümmetinin daha sonra “Nur Dağı” diyeceği “Hira Mağarası”na çekiliyor ve gözleri ufuklarda kurtuluş şafakları bekliyordu. Herhâlde o esnada başını secdeye koyuyor, saatlerce yalvarıyor ve Rabbinden insanlığı kurtaracak bir halaskâr talep ediyordu. Buhârî ve Müslim’de bu hâdise anlatılırken فَيَتَحَنَّثُ فِيهِtabiri kullanılır. Bu tabir kendini ibadete vermek, inzivaya çekilmek mânâlarına gelir. Evet, Allah Resûlü bazen günlerce Mekke’ye dönmüyor ve orada kalıyordu. Ancak azığı bittiğinde geliyor ve yetecek kadar azık alıp tekrar gidiyordu.[10]

O, herhâlde bir taraftan varlığı, varlığın perde arkasını, hilkati ve hilkatin gayesini; diğer taraftan da, şirazeden çıkmış insanlığı, onun ürperten hâlini ve yürekler acısı melâlini düşünüyordu…

3. Değişen Değerler

Evet, cemiyet öyle bir hâle giriftar olmuştu ki, bütün insanî değerler ters yüz edilmiş, faziletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazilet gibi itibar görmeye başlamıştı. Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş, çalım çakıyor; koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu. Fuhuş, zina, ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. Hasep ve nesep bütün bütün kuruyup gitmişti. İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi. İhtikâr normal bir hâdise gibi değerlendiriliyor, çeşit çeşit spekülâsyonlarla insanlığın kanını emmek mârifet ve akıllılık sayılıyordu.

İşte bütün bu olup bitenlere “Dur!” diyecek bir “İksir Sözlü”ye ihtiyaç vardı. İhtiyaç o derece şiddetli idi ki, birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisi’nin risalet vazifesiyle gönderilmesine bâdi oldu ve O’nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet, dev şair Ahmed Şevki’nin de dediği gibi:

وُلِدَ الْهُدَى فَالْكَائِنَاتُ ضِيَاءُ وَفَمُ الزَّمَانِ تَبَسُّمٌ وَثَنَاءُ

“Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık oldu.
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve sena var.”


Karanlık olan zaman ve mekân, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği ışıkla, tebessüm eden bir gül demeti hâline geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O’nu karşılarken:

طَلَعَ الْبـَدْرُ عَلَيْنَا مِنْ ثَنِيَّاتِ الْوَدَاعِ وَجَبَ الشُّكْرُ عَلَيْنَا مَا دَعَا لِلّٰهِ دَاعٍ

“Seniye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her dua ve davette bulunan, dua ve davette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vacib oldu.”[11] bütün bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı. Evet, işte tertemiz nâsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri terennüm ediyorlardı.

[1] Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/238.
[2] Zümer sûresi, 39/3.
[3] Yunus sûresi, 10/18.
[4] Zümer sûresi, 39/3.
[5] Bakara sûresi, 2/170.
[6] Nahl sûresi, 16/58-59.
[7] En’âm sûresi, 6/151.
[8] Tekvir sûresi, 81/8-9.
[9] Dârimî, mukaddime 1.
[10] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, iman 252.
[11] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/197; 5/23; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 8/129.

Nübüvvetinden Evvel de O (sav) Bir Nebî Gibi Yaşamıştı

1. Emniyet İnsanı

O’nun çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinin hepsi, peygamberliğinin mukaddimesi, basamakları ve merdivenleri mahiyetindeydi. Öyle ki, O’nu tanıyanların birçoğu risaletini ilân eder etmez hemen O’na inanıp teslim olmuşlardı.

Zira O, hayatında bir kere dahi yalan söylememişti. Ve işte bu insan, şimdi Allah’tan (celle celâluhu) bahsediyor ve peygamber olduğunu söylüyordu. En küçük meselelerde dahi hilâf-ı vaki söylemeyen bir insan nasıl olur da böyle büyük ve ulvî bir meselede yalan söyleyebilirdi?[1] Bu asla mümkün değildi. İşte o günün insanı böyle düşünüyor, herkes olmasa bile inat ve hasedi terk edenler derhal imana geliyorlardı. Yaşadığı devir, evet, cahiliye devriydi. Fakat bu isim O’nun hususî zamanının dışında kalanların yaşadığı hayata verilen bir isimdi. Yoksa O hiçbir zaman cahiliye devrini yaşamamıştı. O, emin bir insandı.. O’nu herkes de böyle kabul ediyordu. Öyle bir emindi ki; sözgelimi sefere çıkmayı düşündünüz, hanımınızı bir yere bırakmanız lâzım geldi. Gidip hiç tereddüt etmeden Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakabilirdiniz.. siz gelinceye kadar kaşını kaldırıp ona bakmayacağına kat’iyen şüpheniz olmazdı. Malınızı birisine teslim etmeyi mi düşündünüz? Hiç tereddüt etmeden gidip Muhammedü’l-Emîn’e teslim edebilirdiniz.. edebilirdiniz de malınızın zerresine dahi zarar gelmeyeceğine inanırdınız. Bir mesele hakkında sözün en doğrusunu öğrenmek mi istiyordunuz? Hemen doğruluğun andelîb-i zîşanı o sadakat timsaline koşar, O’nu dinler, O’ndan işittiklerinize göre hüküm verir ve O’nun beyanlarını her işinizde esas kabul ederdiniz; zira O, hayatında bir kere dahi olsa yalan söylememiştir.

Delil mi istiyorsunuz? İşte O, Safâ tepesine çıkmış ve etrafını çeviren insanlara soruyor: “Şu dağın arkasından bir ordu, size hücum etmek üzere geliyor dersem bana inanır mısınız?” Herkes bir ağızdan “Evet inanırız. Çünkü senin hiç yalan söylediğini duymadık.”[2] diyor. Bunu söyleyenler arasında Ebû Leheb gibi din düşmanları da vardır. Ancak hepsi de O’nun doğruluğunu tasdik ve güvenilirliğini teslim etmektedir.

O, daha anne karnında iken babasını kaybetmişti; beş-altı yaşına vardığında da annesini kaybetti. Bunun üzerine O’nu dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.. derken sekiz yaşına henüz basmıştı ki dedesi de vefat etti. Sanki kader O’nu, her şeyden tecrit ediyor ve bütünüyle Allah’a (celle celâluhu) teslim olmaya hazırlıyor gibiydi. O’na el uzatabilecek bütün hâmiler teker teker gidiyor ve nur-u tevhid içinde ehadiyet sırrının zuhuruyla doğrudan doğruya ve fiilen Cenâb-ı Hakk’ın himayesi ihtar ediliyordu. O, “Kelime-i Tevhid” ve “Hasbünallah” cümlesini ta baştan vicdanında duyarak söylemeliydi. Onun için de, zâhirî esbâbın bütünüyle devre dışı kalması gerekiyordu. Ve öyle de oldu…

Allah’ın (celle celâluhu) kulu mânâsına gelen “Abdullah”, emin ve doğru kadın mânâsına gelen “Âmine” O’nun dünyaya gelmesine sebep ana ve babaya ait isimlerdi. Evet O, emniyet doğuran, emniyetin emanetçisi bir kadından dünyaya geliyordu. Risaletten evvel ubûdiyetle serfiraz olan bu şeref-i nev-i insanın babasının adı da “Allah’ın kulu” mânâsını taşıyordu. Bunlar rastlantı değildir; değildir zira bunları takdir buyuran Allah’tır (celle celâluhu).

2. O, Yetim Büyüdü

O, yetim olarak büyüdü. İleride yükleneceği çok ağır bir yük, büyük bir vazife vardı. Ve ona şimdiden hazırlanması gerekiyordu. Tevekkülün zirvesinde, bütün güçlüklere göğüs gerebilecek bir yapıda yetişmeliydi. Zenginliğin şımarttığı veya sefaletin, yoksulluğun tamamen pısırıklaştırdığı bir insan olmaktan Allah (celle celâluhu) O’nu korudu. Ve hayatının her safhasında itidal ve istikameti muhafaza eden, ifrat ve tefritten uzak bir insan olarak yetişmesini temin etti.

Bir liderin, bu türlü sıkıntılı günlerden geçmesi çok mühimdir. Yetimliğin ne demek olduğunu bilmelidir ki, raiyetine şefkatli bir baba gibi davranabilsin. Fakirliği tatmış olmalı ki, idaresi altındakilerin durumunu idrak edip onlara öyle muamele etsin. İşte Allah Resûlü’nün yüce ahlâkı içinde bir nüve hâlinde bulunan, yetime ve fakire el uzatma, onları görüp gözetme hasleti, yaşadığı bu hayatın suyu, toprağı ve havasıyla besleniyordu. Sonra O, zirvelere çıktığı zaman da bu ilk hâlinden hiç mi hiç taviz vermeden ve hayatı boyunca yaşama tarzını değiştirmeden dümdüz yaşamış, benzeri olmayan bir şahsiyettir. Ömrünce yetimi azarlamadı ve isteyeni boş çevirmedi. Zira bunu O’na bizzat Cenâb-ı Hak talim ve emir buyurmuştu:

أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيماً فَآوَى * وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى * وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى * فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلاَ تَقْهَرْ * وَأَمَّا السَّائِلَ فَلاَ تَنْهَرْ * وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ *

“O seni yetim bulup barındırmadı mı? O seni hayrette bulup hidayet etmedi mi? Seni fakir bulup, zengin etmedi mi? Öyle ise yetimi hor görme. Dilenciyi azarlama. Rabbinin nimetini de anlat da anlat.”[3]

Ben ne zaman bu sûreyi okusam, babam senelerce önce vefat etmiş olmasına rağmen yine de onu bir şefaatçi gibi Allah Resûlü’ne arz eder ve beni de kapısından kovmaması için o büyük ruha: “İşte kapında bir yetim! Ne olur, bu yetimi kovma kapından!” derim.

a. Abdülmuttalib’in Yanında

Abdülmuttalib, O’ndaki peygamberlik nurunu çok önceden sezmişti. O’nunla beraber geçen günleri hep bereketli ve yümünlü geçiyordu. O’nu büyüklerin meclislerinde oturtuyor, O’na izzet ve ikramda bulunuyordu.[4] O’nda insanlığın kurtuluşunu görüyordu. Allah Resûlü’nün bakışlarında bir derinlik vardı ki, bir başkasında bu bakışlardaki derinliği görmek mümkün değildi. Belki de atalarından peygamber olduğu rivayet edilen Lüey, kendi neslinden böyle bir peygamber geleceğini müjdelemiş ve Abdülmuttalib bu müjdeye istinaden Allah Resûlü’nün peygamber olacağını keşfetmiş veya hissetmişti. Hatta denebilir ki bundan dolayı torununu çok aşırı şekilde seviyor ve O’nu kendi gözünden bile kıskanıyordu. Vefat edeceği an, bu dev adam, Muhammed’ini bir daha bağrına basıp sevemeyeceğinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Düşünün ki; Ebrehe ordusu karşısında sarsılmayan ve senelerce süren Ficar harpleri esnasında dünya kadar düşman kabilelerle yaptığı savaşlarda gözü dahi nemlenmeyen bu büyük insan, kutlu torunundan ayrılacağı mülâhazasıyla bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Böylece Abdülmuttalib vesayeti de bitiyor demekti. Evet o da son vasiyetini yaparak gözlerini hayata yumdu. Artık bundan böyle O “Dürr-i Yektâ”yı Ebû Talib himayesine alacaktı.

b. Ebû Talib’e İntikal

Ebû Talib sözünde durdu. Allah Resûlü’nü kırk seneye yakın himaye etti ve O’na muzahir oldu. O’nun bu iyiliği karşılıksız kalmadı. Cenâb‑ı Hak da O’na Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi evlât nasip etti. Her nebinin nesli kendinden devam ediyordu. Hâlbuki Allah Resûlü’nün nesli, Hz. Ali’den devam edecekti. Hatta Efendimiz’e isnat edilen böyle bir rivayet olduğu da söylenmektedir.[5]

Hz. Ali (radıyallâhu anh), İki Cihan Serveri’nin vilâyet yönünü temsil ediyordu. Bu itibarla o bütün velilerin sertacı sayılır. Kıyamete kadar gelecek bütün tarikat erbabının, bütün ricalin takdirle yâd edip inkıyat edeceği, sultanlar sultanı, Şâh-ı Merdân, Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebi, Aliyyü’l-Murtaza; Ebû Talib’e, Allah Resûlü’ne karşı gösterdiği mürüvvetin bir hediye ve bir karşılığı gibiydi.

Ebû Talib de babası Abdülmuttalib gibi sadece zâhirî bir sebepten ibaretti. O’nu asıl himaye eden ve yetiştiren Cenâb-ı Hak’tı. Allah (celle celâluhu) bir taraftan o mümtaz şahsiyeti nebi olma seviyesine yükseltirken, diğer taraftan cemiyeti, O’nu kabul edebilecek kıvama getiriyordu. Gün geçtikçe, O’nun nübüvvetine olan işaretler netleşiyor ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm, herkesin konuştuğu ve herkesin yakından tanıdığı bir insan olarak hep gündemdeki muallâ yerini muhafaza ediyordu.

[1] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[2] Buhârî, tefsir (111) 1-2; Müslim, iman 355-356.
[3] Duhâ sûresi, 93/6-11.
[4] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/127.
[5] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 3/43.

Yolculukları

1. Şam Yolculuğu ve Rahip Bahîra

Siyer kitapları Allah Resûlü’nün ilk yolculuğunu amcası Ebû Talib’le ve henüz on iki yaşında iken yaptığını naklederler. Bu yolculuk Şam’a yapılmaktadır. Kervan bir yerde konaklar; Allah Resûlü de kervana gözcü olarak bırakılır. Diğerleri istirahata çekilmek üzere bir hana yerleşirler. Bazılarının, yanlışlıkla “Buhayra” dedikleri rahip Bahîra, gelmekte olan bu kervanı seyrederken dikkatini çeken bir hâdise olmuştur. Kervanın üzerinde bir bulut vardır ve bulut, sürekli kervanı takip etmektedir. Kervan durunca durmakta, yürüyünce de harekete geçmektedir.

Bunun üzerine Bahîra kervanda bulunan herkesi yemeğe davet eder. Daha önceleri kervanlarla hiç ilgilenmeyen Bahîra’nın bu davranışı herkesi şaşırtmıştır. Efendimiz hariç herkes bu davete icabet eder. Fakat rahip gelenler içinde aradığını bulamamıştır. Bunun üzerine kervanın başında kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Aldığı cevab üzere O’nu da çağırtır. Daha O’nu görür görmez, hükmünü verir. Ve Ebû Talib’e O’nun kim olduğunu sorar. “Oğlum” deyince de, Bahîra buna pek inanmak istemez, zira onun tespitlerine göre bu O’dur. O’nun babası, henüz O doğmadan vefat etmiş olmalıdır. Ve daha sonra Ebû Talib’i bir kenara çekip, bu yolculuktan vazgeçmesini tavsiye eder. Çünkü ona göre Yahudiler haset insanlardır. Bu çocuğun simasından O’nun son peygamber olduğunu anlayabilirler ve kendilerinden olmadığı için de O’na bir kötülük düşünebilirler mülâhazasıyla, Ebû Talib’e: “Sen bu yolculuktan vazgeç.” der. Ebû Talib denileni yapar.. bir mazeret bulup kervandan ayrılır ve Mekke’ye geri döner.[1]

Bahîra, hakikati söylüyordu. Fakat bilemediği bir husus vardı. O, Allah’ın (celle celâluhu) himayesindeydi ve O’nu hayatının sonuna kadar Allah (celle celâluhu) koruyacaktı ki, وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِyani “Ey Habibim! Allah seni (iç ve dış mihrakların şerrinden) koruyup muhafaza edecektir.”[2] âyeti de bunu ifade etmektedir. Evet, Rabbi, O’na böyle diyordu.. ve dediğini de yerine getirecekti…

2. Şam’a İkinci Seyahat

İki Cihan Serveri, ikinci seyahatini de yirmi beş yaşlarında yapar. Bu defa da Hz. Hatice’nin gönderdiği kervanın başındadır ve onunla iş ortaklığı yapmaktadır. Bu seyahatinde de Bahîra ile karşılaşır. Rahip iyice ihtiyarlamıştır. Allah Resûlü’nü görünce de bir hayli sevinir. Zira o, hep böyle bir günü beklemişti. Allah Resûlü’ne: “Sen peygamber olacaksın. Ah keşke Senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem.” demişti.[3] O, o günlere yetişemedi; fakat bu kabullenmenin, ona ahirette çok şey kazandırdığı kesindi; muhakkaktı.

3. Herkes O’nu Bekliyordu

O’nu bekleyen ve O’nu müjdeleyenlerin sayısı sadece bir iki kişiye münhasır değildi, bunlar çoktu ve Zeyd b. Amr da bunlardan biridir. Aşere‑i Mübeşşere’den meşhur sahabi Said b. Zeyd’in babası ve Hz. Ömer’in amcası olan Zeyd, hanîflerdendi. Bu zat, putlardan yüz çevirmiş ve onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış, tulûa beş dakika kala gurûb edenlerden biriydi. Bunun da bişaretleri olmuştu ve en mühimi de şu sözleriydi: “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?”

Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah’a (celle celâluhu) inanıyor ve O’na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah’a, “Allahım” diyebiliyor, ne de O’na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.

Sahabe-i kiramdan Âmir b. Rebia, bize şunu naklediyor: “Zeyd b. Amr’dan işittim, bir gün şöyle diyordu: ‘Ben Hz. İsmail’in, sonra Abdülmuttalib’in soyundan gelecek bir nebi bekliyorum. O’na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama iman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum ki, O, hak nebidir. Eğer senin ömrün olur da O’na yetişirsen, benden O’na selâm söyle! Sonra da, sana O’nun şemâilinden haber vereyim de sakın şaşırma!’ dedi. Ben de ‘Buyur anlat.’ dedim. Devam etti: ‘Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de değildir, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed’dir. Doğum yeri Mekke’dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra kavmi, O’nun getirdikleri, onların hoşlarına gitmediğinden, O’nu Mekke’den çıkaracaklardır. O, Yesrib’e (Medine) hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbrahim’in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hıristiyan âlimleri bana, (senin aradığın daha sonra gelecek) dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar: O, son peygamberdir ve O’ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.’ “

Âmir b. Rebia devam ediyor: “Gün geldi ben de Müslüman oldum. Allah Resûlü’ne, Zeyd’in dediklerini bir bir anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd’in selâmını aldı. Ardından da şöyle buyurdu: Ben Zeyd’i Cennet’te eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.[4]

Varaka b. Nevfel bir Hıristiyan âlimiydi ve Hz. Hatice’nin de akrabasıydı. Allah Resûlü’ne ilk vahiy gelmeye başladığında, Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) durumun ne olduğunu öğrenmek için ona gelmiş ve Varaka’dan şu cevabı almıştı: “Yâ Hatice! O doğru sözlü bir insandır. Gördüğü, nübüvvetin ilk başlangıcında görülmesi gerekenlerdir. O’na gelen Namus-u Ekber’dir. Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya (aleyhimesselâm) da o gelmiştir. Yakın zamanda O, peygamber olacaktır. Eğer o günlere yetişebilirsem, ben de O’na iman eder ve mutlaka muzahir olurum.”[5]

Abdullah b. Selâm ise bir Yahudi âlimiydi. İslâm’a girişini bizzat kendisinden dinleyelim: “Allah Resûlü Medine’ye hicret edince herkes gibi ben de görmeye gittim. Etrafında birçok insan vardı. Ben içeriye girdiğimde mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu: أَفْشُوا السَّلاَمَ وَأطْعِمُوا الطَّعَامَ…“Önünüze gelene selâm verin ve yemek yedirin…” O’nun sözlerindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştum. Hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum. Çünkü O’nda gördüğüm sima ancak bir peygamberde olabilirdi.”[6]

Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) mühim bir şahsiyetti. İbn Hacer’in “İsâbe”de kaydettiğine göre, Hz. Yusuf’un neslinden geliyordu.[7] İtibarlı bir insandı. Onun şahitliği bizzat Kur’ân’da tebcil ediliyor ve delil getirme sadedinde anlatılıyordu: قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ”“De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu, Allah katından ise ve siz de O’nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı hâlde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[8]

Âyette zikredilen Benî İsrailli şahit, Abdullah b. Selâm’dır. Her ne kadar bazı müfessirler, bu sûrenin Mekkî oluşunu nazara alarak zikredilen şahsın Hz. Musa (aleyhisselâm) olacağını söylemişlerse de,[9] bu âyetin Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Yani Ahkâf sûresi Mekkî olmakla beraber sadece bu âyet Medenîdir ve Abdullah b. Selâm’dan bahsetmektedir.[10]

4. Neden İnanmadılar?

Aslında Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları, Allah Resûlü’nü çok iyi bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah Resûlü’ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü’nü bütün şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim bu hakikate şöyle işaret etmektedir:

اَلَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ “Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.”[11]

Âyette, bizzat Allah Resûlü’nün ismi zikredilmeyip de “O’nu” denmesi işaret ediyor ki, Ehl-i Kitap bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek “O” dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı geçen Zât’ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dı ve O’nu öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Abdullah b. Selâm’a sorar:

– Allah Resûlü’nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun?

Cevap verir:

– Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum.

Hz. Ömer, ikinci defa “Nasıl?” diye sorunca da şu cevabı verir: “Evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Belki beni hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.” Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah b. Selâm’ın başından öper.[12]

a. Kıskançlık ve Haset

Evet, onlar Allah Resûlü’nü çok iyi tanıyorlardı. Fakat iman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama iman edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri imanlarına mâni oluyordu.

وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِرِينَ“Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)’ı doğrulayıcı bir kitap (Kur’ân) geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah’ın lâneti, inkârcıların üzerine olsun.”[13]

Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, onların, Allah Resûlü’nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mesele son gelen nebinin Yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, Yahudilerin içlerinden çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.

Nitekim Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne gelerek: “Yâ Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine’de ne kadar Yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müspet olacaktır. Sonra da ben, saklandığım yerden çıkıp Müslümanlığımı ilân edeyim.” teklifinde bulunmuştu. Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen Yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu: “Siz Abdullah b. Selâm’ı ve babasını nasıl bilirsiniz?” Cevap verdiler: “O ve babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir.” Allah Resûlü: “O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?” dediğinde ise: “İmkânı yok, asla böyle bir şey olamaz!” dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (radıyallâhu anh) saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz’in peygamberliğini tasdik etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak: “O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ikiyüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin vermedi.[14]

Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki, Yahudiler Allah Resûlü’nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit fikirli olmaları, onları imandan alıkoyuyordu.

Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) de bu mevzuda tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Sonra Hıristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahipten de aynı talepte bulununca, bu Hıristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu:

“Evlâdım, şu anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebinin zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim’in Hanif dini üzere gelecek, İbrahim’in hicret ettiği yerden zuhur edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek. O’nun nebi olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka yemez. Hediye kabul eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem vardır.”

Gerisini kendisinden dinleyelim:

“Rahibin haber verdiği yere gitmek için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabul ettiler. Ancak, Vâdi’l-Kurâ’ya gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma bahçelerini görünce, herhâlde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu adamdan satın aldı ve Medine’ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum. Allah Resûlü’nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir hâlde: ‘Allah kahretsin, bütün millet Kuba’ya gidiyor. Mekke’den gelen bir adam peygamberliğini ilân etmiş ve onlar da O’nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.’ dedi. Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim. Hızla ağaçtan indim ve adama: ‘Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?’ demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana şiddetli bir tokat atarak: ‘Sana ne bu işten? Sen işine bak!’ dedi. Ben de: ‘Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim.’ dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam olunca neyim varsa topladım ve Kuba’ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber oturuyordu. ‘Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum. Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin.’ dedim. Allah Resûlü yanındakilere; ‘Siz yiyin.’ dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: ‘İşte rahibin dediği birinci işaret.’ dedim. Ertesi gün yine gittim ve, ‘Bu sadaka değil, hediyedir, buyurun yiyin.’ dedim. Allah Resûlü ashabını buyur edip kendisi de yedi. ‘İkinci işaret de tamam.’ dedim.

Ashabdan biri vefat etmişti. Allah Resûlü de cenazede bulunmuş ve Bakîü’l-Garkad’a (Medine Mezarlığı) gelmişti. Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen rahibin senelerce önce anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); ‘Dur bakalım!’ dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O’na anlattıklarımın ashabı tarafından da duyulmasını istemişti…”[15]

Evet, inat ve hasedi bırakıp O’na bakanlar O’nu buldu ve O’na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüz binler, O’nun hakkaniyetini görüp tasdik etmekte ve O’nun son resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar. Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü terk edemeyenlerin, O’nun risaletini bildikleri hâlde kabullenemeyişleridir…

b. Rekabet Hissi

Muğîre b. Şu’be anlatıyor: “Ebû Cehil’le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebû Cehil, küstahça: ‘Yâ Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma, ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!’ dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebû Cehil’e sordum: “Hakikaten O’na inanmıyor musun?” Cevap verdi: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam.”[16]

Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve Allah Resûlü’ne göndermek üzere Utbe b. Rebia’da karar kıldılar. Utbe gidip O’nu ikna edecek ve davasından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri’nin yanına vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O’na sordu: “Yâ Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?” Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükût ile karşılık verdi. Utbe devamla: Eğer onun senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.

Allah Resûlü sordu: “Diyeceklerin bitti mi?” Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan Serveri diz çöktü ve Fussılet sûresini başından itibaren okumaya başladı. 13. âyet olan:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ17 âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü’nün mübarek dudaklarına götürdü. Takati kalmamıştı. ‘Sus yâ Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!’ dedi ve kalkıp gitti.

Mekke büyükleri neticeyi bekliyorlardı. Ebû Cehil, Utbe’nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere, ‘Gittiği gibi dönmüyor.’ dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebû Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe’nin iman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe’nin zayıf tarafını çok iyi biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:

– Yâ Utbe, duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O’na iman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar… Utbe öfkelendi. Damarı kabardı. ‘Benim O’nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed’in söyledikleri beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O’nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semûd’un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum…[18]

c. Başka Sebepler

Aslında bu itiraflar sadece bir iki kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama’, hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de bildikleri hâlde inanamıyorlardı.

İşte, Kur’ân-ı Kerim, hem onların bu hâlini anlatma hem de Efendimiz’i tesliye makamında şöyle buyuruyor:

قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ “Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”[19]

Onlar sana çeşitli isnatlarda bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terk edemeyen nefsinin zebunu tali’sizlerin dedikleri ve söyledikleri seni üzmesin. Hem aslında onlar seni bizzat yalanlamıyorlar. Evet, onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrasın. “Emîn” ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat ettikleri şeylere inanmadıkları hâlde, kendi akıl ve muhâkemelerine rağmen, böyle bir şeye cüret ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!

Evet, üzülmesi gereken birisi varsa, o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât’a karşı hem de ışığın etrafında durdukları hâlde, istifade menfezlerini açıp istifade edemeyenlerdir.

[1] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/319-322.
[2] Mâide sûresi, 5/67.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/353; 6/506.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/298 vd.; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/615.
[5] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/451.
[7] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/118.
[8] Ahkâf sûresi, 46/10.
[9] Taberî, Câmiu’l-beyan, 26/9.
[10] Taberî, Câmiu’l-beyan, 26/12.
[11] Bakara sûresi, 2/146.
[12] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/195; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, 1/357; Ebu’s-suûd Efendi, İrşadü akli’s-selim, 1/176.
[13] Bakara sûresi, 2/89.
[14] Buhârî, enbiyâ 1; menâkıbu’l-ensar 45.
[15] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/41-47.
[16] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/255-256.
[17] “Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: ‘Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum.’ “
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/61-64; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/130-132.
[19] En’âm sûresi, 6/33.

Beklenen ve Müjdelenen Peygamber

1. İbrahim’in (aleyhisselâm) Duası, İsa’nın (aleyhisselâm) Müjdesi

Bir gün ashabdan biri Allah Resûlü’ne: “Yâ Resûlallah, biraz kendinizden bahseder misiniz?” der. Cevabının bir kısmında, Allah Resûlü şöyle buyurur: “Ben, İbrahim’in duası ve Hz. İsa’nın muştusuyum.”[1]

Kur’ân-ı Kerim iki ayrı âyetiyle bu hususa temas eder:

1) Hz. İbrahim (aleyhisselâm) şöyle dua etmiştir:

رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden, Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Yegâne Azîz ve Hakîm Sensin.”[2]

2) Hz. İsa’nın (aleyhisselâm) müjdesi:

وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ اللّٰهِ إِلَيْكُمْ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّراً بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ

“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın benden evvelki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak gönderdiği peygamberiyim.’ demişti. Fakat o, kendilerine apaçık deliller getirince ‘Bu, aşikâr bir büyüdür.’ dediler.”[3]

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürpriz olarak ortaya çıkmış biri değildir. O daha gelmeden asırlarca önce haber verilen ve gelmesi bütün cihan tarafından beklenen bir nebidir.

O’nun nübüvvetine en büyük delil, mucizeliği ebedî olan Kur’ân‑ı Kerim’dir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da yüzlerce âyet, İki Cihan Serveri’nin hak nebi olduğunu dile getirmektedir. O’nu bütünüyle inkâr edemeyen bir kişinin, Efendimiz’in risaletini inkâr etmesi asla mümkün değildir. Ancak biz başlı başına müstakil bir mevzu olan o hususa şimdilik girmeyeceğiz. Zaten yeri geldikçe, peyderpey delil olarak müracaat ettiğimiz âyetleri arz ederken, bu mevzu da kısmen anlatılmış olacaktır.

2. Tevrat’ın Müjdeleri

Biz bu bölümde, yüzlerce defa tahrife uğramasına rağmen, içinde hâlâ Allah Resûlü’ne işaret ve bişaretler taşıyan, Tevrat, İncil ve Zebur’dan bazı kısımları nakletmek istiyoruz. Meselenin tafsilatını, mevzu ile doğrudan alâkalı müstakil eserlere ve bilhassa, Hüseyin el-Cisr’in “Risale-i Hamîdiye”sine havale ederek, burada sadece mühim gördüklerimizden bazılarını arz edeceğiz.

A. Fârân Dağları

1944 senesinde Londra’da basılan Tevrat’ın Arapça tercümesinden bir âyet: “Allah insanlığa Sînâ’da teveccüh etti. Sâîr’de tecellî buyurdu. Fârân dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı.”[4]

Yani Allah’ın (celle celâluhu) rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’la mükâlemede bulunduğu Sînâ’da zâhir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musa’ya verilen nübüvvettir. Sâîr, Filistin’dir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. İsa’yı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih, Rabb’in tecellîlerine mazhar büyük bir peygamberdir. Çokları tecellî ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu meselede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, onda tecellî eden nefha-i ilâhîdir. Fârân dağlarında ise, Cenâb-ı Hak, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fârân Mekke’dir. Çünkü Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i Fârân’da bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevrat’ta geçen Fârân’dan maksat Mekke’dir. Sırasıyla bu âyette üç nebiden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. İsa (aleyhisselâm), üçüncüsü ise Son Peygamber, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Tevrat’taki âyetin devamında şu ifadeler var:

وَمَعَهُ أُلُوفُ اْلأَطْهَارِ، فِي يَمِينِهِ سِنَّةِ النَّارِ

“O’nun yanında binlerce tertemiz, pırlantamisal ashabı olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır.” Bu ibareden, O’nun cihada memur olacağı anlaşılmaktadır.

Malumdur ki Allah Resûlü, vahyin bidayetinde Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. İlk vahiy bu dağda gelmişti.[5] Fârân eğer Mekke değilse başka neresi olabilir ki, oradan İslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun. Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevrat’ta geçen Fârân, Mekke’ye işarettir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvin’in 21. âyetinde geçen ve Hz. İsmail’in yerleştiği yeri anlatan “Fârân’da yerleşti.” ifadesi, dediğimizi ispatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu mevzuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki ashab ve cihada memur olmaya işaret eden kısımlar hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, o zâtın Hz. Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.

B. Hz. İsmail Soyundan

Tevrat’tan ikinci âyet: Cenâb-ı Hak, Tevrat’ın bu âyetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle demektedir: “Onlar için (İsrailoğullarının) kardeşleri arasında senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi O’nun ağzına koyacağım ve O’na emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek.”[6]

19. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir:

وَمَنْ لَمْ يُطِعْ كَلاَمَهُ الَّذِي يَتَكَلَّمُ بِهِ بِاسْمِي فَأَنَا أَكُونُ الْمُنْتَقِمَ مِنْ ذَلِكَ

“Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat Ben intikam alacağım.”

Bu âyetteki İsrailoğulları’nın kardeşi tabiriyle Hz. İsmail’in soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. İsmail’in neslinden geldiği bilinen tek peygamber, Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. Ayrıca O da Hz. Musa (aleyhisselâm) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan, bu âyette gelecek peygamberin “ümmî” olacağı belirtilmektedir.

İtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak İslâm dininde vardır.

Tevrat’ta zikri geçen bu peygamberin Hz. İsa ve Hz. Yûşa (aleyhimesselâm) olma ihtimalleri ise kat’iyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır. Ayrıca birçok meselede Hz. İsa (aleyhisselâm) yeni herhangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) ittiba etmiştir. Hz. Yûşa’nın ise Hz. Musa’ya benzemediği gün gibi âşikârdır. Çünkü o yeni bir şeriatla gelmemiştir. Hâlbuki “Doğrusu Biz size hakkınızda şahitlik edecek bir Peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavun’a da bir peygamber göndermiştik.”[7] âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyan etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.

C. Diğer Özellikleri

Tevrat’tan üçüncü âyet: Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Selâm ve Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallâhu anhüm) ki, bunların üçü de geçmiş kitapları en iyi bilen insanlar olarak şöhret yapmış zatlardır. Kendi devirlerinde, o günkü kadar tahrife uğramamış Tevrat’ta şöyle bir âyet bulunduğunu naklediyorlar:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذِيراً وَحِرْزاً لِلْأُمِيِّيّنَ أَنْتَ عَبْدِي وَرَسُولِي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ سَخَّابٍ فِي اْلأَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ وَلَكِنْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰه ُحَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِأَنْ يَقُولُوا لاَ إِلَهَ إلاَّ اللّٰهُ

“Ey Nebi! Biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlere sığınak olarak gönderdik. Sen Benim kulum ve elçimsin. Sana “Mütevekkil” adını verdim. O haşin ve kaba değildir. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle mukabele etmez. Affeder, bağışlar. Allah O’nunla eğri bir milleti ‘Lâ ilâhe illâllah’ demek suretiyle doğrultuncaya kadar O’nun ruhunu kabzetmez.”[8]

Şimdi düşünelim: Tevrat’taki bu hitap kimedir? Derin­le­mesine bir tahlile ihtiyaç dahi duymadan, âyetin zâhirî mânâsı bu hitabın gelecek bir peygambere ve peygamberler içinde bizzat Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapıldığını göstermektedir. O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Ve bu mevzuda sanki âyet O’na şöyle demektedir:

Seni bütün insanlığa, doğru yolu müjdeleyici ve onları eğri yolun encâmından da sakındırıcı bir beşîr ve nezîr olarak gönderdim. Sen fenalıklara göğsünü gerecek ve insanların, gidip Cehennem çukurlarına düşmelerini engelleyeceksin. Aynı zamanda bu eğri büğrü, dolambaçlı yollarda karanlık içinde kalmışlara, bir ışık olacak ve ellerinden tutup, onları Cennet’e ve Cemalullah’a kavuşturacaksın.

Seni cahiliye devrinin ümmî cemaatine bir hırz, bir sığınak olarak gönderdim. Sana uyandıkları zaman korunacak ve kollanacaklar.. ve yine Sana dayandıkları müddetçe varlıklarını sürdürebilecekler…

Sen Benim kulum ve resûlümsün. –Evet, bizler de Tahiy­yat’ımızda hep O’nun kulluğunu ve risaletini dile getiriyoruz– Ben sana “Mütevekkil” adını koydum. Cihan senin karşına dikilse ve sen de onlarla yaka paça olmak zorunda kalsan, yine zerre kadar sarsıntı geçirmezsin. Evet, her peygamberin kendine göre bir tevekkül ufku vardır. Ama sen bu hususta bir başkasın. Onun içindir ki, Ben sana “Mütevekkil” dedim.

Sonra da hitap gayba dönüyor ki buna “iltifat” diyoruz:

“O öfkeli, etrafını kıran bir nefret insanı değildir. Aksine O bir edep, vakar, ciddiyet ve temkin insanıdır. O, sokaklarda bağırıp çağırmaz. Çünkü bu tür dikkat çekme gayreti, bir zaaf ve bir gurur alâmetidir ki, O böyle mezmum sıfatlardan münezzeh ve müberradır.”

Kötülüğe asla kötülükle mukabele etmez. Bir bedevi gelir, cübbesinden tutup sarsar ve küstahça “Hakkımı ver!” derdi de sahabeyi çıldırtan bu türlü hareketler, o şefkat âbidesini tebessüm ettirir ve “Bu adama istediğini verin!” buyururdu.[9] Evet O, en affedilmez suçları dahi affederdi. Yeter ki o mevzuda, şeriatın emirlerine muhalefet söz konusu olmasın. Düşünün bir kere, kendisine bunca kötülük yapan Mekkelilere, hem de her şeyi yapabileceği o gün ne demişti: “Gidiniz, hepiniz hürsünüz!”[10]

Eğri bir yolda ve cahiliye hayatı yaşayan insanlar, O’nun getirdiği nurla istikametlerini elde edecekleri âna kadar Allah (celle celâluhu) Habibini yanına almayacaktı ve almadı da. O’nun Refîk-i A’lâ’ya yükselişi, din tamamlanıp O’nun vazifesi sona erince olacaktı. Yetiştirdiği insanlar, hakkıyla O’nu temsil edecek seviyeye gelince, O, insanlar arasından ayrılıp Hakikî Dost’un huzuruna gidecekti. Çünkü dünyaya ait vazifesi ancak o zaman bitmiş olacaktı.

Evet, Tevrat O’nu böyle anlatıyordu, O da vakti gelince hayat-ı seniyyeleriyle bunu temsil ediyordu. Doğrusu orada anlatılanlar, bizzat Allah Resûlü’nün yaşadığı hayat tarzıydı. Öyleyse Tevrat’ın bahsettiği bu şanı yüce nebi kimdi? Tarihte bu anlatılanlara denk hayatı olan bir başkası var mıydı? Elbette ki hayır! Öyle ise bahsedilen insan ancak Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dı..!

3. İncil’in Müjdeleri

A. Faraklit

Yuhanna İncili’nden bir âyet: “Mesih: ‘Ben, benim ve sizin Rabbinize gidiyorum. Ta ki size Tevil’i getirecek olan Faraklit’i göndersin.’ dedi.”[11]

Faraklit, hakkın ruhu, hak ile bâtılı birbirinden tamamen ayıran mânâlarına gelir. Evet, Allah Resûlü, hakkın ruhudur. Çünkü ölü kalbler ancak O’nun getirdiği hak ile hayat bulmuştur. O, insanların hidayete ermesi için kendini feda edercesine bir mücadele vermiştir ki; hak ile bâtılın birbirinden ayrılması, ancak böyle bir mücadele ve mücahede sonucu vuku bulmuştur. İşte Hz. Mesih’in haber verdiği bir Faraklit gelmiştir. O da Allah’ın (celle celâluhu) son elçisi İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Yuhanna İncili, 14. bab, 15 ve 16. âyetlerde şöyle deniyor:

“Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben Rabb’e yalvaracağım ve O size başka bir tesellici, hakikat ruhunu (Faraklit) verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun.”

Şimdi de sırasıyla şu âyetlere bakalım:

“Faraklit, öyle bir Ruhu’l-Kudüs’tür ki, Rab O’nu benim ismimle (yani peygamber olarak) gönderecektir. O size her şeyi öğretecek ve benim size söylediklerimi de tekrar hatırlatacaktır.”[12]

“Faraklit geldiğinde benim için şahitlik edecektir ve siz de bana şahitlik edersiniz.”[13]

“Ben size hakkı söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmezsem Faraklit size gelmez. Ama ben gidersem O’nu gönderirim.”[14]

“Faraklit geldiğinde bütün âlemi, hataları sebebiyle kınar ve onları terbiye eder.”[15]

İncil’in ilk gelişi İbranice’dir. Daha sonra Yunanca’ya tercüme edilmiştir. Bizim elimizdeki Arapça tercümeler ise, Yunanca’dan yapılan tercümelerdir. “Faraklit” ismi, Yunanca’ya yapılan ilk tercümelerde geçtiği için, İbranice asıllarında bu kelimenin karşılığı nedir onu bilemiyoruz. Faraklit, Yunanca bu kelimenin Arapça karşılığıdır. Yani ta’rib yoluyla Arapça’ya girmiştir. Ancak biz sadece bu kelime üzerinde durup meselemizi ona bina etmeyeceğiz. Belki, İncil’de müjdelenen gelecek nebinin bütün hususiyetlerinin Efendimiz’de tahakkukunu görmeye çalışacağız:

Peygamber âşığı bir zatın sözlerini serlevha edelim.. evet, Mevlâna Hazretleri ne güzel söyler:

Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıfatları İncil’de vardı
O ki peygamberlerin reisi ve bir bahr-i safâydı
Hilyesi, şemâili, gazveleri, orucu ve yemesi
Hep teker teker İncil’de bulunmaktaydı.


B. Âlemin Reisi

Yuhanna İncili, Bâb: 14, âyet 30’da şöyle denmektedir:

“Mesih şöyle dedi: Artık ben sizinle çok söyleşmem. Çünkü bu âlemin reisi geliyor. Bende asla O’nun nesnesi yoktur…”

Zebur, 72. bâb, 8. âyet ve devamında şöyle deniyor:

“O denizden denize ve nehirden zeminin müntehasına kadar saltanat sürecektir. Çöl ahalisi O’nun huzurunda diz çöküp düşmanları toprak yalayacaklardır. Tarşiş’in ve Adaların melikleri peşkeş (bâc) getirip, Şeba ve Şeba melikleri hediye takdim edecekler. Cümle melikler dahi O’na secde ve hep taifeler O’na kulluk edeceklerdir. Zira feryat eden fakire ve bîçâre ile yardımcısı olmayana O necat verecektir. Muhtaç ve fakire merhamet edip fukaranın canlarını halâs edecektir. Canları zulüm ve zorbalıktan kurtaracak, onların kanı kendi nazarında kıymetli olacaktır. Yaşayacaktır ve O’na Şeba, altınından verecektir. Ve O’nun için daima dua edip, O’nu her gün senâ edeceklerdir. İsmi ebedî olup, ismi güneş durdukça bâki kalacak ve adamlar O’nunla mübarek olacaklar. Milletlerin cümlesi O’na ‘Mübarek’ diyecekler.”

Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, biz bu mevzua sadece istitradî olarak ve bir fikir vermek gayesiyle girdik. Meselenin daha fazla tafsilatına da girecek değiliz. Ancak şu kadarını ilâve etmeden de geçemeyeceğiz:

Haset ve kin, iliklerine kadar işlemiş bazı Yahudi ve Hıristiyanların dünden bugüne bütün tahrif gayret ve çabalarına rağmen yine de eldeki mevcut Tevrat ve İncil’de Allah Resûlü’nün peygamberliğiyle alâkalı bir hayli işaret ve bişaret bulmak mümkündür. İnşâallah, ileride tali’li tarihçilerimizin gayretiyle, Tevrat, İncil ve Zebur’un en az tahrife uğramış nüshaları bulunabilirse, zannediyorum hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç kalmadan Allah Resûlü’ne çok sarih işaretler bulunduğu, en âmi insanlar tarafından dahi görülecektir. Belki, Hıristiyanlığın tasaffi edeceğini haber veren hadislerde,[16] bu mânâya da işaretler vardır.

Diğer taraftan, Tevrat ve İncil’de bizzat Allah Resûlü ve O’nun ashabından bahsedildiği de Kitap ve Sünnet’le sabittir.[17] Dolayısıyla, bunu inkâra kalkışmak sapıklık ve küfürdür.

[1] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/262; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/175; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656.
[2] Bakara sûresi, 2/129.
[3] Saf sûresi, 61/6.
[4] Tesniye, Bâb: 33, Âyet: 2.
[5] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[6] Tesniye Bâb: 18, Âyet: 18.
[7] Müzzemmil sûresi, 73/15.
[8] Buhârî, büyû 50; tefsir (48) 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174.
[9] Buhârî, farzu’l-humus 19; edeb 68; Müslim, zekât 44.
[10] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/74; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/161; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/118.
[11] Bâb: 14.
[12] Yuhanna, Bâb: 14, Âyet: 26.
[13] Yuhanna, Bâb: 15, Âyet: 26-27.
[14] Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 7.
[15] Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 8.
[16] Örnek olarak bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, iman 244, 245, 246, 247.
[17] “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o Ümmî Peygamber’e uyarlar…” (A’râf sûresi, 7/157)

“Muhammed Allah’ın resûlüdür. O’nun beraberindeki mü’minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup İncil’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Fetih sûresi, 48/29)

Ayrıca bkz.: Buhârî, büyû 50; tefsir (48) 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174. Tafsilat için bakınız: Süyûtî, el–Hasâisu’l-kübrâ, 1/26-44.

O, Ayrı Buudların İnsanıdır

Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt-üst olmuş durumda. Oysaki O’nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat’iyen doğru değildir. Hatta mümkün de değildir. Zira O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır.. ve O’nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın O’nu tam anlatmış olamaz. O’nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b. Sabit’in:

 وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِي      وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ

“Ben sözlerimle Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) övmedim. Fakat O’nunla sözlerimi methettim.”[1] dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran, o sözler içindeki O’nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O’na kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Küçük tasarruflarla aynı sözü Ebû Temmâm da[2] kullanır.. asrın büyük mütefekkiri de Kur’ân için aynı sözleri söyler:

 وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِي    وَلَكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِي بِالْقُرْآنِ[3]

Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır. Aynı şekilde bizler de, her yönüyle tahdis-i nimet olan, O’na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu haykırıyoruz: Rabbimiz’e ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet eylemiştir. Bu bir fazl-ı ilâhîdir. O fazlını istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak bize verdiği, hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet başkalarına göre bize bahşedilen, sahili olmayan bir ihsan denizidir…

Ancak, meselenin bir de diğer yönü var ki, sormadan edemeyeceğim: Acaba O Sultan’a lâyık bir gönül tahtına sahip miyiz? Sultan tahtında ârâm etmekte midir? Gönüllerimiz her an O’na açık mıdır? Otururken, kalkarken, yerken, içerken ve bütün hareketlerimizde Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın mülâhazası kalb ve aklımıza hâkim midir?. ve hayatımız bütünüyle O’nun çizgisinde midir?..

Eğer cevabımız müsbet ise, işte o zaman, turnayı gözünden vurduk demektir. Artık rüya ve hülyalarımızı, hep O’nun güzel yüzlü nur cemali süslüyor ve dolayısıyla da bizler Muhammedî bir cemaat hâline gelmişiz demektir. Ahlâken O’nun ahlâkıyla ahlâklanan, hayatının her safhasını Muhammedî edep ile süsleyen bir cemaat ise, yeryüzünün denge unsurudur. Kanaatim odur ki, henüz bu dengeyi bulamayışımızın bir tek sebebi vardır; o da Muhammedî ruhta istenen seviyeye ulaşamayışımızdır.

O, Allah’ın hususî olarak yarattığı ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü Cennetler bile O’nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O’nu, hem de kendi kametine uygun anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında ve O’na tâbi olduğunda hakikî insanlığa erecektir. Ben de buna niyetlendim. Ancak bu meydanın eri, bu hutbenin hatibi olmadığımı ta baştan itiraf ettim. Şu kadar var ki, O’nun anlaşılmasına çalışmam tek arzum.. ve işte, bütün hünerim de bu mevzudaki samimiyetimdir…

Uzun süre kendimi kapısında bir “kıtmîr” olarak düşünmüş, öyle teselli bulmuştum. Fakat gün geçtikçe ümidimi de kısmen kaybettim. Sonra kendime şöyle dedim: Keşke bir insan olarak yaratılacağıma, O’nun mübarek vücudunun bir yerinde bir kıl olarak yaratılsaydım. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın böyle hususî lütuflarına mazhar bir insana bu kadar yakın olabilseydim.. hep böyle düşündüm durdum. Ancak, böyle bir mazhariyete de liyakatim olmadığını O’nu tanıdıkça daha iyi anladım. Şimdi bütün arzum ve isteğim sadece O’nun ümmeti içinde bulunabilmekten ibarettir. Zira ümidim odur ki, Cenâb‑ı Hak, böyle bir cemaat arasında bulunanı O’nun şefaatinden mahrum etmeyecek ve هُمُ الْقَوْمُ لاَ يَشْقَى بِهِمْ جَلِيسُهُمْ  “Onlar öyle bir topluluk ki, onlarla beraber olan asla mahrum kalmaz”[4] diyecek ve beni de o topluma dahil edecektir.

Evet, buna rağmen O Muallâ Zât’ı anlatmaya niyetlendim. Neslimin gönlüne O’na ait sevgi ateşini tutuşturacak bir kıvılcım atabilmek bütün gayretim. Ne diyeyim?. Ben de hacca niyetlenen karınca gibi derim!. Zaten o yolda ölmek bütün emelim…

O, apayrı buudların insanıdır. Bizlere düşen, kendimizi O’nun çizgisine ve frekansına göre ayar etme gayretidir. Bu temin edildiğinde, arada açık ve şifreli konuşmalar başlar. Komutu bizzat Resûlullah verir. İdareyi O ele alır. O’nun idare edeceği bir cemaat ve cemiyetin keyfiyeti ise, melekleri gıptaya sevk edecek derecede ulvî, derin ve her türlü izah ve tasvirden vârestedir.

Belki bazılarına bu dediklerimiz objektif gelmeyebilir. Ne gam; her gün üç-beş dırahşan çehreli genç mânen Resûlul­lah’tan bir kısım bişaretler aldıktan sonra!. Ve yine bazıları perdesiz, hicapsız, doğrudan doğruya hem de şehadet âleminde O’nunla münasebete geçtiğini söyledikten sonra!..

O ruhaniyatıyla ve bazılarına göre de nuranîleşen cismaniyetiyle daima aramızdadır. İmam Suyûtî yetmişten fazla bizzat Allah Resûlü’yle açıktan görüştüğünü söyler.[5] Evet, O, bizim anladığımız mânâda ölmemiş; sadece buud değiştirmiştir. O’nun ölümünü herhangi bir insanın ölmesi gibi anlamak yanlış olur. Zira Kur’ân, peygamberlik makamının iki derece daha aşağısında bulunan şehitlik mertebesine erenlere dahi ölü denilmemesini söylemektedir.[6] Öyleyse, bizim anladığımız mânâda O’na “Öldü” demek nasıl mümkün olabilir!? Evet, O’nun, sadece ayrı bir buuda geçtiğini söyleyebiliriz. Onun içindir ki, bakışı o buudlara ulaşabilen insanlar, O’nu orada bizzat görüp müşâhede edebilmektedirler…

Beden ve cismaniyetin zindanından kurtulup, kalb ve ruhun hayat derecesine erenler, mazi ve istikbali aynı anda yaşayabilirler. İşte o buudun insanları, şu anda hem sizinle yan yana oturur, hem de Asr-ı Saadet’te Allah Resûlü’yle diz dize bulunurlar. Ehlullahtan “ebdâl” denilen kimseler, aynı anda birçok yerde bulunabilmektedirler. Ya O Sultanu’r-Rusül, niçin hem ahirette, hem dünyada, hem bizim önümüzde hem de meleklerin ve nebilerin önünde bulunmasın? Bulunuyor ve bulunacaktır da..!

Bütün bu söylenenleri, bundan böyle anlatacaklarıma bir temel yapmak niyetindeyim. Peygamberlere ve Peygamberimiz’e bakarken, bakış zaviyesi ve niyet çok önemlidir. Enbiyâ-i izâm bir yana, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabînin sezilip anlaşılması dahi hususî bir ruh safveti ve gönül berraklığı isterse, peygamberler nasıl cismaniyetin sisli-dumanlı ikliminde idrak edilip anlaşılabilir ki?..

Öyle ise, onları anlamaya çalışırken, bütün letâifimizle teveccüh edip dikkat kesilmemiz icap edecektir. Hele bakılıp anlaşılmak istenen Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın şahsiyeti ise, bu dikkat birkaç kere daha artırılmalıdır. Ne var ki, yine de herkes kendi kalb gözünün bakış gücüne göre bir şeyler görüp sezecek.. ve O’nu bütünüyle hiç kimse tam mânâsıyla kavrayamayacaktır. Evet:

 وَكَيْفَ يُدْرِكُ حَقِيقَتَهُ قَوْمٌ          نِيَامٌ تَسَلَّوْا عَنْهُ بِالْحُلُمِ

“Ömürlerini rüyalarla teselli olmakla geçiren uykudaki insanlar
O’nun hakikatini nasıl idrak edebilirler ki?!” (Bûsîrî)


[1] Ziyaeddin el-Mevsılî, el-Meselü’s-sâir, 2/357; Kalkaşandî, Subhu’l-A’şâ, 2/321.
[2] Ziyaeddin el-Mevsılî, el-Meselü’s-sâir, 2/357; Kalkaşandî, Subhu’l-A’şâ, 2/321.
[3] “Kur’ân’ın hakâik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” (Bediüzzaman, Mektubat, 28. Mektup, 7. Mesele, 4. Sebep)
[4] Müslim, zikr 25; Tirmizî, daavât 129.
[5] Nebhânî, el-Fethu’l-kebîr, 1/7; Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, 2/158.
[6] وَلاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ “Allah yolunda öldürülenler hakkında «ölü» demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz.” (Bakara sûresi, 2/154). وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabbilerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/169)

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi

Peygamberler kendi aralarındaki derece farkıyla beraber[1] hepsi de Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının tecellîsine mazhar seçkin ruhlardır. Allah (celle celâluhu), Kendisine onları mahrem kabul etmiş, ağyâra kapalı seralarda büyütmüş, geliştirmiş ve gözlerine, Kendinden gayrı başka hayallerin girmesine meydan vermemiştir.

Bütün nebiler gibi onlardan da ileri, Efendimiz’in gözü de Rabbinden başka bir şey görmemiştir. Evet ağyâr, O’nun bakışını bulandıramamış, başını döndürememiştir. O, gözünü açtığında Rabbini görmüş, gözünü kaparken de yine O’nu müşâhede ile: اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ اْلأَعْلَى “Allahım! Refîk‑i A’lâ’yı istiyorum.” diyerek kapamıştır. Şimdi hâdiseyi mealen Hz. Âişe Vali­de­miz’den (radıyallâhu anhâ) dinleyelim:

“Allah Resûlü bazen hastalandığında yanıma gelir ve bana ‘Dua et.’ derdi. Ben de elimle O’nun mübarek elinden tutar ve o elinin bereketi ile şifa bulmasını umarak, elimi o zaman ve mekân üstü başına kor ve dua ederdim.[2] Son rahatsızlığında da aynı şeyi yapmak maksadıyla elini tutmak isteyince şiddetle çekti ve اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ اْلأَعْلَى diye dua etti.”[3]

Belli ki Allah Resûlü, artık yeryüzündeki dostları değil, hakikî dost olan Rabbini arzuluyor ve bir başka buudda O’na ulaşmak istiyordu.

İşte, geliş ve gidişi ile böyle bir hayat yaşayan peygamberler ve hususiyle Peygamberimiz, acaba dünyaya niçin gelmiş ve hangi gayeye binaen gönderilmişlerdi? Bu çok önemli mevzuun tahlili bilhassa iki ana esastan dolayı daha da ehemmiyet arz etmektedir:

Birincisi: Peygamberlik müessesesinin yüce ve muallâ mevkiini görüp, onları sıradan insanlar gibi mütalâa etmemek; ve öyle görüp değerlendirmek isteyenlere de ikna edici cevaplar hazırlamak.

İkincisi: Günümüzde, peygamberliğe ait vazifeyi temsil etme durumunda olanların nasıl bir yol ve sistem takip etmeleri gerektiğini işaret etmek.

Meseleyi hangi yönüyle ele alırsak alalım mevzuun ehemmiyetinin çapı değişmeyecektir. Onun için biz de, sıralamada herhangi bir tercih yapmadan mevzu ile alâkalı düşüncelerimizi birkaç madde hâlinde takdim etmeye çalışacağız:

1. KULLUK

Peygamberin gönderiliş gayesi, insanın yaratılış gayesiyle aynı noktada birleşir. O da Allah’a kul olma çizgisidir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”[4] buyurarak bu hususa işaret etmektedir.

Demek oluyor ki, bizim esas yaratılış gayemiz, Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanımak ve O’na lâyıkıyla kul olmaktır. Yoksa, yeme-içme, mal ve mülk kazanma veya dünya buudlu ev-bark sahibi olma değildir. Gerçi bunlar da bizim için fıtrî ihtiyaçlardır. Ancak yaratılışımızın gayesi değillerdir. İşte peygamberler bize, bu sırlı yolu göstermek için gelmişlerdir.

Âyette: وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ إِلاَّ نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنَا فَاعْبُدُونِِ “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur; o hâlde Bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.”[5] denilerek bu hususa işaret edilmiştir.

Diğer bir âyette de:

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولاً أَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ فَسِيرُوا فِي اْلأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının.’ diye her millete bir peygamber gönderdik. Allah o insanlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklık hak oldu. Öyleyse yeryüzünde gezin de görün, Hakk’ı yalanlayanların sonu nasıl olmuş?”[6] denilerek, yine peygamberlerin gönderiliş gayesi, putlardan sakınıp Allah’a kul olma yolunda insanlara önderlik yapma hikmetine bağlanmıştır.

Efendimiz’in Farkı

Efendimiz’in durumu ise daha farklıdır. O bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmakla, hem insanları hem de cinleri kulluk yoluna iletmekle vazifelidir. Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakleder:

“Efendimiz ile beraber bir yere gittik. Benim etrafıma bir çizgi çizerek, ‘Sen buradan ayrılma!’ dedi ve kendisi benden uzaklaştı. Daha sonra gürültüler duymaya başladım. Allah Resûlü’ne bir şey mi oldu diye ciddî endişe içindeydim. Fakat bana, buradan ayrılma dediği için de yerimden kımıldayamıyordum. Bir müddet sonra Allah Resûlü döndü. Duyduğum gürültünün sebebini sordum ve: “Yâ Resûlallah! O tarrakalar koparan gürültü neydi?” dedim. Cevaben: ‘Cin taifesi bana iman edip biatta bulundular. Sonra aralarında münakaşa başladı. İnananlarla inanmayanlar birbirlerine tutuştular. İşte duyduğun gürültü bu idi. Ve ayrıca bana vefatım haber verildi.’ dedi.”[7]

Allah Resûlü, son ifadeleriyle şunu haber veriyordu. Benim gönderiliş gayem insanlara ve cinlere hidayete giden yolu açmaktır. Bugün artık cinler de bana iman ve itaat ettiklerine göre, dünyada kalmamın bir mânâsı yok demektir. Öyleyse, bundan böyle artık dünyadan ayrılıp gitsem olabilir…

O böyle düşünüyor ve ifadeleri arasında risaletin gaye ve hedefine ait sırlar veriyordu. Aslında O, bizlere de dünya ile ukbâyı tercih mevzuunda şöyle bir dua talim buyurmuştu:

اَللّٰهُمَّ أَحْيِنِي مَا كَانَتِ الْحَيَاةُ خَيْراً لِي وَتَوَفَّنِي إِذَا كَانَتِ الْوَفَاةُ خَيْراً لِي “Allahım, hayat benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Vefat benim için daha hayırlı olduğu zaman da ruhumu al ve beni vefat ettir.”[8]

2. TEBLİĞ

Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden bir diğeri ise, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi bizler, ibadete ait meseleleri bilemez, emir ve nehiyleri hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac nedir; içki, kumar, zina, ihtikâr ve faiz gibi muharremâtın durumu nasıldır, kat’iyen bilemezdik.

Evet, bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz. Buna kısaca “risalet vazifesi” de diyoruz ki, bütün peygamberler aynı mesajlarla gelmiş ve teferruatta farklılık olsa bile ana meselelerde hep aynı şeyleri söylemişlerdir.[9]

İşte, nebilere ait bu umumî gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir:

الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالاَتِ اللّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلاَ يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلاَّ اللّٰهَ وَكَفَى بِاللّٰهِ حَسِيبًا “Onlar (peygamberler) ki, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.”[10]

Evet işte onlar, böyle bir gayeyi tahakkuk ettirmek için gelmişlerdir. Bu mevzuda karşılarına dikilen engel kim ve ne olursa olsun onlara zerre kadar tesir etmez.. onlar korku nedir bilmezler. Çünkü her zaman Allah’tan (celle celâluhu) korkmaktadırlar.

Ve bu mevzuda Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle seslenilir:

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”[11]

Yani, eğer sen vazifende kusur edersen, bu, senin gönderiliş gayen olan bir vazifede, yani risalet vazifesinde kusur etmen sayılır ki, bu da sadece senin ferdî hayatını ilgilendiren bir kusur değildir; belki bütün insanların ferdî ve içtimaî hayatlarını alâkadar eden bir meseledir. Çünkü senin vazifen bütün insanlığı aydınlatmaktır. Şayet sen bu vazifeyi aksatırsan, bütün insanlık karanlıkta kalacaktır… Aslında O, gönderildiği vazifenin şuurundaydı. Zaten öyle olmasaydı, öyle bir vazife ile gönderilmesi plânlanmaz ve takdir buyurulmazdı.

Allah Resûlü’nde Tebliğ

Allah Resûlü’nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.

Karşı cephenin infiâli evvelâ, ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaatle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kimbilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..!

O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidayetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu.. Mekke’den ümit kesilince Taif’e gitti.. Taif mesirelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefih ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem’i; evet o, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Allah Resûlü’nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisi’ni korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.

Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibril-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, onun gibi düşünmüyor ve “Hayır!” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, belâlara karşı “Hayır!” diyordu…

Ve sonra ellerini açıp Rabbine niyazda bulundu :

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Yâ Erhamerrâhimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna dûçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nur‑u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”

O böyle dua ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır ve bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü’nün önüne uzatır ve “Buyurun, bundan yiyin!” der. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah’ın adıyla mânâsına “Bismillah” der. Üzümü ikram eden “Addas” ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: “Sen kimsin?” Allah Resûlü cevap verir: “Son peygamber ve son nebiyim!” Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder.[12]

Eğer bu son hâdise de olmasaydı, O Taif’ten çok mahzun dönecekti. Bu hüznü, kendisine yapılanlardan değildi; hüznü, bir tek insana dahi bir şey anlatamamasındandı. Hâlbuki şimdi sevinçten uçuyordu. Çünkü Addas O’nun eliyle hidayete ermişti.

Evet, tabiri caizse O, nebilerin üveyki idi. Hiç durmadan her yerde hakikate âşina, temiz gönül ve çehreler arıyor, bulunca da onun gönlüne giriyor ve ona ruhunun ilhamlarını fısıldıyordu. Böylece, çevresindeki nurdan hâle ve halka her gün daha da genişliyor ve o genişledikçe de küfür çıldırıyordu.

Bugün, cihanın şarkında, garbında İslâmî tekevvüne karşı küfrün hezeyanlar içinde çıldırması gibi, o devirde de Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın etrafındaki halkaların genişlemesi, küfrü işte böyle çıldırtıyordu…

Bu çılgınlık onları öyle saplantıya sevk etti ki, gün geldi gökteki Güneş’i üflemekle söndürmeye yeltenir gibi, toptan bu ilâhî meşaleyi söndürmeye kalktılar. Heyhât..! Güneş sadece bizim için bir teşbih ve benzetme vasıtamız.. yoksa O’nun getirdiği nur Güneş’e fer verecek mahiyettedir. Çünkü o nur Allah’ın (celle celâluhu) nurudur. Âyet onların bu gülünç durumunu şöyle tasvir etmektedir:

يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِؤُوا نُورَ اللّٰهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasalar da, Allah nurunu tamamlamaktan başka bir şey murad etmemektedir.”[13]

O, yirminci asırda da bir meşale yaktı ve içimize âdeta kıvılcım saçtı.. binler-yüz binler O’nun yoluna baş koydu ve O’nun davasını yüceltme istikametinde hizmete koyuldu. Demek Cenâb-ı Hak yeniden bir Muhammedî hâle, bir nur halkası ve yeniden bir altın zincir vücuda getirmeyi murad buyurmuş ki, bunu ne küfrün gayzı, şiddeti, hiddeti ne de şeytan ordularının tehâcümü durduramıyor.. evet ihlâsla saçılmış bu tohumlar bugün olmasa da yarın mutlaka neşv ü nema bulacak ve Allah Resûlü’nün neşrettiği nur hiçbir zaman sönmeyecektir.

Mekke artık, Allah Resûlü’nü barındıramayınca O da Medine’ye hicret etti. Orada nurunu yaymaya devam edecekti. Orada da Yahudi ve münafıklarla uğraşacak, küfre karşı muharebeler düzenleyip bizzat ordunun başında bulunacak, harp meydanlarında dişi kırılacak, yüzü yarılacak.. aç ve susuz kalacak.. çok defa karnına taş bağlayıp öyle dolaşacak, ama hep yoluna devam edecekti.. ve etti de. Evet O, tebliğ vazifesinden bir an dahi dur olmadı. Dinin en küçük meselesine kadar her şeyi izah etti, anlattı, tebliğde bulundu. Medine’de ikamet buyurduğu veya devletlerle kapıştığı devirlerde dahi fertleri irşad etmeyi asla ihmal etmedi: Bir bedevi gelip de o güne kadar yüzlerce defa tekrar ettiği bir meseleyi O’na sorsaydı, hiçbir isteksizlik emaresi göstermeden, hep aynı şevk ve aynı iştiyakla cevap verirdi.

Tebliğ, insanları doğru yola, sırat-ı müstakîme sevk etmek demektir. Ve esasen bu, bütün nebilerin ve Nebiler Sultanı’nın da geliş gayesidir. O sırat-ı müstakîm ki, her mü’min onu çok iyi bilmektedir ve bilmelidir de. Evet biz, günde en az kırk defa namazlarımızda, Rabbimiz’den bizi sırat-ı müstakîme hidayet etmesini diliyoruz. Yani, nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin geçtiği yoldan geçmeyi ve onların maksuda erdikleri gibi maksuda ermeyi talep ediyoruz. O geniş bir yoldur ve herkesin o yoldan belli bir nasibi vardır. Çünkü son gelen Nebi, âyetin ifadesiyle, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.[14]

Ayrıca O, şahit, mübeşşir ve nezîrdir ki, aşağıdaki âyet bunu ifade etmektedir: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذِيراً “Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”[15]

Efendimiz, yirmi üç sene, peygamberlik gibi çok ağır bir sorumluluk taşımış ve hiçbir dava adamına nasip olmayacak şekilde de mükellefiyetlerini yerine getirmiş müstesna bir insandı.. ve işte O, bu ruh ve şuurla her gün biraz daha mübarek sona doğru yaklaşıyordu:

Veda Haccındaydı –zaten hayatında bir kere hac yapmıştı– Umreyle haccı birleştirdiği için biz buna “Hacc-ı Ekber” de diyoruz.[16] İşte bu son haccında, Allah Resûlü son bir kere daha devesine bindi ve söylemesi gereken her şeyi söyleyip bitirmeye çalıştı. Evet, kan davalarından kadın haklarına, ondan da faize, kavim ve kabile aralarındaki münasebetlere kadar her şeyi anlattı. Daha sonra da cemaatine ألاَ هَلْ بَلَّغْتُ “Dikkat edin, tebliğ ettim mi?” diye sordu. Her defasında cemaatinden: “Evet, tebliğ ettin.” karşılığını alınca da, Cenâb-ı Hakk’ı şahit tutarak: اَللّٰهُمَّ اشْهَدْ “Allahım, şahit ol!” buyurdu.[17]

O bihakkın vazifesini yapmıştı. Onun için de vicdanen rahat, kalben huzur içindeydi ve adım adım Rabbine gitmeye hazırlanıyordu. Zaten O bir murâkabe insanıydı ve en hassaslardan daha hassastı. Dolayısıyla da bütün hayatını böyle bir hazırlık içinde geçirmiş ve kendi kendine: “Acaba Rabbimin beni gönderdiği asıl gayeye uygun yaşayabildim mi?” diyordu.

3. GÜZEL ÖRNEK

Peygamberlerin gönderiliş gayesi olarak söyleyebileceğimiz diğer bir husus da, onların ümmetlerine güzel birer örnek olma keyfiyetleridir.

Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’de: أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللّٰهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ “İşte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” demektedir.[18]

Düşünmeli ki Efendimiz’e dahi, kendinden evvel geçmiş peygamberler isim isim sayıldıktan sonra onlara uyması söylenmektedir. Zaten bizlere de Kur’ân-ı Kerim şöyle seslenir:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّٰهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللّٰهَ وَالْيَوْمَ اْلآخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيراً“And olsun, size, Allah’ı ve ahiret gününü umanlara ve Allah’ı çokça zikredenlere Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.”[19]

Peygamberler bizler için bir önder ve imamdır. Namazda imama uyduğumuz gibi, hayatın her bölümünde de O’na iktida ederiz. Zira bizler için gerçek hayatı O ve diğer nebiler temsil etmişlerdir. İslâm’ın ilk devrini idrak edenler Allah Resûlü’ne milimi milimine iktida etmişlerdi. Onun için de hem onlar hem de onlardan sonrakiler, İki Cihan Serveri’nin dilinde şöyle ifade edilme bahtiyarlığına ermişlerdi. Evet, Allah Resûlü buyurur:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek; insanlardan bir cemaat gaza edecekler ve kendilerine:

– “İçinizde Resûlullah’ı gören var mı?” denilecek. Onlar da:

– “Evet!” cevabını verecekler. Bunun üzerine kendilerine fetih müyesser kılınacak. Sonra insanlardan diğer bir cemaat gaza edecek, kendilerine:

– “İçinizde Resûlullah’a sahabelik etmiş bir kimseyi gören var mı?” denilecek,

– “Evet!” diyecekler, yine kendilerine fetih müyesser kılınacak. Sonra insanlardan bir cemaat daha gaza edecek ve kendilerine:

– “İçinizde Resûlullah’a sahabelik edenleri görenlere arkadaş olan var mı?” denilecek. Onlar da:

– “Evet!” cevabını verecekler; onlara da kale kapıları açılacak ve fetih müyesser olacaktır.”[20]

Yine bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

خَيْرُ النَّاسِ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “İnsanların en hayırlısı benimle aynı çağı paylaşanlardır. Sonra onların peşinden gelenler, daha sonra da onların peşinden gelenlerdir.”[21] buyurarak kendisine yakın olan devirlerin faziletine işaret etmektedir. Çünkü onlar, hayatlarını, duygularını, düşüncelerini Allah Resûlü’nün hayatına, duygusuna, düşüncesine benzetmede çok hassas davranıyorlardı. Aslında, Allah’ın (celle celâluhu) model ve misal olarak seçtiği bu insana benzemek gaye olmalıydı ve oldu da.

Evet, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn hazerâtı, bu mevzuda hassaslardan çok daha hassastı. Ve onlar bu yönleriyle diğer asırlarda yaşayan insanlardan daha da hayırlıdırlar. Hz. Musa: “Kudsîlerin bayrakları ellerindedir.”[22] diyordu. “Kudsîler” sözüyle Efendimiz’in ümmetini kastediyordu. Ve bu büyük bir tebcildi. Zayıf da olsa, bir hadiste de Allah Resûlü: عُلَمَاءُ أُمَّتِيِ كَأَنْبِياَءِ بَنِيِ إِسْرَائِيلَ “Benim ümmetimin ulemâsı, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” buyurmaktadır.[23] Evet, onlar Efendimiz’e iktidada öyle bir çizgiye ulaşmışlardı ki, onun az ötesinde nübüvvet sınırları başlıyordu.

İşte, kulluk kapısından girerken kapının sövelerini de söküp içeriye giren Ömer (radıyallâhu anh) bunun en çarpıcı örneğidir! O, Peygamber’i kendisine tam bir rehber ve önder olarak kabul etmiş, yaşadığı hayatı bütünüyle O’na benzetmiş; O’nun hayat tarzıyla bezenmiş eşsiz bir insandı. Roma’nın, Bizans’ın kapıları ona ardına kadar açılıp, ülkeler ve hükümdarlar kendisine bende olmayı kabul ederken dahi, onun hayat düzeninde zerre kadar değişiklik olmamıştı. Kudüs –ki, bugün mahzundur, mükedderdir, esirdir ve İslâm âleminin alnında siyah bir lekedir– onun devrinde fethedilmişti. Fiilen askerî hâkimiyet gerçekleştiği hâlde bir süre papazlar, şehrin anahtarlarını vermemekte diretir ve: “Aranızda, bu şehrin anahtarlarını teslim alacak şahsın şemâilini göremiyoruz, onun için de anahtarları veremiyoruz.” derler…

Durum kendisine haber verilince, koca halife yola çıkar.. kendine ait devesi olmadığı için de Beytülmâl’den aldığı ödünç bir deveye, kölesiyle beraber nöbetleşe binerek ta Kudüs’e gider. Kaderin cilvesi, şehre girileceği zaman sıra köleye gelir.. halife deveden iner, kölenin bütün ısrarlarına rağmen onu deveye bindirir ve kendisi deveyi yederek şehre girer…

Manzarayı görenler, mumlar gibi erirler ve: “İşte kitaplarımızda şemâili zikredilen adam.” der, anahtarları ona teslim ederler.

O büyük Ömer, ateşgede İranlının vurduğu hançer darbeleriyle yaralanmış ve koma hâlinde upuzun yatıyordu. Yediği-içtiği dışarıya çıkıyor; ne bir ses veriyor ne de seslere alâka duyuyordu. Hizmetçisi gelip, yemek veya su isteyip istemediğini sorunca, ya cevapsız bırakıyor ya da sadece gözleriyle “Hayır!” deyip geçiştiriyordu. Fakat “Ey mü’minlerin emiri, namaz!” denince, “Ha işte kalkıyorum. Namazı terk edenin İslâm’dan nasibi yoktur.” deyip yaralarından kan aka aka namazını kılıyordu.[24]

Böyle yapıyordu; zira bütün bunları Efendisinden böyle görmüştü. O’na iktida ve ittiba edecek ve arkadan gelenlere de örnek olacaktı. Evet, peygamberin gönderiliş gayelerinden biri de ümmetine örnek olmaktı…

4. DÜNYA-UKBÂ MUVAZENESİNİ TEMİN

Peygamberler dünya ve ukbâ muvazenesini kurmak için gelmişlerdir.

Onların getirdiği muvazene ile insanoğlu ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Evet, ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terk edip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir mazhariyettir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz; hele mücerret ilim asla insanı bu seviyeye yükseltemez.

Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi şu şekilde anlatır:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللّٰهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِنْ كَمَا أَحْسَنَ اللّٰهُ إِلَيْكَ وَلاَ تَبْغِ الْفَسَادَ فِي اْلأَرْضِ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ “Allah’ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesat peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.”[25]

Bu ilâhî dengenin bir tarafında, وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Rabbinin nimetlerini anlat da anlat.”[26] hakikatinin anlattığı kefe, diğer tarafında da ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ “Sonra kasem olsun, o gün bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”[27] âyetinin ikaz dolu ifadesiyle anlattığı kefe vardır. Ve işte muvazene bu ölçüler içinde korunacaktır!

Hz. Ebû Bekir, bütün servetini Allah için harcamış ve bitirmişti. Zira sıd­dî­kiyet bunu gerektiriyordu. Halifeliği döneminde kendisine bir bardak soğuk su verildi, içti ve ardından da hıçkıra hıçkıra ağladı. Hatta etrafındakileri de ağlattı. O ağlamayı kesti ama etrafındakiler hâlâ ağlıyorlardı.. ihtimal bir süre de onların ağlamalarına ağladı.. sonra yüzünü sildi ve kendine geldi. “Seni bu derece ağlatan neydi yâ Ebâ Bekir?” dediler. Cevap verdi:

“Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraberken, eliyle bir şeyleri itiyor gibiydi. Ve sanki: ‘Benden uzak dur, benden uzak dur!’ diyordu. Sordum, yâ Resûlallah! Bir şeyleri uzaklaştırıyorsun ama ben kimseyi göremiyorum. Buyurdular ki: ‘Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti, bana kendini kabul ettirmek istedi; ben de ona (Benden uzak dur!) dedim. O da bir kıyıya çekilirken; ‘Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler benim elimden kurtulamayacaklar.’ dedi. İşte bu bir bardak su ile dünya bana kendini kabul ettirdi endişesiyle ağladım.”[28]

Evet, o ve onun gibiler, her türlü ferah-feza hayat sürebilme imkânlarına rağmen, hep muvazene içinde bir hayat yaşamışlardı.. zira, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel de öyle yaşamıştı.[29]

5. İTİRAZ KAPISINI KAPATMAK

Peygamberler insanların ahirette Cenâb-ı Hakk’a karşı herhangi bir itiraza hakları kalmasın diye gönderilmişlerdir.

Bir âyet bu hususu şöyle anlatır:

رُسُلاً مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللّٰهُ عَزِيزاً حَكِيماً “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.”[30]

Peygamberlerin dışındaki liderler, kitleleri sürekli inandıramamışlar, inandırmış olsalar bile, mesaj ve teklifleri lâhûtî destekten yoksun olduğu için, sundukları hiçbir mesaj, söyledikleri hiçbir söz ve sergiledikleri hiçbir davranışla beşerîliği aşamamış ve zamanla da çevreleri, hazan vurmuş yapraklar gibi dağılıp gitmiştir.

Hâlbuki peygamberlerin liderlikleri böyle değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi, onlar, ısmarlama insanlardır. Onlar ta rahm-i mâderde peygamberdirler. Yaşayışları bir mûsıkî, konuşmaları da âdeta bir şiir gibi âhenklidir. Onlar konuşurken, varlık, bütünüyle kulak kesilir ve onları dinler. Evet, onların gelişleriyle nice hâdiseler seyirlerini değiştirir ve nice gönüller onlara tâbi olur. Kâinatta câri kanunlar, bazen onlar hatırına işlemez olur, bazen de onların isteği ile mecra değiştirirler…

Nebiler Sultanı’na bir kere bakıverin! Taş, ağaç, toprak ve çeşit çeşit hayvanlar, her biri âdeta kendi nev’i hesabına O’nunla münasebete geçmiş ve O’nun nübüvvetini tasdik ediyor gibi bir durum sergilemiş. Bûsîrî’nin de dediği gibi جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ اْلأَشْجَارُ سَاجِدَةً “Ağaç O’na koşarak geliyor ve lisan-ı mahsusuyla; Sen, Allah’ın Resûlü’sün.” diyordu.[31]

Çünkü eşya O’nun gelişiyle mânâ kazanmış ve varlık kaos olmaktan çıkmıştı.. O, Kur’ân’ın diliyle “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihini anlamazsınız.”[32] diyor ve âdeta her varlığa can ve hayat üflüyordu.

Bizler öğrendiğimiz her şeyi O’ndan öğrendik ve eşya O’nunla hikmet tahtına oturdu.[33] Tabiî bu arada insan da, abes ve başıboş olmadığının idrakine vardı.[34]

Her peygamber insanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bir kısım mucizelerle gelmiştir. Efendiler Efendisi ise, bütün peygamberlere ait mucizelerin hepsini getirmiş ve mukteda-yı küll olduğunu göstermiştir.

Evet, her ümmet kendi peygamberine ait nice mucizeleri ya bizzat gördü veya dinledi. Bizler de, Allah Resûlü’ne ait binlerce mucize dinledik. Ve Kur’ân gibi ebedî bir mucizeyi de her zaman görmekteyiz. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah (celle celâluhu), inanmamızı istediği hakikatleri her zaman desteklediği peygamberiyle gayet açık ve vâzıh bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da şudur: Cenâb-ı Hak, “Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”[35] mânâsına وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً buyurmaktadır. Demek ki peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mazeretine bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.

[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/253; İsrâ sûresi, 17/55.
[2] Buhârî, fedâilü’l-Kur’ân 14; megâzî 83; Müslim, selâm 51.
[3] Müslim, selâm 46; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/120.
[4] Zâriyât sûresi, 51/56.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/25.
[6] Nahl sûresi, 16/36.
[7] Taberî, Câmiu’l-beyan, 24/33 vd.; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/449.
[8] Buhârî, merdâ 19; Müslim, zikr 10.
[9] اَلْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلاَّتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتّىَ وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ “Peygamberler baba bir kardeşlerdir. Anneleri ise muhteliftir. Dinleri birdir.” Yani, peygamberler dinin esasında (tevhid) ittifak hâlindedirler. Teferruatta ise birbirinden farklı şeyler getirmişlerdir. (Buhârî, enbiyâ 48; Müslim, fezâil 145).
[10] Ahzâb sûresi, 33/39.
[11] Mâide sûresi, 5/67.
[12] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/266–269; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/136… vd. Hâdisenin bazı kısımları için bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, cihad 111.
[13] Tevbe sûresi, 9/32.
[14] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/107.
[15] Ahzâb sûresi, 33/45.
[16] Hacc-ı Ekber: Ulemâdan bazılarına göre hacca, bazılarına göre ise umre ile haccın beraber yapılmasına denir. Halk arasında yanlış olarak Arafat’ın cumaya denk gelmesine denir ki, doğru değildir.
[17] Müslim, hac 147; Ebû Dâvûd, menâsik 56; İbn Mâce, menâsik 76, 84.
[18] En’âm sûresi, 6/90.
[19] Ahzâb sûresi, 33/21.
[20] Buhârî, fezâilu’l-ashab 1; Müslim, fezâilu’s-sahabe 208-209.
[21] Buhârî, fezâilu’l-ashab 1; Müslim, fezâilu’s-sahabe 210-216.
[22] Eski Ahit, Tesniye, Bâb: 33, Âyet: 3.
[23] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/83.
[24] Abdürrezzak, el-Musannef, 1/150; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 3/350.
[25] Kasas sûresi, 28/77.
[26] Duhâ sûresi, 93/11.
[27] Tekâsür sûresi, 102/8.
[28] Bezzâr, el-Müsned, 1/106, 196; Beyhakî, Şuabu’l-iman, 7/365; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 6/164.
[29] Örnek olarak bkz.: Müslim, eşribe 140-142.
[30] Nisâ sûresi, 4/165.
[31] Bkz.: Müslim, zühd 74; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/223.
[32] İsrâ sûresi, 17/44.
[33] كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ “Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitap ve hikmeti ve size bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik.” (Bakara sûresi, 2/151) Ayrıca bkz.: Bakara sûresi, 2/129; Âl-i İmrân sûresi, 3/164; Cuma sûresi, 62/2 ve Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/202 (Hz. Cafer ile Necâşi arasında geçen konuşma.)
[34] Şu âyetler bu mevzuu ne güzel anlatmaktadır: أَيَحْسَبُ اْلإِنْسَانُ أَنْ يُتْرَكَ سُدًى “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâmet sûresi, 75/36). أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ “Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn sûresi, 23/115)
[35] İsrâ sûresi, 17/15.

Peygamberlerin Özellikleri

1. RABBANÎLİK

Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp şöyle bir sistem ortaya koyayım, diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Risalet mevzuunda doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı murad buyurur.. vakti ve zamanı gelince tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin insana, vazife, sorumluluk ve peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilan eder.

Her peygamber seviyesine göre, vahiyle gelir, vahiyle yaşar ve vahiy kesilince de gider. Bizim hayatiyetimizin devamı için hava, su, ekmek gibi temel maddeler ne ise, peygamber için de vahiy odur. Onlar âdeta, Allah’tan gelen “üns” esintileriyle beslenirler. Feyz-i akdes ve mukaddesten daima sabâ rüzgarı gibi bir şeyler eser gelir ve onlar da bu esintiler devam ettiği sürece insanların arasında kalmaya katlanırlar. O kesilince de Rabb’e doğru iştiyakla kanat çırpar ve ötelere uçacakları anı beklerler.

Onlar, bütün varlıklarıyla Rablerine teslim olmuşlardır. O neyi söylemelerini isterse ancak onu ve Rablerinin istediği ölçüde söylerler. Getirdikleri din, tamamen Allah (celle celâluhu) tarafından vaz’edildiği için onlar vazifelerinde rabbanîdirler ve böyle rabbanî bir vazifeyi yerine getirmekle mükelleftirler.

Vazifelerini yaparlarken de, muhataplarının kabul veya reddi onları bağlamaz ve alâkadar da etmez. Evet, onların vazifesi sadece tebliğ edip anlatmaktır. Muhaliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları hiç umurlarında değildir. Davaları adına taviz vermeleri ise, kat’iyen düşünülemez. “Ay’ı bir omuzuma, Güneş’i diğer omuzuma koysalar, vallahi bu davadan vazgeçmem!”[1] onların umumî düsturudur.

2. HASBÎLİK

Peygamberler yaptıkları hizmet karşılığında maddî-mânevî hiçbir ücret beklemezler. Kur’ân-ı Kerim onların bu hususiyetlerini çeşitli vesilelerle ve muhtelif âyetlerde dile getirmiştir. Hepsinin sözündeki ortak ve odak nokta إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّٰهِ “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.”[2] hakikatinde toplanmaktadır. Bizler, maddî olmasa da mânevî bir ücret bekleyebiliriz. Hâlbuki nebiler bunu da beklemezler ve bütün yaptıklarını Cenâb-ı Hakk’ın emri olması zaviyesinden değerlendirerek yaparlar. Farzımuhal, neticede Cehennem’in alevlerinde yanacak dahi olsalar, yine onların düşüncelerindeki berraklık bulanmaz ve hep vazifelerini yapmayı düşünürler…

Peygamberler maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunan insanlardır ve bu mevzuda zirve varlıklardır.. Cennet sevdası da Cehennem korkusu da değildir onlara bu çetin ve zorlu vazifeyi yaptıran, bu zorlardan zor hizmeti gördüren.. sadece ve sadece Rabb’in rızasını kazanabilmektir.

Her peygamber hasbîdir. Ancak hasbîlikte doruk nokta Nebiler Sul­tanı’na aittir. Doğduğu zaman “Ümmetî!” demiş, mahşerde de “Ummetî, ümmetî!” diyecektir.[3] Bu nasıl hasbîliktir ki, Cennet kapıları ardına kadar açılıp O’nun teşrifini beklerken O, ümmetini de oraya götürebilmek için mahşerin en bunaltıcı anlarını Cennet’e tercih edebilmektedir. Ve yine bu nasıl bir hasbîliktir ki, sadece sıhriyet ve kurbiyet itibarıyla kendine yakın olanları değil; en mücrimi de dahil, bütün ümmetini toptan istemektedir.

Evet onların ruh menfezleri sadece bir noktaya açıktır: Allah’ın (celle celâluhu) rızasına.. bundan başka her şeye onlar kapılarını sürgülemiş ve sürmelemişlerdir.

Bilhassa günümüzde, peygamberliğe ait bir vazife olan tebliğ ve irşad vazifesini omuzlayanların bu noktaya çok iyi dikkat etmeleri ve bu mevzuda çok hassas davranmaları gerekmektedir. Çünkü sözün tesiri, belâgat ve fesâhatında değil, samimî olmasında saklıdır. Bu ise hasbîliği gerektirmektedir.

Bu mânâya işaret içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’de:

اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُم مُهْتَدُونَ “Sizden ücret istemeyen kimselere tâbi olun, onlar hidayete ermiş kimselerdir.”[4] denilmektedir.

Evet, onlar hidayet semalarında pervaz edip uçarken, siz de onlara tâbi olun. Çünkü sizden dünyalık namına bir şey talep edip istemiyorlar. Uyup arkasından gideceğiniz insanları iyice düşünüp tartın ve öyle insanlara tâbi olun ki, gece ve gündüzleri, hep hizmet aşkıyla dolu olsun. O, gelecek neslin zafer arabalarının geçeceği yolları hazırlamayı, o dönemin debdebeli ve muhteşem günlerini idrak edip kavuşmaya tercih etsin. Ve onun hasbîlikle yoğrulmuş gönül dünyasına, bu kadar masum bir isteğin gölgesi dahi düşmesin. İşte kendinize böyle önder ve liderler seçin ve onların ardından gidin!

Allah Resûlü hasbî idi. Hayatı boyunca karnını arpa ekmeği ile dahi doyurmamıştı. Bazen günler, haftalar ve aylar geçerdi de, O’nun saadet dolu hanesinde yemek pişirmek için ne bir ocak yanar ne de bir tas çorba kaynardı.[5]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün yanına gittim. Namazı oturarak kılıyordu. Namazını tamamlayınca sordum: Yâ Resûlallah hasta mısınız?

– Hayır, açlık.. yâ Ebâ Hüreyre, dedi.

Ağlamaya başladım. Kâinat kendisi için yaratılmış, Allah’ın en sevgilisi açlık ve gıdasızlık sebebiyle ayağa kalkacak gücü olmadığından namazını oturarak kılıyordu. Benim ağladığımı görünce teselli etti.

– Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Bu dünyada açlık ızdırabını çeken, diğer tarafta Allah’ın azabından emin olacaktır.[6]

Ensardan bir kadın kendisine döşek gibi bir şey getirmiş ve Hz. Âişe Validemiz de (radıyallâhu anhâ) onu Allah Resûlü’nün her zaman üzerinde istirahat buyurduğu hasırın üzerine sermişti. Geldiğinde bu manzarayı gören Allah Resûlü, ne olduğunu sormuş ve aldığı cevap üzerine de şöyle buyurmuştu:

– Âişe! Onu derhal geriye teslim et. Allah’a yemin ederim ki, eğer istese ve arzu etseydim, Allah benim sağımda ve solumda, altından ve gümüşten dağlar yürütürdü; fakat ben istemiyorum.[7]

Evet O, eğer isteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi; ama istemiyordu. Bir gün bir melek geldi ve Allah’tan (celle celâluhu) selâm getirdi, sonra da sordu: “Yâ Resûlallah, Cenâb-ı Hakk’ın selâmı var, soruyor: Bir melik peygamber mi olmak istersin, yoksa bir kul peygamber mi?”

Cibril imdada yetişir: تَوَاضَعْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Yâ Resûlallah (Rabbine karşı) mütevazi ol!” Ve Allah Resûlü tercihini yapar: “(Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden) bir kul peygamber olmayı isterim.”[8]

Oturur, köle ve hizmetçilerle beraber yemek yerdi. Bir kadın bu manzarayı görünce: “Oturmuş da köle gibi yemek yiyor.” dedi. Kâinatın Efendisi cevap verdi: “Benden güzel köle mi olur! Ben Allah’ın kölesiyim.”[9]

Allah Resûlü’nün bütün hayatı hasbîlik tablolarıyla doludur. Şimdilik misallerin tafsilatını, O’nun hayat-ı seniyyesini konu alan binlerce kitaba havale ediyoruz. Evet, O başta olmak üzere ve bütün nebiler hasbî olarak yaşamışlar, yaptıkları hizmet mukabilinde ne dünya ne de ahiret namına hiçbir talepte bulunmamışlardır. Onun içindir ki sözleri müessir olmuştur. Öyle ise, sözlerinin iksir-misal tesirli olmasını isteyenler, evvelâ hizmetleri karşılığında kimseden hiçbir şey istememeyi öğrenmeliler…

3. İHLÂS

İhlâs, yapılan her şeyi Allah (celle celâluhu) için yapma ve yapılmayanı da yine Allah için yapmama, demektir. Peygamberler, daha işin başında işte böyle bir ihlâsa erdirilmiş şahsiyetlerdir. Gerçi çalışıp çabalama ile insan, ihlâsta bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, diğer insanların varabileceği son nokta, nebiler için sadece bir başlangıç noktasıdır. Onlar, âdeta ihlâsın özü hâline gelmiş ve muhlasînden kılınmışlardır. Kur’ân-ı Kerim onların bu hususiyetini bazı peygamberlerde müşahhaslaştırarak şu şekilde anlatır: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّه كَانَ مُخْلَصاً وَكَانَ رَسُولاً نَبِيًّ Kitab’da Musa’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş, bir resûl ve bir peygamberdi.”[10]

Ve Hz. Yusuf için إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ “…Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[11]

Ve Allah Resûlü’nün şahsında ümmetine şöyle sesleniyor: إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصاً لَهُ الدِّينَ “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik, (o hâlde sen de) dini O’na has kılarak Allah’a kulluk et!”[12]

Yine Allah (celle celâluhu), Habibini şöyle konuşturuyor:

قُلِ اللّٰهَ أَعْبُدُ مُخْلِصاً لَهُ دِينِي “De ki: Ben dinimi sadece O’na has kılarak Allah’a kulluk ederim.”[13]

Kulluğun sebebi, Allah’ın emridir; neticesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır; meyve ve semeresi ise Rabb’in ahirette verecekleridir. Kulluk bütün bir hayatı içine alır ve mü’minin bütün davranışlarında bir şuur ve iz’an olarak kendisini hissettirir.

Asrımızın büyük mütefekkiri: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O’nun rızası dairesinde hareket ediniz.”[14] derken ihlâsın hem tarifini yapmakta hem de ehemmiyetini dile getirmektedir.

İhlâs, insanın dosdoğru ve müstakîm olmasının adıdır. İhlâslı insanın hayatında zikzaklar yoktur. Ruhanî seyri hep yukarıya doğru ve dimdiktir. Onun içindir ki, onlar işe başladıkları günkü mahviyetlerini, zirvelere çıktıkları zaman da koruyup muhafaza edebilmişlerdir. Ancak onlar ne kadar azdır!.

İnsanlık tarihinde, bu ufkun zirvesinde sadece bir insan vardır; o da Allah Resûlü’dür. Nasıl olmasın ki, davasını ilk yaymaya başladığı günkü tavrıyla Mekke’yi fethettiği gün arasında mahviyet ve tevazu bakımından zerre kadar değişme göstermemiştir.

Mekke sulhle alınmıştır. Münferit bir iki hâdise olsa bile, bunu umuma teşmil etmek doğru değildir. İki Cihan Serveri, senelerce evvel çıkarıldığı bu mübarek yere girerken fatih bir kumandan edasıyla girmiyordu. O gün merkûba binmiş ve başını o kadar eğmişti ki, mübarek başı neredeyse eğerin kaşına değecekti.[15]

O, Medine’de bulunduğu devre içinde de tavrını hiç değiştirmemişti. Sahabe, O içeriye girdiğinde ayağa kalkardı.. kalkmalıydılar da. Hatta O girdiğinde cenazeler dahi kabirlerinden fırlayıp, O’na ihtiram etmeliydiler.. O bütün bunlara fazlasıyla lâyıktı. Ancak kendisi, sahabenin böyle ayağa kalkmasından ciddî rahatsızlık duyar ve her defasında:

لاَ تَقُومُوا كَمَا تَقُومُ اْلأَعَاجِمُ “Acemlerin (büyüklerine) ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın!”[16] der ve tekdîr ederdi.

Evet O, kudsî vazifeye nasıl başladıysa, öyle de bitirdi.. O’nun hayatı âdeta bir mûsıkî âhengi içinde geçmişti. Başladığı işi başladığı perdede bitiriyordu ve bu çok üstün muvaffakiyet demekti. Hatta O, bir yönüyle bu ilâhî mûsıkîye pestle başlamış ve neticede arz u semayı velveleye verecek tize ulaşmıştı.

O, bütün hayatı boyunca dini Allah’a tahsis ederek sadece O’na kulluk yaptı.. gönlü sadece O’nun mârifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O’nun âsârını süzüp durdu.. bütün duyguları O’ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve köpürdü.. O, Hakk’a uyanmış, hakikate yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha ile hep “Allah” deyip dolaşmıştı. Çünkü O, bir ihlâs insanıydı…

O’ndaki ihsan şuuru da buna ayrı bir buud teşkil ediyordu. Çünkü bizzat O’nun tarifi içinde ihsan, Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmaktı.[17] Meseleyi bir teşbihle anlatacak olursak, başkası kıbleye dönüp namaz kılarken, O, namazını Kâbe’nin içinde kılıyordu.

4. MEV’İZE-İ HASENE (GÜZEL ÖĞÜT)

Peygamberler, davalarını neşrederken kat’iyen diyalektiğe girmezler. Onlar insanlara “mev’ize-i hasene” ve “hik­met”le yaklaşırlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e şöyle ifade edilmektedir:

اُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ“Sen Rabb’inin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[18]

Onlara eşyanın hikmetini, hilkatteki esrarı yumuşak bir şekilde ve inan­dı­rıcı bir üslûpla anlat! Yani hissiyatlarını rencide etmeden, kalb ve kafalarını doyurmaya gayret et!

Peygamberler demagoji, diyalektik ve felsefî üslûba hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Zira, ne dün ne de bugün, demagojiye açık birkaç ahmak istisna edilecek olursa, bu yolla kimseye bir şey anlatılamamıştır. Zaten Cenâb-ı Hak da onları bu türlü abes şeylerle meşgul etmek istememiştir. Onların vazifesi hikmetle ve “mev’ize-i hasene” ile dine ait meseleleri neşredip yaymaktan ibarettir.

İnsan sadece bir zihin ve kafadan ibaret değildir; onun bir de kalbi, ruhu, sırrı, hafîsi, ahfâsı vardır ve bunların hepsi de tatmin ister, tatmin beklerler. İşte nebiler, insanları bütün bu yönleriyle ele alır ve mesajlarını takdim ederken de onları bütün havâslarıyla ikna ve tatmin ederler. İnsana ait hiçbir hususiyet boş bırakılmadan yapılan böyle bir tebliğin neticesi ise, bütün tereddütleri zail olarak muhatabın imandaki vahdete ulaştırılmasıdır ki, bu da insanın varoluş gayesidir.

Onların ders halkasında yetişenlerde bir başka yakîn hâsıl olur. Onların huzurunda, bu âleme bakan gözlerinin yanında kalb gözlerinin kapakçıkları da açılır ve başkasının görmediği, bilemediği meseleler artık, onlar için ayân olur. Gayrı bütün dünya tereddüt ve şüphe ile dolup taşsa, ihtimal onlar sadece bunlara müstehzi bir eda ile güler geçerler. Zira onların vicdanlarında hâsıl olan mârifet peteğine hiçbir şüphe sineği konamaz…

Allah (celle celâluhu), onların bildiği biri, bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir.[19] Semadan gelen ilham esintileri onların kalblerini âdeta bir sema hâline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik etmekle, semaya doğru yükselen “kelime-i tayyibe” merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.[20]

Hatta onların arasında, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi öyleleri yetişir ki, “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” [21] der ve sır kapılarını aralarlar. Yani, “Gayb perdesi kalksa, ben neticede görmem gerekli olan her şeyi görsem, şu anda inandığımdan fazla bir mârifet ufkuna ulaşacağıma ihtimal vermiyorum; zira yakînim o ki, ben gaybe imanın doruğundayım.”

Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi bir insanda bu söz, “tahdis-i nimet” makamında söylenmiş bir sözdür. Allah Resûlü, Hakk’ın takdiriyle kıyamete kadar gelecek velilerin babası olarak onu ilân buyurmuştur. Onu, saadet hücresine almış, kadınların en güzeli, en incesi, en zarifi, en endamlısı, hurileri geride bırakacak, o nübüvvet bahçesinin çiçeği Hz. Fatıma Anamızla evlendirmiş ve bu kutlu evlilikten de bir güzelle bir de güzelcik, yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiş. Ayrıca bütün veliler ve veliler içinde de kutuplar hep bu menbadan fışkırıp çıkmış…

Evet, Hz. Ali böyle olduğu gibi, onunla devam eden altın silsilenin hemen hemen her bir halkası da, bu şuuru temsilin birer kahramanı olmuştur.

Evet, bu şuur, iman ve islâmın neticesinde ihsan sırrına erenlerde gelişir.. ve onlar daha dünyada iken: فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ “Senden perdeyi kaldırdık, bugün artık gözün keskindir.”[22]hitabına mazhar olurlar. Batılının entüisyon dediği bu hâl, insanın vicdanında varlığını hissettirmeye başladı mı artık dış dünya susar ve iç sezişlerin çığıltıları benliği sarar; derken ruh-efzâ bir hâl olur. Çünkü Mârifet Sultanı gönül tahtına oturmuştur. O’nu dışarılarda aramaya ne gerek var..?

İşte tilmizlerini bu duygu ve düşünceye yükselten Nebi, metot olarak hep en şümullü mânâsıyla mev’ize-i haseneyi esas almış ve irşad binasını da bu temel üstüne kurmuştur.

Bizim bu babda söylemeye çalıştığımız hususları şu âyet, en veciz ve en mucizevî bir üslûpla dile getirmektedir: كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ“Nitekim, kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik.”[23]

İki Cihan Serveri’nin bu mevzudaki hassasiyet ve metodunu çeşitli vesilelerle arz edip misalleştirdiğimizden burada daha fazla bir şey söylemeyi zait görüyoruz. Yine de bir iki cümle ile hulâsa edecek olursak, şöyle demek mümkündür:

O, her zaman muhatabın durum ve seviyesine göre, onun aklını, kalbini, vicdanını doyuracak şekilde, eksik ve fazladan müberra olarak, hikmet çerçevesinde bir usûl ve üslûpla hitap ederdi ki, ekseriyetle O’nu dinleyip de huzurdan ayrılanlar, iman ve itminan elde etmiş olarak ayrılırlardı. Velid b. Muğire ve Utbe b. Rebia gibi bazıları, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediklerinin hak olduğunu kabullenmekle beraber, gurur ve kibirlerinin esiri olmuş, inanamamış; bazıları da korkularının kurbanı olmuş, inkârda kalmıştır ki, aslında bu da tamamen alıcı durumunda olanlara ait kusurlardandır. Bazen de, Şair A’şâ gibi her şeyi kabul etmekle beraber, eski alışkanlıklarını terk edemeyip mehil isteyenler vardı ki, eğer hidayete ermeden ölmüşlerse, bu, onlara ait kaza ve kaderin, daha önceden sebkat etmesiyle izah edilmelidir. Bunların hiçbirinde Allah Resûlü’ne râci bir eksiklik ve kusur yoktur ve olamaz da!

5. TEVHİDE ÇAĞRI

Kur’ân-ı Kerim’de birçok peygamberin kavmine hitabında, bu nokta ele alınarak şöyle denmektedir: يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.”[24]

Her peygamberin davası bu yüce hakikatle başlar ve onunla noktalanır.

Birbirinden ayrı zaman ve mekânlarda gelen bu mümtaz şahsiyetlerin böyle bir noktada ittifakları ve hep aynı hakikatleri haykırmaları, hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz ki, bunlar kendilerine ait fikir ve düşünceleri değil, Rabbilerinden aldıkları mesajları tebliğ etmektedirler. Zira aynı meselede ayrı ayrı istidat ve kabiliyetteki insanların, hem de çeşitli yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen ittifak etmeleri aklen mümkün değildir. Siz, aynı ekole mensup bir kısım felsefî akımların, hem de aynı zaman dilimi içinde yaşayanları arasında dahi, çok küçük ve basit meselelerde, pek çok ihtilaf ve farklılıklara şahit olursunuz.

İşte, beşerî düşünce ve mülâhaza kaynaklı cereyanlardaki bu ihtilaf.. ve ilâhî vahiyle serfiraz zatların sundukları sistemlerdeki bu ittifak, öncekilerin heva ve heves kaynaklı, ikincilerin de hidayet edalı olduğunu göstermektedir. Evet, bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de yine o müesseseye ait bir hususiyettir. Onun içindir ki Allah Resûlü:

أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ“Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerike leh’ mânâsına gelen sözdür.” buyurmuşlardır.[25]

[1] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/101; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/545.
[2] Bkz.: Tevbe sûresi, 10/72; Hud sûresi, 11/29; Sebe sûresi, 34/47.
[3] Buhârî, tevhid 36; Müslim, iman 326-327.
[4] Yâsîn sûresi, 36/21.
[5] Buhârî, hibe 1; rikâk 17; Müslim, zühd 28-36.
[6] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 7/109; 8/42-43.
[7] İbn Ebî Âsım, Kitabu’z-zühd, s. 14; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 6/141; Beyhakî, Şuabü’l-iman, 2/173.
[8] İbnü’l-Mübarek, ez-Zühd, s. 264-265; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/171; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 10/288, 12/348; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/48-49; Şuabü’l-iman, 1/177; 2/167; 5/107; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 9/19-20.
[9] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 8/200.
[10] Meryem sûresi, 19/51.
[11] Yusuf sûresi, 12/24.
[12] Zümer sûresi, 39/2.
[13] Zümer sûresi, 39/14.
[14] Bediüzzaman, Sözler, 1.Söz.
[15] Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 6/120.
[16] Ebû Dâvûd, edeb 152; İbn Mâce, dua 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/253.
[17] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 5, 7.
[18] Nahl sûresi, 16/125.
[19] مَنْ عَمِلَ بِمَا يَعْلَمُ وَرَّثَهُ اللّٰهُ عِلْمَ مَا لَمْ يَعْلَمْ “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini ihsan eder.” mealinde bir hadise işaret edilmektedir. (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 10/15).
[20] اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “Güzel sözler O’na çıkar, salih amel de onu yükseltir.” (Fâtır sûresi, 35/10).
[21] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 10/203; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa, s.193.
[22] Kâf sûresi, 50/22.
[23] Bakara sûresi, 2/151.
[24] A’râf sûresi, 7/59, 65, 73, 85; Hud sûresi, 11/50, 61, 84; Mü’minûn sûresi, 23/23, 32.
[25] Tirmizî, daavât 122; Muvatta, Kur’ân 32; hac 246. (Lafız Muvatta’a ait)

Peygamberlerin Sıfatları: Sıdk-Doğruluk

Doğruluk, peygamberliğin mihveridir. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberin ağzından çıkan her şey tasdik edalıdır. Çünkü onlar, hilâf-ı vaki hiçbir beyanda bulunmazlar. Kur’ân-ı Kerim bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً “Kitab’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebiydi.”[1]

Yani sen o büyük peygamber olan İbrahim’i (aleyhisselâm) Levh-i Mahfuz’da veya onun sabit hakikati ve istinsahı olan Kur’ân’da hatırla ki, o, özü sözü, davranışları, düşüncesi dosdoğru bir nebiydi.

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِيّاً

“Kitab’ta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve nebiydi.”[2]

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً * وَرَفَعْنَاهُ مَكَاناً عَلِيّاً

“Kitab’ta İdris’i de an. O dosdoğru bir nebiydi. Onu yüksek makamlara yücelttik.”[3]

Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) hapishane arkadaşının hitabını Kur’ân naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir: يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ “Ey özü sözü doğru Yusuf!”[4]

Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (celle celâluhu) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’ân’da doğru olanları tebcil ediyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”[5]

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أُولَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

“Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Resûlü’ne iman eden, ondan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.”[6]

A. Sadıklar Övgüye Lâyıktır

Ve sözünün eri sadıklar Kur’ân’da tebcil edilir: مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً  “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[7]

Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum:

Enes b. Mâlik –ki Allah Resûlü’nün hizmetkârıdır. Efendi­miz Medine’ye teşrif edince, annesi, henüz sekiz-on yaşlarında olan Enes’in elinden tutup onu Allah Resûlü’ne getirmiş ve “Yâ Resûlallah! Oğlum hayatı boyunca sana hizmet etsin.” demiş ve Enes’i orada bırakıp gitmişti[8]– işte bu Enes b. Mâlik, “Bu âyette kastedilen şahıs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir.” der.[9]

Enes b. Nadr, Akabe’de Allah Resûlü’nü görünce O’na büyülenmiş gibi bağlanmış ve delicesine sevmişti. Fakat her nasılsa Bedir’de bulunamamıştı. Hâlbuki Bedr’in ayrı bir yeri vardı. Hatta Bedir’de bulunanlar ashab arasında nasıl seçkinse, Bedir’e iştirak eden melekler de gök ehli tarafından öyle seçkin görülürdü. Bu, Bedir’de bizzat bulunmuş ve meleklere kumandanlık yapmış Cibril’in sözüydü.[10] Gel gör ki Enes b. Nadr bu fırsatı kaçırmıştı ve yanıp yakılıyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi derdini Allah Resûlü’ne şerh etti: “Yâ Resûlallah, eğer bir daha onlarla karşılaşmak nasip olursa, işte o zaman kâfirlerin benden çekecekleri var.” Enes’in bu içten duası kabul olmuş ve Uhud’da küffarla karşı karşıya gelmişti…

Uhud.. Uhud deyince insanın içi burkulur. Çünkü orada yetmiş sahabe şehit edilmiştir. Kim bilir, belki de Uhud’daki bu acı hatıradan ötürü ona bir isnadda bulunuruz diye, Allah Resûlü bir gerçeği ifadenin yanında, buna önlem almış ve bir gün Uhud’un yanından geçerken: أُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ “Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever biz de onu severiz.” buyurmuştur.[11]

Uhud sarp bir dağdır. Fakat Uhud savaşı o dağdan da sarp cereyan etmiştir. Her nasılsa sahabe geçici olarak nöbet yerini istenen şekilde koruyamamış, hatta mevziini değiştirmiş ve böylece Allah Resûlü’nün gösterdiği tabyanın dışına çıkmıştı. Evet, bu sadece bir strateji ve bir tabye aramaydı. Bu itibarla da buna bozgun demek doğru değildir. Bizim sahabeye karşı olan saygı anlayışımız da bu çizgidedir.

Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmış, mübarek dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmış ve vücudu kan revan içinde kalmıştı. Ama her şeye rağmen O mağfiret ve rahmet peygamberi, ellerini açmış, dua dua yalvarmış ve: اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ “Allahım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurmuştu.[12]

Enes b. Nadr oradan oraya koşuyor ve bir sene önce Allah Resûlü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyordu. Çalışıyordu ama, o da çokları gibi sona doğru bir noktada dolaşıyordu. Evet, vücudu delik deşik olmuş, son anlarını yaşıyordu. Dudaklarında son tebessüm, yanına yaklaşan Sa’d b. Muaz’a şu sözleri söylüyordu: “Resûlullah’a benden selâm söyle. Vallahi şu anda Uhud’un arkasından Cennet kokularını duyuyorum.”[13]

O gün nice şehitleri tanımak mümkün olmamıştı. Hamza tanınamamış, Mus’ab b. Umeyr bilinememiş, Abdullah b. Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince ancak hakkında “Odur.” diye hüküm verilebilmişti. Enes b. Nadr da aynı durumdaydı. Kızkardeşi gelmiş, kılıcı tutan eline –ki ihtimal tek oradan yara almamıştı– bakıp onu tanımış ve gözleri dolu dolu, “Bu, Enes b. Nadr, yâ Resûlallah!” diyebilmişti.[14]

İşte âyet, bu civanmerdi anlatıyordu. O, verdiği sözde durdu. “Ölesiye savaşacağım.” dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancı çıkaramadı.

Âyetin onu anlatması, onun, inananlara da bir örnek olması içindir. Evet, “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra, her fert bu denli o kelimenin muhtevasına sadık kalmalıdır ki, din harap, iman serâp, şeâir de pâyimâl olmasın…

Enes b. Nadr ve Enes b. Nadrlar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoğru olduklarını ispatladılar. Çünkü onlar derslerini, Kâinatın Efendisi Muhammedü’l-Emîn’den almışlardı. O nasıl doğru ve emindi, dostları da aynı şekilde doğru ve emindiler…

B. Cahiliye O’nu “Emîn” Tanımıştı

Mekkeli O’na mücerret adıyla değil, ismine “el-Emîn” sıfatını ekliyor ve öyle hitap ediyordu.. evet, O bu sıfatıyla meşhurdu. Ne mutlu bizlere ki, bizler de sabah akşam söylenmesi müstahsen olan bir virdde O’nu böyle anıyor ve لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلأَمِينُ diyoruz.

Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in (Biz Es’ad: Mutlu Taş diyelim) tekrar eski yerine konulması büyük bir mesele hâline gelmişti. Kabileler kılıçlarını yarıya kadar sıyırmış ve herkes bu şerefin kendine ait olmasını istiyordu. Sonunda şöyle bir karara vardılar. Kâbe’ye ilk girenin hakemliğini kabul edeceklerdir. Herkes merakla bekliyordu.. ve tabiî, Allah Resûlü’nün hiçbir şeyden haberi yoktu. O’nun dosta-düşmana güven telkin eden gül yüzü görününce, oradakiler sevinçlerinden havaya zıplayıp “Emîn” geliyor, dediler ve O’nun hükmüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler…[15]

Zira O’na güvenleri tamdı. Allah Resûlü o gün henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti ama herkesin itimat edeceği bir insandı ve bir peygambere ait bütün vasıfları üzerinde taşıyordu.

Evet, fazilet odur ki, düşmanlar dahi kabul ve tasdik etsin. İşte, –o güne göre– Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en azılı düşmanı Ebû Süfyan’ın, O’nun doğruluğunu tasdiki:

Allah Resûlü etraftaki hükümdarlara nâmeler gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de, Roma imparatoru Hirakl’e (Hiraklius) göndermişti. Hirakl, mektubu baştan sona okudu. O sırada Şam bölgesinde bulunan Ebû Süfyan’ı çağırttı ve aralarında şu şekilde bir muhavere cereyan etti:

– O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi fakirler mi?
– Fakirler.
– Hiç O’na inananlardan dönenler oldu mu?
– Şimdiye kadar hayır.
– Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?
– Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar.
– Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?
– Hayır, O’nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadık.

Ve işte mektubun tesirinden sonra, henüz Müslümanların en amansız düşmanı olan Ebû Süfyan’dan aldığı bu cevaplarla çarpılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:

– Bir insanın bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a karşı yalan söylemesi düşünülemez.[16]

Sadece mevzumuzla alâkalı yönünü aktarmak için çok kısa temas ettiğimiz bu hâdisede, Allah Resûlü’nün doğruluğuna iki delil vardır. Birincisi, Bizans İmparatoru Hirakl’dir ki, yukarıda kaydettiğimiz sözü söylemiştir. İkincisi ise, o gün için henüz İslâm’la şereflenmemiş Ebû Süfyan’ın verdiği cevaptır ki, Allah Resûlü’nün doğruluğunu kabullenip tasdik etmiştir. Ne var ki, Hirakl, makam ve mansıp sevdasını aşıp, ayağının dibine kadar gelmiş bir hakikî ve ebedî mülkü elde edememiş; Müslüman olup bahtiyarlar zümresine girememişti. Buna rağmen Allah Resûlü’nün risaletini kabul edip saygılı davranması, onun namına bir basiret jesti, bizim hesabımıza da sevindirici bir itiraf olmuştur.. Resûlullah’ın sıdk u sadakatini itiraf.

Esasen, Hirakl’in söyledikleri çok derindir. Evet, kırk yaşına kadar sıradan insanlara karşı dahi, şakacıktan olsun yalan söylemeyen bir insan, ölüm koridoruna girdiği bir devrede, hem de Allah’a karşı yalan söylemesi nasıl mümkün görülebilir ki..?

Yâsir henüz Müslüman olmamıştı. Oğlu Ammar’a nereye gittiğini sordu. Ammar: Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına.

Bu cevap Yâsir’e yetmişti.

– O emin bir insandır. Mekkeli O’nu böyle tanır. Eğer O, peygamber olduğunu söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’nun yalan söylediğini kimse duymamıştır…

Bu sözler, bu kabullenmeler, sadece birkaç kişiye mahsus değildi.. ışık çağı ve ona takaddüm eden yıllarda, O’nu tanıyan hemen herkes, hem de ittifakla O’nun doğruluğunu tasdik ediyordu.

C. Hep Doğruluk Tavsiye Etmişti

O hep doğru olarak yaşadığı gibi ümmetine de daima doğruluğu tavsiye etmiştir. Teberrüken bunlardan birkaçını burada zikretmek istiyorum:

اِضْمَنُوا لِي سِتًّا مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَضْمَنْ لَكُمُ الْجَنَّةَ: اُصْدُقُوا إِذَا حَدَّثْتُمْ، وَأَوْفُوا إِذَا وَعَدْتُمْ، وَأَدُّوا إِذَا اُؤْتُمِنْتُمْ، وَاحْفَظُوا فُرُوجَكُمْ، وَغُضُّوا أَبْصَارَكُمْ، وَكُفُّوا أَيْدِيَكُمْ

“Bana şu altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet’i tekeffül edeyim:

– Konuştuğunuz zaman doğru konuşun!
– Vaadettiğiniz zaman yerine getirin!
– Emanette ’emin’ olun!
– Apışaranızı koruyun!
– Gözlerinizi harama yumun!
– Ellerinizi haramdan uzak tutun.”
[17]

Evet, O hep ok gibi doğru yaşamış, doğruluğu tavsiye buyurmuş ve o kendine has doğrulukla âdeta imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Öyle bir noktaya ki, onun ötesinde sadece ve sadece Allah sıdkı vardır. Yani Allah Resûlü, doğrulukta da قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى  [18] ufkunda seyrediyordu. Evet O, bir yönüyle imkân dairesindeydi; ancak bir başka yönüyle imkân âlemini aşmıştı. Miraç münasebetiyle Kadı Iyâz’ın dediği gibi O, bir yere geldi ki, ayağını nereye basacağını şaşırdı. O’na “Bir ayağını diğerinin üzerine koy.” dendi. Elbette O, her hususta bir beşerdi. Fakat doğruluk O’nu işte böyle bir seviyeye yükseltmişti. O, bize de aynı tavsiyede bulunmakta ve: “Doğru söylemeye söz verin, hayatınıza yalan karıştırmayın, ben de size Cennet’i söz vereyim.” demektedir.

Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar: دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الْكَذِبَ رِيبَةٌ “İçinde kuşku uyaran şeyleri bırak, terket (kuşkusuz bir iklimde yaşa). Doğruluk insanın içinde itminan ve oturaklaşma hâsıl eder. Yalana gelince, burkuntudur, bulantıdır.”[19]

Yine buyuruyor: تَحَرَّوا الصِّدْقَ وَإِنْ رَأَيْتُمْ أَنَّ فِيهِ الْهَلَكَةَ فَإِنَّ فِيهِ النَّجَاةَ “Daima doğruluğu araştırın! Doğrulukta helâkinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluşunuz vardır.”[20]

Başka bir hadiste de şöyle ferman eder:

عَلَيْكُمْ بِالصِّدْقِ، فَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ. وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يَصْدُقُ وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ صِدِّيقاً. وَإِيَّاكُمْ وَالْكَذِبَ، فَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ، وَمَا يَزَالُ الرَّجُلُ يُكَذِّبُ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ كَذَّاباً

“Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr’e, o da sizi Cennet’e ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa Allah katında sıddıklardan yazılır.

Yalandan sakının. Yalan insanı fücura (günaha), o da Ce­hen­nem’e götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.”[21]

Kurtuluş ve necat doğruluktadır. İnsan doğrulukla ölse bile bir kere ölür; hâlbuki her yalan ayrı bir ölümdür.

Kâ’b b. Mâlik (radıyallâhu anh): “Ben doğruluğumla kurtuldum.” der. Evet, doğruluk deyince O’nu hatırlamamak mümkün değildir.

Kâ’b b. Mâlik, kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şairdi. Şiirleriyle kâfirlerin moral dünyalarını alt-üst edebilirdi…

Akabe’de gelip Allah Resûlü’ne biat etmişti. Dolayısıyla da Medine’nin ilklerindendi. Fakat Tebuk seferine katılamamıştı. Tebuk zorlu bir savaştı. Bu savaşta bir avuç insan koskoca Roma imparatorluğunun ordularıyla yaka-paça olacaktı. Hem de çölün o kavurucu ve bitirici sıcağında. O düşünceyle gidildi.. o civanmertlik gösterildi.. o sevap alındı ama o korkunç muharebe sadece düşüncelerde kaldı.

Allah Resûlü, bütün askerî harekâtlarını gizli tutarken bu defa açık gitmiş ve herkesi açıktan davet etmişti. İşte, böyle açık bir davete rağmen Kâ’b, bu sefere iştirak edememişti.

Şimdi siyer kitaplarından, kendi serencamesini kendi ağzından icmal ederek anlatalım:

“Herkes muharebeye davet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktı. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldı. Böyle olacağı bildirilmiş veya bildirilmemişti ama, Allah Resûlü bu muharebeye ayrı bir ehemmiyet veriyordu.

Herkes gibi ben de hazırlıklarımı tamamladım. Hatta o güne kadar hiç bir harbe bu kadar iyi hazırlanmamıştım. İki Cihan Serveri hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasıl olsa onlara yetişirim, diye beraber çıkmadım. Hiç de bir işim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alıkoyuyordu. Bugün-yarın-öbür gün, derken günler gelip geçiverdi. Artık Allah Resûlü’ne yetişmem mümkün değildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saati günler süren bir bekleyişle bekledim.

Nihayet, Allah Resûlü’nün seferden dönüşü her yandan duyulmaya başladı. Zaten her defasında öyle olurdu. Medine, O’nun dönüşüne yakın yeniden bir kere daha canlanırdı. İşte şimdi yine herkesin yüzünde bir beşaşet vardı; Allah Resûlü dönüyordu…

Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine’ye avdet etti. Efendimiz de mutadı olduğu üzere evvelâ mescide uğrayıp iki rekât namaz kılmış ve halkla görüşmeye başlamıştı. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iştirak etmeyenler de özür beyanında bulunuyorlardı. Benim durumumda olanlardan da çoğu mazeret bildirmiş ve Allah Resûlü tarafından mazeretleri kabul edilmişti. Ben de aynı şeyi yapabilirdim. Zira, içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama, nasıl olur da hiçbir mazaretim olmadığı hâlde Allah Resûlü’ne yalan söyleyebilirdim. Yapmadım, yapamadım. Karşılaştığımızda, İki Cihan Serveri kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karşıladı beni. Ve ‘Neredeydin?’ dedi. Durumumu olduğu gibi eksiksiz anlattım. Başını çevirdi ve dil ucuyla: ‘Kalk git!’ dedi.

Dışarı çıktım. Kavmim etrafımı sardı: ‘Sen de bir mazeret söyle, kurtul!’ dediler. Dedikleri bir aralık kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: ‘Benim durumumda olan başkaları var mı?’ ‘Var.’ dediler ve iki isim söylediler. İkisi de Bedir’e iştirak etmiş namlı, şanlı sahabeler arasında bulunuyorlardı: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet, onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doğruyu söylemişler ve benim durumuma düşmüşlerdi. –Estağfirullah– intizar koridoruna girmişlerdi. Benim için kendilerine ittiba edilecek insanlardı ikisi de.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim.

Üçümüz hakkında bir emir yayınlandı. Artık hiçbir Müslüman bizimle görüşüp, konuşmayacaktı. Diğer iki arkadaşım evlerine kapanıp, durmadan gece gündüz ağlıyorlardı. Ben, aralarında en genç ve kuvvetli olandım. Sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuşmuyordu. Vaktimin çoğunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü’nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediğim oluyordu.. heyhât ki, her gün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakıp tebessüm etmemişti. Selâm veriyordum; acaba dudakları kımıldayacak mı diye gözlerimi dudaklarına dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kımıldama olmuyordu.

Çok defa namaz kılarken gözümün ucuyla O’na bakıyordum. Namaza başladığımda bana bakıyordu. Fakat namazımı bitirince hemen benden gözünü kaçırıyordu. Tam elli gün böyle geçecekti. Bütün insanlar ve bulunduğum yer bana öylesine yabancılaşmıştı ki, kendimi yabancı bir ülkede zannetmeye başladım.

Bir gün Ebû Katâde –ki amcamın oğluydu, onu çok severdim, o da beni canı kadar severdi– onun bahçesinin duvarından atlayarak yanına sokuldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Sordum: ‘Allah için söyle, benim Allah ve Resûlü’nü sevdiğime inanmıyor musun?’ O hiç cevap vermedi. Sözümü üç defa tekrar ettim. Üçüncüsünde de: ‘Allah ve Resûlü bilir.’ dedi ve yanımdan ayrıldı. Dünya başıma yıkılmıştı. Ebû Katâde’den bu sözü hiç beklemiyordum. Gözlerim doldu ve hıçkıra hıçkıra ağladım.

Yine bir gün Medine sokaklarında yapayalnız dolaşırken; sokaklarda bir adamın beni soruşturduğunu duydum. Sorduğu şahıslar işaretle beni göstermişlerdi. Adam yanıma geldi, elinde de bir mektup vardı. Mektup bana aitti. Gassân Meliki’nden geliyordu. Melik beni, kendi memleketine davet ediyordu. Mektubunda: ‘İşittim ki sahibin seni yalnız bırakmış.. bize gel; senin gibilerin bizim nezdimizde kadri yüksektir…’ gibi sözler ediyordu. “Bu da bir imtihan.” dedim ve mektubu yırtarak ateşe attım.

Kırkıncı gündü. Allah Resûlü bir adam göndermişti. Gelen şahıs bizim, hanımlarımızdan uzak durmamız gerektiğini söylüyordu. ‘Boşayayım mı, ne yapayım?’ dedim. –Ah vefasına kurban olduğum insan!– ‘Sadece uzak dur!’ dedi ve gitti. Hanımıma kendi evlerine gitmesini söyledim. Bu arada Hilâl’in hanımı gidip, hizmet etmek kaydıyla izin istemişti. Hilâl yaşlı bir insandı. Kendi işini göremiyordu. Ve Allah Resûlü onun hanımına izin vermişti. Bazıları benim de aynı şekilde izin almamı istediler. Fakat kabul etmedim. Zira, Allah Resûlü’nün böyle bir teklifi nasıl karşılayacağını bilemiyordum.

Derken bir müddet de böyle geçmiş ve tam elli gün dolmuştu. Artık dayanamaz hâle gelmiştim. Dünyam kararmış ve kabir kadar daralmıştı. Her zaman yaptığım gibi evimin damında sabah namazını kılmış, oturuyordum. Birisinin yüksek sesle ismimi söylediğini duydum. Ses: ‘Müjde Kâ’b!’ diyordu. İşi anlamıştım. Hemen secdeye kapandım. O gün sabah namazından sonra Allah Resûlü affımızı ilân etmişti. Mescide koştum, herkes ayağa kalkmış beni tebrik ediyordu. Talha boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öpüyordu. Sanki yeniden bir Akabe yaşıyordum. Allah Resûlü’nün huzuruna gelip elini tuttum. O da benim elimi tutmuştu. –O anda Cennet’le müjdelenseydi dahi zannediyorum bu kadar sevinmeyecekti– Allah Resûlü: ‘Allah sizi affetti.’ buyurdular. Ve hakkımızda inen şu âyeti okudular:

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لاَ مَلْجَأَ مِنَ اللّٰه إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb’dır, Rahîm’dir.”[22]

O bu âyeti okuduktan sonra Resûlullah’a hitaben, ‘Yâ Resûlallah! Ben doğrulukla kurtuldum.. bundan böyle ömrüm oldukça da doğrudan başka bir şey söylemeyeceğime, söz veriyorum.’ dedim.”[23]

Evet, peygamberlik hakikati, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Her peygamber doğru söyler. Ve öyle olması da zarurîdir. Zira, gayb âleminden emirler getirerek insanlığa tebliğ eden bu şahıslardan herhangi birinde küçücük bir yanılma veya yanlışlık olsa, her şey altüst olur. İnsanlık adına öğrenmemiz gerekli olan bütün hakikatler, bize onlar vasıtasıyla intikal etmektedir. Bu ise zerre kadar yanılgıya tahammülü olmayan çok hassas bir konudur. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, bu mevzuda şöyle buyurur:

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ * لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ * ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ * فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ

“Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kuvvetle yakalar; sonra da O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık). Sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.”[24]

O, ilâhî emir ve nehiyler karşısında gassalın elinde bir meyyit gibiydi. Vahiy, O’nu istediği tarafa evirir-çevirir, O da hep o istikameti kollardı. Kurbiyet kazanıp en son noktayı elde ettiği anda dahi O, bu hassasiyetinden hiçbir şey kaybetmemişti.. kaybetmek bir yana daha da derinleşmiş ve âdeta erişilmez bir duyarlılık kazanmıştı.

D. Sözünün Eriydi

Kırk yaşına kadar O’nun hilâf-ı vaki bir söz söylediğini veya sözünde durmadığını bir kimse ne görmüş ne de duymuştu. Daha sonra sahabe olma şerefine eren bir zat diyor ki: “Cahiliye devrinde Allah Resûlü’yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık.” Yukarıda da arz ettim, cahiliye, yaşadığı devrin adıdır. Yoksa O gönlü apaydın insan hiçbir zaman cahiliye devri yaşamamıştır. O hep resûllere has bir hayat çizgisi takip etmiştir. Fakat, diyor bu sahabi: “Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığım yere gittim.. baktım ki Allah Resûlü orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece: “Ey genç! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum.” dedi.[25]

E. Söyledikleri O’nu Tasdik Etmektedir

O, doğuştan Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. Onun için, peygamberliğinden sonra da ne dediyse herkes gönülden inandı ve tasdik etti. Evet, topyekün cihan O’na: “Doğru söylüyorsun yâ Resûlallah!” diye tasdike koştu. Değil sadece insanlar, mucizeler diliyle, her bir nevi kendi adına temsilci gönderdi. Âdeta O’na biat etti.

Burada bir parantez açıp şunları söylemekte fayda mülâhaza ediyorum: Kur’ân’ın ve Efendimiz’in nurlu beyanları, Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât ve esmâsı arasındaki münasebete riayet keyfiyetiyle öyle üstün bir dereceye sahiptir ki, ne felsefecilerin akıl yoluyla, ne evliyânın kalb ayağıyla, ne de asfiyânın ruh buuduyla o seviyede bir anlayış ve beyana ulaşmaları mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da.

Ancak, bu müterakki ruhların, melekleşmeye doğru tırmanışları, neticede hep şunu göstermiş ve gösterecektir ki, onlar gidecek; gidecek ve gittikleri yerin sonunda hep Kur’ân’ın ve Allah Resûlü’nün beyanlarının doğruluk ve hakkaniyetini anlayacak.. Resûlullah’ın söylediklerini keşif ve müşâhede ile zevk edeceklerdir.

Evet, bugün O’nun, ulûhiyete ait söylediği bütün sözler, o mevzuun ehilleri tarafından da tasdik görmekte ve birer esas olarak kabul edilmektedir. Hatta ulûhiyete, haşr u neşir ve kadere dair incelerden ince öyle meselelerden söz etmiştir ki, –hem de mevzular arası muvazeneyi koruyarak– değil öncekiler ve sonrakilerin akıllarının ermesi; O’nun aydınlık beyanlarını “yok” farz ettiğimiz takdirde, bu hususlarda bir tek kelime söylemeleri mümkün olmayacaktır.

Hz. Ömer ve Amr b. Ahtab (radıyallâhu anhumâ) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü sabah namazından sonra minbere çıktı. Konuştu, konuştu, konuştu… Öğle ezanı okundu, namazı kıldırıp tekrar çıktı ve ikindi oluncaya kadar konuştu. İkindi namazını eda ettikten sonra konuşmaya başladı, konuşması akşama kadar sürdü. Neler konuştu, neler anlattı? Hepsini ihata zor ama, o güne kadar söylenmeyen her meseleye temas etmişti denebilir. Evet, ilk hilkattan başlamış, varlığın bağrına ilk hilkat tohumunun atılışını anlatmış, kâinatın teşekkülünden, insanın yaratılmasına kadar bütün yaratılışa ait devreleri bir bir sıralamış.. ve daha sonra da kıyamete kadar insanların başına gelecek hâdiseleri teker teker nakletmişti.[26]

Evet, mazinin derinliklerine dalmış ve Hz. Âdem’e kadar bütün enbiyâyı hem de şemâili ile anlatmış, istikbale nazarını çevirip mahşere, Cennet ve Cehennem’e kadar her şeyi göz önüne sermişti. Hâlbuki O ne bir kitap okumuş, ne birinin ders halkasına katılmıştı. Öyleyse bütün bunları nasıl bilebilirdi? Evet, O’na bütün bunları öğreten biri vardı; O da, hiç şüphesiz, her şeyi bilen Hz. Allah’tı…

O’nun, Arş’tan ferşe, oradan yerin derinliklerine kadar anlattığı bütün meseleleri O’na Mütekellim-i Ezelî’si öğretiyordu. Bunların başka şekilde öğrenilemeyeceği bugünün insanları tarafından da tasdik edilmektedir ki, bu da Allah Resûlü’nün sıdkına ayrı bir delildir.

Evet O, peygamberlerden bahsediyor.. onların tarifini yapıyor; yüz hatlarıyla onları tablolaştırıyor[27] ve o günün Ehl-i Kitab’ı, bütün bunların hiçbirine itiraz etmeden hepsini kabul edip: “Evet, kitaplarımızda, onları bahsettiğiniz şekliyle buluyoruz.” diyorlardı.[28] Tevrat, İncil veya başka bir kitap okumamış bir insanın, oralarda zikredilen veya edilmeyen keyfiyetleriyle bütün kendinden evvel gelmiş-geçmiş peygamberleri hem de böyle tafsilatıyla anlatması ve bu işi bilenlerin de onu tasdik etmeleri, Allah Resûlü’nün sıdkına ve davasında doğruluğuna şahit ve delil değil midir!?

Bir parantez içinde arz etmeye çalıştığımız bu hususların takdimi, benim takatimin çok üzerindedir. Esasen hâli hâlime denk okuyucunun durumu da bundan daha farklı olmasa gerek. Bu gibi meseleleri anlayıp anlatabilmek için, insanın onları tasdik edebilecek seviyeyi kazanması gerektir. Ancak biz, bu seviyeleri ihraz ettiğine inandığımız şahısların sözlerine itimaden diyoruz ki, mertebe mertebe yükseliş kaydeden yüz binlerce evliyâ, asfiyâ ve kafasını ilimle aydınlatan filozof ve bilgelerin, Efendimiz’e ait beyanlarını gördükçe, sürekli o mevzuun zirvesinde, O’na ait beyanın bulunduğunu kabul etmeleri, O’nun sıdk ve doğruluğunun ayrı bir buudunu teşkil etmektedir.

Evet, en seçkin insanların bu tasdikleri de göstermektedir ki, O, hiçbir sözünde hilâf-ı vaki konuşmamıştır. Zaten O’nun konuştukları kendinden değildir ki.. O, hep ilâhî mesajlarla konuşmuş, vahyin tercümanlığını yapmış, onun için de bütün zamanların ve mekânların Söz Sultanı olmuştur.[29]

[1] Meryem sûresi, 19/41.
[2] Meryem sûresi, 19/54.
[3] Meryem sûresi, 19/56-57.
[4] Yusuf sûresi, 12/46.
[5] Tevbe sûresi, 9/119.
[6] Hucurât sûresi, 49/15.
[7] Ahzâb sûresi, 33/23.
[8] Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 6/306; Taberânî, el-Mu’cemu’s-sağîr, 2/101.
[9] Müslim, imâre 148; Tirmizî, tefsir (33) 2-3.
[10] Buhârî, meğâzi 11; İbn Mâce, mukaddime 11.
[11] Buhârî, zekât 54; Müslim, hac 503-504.
[12] Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihad 105; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 4/199.
[13] Buhârî, megâzî 17; Müslim, imâre 148.
[14] Buhârî, megâzî 17; Müslim, imâre 148.
[15] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/425; Hâkim, el-Müstedrek, 1/628; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/209.
[16] Buhârî, bed’ü’l-vahy 6; Müslim, cihad 74.
[17] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/323; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 8/262; el-Mu’cemu’l-evsat, 3/77; Beyhakî, es-Sünen, 6/288.
[18] Necm sûresi, 53/9.
[19] Tirmizî, kıyâmet 60; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/200.
[20] İbn Ebi’d-Dünya, es-Samt, s. 227; Mekârimü’l-ahlâk, s. 51; Hennâd, ez-Zühd, 2/635.
[21] Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 105. (Lafız Müslim’e ait.)
[22] Tevbe sûresi, 9/118.
[23] Buhârî, megâzî 79; Müslim, tevbe 53-55.
[24] Hâkka sûresi, 69/44-47.
[25] Ebû Dâvûd, edeb 82.
[26] Buhârî, bed’ü’l-halk 1; Müslim, fiten 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/341.
[27] Örnek olarak bkz.: Buhârî, enbiyâ 24; Müslim, iman 266-278.
[28] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/27; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/74-100; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/298.
[29] وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى * إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى “O hevâdan konuşmaz, o kendisine vahyedilen ilâhî mesajdan başka bir şey değildir.” (Necm sûresi, 53/3-4)

Sıdk Açısından Gayb Meselesi

“Gayb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli âyetlerde değişik şekilleriyle ele alınır:

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ اْلأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir dane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” [1]

Bu âyette, “gayb”ın tamamen Allah’ın (celle celâluhu) nezd-i ulûhiyetinde olduğu dile getirilmekte ve O’ndan başkasının –Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de dahil– gaybı bilemeyeceği söylenmektedir.

Ve zaten Allah (celle celâluhu) Efendimiz’i şöyle konuşturmuyor mu?

قُلْ لاَ أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَآئِنُ اللّٰهِ وَلاَ أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلاَ أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ

“De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır.’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim.’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam. ‘De ki: Körle gören bir olur mu?’ Siz hiç düşünmez misiniz?”[2]

قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعاً وَلاَ ضَرّاً إِلاَّ مَا شَاءَ اللّٰهُ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

“De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka, kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim, bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanabilecek bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[3]

Cin sûresinde ise şöyle denmektedir:

عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَداً # إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَداً # لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَداً

“O bütün gaybı bilir. Gayba kimseyi muttali kılmaz, ancak dilediği peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki, böylece onların (peygamberlerin) Rabbilerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş)tir.”[4]

Şimdi bu âyetlerin ışığı altında şöyle bir tahlil yapabiliriz: “Allah Resûlü, mutlak olarak gaybı biliyordu.” demek, bir ifrat; “Bilmiyordu.” demek de bir tefrittir. O kendi olarak gaybı bilmezdi. Ancak Allah’ın bildirmesiyle öyle bir bilirdi ve bilmişti ki, bir ekranın başında durmuş da, kıyamete kadar zuhur edecek bütün hâdiseleri, ana hatlarıyla ve temel esaslarıyla şerh edip insanlığın gözünün önüne sermişti.

Bizim üzerinde hassasiyetle durmak istediğimiz mesele de işte budur. O, kendiliğinden bir şey söylemiyordu; söyledikleri hep vahiy ve Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleriydi. Bildiren Allah (celle celâluhu) olduktan sonra sadece peygamberler ve Peygamberimiz değil, ümmet arasında bir kısım yetişkin kimseler dahi, keramet olarak gayba muttali olabilirler. Nitekim Allah Resûlü: “Benim ümmetim arasında bir kısım mülhemûn vardır.”[5] buyururlar ki, Allah’ın (celle celâluhu) ilhamına mazhar insanlar demektir.

Bu cümleden olarak; minberde hutbe okurken, günlerce uzaklıktaki bir mesafede savaşan İslâm ordusunun, dağ tarafından düşman askerlerince kuşatıldığını gören Hz. Ömer, ordu kumandanı Sâriye’ye hitaben: “Yâ Sâriye! Dağ tarafına!” diye üç defa bağırması, Sâriye’nin de bu sesi duyarak kuşatmayı yarması..[6] Muhyiddin b. Arabî gibi zatların, asırlarca sonra olacak hâdiselere aynen işaretlerde bulunması.. Mevlâna, İmam Rabbânî ve Müştak Efendi gibi yüzlerce zatın gelecekle alâkalı ihbarda bulunması.. bulunurken de Allah Resûlü’ne yürekten bağlılık göstermeleri ve mazhar oldukları bütün vâridâtın Mişkât-ı Muhammedî’den süzülüp geldiğini itirafları, O Zât’ın –Allah’ın izniyle– ne kadar gayba açık olduğunu gösterir.

Evet, O’nun yetiştirdikleri böyle ilhamlara mazhar ve ilâhî esintilerle hüşyâr olur da bu çapta gayba muttali kılınırlarsa, bütün ümmeti bir kefeye konsa hepsine birden ağır basacak olan İki Cihan Serveri’nin[7] bir mucize olarak gayba muttali olması niçin uzak görülsün ki?..

Muteber hadis kitaplarında zikredilen, Efendimiz’in bu kabîl üç yüze yakın mucizesi var ki, verdiği gaybî haberlerin büyük bir kısmı aynen çıkmış, diğerleri de çıkma vaktini beklemektedir. Biz burada bunların hepsini nakledecek değiliz. Sadece, fikir verme bakımından birkaç misalle iktifa etmeyi düşünüyoruz ki; bu misalleri de üç ana grupta toplamak mümkündür:

Birincisi: Kendi devrine ait verdiği gaybî haberler.

İkincisi: Uzak ve yakın istikbale ait söylediği sözler.

Üçüncüsü: Sehl-i mümteni üslûpla ifade buyurduğu; ancak ilimlerin inkişafıyla daha sonra hakikati anlaşılabilen mucizevî beyanlar…

[1] En’âm sûresi, 6/59.
[2] En’âm sûresi, 6/50.
[3] A’râf sûresi, 7/188.
[4] Cin sûresi, 72/26-28.
[5] Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 13/174; İbn Hacer, Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, s. 103; Fethu’l-Bârî, 6/516; Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-din, 3/24. Ayrıca bkz.: Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, fezâilü’s-sahabe 23.
[6] Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/553-554; Beyhakî, el-İtikad, s. 314.
[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/76; Dârimî, mukaddime 3.

Kendi Devrine Ait Olan Gaybî Haberler

1. Başta Buhârî, Müslim bütün hadis kitapları ittifakla şu hâdiseyi naklediyorlar:

Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) minbere çıkmış.. nazarı gaybî âlemler ufkunda ve öfke şeklinde tezahür eden celâlî tecellîler arasında, cemaatine demet demet vâridât sunuyordu. Bir ara: “Bugün bana her istediğinizi sorun!” buyurdu. Herkes soruyor, O da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı: “Benim babam kim yâ Resûlallah?” dedi. Herhâlde, az da olsa babası hakkında dedikodu vardı. Böyle bir şâyia ise genci tedirgin ediyordu. O gün bir fırsat bulmuş ve her zaman -Hakk’ın izniyle- gayba gözleri açık Allah Resûlü’ne babasının kim olduğunu sormuştu. Efendimiz cevap verdi: “Senin baban Huzâfe’dir.” Genç artık müsterihti; zira aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da aksine ihtimal verilmeyecek şekilde bir babaya nisbet edilecek ve kendisine Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî denecekti.

İşte böyle, herkesin bir şeyler sorduğu esnada Allah Resûlü’nün o andaki ruh hâletini çok iyi kavrayan biri, evet o koca Ömer (radıyallâhu anh) birden ayağa fırladı ve: رَضِينَا بِاللّٰهِ رَبّاً وَبِاْلإِسْلاَمِ دِيناً وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيّاً“Biz, Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak da Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razıyız.” dedi. Onun bu ince, mânidar karşılığı Allah Resûlü’nün sinesinde esen itminan esintilerinin tezahür menfezlerini araladı. Derken celâlî tecellîler yerlerini üns esintilerine bıraktılar.[1]

Bu hâdise o gün mescidi dolduran sahabeler huzurunda cereyan etmişti. Bütün sahabe, Allah Resûlü’nün dediklerini tasdik ediyor ve âdeta sükûtlarıyla “Sadakte!” diyorlardı.

2. Müslim naklediyor: Hadisin ravisi ise Hz. Ömer (radıyallâhu anh).. buyuruyor ki: “Bedir’de bulunuyorduk. Allah Resûlü, muharebe adına stratejisini tam tespit etmiş ve kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara yine gözleri, aralanan gaybî perdelerin verâsında ve bakışları istikbal ufkunda eliyle bazı yerleri işaret ederek: ‘Burası Ebû Cehil’in öldürüleceği yer; şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer…’ Ve daha birçok isim saydı.” Muharebeden sonra Hz. Ömer kasem ile diyor ki: “Allah Resûlü nereyi ve kim için işaret etmişse, hepsini o yerlerde ölü olarak bulduk.”[2]

Evet, hayatlarında Allah Resûlü’nü dilleriyle tasdik etmeyen bu insanlar, şimdi murdar cesetleriyle O’nun sıdkına ve doğruluğuna şehadette bulunuyorlardı. Zira O haber veriyor ve verdiği haberler, santim şaşmadan aynen tahakkuk ediyordu.

3. Ahmed b. Hanbel’in Müsned‘inde, şöyle bir hâdisenin nakledildiğini görüyoruz:

Allah Resûlü, ashabıyla beraber mescitte oturuyordu. Bir aralık: “Biraz sonra buraya nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek, şu kapıdan içeriye girecek. O, Yemen’in en hayırlılarındandır ve alnında, meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır.” dedi. Bir müddet sonra aynen, Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöktü ve Müslüman olduğunu ilân etti. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edep âbidesi bu insan, Cerîr b. Abdillah el-Becelî’den başkası değildi.[3]

4. Beyhakî’nin Delâilü’n-Nübüvve‘sinde şu hâdise naklediliyor:

Ebû Süfyan, Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olmuş, ancak iman gönlüne tam oturmamıştı. Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ederken, Ebû Süfyan da orada dolaşıyordu. Bir ara aklından geçti: “Acaba, yeniden bir ordu toplayıp şunun karşısına çıksam nasıl olur?” Tam o esnada Allah Resûlü, Ebû Süfyan’ın yanına sokuldu ve kulağına eğilerek: “O zaman yine seni mağlup ederiz.” buyurdu. Ebû Süfyan, işi anlamıştı. O ana kadar kalbinde titrek duran iman, birden oturaklaştı.. olduğu yerde havaya zıplayarak: “Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum.” dedi.[4]

Ebû Süfyan’ın bir anlık aklından geçenleri, Allah Resûlü’ne kim haber vermişti? İşte Ebû Süfyan, bu davranışıyla gösteriyordu ki, O, Allah’ın Resûlü’ydü ve doğru söylüyordu…

5. Yine muteber hadis kitaplarında şu hâdise naklediliyor: Umeyr b. Vehb -ki, cahiliye devrinin “şeytan adam”ıydı.[5]– Safvan b. Ümeyye ile oturup anlaştılar. Umeyr b. Vehb Medine’ye gidecek, Bedir esirleri arasındaki oğlu için geldiğini söyleyecek ve zehir sürdüğü kılıcıyla Allah Resûlü’nü öldürecekti. Buna karşılık da Safvan b. Ümeyye onun borçlarını üzerine alacak ve ona bir şey olursa ailesine bakacaktı.

Umeyr, kılıcını biledi ve yola koyuldu. Medine’ye geldiğinde alıp mescide getirdiler. Fakat sahabenin Umeyr’e hiç itimadı yoktu. Onun için de, kimse onu Allah Resûlü’yle yalnız bırakmaya razı değildi. Hepsi etten, kemikten kale gibi Allah Resûlü’nün etrafına dizilmiş onu gözetliyorlardı. Umeyr mescide girince, Allah Resûlü, niçin geldiğini sordu. Umeyr, bir sürü yalan söyledi; fakat hiçbirine de Allah Resûlü’nü inandıramadı. Sonunda İki Cihan Serveri şöyle buyurdu: “Mademki sen doğruyu söylemiyorsun, o hâlde ben söyleyeyim: Sen Safvan ile şurada şöyle şöyle konuştun ve beni öldürmek için geldin. Buna karşılık da Safvan senin borcunu ödeyip ailene bakacaktı.”

Umeyr, beyninden vurulmuşa döndü, derhal Allah Resûlü’nün ellerine sarılarak Müslüman oldu. Ve daha sonra İslâm’ı i’lâ yolunda öyle çalıştı ki onun vesilesiyle birçok kişi İslâm’la tanıştı.[6]

Umeyr ile Safvan arasında geçen bu konuşmayı Allah Resûlü nereden duymuştu? Arada bunca mesafe varken, bu haberi O’na kim ulaştırmıştı?

İnanan-inanmayan herkes bu ve benzeri vak’aları heceleyedursun, biz diğer fasla geçelim…

[1] Buhârî, ilim 28-29; mevâkîtü’s-salât 11; Müslim, fezâil 134-138.
[2] Müslim, cennet 76; Nesâî, cenâiz 117
[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/359-360, 364.
[4] Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 5/102; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/348.
[5] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/212; İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 4/300.
[6] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 17/56-62; İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 4/300-301.

İstikbale Ait Olan Gaybî Haberler

A. Yakın Zamanda

Buhârî ve Müslim, Hz. Üsame’den naklediyor;

(Üsame, Zeyd b. Hârise’nin oğludur. Allah Resûlü, Üsa­me’yi çok sever ve yanından ayırmazdı. Hz. Hasan veya Hüseyin’i bir dizine oturtursa, çok defa öbür dizine de Üsame’yi oturturdu. Bir defasında hepsini birden kastederek: “Allahım! Bunlara merhamet et. Çünkü ben de bunlara şefkat ediyorum.” diye dua etmişti.[1] Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru Bizans’a karşı hazırladığı ordunun başına onu kumandan tayin etmiş ve senelerce önce babasının şehit düştüğü o topraklarda, Allah düşmanlarına hadlerini bildirme vazifesini ona tevdi etmişti.[2] Ancak, Efendimiz’in sıhhî durumunun ağırlaştığını gören Üsame, orduyu durdurmuş ve Allah Resûlü’nün vefatına kadar hareket ettirmemişti.[3])

İşte bu Üsame (radıyallâhu anh) diyor ki: “Bir gün Allah Resûlü’yle beraber bulunuyordum. O gün Efendiler Efendisi, Medine’nin yüksek binalarından birinin damına çıkmış, etrafı seyrediyordu. Bir ara:

إِنِّي لَأَرَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ خِلاَلَ بُيُوتِكُمْ كَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ “Şu anda evlerinizin arasında yağmur gibi fitnelerin dökülmekte olduğunu görüyorum.” buyurdular.[4]

O böyle deyip aramızdan ayrıldı.. O’nun arkasından sokaklar fitne seylâplarıyla inledi. Evet, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) hep bu fitnelerin kurbanı olarak şehit edildiler. Sanki fitneler de belâ ve musibetlerin diliyle Allah Resûlü’ne “Sadakte!” diyorlardı…

1. Fitneler

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), hayatında hep bu fitnelerin zuhurundan korkuyordu. Bir defasında mescitte kalabalık bir insan topluluğu ile otururken sordu: “Allah Resûlü’nün haber verdiği fitneleri duyup da, haber verecek biri var mı?” Huzeyfe: “Ben varım.” deyince, Hz. Ömer: “Sen cesur bir adamsın, söyle.” dedi ve o da: “Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bunlara da oruç, namaz, sadaka, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker keffaret olur.” dedi. Ömer: “Hayır, ben bunları sormuyorum. Deniz dalgaları gibi dalgalanacak fitneleri soruyorum.” dedi.

Huzeyfe: “Yâ Ömer! Onların seninle hiçbir alâkası yok. Seninle onlar arasında kapalı bir kapı var.” dedi. Hz. Ömer daha sonra: “Bu kapı açılacak mı, kırılacak mı?” diye sordu. Huzeyfe: “Kırılacak.” dedi. Hz. Ömer sarsıldı, dudaklarından titrek bir sesle şu cümleler döküldü: “Öyleyse bu kapı, bir daha kapanmayacak.”

Daha sonra sahabe sordu: “Acaba Ömer bu kapının kendisi olduğunu biliyor muydu?” Huzeyfe cevap verdi: “Evet, dünkü geceyi bildiği gibi biliyordu.” [5]

Evet, biliyordu ki, ben gidince Ümmet-i Muhammed’in vahdetiyle alâkalı kapalı bulunan kapılar açılacak, fitne ve fesat alıp yürüyecek.. ümmet içinde çeşitli anlayışlar, muhtelif akım ve cereyanlar zuhur edecek…

Ömer, bunu biliyordu; çünkü bu olacakları haber veren sadık ve masdûk olan İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’ydı (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Ve günü gelince denilenler aynen zuhur etti. Ömer, hain bir İranlı tarafından hançerlendi. Ömer’in hançerlendiği aynı gün, İslâm vahdeti de bağrından derin bir yara aldı. Hasım dünya hedefini çok iyi seçmiş ve insafsız avcı okunu tam hedefine isabet ettirmişti. Evet, onun vefatıyla fitneler âdeta sel oldu aktı ve İslâm âlemini istila etti. Elbette bu bir yönüyle hicrandı, ızdıraptı; fakat diğer yönüyle de hâdiseler diliyle tıpkı gökte, yıldızlardan “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah” yazmak derecesinde bir delil ve burhandı…

2. Muzafferiyet

Buhârî’de ve Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de Habbâb b. Eret’in (radıyallâhu anh) anlattığı şu hâdiseye şahit oluyoruz. Şimdi ondan dinlediklerimizi hulâsa edelim:

“Sıkıntılı bir dönemde Allah Resûlü, örtüsünü başına almış Kâbe’nin gölgesinde oturuyordu. Kim bilir yine hangi hakarete maruz kalmıştı.? O öyle bir dönemdi ki, bütün cahiliye âdetleri birer silah gibi Müslümanların aleyhine kullanılıyordu. Ben, o devrede henüz hürriyetine kavuşamamış bir insandım. Sahibimin ve diğer Mekke büyüklerinin bana reva gördükleri cefa ve işkence artık dayanamayacağım kerteye ulaşmıştı. Allah Resûlü’nü böyle yalnız görünce yanına yaklaştım ve: Yâ Resûlallah! Dua edip Cenâb‑ı Hak’tan nusret ve yardım dilemez misin? dedim.” –Allah Resûlü’nün hemen ellerini açıp dua edeceğini düşünüyordu.. bir de Kureyş’e beddua etse diye bekliyordu..– Fakat Resûlullah, şunları söyledi:

“Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkence gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kimse San’â’dan Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.”[6]

Ve Efendimiz’den benzer bir rivayette bulunan Hz. Adiy b. Hâtim, Allah Resûlü’nün olacağını haber verdiği bu hâdiseleri bizzat gözleriyle gördüğünü söylüyor.[7]

3. “İlk Kavuşan Sen Olacaksın”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihaline sebep olan rahatsızlık günlerinden birinde, incelerden ince, oturuşu-kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen kendisine benzeyen Hz. Fatıma Anamız’ı (radıyallâhu anhâ) yanına çağırdı ve eğilip onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı, öyle figan etti ki, onun feryadının şiddetinden herkes irkildi. Biraz sonra yine Allah Resûlü, onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu görenler kendisine Cennet’in bütün kapılarından girme davetiyesi geldi zannederdi.. aslında ona göre öyleydi de. Evet, böyle bir beşaşet ve sürur izhar etmişti.

Bu hâdise Hz. Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) gözünden kaçmadı. Biraz sonra ona bunun sebebini sordu; fakat Fatıma Validemiz; “Bu, Allah Resûlü’ne ait bir sırdır.” dedi ve bir şey söylemedi. Hz. Âişe, Efendimiz’in vefatından sonra tekrar sorunca, Fatıma Anamız şöyle cevap verdi: “Birinci defada kendisinin vefat edeceğini söylemiş; onun için ağlamıştım. (Evet, öyle ağladı, vefat-ı Nebi onu öyle feryada boğdu ki, o gün dudaklarından dökülen şu mısralar cihanı ağlatacak kadar rikkat vericidir:

مَاذَا عَلَيَّ مَنْ شَمَّ تُـرْبَةَ أَحْمَدَا    أَلاَ يَشُمُّ مَدَى الزَّمَـانِ غَوَالِيَا

 صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبُ لَوْ أَنَّهَا    صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ عُدْنَ لَيَالِيَا

‘Hz. Muhammed’in mezarının toprağını koklayan bir insana, başka koku aramaya ne lüzum var? Üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar günler üzerine dökülseydi, günler hep gece olurdu.’[8])

İkinci defa ise bana, ailesi içinde kendisine en erken kavuşacak insanın ben olacağımı müjde etti.. ve işte onun için de sevindim.”[9]

Altı ay sonra o da babasına kavuşmuştu..[10] ve Hz. Fatıma’nın bu vefatı da Allah Resûlü’nü tasdik ediyor ve sanki O’na “Sadakte!” diyordu.

4. Sulh

Kütüb-i Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü bir gün hutbede Hz. Hasan’a işaretle şöyle demişti:

إِنَّ ابْنِي هَذَا سَيِّدٌ، وَلَعَلَّ اللّٰهَ أَنْ يُصْلِحَ بِهِ بَيْنَ فِئَتَينِ عَظِيمَتَيْنِ مِنَ الْمُسْلِمِينَ

“Bu benim evlâdım Hasan, o seyyittir. Allah (celle celâluhu) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir.”[11]

Evet o, kerîm oğlu kerîmdir. Allah Resûlü’nün evlâdıdır.. efendidir. Birgün kendisine tevdi edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terk edecek ve nasıl bir seyyit oğlu seyyit olduğunu gösterecektir. Aradan yirmibeş-otuz sene geçmemişti ki, Allah Resûlü’nün dedikleri bir bir zuhur etti.. Hz. Ali’den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bu sulh ve sükûn insanı, bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunun arasını sulha bağladı ve korkunç bir fitneyi muvakkaten dahi olsa önledi.[12] Şair ne güzel söyler:

 كَرِيمُ بْنُ كَرِيمِ بْنِ كَرِيمِ              وَجَدُّهُ خَيْرُ الْأَنَامِ

“O (Hasan) kerîm oğlu kerîmdir. Nasıl olmasın ki, onun dedesi insanların en hayırlısı ve varlığın mâbihi’l-iftiharıdır.”

Efendimiz, ona ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, Hz. Hasan, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü’nün nelere işaret ettiğini dahi anlamamıştı. Yani o, Allah Resûlü, böyle söyledi diye bu işi yapmış değildi. Belki Allah Resûlü, onun öyle yapacağını bildiği için bu sözü söylemişti. Evet, Hz. Hasan da, dedesini tasdik ediyor ve seneler sonra O’na: “Sen doğru söylüyorsun.” mânâsına “Sadakte!” diyordu.

5. Bir Asır Yaşayacak

Abdullah b. Büsr’ün başına mübarek ellerini koyarak: “Bu çocuk tam bir asır yaşayacak.” buyuruyor ve ilave ediyorlar: “Yüzündeki şu sevimsiz siğiller de gidecek.”

Diyorlar ki: “O zat, tam yüz sene yaşadı ve yüzündeki siğiller de kaybolmuştu.”[13]

Allah Resûlü nasıl ki وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى 14 sırrınca her an bir evvelki hâlinden daha mükemmele doğru yükseliyor ve daima bir sonraki hâline göre bir önceki durumunu eksik buluyor ve bundan dolayı da günde yüz defa istiğfar ediyordu;[15] aynen öyle de, her geçen gün ümmeti, O’nu anlama ve tanımada bir adım daha ilerliyor ve O’nun istikbale ait verdiği haberlerin tahakkuk edişi karşısında imanı biraz daha artıyor ve O’na hitaben “Sen Resûlullah’sın.” diyorlar.

B. Yakın İstikbal

Zamanlama açısından yukarıda verdiğimiz misallerden Allah Resû­lü’nün yaşadığı devreye daha uzak ve bizim yaşadığımız devrelere daha yakın, hatta içinde bulunduğumuz asra bakan ve bizden sonraki asırlarda tahakkuk etmesi beklenen nice misaller vardır; şimdi de bir nebze onlar üzerinde duralım:

1. Hendek’te Verdiği Haberler

Hemen hemen bütün hadis ve siyer kitapları sahabeden şu hâdiseyi naklederler: “Hendek kazılıyordu. Büyükçe bir kaya vardı ki bütün gayretimize rağmen bir türlü onu yerinden sökmeye muvaffak olamamıştık. Efendimiz de bizimle beraber, hendek kazıyordu. Hatta bizlerin kuvve-i mâneviyesini takviye için ara sıra:

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ   فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ

“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîni bağışla.”[16]diyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:

اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَينَا         وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا

 فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا             وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا

“Allahım, Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı.[17]

Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Resûlü’ne söylerlerdi. Bu büyük kayanın durumunu da O’na haber verdiler. Manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını taşa indirdikçe ondan kıvılcımlar çıkıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Resûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta şunları söylüyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi. Şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”[18]

Aradan birkaç sene geçiyor; Allah (celle celâluhu), Sa’d b. Ebî Vakkas ve Halid b. Velid gibi büyük kumandanların kılıcıyla oraların fethini Müslümanlara müyesser kılıyor ve bütün bu yerlerin anahtarları Allah Resûlü’nün şahs-ı mânevîsine teslim ediliyor. Bu da, O’nun doğruluğunu ayrı bir tasdiktir. Zaten tasdik etmemeleri de mümkün değildi; zira O, doğruluğu temsil için gelmişti. Farzımuhal, eğer böyle “Olacak.” dediği şeyler, aslında vuku bulmayacak dahi olsalardı, Allah (celle celâluhu), Habîbini yalancı çıkarmamak için onları yine olduracaktı.

Nasıl olmasın ki, sahabenin meşhurlarından Berâ b. Mâlik (radıyallâhu anh) için bile لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللّٰهِ لَأَبَرَّهُ “Eğer herhangi bir meselede yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz.” denilmişti.[19] Yani Berâ Hazretleri eğer hiç olmayacak bir şeye, olsun diye yemin etseydi, Allah onu olduracaktı. Hakikaten de, sahabe muharebelerde onu öne sürüyor ve âdeta onunla galibiyetlerini garantilemeye çalışıyorlardı.[20] Şimdi, sahabeden birine Cenâb-ı Hak böyle bir hususiyet verir de Habîbine vermez mi? Şu kadar var ki O, görüp de söylüyordu. Zira Allah (celle celâluhu) O’na bildiriyor, O da biliyordu…

2. Emniyet ve Zenginlik Müjdesi

Adiy b. Hâtim anlatıyor. (Adiy, Hâtem-i Tâî’nin oğludur. Önceleri hıristiyandı. Aradı ve Allah Resûlü’nü buldu; buldu ve kurtuldu.) Bu şanlı sahabi şöyle diyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün huzurunda fakirlikten, yoksulluktan ve eşkıyanın talanından bahsediliyordu. Buyurdular ki: ‘Gün gelecek Hîre’den Kâbe’ye kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır.’

Adiy diyor ki: Bunları dinlerken; hayret içindeydim. ‘Tay’ kabilesinin eşkıyaları varken, diyordum kendi kendime, bu nasıl mümkün olabilecek? Devam ettiler: ‘Bir gün gelecek, Kisra’nın hazineleri sizin aranızda pay edilecek.’ Sordum: Yâ Resûlallah! İran Kisrasının hazineleri mi? ‘Evet, İran Kisrasının hazineleri.’ buyurdular. Hayretim daha da artmıştı. –Çünkü bu sözlerin söylendiği devrede İran, en debdebeli günlerini yaşıyordu– ve yine devam ettiler: ‘Öyle bir gün gelecek ki, o gün insan elinde zekâtıyla dolaşacak da zekâtını verecek kimse bulamayacak.’ Ben, diyor Adiy: Bunların ilk ikisini gördüm, ömrüm olursa üçüncüyü de göreceğim.”[21]

Adiy, bu üçüncü devri göremeyecekti. Fakat gün geldi, o devri görenler de oldu: Ömer b. Abdülaziz devrinde, Allah Resûlü’nün dediği hakikat aynen yaşandı.[22] Şu anda Türkiye hudutları gibi otuz ülkeyi içine alan o büyük devlet, gelir dağılımı bakımından öyle bir düzeye çıkmıştı ki, fakir denen tek bir fert kalmamıştı. Zannediyorum bugün “Amerika ve bazı Batı ülkelerinde mevcut hayat standardı, o devreyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düşüktür.” desek mübalâğa etmiş olmayız. Hem bugünkü devletlerin zengin olanlarında gelir dağılımı o kadar dengesizdir ki, çok müreffeh hayat yaşayan fertlerin yanında, izbelerde yaşayanlar da vardır. Hâlbuki o dönemde böyle bir dengesizlik de ortadan kaldırılmıştı.

3. Ammar’ın Şehadeti

Mescid-i Nebi yapılıyor. Herkes harıl harıl çalışıyor. Kimi kerpiç yapıyor, kimi de taşıyordu.. tabiî Allah Resûlü de çalışanlar arasında.. evet O da sırtında kerpiç taşıyor. Ammar, bir aralık Allah Resûlü’nün yanına geldi.. sırtında da iki kerpiç vardı.. herhâlde naz makamında “Yâ Resûlallah! Bana iki kerpiç yüklediler.” dedi. Allah Resûlü tebessüm buyurdu ve onun yüzündeki tozu-toprağı mübarek elleriyle silerken de tam otuz sene sonra başına gelecek bir ciğersûz hâdiseyi, وَيْحَكَ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ  (veya أَبْشِرْ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ 23) diyerek, Hz. Ali’ye başkaldıran bir bâgî cemaat tarafından şehit edileceğini haber verdi ve onu uyardı.[24]

Evet, Sıffîn’de Ammar, Hz. Ali tarafındaydı ve o savaşta bu büyük sahabi şehit düşmüştü. Hatta Hz. Ali taraftarları, bunu karşı tarafın haksızlığına delil getirerek onlara “Siz bâgîsiniz.” demişlerdi.[25] Evet, gerçi Sıffîn’de Hz. Ammar’ın kanı dökülüyordu; ancak yere düşen her bir kan damlası âdeta, Allah Resûlü’ne hitaben “Sadakte!” doğru söyledin, diyordu.

Evet, aziz okuyucu! Allah bildirmezse, insan bunları nasıl bilebilir? Bugün kurgu filmlerde bazı kehanetlerde bulunuyorlar. Bunlar o kadar zor değil, çünkü mukaddimeleri, başlangıçları var.. biraz hâdiseleri terkip etme kabiliyetiyle, bu türlü meselelerde tahmin yürütülebilir. Hâlbuki Efendimiz’in gaybdan haber verdiği hususların hiçbirinde başlangıç ve mukaddimât adına bir nokta dahi mevcut değildi. Bu itibarla O’nun söylediklerinin onda birini bile, deha çapında müthiş bir karîhaya sahip herhangi bir insanın söylemesi imkânsızdır. Zira bu gibi meseleler aklın hudutlarını ve bizleri aşan meselelerdir.. yani gayb gözü açık olmadan veya vahiyle müeyyet bulunmadan, bu gibi hususları bilmenin imkânı yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü kendiliğinden değil; Allah’ın bildirmesiyle biliyor, söyledikleri de hep doğru çıkıyordu…

4. Din Adına Dinsiz Bir Kavim

Bir gün ganimeti taksim etmiş, orada duruyordu ki, birden, burnu basık, gözleri çukur ve elmacık kemikleri çıkık bir adam çıkageldi. Belki de ileride çıkacak bir topluluğu, o gün için o zat temsil ediyordu. Edepsizce Allah Resûlü’ne şöyle hitap etti: “Bu taksim adaletli olmadı, âdil ol!” Evet, belki de münafıktı; münafıktı ki, Allah Resûlü’ne böyle hitap edebiliyordu. Allah Resûlü: وَمَنْ يَعْدِلْ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إِنْ لَمْ أَعْدِلْ “Ben de adaletli davranmazsam kim adaletli davranabilir ki? Eğer âdil olmazsam haybet ve hüsrana uğradım, demektir.” buyurdu.[26] Cümledeki ت harflerini muhatap sıgasına göre okursak; o zaman da: “Siz, haybet ve hüsrana uğradınız demektir.” mânâsına gelir.

Bununla Allah Resûlü şunu anlatmak istemektedir: Eğer bir peygamber âdil değilse o insanlar adaleti kimden öğrenecekler? Adaletin olmadığı bir zeminde ise insanlar, haybet ve hüsrandadır. Öyle ise siz de haybet ve hüsrandasınız demektir. Bir de, eğer ben âdil değilsem, kaybetmiş sayılırım. Hâlbuki Allah (celle celâluhu) beni peygamber olarak gönderdi. Demek ki ben kaybetmedim.. o hâlde ben âdilim.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne karşı nasıl konuşulacağını bilmeyen bu küstaha haddini bildirmek için izin ister: “Bırak, şu münafığın kellesini uçurayım!” der. Ancak Allah Resûlü müsaade etmez ve orada mübarek dudaklarından gayba ait şu sözler dökülür:

“İleride bir kavim zuhur edecek. Ablak yüzlü, basık burunlu ve çekik gözleri çukuruna girmiş bu kavim, Kur’ân okuduğunda kendi okuyuşunuzu küçük görürsünüz. Ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya inmez. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar, hatta, bunlardan birinin kolunda büyükçe bir et beni vardır.”[27]

Seneler hızla geçer. Sanki Allah Resûlü’nü tasdik için günler birbiriyle yarışmaktadır: Nehrivan’da Hz. Ali bütün Haricîleri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resûlü’nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali’ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır.[28]

Zayıf bir hadiste Efendimiz, Hz. Ali’ye hitaben: “Ben Kur’ân’ın tenzili için savaştım, sen de tevili için kavga vereceksin.”[29] buyurmuştur. Yani Kur’ân nazil olmaya başlayınca bütün insanlar bana karşı koydu; ben de bunlarla mücadele ettim. Ve bir gün gelecek, Kur’ân’ı yanlış tevil ve tefsir edenler olacak, sen de onlara karşı kavga vereceksin. Mevsimi gelince o da olmuş, Hz. Ali (radıyallâhu anh) Haricîlere karşı kavga vermiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur.

Evet, sanki bu burnu basık, elmacık kemikleri çıkık adam, Allah Resûlü’nü tasdik için yaratılmış gibiydi. Öyle ki, onun bu menfî hâli, müsbet mânâda Allah Resûlü’nü doğruluyordu. Tabiî, şeytanın, bir mü’mine musallat olmasıyla, mü’minin ona karşı verdiği kavgada onun sevap kazanmasına mukabil, şeytanın hayır adına bir şey kazanmaması gibi, bu adam da o şekilde öldürülüp Allah Resûlü’nü tasdike vesile olmakla beraber, hiçbir şey elde edemeyecektir. Evet, gerçi biz, onun o çirkin sima kitabında, Allah Resûlü’nün doğruluğunu okumaktayız; ama bu ona hiçbir şey kazandırmamakta. Zira o bu mevzuda sadece tali’siz bir vasıta…

5. Gemilerle Sefer ve Ümmü Haram

Ümmü Harâm binti Milhan, bir rivayete göre Allah Resûlü’nün sütten teyzesi, diğer bir rivayete göre ise, annesinin yakın akrabası olması sebebiyle teyzesi mesabesindedir. Allah Resûlü onun evine teklifsiz girer çıkar ve bazen de orada istirahat buyururlardı. Bir defasında yine istirahat için yatmışlardı. Tebessümle kalktılar; Ümmü Harâm binti Milhan sordu: “Yâ Resûlallah, niçin tebessüm ediyorsunuz?” Buyurdular ki, “Ümmetimden bir topluluğun melikler gibi gemilerle cihada çıktıklarını gördüm.” Kadın, “Dua etmez misin, ben de onlardan olayım.” deyince, Allah Resûlü: “Sen onlardansın.” ferman ettiler. Tekrar istirahata çekildiler. Biraz sonra yine aynı şekilde tebessüm ederek uyanıp Ümmü Harâm’a aynı sözleri söylediler. O da yine: “Dua etmez misiniz onlardan olayım.” dedi. Efendimiz: “Sen evvelkiler arasında olacaksın.” dediler.

Seneler geçer. Ümmü Harâm, kocası Ubâde b. Sâmit ile beraber Kıbrıs seferine çıkar ve orada bineğinden düşerek vefat eder. [30]

O günden bugüne de Müslümanlar, onların kabirlerini ziyaret ediyor, başlarında gözyaşı döküyor. Tabiî dökülen her damla göz yaşı, aynı zamanda Allah Resûlü’nü tasdik mânâsını taşıyor. Çünkü Allah Resûlü gaybî bir haberde bulunmuş ve bu haber milimi milimine doğru çıkmıştır. Bu doğruluğa Kıbrıs, Kıbrıs tarihi ve onların oradaki merkadi tekzip edilmez bir şahittir.

Evet, Allah Resûlü’nün dedikleri, mevsimi gelince bir bir zuhur ediyor, biz de bunları tarih aynasında müşâhede ile O’na şehadetimizi yeniliyor ve her defasında da, vücudumuzu meydana getiren atomlar sayısınca “Doğru söyledin yâ Resûlallah!” diyoruz.

Evet, belki bizim ifadelerimiz, bunu anlatmaya yeterli değil; fakat her mü’minin vicdanında duyduğu ses öyle gürül gürül ki, duymazdan gelmek, bu sesi inkâr etmek imkânsız gibi…

6. Benû Kantûrâ

İslâm âlemine musallat olacak bir milletten bahisle de Allah Resûlü şöyle buyurur: فَإِذَا كَانَ آخِرُ الزَّمَانِ جَاءَ بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ صِغَارُ اْلأَعْيُنِ ذُلْفُ اْلأُنُوفِ  “Ahir zamanda Benû Kantûrâ zuhur edecektir. Bunlar ablak yüzlü, küçük gözlü ve basık burunludurlar.”[31]

Bazı tarih kitapları, bunların Moğollar olduğunu söyler. Zaten Allah Resûlü’nün tarifi içinde İslâm âleminin başına gelen iki büyük ve dehşetli tasallut vardır: Bunlardan biri Endülüs’te, Ferdinand tasallutudur ki, bu her yönüyle tam bir barbarlık içinde cereyan etmiş; insanlar öldürülmüş, kütüphaneler tahrip edilmiş ve kitaplar da yakılmıştır. İkincisi ise Moğol felaketidir. Onlar da Mısır, Suriye ve Anadolu’da ne kadar kültür merkezi varsa hepsini yerle bir etmiş, her tarafı harabeye çevirmiş, sonra da çekip gitmişlerdir.

Allah Resûlü ümmetinin kaderiyle çok alâkadar olduğundan bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve âdeta diyordu ki; Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim, Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde pâyidâr olmaz; ancak evvelâ Allah (celle celâluhu) bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır.

İşte böyle bir suiakıbetten sakınmaları için, o şefkat âbidesi Allah Resûlü, ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedici hareketlerden kaçınmalarını tavsiye sadedinde başlarına gelecek belâ ve musibetleri, hem de o hâdiselerin tasvirini yaparak haber veriyor.. evet, verdiği bu haberler, kendisinden tam altı-yedi asır sonra meydana gelmekle O’nun hak resûl olduğunu ilân etmektedir…

7. İstanbul’un Fethi

İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla “Konstantiniye” muhakkak Müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek‘inde Allah Resûlü’nün bu haberini naklederken, bu muciznüma ihbarı: لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ اْلأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ “Konstantiniye elbet bir gün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.” cümleleriyle verir.[32]

Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de ta sahabe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebû Eyyub el-Ensârî de o gelip dönenlerden geriye kalmış, İstanbul’un bağrında, İstanbul’un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin malumu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir iki hususu arz etmeden geçemeyeceğim:

İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderun’da yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih’in ders arkadaşıydı.

O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.

Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih’i hayrete düşürmüştü. Sordu: “Niçin tebessüm ediyorsun?” Cevap verdi: “Biraz evvel buraları Allah Resûlü teftiş ediyordu. O’nun gül cemalini gördüm. Sürûrum bundandır..”

Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: “Üç-dört kişi dahi olsa, samimî bir kalble, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü’nün ruhaniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir.”

İşte, İstanbul’un fethi de sıdkın diğer şahitleri misillü Allah Resûlü’nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyub el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu.. ve onun içindi ki, ta Medine’den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul’a defnedilmesini vasiyet etmişti.[33]

[1] Buhârî, edeb 22, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/205.
[2] Buhârî, megâzî 87; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 6/304-305.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/249; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 6/304-305.
[4] Buhârî, fezâilü’l-Medine 8; Müslim, fiten 9.
[5] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4; savm 3; Müslim, fiten 26-27.
[6] Buhârî, menâkıb 25; menâkıbü’l-ensar 29; ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihad 97.
[7] Buhârî, menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/257.
[8] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 2/134.
[9] Buhârî, megâzî 83; Müslim, fezâilû’s-sahabe 98, 99.
[10] Buhârî, megâzî 38; Müslim, cihad 52.
[11] Buhârî, sulh 9; Tirmizî, menâkıb 30.
[12] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 8/41; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/72.
[13] Taberânî, Müsnedü’ş-şâmiyyîn, 2/17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/189; Bezzâr, el-Müsned, 8/431-432; Hâkim, el-Müstedrek, 4/545.
[14] Duhâ sûresi, 93/4.
[15] Bkz.: Buhârî, daavât 3; Müslim, zikr 41-42.
[16] Buhârî, megâzî 29; menâkıbü’l-ensar 9; Müslim, cihad 126-129.
[17] Buhârî, megâzî 29; Müslim, cihad 123-125.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/303; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, 5/269; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye, 4/116.
[19] Tirmizî, menâkıb 54. (Hadiste zikri geçen sahabi, Enes b. Mâlik’in baba-bir kardeşi olan Berâ b. Mâlik’tir.)
[20] Hâkim, el-Müstedrek, 3/331; Beyhakî, Şuabü’l-iman, 7/331; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/281.
[21] Buhârî, menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/257.
[22] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 6/194; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 13/87.
[23] Tirmizî, menâkıb 34.
[24] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/25; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/217.
[25] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 7/267.
[26] Buhârî, edeb 95; menâkıb 25; Müslim, zekât 142; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/56.
[27] Buhârî, edeb 95; menâkıb 25; Müslim, zekât 142-148. (Hâdise, bütün teferruatıyla Müslim’in rivayetlerinde geçmektedir.)
[28] Buhârî, edeb 95; Müslim, zekât 148; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye, 7/290.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/82; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 2/341; Hâkim, el-Müstedrek, 3/132.
[30] Buhârî, cihad 3, 8; Müslim, imâre 160-162.
[31] Buhârî, cihad 95, 96; Ebû Dâvûd, melâhim 9-10.
[32] Hâkim, el-Müstedrek, 4/468. Ayrıca bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/335; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 2/38.
[33] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/405.

Uzak İstikbal Ait Olan Gaybî Haberler

1. Vehen (Dünya Sevgisi – Ölümden Korkma)

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) günümüze çok yakın hâdiselerden de haber vermişti. İşte bunlardan biri:

يُوشِكُ اْلأُمَمُ أَنْ تَدَاعَى عَلَيْكُمْ كَمَا تَدَاعَى اْلأَكَلَةُ إِلَى قَصْعَتِهَا فَقَالَ قَائِلٌ: وَمِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَومَئِذٍ؟ قَالَ: بَلْ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ وَلَكِنَّكُمْ غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْـزِعَنَّ اللّٰهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ وَلَيَقْذِِفَنَّ اللّٰهُ فِي قُلُوبِكُمُ الْوَهَنَ. فَقَالَ قَائِلٌ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا الْوَهَنُ؟ قَالَ: حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيَّةُ الْمَوْتِ

“Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya davet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize davet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Allah Resûlü: “Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehen’ atacak” dedi. Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, vehen nedir?” Cevap verdi: “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi!”[1]

Bu ifadelerden, ilk bakışta şu mânâları anlıyoruz: Bir gün gelecek, milletler yığın yığın üzerimize çullanacaklar. Sofrada yemeği taksim eder gibi, yeraltı-yerüstü servetimizi aralarında paylaşacaklar. Evet, bütün yeraltı ve yerüstü servetlerimize el koyacak ve gözümüzün içine baka baka âdeta sofralarımızı yağmalayacaklar. Evet biz, lokmayı hazırlayıp önlerine koyacağız, onlar da doymak bilmeyen bir iştiha ile önlerine konan şeyleri yutacaklar.

Bütün bunlar niçin olacak? Çünkü o zaman biz, artık köklü bir ağaç değiliz de ondan. Hatta selin sürüklediği çer çöp gibiyiz de onun için. Evet, bizim mizaç, meşrep, hizip ve anlayış farklılığı ile birbirimizi yiyip bitirmemize karşılık, onlar dünyevî hasis menfaatler etrafında birleşti, bütünleşti ve bizleri sindirdiler. Önceleri onlar bizden korkuyorlardı. Çünkü biz, onların ölümden kaçtıkları gibi ölümün üzerine gidiyor ve dünyayı istihkar ediyorduk. Hâlbuki şimdi biz ölümden kaçıyor ve dünyayı da onlardan daha çok seviyoruz. Onlar da bizim bu zaafımızı işleterek, bizi en can alıcı yerimizden vuruyorlar.

İlk bakışta haçlı seferlerini hatırlatan bu hadisin, biraz daha derin düşünülürse çok daha yakın bir tarihte cereyan eden hâdiselere de işaret ettiği açıkça görülecektir.

Raif Karadağ “Petrol Fırtınası” adında bir kitap yazdı. Daha sonra o fırtınayı çıkaranlar tarafından da öldürüldü. Çünkü o kitapta 19. ve 20. asır Türk insanının mâkus tali’i ve gadr u efgânı, mütecavizlerin de “hayhuy”u vardı.

Devlet-i Âliye’nin –ben ona imparatorluk denmesinin karşısındayım. Çünkü o devlet bir imparatorluk değildi. Sahabe ve tâbiîn devrinden sonra, gelmiş geçmiş en muhteşem bir devletti ki, dense dense ona “Devlet-i Âliye” denir– üzerine nasıl bir sofra gibi üşüşülmüştü.! Bütün dertleri, bu geniş ve bâkir toprakların yeraltı-yerüstü zenginliklerini elde edebilmekten ibaretti. Tarih boyu cereyan eden açık haçlı hareketlerinin en ağırı, bu kapalı küfür tecavüzü yanında yine hafif kalırdı. Evet, birbirlerini bir sofraya çağırır gibi çağırmış ve bir ülkenin bütün varlığını aralarında paylaşmışlardı…

Hz. Osman ve Hz. Ali’yi (radıyallâhu anhumâ) o devrin hıyanet çarkını çeviren bir zihniyet arkadan vurmuş, Asr-ı Saadet’i kana boyamıştı; Âl-i Osman’ı da onların torunları arkadan vurdu ve İslâm dünyasını başsız bıraktılar.

Hazırlanmış ve donatılmış bir sofraya koşuyor gibi üzerimize üşüştü ve Âkif’in ifadesiyle: “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ!” bir araya gelerek Devlet-i Âliye’yi talan ettiler…

Bir kısım saldırganlar bir zamanlar bize belli bir zihniyetle saldırmıştı ve bu, o günün bağnaz Avrupalısının saldırısıydı. İğfal edilmiş bu zavallı yığınlar, akıllarınca Hz. Meryem’in merkadini kurtarmaya geliyorlardı. Hâlbuki bizim nazarımızda Hz. Meryem onların düşündüklerinden de, inandıklarından da daha faziletliydi. Çünkü biz onun, Cennet’te Efendimiz’e zevce olacağına inanıyor ve ona mü’minlerin anası gözüyle bakıyorduk.[2] Aynı zamanda eğer Hz. Meryem hayatta olsaydı, onu da rahatsız edecek olan, onların bâtıl ve köhne düşüncelerine karşı onun gerçek hakikatinin müdafileriydik…

Demek istediğim şudur: Allah Resûlü’nün mevzua esas aldığımız hadislerinde işaret buyurdukları bu köhne zihniyetin neticesi, hazırlanan haçlı seferleri değildir; belki yakın tarihte bütün dehşetiyle gördüğümüz ve hâlâ görmekte olduğumuz, korkunç bir küfür ittifakıdır ki, henüz İslâm âlemi onlara sofra olmaktan kurtulabilmiş değildir. Görüldüğü gibi, on dört asır evvel söylenenler, bugün, kelimesi kelimesine tahakkuk etmekte, görülmekte ve yaşanmaktadır.

2. Komünizm Fitnesi

İbn Ömer anlatıyor: “Allah Resûlü, bir gün şark tarafına dönerek”: أَلاَ إِنَّ الْفِتْنَةَ هَاهُنَا مِنْ حَيْثُ يَطْلُعُ قَرْنُ الشَّيْطَانِ “Dikkat edin fitne bu taraftan, şeytan çağının yayıldığı yerden zuhur edecektir.” buyurdular.[3]

Çok kuvvetli bir ihtimal ile bu hadisleriyle Efendimiz, günümüzde, garbın zalim ve kâfirlerine alternatif olarak şarkta zuhur edecek olan fitneye işaret buyurmaktadırlar.

Metinde geçen قَرْن kelimesi boynuz mânâsına geldiği gibi çağ ve asır mânâsına da gelir. Onun için bu kelimeye “boynuz” mânâsından ziyade “çağ” ve “asır” mânâlarını vermek daha muvafıktır. قَرْنُ الشَّيْطَانِ “Şeytan Çağı” demektir ki Asr-ı Saadet’in mukabilidir. İnkâr-ı ulûhiyet esası üzerine kurulmuş ateist, ibâhiyeci ve dünden bugüne, şeytanın, nefs-i emmare vasıtasıyla insana fısıldamaya çalıştığı bütün fenalıkların birden hayata geçirilmesi sistemi. Kapitalizmin nesebi gayr-i sahih evlâdı bu ürpertici sistem, günümüzde can çekişiyor olmasına rağmen hâlâ yeryüzünde, din, diyanet, mukaddesat, tarih ve hatta demokrasi düşmanlığının rakip kabul etmez şampiyonluğunu sürdürmekte ve bir korkulu rüya olmaya devam etmektedir ki;[4] zannediyorum Allah Resûlü de bütün efradı içinde, bilhassa bu sistemin hâkim olduğu döneme “Şeytan Çağı” diyor. Ve bu çağla gelen cihanşümul krizlere karşı ümmetini uyarıyor.

3. Fırat’taki Hazine

Yine buyuruyor: يُوشِكُ الْفُرَاتُ أَنْ يَحْسِرَ عَنْ كَنْـزٍ مِنْ ذَهَبٍ (أَوْ جَبَلٍ مِنْ ذَهَبٍ) فَمَنْ حَضَرَهُ فَلاَ يَأْخُذْ مِنْهُ شَيْئاً “İhtimal Fırat’ın suyu çekilir; ve altın’dan bir dağ zuhur eder. Kim orada bulunursa bir şey almasın.”[5]

Bugüne dek Fırat’ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat’a yakın yerde Irak ve İran savaşı oldu. 1958’de yine Fırat’a yakın bir yerde çok ciddî kıyım yapılarak Allah Resûlü’nün torunları katledildi.. ancak, yukarıdaki hadisten, bu iki hâdiseyi çıkarmak uygun olmasa gerek. Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hâdiselere işaret aramak daha uygun olur:

Meselâ: Fırat’ın suyu, altın değerinde olacak bir devreye, mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de “altın” sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat’ın suyu tamamen çekilerek, altında çok büyük altın ve petrol yataklarının çıkacağı da bildirilmiş olabilir. Ayrıca, toprak çökmeleri neticesinde böyle bir madenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslâm âleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur. Bunlar bugün zuhur etmiş şeyler değil; ileride zuhur edecek hâdiselerdir.. ve o günleri gören insanlar, Allah Resûlü’ne bir kere daha bütün kalbleriyle “Sadakte – Doğru söyledin!” diyecek ve imanlarını yenileyeceklerdir.

4. İseviyetin Tasaffisi

İki Cihan Serveri, İseviyetin tasaffi ederek Muhammedî ruhla bütünleşeceğini söylemektedir. Evet, o gün, inkârın temsilcileri, inananları derdest ettikleri esnada, gök kuvvetini elinde tutanlar, Allah’ın yardımıyla Müslümanların mâkus tali’ini bir kere daha değiştirecek ve ilhadın burnu bir kere daha kırılacak.. cihanşümul bu boğuşmada her taraf cenazelerle dolacak ve yeryüzünü dolduran bu cenazeleri de kartallar taşıyacaktır.[6] Bu kartalların belli bir müesseseye işareti ne kadar mânidardır!

5. Tarımdaki Islahlar

Tarım sahasında ıslahat yapılacak. Yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecek.[7] Yine buğday taneleri de, o denli büyük olacak. Bunlar bizim şu anda görmediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek hususlardır. Bunlar görülecek ve: “Sen, Allah’ın Resûlü’sün!” denilerek Allah Resûlü’ne olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.

Bizler meşîme’nden doğacak ferdâya hayranız. O öyle bir ferdâdır ki, ondan başka ışık yok..! O bir sönse, hayat artık ebedî leyl-i yeldâdır. Âkif, ruhun şâd olsun!

6. Günümüzdeki Dengesizlikler

Biz yine günümüze bakan işaretlere dönelim. Allah Resûlü buyuruyor: إِنَّ بَيْنَ يَدَيِ السَّاعَةِ تَسْلِيمَ الْخَاصَّةِ وَفُشُوَّ التِّجَارَةِ حَتَّى تُعِينَ الْمَرْأَةُ زَوْجَهَا عَلَى التِّجَارَةِ، وَقَطْعَ اْلأَرْحَامِ وَشَهَادَةَ الزُّورِ وَكِتْمَانَ شَهَادَةِ الْحَقِّ وَظُهُورَ الْقَلَمِ “Kıyamete yakın hususî selâmlaşma (yani selâm vermede şahıs belirleme) olur, ticaret revaç bulur. O kadar ki kadın kocasına ticarette yardımcı olur. Sıla-i rahim kesilir. Yalan yere şahitlik yapılırken hak yere şehadet ketmedilir. Kalem teşvik görür.”[8]

Bu hadis, hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutulmadan günümüzü bütün çıplaklığı ile ele vermektedir.

Ticaret revaç bulur. Öyle revaç bulur ki, milyarlık, trilyonluk yatırımlar yapılır. Sadece reklâm için milyonlar, milyarlar harcanır. Ve çoğu kere kadın, ticarette reklâm aracı olarak kullanılır. Bazen de kadın doğrudan ticaretin içine girer ve çarşıda-pazarda, panayırda-fuarda, reklâmı kendilerinden reklâmcılar olarak dolaşır. Bu sözlerimizle sakın ticaretin aleyhinde bulunduğum zannedilmesin; ben sadece Efendimiz’in verdiği haberin doğruluğuna işaret etmek istiyorum.

Sıla-i rahim koparılacak. Anne-baba ve yakın akraba hakları ayaklar altına alınıp çiğnenecek. Ana-baba yaşlanıp işe yaramaz hâle gelince, yani tam şefkat ve ilgiye muhtaç oldukları bir devrede, huzur evlerine gönderilecek ve bu yaşlı insanlar evlerinde yitirdikleri huzuru, orada bulmaya çalışacak.. Cenâb-ı Hak kendinden sonra en büyük hakkı onlara vermesine rağmen O’nun bu emri dinlenmeyecek ve onlara karşı, en vahşi barbarlara rahmet okutacak en küstahça muameleler reva görülecek. (Anlatılanlar, günümüze uyuyor mu, uymuyor mu, bunu sizin idrakinize ve irfanınıza havale etmekle yetineceğim.)

Kalem teşvik görecek, matbaalar harıl harıl çalışacak; gazete, dergi ve kitaplar basacak. Kitap ve yayınevleri, durmadan kitap ve ansiklopedi neşredecekler, kütüphanelerin rafları binlerce çeşit kitapla dolup taşacak. Yazmak bir meslek hâline gelecek ve yazarlık revaç bulacak.

Yalan yere şehadet, ortalığı saracak ve doğru şahitliğe kimse yanaşmayacak. Cemiyet, âdeta bir yalan fabrikası hâline gelecek ve hayat büyük ölçüde yalan, hıyanet ve aldatma yörüngeli olacak…

Mesele o kadar açık ve seçik olarak ifade ediliyor ki, burada bazılarının aklına “Acaba bu sözler hakikaten Efendimiz’e ait midir?” diye bir tereddüt gelebilir.

Cevap gayet basittir: Bu sözler, en az on üç asır evvel tedvin edilmiş olan hadis kitaplarında mevcuttur. Eğer bu sözleri Allah Resûlü söylemediyse, ya kim söylemiştir? Kendisinden bu kadar asır sonra meydana gelecek hâdiseleri, gözle görürcesine kim ifade edebilir? Hem, eğer bu sözler Efendimiz’e ait değilse, bu sözlerin sahibinde de, en az Efendimiz kadar bir nurlu bakış olması gerekmez mi? Tarihte Allah Resûlü’ne denk bir ikinci insan var mıdır ki, bu sözler ona isnat edilsin. Hayır; gaybe ait bu ifadeler, Allah Resûlü’ne aittir. Rabbi, O’na öğretmiş, O da bize haber vermiştir. Evet, günümüzde zuhur eden bu hâdiseler, Allah Resûlü’nün, sözlerinde ne kadar doğru olduğunu apaçık göstermektedir.

7. İlmin Yaygınlaşması

Bir hadis-i kudsîde Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir buyruğunu şöyle intikal ettirir: أَبُثُّ الْعِلْمَ فِي آخِرِ الزَّمَانِ حَتَّى يَعْلَمَهُ الرَّجُلُ وَالْمَرْأَةُ وَالْعَبْدُ وَالْحُرُّ وَالصَّغِيرُ وَالْكَبِيرُ “Ahir zamanda ilmi öyle bir neşredeceğim ki, erkek de öğrenecek kadın da. Hür de öğrenecek, köle de. Küçük de öğrenecek büyük de.”[9]

Her seviyede açılan okullarda, her sınıf insan, ilmi öğrenecek ve âdeta bu mevzuda birbirleriyle yarışır hâle gelecekler. Günümüzde açılan bunca okul, kurulan bunca üniversite ve dünya çapında yaygınlaştırılan ilim ve iletişim araçlarının bu mevzuda seferber edilmesi gösteriyor ki; Allah Resûlü, Rabbinden rivayetle söylediği bu sözünde, ilim ve bilim çağına işaret buyurmakta ve bu mevzudaki gelişmeler de O’nu doğrulamaktadır. Sanki kurulan her ilim müessesesi hâl diliyle, Allah Resûlü’ne hitaben: “Sen, doğru sözlüsün!” demektedir. Zaten ilim asıl mecrasına döndürülebildiğinde, ilimler bunu bizzat söyleyecektir..!

8. Kur’ân’dan Kaçış

Ve yine Allah Resûlü günümüze tam uyan bir hadislerinde: لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُجْعَلَ كِتَابُ اللّٰهِ عَاراً وَيَكُونَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيباً “Kur’ân bir utanma mevzuu ve İslâm da garip olmadıkça kıyamet kopmaz.” buyuruyorlar.[10]

Kâfir küfrünü açıkça ilan ederken, Müslüman Müslüman­lı­ğı­nı sanki utanılacak bir şeymiş gibi utanarak, sıkılarak söyleyecektir. Onlar, kendi düşünce ve kendi neşriyatlarını otobüste, uçakta ve daha başka yerlerde açıkça reklâm etmelerine karşılık, Müslümanlar, Kur’ân’ını açıp okuyamayacaklar. Öyle bir psikolojik baskı altında kalacaklar ki, zâhiren bir yasak konulmasa da o baskı altında Kur’ân yanlısı olmayı ar edip saklayacaklar.

Şimdi bu gerçeği inkâr etmeye imkân var mı? Evet, günümüzde Müslümanın yaşadığı dramlardan birisi de bu değil mi? İslâm, her şeyiyle garip hâle gelmedi mi?

Acınacak durumumuzun tasvirini, daha fazla uzatmadan noktalayalım. Bütün bunları Allah Resûlü, hem de asırlarca evvel aynen olacağı şekliyle haber verdi.. ve verilen haberler de, mevsimi gelince, en küçük teferruatına kadar vuku bulup Allah Resûlü’nü tasdik etti. Bilmem, bütün bunlar, dönüp yeniden O Zât’a biat etmemize yetmiyor mu..?

9. Zaman Mefhumu

Başka bir hadislerinde de, kıyamet alâmeti olarak, Kur’ân’ın utanılacak bir mevzu hâline getirileceğini anlattığı yerde Allah Resûlü, hadisin devamında: “Zaman ve mesafelerde yaklaşma olmadıkça kıyamet kopmaz.” buyurmaktadır.[11]

Hadiste geçen “tekarub” kelimesi, iki şeyin birbirine yaklaşması, demektir. Bununla da Allah Resûlü, hem zamanın izafiliğine, hem de o devreye göre çok uzun zamanda yapılan şeylerin, daha kısa zamanda yapılabileceğine işarette bulunmuştur. Sanayi ve teknolojideki inkılâplarla, hemen her sahada korkunç sürat çağına girildiği artık çocukların bile bedîhî saydığı şeylerdendir. İşte, hadis-i şerifte buna işaret buyrulduğu gibi, bugünün –artık mesafeleri iyice kısaltan– süratli vasıtalarına da işaret edilmektedir. Ayrıca, astronomi ve astrofizikle meşgul olanların anlayabileceği bir meseleye de burada parmak basılmaktadır. Yeryüzü, zamanla elips şeklini almaktadır. Bu değişiklik, zaman üzerine de tesir edecek ve biz farkına varmadan, saatlerimizde, dünyanın durumunda değişikliğe tesirli olabilecektir!

Benim bu hadisten anladığım bir başka mânâ daha var, o da şudur: Zamanın itibarî bir vücudu vardır. Fakat nerede olursa olsun zaman yine zamandır. Meselâ, Boğa burcuna gidiniz ve oradan kırk milyon ışık hızı ötede, saniyede yüz elli bin kilometre hızla uzaklaşan bir nebülöza bakınız; çok farklı zamanlara şahit olacaksınız. Işık hızının yarısı süratinde uzaklaşan bir nebülözda da bu birim bir zaman ölçüsüdür; nispetler mahfuz, daha aşağıdaki seviyedekiler için de…

Evet, bir gün beşer güneş sisteminin dışına çıkma imkânı bulursa, herhâlde şu andaki zaman anlayışı orada tamamen alt üst olacaktır.

İşte sırlı ve sihirli iki kelime ile, ileride bizim zaman anlayışımızla ve çok daha başka zaman ölçülerinin hepsine birden Allah Resûlü “tekarub-u zaman” ifadesiyle işaret ediyor.

Şimdi soruyoruz: Acaba bu sözler, bir beşer sözü olabilir mi? Zaman ve mekân, kudret elinde evrilip çevrilen Zât’tan başka bu hakikatleri kim bilebilir? Rica ederim, bunlar, ümmî bir Zât’ın, ümmî bir devirde bilebileceği şeyler midir? Elbette hayır. Fakat O’na bütün bunları bildiren Allah’tır. O, sadece Cenâb-ı Hakk’ın kendine bildirdiklerini haber vermiştir.

Günler, aylar, yıllar ve asırlar geçiyor. İlim ve teknik, dev adımlarla ilerliyor, neticede varılan hedefte, Allah Resûlü’nün o meseleyle alâkalı asırlarca önce görüp bildirdiği hakikate ulaşıyor ve ilim adamı, bu mevzuda hayranlığını gizleyemiyor, bütün gönlünün coşkunluğuyla Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen doğrunun ta kendisisin yâ Resûlallah!” diyor.

10. Faizin Yaygınlaşması

Bir gün, faiz sistemi alabildiğine yaygınlaşacak ve bizzat faiz yemeyene dahi onun tozu toprağı bulaşacaktır. İşte günümüzün en büyük illetlerinden biri olan ve her gün o korkunç buudlarıyla daha da yaygınlaşan bu maraza, Allah Resûlü şu hadisleriyle işaret buyurmaktadır: لَيَأْتِيَنَّ عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لاَ يَبْقَى مِنْهُمْ أَحَدٌ إِلاَّ آكِلُ الرِّبَا فَمَنْ لَمْ يَأْكُلْ أَصَابَهُ مِنْ غُبَارِهِ “İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene dahi tozu toprağı bulaşacak.”[12]

Hadiste iki hususa dikkat çekiliyor:

Birincisi: Devletin bütün parası, faiz çanağı içinde kaynadığından, bankalarla banka olmayan müesseseler müşterek hareket ettiğinden; insan ne kadar hassas davranırsa davransın, muhakkak hayatı kuşatan bu sârî illetten nasibini alacaktır. Yani onun üzerine de bir şeyler sıçrayacaktır. Ancak bu durumda insan, sadece niyetiyle kurtulabilecek ve niyeti onun sığınağı olacaktır.

İkincisi: Arapça’da toza toprağa bulanmanın ayrı bir mânâsı daha vardır. Bir kısım kimseler, faiz yiyecekler, yemeyenler de onun tozuna toprağına maruz kalacaklardır. Kapitalist zümre, faizle servetlerini nemalandırıp, inkişaf ettirirken, proletarya sınıfını da aynı seviyede sefilleştirecek ve bu iki sınıf arasındaki amansız bir mücadele, cemiyeti toza toprağa, yani kargaşaya boğacak ve bir gün herkesi rahatsız edecek seviyeye ulaşacaktır.

Zannediyorum bunların hepsi olmuştur ve olmaktadır. Günümüz insanı her iki yönüyle de hadisin işaret ettiği bu hususları bütün çirkinliğiyle müşâhede etmektedir. Ve yine günümüzde artık faize –dolaylı ve direkt– bulaşmayan bir ticarî kuruluş yok gibidir. Dünya çapında bütün ticaret, bu anlayışın çarkları arasında dönüp durmaktadır ve bütün dünyada faiz muamelesi tıpkı bir mal mübadelesi, bir para alışverişi gibi kabul edilmektedir.

İki Cihan Serveri, günümüz insanının maruz kaldığı faiz krizine çok önceden ümmetinin dikkatini çekmiş ve uyanık davranmalarını, faiz bataklığına düşmemelerini tenbih etmişti ama, gel gör ki, bugün bütün İslâm âlemi gırtlağına kadar faiz bataklığı içinde çırpınıp duruyor ve henüz bu çirkef içinden sıyrılıp çıkma mevzuunda da herhangi bir gayreti yok gibi… Hâlbuki İslâm, faize karşı harp ilan eden bir dindir.[13]

Keşke Müslümanlar, Kur’ân’ın bu mevzudaki tehditkâr ifadelerinin hiç olmazsa bir kısmını anlayabilselerdi, bugün birer faizzede olarak dünyanın en derbeder milletleri arasında bulunmayacaklardı!..

11. Mü’minin Gizleneceği Zaman

Yine günümüzü tablolaştıran bir başka hadis: يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ يَسْتَخْفِي الْمُؤْمِنُ فِيهِمْ كَمَا يَسْتَخْفِي الْمُنَافِقُ فِيكُمُ الْيَوْمَ Yani: “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o günün mü’mini, onların arasında gizlenecek, aynen bugün münafığın sizin içinizde gizlendiği gibi…”[14]

O devrede münafık nasıl davranıyordu? Kendisini hissettirmemek için hangi çarelere başvuruyordu; aynen mü’min de onun gibi davranmak, kendini gizlemek, ibadetlerini gizli gizli yapmak ve bu şekilde bulunduğu yeri korumaya çalışmak zorunda kalacaktır.. yoksa onu iflah etmeyeceklerdir. Bu şerr-i mütegallibe, inançlı ve iffetli mü’minleri bağrında barındırmak istemeyecektir. İş yerleri ve devlet kademelerinin bazı kesimleri, onlara tamamen kapalı tutulacak ve onlar cemiyet içinde hor ve hakir görülecektir.

Başka bir hadis de aynı hususu takviye eder mahiyettedir: “Fitneler olacak. O gün kişi namazından dolayı ayıplanacak. Aynen zina eden bir kadının bugün ayıplandığı gibi.”[15]

Tabiî ki hadiste zina eden kadının ayıplanmasına teşbih, o günün anlayışı baz alınarak yapılmıştır. Hâlbuki günümüzde, hususiyle de bazı yörelerde o bir meslek sayılmaktadır.

Evet, eğer belli bir dönemde gelip geçenler sayılmazsa, namazından dolayı insanların horlandığı, ayıp bir iş yapmış gibi suçlandığı ve şer güçlerin hâkimiyeti altında inim inim inlediği günler de gelecek ve mü’min, bu afeti de, gizlenmek suretiyle geçiştirecektir.

12. Tâlekan’da Petrol

Allah Resûlü buyuruyor:

وَيْحاً لِلطَّالَقَانِ! فَإِنَّ ِللّٰهِ فِيهِ كُنُوزاً لَيْسَتْ مِنْ ذَهَبٍ وَلاَ فِضَّةٍ

Arapça’da “Veyh” buruk bir tebessüme benzer müjdeler için kullanılır. Hz. Ammar’ın şehit edileceğini bildirdiği zaman da, Allah Resûlü aynı tabiri kullanmış ve وَيْحَكَ يَا عَمَّارُ demişti.[16]

“Tâlekan” ise, Kazvin’de petrol yatakları bol bir mıntıkanın adıdır. Hadiste, Efendimiz meal olarak: “Müjde Tâlekan’a! Orada Allah’ın gümüş ve altın cinsinden olmayan hazineleri var.” demişlerdir.[17]

İleride oralarda daha başka madenler de bulunabilir. Bulunan şey, uranyum veya elmas yatakları da olabilir. Ve bunlar neticeyi değiştirmez. Efendimiz, altın ve gümüş cinsinden olmayan bir hazineden bahsetmektedir.. ve günümüzde bunlar ortaya çıkmış durumdadır. Demek ki Tâlekan’da çıkan petrol dahi, Allah Resûlü’nü tasdik etmekte ve O’nun doğruluğunu haykırmakta…

13. Ehl-i Kitab’a İttiba

İslâm âlemi, kendinden evvelki ümmetleri, yani Hıristiyan ve Yahudi­leri, adım adım, karış karış takip ve taklit edecek; hatta onlardan biri başını bir keler deliğine soksa Müslümanlar da onları aynen takip edip başlarını oraya sokacaklar. Aleyhissâlatü Vesselâm Efendimiz bu hususu, şu veciz ifadeleriyle beyan buyurmaktadırlar:

لَتَتَّبِعُنَّ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ شِبْراً بِشِبْرٍ وَذِرَاعاً بِذِرَاعٍ حَتَّى لَوْ دَخَلُوا فِي جُحْرِ ضَبٍّ لَاتَّبَعْتُمُوهُمْ. قُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ! آلْيَهُودَ وَالنَّصَارَى؟ قَالَ: فَمَنْ؟

“Sizden evvelkileri öyle takip ve taklit edeceksiniz ki, karış karış, kulaç kulaç onların ardından gideceksiniz. Hatta onlar başlarını bir keler deliğine soksalar, siz de aynı şeyi yapacaksınız.”

Sahabe “Sizden evvelkiler” cümlesinden kasdolunanın Hıristiyan ve Yahudiler mi olduğunu soruyor. Allah Resûlü: “Başka kim olabilir ki!?” mânâsına فَمَنْ buyuruyorlar.[18]

Bugün bizim ve bütün İslâm dünyasının durumu meydanda.. hemen hepimiz şahsiyetini kaybetmiş ve bir kimlik bunalımıyla inlemekteyiz. Hâlimiz, hadisin ifadesiyle, iki sürü arasında gelip giden şaşkın koyundan farksız. Bir zaman başka devletleri yıkan, bitiren ve tüketen bütün olumsuz şeyler, bugün ahtapot gibi dört bir yandan bizi sarmış durumda. Biz de taklit sersemliği ile bu ölüm ağını, yenilik ve medeniyetin turnikeleri sanıyoruz. Evet, dünyanın hiçbir devrinde, hiçbir millet, bizim Batıyı taklidimiz ölçüsünde, taklidi bir tutku hâline getirmemiştir. Bugün Batı dünyasında meydana gelen her yenilik, hiç parola sorulmadan bizde aynen kabul görüyor ve kabul ediş süratinde birçok Batılı ülkeyi bile geride bırakıyoruz. Hâlbuki Allah Resûlü, en küçük hususlarda ve teferruat gibi görünen meselelerde dahi onlara muhalefet ediyordu.

Ne var ki konu o olmadığı için o kapıyı açmak istemiyoruz.

Şimdi bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bütün bu olacak hâdiseleri Allah Resûlü’nün hem de asırlarca önce haber vermesi ve mevsimi gelince de bunların zuhurudur. Evet, her hâdise, O’nun dilinde bir tebşir ve inzar şeklinde tecellî eder. Vakt-i merhûnu (belirlenmiş zaman) gelince de fasih bir lisan kesilir ve O’nun sıdkına şehadet eder.

[1] Ebû Dâvûd, melâhim 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/359; 5/278.
[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 6/52; 8/258.
[3] Buhârî, fiten 16; Müslim, fiten 45-50.
[4] Bu yorum, 1989 yılında yapılmıştır.
[5] Buhârî, fiten 24; Müslim, fiten 30-32.
[6] Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59.
[7] Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59.
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/407-408, 419-420; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 360; Hâkim, el-Müstedrek, 4/98.
[9] Dârimî, mukaddime 27; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 6/100.
[10] İbn Ebi’d-Dünya, el-Ukûbat, s. 216.
[11] Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 7/324.
[12] Ebû Dâvûd, büyû 3; Nesâî, büyû 2; İbn Mâce, ticârât 58.
[13] يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ * فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِهِ وَإِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ “Ey inananlar, Allah’tan korkun, eğer gerçek mü’minlerseniz faizden kalan mevcut alacaklarınızı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, o hâlde Allah ve Resûlü’nden bir harb (ilan edilmiş) bulunduğunu bilin. Tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.” (Bakara sûresi, 2/278, 279).
[14] Taberânî, Müsnedü’ş-şâmiyyîn, 1/148.
[15] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 11/180. (Nuaym b. Hammâd ve Taberânî’den naklen)
[16] Buhârî, salât 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/5.
[17] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 14/591. (Ebû Ganm el-Kûfî’den naklen)
[18] Buhârî, enbiyâ 50; Müslim, ilim 6.

Çeşitli İlim Dallarına Dair Gaybî Haberler

Bu bölümde Allah Resûlü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı meseleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehadeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.

O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bugüne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sadık’ın beyanı, her biri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsâ ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resûlü’nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.

Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfurû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “Sadakte!” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir.

Bu cümleden olarak, meselenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misali takdim etmeye çalışalım:

1. Her Hastalığa Çare

Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar:

مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ دَاءً إِلاَّ أَنْزَلَ بِهِ شِفَاءً “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!”[1] Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (celle celâluhu) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümullü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, bir gün bütün hastalıklara –tabiî Allah’ın tevfik ve inayetiyle– mutlaka şifa bulunabilecektir.

Hadisin bir diğer rivayetinde لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءٌ “Her derde deva vardır.” buyrulur.[2]

Başka bir hadis-i şerifte:

تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلَّا وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ: اَلْهَرَمُ

“Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.”[3]

Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur… Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun…

İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya davet ediyor:

Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın!

Zaten, Kur’ân-ı Kerim de hep bu meseleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mucizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mucizelerle idealleştirmiş. Evet, nasıl ki enbiyâ, ruhanî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selâmetli sahile çıkarmışlardır; öyle de müspet ilimlerde, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki beşer, bütün maddî-mânevî terakkinin anahtarlarını enbiyâdan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mucizelerin anlatılması, o mucizelerin ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir.

Meselâ, Hz. Mesih, –Allah’ın izniyle– ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü âdiyât orada bitiyor ve ondan öte harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan tâkati ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mucize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, enbiyâ-i izâmın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mucizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır.

İşte, Hz. Mesih’in mucizesiyle, Kur’ân teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları ta ölüm sınırına kadar açık.. hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..!

Ve meselâ; Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) eliyle beşere tak­dim edilen mucizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet, günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki asâyı atıp da onu hakikî bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir.

Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şairâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyanlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebîd gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyanda o bir mucizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir.

Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için –temas kabîlinden dahi olsa– dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız.

Peygamberlerin mucizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdeta belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.

Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mucizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır.

Beşerin tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakki kaydetmesi mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasıyla var olan bir mahluktur: خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ4 âyeti de buna işaret etmektedir.

Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah’ın (celle celâluhu) emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır.

Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik” denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır ve bu, oldukça da kolaydır. Hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir.

Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabipler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamıyla riayet edilmesiydi.

Allah Resûlü, bir taraftan kalb ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdeta tabiplik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de mânevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.

Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhur buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün de veba o idi. Vebaya karşı sahabe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama askerî harekâtla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizans’ın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahabe şehit olmuştu.[5]

O gün, ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrah da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebû Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim.” diyecektir.[6]

Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip, “Bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder.” dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “Kalk bunlarla git.” demişti.[7]

Evet o, ümmetin emini ve Cennet’le müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahabi de vebanın insanları kasıp kavurduğu bu yerde bulunuyordu.

Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) hilâfet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebû Ubeyde önüne dikildi: “Yâ Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” dedi. Bu da, Ömer’in bir firasetiydi.

Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadisi nakletti:

إِذَا سَمِعْتُمْ بِهِ بِأَرْضٍ فَلاَ تَقْدَمُوا عَلَيْهِ، وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلاَ تَخْرُجُوا فِرَاراً مِنْهُ

“Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhur etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.”[8]

Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “Elhak, doğru söyledin!” diyor.

2. Cüzzam ve Karantina

Buhârî ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz şöyle buyuruyorlar: فِرَّ مِنَ الْمَجْذُومِ كَمَا تَفِرُّ مِنَ اْلأَسَدِ “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!”[9]

Bu hadis-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok meselede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resûlü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir.

Burada tavsiye edilen kaçma meselesi, ayakkabıları alıp firar etmek mânâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadisleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşidattır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resûlü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlere, ancak çok ciddî gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.

3. Köpeğin Yalaması

İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor:

طُهُورُ إِنَاءِ أَحَدِكُمْ إِذَا وَلَغَ فِيهِ الْكَلْبُ أَنْ يَغْسِلَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ أُولاَهُنَّ بِالتُّرَابِ

“Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır.”[10]

O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvelâ sterilize edilmesini emretmiş oluyordu.

Bundan başka, Hadis-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir:

Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir.

İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir… Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdeta mümkün değildir. Onun için sterilize çok önemlidir.

Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu hâline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyanı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir.

Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir.[11] Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.”[12]

Bunun mânâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât, cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriyeye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır…

Bu son durum itibarıyla Efendimiz’in meseleye yaklaşması da ayrı bir mucize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizam veya ekolojik denge, ta o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resûlü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı…” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir meseleyi hatırlatıyordu.

Evet, Allah (celle celâluhu) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkil eden unsurlar arasında umumî bir denge meydana getirmiştir ki: وَوَضَعَ الْمِيزَانَ * أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ “O, bir mizan vaz’etti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız.”[13] âyeti de bu genel prensibi ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tespit edebildiğimiz birkaç mucizevî yön var ki, ileride aynı cümle kim bilir daha nice hakikatlere ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibarıyla, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Hâlbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım:

Kesin bir dille ve hiçbir tereddüte yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün!” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar…

4. Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak

Tirmizî ve Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadiste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ وَالوُضُوءُ بَعْدَهُ “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.”[14]

Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız!

Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas vaz’ediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu meselenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?..

Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvelâ o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insanın, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyan eden Allah Resûlü,[15] bilhassa el temizliğini nazara verip, üzerinde tahşidat üstüne tahşidat yapmaktadır.

Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı?

O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuvar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı, o da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüv” veya “gayr-i metlüv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine talim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilâf-ı vaki herhangi bir beyan bulmak mümkün değildi.

5. Ağız ve Diş Temizliği (Misvak)

Kütüb-ü Sitte’nin ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırka yakın sahabenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadislerinde de Allah Resûlü: لَوْلاَ أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لَأَمَرْتُهُمْ بِالسِّوَاكِ عِنْدَ كُلِّ صَلاَةٍ “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim.” buyuruyorlar.[16]

Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes her yerde misvak bulamayabilirdi…

Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mesele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte –inşâallah– onları da okuyacaksınız…

Sivak, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir.

Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah’tır (celle celâluhu). Efendimiz, onun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Hâlbuki Efendimiz’in –en azından– günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı.[17] Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, bir şey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resûlü’nün misvak kullandığına, yani dişlerini temizlediğine şahit oluruz.

6. Yeme-İçmede Ölçü

Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gazap ettiği kab, dolu bir midedir.”[18]

Bu hadisi takviye eden başka hadisler de vardır: Bunlar­dan birinde Allah Resûlü şöyle buyurur:

أَخْشَى مَا خَشِيتُ عَلَى أُمَّتِي كِبَرُ الْبَطْنِ وَمُدَاوَمَةُ النَّوْمِ وَالْكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.”[19]

Hadiste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murâkabesiz, muhasebesiz ve gafilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hâsıl olmayacaktır… Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır.

Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa sözlerinde hilâf-ı vaki bir beyanın bulunmadığına şahit olacaksınız…

7. Sürme

Şimdi de başka bir hadise intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resûlü buyuruyor: “Gözlerinize sürme çekin. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.”[20]

Kalbi ve kafası münevver tabiplerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle Peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır.[21] Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.

8. Çörek Otu

Buhârî’de, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: إِنَّ فِي هَذِهِ الْحَبَّةِ السَّوْدَاءِ شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ إِلاَّ السَّامَ Şu habbe-i sevdâ, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.”[22]

“Her dert” tabiri, Arapça’da kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tâbi tutulsa ve üzerinde ciddî araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır.

Hadis-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor:

Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü.

İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı.

Biz, yine meselenin ilmî plânda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir iki hususu kayda almaya çalışalım:

Hastalıkta, bilhassa nekahet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin.

Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misal var ki, saymakla bitmez… Bu demektir ki, Allah Resûlü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vâki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.

9. Sinek

Yine bir Buhârî hadisiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resûlü buyuruyor: إِذَا وَقَعَ الذُّبَابُ فِي إِنَاءِ أَحَدِكُمْ فَلْيَغْمِسْهُ كُلَّهُ ثُمَّ لْيَطْرَحْهُ فَاِنَّ فِي أَحَدِ جَنَاحَيْهِ دَاءً وَفِي اْلآخَرِ شِفَاءً “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır.”[23]

Evvelâ, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacaktır.

İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikrobun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır.

Bu meselenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sine­ğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.

10. İstihâze Kanı

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gün Fatıma binti Ebî Hubeyş, Allah Resûlü’ne gelerek: ‘Yâ Resûlallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terk edeyim mi?’ dedi.” Allah Resûlü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.”[24]

Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihâze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tespit edilebilen bu meseleyi acaba Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o devirde nasıl bilebilmişti? Tabiî ki Rabbinin bildirmesiyle.. evet, Rabbi O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, o söz cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebi olabilir.

11. İçkide Deva Yoktur

Târık b. Süveyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: İçki yasak edilmeden evvel, bazı hastalıklarımızın tedavisinde içki kullanırdık. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumu arz ettim. Ve tedavi için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum. “Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz.” mânâsına: إِنَّهُ لَيْسَ بِدَوَاءٍ وَلَكِنَّهُ دَاءٌ25 buyurdular.

Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.

12. Sünnet Olmak

Allah Resûlü, beş şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.[26]

Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı: Sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir.

Görülen odur ki, bu mevzuda da Batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda.

Sözün burasında, tedâi ile hatırladığım, çağın devâsâ tanığına ait şu tespiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı bir gün, bir İslâm evlâdı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir Batılı doğuracaktır.”[27]

Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evlâdın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte –inşâallah– duyulacaktır..!

Buraya kadar, Allah Resûlü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatte doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Hâlbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara Cennet’e giden şehrahı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk mânâsı tecessüm ve tecessüt etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemâilleri zuhur edecekti…

Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyit edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki meselenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır.

Zaten ahiret denen âlemde Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun Zât, sıfât ve esmâ hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, Cennet-Cehennem, Huri-Gılman hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte!” diyeceklerdir…

[1] Buhârî, tıbb 1; İbn Mâce, tıbb 1.
[2] Müslim, selâm 69; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/335.
[3] Ebû Dâvûd, tıbb 1; Tirmizî, tıbb 2; İbn Mâce, tıbb 1.
[4] Mülk sûresi, 67/2.
[5] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-nihâye, 7/93.
[6] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 4/330; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/580.
[7] Buhârî, fezâilü ashabi’n-Nebi 21; Müslim, fezailü’s-sahabe 54-55.
[8] Buhârî, tıbb 30; Müslim, selâm 98.
[9] Buhârî, tıbb 19; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443.
[10] Müslim, taharet 89-93; Tirmizî, taharet 68.
[11] Buhârî, bed’ü’l-halk 17; Müslim, taharet 93.
[12] Tirmizî, sayd 16; Ebû Dâvûd, edâhî 21; taharet 37.
[13] Rahmân sûresi, 55/7,8.
[14] Ebû Dâvûd, et’ıme 11; Tirmizî, et’ime 39.
[15] Buhârî, vudû 26; Müslim, taharet 87-88.
[16] Buhârî, cuma 8; Müslim, taharet 42; Ebû Dâvûd, taharet 25; Tirmizî, taharet 18; Nesâî, taharet 7.
[17] Buhârî, vudû 73; Müslim, taharet 42-48.
[18] Tirmizî, zühd 47; İbn Mâce, et’ime 50; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/132.
[19] Suyûtî, el-Câmi’u’s-sağîr, 1/24 (Dârekutnî’nin Efrâd’ından naklen).
[20] Tirmizî, libâs 23; İbn Mâce, tıbb 25.
[21] Tirmizî, libâs 20; tıbb 13; Ebû Dâvûd, tereccül 18.
[22] Buhârî, tıbb 7; Müslim, selâm 88-89.
[23] Buhârî, bed’ü’l-halk 17; tıbb 58; Ebû Dâvûd, et’ime 48.
[24] Buhârî, vudû 63; Müslim, hayz 62.
[25] Müslim, eşribe 12; Tirmizî, tıbb 8; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 1/108.
[26] Buhârî, libâs 63; isti’zan 51; Müslim, taharet 49.
[27] Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, (Tarihçe-i Hayat) s. 2130.

Peygamberlerin Masum Olduklarına Deliller

Cenâb-ı Hak, minnet sadedinde Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) şöyle der: وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَى عَيْنِي “Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.”[1]

Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu), Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) Firavun’un sarayına yerleştirmekle, onun terbiyesini ne Firavun’a ne de Musa’nın (aleyhisselâm) anasına bırakmıştı. Allah (celle celâluhu), onun gözüne başka hayaller girmesin, ruhunu yabancı düşünceler sarmasın diye onun terbiyesini bizzat kendisi yapmış ve Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) bizzat kendisi yetiştirmiştir. Böyle bir gözetimle yetişen nebi, masum olmaz da başka ne olur ki? Çocukluğundan itibaren o, Allah’ın (celle celâluhu) gözetimi altındadır ve en iyi bir terbiye ile terbiye edilmiştir.

Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Bütün doğan çocuklara şeytan temas eder. Ancak bundan Hz. İsa (aleyhisselâm) ve annesi istisna edilmiştir.”[2]

Yani şeytan, o doğarken ona dokunamamıştır. Hz. İsa (aleyhisselâm) doğarken dahi Cenâb-ı Hakk’ın koruması altına alınmış bir peygamberdir. Öyleyse, böyle bir nebi hakkında nasıl günah tasavvur olunabilir ki?

Allah Resûlü hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Cenâb-ı Hak, O’na bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuyup kalmıştır.[3]

Gitseydi gözlerinin harama bakması muhtemeldi. Demek ki, Allah (celle celâluhu), O’nu, böyle muhtemel günah sınırına dahi yanaştırmıyor ve koruyordu. Hâlbuki bu hâdiselerin olduğu sırada O, henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti.

O, daha çocuktu. Kâbe’nin tamiri işinde yardım etmeye çalışıyordu. Amcalarına taş ve kerpiç taşıyor ve sırtında taşıdığı taş ve kerpiçler çıplak olan tenini acıtıyordu. Tabiî O da bu durumdan rahatsız oluyordu. Hz. Abbas (radıyallâhu anh), O’na eteğini kaldırıp omuzuna koymasını tavsiye etti. O devirde bu, herkesin gayet normal saydığı bir hareketti. Efendimiz de öyle yaptı ve dizinden yukarısı biraz açıldı. Daha bir adım dahi atmamıştı ki, sırt üstü düştü ve gözlerini bir noktaya dikti, olduğu yerde donakaldı. Cibril, O’na, bu yaptığının doğru olmadığını anlatmış ve “Böyle yapmak sana yakışmaz.” demişti.[4]

Çünkü O, bir gün gelecek, o etekleri örtmek vazifesiyle de vazifelenecekti. İnsanlık O’ndan hayâ ve edep dersi alacaktı. Küçücük bir çocuk da olsa O, Cenâb-ı Hakk’ın hususî terbiyesi altında yetişiyordu.. evet Allah (celle celâluhu), çocukken dahi, Habîbi’ni günahtan, hem de günahın en küçüğünden dahi koruyordu…

Nasıl geleceğin erkân-ı harpleri, daha harp okullarında iken sicilleri itina ile tutulur. Sağa-sola kayıp kaymadığı hassasiyetle takip edilir. Evet, kırk sene sonra belli bir noktaya getirilecek bir insan, bütün bu kırk sene boyunca, kırmızıya mı boyandı, maviye mi boyandı, turuncuya mı boyandı, pembeye mi boyandı, bütün hâl ve davranışlarında gözetime tâbi tutulur, öyle de Cenâb-ı Hak, beşerî irşad kurmaylarını, ta çocukluklarından itibaren böyle takip eder, korur ve onlara günah işletmez. Cumhur dediğimiz âlimlerin ekseriyetinin görüşü bu merkezdedir.

Onlar insanlığın hayırlıları ve insanî faziletlerin de öz ve kaymağıdırlar. Bu kaymak, süt kaymağıdır ve süt içinden süzülerek alınır. Kur’ân-ı Kerim اَلْمُصْطَفَيْنَ اْلأَخْيَارِ tabiriyle[5] bize bunu anlatır. “Hayırlılar içinden seçilmiş.”, demektir. Yani nebiler, daha işin başında, insanların en hayırlılarıdırlar. Fakat en hayırlıların hepsi, nebi değildir; nebiler, onlar arasında da, en mümtaz olanlardan seçilir.

[1] Tâhâ sûresi, 20/39.
[2] Buhârî, enbiyâ 44; Müslim, fedâil, 146-147.
[3] İbn Hibbân, Sahih, 14/169-170; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/33-34.
[4] Buhârî, hac 42; Müslim, hayz 240; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/32-33.
[5] Sâd sûresi, 38/47.

Peygamberler Küçük-Büyük Günahlardan Masumdur

Cumhura göre, peygamberler, günahın küçüğünden de büyüğünden de korunmuştur. Onlar, günahın en küçüğünü dahi işlememişlerdir. Bazı peygamberlere isnat edilen sürçme ve hatalar ise, evvelâ günah değildir; ikinci olarak da onların bu sürçmeleri, peygamberliklerinden evvel vuku bulmuştur. Her iki durumda da peygamber, peygamber olarak masumdur. Hem “zellât” dediğimiz sürçmeler, onların makam ve durumlarıyla alâkalıdır. Yani bu zelleler, normal ve sıradan insanlar için hata değil; onlar, Allah’a (celle celâluhu) herkesten daha yakın olan mukarrabîn için birer hata sayılmıştır.

Dolayısıyla, tamamen onların makamlarıyla alâkalı bu sürçme tabirini sıradan bir mesele olarak değerlendirmenin yanlış olacağı kanaatindeyim.

Onlar nasıl masum olmaz da günah işleyebilirler ki, bizler bile beşerî ölçüler içinde, üç paralık bir yere memur tayin edeceğimiz insanlar için güvenlik tahkikatı yaptırtıyoruz. Bir de o şahsa tevdi edilecek vazife peygamberlik gibi önemli bir vazifeyse.. evet, onun güvenlik tahkikatı yedi göbek ötesine kadar uzatılmalıdır!

Bu kadar basit ve tamamen dünya ile alâkalı hususlarda dahi insan seçiminde, bu derece hassas davranılır da, en ulvî.. ve hem dünya hem de ukbâyı kucaklayan bir vazife, bir memuriyet ve bir kurmaylık için, o vazifenin çapıyla mütenasip hassas davranılmaz mı? Ve o vazifenin tevdi edileceği insanda, o vazifeye liyakat aranmaz mı?

Düşünün ki, nebiye vahiy getirecek olan melek dahi, melekler arasında emniyetiyle temayüz etmiş ve kendisine böyle bir vazife, bu vasfından dolayı verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Cibril (aleyhisselâm) hakkında مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ“Orada kendisine itaat edilir, o emîndir.”[1] demektedir. O, hem Allah’a (celle celâluhu) karşı çok mûtî hem de vahyi taşımaya en emindir. Şimdi, vahye aracı olan melekte bu vasıflar aranır da, vahyi temsil edecek olan peygamberde aynı vasıflar aranmaz mı?

Evet, Allah (celle celâluhu), böyle kudsî ve bir o kadar da nezih bir vazifeyi bir sahtekâr, bir hırsız, bir sarhoş, bir ırz ve namus düşmanıyla asla temsil ettirmez. Böyle âdî ve düşük zaafları, sıradan insanlar bile iğrenç bulurken, nasıl olur da bunlar bir peygamberde bulunabilir.? Ve böyle ayıp ve kusurları peygambere yakıştırabilen müfterilere nasıl insan ve nasıl akıllı denebilir? Evet kirli insan, pâklığın ve berraklığın temsilcisi olamaz. Ve öyle insanlara da peygamber denemez. Tabiî peygambere böyle bir kirlilik isnat edene de insan denmez..!

Evet, akıl peygamberlerin masum olmasını gerektirir. Ve yine akıl nebilerin davasını omuzlamayı kendisine şiâr edinen kudsîlerin de ismet ve günahsızlığı gaye-i hayal hâline getirmelerini iktiza eder. Hem öyle iktiza eder ki, onlara, günaha girmek Cehennem’e girmekten daha ızdırap verici olmalıdır!..

İsmet çok önemlidir. Aslında, enbiyâ-ı izâm da, âdeta hayatlarıyla hep ismetlerini sergilemişlerdir. Muharref kitapların “hezeyan” diyebileceğim birkaç sözü istisna edilecek olursa, zaten peygamberlere günah isnat eden de yoktur. Kur’ân-ı Kerim, onları o yüce kametlerine uygun ele almış ve her zaman birer nezahet âbidesi olarak gözler önüne sermiştir.

Gökte Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrafil ne ise, yerde de peygamberler odur. Ancak biz, bu yüce kametlerden sadece, Kur’ân’ın bize bildirdiklerini bilebiliyor ve isimleriyle yalnız bunları söyleyebiliyoruz. İbrahim Hakkı, onları şiirleştirir ve şöyle anlatır:

Nebiler ismini bilmek dediler bazılar vacip,
Yirmi sekizin bildirdi Kur’ân’da bize Allah.
Biri Âdem, biri İdris, Nuh u Hud ile Salih
Hem İbrahim u İshak ile İsmail Zebîhullah
Dahi Yakup ile Yusuf, Şuayb u Lut ile Yahya
Zekeriyya ile Harun ehî Musa Kelîmullah
Ve Davud u Süleyman ve dahi İlyas u Eyyub’dur
Birisi Elyesa’dır, dahî İsa’dır o Ruhullah
Birinin ismi Zülkifl ve biri Yunus Nebi’dir hem
Hâtemi ol Habîb-i Hak Muhammed Resûlullah
Üzeyr u Lokman u Zülkarneyn… üçünde ihtilaf olmuş
Ki bazı “enbiyâdır” der, ve bazı der: “veliyyullah”.


Bu peygamberlerin hemen hepsi, üzerlerine dıştan bir nokta dahi konmamış beyaz kağıt gibidirler. Onlara ne yazıldıysa hepsini Cenâb-ı Hak, kudret eliyle ve kader kalemiyle insanlara rehber olmaları için yazmış ve insanlığın müşâhede, takdir ve istifadelerine sunmuştur.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bazı âlimler, onların peygamberlikten önce zellelere maruz kalabileceklerini kabul etmişlerse de, bu görüş az bir grubun görüşü olmaktan öte geçmemiş mercûh, dolayısıyla da mecrûh bir görüştür. İslâm âlimlerinin kâhir çoğunluğu peygamberlerin çocukluk dönemlerinde dahi korunduklarını kabul etmektedirler. Bu görüşü teyit eden birçok nass vardır.

[1] Tekvir sûresi, 81/21.

Geçmiş Kitaplarda Peygamberlere Atılan Çirkin İftiralar

Sifru’t-Tekvin’in 228’inci sayfasında Hz. Lut Aleyhisselâm’ın kızlarıyla münasebette bulunduğu, içki içtiği, zina ettiği ve neslinin kızlarından devam ettiği gibi hezeyanlardan bahsedilir.[1]

Düşünün ki, bu peygamberi dinlemedikleri için Sodom ve Godom, ahalisiyle yerin dibine batmıştır. Allah (celle celâluhu) Hz. Lut (aleyhisselâm) gibi bir nezahet âbidesini onlara göndermiş ve onlar da onun nezahetiyle alay etmişlerdir. Bundan dolayı da milletçe cezaya çarptırılmışlardır. Acaba, başka hiçbir delil bulunmasa, Hz. Lut’un (aleyhisselâm) -ki Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yeğenidir- nezahetine, şu yerin dibine geçirilen şehirlerin enkazları ve evlerinin yıkık duvarları, delil olarak yetmez mi? Şimdi; içinde böyle satırları barındırabilen bir kitaba ilâhî kitap demek mümkün müdür?

Yine, Sifru’t-Tekvin’in 38’inci bâbının 228’inci sayfasında, peygamber olma ihtimali olan Hz. İshak Aleyhisselâm’ın oğlu Yahoza’dan bahsedilir. Anlatılana göre, Yahoza, kendi öz oğlunun hanımıyla zina etmiş ve Hz. Davud (aleyhisselâm), Hz. Süleyman (aleyhisselâm) ve diğer İsrail peygamberlerinin nesli, işte bu münasebetsiz münasebetten türemiş ve devam etmiştir.[2]

Bütün peygamberlere atılan bu iğrenç iftira, elbette asılsız bir yalan ve uydurmadan ibarettir. Efendimiz, kendi neslinin Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) başlayarak hep nikâhla devam ettiğini beyan buyurmuşlardır.[3] Ve yine başka bir hadislerinde “Bütün peygamberler aynı babanın çocuklarıdır.”[4] demişlerdir. Mademki Efendimiz’in altın nesli içinde hiç zina yoktur, öyleyse bu hüküm bütün peygamberler için de geçerlidir. Zaten Allah Resûlü, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) torunu değil midir? Bahsi geçen Yahoza da yine Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) torunudur.. Peygamber hanesinde zina olmaz. Başkası varken, zinadan doğmuş birinin namazda imameti dahi kerih görülmüştür.[5] Kaldı ki o insan, bütün insanlara imam, yani peygamber olsun. Bu hiç olacak şey mi?

Ve yine Sifru’l-Mülûk’un 11’inci bâbında, Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) hayatının sonuna doğru irtidat ettiği, putlara taptığı söyleniyor.[6] Bir insan ki, peygamberdir ve Allah (celle celâluhu) ona hem dünya hem de ukbâ saltanatı vermiştir. O da verilen her nimet karşısında şükrünü artırmış ve o her nimete mukabil Rabbine, gece-gündüz şükretmekle kendine yakışır ibadette bulunmuştur ki, Kur’ân-ı Kerim, Hz. Mesih’e (aleyhisselâm) “Ruhu’l-Kudüs” ile müeyyet,[7] ilâhî nefha ile dünyaya gelen;[8] Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) “Allah’ın dostu”;[9] Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) “Kelîmullah – Allah’ın kendisiyle konuştuğu insan” demenin yanında;[10] Davud (aleyhisselâm) ve ailesine de “Ey Davud ailesi! Kendinize yakışır şekilde Allah’a şükredin.”[11] diyor ve onları da bu vasıflarla anıyor.

Ahd-i Atik’te, Hz. Davud’un (aleyhisselâm) ordusunun kumandanlarından Urya’yı öldürtüp onun karısını aldığından bahsedilir.[12] En âdî insanların bile, rüyalarında görseler tevbe edecekleri böyle âdî bir davranışı, Kur’ân-ı Kerim’in: نِعْمَ الْعَبْ “Ne güzel kul.”[13] dediği bir peygambere isnat eden kitap, nasıl ilâhî kitap olabilir ki, buna zerre kadar ihtimal vermek, peygamberi de peygamberliği de hiç bilmemenin ifadesidir. O Davud ki, gözyaşları yüzünde izler meydana getiren insandır. Her gün onun meclisinde, kalbi Allah aşkından çatlayıp ölen sayısız insan vardır. Davud (aleyhisselâm) hep ağlar ve ağlatırdı. O Evvâh’tı. Daima “Ah!” eder ve inlerdi. Münîbti. Yüzünü Mevlâ’dan asla ayırmamıştı. Sürekli kullukta bulunma onun şiârı olmuştu. Tuttuğu oruç, en faziletli oruç olarak Allah Resûlü tarafından takdir edilmiştir. Allah Resûlü, ısrarla nafile orucun en faziletlisini arayan sahabeye, Davud Aleyhisselâm’ın orucunu tavsiye eder. Davud Aleyhisselâm, bir gün yer ve bir gün oruç tutardı.[14]

O, bir kraldı. Devletin hazinesi her zaman emrindeydi. Fakat hiçbir zaman devlet hazinesinden bir lokma dahi istifade etmeyi düşünmedi. O, el emeğiyle nafakasını temin eder ve evinin ihtiyaçlarını da kendi şahsî kazancıyla karşılardı.[15] Ağzına girecek lokmaya dahi bu kadar hassas davranan ve kulluğu, O’nun mümeyyiz vasfı olan bir Nebi’ye, muharref kitaba bakın ki, en âdî ve en iğrenç bir davranışı yakıştırmaktadır! Davud Aleyhisselâm’ın hayal dünyası dahi, böyle bir hareketi, bir an bile olsa ruhunda misafir etmekten, muallâ, müberra ve münezzehtir. Değil ki, O, böyle bir davranışa fiilen teşebbüs etmiş olsun…

Ve yine Ahd-i Atik’in akıl almaz iddia ve yakıştırmaları arasında şunu da görürüz; “İsrail, Allah’la güreşti ve O’nu yendi.”[16] Onların İsrail dedikleri, Yakup Aleyhisselâm’dır. Batılının aklı gözüne inmiş o materyalist felsefesi, bu kitaplara da o derece sirayet etmiştir ki -hâşâ- Allah’ı (celle celâluhu) bir beşer gibi düşünüp peygamberiyle güreştirmektedir.

Hz. Hamza (radıyallâhu anh), daha müslüman olmadan, Efendimiz’e gelip söylediği bir sözle sanki bunlara cevap vermiştir. Şöyle der: “Ey kardeşimin oğlu! Çölde yapayalnız kaldığım zaman anladım ki, Allah (celle celâluhu) dört duvar arasına girmeyecek kadar büyüktür.” Şimdi ilâhî olduğu iddia edilen bir kitap düşünün ki, bu kitap, İslâm’a girmeden evvel Allah Resûlü’ne gelip Cenâb-ı Hak hakkında böyle diyen Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) şuur seviyesine dahi çıkamamıştır. Allah (celle celâluhu) anlayışı bu kadar kısır olan kitaba nasıl ilâhî bir kitap nazarıyla bakılabilir ki? Şimdi siz gelin de bunların peygamberler için söyledikleri şeylere inanın!.. Hayır, hem Tevrat hem de İncil, Allah’a (celle celâluhu) ve O’nun makbul ibâdı peygamberlere karşı iftira ve inhiraflarla doludur… Evet, bunlardan biri iftira kaynağı, diğeri de inhiraf ağıdır.

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlere yapılan bütün iftiraları reddeder. Zira Kur’ân, mutlak olarak peygamberlere ittiba etmeyi emretmektedir. Onlar, bütünüyle uyulması gereken önder ve imamlardır ki, Kur’ân da insanlara bunu emretmektedir. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın (celle celâluhu) rızasını bize aksettiren aynalardır. Onlarda zerre kadar gubâr ve toz bulmak mümkün değildir. İşte bu mânâya işaret ederek Kur’ân-ı Kerim bize hep onlara ait güzellikleri anlatır ve Peygamberimiz’e de anlatmayı emreder.

Yer yer Kur’ân-ı Kerim’de, bazı peygamberlerle ilgili söylenenler yanlış anlaşılmış, bu peygamberlere günah ve hata isnadı olarak değerlendirilmiş ve böyle bir düşünce; zaman zaman taraftar da bulmuştur. Tabiî ki bu hataya düşenler, ekseriyetle lafızların dar kalıplarına takılıp kalanlar ve biraz da görüş ufku dar olanlardır. Onlar da biraz dikkat ve teemmül, biraz peşin fikirlerden sıyrılma, biraz da İsrailiyata karşı hazırlıklı olabilselerdi, aynen cumhur-u ulemâ gibi düşünecek ve enbiyâ-i izâma karşı daha saygılı olacaklardı.

[1] Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, Bâb: 19, Âyet: 31-38.
[2] Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, Bâb: 38, Âyet: 12-30.
[3] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/303; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/80.
[4] Buhârî, enbiyâ 48; Müslim, fedâil 144.
[5] Merginânî, el-Hidâye, 1/56.
[6] Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, 1. Krallar, Bâb: 11, Âyet: 3-12.
[7] Bakara sûresi, 2/87, 253; Mâide sûresi, 5/110.
[8] Nisâ sûresi, 4/171; Enbiyâ sûresi, 21/91; Tahrîm sûresi, 66/12.
[9] Nisâ sûresi, 4/125.
[10] Nisâ sûresi, 4/164; A’râf, 7/143.
[11] Sebe sûresi, 34/13.
[12] Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, 2. Samuel, Bâb: 11, Âyet: 2-26.
[13] Sâd sûresi, 38/30.
[14] Buhârî, teheccüd 7; savm 59; Müslim, sıyâm 182.
[15] Buhârî, büyû’, 15; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 20/267.
[16] Kitab-ı Mukaddes (Türkçe tercüme), Eski Ahit, Tekvin, Bâb: 32, Âyet: 24-30.

Ümmetini Emniyete Daveti

Nebiler Sultanı, Allah’tan gelen mesajları emniyet içinde muhafaza ediyor ve bu emniyet atmosferini de, bütün varlığı içine alacak kadar geniş tutuyordu. Ümmetini de aynı ahlâkla ahlâklanmaya çağırıyor ve onlara, insanlar arasında emin olarak yaşamalarını tavsiye ediyordu. O’nun yanında hıyanetin en küçüğü düşünülemez ve tek bir mü’minin dahi gıybeti yapılamazdı. O, hemen karşısındakini ikaz eder ve ruhuna gıybet gubârının konmasına asla müsaade etmezdi.

“Falan kadının eteği ne kadar uzun!” diyen Hz. Âişe Validemiz’e (radıyallahu anhâ): “Onun gıybetini yaptın ve etini dişledin.” demesi;[1] Mâiz’in arkasından konuşan bir başka sahabiye de benzer şekilde karşılık vermesi[2] hep O’nun emîn olmasından ve emniyet hâlesi bir atmosferin, ruhlarda hâsıl edeceği itminanı bilmesinden kaynaklanıyordu.

Kendisi daima şu duayı okur ve ümmetine de tavsiye ederdi: اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْجُوعِ فَإِنَّهُ بِئْسَ الضَّجِيعُ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْخِيَانَةِ فَإِنَّهَا بِئْسَتِ الْبِطَانَةُ  “Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de Sana sığınırım; o ne kötü sırdaştır.”[3]

Emanete riayet etmek önemli olduğu kadar, hıyanete girmemek de o derece önemlidir ve zaten bunlar birbirinin lâzımı hasletlerdir.

Ahde vefa göstermeyen ve böylece hıyanette bulunan insanlar hakkında söylenen şu ürpertici ifade de, yine Allah Resûlü’ne aittir: إِذَا جَمَعَ اللّٰهُ اْلأَوَّلِينَ وَاْلآخِرِينَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرْفَعُ لِكُلِّ غَادِرٍ لِوَاءٌ فَقِيلَ هَذِهِ غَدْرَةُ فُلاَنِ بْنِ فُلاَنٍ  “Allah, kıyamet gününde, evvel-âhir bütün insanları bir araya topladığında her vefasız için bir sancak çekilecek ve: ‘İşte falan oğlu falanın vefasızlığı budur.’ denilecektir.”[4]

Allah Resûlü’nün bütün fenalıklara karşı kapanmış, mühürlenmiş bir ruhu vardı. İyiliğin en küçüğüne, hatta teferruat kabul edilenine de alabildiğine sinesini açar ve hep iyilik duygusuyla oturur-kalkardı. O, hayatını hep güven atmosferinde geçirdi. İnsanlık da O’na güvendi, itimat etti. Hâlbuki O’na sırt çevirenler aldandı ve yollarda kaldılar. Ancak O her zaman bir koruyucu melek gibi ümmetinin üzerine titredi. Kim, ne zaman ve hangi şartlarda O’nun kapısını çaldıysa O’ndan “Lebbeyk!” sesini duydu.

O nasıl güvenilir bir insandı, kendisi de Allah’a öyle güveniyor ve itimat ediyordu. O’nun Allah’a güvenip itimat etmesi, emanet sıfatının nebiden Allah’a urûcu ve yükselmesi demektir. Emanet, Allah’tan nüzûlü ile peygamberde emniyet ve itminan hâlinde zuhur eder. Bu iki kavsiyenin ucu birleştiğinde de umumî emniyet ve itimat hâsıl olur.

Her peygamber Allah’a itimatla serfiraz kılınmıştır. Bu onların ayrılmaz hususiyetlerinden ve yüce sıfatlarından biridir. Kur’ân, bize bunu şu âyetleriyle çok net şekilde anlatır:

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّٰهِ فَعَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلاَ تُنْظِرُونِ

“Onlara Nuh’un haberini oku. Hani O, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla toplanıp yapacağınızı kararlaştırınız, sonra içinizde ukde, dert olmasın, bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.”[5]

Hz. Nuh (aleyhisselâm), Rabbine güveniyor, itimat ediyor ve karşısına aldığı bütün bir küfür cemaatine: “Eğer içinizde bulunuşum, duruşum, mevkiim ve emri tebliğ edişim size ağır geliyorsa, hazmedemiyorsanız dilediğinizi yapınız.. ben bulunduğum durum itibarıyla Allah’a (celle celâluhu) güvenip dayandım; işte siz, işte ben. Sizler yığınla insan, ben ise tek başımayım. Fakat bilin ki, Allah (celle celâluhu), beni size karşı zayi etmeyecektir. Siz şimdi bir araya gelin, kafa kafaya verin, meşveretler yapın ve benim aleyhime çeşitli plânlar kurun; bunu yaparken de bütün şeriklerinizi, ortaklarınızı ve yardımınıza koşacak herkesi bir araya toplayın. Toplayın ki, sonra içinizde bir ukde kalmasın; ‘Keşke şunu da yapsaydık!’ demeyin ve yapmanız mümkün olan her şeyi yapın, düşündüklerinizin hepsini tatbik edin! Şimdi ben, sizden gelebilecek her şeyi bekliyorum, gelsin!” diyor ve onlara meydan okuyordu.

Hz. Nuh (aleyhisselâm) bunları söylerken, Allah’a fevkalâde bir güven ve itimat içinde söylüyordu. O kat’iyen biliyordu ki, Rabbi onu koruyup muhafaza edecektir. Sefinesine kaç insan bindi, bilemiyoruz; fakat biliyoruz ki –Hz. İbrahim (aleyhisselâm) dahil– nice peygamberler hep O’nun soyundan gelmiştir. Çünkü Kur’ân, Hz. İbrahim’i O’nun milletinden sayıyor ve şöyle diyordu: وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ “Şüphesiz İbrahim de Nuh’un milletindendi.”[6]

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) durumu, teslimiyeti ve tevekkülü şu şekilde dile getirilir:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَآءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَاءُ أَبَداً حَتَّى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُ إِلَّا قَوْلَ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ لَأَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَا أَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ

“İbrahim’de ve Onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız İbrahim’in babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.’ demesi hariç. ‘Rabbimiz, Sana dayandık, Sana yöneldik ve dönüş ancak Sanadır.’ dediler.”[7]

Evet, İbrahim ve yanında bulunanlar da küfre karşı baş kaldırıyor ve kâfirlere meydan okuyorlardı. “Biz” diyorlardı, “Sizin Allah’tan başka taptığınız her şeyden fersah fersah uzağız. Biz, sizi ve bütün tağutlarınızı inkâr ettik. Aramızdaki düşmanlık ise geliştikçe gelişti.” Zaten bu düşmanlık, Hz. Âdem’den günümüze kadar devam edegelmiştir. İman ve küfür, ilk gününden beri birbirinin düşmanıdır. Aynı yer ve mekânı paylaşmaları mümkün değildir. Dolayısıyla, elbette küfür, imana çelme atmak isteyecek ve ondan rahatsız olacaktır. “Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan.”; gözleri ışığa alışmadığından dolayı onlar, yarasalar gibi iman ve nübüvvet ışığından rahatsızlık duyacaklardı.

“Evet, siz de bizim gibi Allah’a iman ve itimat etmedikçe aramızdaki düşmanlık hiçbir zaman kesilmeyecektir.” dediler. Çünkü küfrün mahiyetinde sapıklık ve bürûdet vardır. Kâfir, bütün eşyaya düşman nazarıyla bakar. Mü’minin ruhunda ise mürüvvet ve insanlık vardır. O, bütün kâinata bir kardeşlik beşiği olarak bakar. Herkesle bir birleşme çizgisi ve herkesle bir diyalog yolu araştırır. Mü’min böyle olurken, kâfir herkesle dalaşmaktan zevk alır. Hâlbuki, herkes Allah’a iman edip O’na yürekten inandığı zaman, umumî bir sulh ve sükûn hâsıl olacaktır. Bu sulhü, kâfirden ve küfürden beklemek ise tamamen gaflet ve safderûnluk olur. Çünkü küfrün, milletleri birbirleriyle boğuşturmaktan başka insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur. Onun için Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in babasına söylediklerini bir istisna olarak zikretmektedir. Hz. İbrahim’in söylediği ise, sadece bir temenniydi ve onun aşırı re’fet ve şefkatinden kaynaklanıyordu. Ancak, o da, Allah katında babasına karşı elinden bir şey gelmeyeceğini açıkça ifade ediyordu. Ve sonra Hz. İbrahim: “Sana dayandık, Sana yöneldik.” diyerek, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güven, itimat ve tevekkülünü dile getiriyordu. Zaten bütün peygamberlerin hayatı tetkik ve tahkik edilse, onlarda Allah’a tevekkül ve itimadın çok ağır bastığı müşâhede edilecektir. Onların tevekkülleri, sıradan insanların tevekkül ve itimatları gibi değildir. Hele bu tevekkül, Peygamberler Sultanı’nın tevekkülü ise. Evet, İki Cihan Serverinin tevekkül ve itimadı bütün peygamberlerin itimat ve tevekkülünden daha çaplı ve daha derince idi…

Allah (celle celâluhu), O’na bir kere “Hasbiyallah” demesini öğretmişti.[8] Allah Resûlü de bütün hayatını O’na itimat, tevekkül ve emniyet içinde geçirmişti. Düşünmeli ki, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi haydar-ı kerrâr, kahraman ve şecaatli bir insan şöyle demektedir: “Biz harp meydanlarında sıkıştığımız ve içimize bir korku girdiği zaman, derhal Allah Resûlü’nün arkasına sığınır, itminan ve emniyete kavuşurduk.”[9]

[1] Ebû Dâvûd, edeb 35; Tirmizî, kıyâme 51; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/189.
[2] Ebû Dâvûd, hudûd 23.
[3] Ebû Dâvûd, vitr 32; Nesâî, istiâze 19, 20.
[4] Buhârî, edeb 99; Müslim, cihad 9-16 (Lafız Müslim’den.)
[5] Yunus sûresi, 10/71.
[6] Sâffat sûresi, 37/83.
[7] Mümtehine sûresi, 60/4.
[8] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/129.
[9] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/156; Ebû Ya’lâ, Müsned, 1/258.

Hicretteki Emniyeti

Hicret edeceği zaman, evinin dört bir yanı, kendisini öldürmek için can atan insanlarla kuşatıldığında, O:

وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدّاً وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدّاً “Biz onların önlerine de, arkalarına da sed koyduk.”[1]âyetini okumuş, onların başlarına bir avuç toprak saçmış ve hiçbir endişe emaresi göstermeden aralarından yürüyüp gitmişti.[2] Evet işte, o kadar fütursuz ve o kadar da korkusuzdu.

Daha sonra yolu, Sevr mağarasına uğruyor.. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri bir zirvede bulunuyordu. İşte O, tam elli üçüncü yaşında bu zirveye tırmanmıştı. Zaten bütün hayatı, çile ve ızdırapla geçmişti; bu da bir sonuncusuydu. Şimdi de bu tali’li mağaranın kendi diliyle ettiği davete icabet ediyor, orada birkaç gün misafir kalıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü şereflendiriyordu…

Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında bekleşiyorlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu; ve Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Resûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve: “Eğer bu emaneti yerine ulaştıramadan O’na bir şey olursa…” diye endişe ediyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Hâlbuki Allah Resûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostu Hz. Ebû Bekir’i teselli ederek: “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyordu..[3] ve tekrar ediyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.”[4]

[1] Yâsin sûresi, 36/9.
[2] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/8-9; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/567.
[3] Tevbe sûresi, 9/40.
[4] Buhârî, tefsir (9) 9; Müslim, fedailü’s-sahâbe 1.

Muharebe Meydanındaki Emniyeti

Huneyn’in başında İslâm ordusunda bir dağılma baş gösterir. Öyle ki, bütün sahabe, âdeta sağa-sola kaçışır; akıbetin yenilgi ve mağlubiyet olduğu herkesçe bir kanaat hâline gelmiştir. İşte tam o esnada beklenmedik bir hâdise olur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Abbas’ın durdurmaya çalıştığı mübarek bineğinin üzerinde, düşman saflarına doğru atılır. O gür ve mehâbet dolu sesiyle şöyle haykırır: أَنَا النَّبِيُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ “Ben, Allah’ın Resûlüyüm, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in torunuyum, bunda da yalan yok!”

O’nun bu davranış ve şecaatidir ki, kısa zamanda İslâm ordusunun derlenip, toparlanmasını sağlar. Ve mâkus tali’ yenilerek, idbâr ikbâle döner.[1]

[1] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 76-80.

Ey Ümit Tomurcukları!

Din hakikatini yeniden yeryüzüne getirip ikame edecek sizlersiniz. Siz öyle bir kökün sürgünleri ve öyle bir ışık kaynağının hüzmelerisiniz ki, onlar, tarihin karanlık bir döneminde cihanları ışığa boğdu ve bir “şecere-i tûbâ” gibi dal, yaprak ve çiçekleriyle her yana yayıldılar. Ve işte o dönemde soylu milletimiz, devletler arası görüşmelerde, her sözü emir kabul edilen hâkim bir devlet hâline gelmişti. -İnşâallah- içinde bulunduğumuz karanlık günleri -ki çok çabuk geçeceğine inanıyorum- atlatarak o aydınlık çağları yine sizler ihya edeceksiniz. Yerin altındakiler de, üstündekiler de sizden bunu beklemekte.. ve bilhassa, ruhaniyatıyla her zaman aranızda dolaşan.. bazen siz hissetmeseniz, görmeseniz de başınızı okşayıp, sırtınızı sıvazlayan Hz. Muhammed Aleyhisselâm da, o ümit dolu bakışlarıyla, her çizgisi şefkat bûsesi tebessümleriyle sizden bunu beklemektedir.

Siz, emin insanlar olarak istikametten ayrılmaz ve çevrenize hep emniyet ve itminan mesajları sunabilirseniz.. evet, bunu başarabilirseniz topyekün insanlığın kalb kapıları ardına kadar size açılacak ve ilkler gibi siz de, o kalblerde tahtlar kuracaksınız. Unutmayın ki, bu neticeye, daha doğrusu bu zirveye ulaşabilmenin en önemli şartı da emanette emin olmaktır.

Eğer dünya muvazenesinde yeniden denge unsuru olmak ve dünyanın kaderiyle alâkalı kararlar alınırken gözünün içine bakılır bir millet hâline gelmek istiyorsak -ki, buna mecburuz- o zaman, hakkın, adaletin, istikamet ve güvenin temsilcileri olmalıyız…

Peygamberlerin Sıfatları: Fetanet

Fetanet, akılla aklı aşma demektir. Ona, peygamber mantığı da diyebileceğimizi arz etmiştim. Bu mantık; ruh, kalb, his ve letâifi bir araya getirip, mütalâa edilecek şeyi öyle mütalâa etmenin adıdır.

Fetanet, asla kuru bir akıl ve mantık değildir. Onun içindir ki, İslâm’ı böyle bir akıl ve mantığa izafe edip, “İslâm akıl dinidir.”“İslâm mantık dinidir.” gibi laflar etmek, İslâm’ı bilmemenin de ötesinde büyük bir tahrife ilk adım sayılır. Hayır, İslâm, ne akıl ne de mantık dini değildir; o, doğrudan doğruya bir vahiy dinidir.

İslâmî meselelerin akıl ile, mantık ile mütenakız düşmemesi, bir yönüyle onun “İlm-i Muhit”ten gelip her meselesini akla da tasdik ettirmesinin, diğer yönden de, onu semavîliğe uygun yorumlayan peygamber mantığının şümul ve ihatasındandır. Yani peygamber ilhamı ve peygamber mantığıdır, başka değil… O mantık ki, vahyi telakkî edebilecek bir çapta yaratılmıştır. Ve yine o mantık ki, hisse, muhakemeye, kalbe, letâife ve hikemiyât mânâsına felsefeye de açıktır. O, mantık üstü bir mantıktır veya tek kelime ile “Fetanet-i A’zam”dır.

Cenâb-ı Hak’tan gelen her vahyin evvelâ bu mantıkta aksetmesi bir zaruret ve ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyaç, insanlara yönelik bir ihtiyaçtır. Çünkü, vahiy evvel emirde böyle bir mantığa uğrayıp orada regüle edilmese veya alternatif akımın doğru akıma çevrilmesi gibi bir çeviriye tâbi tutulmadan gelip insanlara ulaşsaydı, beşeriyet, o akdes ve mukaddes feyizden meşîet‑i âmme ile gelen vahiy ve ilhamlar karşısında cayır cayır yanardı. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, sübuhât-ı vechinden perdeleri kaldırıverse, bütün mevcudat yanıp kül olur; vahyin gönderilmesinde de aynı şey söz konusudur.[1]

Evet, vahyin yakıcı şahaplarına atmosferlik yapan, peygamberlerin fetanetidir. Zaten din dediğimiz de budur. İlâhî tenezzülât, beşerin idraki seviyesine indirilmiştir. Bunu da yapan, peygamberlere ait mantık, yani fetanettir. Onun içindir ki, fetanet, her peygamberde bulunması gereken bir sıfattır ve sadece peygamber olanda bulunan bir mantıktır ki, bu mantığı “deha” kelimesiyle ifade etmek de doğru değildir. Yani peygamberin mantığı, bütün mantıkların üstündedir ve ona da fetanet denir.

Eğer peygamberlerde fetanet olmasaydı, düşmanların itirazlarına, dostların da sorularına maruz kalan bu insanların karşılarına çıkan bunca meseleyi izah ve tefsir etmeleri nasıl mümkün olacaktı ki? Böyle bir imkânsızlık da hiç şüphesiz, dinin anlaşılmaması gibi bir neticeyi doğuracaktı. Bu takdirde ise, dinin tekliflerinin bir mânâsı kalmayacak, dinin teklifleri kalmayınca da, insanın yaratılması abes olacaktı. İşte bütün bu menfî neticelerin olmaması, peygamberlerin harikulâde bir mantıkla donatılmalarına bağlıdır. Evet, peygamberler, bütün müşkilleri gayet rahatlıkla çözen bir fetanetle serfiraz kılınmışlardır.

[1] حِجَابُهُ النُّورُ (وفي رواية الناَّرُ) لَوْ كَشَفَهُ لَأَحْرَقَتْ سُبُحَاتُ وَجْهِهِ مَا انْتَهَى اِلَيْهِ بَصَرُهُ مِنْ خَلْقِهِ “Hicabı nurdur. (Başka bir rivayette ateştir) Eğer onu açmış olsa vechinin sübuhâtı, basarının ihata ettiği bütün mahlukatını yakardı.” (Müslim, iman 293-294; İbn Mâce, mukaddime 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/401.)

Peygamberimiz'in Fetaneti

Efendimiz’in yaşadığı devri şöyle bir düşünüverelim:

Bir taraftan sahabe, halledemediği şer’î meseleleri Allah Resûlü’ne getirip O’nun halletmesini isterken, diğer taraftan İslâm’a girmek isteyen bazı insanların kafalarındaki tereddüt ve şüpheler de cevap beklemektedir. Bir de buna ilave olarak Allah Resûlü’nü çekemeyen ve kıskanan Kitap Ehli’nin üretip piyasaya sürdüğü şüphe ve tereddütler vardır ki, bütün bunların altından kalkmak ve sorulan sorulara doğru ve isabetli cevaplar vermek, ancak ve ancak peygamber mantığı, yani fetanetle mümkün olabilir.

Ayrıca, Efendimiz’in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir. Ruhun derinliklerine dalmış bu insanlar, kilise ve manastırlarda hiç olmazsa belli sahalarda alabildiğine mümârese kazanmış ve derinleşmiş kimselerdir. Muhataplarından bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdeta bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır.. keza bunların içinde, ticarî ve iktisadî sahada yed-i tûlâ sahibi olanlar; harp meydanlarında yetişmiş nadide kumandanlar; büyük siyasî dehalar ve hatta hatta kültür seviyesi sıfırda seyreden bedevî insanlar vardır.. ve bunların hepsinin de kendilerine göre çözüm bekleyen soruları vardır. Bu durumda Allah Resûlü, öyle söz söylemeli ve öyle izahlar yapmalıdır ki, bedevîsinden en zirvedeki insana kadar herkes bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilsin ve âlemşümul bir dinin hususiyeti olarak da bu iş, kıyamete kadar hep böyle devam etsin…

İnsan, konuşan, düşünen bir varlıktır. Bu yönüyle de o, Cenâb-ı Hakk’a ait bir sıfatı temsil etmektedir. Düşünceler, konuşmalara emanet, konuşmalar da yazıya emanet edilebilirse devamlılık kazanır. Konuşulmayan ve yazılmayan düşünceler yaşamaz, sahibiyle birlikte fena toprağına gömülür gider. Düşünebilme kabiliyeti, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara büyük bir lütfu olduğu gibi, konuşma ve düşündüğünü beyan etme de aynı şekilde büyük bir lütuftur. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyetini anlatma sadedinde, insanın yaratılmasını ifade ettikten hemen sonra, insana “beyan”ın talim edilmesini zikretmekte ve:عَلَّمَهُ الْبَيَانَ “Allah insana beyanı öğretti.”[1]demektedir. Hz. Âdem’den beri insanlar düşünüyor, söylüyor.. ve kıyamete kadar da düşünüp söyleyeceklerdir. Ancak, ne düşünme ne de anlatma ve konuşma tükenip bitmeyecektir. Bu da, Rabb’in sonsuz rahmetinin bir eseridir.

İşte bu rahmete en şümullü mânâda mazhar olanlar, peygamberler ve onların içinde de en üst seviyede bu işe mazhar olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in bu mazhariyeti, ancak onlardaki fetanetle izah edilebilir. Fetanet olmadan bu durumu elde etmek imkânsızdır. Öyleyse fetanet, peygamberlerin çok önemli bir özelliğidir.

Her peygamber, üstün bir idrak gücüne ve bunları beyan melekesine sahiptir. En muğlak ve mu’dil meseleleri dahi, kahvaltı yapma rahatlığı içinde halleder. Anlatırken de ifadelerinde aynı kolaylık vardır.. ve âdeta her beyanları “sehl-i mümteni”dir. Yani bu sözü dinleyenler, kendilerinin de aynı şekilde böyle bir söz söyleyebileceklerini zannederler; fakat teşebbüs ettiklerinde görecekler ki, onlar gibi söz söylemek, onlar gibi beyanda bulunmak mümkün değildir. Çünkü, aslında çok zor olan o meseleleri anlatmak, onlara Allah tarafından kolaylaştırılmıştır. Evet, nebilerde açan hitap çiçeğindeki revnak ve güzellik, başkalarında asla bulunmaz!..

Nebinin huzuruna gelen her problem, muhakkak çözüm bulur. O mesele ne kadar bâkir ve ne derece zor olursa olsun, nebi o mevzuda sanki kırk yıllık ihtisası varmış gibi konuşur. Bundan dolayıdır ki, Bernard Shaw, Allah Resûlü hakkında şöyle demek mecburiyetinde kalmıştır: “Üst üste problemlerin çözüm beklediği şu dönemde, bütün problemleri kahve içme rahatlığıyla çözen Hz. Muhammed’e her devirden daha çok muhtaç bulunuyoruz…” Evet, asrımızda iktisadî, içtimaî ve siyasî nice problemler var ki, hep çözüm beklemektedir. Ve günümüzde, artık dost düşman herkes anladı ki, Allah Resûlü’nün, pırıl pırıl beyan pınarına müracaat edilmeden bu problemlerin çözülmesi asla mümkün olmayacaktır.

O’nun fetaneti hakkında söylenen birçok söz vardır. Bütün bu sözler bir araya toplansa, hacimli bir kitap olur. Biz, bunlardan bir ikisini naklederek, bu engin mevzuu da noktalamaya çalışalım:

“Ümmetin Fakihi” ve en âlimi unvanlarına mazhar Abdullah b. Abbas hazretleri buyuruyor ki: “İnsanların en faziletlisi ve yine insanların en akıllısı, sizin nebiniz, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır.”[2]

Tevrat ve İncil’i didik didik etmiş, tâbiînin âlimlerinden Vehb b. Münebbih de, Allah Resûlü’nün fetanetini şu cümlelerle dile getirir: “Bütün insanların idraki, Allah Resûlü’nün idrak ve fetanetine nispeten, bir kum tanesinin, bütün dünyadaki kumlara nispeti gibidir…”[3]

[1] Rahmân sûresi, 55/4.
[2] İbn Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, 3/214.
[3] Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/67.

Baş Döndüren Teslimiyet

Bir ağacın altında istirahat etmektedir. Tam o esnada Gavres isminde bir kâfir, O’nun uykusundan istifade ederek, dala asılı kılıcını alır ve âdeta gırtlağına dayar. Müstehzî bir eda ile de: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Buna karşılık Allah Resûlü, hiçbir panik emaresi göstermez. Çünkü O’nun, Allah’a (celle celâluhu) itimadı tamdır. Kendinden emin bir şekilde “Allah” diye bağırır. O’nun bu gürleyişi âdeta kâfirin ödünü koparmıştır; kılıcı elinden düşer ve olduğu yerde kalakalır. Bu sefer de kılıcı Allah Resûlü eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam, sıtmalı gibi titremeye başlar. O esnada, Allah Resûlü’nün sesini duyanlar da oraya gelmişlerdir. Gördükleri manzara, onları da hayrete sevkeder. Daha sonra, olup bitenleri öğrenince, Allah’a karşı iman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada gördüğü güvenle “el-Emîn”e güven sözü verir ve oradan ayrılır.[1]

Batılı meşhur mütefekkir Bernard Shaw diyor ki: “Hz. Muhammed çeşitli yönleriyle insanın başını döndürecek üstünlükleri olan bir insandır. Bu sır insanı tam mânâsıyla anlamak mümkün değildir. Bilhassa O’nun anlaşılamayacak üstünlükte bir yanı vardır ki, o da Allah’a olan güven ve itimadıdır.” Shaw doğru söylüyordu…

O, Allah’a öyle bir itimat ve teslimiyet içindeydi ki, O’nu bildiğimiz kıstaslarla, ne ölçmemiz ne de değerlendirmemiz mümkün değildir. Ve, O’nun Allah indindeki yeri, değeri, nazı da Allah’a güveni ve itimadı ölçüsündedir. Yerinde O’nun isteme, dileme ve iltimasıyla geceler gündüze döner, zulmetler nur olur, kömür elmasa inkılâp eder ve dilencilere sultanlık mülkü bağışlanır. Bu münasebetle Hasan Basrî Hazretlerine müsnet bir hâdiseyi nakletmek istiyorum. Efendimiz’le irtibatlı olmanın ehemmiyeti açısından, bence oldukça mühim bir hâdise sayılır. Vak’anın, hadis kriterleri açısından tenkidi yapılabilir ama; benzeri vak’alar o kadar çoktur ki, adiyattan sayılabilir ve naklinde hiçbir mahzur yoktur. Hâdise şudur:

Basralı bir genç, yaşlı babasıyla hacca niyetlenir. Mekke’ye giderken yolda babası vefat eder.. eder ama adam, meshe uğramış ve şeklen sevimsiz bir mahluka benzemiştir. Bu durum zavallı gence o kadar dokunur ki, şaşkına döner ve ne yapacağını bilemez: Şimdi, kimi çağırıp da bu cenazeyi ona gösterecek ve yardım isteyecektir! Bu dertle kıvranırken, aniden üzerine bir ağırlık çöker.. ve uyku ile uyanıklık arası bir hâlde iken çadır kapısının açıldığını ve güneş yüzlü birisinin içeriye girdiğini görür. Bu gökçek yüzlü zat, babasının cenazesi başında durur, eliyle onun bütün vücudunu sıvazlar, derken, elinin değdiği her yer eski hâline döner ve babasının cenazesi pırıl pırıl nuranî bir insan hâline gelir. Genç, hayret içinde ve kendinden geçmiştir. Gelen zat, tam çadırdan çıkacağı sırada genç ileriye atılır: “Allah aşkına söyle, sen kimsin?” der. “Sen beni tanımadın mı? Ben Muhammed’im.” Bunu duyan genç, sevinçten uçacak hâle gelir. “Yâ Resûlallah, bu olanlar nedir? Niçin babamın şekli değişmişti?” Allah Resûlü: “O, devamlı içki içiyordu. Mesholmasının sebebi buydu.” der. Genç: “Teşrifinizin sebebi?” diye sorunca da, Allah Resûlü şu cevabı verir: “Çünkü senin baban, ne zaman benim adım anılsa, bana salavat getirirdi…”

İşte, bu adamın bu kadarcık irtibatı, karşılıksız kalmıyor ve Allah Resûlü, en muhtaç olduğu bir anda onu şefaatle kucaklıyor. Öldüğünü haber alınca ruhaniyeti, Allah’ın izniyle hemen orada hazır oluyor.

Allah Resûlü, insanlar arasında en çok güvenilecek ve kendisine itimat edilecek bir şahsiyettir. Ümmeti de aynı itimada lâyık olmalıdır. Onun içindir ki, bir âyette şöyle buyrulur:

إِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا اْلأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً

“Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah, her şeyi işitici ve her şeyi görücüdür.”[2]

Bu âyetin nüzul sebebini tefsir kitapları şöyle anlatıyor: “Mekke fethedilince Efendimiz, Kâbe’nin anahtarlarını, henüz yakın zamanda Müslüman olan Osman b. Talha’dan alıp, Kâbe’yi bizzat kendisi açtı. Derken, Hz. Abbas gelip anahtarları talep etti. İhtimal, Osman b. Talha o emanete daha lâyıktı ve aynı zamanda anahtarların ona verilmesi onun gönlünü İslâm’a daha çok ısındıracaktı. Ve öyle de oldu. Evet, bu âyet nazil olunca Kâbe’nin anahtarları tekrar Osman b. Talha’ya verildi.[3] Ancak âyetteki hüküm umumîdir. Zira, Allah Resûlü, emanetin ortadan kalkmasını, kıyamet alâmeti olarak saymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin!” Sahabe sorar: “Yâ Resûlallah! Emanet nasıl zayi olur?” Cevap verir: “İş, ehli olmayana verildiği zaman!”[4]

Evet, emanet çok önemlidir. İşi ehline vermek, bir emanettir, bu da, dünya nizamını ayakta tutacak en mühim âmillerden biridir. Emanetin zayi olması, umumî dengenin ve nizamın ortadan kalkmasıyla aynı mânâya gelir. Böyle bir dünyanın ise, varlığı ile yokluğu müsavidir. Başka bir hadislerinde bu hususla alâkalı Allah Resûlü şöyle buyurur:

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. اَلْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَّةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْؤُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا. وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ

“Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz: Devlet reisi bir râî, elinin altındakilerden sorumludur. Her fert, ehl ü ıyâlinin râîsidir ve raiyyetinden mesuldür. Kadın, beyinin hanesinin râîsi ve gözetiminde olan şeylerden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının râîsi ve elinin altındakilerden mesuldür. Her birerleriniz râî ve her birerleriniz raiyyetinden sorumludur.”[5]

Bu geniş perspektifle anlatılmak istenen şudur ki, burada herkes birbirine emanettir. Varlık, bütünüyle Allah’a emanettir. Kur’ân evvelâ Cibril’e, sonra da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a emanettir. Kur’ân hakikatleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın dava-yı nübüvveti, ümmete emanettir. Ardından da yine bütün ümmet Allah’a (celle celâluhu) emanettir.

Hayatı meydana getiren ve toplum hayatına hayat olan bütün unsurlar, birbiri içine girmiş daireler gibidir. Bunlardan birinde meydana gelecek en küçük bir arıza, katlanarak diğer dairelere de sirayet edecektir. Zannediyorum bunda kimsenin şüphesi yoktur. Fert plânında bir arıza var ve bu arıza derhal giderilmiyorsa, kısa bir zaman sonra onun tedavi edilmez bir kangrene dönüşeceğinden şüphe edilmemelidir. Öyle ise her daire, kendi uhdesine aldığı emaneti hakkıyla yerine getirmelidir ki, muhtemel bütün arızaların önü alınabilmiş olsun.

İşte hadis-i şerifte de bu irtibata ve bu bütünlüğe işaret edilmektedir. Bu işaret çerçevesinde, kapıcıdan devlet reisine kadar, milleti meydana getiren bütün fertler, emanet mevzuunda kendi sorumluluklarının şuurunda olurlarsa, insanlık ütopyalarda aradığını bu “emîn”ler topluluğunda bulacaktır.

Emanetin bu her şey sayılan ehemmiyetindendir ki, Allah Resûlü şöyle buyurur: لاَ إِيمَانَ لِمَنْ لاَ أَمَانَةَ لَهُ “Emaneti olmayanın imanı da yoktur.”[6] Elinin altında bulunan emanete riayet etmeyen ve emanetin hakkını görüp gözetmeyen kimsenin imanı da tam ve kâmil değildir.

Yani, bir cihetten imanla emanet, birbirine sebep ve netice gibidirler: Emanete riayet etmeyen bir insan, kâmil mü’min sayılamayacağı gibi, kâmil mü’minlerin dışında da sağlam bir emanet düşüncesi bulmak zordur. Evet, eğer insan kâmil bir mü’min ise o, emanette de emin olacaktır; eğer emanette emin olamıyorsa, imanı da kâmil değil demektir.

Başka bir hadislerinde Allah Resûlü, mü’minin tarifini yaparken şöyle buyururlar: اَلْمُؤْمِنُ مَنْ أَمِنَهُ النَّاسُ عَلَى دِمَائِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ “Hakikî mü’min odur ki, insanlar malları ve canları hususunda ona karşı emniyet içindedirler.”[7]

Efendimiz’in sıdkını anlatırken arz ettiğim bir hadisi –meal olarak– mevzumuzla alâkalı gördüğüm için tekrar etmek istiyorum. Allah Resûlü mealen şöyle buyururlar: “Siz bana altı meselede söz verin; ben de size Cennet’i tekeffül edeyim:”[8]

1.“Konuşurken dosdoğru konuşun!” Evet, davranış ve beyanlarınız dosdoğru olsun.. ve sizler bu mevzuda âdeta birer oka benzeyin!

2.“Vaadettiğinizi yerine getirin!” Zaten bunun aksi münafıklık alâmetidir ki, yukarıda bir nebze bahsedilmişti.

3.“Emanette emin olun!” Bir yerde emin bilindiğinizden dolayı size bir şey emanet edilmişse, sakın sizi böyle zannedeni, zannında yalancı çıkarmayın! Hatta, onların hüsnüzanlarını ahirette dahi yalan çıkarmamaya bakın!

4.“İffetli olun!” Irz ve namusunuzu koruyun; başkalarının ırz ve namusunu aynen kendi namusunuz gibi muhafaza edin! (Bu bahsi ileride iffet bahsini işlerken tafsilatıyla ele alacağız).

5.“Gözlerinizi harama karşı kapayın!” Size ait olmayan şeylere bakmayın ve istifadesine mezun olmadığınız şeylere göz dikmeyin!

Harama bakmak, kalbi ifsat eder. Bir kudsî hadiste şöyle buyrulur: إِنَّ النَّظْرَةُ سَهْمٌ مِنْ سِهَامِ إبْلِيسَ مَسْمُومٌ، مَنْ تَرَكَهَا مَخَافَتِي أَبْدَلْتُهُ إِيمَاناً يَجِدْ حَلاَوَتَهُ فِي قَلْبِهِ “Harama bakmak şeytanın zehirli oklarından bir oktur. (Sizin irade yayınızdan çıkar ve kalbinize saplanır. Veya şeytana ait bu yay, sizin irade elinizdedir). Kim Bana saygısından dolayı o bakışı terk ederse, onun kalbine öyle bir iman salarım ki, onun zevkini bütün kalbinde hisseder.”[9]

6.“Elinizi başkalarına zarar vermekten uzak tutun!” Hiç kimseye ve hiçbir şekilde kötülük yapmayın!

İşte, bir bakıma emniyet insanı olmanın şartları sayılan bu maddelere riayet eden bir insan, emin olarak yaşar, ahiretini de bu şekilde emniyet ve garanti altına almış olur. Zaten bu mevzuda, Allah Resûlü’ne söz verene, O da Cennet sözü vermektedir.

Evet, yeryüzünün güven içinde devamı, emin insanların söz sahibi olmalarına bağlıdır. Eğer topyekün İslâm âlemi, kendine tevdi edilen emanete sahip çıkar, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi hâline gelebilirse, dünya da yeniden muvazene ve dengeye kavuşacaktır. Yoksa şu anda, sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın hâli yürekler acısıdır. Bu tabloyu Âkif, şu mısralarla ne güzel dile getirir:

Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde…
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Ne tüyler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş!
Ne din kalmış, ne iman.. din harâb, iman türâb olmuş!


[1] Buhârî, cihad 84; megâzî 31; Müslim, fezâil 13; Hâkim, el-Müstedrek, 3/29.
[2] Nisâ sûresi, 4/58.
[3] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/516-517.
[4] Buhârî, ilim 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361.
[5] Buhârî, cuma 11; vesâyâ 9; Müslim, imâre 20.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/135; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 8/195; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/97.
[7] Tirmizî, iman 12; Nesâî, iman 8.
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/323; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 8/262; el-Mu’cemu’l-evsat, 3/77; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 6/288.
[9] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 10/173.

Ubûdiyet ve Kulluğu İle Efendimiz

Hele ibadeti, hele ibadeti! O’nun ibadetine bakan insan, sanki O, hayatında başka hiçbir iş yapmamış da, hep ibadet etmiş zannederdi. Evet O, kulluğunda bu kadar derindi. Zaten, bütün güzelliklerde de O, öyle değil miydi? Hangi sahada, O’na kim yetişebilmişti ki? Hayır, hiçbir sahada, hiç kimsenin O’na ulaşması mümkün değildi.!

O, namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki neredeyse ürperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. Sahabe, namaz kılarken O’nun sinesinin değirmen taşının ses çıkardığı gibi ses çıkardığını söylemektedir.[1] İçinde dönen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mükellefiyetleri O’nu kaynayan bir kazana çeviriyordu. Elbetteki bu hâl, O’nun en yüksek seviyede, kulluğunu ifa edebilme gayretinden ileri geliyordu.

Namaz O’nun âdeta şehvetle arzuladığı bir işti. Başka hiçbir zevk, O’na namazın verdiği zevki vermiyordu. O’nun içindir ki, bir gün şöyle buyurmuştu: حُبِّبَ إِلَيَّ: اَلنِّسَاءُ، وَالطِّيبُ، وَجُعِلَ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ “Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım.”[2]

Kadın, bir erkeğin alâka duyması için en önemli unsurlardandır. Hz. Âdem (aleyhisselâm) yaratılırken, bu duygu ile yaratılmıştır. Bu alâkanın fazlalığı şehvettir. Şehvet ise, neslin devam etmesine verilen avans ve ücret demektir. Böyle bir unvan verilmeseydi, hiçbir insan, neslini devam ettirmeyi düşünmezdi. Zira, diğerleri sadece angarya kabul edilecek mükellefiyetlerdir. Tek başına çocuk sevgisi de, neslin devamı için yeterli değildir. Onun için Allah (celle celâluhu), erkeğin kadına, kadının da erkeğe alâka duyması için şehveti yarattı.

İnsan mahiyetinde var olan ve yaratılışla gelen bu duyguyu aşmak mümkün değildir. Mümkün olsaydı, bunu başta Hz. Âdem (aleyhisselâm) aşardı. Ve işte Efendimiz de bu fıtratı ve fıtrî olanı konuşuyor, anlatıyor ve “Bana kadın sevdirildi.” buyuruyordu. O, fıtratla, tabiatla iç içe olduğunu bilen bir peygamberdi. O’nun getirdiği dinde ruhbanlık yoktu. Kendilerini ibadete vermek ve vakitlerinin bütününü, Allah’a (celle celâluhu) kullukta geçirebilmek gayesiyle hadımlaşmak isteyen ashabına O şöyle diyordu: “Allah’ı (celle celâluhu) en çok bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim. Ama ben ibadet ediyorum, hanımlarımla da bulunuyorum. İstirahat ediyorum, gece ibadetini de yapıyorum. Oruç tutuyorum, yemek de yiyorum. Bu, benim yolumdur. Benim yolumdan yüz çeviren ise benden değildir…”[3]

O, tam bir denge insanıydı ve objektif prensiplerle gelmişti. O’nun getirdiği din, bir hanîfiye-i semha idi ve herkesin rahatlıkla yaşayıp, tatbik edebileceği bir sistemin de adıydı. O, sadece belli bir gruba hitap etmek için gelmemişti.. herkes içindi ve mesajı da herkesi kucaklıyordu.

Güzel kokuya gelince, seçkin ruhlar, güzel kokudan hoşlanırlar. Allah Resûlü, ruhaniyâtıyla öyle incelmiş ve cismaniyeti o derece rikkat kesbetmişti ki, âdeta ruhuyla atbaşı gidiyor ve meleklerle bütünleşiyordu.

Ruhiyat başkadır, ruhaniyat başkadır. Hem ruhiyat, hem de ruhaniyat sahibi olanlar, aynı zamanda “nefs-i sâfiyât”ın da sahibidirler. Sâfiyeye ancak nebiler ulaşabilir. Bu makamın zirvesinde de, yine Efendimiz vardır. Düşünün ki, O’nun bedeni, miraçta dahi ruhuyla olan yarışını bırakmamış, ruh nerelere çıkmışsa, Efendimiz’in bedeni de ruhuyla beraber orada olmuştur.

Ben, burada miracın keyfiyeti üzerinde yapılagelen münakaşaları tekrar edecek değilim. Cumhur-u ulemânın bu husustaki görüşü, Efendimiz’in miraca ruh ve bedeniyle beraber çıktığı şeklindedir.[4] O’nun bedeni o kadar ruhaniyat ve nuraniyet kesbetmiştir ki ruhunun adımını attığı her yerde, bedeninin temâşa ve nazarı da vardı. Başkaları ruhlarıyla veya rüyalarında miraç yapabilirler. Ancak, ruh ve cesetle miraç yapmak, sadece Efendimiz’e nasip olmuştur. O işin eri ve o yolun şehsuvarı, O’dur.

Güzel koku, meleklerin ve ruhanilerin gıdasıdır. Allah Resûlü de, onlarla hem ruh hem de ceset itibarıyla iç içe girdiğinden ve onlarla çok ciddî bütünleştiğinden dolayı, güzel kokudan son derece hoşlanmaktaydı ki, güzel koku O’nun içine âdeta inşirah vermekteydi.

İşte Allah Resûlü, “Bana kadın ve güzel koku sevdirildi.” derken ruh ve cesedinin ihtiyacını, bir çırpıda, bu “cihet-i câmia” ile ilan ediyor, kendisine ait hususiyetleri anlatmış oluyordu…

Ancak, bu ilk iki mesele, tabiî, fıtrî ve beşer olmanın gereğidir ki, bunlarda, başkaları da Allah Resûlü’ne iştirak edebilirler. Yani, kadını ve güzel kokuyu sevmek, sadece Efendimiz’e mahsus değildir. Çünkü bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın insan fıtratına yerleştirdiği duygularla sevilirler. Ve bu husus az-çok herkeste vardır.

Üçüncü hususa gelince, işte orada biraz durmak icap eder; zira Allah Resûlü: “Namaza gelince, o benim göz aydınlığım, o benim yavuklum ve o benim şehvetimdir.” der.

Bizden birine, en çok sevdiğimiz insanlardan birinin geldiği müjdelense, nasıl sevinir ve kendimizden geçeriz; Allah Resûlü de, namaza duracağı zaman bizim bu duyduğumuz sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duymaktaydı. Hani, uzun bir müddet Fatıma’dan (radıyallâhu anhâ) ayrı kalsaydı, sonra da O’na Fatıma (radıyallâhu anhâ) geliyor denseydi, O, ne kadar sevinir, nasıl mesrur olurdu; işte namaz vaktinin geldiğini haber veren sesi duyduğunda da O, daha çok sevinir, daha çok mesrur olurdu. Çünkü namaz O’nun sevgilisi, namaz O’nun mâşukası ve namaz O’nun gözdesiydi.

Bu hadisi takviye eden Taberânî’nin rivayet ettiği başka bir hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurmaktadır: إِنَّ اللّٰهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَِبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ اللَّيْلِ “Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.”[5]

Bunun mânâsı şudur: “Siz, cismaniyetinize, bedeninize ait değişik zevkleri adım adım takip edersiniz; size, o zevkler adına gelen sinyaller, sizi tutar kendine cezbeder; siz de, o zevklerin ardına düşersiniz. Bana gelince, ben, vicdan denen vaizin ‘Kalk namaz vaktidir!’ sesini duyunca, beni bu sinyal, öyle ardına düşürür ve öyle kendimden geçirir ki, namazsız edemem. Gece namazı kılmadığım, gece kalkamadığım anlar, benim için en hüzün verici anlar ve dakikalardır. Ve benim için en zevkli ve saadetbahş olan anlar da, namazda olduğum anlardır.”

Allah Resûlü’nün, kulluğu ve Cenâb-ı Hak’la olan irtibatı ve aynı zamanda tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafı öyle derindi ki, şimdiye kadar bu derinliğe çok kimse akıl erdirememiştir. İşte yukarıda naklettiğimiz hadis de bunun en açık örneğidir.

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:

“Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ (عَزَّ جَارُكَ وَجَلَّ ثَنَاؤُكَ وَلاَ يُهْزَمُ جُنْدُكَ وَلاَ يُخْلَفُ وَعْدُكَ وَلاَ اِلَهَ غَيْرُكَ)

“Allahım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkabından affına sığınırım. Allahım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. (Celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re’fetine sığınırım.) Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim.”[6] “Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. (Sana mücavir olan, aziz olmuştur.) Senin senâ ve övülmen, yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen vaadettiğin şeyde, vaadinden dönmezsin. Senden başka ilâh, Senden başka mâbud da yoktur.”[7]

Evet, O’nun namaza yaklaşması, âdeta bir şehvet yaklaşmasıydı. İsterseniz şimdi de Ebû Zerr’i (radıyallâhu anh) dinleyin. Diyor ki: “Bir gece sabaha kadar namaz kıldı. (Dua âyetleri geldiğinde, o duaları ısrarla tekrar eden Allah Resûlü, namazını saygı, huşû ve taatin mozayiği hâline getirirdi. Nafile namazlarında, secdede, rükûda, kıyamda okuduğu çeşitli ve çok uzun dualar vardır. O gün sabaha kadar:

إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyetini[8] okudu ve ağladı.”[9] O, namaza bir türlü doyma bilmiyor, âdeta hiç doyum noktasına varamıyordu.

Şimdi de İbn Mesud’u (radıyallâhu anh) dinleyelim: (İbni Mesud, Kûfe’nin yüzünün akı, şanlı sahabe.. Hanefi mezhebi, ona çok şey borçludur. Alkameler, İbrahim Nahaîler, Hammad b. Ebî Süleymanlar –ki Ebû Hanife’nin hocasıdır– hep onun altın ikliminde yetişmişlerdir. Sahabe onu Ehl-i Beyt’ten zannederdi. Evet, O, Allah Resûlü’nün hanesine öyle teklifsiz girer çıkardı.[10] Efendimiz, ona Kur’ân okutur, dinler ve ardından da, “Kur’ân’ı indiği gibi dinlemek isteyen İbn Ümmi Abd’den (İbn Mesud) dinlesin.”[11] buyururlardı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), onu Kûfe’ye gönderirken, hicran ve üzüntüsünü şöyle dile getirmişti: Kûfeliler! Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, Abdullah b. Mesud’u (radıyallâhu anh) kat’iyen yanımdan ayırmazdım.[12] Kısa boylu, sıska bacaklıydı.[13] Ama o, bir ilim dağarcığı, daha doğrusu bir ilim okyanusuydu.

İbn Mesud (radıyallâhu anh) diyor ki: Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, “Şimdi rükûa gider.” dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmrân’ı, sonra da Nisâ sûresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi. (Bu kötü düşünce ne olabilirdi? İlk anda acaba Hz. Süleyman (aleyhisselâm) gibi Allah Resûlü’nü kıyamda iken vefat etti mi zannetti, diye akla gelebilir.) Onun için dinleyenler arasından biri sordu: Ne düşünmüştün? İbn Mesud (radıyallâhu anh): “Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.”[14]

Abdullah b. Amr da şu hâdiseyi naklediyor: Bir gece Allah Resûlü’nün arkasında namaza durdum. Durmadan şu âyeti okuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu:

رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيراً مِنَ النَّاسِ فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ “Allahım, muhakkak onlar insanların çoğunu saptırmıştır. Kim bana tâbi olursa bendendir. Kim de isyan ederse, Gafûr sensin, Rahîm sensin.”[15]

Ve, yine böyle hüzünlü olduğu bir gündü. Ağlıyor, ağlıyor, durmadan ağlıyordu. Cibril geldi, Allah’tan (celle celâluhu) selâm getirdi. Ve Cenâb-ı Hak, “Muhammedim niçin ağlıyor acaba?” diye soruyor, dedi.

O, Allâmü’l-Guyûb’dur. İlmi, bütün eşyayı kuşatmıştır. Zaten hiç kimse O’nun ilim, kudret ve iradesinin dışında olamaz.. ama soruyor… Bu sormadan maksat ister işhad, ister O’nun numuneliğini ilan olsun farketmez.

Allah Resûlü, ağlamaktan cevap veremiyordu. Sadece dudaklarından şu kelime dökülebildi: “Ümmetî, ümmetî!” Dert, ızdırap belliydi: O’nun ümmeti… Cibril durumu âdeta rapor edip götürdü. Ve, Cenâb-ı Hak, onu ikinci bir selâmla daha gönderdi ve onu şu sözlerle teselli buyurdu:

اِذْهَبْ اِلَى مُحَمَّدٍ فَقُلْ لَهُ: اِنَّا سَنُرْضِيكَ فِي اُمَّتِكَ وَلاَ نَسُوءُكَ “Git Habîbime (selâm söyle) ve de ki: Muhakkak ümmetin hakkında seni razı edecek ve seni asla tasa ve keder içinde bırakmayacağız.”[16]

O, ömrünü kullukla geçirmişti. Namaz, O’nun en sevdiği gözdesiydi. Gece gündüz namaz kıldı ve hep öyle yaşadı. Nasıl yaşanırsa öyle ölüneceğini zaten O söylememiş miydi?[17] Ve her fâni gibi O da ölecekti. Ama o, namaz demiş yaşamıştı ve namaz deyip hayata veda edecekti…

Son günleriydi. Gözlerini açacak dermanı dahi kalmamıştı. Başından aşağıya bir kova soğuk su dökülünce gözlerini açıyor, şayet bir tek kelime söyleyecek kadar dermanı varsa, “Cemaat namazı kıldı mı?” diye soruyordu. Ancak bu kadarcık dahi, enerji sarfı, efor, O’nun dermanını tüketiyor ve yine bayılıyordu. Dökülen soğuk suyla kendine gelince sorduğu soru yine aynı soruydu “Cemaat namazı kıldı mı?”

Hayır, cemaati saatlerden beri O’nu bekliyordu. Gözler hep kapısındaydı. Ne zaman perde aralanacak ve mescide yine güneş doğacaktı.. işte bunu gözlüyorlardı. Çoğu, O Güneşin batmak üzere olduğunun farkındaydılar; ancak buna bir türlü inanmak istemiyorlardı. Bu arada, Allah Resûlü, artık namaz kıldıracak takatinin olmadığını anlayınca “Ebû Bekir’e söyleyin namazı kıldırsın.” buyurdu. Biraz kendinde iyileşme hissedince de mescide doğru yürüdü. Bir kolundan amcası Abbas (radıyallâhu anh), diğerinden de amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı Hz. Ali (radıyallâhu anh) tutmuş, ayakları sürünerek mescide götürülmüştü. Her hâlinden ve her hâllerinde namazın ihtişamı, namazın değeri, namazın büyüleyiciliği dökülüyordu… Kendisinden sonra imam olacak zatın arkasına durdu ve namazını oturarak kıldı. O, bu şekilde mescide sadece iki defa gelebildi. Birinde namazı Allah Resûlü kıldırdı, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) de arkadakilere onun sesini duyurdu.[18] Diğerinde ise, namazını Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) arkasında kıldı.[19] Cemaatine kendisinden sonra gelecek imamı âdeta iş’âr buyurdu.

Bir kere daha, evet O, namazla ve cemaatle bu derece bütünleşmişti. Son ânına kadar da cemaati terketmemişti.. hatta, ayaklarını sürüye sürüye mescide gelmiş ve namazını cemaatle kılmıştı…

Ahmed b. Hanbel’e göre, cemaat “farz-ı ayn”dır.[20] Zira Allah (celle celâluhu), “Rükû edenlerle beraber rükû edin.”[21] buyurmaktadır. İmamlardan bazıları, cemaati namazın sıhhat şartlarından sayarlar. Cemaatsiz namaz, onlara göre namaz değildir.[22] İmam Şâfiî’ye göre cemaat farz-ı kifâyedir.[23] Hanefi mezhebinde ise, sünnet-i müekkededir.[24] Hanefî imamlardan bazıları ise cemaati vacip kabul etmektedir…[25]

Biz, burada meselenin fıkhî tahlilini yapacak değiliz. Sadece küçük bir hatırlatma olsun diye, bu kadarcık temas ettik. Esas konumuz, Allah Resûlü’nün ubûdiyeti, kulluğunda gösterdiği titizlik ve namazındaki derinliğidir.

Sıradan bir insan dahi, şuuruna ererek namaz kılsa, bu namaz, onu fuhşiyattan ve münkerattan alıkoyar.[26] Bir namaz ki, onu kılan Allah Resûlü’dür; O’nu nasıl günaha bırakır!.. Hayır hiç bırakmamıştır.. bırakmaz!

O’nun kıldığı namazı, Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatırken: “Öyle kıyamda dururdu ki, sorma gitsin. Öyle rükûa varırdı ki, sorma gitsin ve öyle secde ederdi ki, sorma gitsin!”[27] der ve Allah Resûlü’nün kıldığı namazın güzelliğini bu ifadelerle anlatmaya çalışır.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığına başka hiçbir delil olmasa, Allah Resûlü’nün kıldığı namaz, delil olarak yeter. Çünkü O’nun, bütün namazında, namazının rükünlerinde âdeta Cenâb-ı Hak tecellî ederdi. Hiç namazı böyle olan bir insan günaha meyleder mi?

O’nun ibadeti, bir bütünlük arz ediyordu. Namazı en mükemmel şekliyle eda ederken, başka bir ibadet çeşidi olan meselâ orucu da ihmal etmiyordu. Haftanın bir iki gününü mutlaka oruçlu geçiriyor; hatta bazen de o kadar uzun süre oruç tutuyordu ki, sanki hiç iftar etmiyor zannedilirdi.[28] Bazen da işi fıtrî seyrinde bırakır ve herkes gibi iftar ederdi. Ancak oruçlu olduğu günler, diğerlerine kıyasla daha çoktu.[29]

O, zaman zaman savm-ı visâl yapardı. Yani hiç iftar etmeden birkaç gün üst üste oruç tutardı. Sahabe O’nun orucuna özenir ve O’nu taklit etmek isterlerdi ama, bu çok zordu. Bir defasında, Ramazan’ın son günleriydi ki, Efendimiz savm-ı visâle niyetlenmişti. Sahabe de aynı şekilde niyet ettiler. Ancak, oruç birkaç gün uzayınca, hepsinin dermanı kesildi. Bereket bayram gelmiş ve herkes sevinmişti. Zira, bayram, bir gün daha gecikmiş olsaydı, âdeta hepsi dökülecekti. Allah Resûlü, onların bu durumunu görünce tebessüm buyurdu ve “Eğer bayramın gelmesi gecikseydi, ben yine oruca devam edecektim.” dedi. Ardından da kendisinin güç yetirdiği bu ibadete, onların gücünün yetmeyeceğini söyledi. “Çünkü Allah bana, sizin anlamayacağınız tarzda yedirir, içirir.” buyurdu.[30]

Bilhassa, Ramazan ayının son günlerinde Allah Resûlü, paçaları sıvar ve bütün gününü ibadetle geçirirdi.[31] Sanki bu günlerde O’nun sırtı hiç yere değmezdi.

Yazın en şiddetli günlerinde de Allah Resûlü oruç tutardı. Birçok muharebede O, hep oruç tutmuştu. Hele bazen harp öyle şiddetlenirdi ki, bunlardan biri itibarıyla kendisiyle beraber Abdullah b. Revâha’dan (radıyallâhu anh) başka oruç tutan kalmamıştı.[32] O, “Oruç, insanı günaha karşı koruyan bir zırhtır.”[33] demişti. Ve bu zırhın en sağlamını da kendisi giymiş ve korunmuştu..

[1] Ebû Davud, salât 161; Nesâî, sehv 18.
[2] Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/128, 199, 285.
[3] Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/113 vd.
[5] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 12/84; Deylemî, Müsned, 1/172; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 2/271.
[6] Müslim, salât 221-222; Ebû Dâvûd, salât 148.
[7] Tirmizî, daavât 90; Ebû Dâvûd, edeb 97; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 10/124.
[8] Mâide sûresi, 5/118.
[9] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/149.
[10] Buhârî, fedâilu’l-ashab 27; Müslim, fedâilu’s-sahabe 110-111.
[11] Buhârî, fedâilu’l-ashab 27; Müslim, fedâilü’s-sahabe 116-117.
[12] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 3/157.
[13] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3/990.
[14] Buhârî, teheccüd 9; Müslim, müsafirîn 204.
[15] İbrahim sûresi, 14/36.
[16] Müslim, iman 346.
[17] Müslim, cennet 83.
[18] Buhârî, ezan 51; Müslim, salât 90-97.
[19] Tirmizî, salât 151; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/159.
[20] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/3; Cezîrî, el-Fıkh ale’l-mezâhibi’l-erbaa, 1/405.
[21] Bakara sûresi, 2/43.
[22] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/3; Merdâvî, el-İnsaf, 2/210.
[23] Cezîrî, el-Fıkh ale’l-mezâhibi’l-erbaa, 1/407.
[24] Merğınânî, el-Hidâye, 1/55.
[25] İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr, 1/552.
[26] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/45.
[27] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125.
[28] Ebû Dâvûd, savm 53; Tirmizî, savm 43; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/91.
[29] Buhârî, savm 53; Müslim, sıyâm 178.
[30] Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.
[31] Buhârî, leyletu’l-kadr 5; Müslim, i’tikaf 7.
[32] Müslim, sıyâm 108-109; Ebû Davud, sıyâm 45.
[33] Buhârî, savm 2; tevhid 35; Müslim, sıyâm 162-163.

Allah Resûlü'nün Dua İklimi

Dua, bir ibadettir,[1] dua kulluğun özüdür,[2] dua Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duadan bahsetmemek mümkün değildir. Zaten, Allah (celle celâluhu) da “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!”[3] buyurmuyor mu? ve “Dua edin kabul edeyim.”[4] diyen de bizzat Kendisi değil mi?

Dua, Allah’la (celle celâluhu) kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile, kulun düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir dua. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Kadîr‑i Mutlak’tan ister; işte bu isteğin adıdır dua. O, helezonlar hâlinde kuldan Rabbe yücelen tatlı bir nağmedir ta arşa kadar…

Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duasız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baştan sona kadar duadan ibarettir. Dua, rıza-i ilâhînin şifresi ve Cennet yurdunun da anahtarıdır. Yine dua, “abd”den Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rabden “abd”e inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah’la (celle celâluhu) kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır. Dua, bir cihetten ibadet, bir başka cihetten imkân âlemi ile lâhût âlemini birleştiren ulvî bir miraçtır. İnsanı merdiven merdiven Hakk’a yücelten mukaddes bir miraç..!

Rahmet elinin üzerimizde dolaşması, dua sayesindedir. Dua, aynı zamanda gazabın da paratoneridir. Evet, hakkımızda rahmeti ve rızayı celb, gazap ve öfkeyi def edecek olan müessir bir ubûdiyettir dua. Çok defa beşer imkânının tükendiği noktada dua şuuru –Keşke ta baştan olsa!– başlar. Haddizatında, ona başlangıç ve bitiş noktası tespit etmek, ya yoktur veya imkânsızdır. Çünkü, duadan müstağni olacak bir ânı yoktur insanın. O hâlde kul, kendisinden tecellîleriyle bir an dûr olmayacağı Rabbine, duadan da bir an dûr olmaması lâzımdır. Zira, Rabbin kapısına dua ile varılır, o kapıda dua ile konuşurlar ve rahmeti hakkımızda sağanak sağanak celbeden de duadır.

Bize bakan yönüyle dua, istemektir. Biz maddî-mânevî ihtiyaçlarımızı isteriz Rabbimiz’den. Ne var ki, çok defa istediğimiz şeyi de, isteme şeklini de bilemeyiz; bilemeyiz de istemede bile suiedebde bulunuruz Zât‑ı Zülcelâl’e karşı. İstenilen şeyleri, Mutlak İrade sahibinin iradesi istikametinde görmek istemeyip, kendi arzumuz istikametinde diler dururuz. Bundan dolayı da her istediğimizin âcilen yerine getirilmesini, yerine getirilmeyen arzularımızın da reddedildiğini düşünerek me’yus oluruz. Daha açık bir ifade ile, mutlak iradeyi, her zaman kendi cüz’î irademizin peyki olarak görmek isteriz. Bütün bunlar, dua âdâp ve terminolojisine zıt olan şeylerdir. Bu niyetle yapılan dualar, Allah’la (celle celâluhu) kul arasında rabıta olmaktan çok uzaktır. Onun âdâp ve erkânına riayet ise, icabete vesile olacak şartlardan birisi, belki de en birincisidir.

Dua, bazan ciddî bir istek ve iştiyak hâlinde sırf bir mülâhaza olarak kalbten yükselir. Bu durumda kul, hiçbir şey söylemez. Belki dudakları bile kıpırdamaz; ama, O Allâmü’l-Guyûb’un, hâline nigahbân olduğunu bilerek, tam bir tevekkül içinde bulunmaya çalışır ve bulacağını bulur. Tıpkı Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı andaki durumu gibi. Bütün imkânların kesildiği ve sebeplerin sükut ettiği bu noktada: يَا نَارُ كُونِي بَرْداً وَسَلاَماً عَلَى إِبْرَاهِيمَ “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmet ol (İbrahim’i yakma).”[5] ilâhî fermanı ona hiç umulmadık şekilde medet kaynağı olmuştur.

Kalbteki duyguların, lisan yoluyla Rabbe ulaştırılması; bu da duanın ikinci bir şeklidir. Burada kul, sadece hâlini arz eder, fakat isteğini dile getirmez. Bazen de, hem hâlini arz eder hem de isteğini dile getirir. Kur’ân, peygamber dualarından her ikisini de misal olarak seçmiştir ki, birinciye Hz. Eyyub Aleyhisselâm’ın: رَبِّي إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Yâ Rabbi! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhimînsin.”[6] duasıyla, Hz. Yunus Aleyhisselâm’ın: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum.”[7] duası gibi.. ikinci duruma da Hz. Zekeriya Aleyhisselâm’dan misal verilmiştir ki, O da, Rabb’ine رَبِّ هَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاءِ “Ey Rabbim! Bana yüce katından temiz bir nesil bağışla. Muhakkak ki Sen duaları işiticisin.”[8] diyerek duada bulunmuştu.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’in, dua mevzuu üzerinde ısrarla durması ve yapılacak duaları Efendimiz’e bizzat talim buyurması, meselenin ehemmiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyet‑i kerime ile, dua meselesi üzerinde ısrarla durur muydu? Bunun dışında, Efendimiz’den rivayet edilen, yüzlerce, hatta binlerce hadis-i şerif de duanın ehemmiyeti hakkında hem tahşidat yapıyor, hem de hayatın her faslında, yapılması gereken duaları bu ümmete talim buyuruyor. O hâlde insan, duygu ve düşüncelerini birer istek hâlinde takdim ederken, bunu en iyi şekilde ifade etmek ve az sözle çok mânâ dile getirmek ister ki, bu hususta da ona en büyük yardımcı da başta Kur’ân-ı Kerim, ikinci derecede de hadis-i şeriflerde öğretilen dualardır.

Öyledir, çünkü, bize istemeyi veren Zât, o dualarda nasıl isteyeceğimizi de öğretmektedir. Kendisine en güzel ve en müessir dualar öğretilen de, hiç şüphesiz Allah Resûlü’dür. Zira, dua ile kapısı çalınan Zât’ı en iyi bilip tanıyan O’dur.

O, bir istikamet insanıdır. Zaten kulluk da istikamet demektir. Cenâb‑ı Hak: وَأَنِ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ “Bana kulluk edin. Müstakim yol budur.”[9] derken bu hakikate işaret buyurmaktadır. Allah Resûlü’nün bütün hareketlerinde, bir ölçü ve denge vardır. O, cihanı fethedecek orduları şuraya buraya sevk ederken, bir karıncayı dahi incitmeme prensibini de her zaman korumuştur. Hep sebeplere tevessül etmiştir; ama duayı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir.

Gece-gündüz münacaat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah’ın hayatına baksın! Baksın ve insanlık, duanın ne demek olduğunu, dua etmenin âdâbını ve duanın, insana maddî-mânevî kazandırdıklarını görsün, görsün ve ibret alsın.

Yüzlerce insan, Efendimiz’in dualarını bir araya getirip, dua mecmuaları telif etmişlerdir. Cenâb-ı Hak, böyle bir lütfu, şu satırların yazarından da esirgemedi.. zaten O esirgemez! “Mecmuatü’l-Ed’iyeti’l-Me’sûre” adı altında, Efendimiz’in duaları bir araya getirildi. Mümkün mertebe, bu eser ebat olarak küçük tutulmaya çalışıldı. Bu mini esere bakanlar dahi göreceklerdir ki, duada dahi Allah Resûlü’ne ulaşmak mümkün değildir. Sanki O, hayatının her ânını dua ile geçirmiş gibidir. Bir insan, başka hiçbir iş yapmasa ve sadece dua etse, onun bir ömrü dolduran duası, ancak Allah Resûlü’nden mervî dualar kadar olabilir…

Allah Resûlü, dualarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştür. Dua, O’nun dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efgânıydı. O, bir an dahi duasız olmamış, dudaklarını ıslatan bu kevser dolu kadeh, hiçbir zaman elinden düşmemişti. Aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı; fakat ibadet ve duada da eşi-menendi yoktu.

Sahabe de bir ibadet topluluğuydu. Ancak O’nunla yürümeye kalktıkları zaman dökülüp kalırlardı. –O dökülüp kalanlara kıtmirin ruhu feda olsun!– O ise yorulma nedir bilmeden hep yürürdü. Çünkü Allah (celle celâluhu), O’nu hep ileriye doğru yürüsün ve hep önde bulunsun diye yaratmıştı. Miraçta Cibril bile O’nunla yürümeye kalkmış da, nihayet bir noktadan sonra onun da dermanı kesilmişti.. kesilmişti de “Yürü yâ Resûlallah! Top senin çevkan senin!” demişti.. evet O âdeta meleklerle maraton yapan bir insandı.

O, ibadet şuurunun ve dua burcunun en zirvesindeydi. Allah’ın (celle celâluhu) büyüklük ve azametini en yüksek ufuklardan seyrediyor, vâridâtla dolup taşıyor ve doyma bilmeyen masum bir hırsla: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ diyor [10] ve Rabbini tam bilememekten –O bilememe gerçek bilmektir ki, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh): اَلْعَجْزُ عَنِ اْلاِدْرَاكِ اِدْرَاكٌ diyordu. “Anlamaktan âciz olduğunu anlamak, işte hakikî idrak budur.”[11]– dert yanıyor.. ve “Hel min mezîd?” diyordu kendi kudsî ufkuna göre…

Dualarından Bir Demet

O’nun bütün dualarını, burada ele alıp inceleyecek değiliz. Zaten biz bu mevzua da sadece Allah Resûlü’nün duadaki büyüklüğüne bir işaret olsun diye temas ettik. Şimdi O’nun binlerce duasından birkaç numune zikredip bu mevzuu noktalamak istiyorum.

a. Uykudan Önce

Uyku ölümün küçük kardeşidir.[12] İnsan uykuya girerken bu şuur içinde girmelidir. Zira bu göz kapayış, onun için dünyaya ait bir son da olabilir. Öyle ise gafletle değil de yatağa uyanık ve dikkatli girmelidir.

Allah Resûlü yatağa girmeden evvel şunları okurdu: Bakara sûresinin başı ve son üç âyeti.[13] Âyete’l-Kürsî,[14] Yâsîn sûresi,[15] Secde sûresi,[16] Mülk sûresi,[17] sonra üçer defa olmak üzere İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini ve bir defa da Kâfirûn sûresini okur;[18] sonra da ellerini birleştirerek avucuna üfürür ve ellerini vücudunun ulaşabildiği her noktaya sürerdi.[19] Daha sonra da birçok dua okurdu ki, zikri uzun süreceğinden biz bunları yukarıda ismini verdiğimiz esere ve daha başka dua mecmualarına havale ediyoruz. İsteyen, o duaların neler olduğunu oralardan bulup öğrenebilir ve hayatlarını o dualarla nurlandırırlar.

b. Yatağa Girdiğinde

Yatağına girdiği zaman 33 defa Sübhanallah, 33 Elhamdülillah ve 33 (Bir rivayette 34) Allahu Ekber der ardından da birçok dua okurlardı.[20] Bu dualardan birisi de şudur:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ، وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ وَنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ، اَللّٰهُمَّ قِنِي عَذَابَكَ يَوْمَ تَبْعَثُ عِبَادَكَ، بِاسْمِكَ أَمُوتُ وَأَحْيَا

“Allahım, kendimi Sana teslim ediyor, yüzümü Sana çeviriyor ve işlerimi Sana havale ediyorum. Hem korkarak hem de ümit ederek sırtımı Sana dayıyorum. Senden ancak yine Sana sığınılır, başka sığınak yoktur. Allahım, indirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Nebi’ye iman ettim. (Peygamberin kendi peygamberliğini tasdik etmesi şarttır.) Allahım, kullarını dirilteceğin o gün, beni azabından koru. Ben, ancak Senin adınla ölür yine Senin adınla dirilirim.”[21]

Sağ elini başının altına koyar, dizlerini hafif kıvırır ve sağ tarafına doğru yatardı.[22] Bu, kalkmak için bir yatmaydı. Zira O, hep gece kalkmanın heyecanını yaşardı.

c. Teheccüde Kalktığında

Teheccüt namazı için kalkışını da şu dua ile süslerdi:

اَللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ مَلِكُ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ

“Allahım, Sana hamdolsun. Sen semaları, yeri ve içindekileri ayakta tutan ‘Kayyûm’sun. Sana hamdolsun. Sen semaların, yerin ve içindekilerin hakikî sahibi olan Melik’sin. Ve Sana hamdolsun, Sen semaların, yerin ve içindekilerin Nurusun.”[23]

Gecenin yarısında bu duanın okunması çok mânidardır. Sema bütün ihtişam ve görkemiyle gecede gözükür. Yıldızlar ışıl ışıl göz kırpar ve oralardan insanın gönlüne neler neler akar gelir. Yeryüzü de aynı âhenge dilbestedir. Ve işte ihtişam, debdebe ve âhenk içinde, gökyüzünü ve yeryüzünü ayakta tutan Allah’a (celle celâluhu), bu duada hamd edilmektedir.

“Kayyûm” çoklarına göre, İsm-i A’zam’dandır. Efendimiz Cenâb-ı Hakk’a hamdederken, çok defa bu ismin cilve ve tecellîlerini şefaatçi yaparak hamdetmektedir.

Mülk de Milk de Allah’ındır (celle celâluhu). Öyle ise Melik de Mâlik de yalnız O’dur.

O’ndaki şu ahd ü peymâna, şu sadakata bakın ki, iki-üç saat evvel ahd ü peymânını yeniledi, uykuya girdi. Kalkarken de ilk iş olarak yine ahd ü peymânını yeniliyor. Çünkü uykuda gezip dolaştığı âlemlerden, şehadet âlemine yeni dönmüştür, ahd ü peymânın da yenilenmesi gerekir.

Ardından da aynı duayı şu şekilde devam ettirir:

وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ الْحَقُّ وَلِقَائُكَ حَقٌّ وَقَوْلُكَ حَقٌّ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ وَمُحَمَّدٌ r حَقٌّ وَالسَّاعَةُ حَقٌّ. اَللّٰهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي، أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللّٰهِ

“Sana hamdolsun, Sen Hak’sın. Vaadin haktır. Sana kavuşmak haktır. Senin sözün haktır. Cennet de, Cehennem de haktır. Nebiler ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm haktır. Kıyamet günü de haktır.

Allahım, Sana teslim oldum. Sana iman ettim. Tevekkülüm Sanadır ve bütünüyle Sana yöneldim. Yalnız Senin inayetinle mücadele ettim, yalnız Senin hakemliğine başvurdum. Sen benim geçmiş ve gelecek hatalarımı bağışla. (Gelecekte bana günah işletme ve benim için günah kapılarını kapat). Gizli işlediklerimi de açık işlediklerimi de affet. Ve bunlardan da öte Senin benden çok daha iyi bildiğin günahlarımı da bağışla. (Çünkü ben kalbimden geçeni bilebilirim; fakat sır, hafî ve ahfamdan geçenleri bilemeyebilirim. Eğer ben bilmeden bu duygularımda bir kopukluk oldu ise, Sen ondan dolayı da beni affet). Öne geçiren de, geride bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur. Havl ve kuvvet sadece Allah’ındır.”[24]

“Hak” deyince “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” gerçeğine binaen akla ilk gelen Allah’tır (celle celâluhu). Ve Efendimiz, Hak olan Allah’tan (celle celâluhu) gelen her şeyin, hak olduğunu, bu duasında gürül gürül dile getirmektedir.

Yatmadan evvel teslimiyetini Cenâb-ı Hakk’a arz etmişti, daha uykudan kalkar kalkmaz yine teslimiyetini arz ve imanını ilan ediyor.. ediyor ve bir yeni hayata böyle bir iman ile böyle derin bir teslimiyet şuuruyla başlıyor. Ve bu duasını O, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” diyerek bitiriyor. Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın güç ve kuvvetine dehalet etmezse, omuzuna yüklenen ağır yüklerin altından kalkamaz; iman, tevekkül, teslimiyet, hep Allah’ın (celle celâluhu) dilemesiyle olur. O dilemedikçe ve yardımcı olmadıkça, kim O’nu bulup, O’na vâsıl olabilir ki? Öyleyse herkes, kendi seviyesi ölçüsünde, Allah’ın (celle celâluhu) havl ve kuvvetine sığınmak zorundadır.

Efendimiz, bu duygu ve düşünce içinde, işte böyle mânevî bir atmosfer meydana getirdikten sonra, namaza duruyor ve gecenin siyah zülüfleri, O’nun gözyaşıyla ıslanıyordu.

O, bilhassa tek başına kıldığı nafile namazlarda, duayı çok yapıyor ve namazı da uzattıkça uzatıyordu.[25] Namaza durunca Fatiha’dan önce şu duaları okurdu: اَللّٰهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ “Allahım, benimle günahlarımın arasını, doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır.”

اَللّٰهُمَّ نَقِّنِي مِنَ الْخَطَايَا كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ اْلأَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ “Allahım, beyaz elbisenin kirlerden temizlendiği gibi Sen de beni günahlardan temizle.”[26]

Bunlardan sonra da “Sübhaneke”yi okur ve bunca tesbih ve takdisten sonradır ki, Fatiha’ya geçerdi. Gerçi daha Allah Resûlü’nün, bu arada okuduğu birçok dualar vardır ama, biz, yine okuyucumuzu, dua mecmualarını tetkike havale ediyor ve bu kadarla yetiniyoruz.

d. Sabah Kalkınca

O’nun sabah olunca dudakları şu dua ile ıslanırdı:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَصْبَحْتُ أُشْهِدُكَ وأُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَمَلاَئِكَتَكَ وَجَمِيعَ خَلْقِكَ بأَِِنَّكَ أَنْتَ اللّٰهُ لاَ إِلَهَ إلاَّ أَنْتَ وَأَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ

“Allahım, ben, şunu ikrar ederek sabahladım; Seni, Arşının hamelelerini, meleklerini ve bütün mahlukatı şahit tutuyorum ki, Sen Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’sın ve Muhammed Aleyhisselâm Senin kulun ve resûlündür.”[27]

Şahit tutuyor ve onları konuşturuyorum. Ağaçların hemhemesini, yaprakların demdemesini, suların şırıltı, şakırtı ve çağlamasını, kendi şehadetime katıyor, senfoniden yükselen bir ses gibi gürül gürül bütün bunları Sana takdim ediyorum.

Efendimiz’in bu takdimi, şuur ve idrakinin vüs’ati, derinliği ve hakla olan münasebeti ölçüsündedir. Aynı cümleleri söylemiş olsa da bir başkası aynı keyfiyeti aynı derinliği yakalayamaz.

Efendimiz, bütün varlığı, hususiyle Allah’a (celle celâluhu) en yakın melekleri ve varlığa nezaret eden sekene-i semavatı kendisine şahit tutmakta.. ve Cenâb-ı Hakk’a takdim edeceği hamdini, onların soluklarına katıp öyle takdim etmektedir. Biz, Efendimiz’in duasına, meleklerin soluklarıyla girmesinden şunu anlıyor ve şunu hissediyoruz ki, büyüklerin kapıları çalınırken, evvelâ tokmağa dokunacak bir el aranmalıdır.. O’nun içindir ki, büyük firaset adamı Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Medine’de kıtlık olunca, Hz. Abbas’ı (radıyallâhu anh) elinden tutup bir tepeye çıkarmış ve o elleri havaya kaldırarak dua etmişti.. duasında da şöyle yalvarmıştı: “Allahım, şu Sana kalkan eller, Senin Habibinin amcasının elleridir. Bu el hürmetine yağmur ver!” Ve daha el aşağıya inmeden şakır şakır yağmur inmeye başlamıştı.”[28] Bu bir Ömer (radıyallâhu anh) firasetidir ve dersini, Efendimiz’in duasına ve yakarışlarına meleklerin soluklarını katmasından almıştır.

Asrımızın Büyük Çilekeşi de aynı şuurla şöyle dua eder:

إِلٰه۪ي اَلذُّنُوبُ أَخْرَسَتْن۪ي وَكَثْرَةُ اْلمَعَاص۪ي أَخْجَلَتْن۪ي وَشِدَّةُ اْلغَفْلَةِ أَخْفَتَتْ صَوْت۪ي فَأَدُقُّ بَابَ رَحْمَتِكَ وَأُنَاد۪ي ف۪ي بَابِ مَغْفِرَتِكَ بِصَوْتِ سَيِّد۪ي وَسَنَد۪ي الشَّيْخِ عَبْدِ اْلقَادِرِ اْلكَيْلَان۪ي…

“Allahım, günahlar dilimi tuttu, mâsiyetimin çokluğu beni hacil etti. Ve ben, Senin rahmet kapını, Şeyh Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin sesi ve soluğu ile çalıyorum…”

Allah Resûlü’nün sabah yaptığı dualar arasında şu da vardır:

اَللّٰهُمَّ فَاطِرَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ عَالِمَ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، فَإِنِّي أَعْهَدُ إِلَيْكَ فِي هَذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَأُشْهِدُكَ وَكَفَى بِكَ شَهِيداً

“Ey semavat ve yeri yaratan, gayb ve şehadet âlemini bilen, celâl ve ikram sahibi Allahım! Sana şu dünya hayatında bağlılığımı ilan ediyor ve Seni buna şahit tutuyorum, Sen şahit olarak yetersin.”[29]

Bu duada “Fâtır” isminin kullanılması mânidardır. Çünkü aynı kelimenin müradifi olan: اَلْبَارِئُ – اَلْخَالِقُ – اَلْجَاعِلُgibi kelimeler de vardır. “Fâtır” denmekle şu mânâlar kasdolunmuştur: “Gökleri ve yeri fıtrata göre yaratan, onları fıtrat kanunlarına açık hâle getiren Sensin. Bu fıtrat kanunları içinde, tıbbın, fiziğin, kimyanın, astrofiziğin, astronominin hep kendilerine göre kanunları vardır. Sanki her sabah bu kanunlar yenileniyor ve varlığa açık hâle geliyorlar. Bunlara, bu düzeni ve bu temiz çehreyi veren Sensin!”

e. Akşam Olduğunda

Güneş doğarken, sabahın ilk vakitlerini bu ve benzeri yüzlerce dua ile süsleyen Allah Resûlü, güneş batarken ve ortalığa karanlık çökerken de şu duayı okur.. okur da, âdeta bu dualar O’nun gündüzünün, gecesinin güneşi olurdu. Efendimiz’in geceleri de, gündüzleri kadar aydındı. Dualar, O’nun gecesinin semasında âdeta nurlu kandillerdi. Ve O, bu kandilleri yakmayı hiç mi hiç ihmal etmezdi:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَمْسَيْتُ أُشْهِدُكَ وَأُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَمَلاَئِكَتَكَ وَجَمِيعَ خَلْقِكَ بِأَِنَّكَ أَنْتَ اللّٰهُ الَّذِي لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَأَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ

“Allahım, Senden başka ilâh olmadığına birliğine ve şerikin olmadığına ve Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Senin kulun ve resûlün olduğuna, Seni, Hamele-i Arşını, meleklerini ve bütün mahlukatını şahit tutarak akşamladım.”[30]

O’nun namazının her rüknü, Arş’a yükselen nuranî bir merdiven gibidir. Onun basamakları da duadan inşa edilmiştir.

Namaza hazırlık safhasında teşekkül eden nuranî atmosferin de, namaz içindeki nuraniyetle sıkı bir münasebeti vardır.

O, helâya girerken dua ederek girer, çıkarken dua ederek çıkar. Abdeste başlarken yaptığı bir dua, uzuvlarını yıkarken de yaptığı ayrı dualar vardır. Abdest almayı tamamladığında, yine ayrı dualar okur. Ezandan sonra okuduğu bir dua vardır. Namaza başlayacağı sırada da ayrı bir dua, mescide giderken, içeriye girerken, mescitten çıkarken hep okuduğu dualar vardı.

Namaza durunca, hemen iftitah tekbirinden sonra dua okur. Rükû­sun­da, secdesinde, kıyamında, iki secde arasında, oturduğunda, selâm verdik­ten sonra ayrı ayrı duaları vardı ve Allah Resûlü, elden geldiğince bu duaların hiçbirini ihmal etmezdi…

f. Namazın İçinde

İftitah tekbirinden sonra:

وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضَ حَنِيفاً مُسْلِماً وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ، إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي ِللّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ. اَللّٰهُمَّ أَنْتَ الْمَلِكُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَنْتَ رَبِّي وَأَنَا عَبْدُكَ، ظَلَمْتُ نَفْسِي وَاعْتَرَفْتُ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي جَمِيعاً إِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ…

“Ben yüzümü yeri ve gökleri yaratan Zât’a, O’ndan başka her şeye sırt dönerek ve O’na teslim olarak çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim. Muhakkak ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hep Âlemlerin Rabbi olan Allah (celle celâluhu) içindir. O’nun şeriki yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben müslümanlardanım. Allahım, Sen Meliksin. Senden başka ilâh yoktur. Sen, benim Rabbimsin, ben de Senin kulunum. Ben nefsime zulmettim. Günahlarımı itiraf ediyorum. Sen, benim bütün günahlarımı affet. Senden başka günahı affedecek yoktur…”[31]

Ve, rükûda okunan dualardan biri:

اَللّٰهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ، خَشَعَ لَكَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمَيَّ ِللّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Allahım, Sana rükû ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliklerim, kemiğim ve sinir sistemim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş ve itaat etmiştir.”[32]

Rükûdan doğrulunca (kavemede):

اَللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَمِلْءَ اْلأَرْضِ وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ

“Allahım, hamd Sana mahsustur. Semavat, yer ve ikisi arasını dolduracak kadar hamdolsun Sana. Ve bundan sonra dileyip (yaratacağın) her şeyin dolusu kadar Sana hamdolsun…”[33]

Secdede:

اَللّٰهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ سَجَدَ وَجْهِي لِلَّذِي خَلَقَهُ وَصَوَّرَهُ وَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ تَبَارَكَ اللّٰهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ. اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِي ذَنْبِي كُلَّهُ دِقَّهُ وَجِلَّهُ وَأَوَّلَهُ وَآخِرَهُ وَعَلاَنِيَتَهُ وَسِرَّهُ

“Allahım, Senin için secde ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana secde etti. Takdir edenlerin en güzeli Allah ne yücedir![34] Allahım, benim günahlarımın hepsini, küçüğünü, büyüğünü, evvelini, âhirini, gizlisini, açığını, hepsini affet…”[35]

Bir insan ibadetin dışında neler yapar? Yer-içer.. yatar-kalkar.. güler-ağlar.. üzülür-sevinir.. evlenir, çocuk sahibi olur.. yeni bir elbise giyer.. yolculuğa çıkar veya yolculuktan döner.. cihad eder, savaşır, savaştan döner.. birinden acı veya tatlı bir haber alır.. sevdiği bir dostuyla karşılaşır.. hastalanır, hastalıktan kurtulur.. uyur.. sevindirici veya korkulu bir rüya görür ve daha yüzlerce iş yapar, yüzlerce hâle girer. İşte Allah Resûlü, böyle durumların hemen her birinde, o hâle mahsus olmak üzere dua okur ve beşeriliğini böylece âdeta lâhûtîleştirirdi.

Bir de insanın kendi dışında cereyan eden hâdiseler vardır. Bu hâdiseler, onu dolaylı olarak ilgilendirmektedir. Meselâ, kıtlık, kaht u galâ, yağmursuzluk, yangın, sel, kasırga gibi bütün âfetler, doğrudan ferde mahsus zararları olmasa bile, dolayısıyla yine zarardırlar. İşte hem cemiyetle bütünleşme hem de bu durumlarda Rabbe yönelme adına, Efendimiz’in okuduğu dualar.

Ayrıca Ehl-i Beyt kanalıyla geldiği için, Sünnî imamlar tarafından pek iltifat görmeyen; fakat bütün büyüklerin kendilerine vird edindikleri ve okumayı asla terk etmedikleri Cevşen.. evet, Cevşen’e bakan bir insan, Allah Resûlü’nün duadaki derinliğini orada çok daha net görebilir.

Sözün başında dediğimiz gibi, Allah Resûlü’nün dualarını aktarma gayesiyle bu mevzua girmedik.. maksadımız, duada dahi, O’nun eşi-menendi olmadığını ve hayatının her ânını dua ile geçirdiğini göstermek idi. Elbette ki, o duaların hepsine bakmadan, bu neticeye hakka’l-yakîn muttali olmak mümkün değildir. Fakat bir fikir vermesi bakımından, o duaların binde birkaçını sunmaya çalıştık. Bizim yaptığımız, su sızıntısının, su menbaına delil olması şeklinde kabul edilmelidir.

Evet, tasdik ediyor, inanıyor ve iman ediyoruz ki, hiçbir faziletin, hiçbir bölümünde O’nun eşi-menendi yoktur. Ve, O, bütün yüce hasletlerin en zirvesinde bir zirve insandır. Biz de bu eserin ta başından buraya kadar, bu imanımızı ispata ve yenilemeye çalıştık. Kusur varsa, o bizim anlayış ve anlatışımızla ilgilidir. O ise kusurdan ve noksandan münezzeh ve müberradır. Çünkü O, Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Hayatının her ânını, Rabb’e teveccühle nurlandıran bu Zât’ın hayatında, karanlık ve zulmetli bir ânın bulunması mümkün değildir. O’nun hayatı, bütünüyle bir dua ve yakarıştır. Doğduğu gün “Ümmetî, ümmetî!” demiş, mahşerde de yine öyle diyecektir.[36] Evet, O’nun bütün derdi “ümmeti”dir.

[1] Tirmizî, tefsir (2) 16; Ebû Davud, vitr 23.
[2] Tirmizî, dua 1.
[3] Furkân sûresi, 25/77.
[4] Mü’min sûresi, 40/60.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/69.
[6] Enbiyâ sûresi, 21/83 âyetinden iktibas.
[7] Enbiyâ sûresi, 21/87.
[8] Âl-i İmrân sûresi, 3/38.
[9] Yâsîn sûresi, 36/61.
[10] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/402; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, 4/79, 17/202.
[11] Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 300; İmam Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/252, 305; el-Maksadü’l-esnâ, s. 54. (Lafız bu şekliyle İhyâ’da geçmektedir.)
[12] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 1/282, 8/342; Beyhakî, Şuabü’l-iman, 4/183.
[13] Dârimî, fedâilu’l-Kur’ân 14.
[14] Tirmizî, fedâilu’l-Kur’ân 2; Dârimî, fedâilu’l-Kur’ân.
[15] Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 7/97; İbn Hacer, el-Metâlibu’l-âliye, 3/361.
[16] Tirmizî, fedâilu’l-Kur’ân 9; daavât 22; İbn Hacer, el-Metâlibu’l-âliye, 3/358.
[17] Tirmizî, fedâilu’l-Kur’ân 9; daavât 22.
[18] Ebû Dâvûd, edeb 108; Tirmizî, daavât 22.
[19] Tirmizî, daavât 21-22.
[20] Buhârî, fedâilu’s-sahabe 9; daavât 11; Müslim, zikr 80.
[21] Buhârî, daavât 6-7; Tirmizî, daavât 16.
[22] Ebû Dâvûd, edeb 98; Nesâî, sıyâm 70; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/400, 414.
[23] Buhârî, teheccüd 1; tevhid 8, 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/358.
[24] Buhârî, teheccüd 1; tevhid 8, 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/358.
[25] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125, 203-204.
[26] Buhârî, ezan 89; daavât 39; Müslim, mesâcid 147.
[27] Ebû Dâvûd, edeb 110; Tirmizî, daavât 78.
[28] Buhârî, istiska 3; ashâbu’n-Nebî 11; Hâkim, el-Müstedrek, 3/377.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/191; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/119.
[30] Tirmizî, daavât, 78; Ebû Dâvûd, edeb 100.
[31] Müslim, müsâfirîn 201; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 118; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/94.
[32] Müslim, müsâfirîn 201; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 118; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/119. (Duanın bu şekliyle tam metni Müsned’de geçmektedir.)
[33] Müslim, müsâfirîn 201; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 118.
[34] Müslim, salât 216; Ebû Davud, salât 147.
[35] Müslim, müsâfirîn 201; Ebû Dâvûd, salât 118; Tirmizî, daavât 32.
[36] Buhârî, tevhid 36; fiten 1; Müslim, iman 326, 327.

İsmetin Lügavî ve İstılâhî Mânâsı

Peygamberlerin sıfatlarından birisi de, onların masum ve günahsız olmalarıdır. Buna biz, “ismet” diyoruz.

İsmet, lugatte “menetme, engelleme veya himayeye alınmış, korunmuş” mânâlarına gelir. Istılahta ise ismet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan –Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle– korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (celle celâluhu), peygamber olarak göndereceği kuluna asla günah işleme fırsatı vermez.. ve O, peygamberlerine günah işletmez.

Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de de çeşitli vesilelerle zikredilir. Bu cümleden olarak şu misalleri verebiliriz:

Hz. Nuh (aleyhisselâm) oğluna hitaben: يَا بُنَيَّ اَرْكَبْ مَعَنَا “Gel yavrum, sen de bizimle beraber gemiye bin!” dediğinde oğlu سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاءِ “Bir dağa sığınırım, o, beni sudan korur.” cevabını verir. İşte bu âyette geçen يَعْصِمُنِي fiili “ع ص م” kökünden gelir ki, “ismet”le aynı mânâyadır ve korunmak demektir. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da, oğluna verdiği cevapta aynı kökten gelen bir kelime ile mukabele eder: لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّٰهِ “Bugün Allah’ın emrine karşı koruyacak yoktur!” der.[1] “Âsım”, ister kendi mânâsına isterse “Masum” mânâsına kullanılmış olsun, çok fazla fark etmez.

Her ikisinde de biri “koruyan”, diğeri “korunmuş” olmak üzere “ismet” kökü etrafında döndüğünü görürüz.

Zeliha, Yusuf’un iffet ve ismetini anlatırken وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ فَاسْتَعْصَمَ “Ondan kâm almak istedim, o ise iffetli davrandı.” der.[2] Âyette geçen اِسْتَعْصَمَ “Korundu, kaçındı, imtina etti.” gibi mânâlara da gelir.

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعاً âyetinde[3] geçen اِعْتَصَمَ sımsıkı sarılmak ve kopup gitmemek için bir şeye sağlam tutunmak demektir ki, bu da, Allah’ın ipine tutunmayı emirdir. O ipe tutunan, düşmekten ve sapmaktan korunmuş olur.

وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[4] âyetindeki يَعْصِمُكَ fiili de aynı mânâyadır.

[1] Hud sûresi, 11/42-43.
[2] Yusuf sûresi, 12/32.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 4/103.
[4] Mâide sûresi, 5/67.

İsmet ve Diğer Peygamberler

Mevzu ile alâkalı âyetlere geçmeden kısaca bazı hususlara dikkatinizi rica edeceğim:

Zelle Meselesi

Birincisi: Peygamberler, iki şeyden birini tercih durumunda kaldıklarında, aliyyüla’lâ (iyilerin en iyisi) dururken a’lâyı (iyiyi) seçmişlerse, bu onlar için bir zelle kabul edilebilir. Fakat bu sürçme veya hata bizim ölçülerimiz içinde bir sürçme veya hata değildir. Zira seçtiği, “a’lâ”, yani iyidir. Fakat bir peygamber böyle bir tercihle karşı karşıya geldiğinde, mukarrabîn olmasının gereği olarak “aliyyüla’lâ”yı seçmeliydi, denebilir -tabiî biz diyemeyiz- kimse bu tercihi günah olarak da vasıflandıramaz.

Şimdi bir misalle bu hususu zihne yaklaştırmaya çalışalım: Bir insan düşünün ki, Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmek istiyor. Ancak, Kur’ân’ı kaç günde hatmetmeli? İşte bu hususta karşısına iki alternatif çıkıyor: Birincisi, Kur’ân’ı düşüne düşüne, teemmül ede ede on günde okumam daha iyi olacak, alternatifi ki, ancak bu şekilde mânâya dikkat etmek ve Kur’ân’ın derinliklerine inmek mümkün olacaktır. İkincisi, Kur’ân’ı yedi günde hatmetmeli; zira böyle yapılması Rabbimiz’in kelâmına karşı daha fazla hâhişkâr olmamın ifadesidir. Sonra da Kur’ân’ı on günde okumaya karar veriyor ve başlıyor…

Şimdi, farazî olarak diyelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın rızası, onun Kur’ân’ı yedi günde okumasındaydı. Fakat bu insan kendi içtihadıyla on günde okumaya karar verdi. Cenâb-ı Hakk’ın rızası “aliyyüla’lâ”dır. Fakat bu insanın yaptığı da en azından “a’lâ”dır. Bu itibarla da, ortada günah yok ki, bu insana “Hata işledin, günaha girdin.” denilebilsin. Belki en son söylenecek şey, o şahsın, en iyi dururken, iyi ile meşgul olduğunu söylemektir. Günah isnat etmeye gelince bu kat’iyen doğru değildir.

İşte peygamberlerin, kendi içtihatlarıyla tercih edip yaptıkları işlerin durum ve keyfiyeti de böyledir. Öyleyse onlara, bu yaptıklarıyla günah isnat etmek nasıl caiz olabilir? İleride, yeri geldikçe, tekrar bu hususa döneceğiz.

İkincisi: Her şeyden evvel nebiler, müçtehitler müçtehididirler. Onlar, Cenâb-ı Hak’tan mesaj almadıkları hususlarda ki, bu ister ahkâma ait, ister onların şahsî hayatlarına ait, isterse hayat-ı içtimaiyeye ait olsun, içtihat eder ve bir görüş bildirirler. Onların bu içtihatlarının bazıları ilâhî murada tam muvafık olabileceği gibi, bazıları da o ölçüde olmayabilir. Ancak, onların bütün içtihatları, ilâhî murad çerçevesi içerisinde cereyan eder. Şimdi, eğer içtihatları ilâhî murada tam muvafık gelmedi ise, bunlar sarayın gözdeleri olmaları, gözlerinde perde bulunmaması, kader kaleminin sesini duymaları gibi seviyelerine kıyasla bir hata işlemiş sayılırlar. Çünkü onlara düşen, murad-ı ilâhîye yüzde yüz muvafık olanı bulmaktır. Fakat içtihatlarındaki bu yanılma asla günah değildir ve onların ismetlerini ihlâl etmez ki, bu sebepten sorgulanabilsinler. Muhalfarz öyle bir şey olsa da, zannediyorum o da, kapıkullarına düşmez.

Üçüncüsü: Bu gibi sürçmeler, onların peygamberliklerinden evvel olmuştur. Ancak kelimeye dikkat edecek olursak, bunlara sürçme tabirini kullanıyoruz. Sürçme, yere kapaklanıp kalma değildir. Yüzü daima secdede olanlar yere kapaklanmazlar. Sürçmede hafif bir sendeleme söz konusu olsa bile, yere düşme söz konusu olmaz ki ondan bir günah diye bahsedilsin.

Şimdi, arz ettiğimiz bu hususları müşahhas misallerinde takip etmeye çalışalım. Evvelâ, dikkatinizi, insanlığın babası Hz. Âdem Aleyhisselâm’a çevirmek istiyorum:

A. Hz. Âdem (aleyhisselâm)

Kur’ân-ı Kerim, bir yerde Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) durumunu anlatırken şöyle der:

وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى * ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى

“Âdem Rabb’ine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Sonra da Rabbi onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.” (Tâhâ sûresi, 20/121-122)

Âyette “ictiba” tabiri kullanılıyor. İctiba, dibe çöküp, tortu hâline gelmekten, köpükler gibi sağa-sola atılmaktan kurtarma ameliyesidir. Cenâb‑ı Hak, Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) böyle bir duruma düşmekten kurtardığını bildirmektedir. Tercümede, “baş kaldırma” dediğimiz hususu ileride ele alacak ve bu davranışa bir baş kaldırma denemeyeceğini ispat edeceğiz. Şimdi yine dikkatlerimizle Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) izlemeye devam edelim.

İtaati, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) öğrenmek lâzımdır. O daha sürçer sürçmez kendisini düşmekten koruyan Rabbi’ne teveccüh edip şöyle demiştir:

قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Rabbimiz, ikimiz de nefsimize zulmettik. Eğer Sen bize mağfiret etmez, rahmetinle muamelede bulunmazsan biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’râf sûresi, 7/23)

Bu, bir zelledir. Fakat Allah (celle celâluhu), O’nu, bu zelleden sonra hemen doğru yola ulaştırmış ve hidayet etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) zellesi, “ictiba”dan evvel olmuştur. Âdem’e (aleyhisselâm) bu devrede az hazan isabet etmiş, yaprakları hafif sararmış, ancak kat’iyen yaprak dökümüne uğramamıştır. O, belki ekin gibi rüzgâr önünde yatmış; rüzgâr durunca da eskisi gibi doğrulmuş ve saf ruhuyla buluşmuştur. Zaten Allah Resûlü, mü’mini ekine benzetir. O’na göre kâfir ise çınar gibidir. Önce gürül gürül görünür. Fakat bir de devrildi mi, artık doğrulup eski hâline gelmesi mümkün değildir.[1] İşte, bu üçüncü tevcih kabul edilecek olursa, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumu peygamberliğinden öncedir. Diğerleri de buna kıyas edilebilir.

Hem, Hz. Âdem’inki (aleyhisselâm) bir nisyan ve bir unutmaydı. Cenâb-ı Hak, kasem ve tekitle bize Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu durumunu haber verir ve şöyle der:

وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً

“Andolsun ki, daha önce Âdem’e ahd vermiştik, fakat unuttu, onu (hatasında) azimli bulmadık.” (Tâhâ sûresi, 20/115) Bu, bu âyetteki tevcihlerden biridir.

Bir başka yerde Allah (celle celâluhu): “Âdem ile sözleştik. Ben ona, ‘Her şeyden bol bol yiyin için, fakat şu ağaca dokunmayın, sonra zalimlerden, haddi aşanlardan, nimetlerden mahrum kalanlardan olursunuz.’ demiştim.”[2] Fakat o, bunu unuttu. Zaten unutmak beşeriyetin gereğidir. Efendimiz, bu mevzuu tahlil ederken: “Âdem (aleyhisselâm) unuttu, evlâtları da unuttu.”[3] buyururlar. İnsan fıtratını en güzel anlayan Efendimiz, bunu bu sözleriyle en güzel şekilde izah etmişlerdir. İnsan unutur. Âdem (aleyhisselâm) insandır, öyle ise o da unutur ve unuttu. Ayrıca Efendimiz’in yukarıda zikrettiğimiz sözünde, insan karakterinde irsiyetin tesiri de mevzu edilmektedir. Bu sahanın uzmanları için bu da bir ipucu.. demek ki unutma, bize babamızdan intikalle gelmiştir. Allah (celle celâluhu), Âdem’in (aleyhisselâm) mahiyetine ve kromozomlarına bunu yerleştirmiştir, biz bunu mahiyetimizden söküp atamayız. Cenâb-ı Hak: فَنَسِيَ“Unuttu.” demekle Hz. Âdem hakkında yapılacak suizannı kesip atıyor ve ardından da: وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً“Biz onu günah işlemekte azimli bulmadık.” (Tâhâ sûresi, 20/115) diyor. Nasılsa yol, çekti onu ve oraya götürdü; ama o, bunu unutarak yaptı, kasıtlı ve azimli olarak yapmadı.

Bu memnû meyve neydi? Hakkında o kadar çok ve çeşitli görüş var ki hepsini sıralamak, burayı manava benzetmek olacağından biz onların hepsini saymayacağız. Arpa, buğday, pirinç, hurma, üzüm vs. Zaten hangisi olursa olsun hiçbirini tercih, neticeyi değiştirmez. Mühim olan, bu memnû meyveden sonra vâki olan durum ve problemdir. Bununla beraber bizim kanaatimiz, bugüne kadar söylenenden biraz farklıdır.

Memnû meyve, Hz. Âdem (aleyhisselâm) için karşısında dayanılması mümkün olmayan, onun beşerî duygularıdır. Bu duygu sayesindedir ki, insanoğlu çoğalacak ve neslini devam ettirecektir. Aynı duygu, Hz. Havva Validemiz için de geçerlidir. Allahu a’lem “Şecere”ye dokunmak, neslin devamını sağlayacak muamelede bulunmak demektir.

Bununla beraber, “En isabetli görüş budur.” demiyoruz. Ancak, şimdiye kadar söylenegelen ihtimaller arasında bu ihtimalin de düşünülmesinde fayda olacağı kanaatindeyiz. İsabet varsa, bu Rabbimiz’in lütfudur, hata ise, O’nun engin rahmetine sığınırız.

Unutma ve hatanın dinî hükmüne geçmeden, burada bir hususu da hatırlatmak istiyorum. Kur’ân-ı Kerim’de kıssalar anlatılırken, kopuk kopuk hâdiseler terkip edilir ve öyle anlatılır. Burada da durum aynıdır. Bir devrede Hz. Âdem (aleyhisselâm) ve Havva’ya memnû meyveye dokunmamaları söylenmiştir. Ancak onlara bu emir verildikten sonra ne kadar vakit geçmiştir, bu kat’iyen belli değildir. Belli olan şudur ki, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) bu emri unutabileceği kadar bir vakit geçmiştir. Ve memnu meyveye dokunma, bu unutmanın akabinde olmuştur.

Unutma ise, kalemin günah yazmadığı bir durumdur. Allah Resûlü bu hususta şöyle buyurur: رُفِعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأُ وَالنِّسْيَانُ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ“Şu üç şeyden kalem kaldırılmıştır. Unutma, hata ve bir de zorlanma.”[4] Zaten, Kur’ân da bize, bu gibi durumlarda, işlediklerimizden af dilemeyi talim edip öğretmiyor mu? Âyet şöyle demektedir: رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا“Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” (Bakara sûresi, 2/286) Bu dua, her gece yatmadan evvel vird-i zebanımız değil mi?

Hz. Âdem (aleyhisselâm), unutmuş, hata ile o memnû, meyveye dokunmuş, kadının zorlaması da, buna yardımcı olmuştu. Yukarıdaki hadise göre, bu durum, kalemin kaldırılıp, günahın yazılmadığı nisyan anında vuku bulmuşsa ki, öyle olmuştur. O zaman, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) günaha girmiş olduğuna nasıl hükmedeceksiniz.

Sıradan insanlar bile, Allah’ın zulüm dediği, isyan dediği şeylerden ictinap ederken, Allah’ın (celle celâluhu) seçip peygamber kıldığı seçkinlerin içtinap etmemesi düşünülemez. Aksini söylemek büyük gaflettir. Hatta, büyüklerimiz, yukarıdaki âyeti, bu mülâhaza ile okumayı doğru bulmamışlardır. Bir insan, tefsir sadedinde وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى âyetini[5] okuyup, mânâsını söyleyebilir. Fakat belli bir gayeye matuf olmadan, fantezi olsun diye ve su-i tefehhümlere sermaye verecek şekilde onu tekrar etmek mahzurludur. Çünkü Hz. Âdem (aleyhisselâm), bir peygamberdir. Zaten bir peygamber hakkında, sıradan bir insandan bahsediyor gibi bahsetmek doğru değildir.

Ayrıca, Kur’ân’ın onlar hakkındaki üslûbu, onların davranışları açısından değil Allah’la münasebetleri ve kurbetleri zaviyesindendir ki, eskiler bunu: حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ“Ebrara ait iyilikler, mukarrabîne göre kötülük sayılır.”[6] şeklinde ifade ederlerdi.

Evet, beşer kanunlarında da, devlet memuru suç işlerse ceza artırılıyor. Suçu işleyen hâkim, savcı veya avukat gibi hukuku bilen insanlarsa katlanabiliyor.

Peygamberler ki, Cenâb-ı Hakk’ın memurlarıdır ve günahın neticesini herkesten iyi bilmektedirler; elbette bu durumdaki insanların işleyecekleri günah, daha şiddetli olacaktır.

Hem, Kâbe’de işlenen günah, başka yerlerde işlenenden daha şiddetli kabul edilmiyor mu?[7] Kur’ân-ı Kerim, peygamber zevcelerine eğer günah işlerlerse, cezalarının iki kat olacağını söylemiyor mu?[8] Çünkü, Kâbe, Allah’a (celle celâluhu) komşuluğun simgesidir. Oradaki insan, Allah’ın (celle celâluhu) misafiri sayılır. Peygamber zevcesi olmak da, yine Cenâb-ı Hakk’a yakın olmanın bir ifadesidir. Zira peygamber hanesi, her an, içinde vahyin soluklandığı, Cibril’in girip çıktığı bir evdir. Böyle bir yerde ve böyle bir evde işlenecek günahların cezası da elbette daha şiddetli ve muzaaf olacaktır. اَلْمَغْرَمُ بِحَسَبِ الْمَغْنَمِkaidesi de[9] bunu gerektirir. Elbetteki ganimet nispetinde meşakkat de fazlalaşacaktır.

Peygamberlerin durumu da böyledir. Onlar, huzurla müşerref olmuş seçkinlerdir. Vahiy meleği her an onlarla görüşmekte ve onların kalbi, her an vahyi kabule hazır bulunmaktadır. Durum böyle olunca, elbette onların maruz kaldıkları zelleler dahi, günah görünümünde olacak ve günah unvanıyla anlatılacaktır. Çünkü bulundukları mevkie göre muamele bunu gerektirmektedir. Ancak, yine tekrar etmek zorundayım ki, bu günah ve ceza bizim ve bir velinin günah ve ceza anlayışı zaviyesinden değerlendirilecek bir günah ve ceza değildir. Bu, tamamen peygamberlerin kendi hususî durumları açısından günah görünümünde bir zelledir. Öyleyse ona günah demek doğru değildir.

Ayrıca, diyelim ki Allah (celle celâluhu), Hz. Âdem’e (aleyhisselâm), hemcinsine karşı oruç tutmayı emretmişti.. ve Hz. Âdem (aleyhisselâm) de her şeyin isimleri kendisine talim edilmiş olmakla bir mânâda başına geleceği de biliyordu. Evet, biliyordu ki içine girdiği turnike, onu evirip çevirip -tabiî bir meyelan şart-ı âdisiyle- programlanan noktaya getirecektir. İnsan iradesi ve ilâhî meşîetin, bir sırlılık içinde kesiştiği, kesişip neticeye müessir olduğu bir ânı, nisyan değilse -ki Kur’ân nisyan diyor- mulâyemetle karşıladı ve malum sürçme oldu.. rica ederim buna “günah” demeye imkân var mı?

Söz buraya gelmişken Buhârî ve Tirmizî’nin rivayet ettikleri şu hâdiseyi nakletmekte yarar görüyorum: Efendimiz buyuruyorlar ki:

Semada, Hz. Âdem ile Hz. Musa karşı karşıya geldiler. Hz. Musa (aleyhisselâm): “Sen ki beşerin babasısın. Aldın bizi Cennet’ten yere indirdin.” Âdem (aleyhisselâm) de ona: “Sen ki, Allah’ın (celle celâluhu) kendisiyle bizzat konuştuğu ‘Kelîm’sin. Tevrat’ta şu ibareyi görmedin mi ki, Âdem, o meyveyi yemeden kırk sene evvel kaderinde bu yazılıydı.” şeklinde cevap verdi. Efendimiz, Berzah âlemine ait bu görüşmeyi naklettikten sonra üç defa: “Âdem (aleyhisselâm), Musa’yı (aleyhisselâm) susturdu.” buyurur.[10] Bu, bir cihetle, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) haklılığını bildirmektir. Bu da şu demektir: Âdem (aleyhisselâm), işlediği o fiille günaha girmiş değildir.

Bütün esmâ -dolayısıyla müsemma- Hz. Âdem’e talim edilmiştir. O, hayatını, esmâsının sırlı dünyasında, âdeta büyülü gibi yaşıyordu.. böyle birinin, iradî ve kasdî günah işleyebileceğine ihtimal vermek en münasebetsiz bir ihtimal ve bir dikkatsizliktir. Bundan başka ihtimal, o meyvenin yasak oluşu, geçiciydi ve Âdem (aleyhisselâm) da, bunu biliyordu. Ancak içtihat etti ve meyveye vaktinden evvel el uzattı; uzattı ve orucunu bozdu. Evet, bugün meşru dairede yapıldığında sevap sayılan bu muamele o gün, o mevkide bulunan Hz. Âdem (aleyhisselâm) için, geçici olarak yasaklanmıştı. Veya bu yasak O’nun Allah’a (celle celâluhu) yakınlık durumuna göreydi. Bundan dolayı da davranışı bir sapma, bir zelle sayılmıştı.

Hz. Âdem (aleyhisselâm) hakkında arz etmeye çalıştığımız ölçü, diğer peygamberlerin durumunu anlamamızda da bize yardımcı olacaktır. Evet, anlayacağız ki, peygamberler, ismet sıfatıyla muttasıfdırlar, onlara isnat edilen zelle ve hatalar da hiçbir zaman bizim anladığımız mânâda günah değildir.

B. Hz. Nuh (aleyhisselâm)

Hz. Nuh (aleyhisselâm), oğlunun kurtulması için Rabbine münacatta bulunur ve ikaz edilir. İlk bakışta bu da, bir nebi için zelle gibi görülür. Şimdi de beşerin ikinci babası Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) durumuna dikkatlerimizi teksif edip, Kur’ân’ın ışığı altında, bu büyük insanı da hiç olmazsa bu vak’a çerçevesinde yakından tanımaya çalışalım:

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) duası ve Cenâb-ı Hakk’ın ona verdiği cevap ve ona olan ikazı şöyle anlatılır:

وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ

“Nuh, Rabbine niyaz etti: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Doğrusu Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’ dedi.” (Hud sûresi, 11/45)

Hz. Nuh (aleyhisselâm), ümmetinin başına gelen bu muntazar hâdiseden dolayı heyecan ve helecan içindedir. Hususiyle de, oğlunun akıbetiyle endişeli ve endişesi de bir insanı sarsacak kadardır. Acaba onun bu heyecanı, oğlu boğulacağı için midir, yoksa oğlu küfür içinde öleceğinden dolayı mıydı? Her hâlde, ukbâyı, ebedî saadeti, ebedî azabı gören ve Allah’ın (celle celâluhu) gazap ve rahmetini müşâhede eden Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) endişeleri, oğlunun beden, cismaniyet ve dünyasından dolayı değildi. Kaldı ki, hangi baba vardır ki, bu ölçüde ürperticiliğiyle evlâdının helâketi karşısında inlemez? “Rabbim, bana ehlimi helâk etmeyeceğine dair söz vermiştin. Hâlbuki bu gemiye binmemek helâkettir ve oğlum da, onlar içinde bulunmaktadır.” İşte Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) dediği budur.

O’nun bu inleyişine karşı Cenâb-ı Hak, işin hakikatini ona şu şekilde talim buyurmakla onu teskin eder:

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلاَ تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

“Ey Nuh! O, senin ailenden sayılmaz, çünkü o, kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme, işte sana öğüt, bilgisizlerden olma.” (Hud sûresi, 11/46)

O, senin ehlinden değildir. Evet, o senin sulbünden, senin hanımından dünyaya gelmiş.. ve sizin beşiğinizde, sizin ninnilerinizle büyümüştür. Ama, senin ehlin, senin yolunda olandır. Çünkü o, salih olmayan bir iş işledi ve fasit daireye girdi. Sana baş kaldırdı.. kâfirlerin içine girdi. Onlar, onu suda boğulmaya, suda boğulma da, onu ebedî boğulmaya çekti götürdü. Çok iyi bilmediğin şey hakkında benden talepte bulunma! Cahillerden olmaman için sana nasihat ediyorum. Sen bilgi, mârifet ve muhabbet insanısın. Sen, Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıyansın. Senin gibi mukarreb ve Bana yakın bir nebiye bu talep ve dua yakışmaz.

İşte 950 senelik hayatında Hz. Nuh’a (aleyhisselâm) isnat edilen zelle de sadece bundan ibarettir. Oğlu boğulurken Cenâb-ı Hakk’a, onu kurtarması için yalvarmıştır. Acaba Hz. Nuh (aleyhisselâm), niçin dua etmiş ve niçin yalvarmıştır?

Birincisi: Âyette de anlatıldığı üzere Cenâb-ı Hak, ona gemiye ehlini ve iman edenleri bindirmesini söylemiştir ki, âyet bu hususu şöyle hikâye eder:

حَتَّى إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ

“Buyruğumuz gelip de tandırdan sular kaynamaya başlayınca, ‘Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanların dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir.’ dedik.” (Hud sûresi, 11/40)

Bu, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’tan aldığı vaaddir. İşte o, bu vaade binaen Cenâb-ı Hak’tan böyle bir talepte bulunmuştur. O, o âna kadar oğlunun aleyhinde hüküm verildiğini bilmemektedir. Dolayısıyla Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği, Cenâb-ı Hakk’ın vaadinden başka bir şey değildir.

O, bu gemiyi Allah’ın (celle celâluhu) vahyi ile yapmış ve insanları oraya yine Cenâb-ı Hakk’ın emriyle davet etmişti. Davet ettikleri arasında elbette aile fertleri de vardı. Zaten Allah da (celle celâluhu), ona aile fertlerini, yani ehlini de gemiye bindirmesini söylemişti. Söylemişti ama, işte gözünün önünde oğlu dalgalarla boğuşuyordu. Bütün kurtuluş yollarının kapandığı bu zorlu anda o, bütün düğümlerin kendisinde çözüleceği Zât’a müracaat etti ve oğlunun kurtarılması için O’na yalvardı. Zaten yapacak başka bir şeyi, duadan başka tutunacak bir dalı da kalmamıştı.

Onun kendi ehlinden olmadığı haberini duyunca, beyninden vurulmuşa döndü.. döndü zira bilmiyordu ve onu, evlâdı diye, ehlinden kabul ediyordu. Bu aynen böyleydi; çünkü, ikazı duyar duymaz hiç vakit geçirmeden hemen tevbe edip Rabbine döndü.. ve şöyle yakarışa geçti:

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلاَّ تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُنْ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum.” (Hud sûresi, 11/47)

Belli ki, Hz. Nuh (aleyhisselâm), isterken bilmiyordu. Bildiği zaman da hemen isteğinden vazgeçti ve istiğfar etti. Rica ederim, insan vicdanının bir ufuk deyip temenna durmak istediği bu davranışa hata demeye imkân var mı?

İkincisi: Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) istediği neydi? Eğer o, Allah’tan (celle celâluhu), oğluna hidayet istiyor ise, bir baba için bundan daha normal ne olabilirdi? Hele öyle bir baba ki, o aynı zamanda bir nebidir ve bütün insanların hidayeti için çırpınıp durmaktadır. Şefkati bu kadar engin olan birinin, kendi evlâdına şefkat edip dua etmesi ve onun ebedî hayatının kurtulmasını istemesi, gayet normal, bir o kadar da faziletli bir davranış değil midir?

Evet, burada bir peygamber şefkatiyle karşı karşıyayız. Onlardaki bu şefkat, bizim idrak buudlarımız dışında ve çok farklı olmasaydı, nübüvvet yükünü omuzlayıp götürmeleri mümkün değildi. Herhangi bir anayı düşünün, evlâdını bağrına basıp onun her istediğine koşabilmesi için, fevkalâde bir şefkatle donatılmıştır. Ya bu, bütün insanlığa bağrını açan ve onların dünyevî-uhrevî meşru bütün isteklerini yerine getirebilmek için çırpınıp duran bir nebi, hatta nebilerin de büyüklerinden ise…

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i anlatırken, O’nun inkârcılar karşısındaki ruh hâlini şöyle analiz eder:

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً

“Bu söze (Kur’ân) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6)

Ve Allah Resûlü de kendi durumunu şöyle izah eder ve bu hususta şöyle bir temsil irat buyurur:

إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَاراً فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهِ، فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهَا

“Benim ve ümmetimin misali, ancak ve ancak ateş yakan bir insanın durumu gibidir. (Ateşi gören) haşerat ve pervaneler onun başına üşüşmeye başlarlar. Evet ben, sizin eteklerinizden tutup çekiyorum, siz ise burnunuz doğrultusunda ateşe doğru gidiyorsunuz.”[11]

Eğer peygamber şefkati bu ise, Hz. Nuh (aleyhisselâm) da bir peygamberdir ve o da aynı şefkati taşımaktaydı…

Ne var ki o, ikazı duyunca, derhal Allah’a inâbede bulunup duadan vazgeçti ve Rabbinden mağfiret diledi.

Şimdi de Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) ettiği dua ile Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) ettiği dua ve yalvarış arasındaki benzerliği görelim: İkisi de hata ettiklerini anlayınca Rabb’e yönelmiş ve aynı hava, aynı üslûp ve aynı edayla dua etmişlerdir. Çünkü onlar, aynı mayanın, aynı karakterin insanlarıydılar. Aynı medresede okumuş ve aynı Üstad’dan ders almışlardır. Onun için hatadan rücû etmeleri de aynı şekilde olacaktı. Kur’ân, bu iki zatın inâbe veya evbelerini, farklı kelimelerle olsa bile aynı üslûpla verir.

Üçüncüsü: Dinde bir prensip vardır: “Biz zâhire göre hükmederiz.”[12] Bu prensipten dolayıdır ki, Allah Resûlü, münafık olduğunu bildiği hâlde Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenazesine iştirak ettiği gibi daha pek çok münafığı da teşyi ederek perdeyi yırtmamıştır.[13] Çünkü, bunlar zâhiren, namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dinî vecibelerini de yerine getiriyorlardı.

İşte, Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) oğlunun da, aynı durumda olması muhtemeldir. Belki o, hep mü’min gibi görünmüştü ama aslında bir münafıktı. Veya nifakı orada ve o anda hortlayıvermişti. Hz. Nuh (aleyhisselâm) da, onun zâhirî durumuna göre hüküm vermiş ve onu ehlinden kabul etmişti. Zâhire göre hüküm vermek ise, hiçbir zaman günah değildir. Durum böyle olunca, Hz. Nuh (aleyhisselâm), asla günah işlememiştir; o kendine düşeni yapmıştır. Düşünün ki; o koca nebi, 950 sene didinmiş, çırpınmış, alaya alınmış, kendisine deli denilmiş fakat hiç mi hiç sarsılmamıştır. Kendisine inanan insanların ne kadar az olduğunu, bizzat Kur’ân‑ı Kerim söylemekte ve: وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ“Pek az bir insan onunla beraber inanmıştı.” (Hud sûresi, 11/40) demektedir.

Hz. Nuh’u (aleyhisselâm) anlamak isteyen, Nuh sûresinde onu takip etmeye çalışsın. O zaman anlayacaktır ki, o şanı yüce nebi, günah işlemekten, Arş’ın ferşten uzaklığı nispetinde uzaktır ve berîdir. Cenâb-ı Hak, bizi Efendimiz’in ve onun şefaatine nail etsin.. (Âmin)

C. Hz. İbrahim (aleyhisselâm)

…Ve nebiler babası Hz. Halil.. korku bilmeyen ve gözünü hiçbir şeyden kırpmayan insan. Ateşe atılırken, ateşin içinde berd ü selâm bulan büyük ruh. Cenneti içinde taşıyan ve gittiği her yeri -Cehenem de olsa- cennete çeviren seçkinler seçkini. Herkes Allah Resûlü’ne intisapla sevinirken, O, Hz. İbrahim’e olan benzerliğiyle sevinmekte ve “Ben atam İbrahim’e benziyorum.” demektedir.[14] İsterseniz şimdi de onun ismetinin sınırları etrafında seyahat edelim.. ve ismetin ne olduğunu bir de onda görelim.

Yıldızlar, Ay ve Güneş

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hayatının hiçbir bölümünde yıldızlara tapma gibi bir şirk içine girmemiştir. Onun yıldıza, aya ve güneşe bakıp, teker teker bunlara رَبِّيdemesinin, şirkle veya bunlara tapınmakla uzaktan-yakından alâkası yoktur. Şimdi hâdiseyi yine Kur’ân’ın bu mevzu ile alâkalı âyetlerinden takip edelim:

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَباً قَالَ هَـذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لاَ أُحِبُّ اْلآفِلِينَ * فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغاً قَالَ هَـذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ * فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَـذَا رَبِّي هَـذَا أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ

“Gece basınca o bir yıldız gördü, ‘İşte benim rabbim(!)’ dedi. Yıldız batınca ‘Ben batıp gidenleri sevmem.’ dedi. Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!)’ dedi. Batınca, ‘Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki, sapıklardan olurdum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu benim rabbim(!), bu daha büyük.’ dedi. Batınca, ‘Ey milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım.’ diye gürledi.” (En’âm sûresi, 6/76-78)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) doğarken hanîf olarak doğmuştu. Âyette geçen yıldız, ay ve güneşe onun hakikî mânâda “Rabbim” demesi asla düşünülemez. Zaten böyle bir iddiada bulunmak için, bu âyetlerin evvelinde yer alan şu âyeti yok saymak icap eder. Âyet şöyle demektedir:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَاماً آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ

“İbrahim, babası Âzer’e: ‘Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu ben, seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ demişti.” (En’âm sûresi, 6/74)

Devamındaki âyette de şöyle denilir:

وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ

“Yakînen bilenlerden olsun diye İbrahim’e yerin ve göğün melekûtunu bu şekilde gösterdik.” (En’âm sûresi, 6/75)

Şimdi bu duygu, bu düşünce ve bu türlü metafiziğe açık bir nebinin, yıldızlara -muvakkaten dahi olsa- “Rabbim” demesi mümkün değildir. İçi üstûre dolu kitaplar ne derlerse desinler, bizim kanaatimiz budur. Hem Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sadece mülk değil, melekût âlemi, yani varlığın perde arkası da gösterilmişti.. ve O, bu sayede, yakîne erenlerden idi. Hatta yakînin son merhalesi olan, hakka’l-yakîn yörüngeliydi. Binaenaleyh, başta ilk iki âyet, Hz. İbrahim’in, Hak’la nasıl bütünleştiğini, yakîne nasıl açık olduğunu anlattıktan sonra, belli ki, bu âyetlerin anlattığı hâdisede o, kavmine bir şeyler anlatmak istiyordu. Öyle ise, meseleyi bu noktadan ele alıp yeniden tahlil etmemiz gerekir.

Evvelâ; Hz. İbrahim’in kavmi yıldızlara tapıyordu. Nitekim cahiliye insanı da, bir dönemde Şi’râ yıldızı denen “Sirüs”e tapıyordu. O günkü astronomik bilgilere göre çok büyük ve parlak olduğundan Şi’râ da bir mâbud hâline getirilmişti. Eski Bâbil’de de yıldıza tapma vardı. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), evvelâ uzaktan çok küçük görünen bu yıldıza baktı. Dikkatleri onun üzerine çevirdi. Mâkul olan ve zâhire mutabık bulunan bir beyan içinde, onlara küçük bir tenbihte bulundu. Konuştuğu hep doğruydu ve yalan malzeme kullanmıyordu. Hatta o, her delil getirişte, onların taptığı gökteki bir ilâhı ve onların yerdeki temsilcisi bir putu yıkıyordu. Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), akıl ve mantık planında onların putlarını bir bir deviriyordu ki, zaten o, putları devirmek için gelmişti.

Bazı müfessirler هَذَا رَبِّيcümlesinin başına bir istifham-ı inkârî edatı takdir ederler; ve o zaman da mânâ: “Benim Rabbim bu mu?” şeklinde olur ki, “Hayır, değil.” demektedir. Bu da, bu husustaki tevillerden biridir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz tevil şekli şudur:

Hz. İbrahim, kullandığı malzeme itibarıyla, sanki onların put olarak kabul ettiği şeylere değer veriyor gibi yapmış ve onları kendi münazara zeminine çekmiştir. Başka türlü onları, o zemine çekmesi de mümkün değildi. “Bizim ilâhlarımızdan bahsediyor.” diye onu dinlediler ve onlar farkına varmadan başlayan bu münazara, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) son söyledikleriyle bitti ki, bu da iman cephesinin, küfür cephesine galebesiydi.

Evet, onları yıldızda, ayda, güneşte gezdirdi.. ve hepsinin sonunun üfûl (batıp gitmek) olduğunu ihtar etti. Yani hepsi geldi, doğdu, yükseldi ve battı. Binaenaleyh, belli kanunlar altında ve belli kanunlar çerçevesinde, doğan, batan, var olduktan sonra yok olan şeyler, kâinata hükmedemezler. Gelip gidenler, yine kendileri gibi gelip gidenlere nasıl hükmedecekler ki?

İlk cümlede, yıldızın batıp gitmesi karşısında söylenen “Batıp gidenleri sevmem.” sözü, ilk ihtardı. Batıp gidenler, kalbte yer tutmamalı. Hele arkalarından sürüklenip gitmeye hiç de layık değiller; çünkü batıp gidiyorlar. Bana üfûl etmeyen bir sevgili lâzım. O öyle birisi olmalı ki, bana benden daha yakın olsun ve kalbimin bütün arzularını bilsin. Bildiği o arzularımı da yerine getirmeye gücü yetsin.

Sonra bir adım daha atıyor. Ayı gösteriyor. Halbuki biraz sonra o da kaybolup gidecektir. Ve sözün burasında, cemaati muhatap almadan, onların zalimliğini de bir iğneliyor ve “Eğer Rabbim, bana hidayet vermeseydi, ben de zalimlerden olurdum.” diyor.

Üçüncü merhalede ise güneşe bakıyor. Zaten güneş, onların itikadına göre en büyük ilâhtır. Evvelâ küçükten başladı, sırasıyla ilk iki putu devirdi. Şimdi sıra en büyüklerine geldi. O da batıp gidince, bizzat orada bulunanların vicdanlarına seslenerek “Ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyecektir. Evet, artık sıra son söze gelmiştir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bütün samimiyetiyle gürledi:

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضَ حَنِيفاً وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“Doğrusu ben, yüzümü yeri ve gökleri Yaratan’a hanîf olarak çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim.” (En’âm sûresi, 6/79)

Bu son cümleyi baştan söylemiş olsaydı, Hz. İbrahim’i dinleyen olmayacaktı. Önce, onların seviye ve anlayışlarına mümâşatta bulundu. Onlar da onu dinlemeye koyuldular. Her hâlde sözlerinin dozunu böyle “tedrîcilik” esasına göre ayarlamasaydı, bu kadar müessir olamazdı.

İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), لاَ اِلَهَ إلاَّ اللّٰهُhakikatini her sineye duyurabilmek için böyle fetanetinin gerektirdiği bir yol takip etti. Hz. İbrahim’in bu metodu, esasen Kur’ânî mantığa da tıpatıp uygundur. Nasıl olmasın ki, O da, aynı vahiy menbaından istifade etmekte ve aynı gerçeğe tercüman olmaktadır.

Burada bir noktaya daha dikkatlerinizi istirham edeceğim. Dikkat edilirse Hz. İbrahim: إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ“Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” diyor ki, Arapça’da bu cümle, isim cümlesidir. İsim cümleleri ise, sebat ve devamlılık ifade eder. Bunun mânâsı şudur: Ben, hem işin başında hem de şu andaki maslahatlar yumağı davranışlarımda sizin şirk koşageldiklerinizden uzağım.

Öyleyse Hz. İbrahim, hiçbir zaman şirk işmam edecek söz ve davranışta bulunmamıştır.. ve bu ifadeler, yukarıda da ispat ettiğimiz gibi onun fetanetinin eseridir. Evet, bu sözlerde onun ismetine dokunacak hiçbir taraf yoktur.

Ölüleri İhya

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için, zelle olarak gösterilen ikinci husus ise, onun Allah’tan ihya talebidir. Kur’ân-ı Kerim, bu hâdiseyi şöyle anlatır:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلَى وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي

“İbrahim: ‘Rabbim, ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.’, dedi. Allah (celle celâluhu): ‘İnanmıyor musun?’ deyince de ‘Hayır, inanıyorum; fakat kalbimin itminanı artsın.’ buyurdu.” (Bakara sûresi, 2/260)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), mârifet-i Sanî adına bir türlü doymak bilmeyen bir “hel min mezid” kahramanıdır. Evet, kalbi sürekli mârifete açık bu büyük nebi, Cenâb-ı Hakk’ın, ölüleri nasıl dirilttiğini müşâhede ile mârifet adına yeni merhaleler ve yeni buudlar kazanmak peşindedir ve bu hususta durmadan: “Daha yok mu?” demektedir.

Hz. İbrahim’in, ihya mevzuunda şek ve şüphesi mi vardır? Hayır asla! Zaten O, Cenâb-ı Hakk’a, ihyanın keyfiyetini göstermesi için yalvarmaktadır. Yoksa “Acaba Sen ölüleri diriltmeye muktedir misin?” gibi bir tereddüt ve şüphenin cevabını aramakta değildir.

Cenâb-ı Hak da, onun talebini yerine getirir ve âyette anlatıldığı üzere dört kuş alıp, bunları kendisine alıştırmasını, sonra da hepsini kesip, her bir parçasını birer dağın tepesine koymasını emreder. Ardından da bunları çağırdığında, bunların kendisine koşarak geleceğini haber verir.

Esasen burada, Cenâb-ı Hak, her baharda binlerce misalini gösterdiği ihya mucizesinden sadece birisini göstermiştir. Ama bir yüce nebisine iltifatla, itminan kâsesini ona hususî olarak sunmuştur. Zaten Hz. İbrahim’in derdi de, o kâseden doya doya mârifet şerbeti içmektir. “Yandıkça yandım bir su ver.” diyen Hz. İbrahim, kendisine bu şerbet uzandıkça içecek, yine içecek ve bir türlü kanmayacaktır. Bu itibarla, şekten, tereddütten, şüpheden berî yaşamanın remzi olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ölüleri diriltmenin keyfiyetini soruyordu. Yoksa onun sorusu: هَلْ تَقْدِرُ أَنْ تُحْيِيَ الْمَوْتَى أَمْ لَمْ تَقْدِرُmânâsına değildi. Yani, “Bana göster, Sen ölüleri diriltmeye kadir misin, değil misin?” gibi, müteaddiyane ve mütereddidane değildi.

Bu, aynen bir insanın, çok beğendiği bir ressama, “Benim yanımda bir tablo çiz de nasıl çizdiğini bir göreyim?” veya mahir bir hattata, “Yaz da, nasıl yazdığına bir bakayım?” demesi gibidir. Bu suallerin hiçbirinde, muhatabın acziyetini ihsas edecek bir davranış yoktur. Tam aksine, sanatkârın mükemmelliğini ilan ve itiraf vardır. Çünkü burada onun sanat eserini, her safhasında hayranlıkla seyretme talebi ve temayülü vardır. Evet, burada sorulan, ihyanın keyfiyetidir, yoksa ihya olup-olmayacağı meselesi değildir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın Halîm, Selîm, Evvâh, Halîl gibi vasıflarla tanıttığı Hz. İbrahim (aleyhisselâm), (Seyyid Kutup’un dediği gibi) O Yüce Sanatkâr’ın icraatı karşısında bir doyasıya ağlamak istemektedir.[15] Sanki bu dost ses dostuna şöyle demektedir: “Allahım, baharı ihya ettiğin gibi, gözümün önünde ölüleri ihya et, et de, sanatın içinde icraatını göreyim, müşâhede edeyim ve bir daha coşup kendimden geçeyim.”

Ayrıca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), kendi tatmin seviyesine göre doymak istiyordu. Ümmî bir insan, kendi irfan kubbesine başı değdiğinde, artık varılacak son noktaya vardığını zanneder, zanneder de bundan öteye yol yoktur, diyebilir. Muhyiddin İbn Arabî, şatahâtı içinde, enbiyânın hatemine, evliyânın hateminden ders aldırır. Neden? Çünkü kendisi için mukadder olan kubbeye başı değmiş, girmekle mükellef olduğu kapıdan girerken söveleri sökmüş götürmüş.. ne var ki o büyük saraya nispeten bu kapı, yine de küçük bir hücreye açılmaktadır. Hâlbuki, Hz. İbrahim’in girdiği kapı, bir sur kapısı ve bir şehir kapısıdır. Onun kubbesi, semadır ki, orada ayı, güneşi ve yıldızları seyretmektedir. Allah (celle celâluhu) onun tepesinde öyle bir irfan kubbesi yükseltmiştir ki, en büyük velilerin irfan ufukları, onun yanında sönük bir damla kalır. Yani biz, bir kova su ile doyabiliyorsak O, ummanlarla dahi doymak bilmeyen bir enginliğe sahip.. evet mârifet ufku, o kadar geniş.. onun içindir ki, o yüce kamet, ilâhî icraatı gördükçe, kendinden geçer ve bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı.

Muhyiddin Arabî, Mevlâna’ya sorar: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ“Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” diyen Hz. Muhammed (Aleyhisselâm) mi, yoksa: سُبْحَانِي مَا أَعْظَمَ شَأْنِي“Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yüce!” diyen Beyazid-i Bistâmî mi daha büyüktür?

Mevlâna’nın cevabı müthiştir: “Bu iki söz dahi, Efendimiz’in, Beyazid’den ne kadar büyük olduğunu gösterir. Allah Resûlü’nde öyle bir gönül ve mârifet havzı vardı ki âdeta okyanuslar gibiydi. Nasıl okyanuslar bir türlü dolmak ve doymak bilmezler. O’nun gönlü de öyle. Hâlbuki Beyazid’in gönlü ibrik gibiydi ve hemen dolup taşmıştı.” Mevlâna bu cevabı verdiğinde, sokakta oynayan bir çocuktur. Ve İbn Arabî ondaki derinliği ta o zaman sezmiştir..

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, doyma bilmeyen bir insandı. Binaenaleyh, onun talebi, şekkin, tereddütün, şüphenin ifadesi değil, belki هَلْ مِنْ مَزِيدٍyolunun yolcusu olarak, “Daha yok mu Allahım, ver bana, mârifet adına ne varsa.” diyordu. Onun içindir ki, Efendimiz, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ“Eğer Hz. İbrahim’inki şek ise, o şek, ondan çok bizim hakkımızdır.”[16] Yani eğer bizde, ölülerin dirileceğine dair şek ve şüphe yoksa -ki yoktur- öyleyse Hz. İbrahim’de evleviyetle yoktur.

Hz. İbrahim’in Üç Târizi

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ismetini anlatırken, ona isnat edilen üç yalandan daha doğrusu üç târizden de bahsetmek uygun olacaktır. Çünkü konumuz, umumî mânâda peygamberlerin masumiyetidir. Oysaki yalan büyük bir günahtır. Dolayısıyla bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet “Yalan bir lafz-ı kâfirdir.” ve imanla meşbu sinelerde barınmaz.

Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: “İbrahim bütün hayatı boyunca üç kezibde bulundu.” buyururlar.[17] Buradaki “kezib”, yalan mânâsına değil, “târiz” mânâsınadır. Evet, bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ancak, neticede anlatılmak istenen mânâ bakımından yerindedir. Nitekim, mevzuu izah esnasında bu husus açıkça görülecektir.

İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Hz. İbrahim için “Yalan söyledi.” denemeyeceği gibi, “kezib” tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vaki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince dosdoğru sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere “târiz” diyoruz.

Efendimiz, mizah yapmıştır. Ama kullandığı malzeme hep doğrudur. Meselâ, Hz. Enes’e “Ey iki kulaklı!”[18] demiştir. Elbette Enes (radıyallâhu anh), iki kulaklıdır. Bir kadına “Ey kocasının gözünde ak bulunan!” demiş, kadın da “Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok.” karşılığını verince de, Allah Resûlü, “Her insanın gözünde ak olur.” diyerek latîfesinde söylediği doğruya işaret etmiştir. Yine yaşlı bir kadın geldi: “Yâ Resûlallah! Dua et Cennet’e gireyim.” isteğinde bulununca, Allah Resûlü latîfe ile “Yaşlılar Cennet’e giremez.” buyurdu. Kadın bu sözdeki espriyi anlayamayınca üzüldü.. ve tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirdi: “Yaşlılar, Cennet’e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler…”[19]

Peygamber, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat buyururlardı.. evet onların bulunduğu makamın, yalanın şakasına dahi tahammülü yoktur. Onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söyleyeceği şaka dahi olsa, onun içinde hilâf-ı vâkî bir söz, diğer insanlara yalanın ciddisini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü bir örnek olmak asla söz konusu değildir.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede dahi o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmiştir. Hatta, bir gün kendi kendine karar verip, bütün putları kırıp geçirmiştir.

O günün inançlarındandı ki hâdiseleri değerlendirmede, yıldızlara bakar ve onların değişik münasebetlerinde değişik hükümler çıkarırlardı. Zira, o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. İnsanlara hâkim olan da yine onların düşüncesine göre yıldızlardı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, devrin telakkisine göre yıldızlara bakar. Fakat bu bakış, sadece oradakileri ikna ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi.

Yıldızlara baktıktan sonra “Ben hastayım.” mânâsına اِنِّي سَقِيمٌder.[20] Bu, birinci hâdise ve birinci târizdir. Nasıl ve niçinini -inşâallah- izah edeceğiz. İkinci târiz de şudur: Putları kırar ve baltayı en büyüğünün boynuna asar. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterir ve “Belki bu! Büyükleri o, ona sorun!” (Enbiyâ sûresi, 21/63) der. Üçüncüsü ise, bizzat Kur’ân’da zikredilmez. Hanımına: “Sana kim olduğun sorulunca benim kızkardeşim olduğunu söyle!”[21] buyurur. Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz, bunlardan ibarettir. Şimdi, bu hâdiseleri biraz daha açalım ki, onun ismetini, bir de bu hâdiselerin çehresinde okuyalım.

1. “Ben Hastayım!”

Birinci hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِ بْرَاهِيمَ * إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ * إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ * أَئِفْكاً آلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُرِيدُونَ * فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ * فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ * فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ * فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ

“İbrahim de şüphesiz onun (Nuh’un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbine temiz bir kalb ile geldi. İbrahim, babasına ve milletine şöyle demişti: ‘Allah’ı bırakıp, uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?’ İbrahim yıldızlara bir göz attı ve ‘Ben rahatsızım.’ dedi. Onu bırakıp gittiler.” (Sâffât sûresi, 37/83-90)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu “Ben hastayım.” cümlesiyle esas rahatsız olduğu noktayı kastediyordu. O, doğduğundan beri putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da, onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. O, “Ben rahatsızım.” dedi, yanındakiler de onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez, hemen putların başına binmekle, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hakikî rahatsızlığının ne olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Ne var ki, târiz yapıp, onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullandı. Ancak, sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim’in (aleyhisselâm) gayesinden habersiz olanlar, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler, direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar; işte asıl yanlışlık da buradan kaynaklanıyordu…

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) ifadesi bir târizdi ama o, o derece doğru idi ki, yaptığı bu târiz onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere “Ben hayatımda üç defa yalan söyledim. Onun için şefaata ehil değilim.”[22] diyecektir.

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği “Ben rahatsızım.” gibi târizi, günümüzün hizmet erleri, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendini mecbur bilerek veya bilmeyerek söyledikleri nazara alınacak olursa Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) târizinde ne derece masum olduğu -zannediyorum- daha iyi anlaşılacaktır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken, çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidirler.

İstitradî olarak arz edeyim, durum böyle olunca, Efendimiz’in yalana cevaz verdiği üç yer[23] mevzuunda dahi dikkatli olmamız gerekmektedir. Zira, Asr-ı Saadet’te yalanla doğru arasında büyük uçurum vardı. Sahabi efendilerimiz doğruyu, Müseylime ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı. Doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı…

Evet, hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat’iyen yalana yer vermemelidirler. Bu, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Şimdi, biz, bu meseleye bu kadar hassasiyet gösterirsek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin, ne denli hassasiyet göstereceklerini siz düşünün. Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ceddi, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise…

2. “Belki O Yaptı”

İkincisi: Bu hâdise de Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَ * إِذْ قَالَ ِلأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ * قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءَنَا لَهَا عَابِدِينَ * قَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلاََلٍ مُبِينٍ * قَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنْتَ مِنَ اللاَّ عِبِينَ * قَالَ بَلْ رَبُّكُمْ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَى ذَلِكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ * وَتَاللّٰهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُمْ بَعْدَ أَنْ تُوَلُّوا مُدْبِرِينَ * فَجَعَلَهُمْ جُذَاذاً إِلاَّ كَبِيراً لَهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَ * قَالُوا مَنْ فَعَلَ هَذَا بِآلِهَتِنَا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَ * قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُ * قَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَى أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ * قَالُوا أَأَنْتَ فَعَلْتَ هَذَا بِآلِهَتِنَا يَا إِبْرَاهِيمُ * قَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِنْ كَانُوا يَنْطِقُونَ

“Andolsun ki, daha önce İbrahim’e de akla, vicdana uygun olanı (rüşdü) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar da ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk.’ demişlerdi. İbrahim, ‘Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ deyince, ‘Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun?’ dediler. O da şöyle dedi: ‘Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.’ Allah’a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım.’ Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti: ‘Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir.’ dediler. Bazıları: ‘İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’ deyince, ‘O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.’ dediler. İbrahim gelince ona: ‘Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ deyince de İbrahim: ‘Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorlarsa sorun (bakalım) onlara…’ dedi.” (Enbiyâ sûresi, 21/51-63)

Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) soruluyor: “Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?” Cevap veriyor: “Belki o yaptı.” Ve sözün burasında duruyor. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de بَلْ فَعَلَهُsözünde vakıf vardır. Sözün burasında durulacaktır.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), “ـهُ” zamiriyle, onların, “İbrahim” diye seslendikleri şahsı yani kendisini kastediyor. Fakat söz söyleme ustalığı ile onların dikkatlerini büyük puta çekiyor. Esasen burada iki ayrı cümle söylenmiştir; ancak telaffuzda bu iki cümle, tek cümle hâline getirilmiştir ki, zaten muhataplar da bundan dolayı, onu düşüncelerinde yakalayamamışlardır. Birinci cümle “Belki o yaptı!”, ikinci cümle ise “İşte büyükleri.” Şimdi bu iki cümle birleştirilince: “İşte büyükleri, o yaptı.” şeklinde anlaşılıyor.. ve bu bir târiz oluyor. Ayrıca, burada küfürle, putçulukla bir istihza vardır. “Büyükleri şu.” derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmiştir. Fakat onlar kafalarını öyle putçuluğa takmışlar ki, bunu dahi anlayacak durumda değillerdir. O, onların putlarına “Büyük” dedi ya, ne kasdettiği umurlarında bile değil…

Veyl putperestliğe! Veyl saplantıya! Veyl dumura uğramış beyinlere ve Allah’a kapalı sinelere!

3. “Kardeşim”

Üçüncü hâdisede ise, onda yalanın zerresi dahi söz konusu değildir. Hatta, buna, târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru, hem de apaçık bir doğru… Eğer Nemrut veya adamları sorarlarsa, Sârâ Validemiz: “Ben onun kardeşiyim.” diyecektir. Veya Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sorarlarsa Sârâ için “Kardeşim” diyecektir. Zira, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz’e kötülük yapmaları muhtemeldir. Muhtemeldir ki zevcesiyle Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) zor durumda bırakacaklar.. ve belki de oraları terk etmeye mecbur edeceklerdi. Ancak, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) bu hususta söylediği de yine vâkıa mutabıktır. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri bütünüyle kardeş saymaktadır. İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi olsalar kardeş sayılmazlar. Oysaki, zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda, kadın-erkek ayırımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise, bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar; fakat iman kardeşliği yine devam eder.

İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz’e “Kardeşim” demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir. Ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar bunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır.

Bu mevzuun bize vermek istediği mesaj şudur: 1) Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir. 2) Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü’min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Ne seviyede olursa olsun bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.

Babasına Duası

Şimdi son olarak da, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası için yaptığı dua ile alâkalı zellesine bir göz atalım:

Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), dalâlette olan babası için neden Cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan babasının arkasına bu kadar düştü ve ardından, onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a onca dua ve niyazda bulundu? Bu bir hata mıydı? Hata ise ufku hatalara kapalı bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi?. Bu böyle olunca onların başka hususlarda da hata etmediklerini nereden bileceğiz?. Bileceğiz de gönül itminanıyla arkalarından gideceğiz?

İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern kâfir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) duasında: وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ“Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır.” (Şuarâ sûresi, 26/86) Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) bu duaya sevk eden âmili de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır:

مَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ ِلأَبِيهِ إِلاَّ عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ ِللّٰهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ

“İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tevbe sûresi, 9/114)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına nasıl söz vermişti. Kur’ân buna temas eder:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ إِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ إِنَّا بُرَءَؤُا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَاءُ أَبَداً حَتَّى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِِ وَحْدَهُ إِلاَّ قَوْلَ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَا أَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ

“İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi reddediyoruz. Artık bizimle sizin aranızda, Allah’a inanmanıza kadar ebedî düşmanlık ve öfke başgöstermiştir.’ Yalnız İbrahim babasına: ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah’tan herhangi bir şeyi savmaya da gücüm yetmez.’ demişti.” (Mümtehine sûresi, 60/4)

Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna açıkça delâlet vardır. Küfrün ruhunda, imana karşı nefretin ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret eder. Bu itibarla kâfirin, müslümanı bir türlü sevemeyişini bu noktada aramak icap eder.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakîse ve kusur da değildir. Efendimiz’in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdülmuttalip, Hâşim ve Lüey nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ancak, fetret devrinde yaşamış olduklarından dolayı, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz’in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da söz konusu değildir.

Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer, Âzer, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babası ise ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de ona dalâlette diyorsa, bunun Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen da Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Avam ifadesiyle söyleyecek olursak, yer yer velidlerden pelitler, pelitlerden de velidler meydana gelebilir. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen da melek gibiler şeytana kuluçkalık yaparlar.

Allah (celle celâluhu), ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O’nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O’na hesap da soramaz. Evet, O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Evet, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) iki oğlu da peygamberdir. Hz. İshak’ın (aleyhisselâm) soyu Hz. İsa Aleyhisselâm’la noktalanırken, Hz. İsmail Aleyhisselâm’ın nesli de İki Cihan Serveriyle varlığa gaye olma ufkuna ulaşır.

İkincisi: Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib’i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da: “Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim.”[24] demiştir. Ebû Talip ki, O’nu tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman O’nun yanında olmuştur. O’nunla bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş’in ilan ettiği boykotta bile O’nu yalnız bırakmamıştır. Allah Resûlü’ne, hayatı boyunca bu kadar hizmet eden ve O’nu hep himaye etmeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun müslüman olmasını istemesi ne derece mâkul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun vücuduna sebeptir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiştir. Ayrıca düşünceleri ne olursa olsun, din, onlara, (yani ana-babaya) “üf” bile dememeyi emretmektedir.[25]

Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm) de, bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlamanın gayretini göstermektedir. Ona vaad ettiği dua da, bu cümleden olsa gerektir. Zira dua da hidayet vesilelerindendir ve kimsenin hidayeti hususunda ümitsizliğe düşmemek lâzımdır. Düşmemek lâzımdır; zira: إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَâyeti,[26] saraheten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini söylemesine rağmen Efendimiz, Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir.. ve Hz. İbrahim (aleyhisselâm) buna çok iyi inandığı için, dua vesilesine kadar babasına karşı her yolu denemiştir. Evet, onun içindir ki, babasının hidayeti için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarmıştır. Bunda da Cenâb‑ı Hakk’a iman ve itminan vardır. Ancak o, meşîet-i ilâhiyeye vâkıf olunca, derhal duadan vazgeçmiş, âdeta فَلِلّٰهِِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ“Hâkim irade Allah’a aittir.” (En’âm sûresi, 6/149) demiştir.

Hem Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Efendimiz’e uzanan yolda âlemşümul bir mesajla gelmişti. Onun vazifesi, herkese tebliğdi ve babasını istisna etmesi için de hiçbir sebep yoktu. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince elbette hem bir evlât, hem de bir nebi olma durumu, onu babasının hidayetinde ısrar etmeye itiyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl “Babacığım, babacığım!” dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetleriyle ne güzel dile getirir:

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقاً نَبِيّاً * إِذْ قَالَ ِلأََبِيهِ يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لاَ يَسْمَعُ وَلاَ يُبْصِرُ وَلاَ يُغْنِي عَنْكَ شَيْئاً * يَا أَبَتِ إِنِّي قَدْ جَاءَنِي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنِي أَهْدِكَ صِرَاطاً سَوِيّاً * يَا أَبَتِ لاَ تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيّاً * يَا أَبَتِ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمَنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيّاً

“Kitapta, İbrahim’e dair anlattıklarımızı da an; o, şüphesiz dosdoğru bir peygamberdi. Babasına şöyle demişti: ‘Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan, Rahmân’a baş kaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.” (Meryem sûresi, 19/41-45)

Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu nurlu mesajı, babasının geçeceği yollara da serpiyor ve onun için âdeta yollara dökülüyordu. Hangi evlât vardır ki, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal‑i ciddiyetle ve samimî olarak gayret göstermez. Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi Halîm, Selîm ve Evvâh bir peygamber olursa…

Dördüncüsü: Bazı tefsirciler, Arapça’da اَبٌkelimesinin “ata” mânâsına da geldiğine dikkati çekerler ve Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) يَا أَبَتِdiye hitap ettiği şahsın, onun öz babası değil de dedesi, amcası veya bir başka yakını olabileceği ihtimali üzerinde de dururlar.[27]اَبٌkelimesinin çoğulu olan آبَاءُKur’ân-ı Kerim’de de geçer ve “Atalar” mânâsına kullanılır.

Meselâ Hz. Yusuf (aleyhisselâm): وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَآئِـي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَder. “Atalarım, İbrahim, İshak ve Yakub’a uydum.” (Yusuf sûresi, 12/38) Görüldüğü gibi آبَائِي kelimesi bu âyette “atalarım” mânâsına kullanılmıştır. Hele آبَاؤُنَا اْلأَوَّلُونَ tabiri Kur’ân’da çok sıkça geçer ki; “O ilk atalarımız.” demektir. Durum böyle olunca, ihtimal ki Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Âzer’in oğlu değil de onun torunu veya yeğenidir. Nitekim bir rivayete göre o, Târah’ın oğludur.[28] Bir başkasının da olabilir. Mülâhaza dairesi böyle açık olunca, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ne babasının gölgesinde kalan bir insandı, ne de onun dalâletini bildikten sonra, onun için istiğfar edecek bir insandı. Kur’ân-ı Kerim, onun bir duasını da bize şu şekilde naklederek onu bize de talim buyurmak istemiştir: رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ“Rabbimiz, beni, anne-babamı ve mü’minleri hesabın görüldüğü gün mağfiret buyur.” (İbrahim sûresi, 14/41) Burada ise ana-baba mânâsına وَالِدَيَّ “Valideyye” tabiri kullanılmaktadır.

Meseleye, arz ettiğimiz hususlar zaviyesinden bakacak olursak, açıkça görülür ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), nezihti, temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi.. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu.

Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet, onda zirvede idi. Onun içindir ki “hillet”, ona tahsis edilmiş ve “Allah İbrahim’i dost edinmişti.” (Nisâ sûresi, 4/125) mealindeki âyet bu hilleti anlatmaktadır. O, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş; hatta O’na “Evlâdını kes!” deyince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemişti.[29]“Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak!” emri geldiğinde, hemen emri yerine getirmiş.. sonra da arkasına bakmadan çekip gitmişti. Başka bir seferinde o, kendi canıyla imtihan olmuş.. onun için hazırlanan cehennemî bir ateşin içine atılmış; ama zerre kadar endişeye kapılmamıştı.. hatta, bu arada melek gelip de yardım teklifinde bulununca, O Hak dostu bu teklifi reddetmiş ve “O biliyor ya!”, demişti. Tabiî onun içini “berd ü selâm” hâline getiren bu teslimiyet, ateşi de “berd ü selâm” etmişti.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), işte böyle bir nebiydi ve Rabbiyle münasebeti bu kadar kuvvetliydi. Bütün bunlara rağmen, onun günaha girebileceğini düşünmek, başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir…

Evet o, bir şefkat âbidesiydi.. ve işte bu şefkat âbidesi, babasının hidayetini talep etmişti.. etmişti ama onun hakikî mahiyetini öğrenince de derhal bu isteğinden vazgeçmişti. Bir rivayette; ahirette de Allah (celle celâluhu) babasını ona, bir keler şeklinde temessül ettirecek ve o, bu manzarayı gördükten sonra, babasına olan cibillî alâkasından da vazgeçecektir.[30]

Her şeyin en iyisini Allah (celle celâluhu) bilir.

D. …Ve İffet Âbidesi Hz. Yusuf (aleyhisselâm)

Tevrat, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) alâkalı iftiralarla doludur. Akla-hayale gelmedik ne kadar iftira varsa, hepsi malzeme olarak kullanılmış ve -hâşâ- Hz. Yusuf (aleyhisselâm), âdî bir insan durumuna düşürülmüştür. Hâlbuki o, sîretiyle-sûretiyle pâk ve nezih bir nebidir. Ve her peygamber gibi o da ismet sıfatıyla donatılıp techiz edilmiştir.

Ancak, burada üzülerek itiraf etmeliyim ki, bizim tefsircilerimizden bazıları da dikkatsizce Tevrat’tan veya daha umumî mânâda İsrailiyattan yaptıkları alıntılarla, o Yüce Nebi’ye yakışmayacak ve onun ismetine dokunacak yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Biz yine, mevzu edindiğimiz diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Yusuf’la (aleyhisselâm) ilgili hâdiseleri de Kur’ân’dan takip ederek, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) iffet ve ismetini Kur’ân âyetleri içinde bulmaya çalışacağız. Tabiî ki, bu çalışma, sadece mevcudu ortaya çıkarma gayretidir. Yoksa Kur’ân’da bu husus gayet sarih ve açık olarak belirtilmektedir. En âmî bir insan dahi, Yusuf sûresini, bir kere -tabiî mânâsına inerek- okusa, arz edeceğimiz hususları rahatlıkla bulabilecektir. Yeter ki, ona peşin fikirliliğin körelttiği bir gözle bakmış olmasın..

Hz. Yusuf (aleyhisselâm), çocukluğunda kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve sonra da köle gibi satılmıştı. Onu Mısır’da bir vezir satın almış, sonra da bir evlâtlık gibi bağırlarına basmışlardı. Ancak, Yusuf çocukluk devresini aşıp, gençlik çağına girince, vezirin hanımı, Yusuf’a karşı başka duygular beslemeye başlamıştı. Derken, Kur’ân’ın anlattığı gibi, bir gün kapıları sıkıca kapatıp ondan kâm almak istemişti. Ancak, gelen tekliften ürperen ve o güne kadar aklının, hayalinin ucundan dahi geçirmediği bir şeyle karşılaşan Hz. Yusuf (aleyhisselâm), derhal oradan uzaklaşmak istedi ama, kadın arkasından yetişip gömleğinden çekince, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) yakalandı, gömleği de yırtıldı. Tabiî, bu arada kapı açılınca, birden bire vezirle karşılaştılar.. ve Hz. Yusuf’a bir imtihan yolu daha göründü.. zira, kadın, kocasını görünce derhal iftiraya başladı ve “Karına kötülük yapmak isteyenin cezası nedir? Hapis veya işkence değil midir?” (Yusuf sûresi, 12/15-25) dedi. Bu bir iftiraydı ve iftira her yönüyle kendisini ele veriyordu.

Şimdi naklettiğimiz hâdiseyi bir de, âyetlerin satır aralarında takip ederek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) ismetine delâlet eden hususları yakalamaya çalışalım:

وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتِ اْلأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ

“Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve “Gelsene!” dedi. Yusuf: ‘Maâzallah! Doğrusu senin kocan benim efendimdir, bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar kat’iyen başarıya ulaşamazlar’ dedi.” (Yusuf sûresi, 12/23)

Evvelâ, Kur’ân, gıybet etmiyor. Kadının ismini vermiyor, onu sadece “evin hanımı” unvanıyla ele alıyor.

Bütün kapıları kapatan, kadındır. Bu arada ilk ses de, bütün şûhluğu ile kadından gelir. Arkadan o iffet âbidesinden de bir ses yükselir: “Maâzallah!” Yusuf (aleyhisselâm), bu hareketiyle kıyamete kadar gelecek bütün gençlere ne büyük bir irade timsalidir!

Âyette, sarihan Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), gelen teklif karşısında kat’î bir tavır belirttiği açıktır. Hz. Yusuf (aleyhisselâm) “Rabbim” derken kimi kastediyor? Ya bu ifade ile kasdı Cenâb-ı Hak’tır ki, günaha girmek, O’nun kendisine bunca bahşettiği nimetlere karşı nankörlükle mukabele etmek demektir. Nankörler ise asla kurtuluşa eremezler. Ya da kadının kocasıdır ki, daha önce geçen اَكْرِمِي مَثْوَيهُ“Ona iyi bak.” ifadesine bir telmihtir. Hakikaten kadının kocasının, Yusuf’a çok büyük iyilikleri dokunmuştur. Bütün bu iyiliklere karşı Yusuf, nasıl nankörlükle mukabele edebilirdi ki?

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) günahtan kaçınması, hiçbir zaman efendisinin veya Cenâb‑ı Hakk’ın kendisine olan ihsan ve lütuflarından dolayı değildir. Bu, sadece meselenin temel esaslarından biridir ve kadının anlayış seviyesine göre bir tenezzüldür. Hâlbuki Hz. Yusuf’un günahtan kaçınma sebebi, daha ağzından dökülen ilk cümlede gizlidir: “Maâzallah – Allah’a sığınırım!” Demek ki onun günahtan kaçınması doğrudan doğruya Allah (celle celâluhu) korkusu, Allah mehâbetiyle alâkalıdır ki, makbul olan takva da budur.

Günah, nasıl bir netice doğurur, Hz. Yusuf (aleyhisselâm) bunun da şuurundadır. Günah bir zulümdür, bir haddi tecavüz etmektir ve bir fasit daireye girmektir. Neticesi ise hem dünyada hem de ahirette hüsrandır.

Hz. Yusuf (aleyhisselâm) hakkında yanlış anlama ve anlatmalara sebep olan âyet ise, hemen bu âyetin ardından gelen وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلاَ أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ âyetidir.[31]

Âyete mânâ vermeden önce bazı kelimeler üzerinde durmamız yararlı olacaktır: Bu âyette, yanlış-doğru anlamalar üzerine nirengi kelime هَمَّ kelimesidir.

هَمَّ fiili mazî bir kelimedir. Bu kelimenin çeşitli mânâları vardır ve failin durumuna göre, bu mânâlardan birini tercih etmemiz gerekir. Lügat ilminde de bir kaide vardır (eğer aksi bir delil yoksa veya mevzua mutabakatsızlığı söz konusu değilse) kelime için esas ve hakikî mânâ ilk sıradaki mânâdır. Bölge farklılıkları mahfuz, bu mevzuda lügatçilerin referansı önemlidir. هَمَّ kelimesine, lügatte verilen ilk mânâ, اَقْلَقَ ve حَزِنَ mânâlarıdır. أَقْلَقَ: “Gönül ızdırabına düşme, hafakanlara girme, hasretle yanıp tutuşma, yanıp yakılma ve mahzun olma.” demektir.

Bu fiil, Zeliha’ya nispet edildiğinde, “Zeliha, Yusuf’tan (aleyhisselâm) ötürü kalaktan kalağa girdi, sıkıntıya düştü, hüzne gömüldü.” mânâlarına gelir. Tabiî Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da kendi dünyası adına bir kalak ve hüzne boğuldu. Çünkü o, bu evde bir esirdir. Kaçsa bile yakalanıp geri getirilecektir. Ayrıca bu kadın da ona musallattır. Öyle ise, kadın, onun için yanıp yakılırken üzülüp ızdırap çektiği gibi Hz. Yusuf (aleyhisselâm) da, ismet ve iffeti adına ızdırap çekmektedir. Rabbi ona burhanını göstereceği âna kadar da, teminat altında olduğunu tam bilememektedir.

Evet, Allah (celle celâluhu), ona çamur attırmayacaktı. O, Yusuf’un (aleyhisselâm) etrafını burhanlarla karantinaya almıştı. Ancak bunlara tam uyanacağı âna kadar dehşet, endişe ve ürperti yaşayacaktı. Bence evvelâ üzerinde durulması gereken husus da budur. Mevzu ile alâkalı tefsirler, bu noktadan çıkış yapılarak tekrar gözden geçirilmelidir.

İkincisi: Zeliha, sürekli bir gayret, azim ve kararlılık içindeydi.. evet o, kendisine bir hedef seçmişti; Yusuf (aleyhisselâm) mutlaka onun olmalıydı ve onun bütün derdi buydu. Nitekim, başka bir âyette onun durumu anlatılırken: قَدْ شَغَفَهَا حُبّاً“Aşkı kalbini delmişti.” (Yusuf sûresi, 12/30) deniyor. Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) durumu ise: كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاء إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ âyetiyle: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü o, bizim ihlâs kesilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf sûresi, 12/24) iffetâmiz, ihsan buudlu sözlerle anlatılmaktadır.

Âyette geçen “muhlas” tabiri de çok mühimdir. Evet, bir “muhlis” vardır, bir de “muhlas”… Hz. Yusuf (aleyhisselâm), bu ikinciden yani muhlas olanlardandır. Her peygamber muhlastır.

Muhlis, ihlâslı insan demektir. O, yaptığı her işi Allah (celle celâluhu) için yapar ve bütün yaptıklarında, sırf Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözetir. Bu itibarla, safvet ve samimiyet içinde, hep Allah’a (celle celâluhu) bağlılığı araştıran insana biz, “muhlis” diyoruz. Fakat görüldüğü gibi o, daha araştırma safhasındadır ve henüz yoldadır. Yani tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah” mertebesindedir. Allah’a (celle celâluhu) doğru giderken, amel ve davranışlarında istikamet mücadelesi vermektedir. Muhlas ise, bütün endişelerden kurtulmuş, ihlâsın zirvesinde taht kurmuş bir babayiğittir. O, “muhlis”in gitmekte olduğu yolları çoktan aşmış ve yolculuğunu “seyr minallah”la taçlamıştır bile. İşte böyle bir insan için, artık, yer yer bizim içine düştüğümüz varta ve sürçmeler söz konusu değildir ki, Yusuf (aleyhisselâm) da bunlardandır. Öyle ise, bir muhlise dahi yakışmayacak davranış veya düşünce, muhlas olan Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) nasıl yakışır?

Ayrıca Kur’ân: وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Yusuf sûresi, 12/22) diyerek Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm), muhsinlerden olduğuna da işaret etmektedir. Bizler, iman yoluyla amele, amelle de iman-ı tahkikîye ulaşır, yolun sonunda da ancak ihsan mertebesine çıkabiliriz. Bizler için kavs-i urûçta mukadder bu son basamak, bir nebi için, işin başı ve yolculuğunda ilk kaldırım taşıdır.

İhsan; أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ hadisinde de anlatıldığı gibi, Allah’ı (celle celâluhu) görüyor gibi, O’na kulluk yapmaktır.[32] İşte, bizler için son ve ufuk nokta olan bu merhaleye peygamberler, daha işin başlangıcında mazhar edilmiş.. ve onların yolculuğu, bir ölçüde bizler için münteha sayılan bir noktadan başlamıştır. Öyleyse peygamberlerin durumunu tahlil ederken, meselelere hep bu perspektiften bakmak icap edecektir. Aksine, onları kendimizle kıyas edersek, hep yanılırız ve doğruya da bir türlü varamayız.

Zeliha ile Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tamamen ayrı iki dünyanın insanıdırlar. Biri, aşkından gözü dönmüş, iradesi felce uğramış, kendi hislerini yaşayan bir insandır, diğeri de, gözü ötelere açılmış, ihsan şuuruna ermiş ve ihlâsın özü hâline gelmiş bir nebi.. tabiî, o da hep kendi iklimine doğru kanat çırpmakta.

Bunlardan her ikisi için de هَمَّkullanılır. Fakat kullanılan bu kelimenin mânâsı, her ikisinin gaye ve hedefi ölçüsünde birbirinden farklıdır.. evet, هَمَّkelimesine, onların himmetlerinin düşünce yapılarının, bilgi birikimi ve kültürlerinin farklılığına göre mânâ verilmelidir. Zaten aradaki fark, biraz sonra meydana gelecek tablodan da anlaşılacaktır. Yusuf (aleyhisselâm), ismet ve iffete doğru, Zeliha ise, şehvet ve günaha doğru koşmaktadır.. ve ikisi de âdeta yarışmaktadır. Yusuf (aleyhisselâm) kaçıyor, diğeri kovalıyordu. Eğer Yusuf’ta (aleyhisselâm), zerre kadar meyil olsaydı, böyle bir kovalama olmazdı ki! Demek ki, Yusuf’un azmi, niyeti ve hedefi tamamen başkaydı. Ve o, o yüce hedefe doğru koşmaktaydı. Zaten ikisi arasında cereyan eden mücadeleyi izlerken de bu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Evet, Hz. Yusuf, Zeliha’dan öyle kaçmaktadır ki, kadın, arkasından çekip odadan çıkmasına mâni olmak isteyince, Yusuf’un (aleyhisselâm) gömleği arkadan yırtılmıştır. Tam bu sırada Yusuf (aleyhisselâm) kapıyı açar ve dışarıya fırlar, kadın da arkasındadır. Ve bu kovalamaca ile vezirin karşısına çıkılır. Böyle bir durumda, ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmış olan kadın hemen kendini müdafaaya geçer ve Hz. Yusuf’a isnatta bulunur.. bulunur ama, dediklerine, ne kendisi ne de kocası inanmıştır. Zaten ortada bir de şahit vardır. Suskun hâliyle, en büyük hatipleri dahi susturacak bu şahit, şüphesiz Yusuf’un (aleyhisselâm) yırtılan gömleğidir. Ve kadının akrabasından birisi veya henüz konuşmasını bilmeyen bir çocuk da bu şehadete imza atar.

Mesele anlaşılmıştır; ve Yusuf (aleyhisselâm), zerre kadar günaha bulaşma meyli göstermemiştir. Çünkü gömlek arkadan yırtılmıştır. Eğer niyet Yusuf’ta (aleyhisselâm) olsa ve kadın korunmak isteseydi, gömleğin yırtığı, ön taraftan olmalıydı. Yusuf (aleyhisselâm), burhanlardan birini orada hemen görmüştü. İşte Rabbi, bir yırtık gömlekle onu korumuş ve muhteşem geleceğe doğru bir adım daha attırmıştı.

Bu itibarla, Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) “hemm”i, düşüncesi, kendi sevdası; Zeliha’nınki de kendi sevdası istikametindeydi. Cenâb-ı Hak’la halvete ermiş bir insanın ve daima Allah (celle celâluhu) murâkabesiyle yaşayan bir nebinin “hemmi”ni, gözü şehvetten başka bir şey görmeyen bir kadının hemmiyle aynı teraziye koyup tartan ve ikisinin düşüncesini de cismaniyetin sis ve dumanları içinde ele alan bir kısım müfessirler, bu inceliği göremediklerinden büyük yanılgı içindedirler. Bence, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyeden referanslı olmayan bütün yorumlar bir daha gözden geçirilmelidir. Yeniden yapılacak bu düzeltme -öyle zannediyorum ki- o samimî, fakat İsrailiyat kurbanı büyüklerimizi de memnun edecektir; zira onlar, bu hatalarından dolayı kim bilir ne füyûzattan mahrum kalmışlardır..?

Evet, kat’iyen inanıyoruz ki nebiyi, herhangi bir beşer gibi değerlendirip tartmak isteyenler, onun mânevî atmosferinden ve diriltici ikliminden mahrum kalırlar.

“Hz. Yusuf (aleyhisselâm), tam gönlüyle Zeliha’nın teklifine meyledecekti ki, Yakup Aleyhisselâm’ı gördü. Eli dudağında Yusuf’a hayretle bakıyordu.” gibi safsatalar, nebinin ismetine, muharref kitapların attığı iftira çamurları cümlesindendir ve bunlar bizim kitaplarımızdan mutlaka silinmelidirler!..

Abdülaziz Debbâğ isimli büyük veli وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَاâyetinin tefsirinde: “Zeliha kendi düşünce ve tasavvuruna göre harekete geçti, Yusuf (aleyhisselâm) onu bu işten vazgeçirmek için harekete geçti, belki Zeliha’yı dövecek, ona elini kaldıracaktı.” demekte ve هَمَّkelimesini bu şekilde izah etmektedir.[33] İlâhî nefahatın, ümmiyet ufkunu ağartarak ona söylettiği daha nice pırlantalar var!

Hem zaten, başka türlü nasıl düşünülür ki, Allah Resûlü kendisine “Sen kerîmsin” diyenlere:

إِنَّ الْكَرِيمَ بْنَ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ يُوسُفُ بْنُ يَعْقُوبَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلِ اللّٰهِ yani: “Kerîmoğlu, kerîmoğlu, kerîmoğlu kerîm, İbrahim Halîlullahoğlu, İshakoğlu Yâkuboğlu Yusuf’tur.”[34] dediği bir yüce kamet. Onun büyük dedesi Hz. İbrahim, dedesi İshak ve babası Yakup’tur. İşte Yusuf, böyle kerîmoğlu kerîmdir.. ve Allah Resûlü, bu ifadeleriyle Hz. Yusuf’u (aleyhisselâm) öyle bir noktada işaretlemektedir ki, biz hayallerimizle bile oraya ulaşamayız.

Bizim gibi sıradan ve varlığın özünden değil de, tortusundan yaratılmış insanlar bile, böyle bir günahı aklından geçirmezken, o pâk dâmen, o büyük nebinin böyle şeylere tenezzül edeceğine ihtimal vermek, akıl harici bir safsatadır. Ne akıl ne de nakil böyle bir safsatayı kabul edemez.

O nebi ki, kadınların fettanlığı artıp, kullanılan oyunlar ayrı buudlar kazanmaya başlayınca, Rabbine “Rabbim, hapishane benim için bunların teklifini yapmaktan daha iyidir.” (Yusuf sûresi, 12/33) der, ve saraydaki zevk ü safa dolu bir hayatı terk edip, hapishanenin ufûnetli, tahammül edilmez hayatına iffeti adına razı olur. Evet, dokuz seneye yakın bir mihnet dolu hayatı, sırf ismet ve iffeti uğruna göğüslemesi, onun ismetini ispata yetmez mi? O kadınlar ki, onun güzelliği karşısında kendilerinden geçmiş ve ellerini kesmişlerdi. O kadınlar ki, onu zor durumda bırakmak için, Zeliha’nın ona olan tutkusunu yaymış.. ve ona yakın olabilmek için nice oyunlar denemişlerdi. Ne var ki her defasında karşılarında, bu granit imanlı genci bulmuş ve ondan bir dirhem dahi meyil koparamamışlardı.

Dua etti. Fasit daireye girmemek için, Rabbine yalvardı. Rabbi de, onun duasını kabul etti ve onu hapishanede garantiye aldı. Ardından her devrin çilekeşleri için, hapishane kapıları hep açık kaldı ve hapishaneler, iman ve Kur’ân hizmetkârları, hakikat işçileri için birer “Medrese-i Yusufiye” oldu.

O iffetine o kadar düşkün idi ki bir gün geldi, ona “Hapisten çık.” dediler. O, diretti ve “İffetim herkesçe bilinmedikçe hapisten çıkmam.” (Yusuf sûresi, 12/50) dedi. İffetli yaşamak ayrı bir iş, onun ispatı da ayrı bir işti.. bunların ikisi de, onun gelecekteki misyonu adına büyük önem taşıyorlardı. O, hapisten çıkmadı.. Zeliha herkesin bulunduğu bir yerde suçunu itiraf etti. Ardından da onun nasıl bir iffet âbidesi olduğunu söyledi.

Zeliha bile günahını itiraf edip onun ismetini ilan ederken, hâlâ o şanı yüce bir nebiye günah isnat edenlere bilmem ki ne demeli?.

[1] Buhârî, merdâ 1; tevhid 31; Müslim, munâfıkûn 58-60.
[2] Bakara sûresi, 2/35; A’râf sûresi, 7/19.
[3] Tirmizî, tefsir (7) 3.
[4] Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr, 2/52; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/60; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/102; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/522.
[5] Tâhâ sûresi, 20/121.
[6] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/428.
[7] Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 3/49.
[8] Ahzâb sûresi, 33/30.
[9] Serahsî, Mebsût, 22/67.
[10] Buhârî, kader 11; Müslim, kader 13.
[11] Buhârî, enbiyâ 40; Müslim, fedâil 17. (Lafız Müslim’den)
[12] Râzî, Mahsûl, 5/538; Âmidî, İhkâm, 1/343; İbn Kesîr, Tuhfetü’t-Tâlib, 1/174; İbn Hacer, Telhîsu’l-Habîr, 4/192.
[13] Buhârî, tefsir (9) 12, 13.
[14] Buhârî, tefsir (21) 8; Müslim, iman 270-272.
[15] Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1/301-302.
[16] Buhârî, enbiyâ 11; Müslim, iman 238.
[17] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
[18] Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
[19] Tirmizî, Şemâil, s. 199; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/357.
[20] Sâffât sûresi, 37/89.
[21] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fedâil 154.
[22] Buhârî, enbiyâ 9; Müslim, iman 327-328.
[23] Müslim, birr 101; Tirmizî, birr 26.
[24] Buhârî, cenâiz 81; menâkıbu’l-ensar 40; Müslim, iman 39-40.
[25] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
[26] Bakara sûresi, 2/6.
[27] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 13/38-40.
[28] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 13, 37-40.
[29] Sâffât sûresi, 37/102-103.
[30] Buhârî, enbiyâ 8; Hâkim, el-Müstedrek, 2/260.
[31] Yusuf sûresi, 12/24.
[32] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 1-7.
[33] Abdülaziz ed-Debbağ, el-İbrîz, s. 212.
[34] Buhârî, enbiyâ 18-19; menâkıb 13; Tirmizî, tefsir (12) 1.

Her Peygamber Masumdur

Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm) masumdur. Onların hayatında kasdî herhangi bir inhiraf söz konusu değildir. Onlar, seçkin ve kudsî olarak yaratılmış müstesna insanlardır. Sadece hayırlı değil, hayırlılar içinde de en seçkinlerinden daha seçkindirler. Ve onlar bütün bir hayat boyu da bu seçkinlik ve kudsiyetlerine zerre kadar gölge düşürmemişlerdir.

Nebilerin fıtratları sâfi, ruhları ulvî, iradeleri sağlam ve gönülleri de pırıl pırıldır. Allah’tan (celle celâluhu) gelen tecellîler onlarda, geldiği keyfiyet üzere tebellür eder ve kendi buudlarıyla görülür ve sezilir. Onlar güneş şualarını aksettiren ve aynen yansıtan bir sızıntı, bir reşha gibidirler; onların gönüllerinde ışık kırılması veya renk istihalesi olmaz.!

Evet, öyledir; mantıken de öyle olması gerekir. Çünkü nebiler, tebliğ vazifesiyle aramızda bulunurlar… Onların varlık gayesi, sadece ve sadece tebliğdir. Yani, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve buyruklarına ilk muhatap onlardır.. ve aldıkları emirleri insanlara olduğu gibi aktarırlar. Eğer peygamberler, böyle dupduru bir ruh yapısına sahip olmasalardı, gelen ilâhî mesajları, geldiği gibi intikale muvaffak olamazlardı. Hem de, ilâhî vahiy onların saydam olmayan mahiyetlerine, duru olmayan gönüllerine, saf olmayan vicdanlarına çarpar, âdeta ışık gibi kırılır ve ışığın kırılıp başkalaşması misillü, bu mat satıh ve bünyeler her şeyi kendi his, duygu ve düşüncelerinin alaca karanlığında değerlendirir, isteyerek veya istemeyerek çarpıtırlar. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın istek ve emirlerine uygun keyfiyeti de kaybolur gider.

Nebiler, aynı zamanda, Zât-ı Akdes ve Mukaddes’e ait esrarı bize intikal ettirmek için birer ayna vazifesi görürler. Bu aynanın tertemiz olması gerekir ki, vicdanlara aksettirdiği hakikatler yanıltıcı olmasın.

İnsan; iman, itikat ve amele ait bütün dinî hükümleri peygamberler vasıtasıyla öğrenir. İnsan, onlarda dini en kâmil ve mükemmel hâlde görmelidir ki, onlara ittiba ile dünya ve ahiret saadetini elde edebilsin.. insanlara kudve ve imam olan küllî rehberler, eğer günah işleyecek olsalar, onlara ittiba nasıl caiz olabilir ki? Onlara ittiba, insanda istikamet arayışı düşüncesine bağlıdır. İnhiraf edebilen insanların arkasından gitmek, insandaki bu arayış düşüncesine terstir. Hayır, hiçbir peygamber günah işlememiş ve hepsi de bütün hareket ve davranışlarında en güzel, en mükemmel bir hayat yaşamış ve hayatlarını hep aynı istikamette geçirmişlerdir. Kendisi Cennet’e ehil olmayan bir insanın, insanların elinden tutup onları Cennet’e ehil hâle getirebileceğine inanmak ne kadar zordur. Evet, hâlbuki Cenâb-ı Hak, bütün peygamberleri, insanları Cennet’e ehil hâle getirsinler diye göndermiştir.

Peygamberlerin masumiyetindendir ki, ilâhî vahye dayanan din ile, beşerî sistem ve teoriler arasında, kıyas kabul etmeyecek ölçüde, dine ait bir üstünlük göze çarpmaktadır. Eğer durum böyle olmasaydı, netice de böyle olmazdı.

Elbette, peygamberlerin hususiyle de nübüvvetten evvel, kendilerine göre bir idealleri vardı.. ve bunun böyle kabul edilmesinde de bir mahzur yoktu. Her hâlde ondandı ki, Allah Resûlü, insanlığın kurtuluşu için kıvranırken O’nun nübüvvet öncesi, Nur Dağı’nda yaşadığı sancılar bu kabîl gaye-i hayal buudlu hafakanlardı. Evet, O’nda bir ideal ve bir gaye vardı; o da; bu insanlar, bu bataklıktan muhakkak kurtarılmalıydı. Ne var ki; onun sınırı işte burada bitiyordu. İnsanlığın kurtarılma reçetesi O’na ve O’nun düşüncesine ait değildi. O reçete doğrudan doğruya vahiy kanalıyla Cenâb-ı Hak’tan gelecekti.

İşte, idealizmle vahiy yolu burada birbirinden ayrılır: Biri tamamen beşerî, diğeri ise tamamen ilâhîdir. Öyleyse, o ilâhî sistemi yüklenecek nebi de, diğer idealistlerden tamamen ayrı bir ruh yapısına sahip olmalıdır ve öyle olmuştur.

Burada şunu da kaydetmeden geçemeyeceğim: Nasıl ki, nebiler idealistlerden ayrılmıştır ve nebiler masumiyetle donatılmıştır. Öyle ise, nebiye ittiba eden ümmet de aynı yapıya ve aynı masumiyete sahip olmalıdır. Nebi cemaatini diğer yığınlardan ayıran özellik de bence işte budur!

Şüphesiz, herkesin bir ideali olmalıdır. İdealsiz insanlar başıboş ve yörüngesiz sayılırlar. Onun içindir ki, bir söz sultanı: “Gaye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenasi edilse ezhân enelere döner.”[1] demektedir. Gaye-i hayal, eski bir tabirdir ki, bugün mefkûre ve ideal kelimeleriyle karşılamaya çalışıyoruz.

Peygamberlerin masumiyet ve günahsızlıkları, onlarda fıtrat ve yaratılış hâline gelmiş ve âdeta günahsızlık onların yapılarının bir buudu olmuştur. Ayın yüzünde, güneşin bağrında bir kısım siyah lekeler bulunabilir; fakat bir nebinin ruhunda, günahın gölgesi dahi misafir olamaz.

Bir veli günah işlese, meselâ, farkında olmadan ağzından hilâf-ı vaki söz çıksa, o veli bütün bir ömür boyu vicdanında bunun ızdırabını yaşar. Hâlbuki, farzımuhal, böyle bir söz, nebinin dudaklarından dökülecek olsaydı, onun vicdan azabı mahşerde de devam ederdi. Onun içindir ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), hayatında söylediği üç târiz cümlesinin (Târiz, yalan değildir. O, doğruyu ifade etmekle beraber “Limaslahatin” muhataba mantûk dışı bir mânâyı ilhamdır ki hep yaparız.) ızdırabını mahşerde de çekmekte, kendisine şefaat etmesi için başvuranları Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) göndermektedir.[2]

Evet, hem O hem de bütün peygamberlerin vicdanı günaha karşı bu derece duyarlı ve âdeta kapalıdır.

Biz, bu konuyu tahlil etmeyi düşünürken, Efendimiz’in masumiyetini anlatmak istiyorduk. Ancak, bütün nebiler, Allah Resûlü’nün ifadesiyle “Ebnâü allât”[3] yani aynı babanın evlâtlarıdır.. evet, onların hepsi de aynı babanın terbiyesinde yetişmiş evlâtlar gibidir. Onun için biz de, bütün peygamberlerin masumiyetine kısa da olsa temas etmeden geçemeyeceğiz. Hatta, o yüce ruh ve müstesna kametlerden, bilhassa, muharref kitaplar vasıtasıyla üzerlerine çamur atılmak istenenleri, bizzat inceleme mevzuumuza dahil edecek ve Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında onlara atılan iftiraların iğrençliğini gözler önüne sermeye çalışacağız. Ancak yukarıda da temas ettiğimiz gibi bizim esas konumuz, Allah Resûlü’dür ve O’nun masumluğu da bu faslın ana mihveridir.

Evet, her peygamber masumdur. Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, Masumlar Masumu’dur. Zira O’nun mahiyeti bütünüyle ilâhî tecellîlerle yoğrulmuş ve O’nun gönül aynasında daima Allah (celle celâluhu) mütecellî olmuştur. Böyle bir mahiyet ve böyle bir gönüle sahip olan o yüce Ruh, elbette Masumlar Masumu olacaktır…

Allah (celle celâluhu), hususî ve çok büyük bir dava için, o davayı anlatmak üzere hususî ve ısmarlama insanlar seçmiştir ki, işte bunlar peygamberlerdir. O, bu peygamberleri, hususî durumları itibarıyla, hususî olarak hep korumuştur. Bu da, onları ismet sıfatıyla donatması ve musumiyet ufkunda tutması demektir. Çünkü onlar, her zaman, o muallâ ve müberra mevkilerini korumalıdırlar ki, bütün insanlığa rehber ve imam olabilsinler. Onların cübbe ve sarıkları her türlü çamur ve pislikten korunmuş olmalı ki, imamına bakıp ona göre vaziyet alma durumunda olanların gözleri, başka yerlerle meşgul olmasın. Onlar, insanlığı Allah’a ve Allah’ın rızasına götürmek için yol rehberi ve seyahat garantörleridir. Hâlbuki hiçbir günahta hatta en ufağında dahi, Allah’ın rızası ve hoşnutluğu yoktur. Kendisi Allah’ın rızasından mahrum bir kimse, nasıl başkalarını O’nun rızasına kavuşturacak ki? Bu kat’iyen mümkün değildir. Öyleyse peygamberlerin günah işlemeleri de mümkün değildir.

[1] Bediüzzaman, Sözler, Lemeât.
[2] Buhârî, tefsir (17) 5; Müslim, iman 326.
[3] Buhârî, enbiyâ 48, Müslim, fedâil 144.

Peygamberler Dışında İsmet

Meselenin bir başka yönü de “ismet”, peygamber olmayanlar için de söz konusu olabilir mi? Yani, peygamberlerin dışında, bazı seçkin insanları da Allah (celle celâluhu), günah işlemekten korur mu? Yine âlimlerin çoğunluğunu teşkil eden cumhurun bu mevzudaki görüşü, “Peygamberlerden başkasının masum olamayacağı” merkezindedir. Herkes, büyük veya küçük bir günah işleyebilir. Masumiyet, sadece peygamberlere hastır. Efendimiz’in bir hadisi de bu görüşü teyit etmektedir. Bu hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurur: كُلُّ بَنِي آدَمَ خَطَّاءٌ، وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Bütün insanlar hata işlerler. Hata işleyenler içinde en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”[1]

Ancak burada bir noktaya dikkat etmek icap eder. Bir insanın farazî ve takdirî olarak hata ve günah işleyebileceğini söylemek, onun bilfiil günah işlediğini söylemek anlamına gelmez. Onun için, peygamberlerin dışında insanlığa kudve ve imam olacak dinî lider ve büyüklerin de Cenâb‑ı Hak tarafından korunabileceğini söyleyebiliriz. Bunun Şia’ya ait, “İmam masumdur.” düşüncesiyle de uzaktan yakından alâkası yoktur. Meselâ, İmam Rabbânî günah işleyebilir mi, sorusuna hepimiz, “Evet, işleyebilir.” deriz. Çünkü İmam Rabbânî, peygamber değildir ve farazî olarak da günah işlemesi mümkündür. Fakat acaba İmam Rabbânî, hayatında hiç günah işlemiş midir? İşte bu soruya verilecek cevap yukarıdaki cevap olmayacaktır. Çünkü hiç kimse İmam Rabbânî’nin işlediği küçük bir günahı dahi göstermeye veya ispat etmeye muktedir değildir. Demek oluyor ki, zatında günah işleyebilir olmak, günah işlemiş olmak demek değildir. Cenâb-ı Hak, bu mânâda evliyâyı, asfiyâyı ve kendisine yakın mukarrabîni de korur, onlara da günah işletmeyebilir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, evliyânın şâhı ve bütün büyüklerin sertâcıdır. Allah (celle celâluhu) bu büyük İslâm önderini de korumuş ve muhafaza etmiştir. Nitekim ona ait menkıbelerde şu anlatılır:

Yevm-i şekde insanlar mütehayyirdirler. Acaba yarın oruç tutulacak mı, tutulmayacak mı? Gelir bunu bir veliye sorarlar. O da onlara şöyle der: “Gidin bu gece Geylân’da bir çocuk dünyaya geldi. Anasına sorun, imsak vaktinden sonra eğer o çocuk süt emmişse, bayram yapın, emmemişse orucunuza devam edin.” Giderler ve çocuğun anasına sorarlar. Kadın: “Bu çocuk bugün niçin emmiyor?” diye hayıflanıp durmaktadır. Oradakiler: “Ana korkma, bu çocuk hasta falan değil, sen öyle bir evlât doğurdun ki, o, âleme baba olacak.” derler ve oruçlarına devam ederler…[2] Bu bir menkıbedir ve edille-i şeriye açısından da kritiğe tâbi tutulmamalıdır. Yine, aynı zatın, yalan söylememek için, kendisini soyan eşkiyaya parasının yerini söylediği de rivayet edilir.

Allah, kendi yolunda olanları korur, muhafaza eder, onların günaha bulaşmasına mâni olur ki, bir âyette şöyle denilmektedir: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ “Ey iman edenler! Allah’tan (celle celâluhu) sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah (celle celâluhu) büyük ve bol nimet sahibidir.”[3]

Âyetten de açıkça anlaşılıyor ki, takva dairesinde hareket edenlere Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir koruması söz konusudur. O, müttakilere öyle bir hâssa vermiştir ki, onlar bu hâssa ile derhal iyiyi kötüden ayırt edip günaha girmekten uzak kalabilirler.

Başka bir âyette de şöyle denilir:

أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتاً فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُوراً يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Ölü iken kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp da çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? İşte böyle kâfirlere işledikleri güzel gösterilmiştir.”[4]

Allah’ın (celle celâluhu) dinine omuz veren ve onun yücelmesini hayatına gaye edinen insanlar, bu ahid ve sözlerinde durdukları müddetçe: وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz Bana verdiğiniz sözde durun ki Ben de sözümü yerine getireyim.”[5] ilâhî düsturu muvacehesinde bir muameleye tâbi tutulacak ve Cenâb-ı Hak tarafından korunacaklardır. Zira Cenâb-ı Hak, ayrı bir yerde de إِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ “Siz Allah’ın dinine yardımcı olursanız, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar, sizi kaydırmaz.”[6] buyurmaktadır.

İşte bu türlü teminatla –inşâallah– ihlâs ve samimiyet içinde, Kur’ân ve iman hizmetinde bulunanlar, büyük günahlara girmez; hatta bazen küçüğünden de korunurlar. Fakat onlar hakkındaki teminat, şart ve takdire bağlıdır. Hiçbir kimse hakkında (peygamberlerin dışında) kesin teminat olduğu söylenemez. Ancak, bu türlü koruma ve muhafaza etmeler birer vak’a hâline gelirse, şahıslar hakkındaki ismet tasdiki ancak o zaman olur… Ve biz o zaman; “Falan şahsı Cenâb-ı Hak, günaha girmekten korudu, muhafaza buyurdu.” deriz. Evet, enbiyânın dışındakiler için istikbale ait teminat yoktur. Peygamberlere gelince onların korunmaları, mazi ve istikbal, bütün zaman dilimlerini kuşatmıştır.

Bir de tecrübe ve müşâhede ile sabit olan masumiyet var ki, Cenâb-ı Hakk’ın makbul kullarının Cenâb-ı Hak tarafından sıyanet ve koruma altına alındıkları görülür ve hissedilir.

Büyük insanlar bir yana, hepimiz, kendi hayatımıza dikkat etsek, şartları hazırlanmış nice günahlardan, hem de hiç ümit etmediğimiz saiklerle nasıl korunduğumuzu ve nasıl o günahlardan uzaklaştırıldığımızı görür hayret ve hayranlıkla dehşete düşeriz.

Ayrıca, sahabe ve sahabe yolunu takip eden insanların mazide işledikleri büyük hayırlar, sanki gelecek adına kurulmuş barikatlar gibi, onları günahtan korur ve korunmalarına vesile olabilir ve âdeta, لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ âyetinin[7] mânâsına onlar da dahil edilir. Bunlar bir bakıma, mazideki faziletli davranışlarının hatırına, Cenâb-ı Hakk’ın onları teminat altına alması demektir. Meselâ, bir şahıs belki günah işleyecek veya günaha ait bir yere gidecektir. Allah (celle celâluhu) onun ayağını kırar ve onu o günah mahalline göndermez. Gözüyle günah işleyecekse gözü görmez, eliyle işleyecekse bu defa da eli tutmaz olur. Bütün bu hâdiselerle ve engellerle Allah’ın (celle celâluhu), sevdiği o kulunu koruduğu anlaşılır. Dünya adına gelen o musibetler ise, ukbâsını kurtardığı için bir hiç hükmündedir.

Bir hadis-i kudsîde, mevzumuzla alâkalı olarak, şöyle buyurulur:

وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا

“Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”[8]

Bunun bir mânâsı şudur: Ben ona, hayrı, güzeli, iyiyi gösterir ve onu hep şer, kötü ve fena şeylerden korurum. Gözü olurum, onun gördüğü de, hep hayır olur. İçine mârifet damlar ve içinde daima bir hüşyarlık, bir uyanıklık hisseder. Daima Allah’ı (celle celâluhu) düşünür ve bu düşünce onun içinde âdeta yeşerir. O hep hayrı işitir, iradesi hep hayır tarafına meyleder ve o yönde çalışır. Önünde hayra mâni olacak ne kadar engel varsa ona bu engelleri aşmayı da kolaylaştırırım. O Bana yakındır, günahlarla onun kalbinin ve diğer duygularının yara almasını istemem.

Bu hadis-i kudsî şu sözlerle bitiyor: وَإِنْ سَأَلَنِي لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لَأُعِيذَنَّهُ “Eğer o Benden bir şey isterse hemen veririm, iki etmem. Ve bir şeyin şerrinden Bana sığınırsa onu korur muhafaza ederim.”

Demek ki, ister enbiyâ, isterse Allah’ın (celle celâluhu) salih kulları hakkında –diğerlerinin dediği gibi– günah, farazî ve takdirî olarak kabul edilse de peygamberlerin hepsini, salih kullarından da dilediğini Cenâb-ı Hak, korur ve onlara günah işletmeyebilir.

Hz. Ömer devrinde bir genç vardı. Bu genç mescitten hiç ayrılmazdı. Sanki o bir mescit kuşuydu. İbadetine dikkatli, nafileleriyle de Allah’a (celle celâluhu) yaklaşanlardan olduğu her hâlinden belliydi. Bir ara, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bu genci mescitte göremez olur.

Zaten, cemaatin bazı mezheplere göre farz, bazılarına göre namazdan bir rükün ve en azından sünnet-i müekkede olmasının ve bir imam arkasında namaz kılmanın hikmetlerinden biri de bu değil mi? İmam, arkasına dönüp cemaatini süzecek ve gelmeyen varsa onu soracak.. bir derdi, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenecek.. hele bu imam Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cemaat de ashab olursa.. Ömer, cemaat ne kadar kalabalık olursa olsun cemaatini çok iyi tanır ve âdeta her gün onları kontrol ederdi.

İşte bu genci görmeyince de böyle sormuştu: “Acaba falan gence ne oldu, bir iki gündür mescitte göremiyorum.” Cemaat önce cevap vermek istememiş ve herkes gözlerini yere çevirmişti. Ömer’le göz göze gelmemek için. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cemaatteki bu garipliği görünce sorusunu tekrar eder ve içlerinden biri cevap verir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Onu, uygunsuz bir yere giden yolda ölü olarak bulduk. Seni üzmemek için hemen namazını kılıp gömdük.”

Hz. Ömer, işi anlar. Sanki Ömer’in gözünden perde kalkmış ve genci asıl mahiyetiyle görmüş gibidir. Hâdisenin aslı şudur:

Bu genç mescide gelip giderken, evi o yolun üzerinde olan bir kadın, gence musallat olmuştur. Genç bekârdır ve kadın, onu yoldan çıkarabilmek için şeytanın bütün oyunlarını kullanmaktadır. Ancak her defasında genç, ondan gelen tekliflere karşı mukavemet eder, dayanır ve günaha girmekten kurtulur.

Ne var ki her insanın bir de zayıf ânı olur. İşte o gün de o gencin zayıf ânıdır. Kadın bütün âşüfteliğiyle ona işaret edince genç dayanamaz ve o eve doğru bir iki adım atar. Birden dudaklarında, gayr-i ihtiyarî bir âyetin temessülünü hisseder. Yani genç gayr-i ihtiyarî olarak bu âyeti devamlı ve ısrarla okumaya başlar. Önce farkına varmadan diline dolanan bu âyet, farkına vardığında onun işini bitirmeye yetmiştir. O semavî saika gibi gelen âyet şudur:

إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ

“Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar, kendilerine şeytandan bir tayf, vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.”[9]

Genç sanki gökten kendisine bu âyetler yeniden nazil oluyor gibi bir ruh hâleti içine girer: Niyet ettiği işten dolayı Rabbinden çok utanır, hayâ eder.. Rabbinin ona olan bunca ihsanını unutup bir an dahi olsa günaha meylinden dolayı ürperir.. ve hele sürçme ânında bile Rabbinin onu nefsiyle baş başa bırakmayıp diline saldığı âyetle onu kendisine çevirmesi bu ışık insanı öylesine heyecanlandırır ki, kalb balansı bu lâhûtî heyecana dayanamaz; O’nu anar ve ötelere yürür.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), gencin serancâmesini öğrenince hemen onun kabrine koşar. Kabre doğru eğilir ve sesi çıktığınca bağırır: يَا فَتَى! وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Ey genç! (Rabbinden korkanlar için iki Cennet vardır.)” der. Tam bu esnada Ömer’in (radıyallâhu anh) sesine denk gür bir ses daha duyulur ve âdeta makber lerzeye gelir. Bu ses, o gence aittir ve şöyle demektedir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Allah bana senin dediğinin iki katını lütfetti.”[10] Bu ses, ister bu gence ait olsun, isterse onun yerine bir melek konuşmuş bulunsun veya bunların hiçbiri olmasın da, sema lerzeye gelip bu sözleri söylesin, fark etmez. Genç, Allah’tan (celle celâluhu) korkmasının mükâfatını iki kat olarak görmüştür.

Bu hâdisenin bizim mevzumuzla alâkalı yönü şudur: Şayet bu genç, günah işleyip yıkılsaydı, günahı sadece kendisiyle sınırlı kalırdı. Zira kudvelik ve önderlik gibi bir sorumluluğu yoktu. Hâlbuki bir peygamber günah işlese cihan yıkılır. Çünkü onlar, cihanları temsil etme mevkiinde bulunuyorlar. Bir genci günahtan koruyan Allah (celle celâluhu), böyle bir durumda hiç peygamberini korumaz mı?

Efendimiz bir hadislerinde, imanın tadını tatmış olan insanları anlatırken “Küfre girmek kendisine Cehennem’e girmekten daha kötü gelen insan, imanın tadını tatmıştır.”[11] der. Sıradan bir insan düşünün ki, o insanı, Allah (celle celâluhu), küfürden ve isyandan kurtardıktan sonra, tekrar geriye dönüşü, Cehennem’e girmekten daha nâhoş, daha kerih karşılamaktadır. Onu, bu reaksiyona ve günaha karşı tavır almaya sevkeden âmil de onun imanından aldığı lezzet ve tattır. Acaba, peygambere günah isnat eden tali’sizler, peygamberin imanını, bu sıradan insanın imanı kadar da mı görmüyorlar ki, ona böyle bir isnatta bulunabiliyorlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ki, peygamberlerdeki iman, günaha mâni olacak seviyede olmasın!.

Değil peygamberlerin, nice velilerin dahi böyle korunduğunu görmek isteyenler “Nefehâtü’l-Üns” veya Şârânî’nin Tabakât‘ına bir göz atsalar bu onlara yetecek ve yüzlerce velinin, günahlardan nasıl korunduklarını apaçık misalleriyle göreceklerdir. Meselâ, bir velinin önüne yemek getirilir. Fakat yemeğe haram karışmıştır. Veli, lokmayı ağzına alır ve dakikalarca çiğner, fakat bir türlü yutamaz. Anlar ki, bu lokmaya haram karışmıştır. İşte Allah (celle celâluhu), bir veli kulunu dahi bir tek lokmalık haramından bu şekilde korursa, Nebisini korumayacağını düşünmek, ne kadar anlayışsızlık ve idraksizliktir, onu siz kıyas edin!.

Evet, “ismet”, peygamberlerden ayrılması mümkün olmayan, peygamberliğe ait bir sıfattır. Her peygamber bu sıfat­la serfiraz olarak dünyaya gelir. Veya başka bir ifadeyle, kendisinde bu sıfat olmayan, peygamber de olamaz.

[1] Tirmizî, kıyâme 49; İbn Mâce, zühd 30.
[2] Nebhânî, Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, 2/203.
[3] Enfâl sûresi, 8/29.
[4] En’âm sûresi, 6/122.
[5] Bakara sûresi, 2/40.
[6] Muhammed sûresi, 47/7.
[7] “Bu, Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması içindir.” (Fetih sûresi, 48/2)
[8] Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[9] A’râf sûresi, 7/201.
[10] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/280.
[11] Buhârî, iman 9; edeb 42; Müslim, iman 67.

Üslûp ve Beyan Açısından Efendimiz'in Dua Kuşağı

Bu arada bir de Efendimiz’in bir iki duasına dikkatinizi çekmek istiyorum. O’nun dualarında kullandığı kelimeler ve bu dualardaki derinlik de, apayrı ve başkalarının ulaşamayacağı kadar ulvî bir zenginlik arz etmektedir. Şunu hiç tereddüt etmeden söylemeliyim ki, Allah Resûlü’nün her duası, bir kitap kadar (ihtiva ettiği mânâ bakımından) hacimlidir. Nasıl O’na ait sözler, bütün beşerî sözlerden üstündür; O’na ait dualar da, bütün insanların yaptıkları, yapacakları beşerî dualardan çok çok derindir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ı en çok bilen, O’ndan en çok korkan Allah Resûlü’dür. Öyleyse en derin ve seviyeli duayı da yine O yapacaktır. O’nun duası da bir bitirimdir. Efendiler Efendisi, bize şöyle bir dua talim ediyor: “Yatağınıza gideceğinizde namaz abdesti gibi bir abdest alın, sonra da şöyle dua edin:

اَللّٰهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ

Allahım! (Rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim.”[1]

Şu duada kullanılan kelimeler, öyle baş döndürücü, o derece müthiştir ki, daha üstünde söz söylemek mümkün değildir.

İleride, ayrı bir bölüm hâlinde Allah Resûlü’nün dualarından bahsederken bu duaları arz edeceğimiz için burada tafsilattan sarf-ı nazar ediyor ve sadece ifadedeki vecizliğe dikkat çekmek istiyoruz.

Başka bir duası da şöyledir:

اَللّٰهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ. اَللّٰهُمَّ نَقِّنِي مِنْ خَطَايَايَ كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ اْلأَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ

“Allahım! Benimle günahlarımın arasını, doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır. Allahım! Beni hatalardan, beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle.”[2]

Şu duadaki ifadeler, kitaplarla ancak izah edilebilir.. ve diyecek başka söz de bulamıyorum. Evet, duanın da sultanı, ancak O’dur.

İşte bir duası daha:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنَ الْخَيْرِ كُلِّهِ…؛ عَاجِلِهِ وَآجِلِهِ، مَا عَلِمْتُ مِنْهُ وَمَا لَمْ أَعْلَم. وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الشَّرِّ كُلِّهِ عَاجِلِهِ وَآجِلِهِ، مَا عَلِمْتُ مِنْهُ وَ مَا لَمْ أَعْلَم

“Allahım! Senden bildiğim bilmediğim şu anda lütfedilen, ileride lütfedilecek bütün hayırları istiyorum. Allahım, bildiğim bilmediğim şu anda gelip çatan, ileride başa gelecek olan bütün şerlerden Sana sığınırım.”[3]

İşte bu cümleden olarak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevâmiü’l-kelim dualarından birkaç inci mercan daha:

اَللّٰهُمَّ لاَ مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ، وَلاَ مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ، وَلاَ يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ

“Allahım, Senin ihsan ettiğine mâni olacak yoktur. Senin vermediğini de lütfedecek yoktur. Senin yanında ve Sana bedel hiçbir servet sahibine serveti fayda veremez.”[4]

اَللّٰهُمَّ مَا قُلْتُ مِنْ قَوْلٍ أَوْ حَلَفْتُ مِنْ حَلِفٍ أَوْ نَذَرْتُ مِنْ نَذْرٍ أَوْ عَمِلْتُ مِنْ عَمَلٍ فَمَشِيئَتُكَ بَيْنَ يَدَيْ ذَلِكَ كُلِّهِ. مَا شِئْتَ كَانَ وَمَا لَمْ تَشَأْ لَمْ يَكُنْ. وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ. إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. اَللّٰهُمَّ مَا صَلَّيْتُ مِنْ صَلاَةٍ فَعَلَى مَنْ صَلَّيْتَ، وَمَا لَعَنْتُ مِنْ لَعْنٍ فَعَلَى مَنْ لَعَنْتَ، إِنَّكَ وَلِيِّي فِي الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

“Allahım, bir söz söylemiş, bir yemin etmiş, bir nezir yapmış veya bir amel işlemiş olmayayım ki, hepsini Sen önceden dilemiş olmayasın. Neyi ki diledin, o olmuştur; olmamasını dilediğin şey de olmamıştır. Güç ve kuvvet ancak Sendendir, şüphesiz Senin her şeye gücün yeter. Allahım, yaptığım her dua, Senin rahmet ettiğin; ettiğim her lânet de Senin lânet ettiğin kimsenin üzerine olsun. Sen, dünyada ve ahirette benim dostum ve velimsin; beni Müslüman olarak öldür ve salih (kul)ların arasına ilhak buyur.”[5]

اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَاءِ وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقاً إِلَى لِقَائِكَ مِنْ غَيْرِ ضَرَّاءَ مُضِرَّةٍ وَلاَ فِتْنَةٍ مُضِلَّةٍ، وَأَعُوذُ بِكَ أَنْ أَظْلِمَ أَوْ أُظْلَمَ أَوْ أَعْتَدِيَ أَوْ يُعْتَدَى عَلَيَّ أَوْ أَكْسِبَ خَطِيئَةً أَوْ ذَنْباً لاَ يُغْفَرُ

“Allahım, Senden, muzır bir şeye ve saptırıcı bir fitneye uğramaksızın, kazaya rıza, ölümden sonra rahat bir hayat, cemaline bakma lezzeti ve Sana kavuşma şevki istiyorum. Ve zulmetmekten ya da zulme uğramaktan, başkalarının hakkına tecavüz etmekten ya da hakkıma tecavüz edilmesinden ve bağışlanmayacak bir günaha girmekten Sana sığınırım.”[6]

إِنَّكَ إِنْ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي تَكِلْنِي إِلَى ضَعْفٍ وَعَوْزَةٍ وَذَنْبٍ وَخَطِيئَةٍ. وَإِنِّي لاَ أَثِقُ إِلاَّ بِرَحْمَتِكَ فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي كُلَّهَا إِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ وَتُبْ عَلَيَّ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمِ

“Beni nefsimle baş başa bırakırsan, (bu takdirde) beni zaafa, muhtaçlığa, günaha ve hataya itmiş olursun. Ben ancak Senin rahmetine güveniyorum; günahlarımın hepsini bağışla, zira günahları ancak Sen bağışlarsın. Tevbemi kabul et, zira Sen tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olansın.”[7]

اَللّٰهُمَّ أَنْتَ أَحَقُّ مَنْ ذُكِرَ وَأَحَقُّ مَنْ عُبِدَ وَأَنْصَرُ مَنِ ابْتُغِيَ وَأَرْأَفُ مَنْ مَلَكَ وَأَجْوَدُ مَنْ سُئِلَ وَأَوْسَعُ مَنْ أَعْطَى أَنْتَ الْمَلِكُ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَالْفَرْدُ لاَ نِدَّ لَكَ، كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَكَ، لَنْ تُطَاعَ إِلاَّ بِإِذْنِكَ وَلَنْ تُعْصَى إِلاَّ بِعِلْمِكَ. تُطَاعُ فَتَشْكُرُ وَتُعْصَى فَتَغْفِرُ، أَقْرَبُ شَهِيدٍ وَأَدْنَى حَفِيظٍ. حُلْتَ دُونَ النُّفُوسِ وَأَخَذْتَ بِالنَّوَاصِي وَكَتَبْتَ اْلآثَارَ وَنَسَخْتَ اْلآجَالَ، الْقُلُوبُ لَكَ مُفْضِيَةٌ، وَالسِّرُّ عِنْدَكَ عَلاَنِيَةٌ، اَلْحَلاَلُ مَا أَحْلَلْتَ، وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمْتَ وَالدِّينُ مَا شَرَعْتَ، وَاْلأَمْرُ مَا قَضَيْتَ، وَالْخَلْقُ خَلْقُكَ وَالْعَبْدُ عَبْدُكَ وَأَنْتَ اللّٰهُ الرَّؤُفُ الرَّحِيمُ. أَسْأَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ السَّمَوَاتُ وَاْلأَرْضُ بِكُلِّ حَقٍّ هُوَ لَكَ وَبِحَقِّ السَّائِلِينَ عَلَيْكَ أَنْ تُقيلَنِي فِي هَذِهِ الْغَدَاةِ وَفِي هَذِهِ الْعَشِيَّةِ وَأَنْ تُجِيرَنِي مِنَ النَّارِ بِقُدْرَتِكَ.

“Allahım, Sen, adı anılmaya en lâyık olansın.. ibadet edilmeye ancak Sen lâyıksın.. Sensin kendisinden yardım istenilenlerin en çok yardım edeni, güç ve saltanat sahiplerinin en şefkatlisi, kapısında bir şeyler dilenilenlerin en cömerdi ve verenlerin en eli açığı.. Sensin her şeyin sahibi ve hâkimi, Senin ortağın yoktur.. Sensin eşi ve benzeri olmayan yegâne varlık. Senden başka her şey helâke mahkûmdur. Sana, ancak Senin müsaaden ile itaat edilir ve yine ancak malumatın dahilinde isyan edilir. Sana itaat edilir, karşılığını verirsin; Sana isyan edilir, affedersin. Her şeye en yakın şahit Sen, en yakın koruyucu da Sensin. Nefislerin (arzularının) önüne geçersin; ve ense köklerinden yakalarsın. (İnsanların) yaptıklarını yazdın ve ecellerini takdir ettin. Kalbler Sana akar; gizli, Senin yanında ayândır. Helâl, Senin helâl kıldığın, haram da haram kıldığındır. Din, Senin teşrî buyurduğun; emir, Senin hükmettiğin; mahluk, Senin mahlukun; kul, Senin kulundur. Sen, Rauf ve Rahim Allah’sın. Göklerin ve yerin onunla parıldadığı yüzünün nuru hürmetine, Senin olan her bir hak hürmetine ve Senden isteyen kulların hürmetine, Senden beni şu sabah ve şu akşam affetmeni ve kudretinle ateşten korumanı diliyorum.”[8]

اَللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ *

وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ *

“Allahım, nebin Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Senden istediği her hayrı Senden istiyor, yine nebin Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sana sığındığı her şeyden de Sana sığınıyoruz.”[9]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلْبٍ لاَ يَخْشَعُ
وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لاَ يُسْتَجَابُ لَهَا


“Allahım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalbden, doymayan nefisten, icabet edilmeyen duadan Sana sığınırım.”[10]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الثَّبَاتَ فِي اْلأَمْرِ وَأَسْأَلُكَ عَزِيمَةَ الرُّشْدِ وَأَسْأَلُكَ شُكْرَ نِعْمَتِكَ وَحُسْنَ عِبَادَتِكَ، وَأَسْأَلُكَ لِسَاناً صَادِقاً وَقَلْباً سَلِيماً وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا تَعْلَمُ، وَأَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا تَعْلَمُ، وَأَسْتَغْفِرُكَ مِمَّا تَعْلَمُ إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّمُ اْلغُيوُبِ

“Allahım, Senden işimde sebatı diliyorum, doğru yolda azim istiyorum. Senden nimetine şükretmeyi ve Sana güzelce ibadet etmeyi istiyorum. Ve sadık bir dil, selim bir kalb istiyorum. Bildiğin şeylerin şerrinden Sana sığınıyorum. Bildiğin şeylerin hayrını Senden istiyor ve bildiğin şeylerden Sana istiğfar ediyorum. Şüphesiz Sen, Allâmü’l-Guyûb’sun.”[11]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ وَحُبَّ الْمَسَاكِينِ وَأَنْ تَغْفِرَ لِي وَتَرْحَمَنِي، وَإِذَا أَرَدْتَ فِتْنَةَ النَّاسِ فَتَوَفَّنِي غَيْرَ مَفْتُونٍ. وَأَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَحُبَّ عَمَلٍ يُقَرِّبُنِي إِلَى حُبِّكَ

“Allahım, Senden hayırlı işler yapmayı; kötülükleri terk etmeyi ve fakirleri sevmeyi, beni bağışlamanı, bana merhamet etmeni ve insanların fitnesini murad buyurduğunda, fitnelere dûçâr olmadan beni vefat ettirmeni dilerim. Senden, Senin sevgini, Senin sevdiklerinin sevgisini ve Senin sevgine beni yaklaştıracak amellerin sevgisini dilerim.”[12]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فَوَاتِحَ الْخَيْر وَخَوَاتِمَهُ وَجَوَامِعَهُ وَأَوَّلَهُ وَآخِرَهُ،
وَظَاهِرَهُ وَبَاطِنَهُ وَالدَّرَجَاتِ الْعُلَى مِنَ الْجَنَّةِ. آمِينَ


“Allahım, Senden hayrın başını ve sonunu, en kapsamlı olanlarını, evvelini ve âhirini, açığını ve gizlisini ve Cennet’te en yüksek dereceleri istiyorum. Âmin!”[13]

اَللّٰهُمَّ أَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

“Allahım, Seni zikir, Sana şükür ve güzelce ibadet etmemiz için bize yardım et.”[14]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى

“Allahım, Senden hidayet, takva, iffet ve (gönül) zenginliği dilerim.”[15]

اَللّٰهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا في اْلأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ اْلآخِرَةِ

“Allahım, bütün işlerimizde akıbetimizi güzel yap, dünyada rezil-rüsva olmaktan ve ahiret azabından bizi koru.”[16]

Şu ifadeler içinden, bir kelime dahi kaldırmak mümkün değildir. Sözün akışındaki insicam bir harikadır. Duanın buudunu yakalamak ise imkânsızdır. Evet, Allah Resûlü’nün duada dahi eşi-menendi yoktur.

Bütün büyük veliler, münacat ve yakarışlarına, Allah Resû­lü’nün dualarından iktibaslarla renk ve can katmaya çalışmış ve Cenâb-ı Hakk’ın kapısını O’nun dua eliyle çalmışlardır. Efendimiz’in dualarında öyle bir ifade, üslûp ve öyle bir nuraniyet vardır ki, diğerlerinin sözleri arasında hemen tefrik edilir ve “Bu, Hz. Muhammed Mustafa’ya ait bir sözdür.” denilir…

Ben şahsen, Hasan Şâzilî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rifâî ve Şâh-ı Geylânî gibi zatların münacat ve dualarını okurken kendimden geçer, hatta bazı yerleri okurken tahammül dahi edemem. Onların duaları da çok müthiştir! Fakat hepsi de Efendimiz’in bazı dualarından iktibaslar yapmış ve O’nun dualarını kendi ifadeleri arasına katarak o ifadelerle zenginliğe ulaşmışlardır. Nitekim, bizler de bu büyüklere ait duaları kendi dualarımıza şefaatçi yapıyor ve rahmet kapısını, bu dualardaki makbuliyet ümidiyle çalıyoruz.

Son olarak diyoruz ki, Allah Resûlü’nün ifadelerinin bütünü, O’nun fetanetine bir delildir. Bazı sözleri ise, “cevâmiü’l-kelim” olması itibarıyla, bir başka ehemmiyeti haizdir. O’nun dualarındaki ifade ve üslûp da bu gruba dahildir. Öyleyse hem sözleri hem de duaları, O’nun peygamber mantığını yani aklın ukbâ buudlusunu ve ilham kaynaklısını gösterir. Dolayısıyla O, başka değil ancak bir nebi ve Nebiler Sultanı’dır…

[1] Buhârî, daavât 6, 9; Müslim, zikr 56-58.
[2] Buhârî, ezan 89; Müslim, mesâcid 147.
[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/147.
[4] Buhârî, ezan 155; Müslim, salât 205; Ebû Dâvûd, salât 139.
[5] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/191; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/119, 157; Hâkim, el-Müstedrek, 1/697.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/191; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/119, 157; Hâkim, el-Müstedrek, 1/697.
[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/191; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/119, 157; Hâkim, el-Müstedrek, 1/697.
[8] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/264.
[9] Tirmizî, daavât 88.
[10] Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, deavât 68.
[11] Tirmizî, daavât 23; Nesâî, sehv 61.
[12] Tirmizî, tefsir (38) 2, 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/243.
[13] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 23/316; Hâkim, el-Müstedrek, 1/701.
[14] Ebû Dâvûd, vitr 26; Nesâî, sehv 60.
[15] Müslim, zikr 72; Tirmizî, daavât 72.
[16] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/181; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 2/33.

Tebliğde Üç Esas

Nebinin, mesaj getirmesi, getirdiği mesajları başkalarına ulaştırması, elbette diğer insanlardan çok farklıdır. Zaten mesaj getirme bakımından bir başkasının nebilere benzerliği de söz konusu değildir. Onlar tebliğde bulunurken, bize tebliğ yapmanın ne demek olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini de öğretirler. Bu da onlara ait tebliğin ayrı bir yönünü teşkil etmektedir. Şimdi isterseniz, bu mevzuu üç ana esas üzerine oturtarak arz edelim:

1. Bütünlük

Nebi, Allah’tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca, usûlünce o işin uzmanı olarak yapar. O, insanı bir bütün olarak ele alır ve götüreceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim eder. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gönül, his ve duygulardan hiçbiri kat’iyen terke uğramaz ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmaz… Zira her nebi vahye karşı gassalın elindeki bir meyyit gibidir. Vahiy onları evirir-çevirir ve istediği yöne döndürerek onlara istikamet verir. Öyle ki onlar, en küçük ve en teferruat gibi görünen meselelerde dahi, Cenâb-ı Hakk’ın istediği ne ise, ona muvafık hareket ederler. Zaten bu, onlar için bir mecburiyettir. Böyle olunca da, peygamberler buna fevkalâde bir hassasiyetle riayet ederler…

Bu itibarla da, tebliği, nebilerin tebliğine muvafık düşmeyenler, kat’iyen irşadda muvaffak olamazlar. Meselâ, akıl ihmal edildiğinde tebliğ istenen neticeyi vermez. His ve duyguları terk etmek de, aynı menfî neticeyi doğurur. Hele vahyin sınırları dışına çıkanlar kat’iyen hedefe varamazlar. İşte vahyin dışında yol almak isteyen beşerî sistemlerin, hâl ve durumu, ve işte aldıkları mesafeler! Bir zamanlar, aldatılmış, sefalet ve sefahate itilmiş kitleleri, yığınları arkasından sürükleyen ve birçok fakir ülkelerde gaye-i hayal hâline gelen komünizm, defalarca revizyona tâbi tutulmasına rağmen, yine de yıkılmaktan kurtulamamıştır. Hâlbuki bu sistem ve benzerlerinin kurucuları, bir zamanlar, yalancı birer peygamber gibi arz-ı endam etmişlerdi. Şimdi ise onların yalancı ümmetleri şöyle demektedirler:

“Eyvah bu bâzicede bizler yine yandık,
Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık!” (Ziya Paşa)


Beşerî kaprislerden beslenen sistemleri tatbikte direnen ve diretenlerin, neticede diyecekleri hep aynı şeyler olacaktır. Evet, onlar da bir gün mutlaka, aldandıklarını ilan etmek mecburiyetinde kalacaklardır!

Nebinin tebliğinde akıl, mantık ve hisler omuz omuza ve iç içedir. O, sadece kitlelerin hissiyatlarından yararlanarak; insanları sokaklara dökmeyi düşünmediği gibi, bütünüyle bir nazariyeci kesilip, onları aksiyon ve hamleden mahrum birer uzlet insanı hâline de getirmez.

Ve yine nebi, insanları sokağa döküp, birer anarşist hâline getirmediği gibi, onları sadece his ve duygularıyla yakalayıp yoz ve bodur hâle de getirmez. O, Allah’tan gelen mesajları insanların gönlüne salar, onlarda aksiyon ruhu uyarır ve onları insanlığın semasına yükseltir, meleklerle diz dize, yüz yüze getirir.

Kur’ân-ı Kerim, bu hususu anlatırken, Allah Resûlü’ne şöyle seslenir: قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّٰهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, insanları basiretle Allah’a davet ederiz.”[1]

Bu yol, nebilik yoludur. Aklın, mantığın, muhakemenin.. his, kalb ve vicdanın da içinde yerlerini aldıkları ve hiçbirinin ihmale uğramadığı bir yoldur.. bu yol ki nebi ve nebiye tâbi olanlar, insanları işte böyle bir basiret üzere, hakka davet ederler.

2. Karşılık Beklememek

Nebi, tebliğ karşılığında hiçbir şey beklemez. O, tebliğini sadece ve sadece bir vazife olarak yapar. Zaten bütün peygamberler, إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّٰهِ “Benim ücretim ancak ve ancak Allah’a aittir.”[2] diyerek bu hakikate işaret etmişlerdir.

3. Neticeyi Allah’a Bırakmak

Nebi, tebliğin neticesini ve hüsnü kabulü Allah’a bırakır ve hiçbir zaman neticeye karışmaz. Zira bilir ki, onun vazifesi yalnız tebliğdir; netice ise tamamen Cenâb-ı Hakk’a aittir.

Bu üç husus mahfuz; şimdi de, tebliğin peygamberliğe ait nasıl bir sıfat olduğunu ve her devirde bu vazifeyi yerine getiren insanların, hangi usûl ve metotla tebliğde bulunduklarını ve bulunmaları gerektiğini arz etmeye çalışalım. Bütün arzumuz, Rabbimiz’in bize de tebliğ vazifesini, rızasına uygun şekilde gördürmesinden ibarettir. İçimize tebliğ şevki salacak da, neticede bizi muvaffak edecek de sadece Cenâb-ı Hak’tır. O’na güveniyor ve O’na dayanıyoruz…

[1] Yusuf sûresi, 12/108.
[2] Bkz.: Hud sûresi, 11/29; Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180; Sebe sûresi, 34/47.

Fert Plânında Tebliğ

Allah Resûlü, fethin zirvesinde olduğu dönemlerde dahi ferdî münasebetlere son derece ehemmiyet veriyordu. O bir iki sene içinde bütün Mekke halkının kendisine dehalet edeceğini biliyordu ama, buna rağmen Halid b. Velid’le Amr b. Âs’ın gelişini ayrı bir iltifatla karşılıyor ve onlara teveccüh yağdırıyordu. Evet, yanında bulunan ashabını, bu iki dâhiyi karşılamaya göndermişti ve Halid, teslimiyet mânâsına elini uzattığı zaman Allah Resûlü, ona şöyle iltifatta bulunmuştu: “Ben de hayret ediyordum; Halid gibi akıllı bir insan nasıl olur da küfür içinde kalır.. ben bir gün gelip, senin Müslüman olacağına kat’iyen inanıyordum.”[1]

O hâletteki bir insana, Allah Resûlü’nün söylediği bu sözler, iltifatların en büyüğüdür. Ve işte Halid bu iltifatlarla müstakbel hayatı adına kim bilir nasıl metafizik gerilime geçmiştir?

Bu arada Amr b. Âs da, Allah Resûlü’nün elinden tutmuş, bir türlü bırakmıyordu. Durmadan ısrar ediyor ve: “Yâ Resûlallah, günahlarım için istiğfar et ve Cenâb-ı Hakk’a yalvar.” diyordu. “Dua et, Allah beni affetsin!” İki Cihan Serveri, ona da iltifatta bulunuyor ve şöyle diyordu: “Bilmiyor musun, İslâm, daha önceki bütün günahları siler süpürür… İnsan, İslâm’a girince anasından doğduğu gün gibi tertemiz olur.”[2]

Evet, Allah Resûlü artık, gönüllere taht kurmuş ve mübeccel şahsiyetine teveccühü tebliğ adına değerlendiriyor, insanlar da fevç fevç O’na doğru koşuyor, O’nun dinine dehalet ediyordu. Hatta o günkü mevcelenme geldi ta bu günlere ulaştı. Öyle inanıyor ve öyle zannediyoruz ki, Efendimiz’in mübarek mesajı bundan sonra da, kıyamete kadar, kendisine has ihtişamıyla devam edecektir.

Basına yansıyan kadarıyla olsun meseleye baktığımızda, bugün Avrupa’da milyonlarca insan Müslüman olmakta ve dünya Müslümanlığa doğru kaymakta. Evet Avrupa İslâm’a gebedir ve yakında hamlini vaz’edecektir. İslâm dünyasında ise doğum tamamlanmak üzeredir. Bir de şimdi cihanın şu şarkına, yani nifak düşüncesinin hâkim olduğu yerlere bakın! Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine ve bu yöre insanının korkunç asimilelere maruz kalmalarına rağmen, burada yaşayan Müslümanlar; düşünce ve ruh dünyalarından pek bir şey kaybetmemiş gibi kendi düşünce dünyalarına koşuyorlar. Yakın bir gelecekte en olmaz beldelerin bağrında dahi ezan-ı Muhammedî duyulacak ve orada da fevç fevç İslâmiyet’e dehaletler olacaktır. Allah Resûlü’nün tebliğini temsil edenler, dünyanın hiçbir yerinde, bu tebliğin ulaşmadığı yer bırakmayacak ve bütün bunları yaparken de, birer muhabbet ve şefkat fedaisi gibi davranacaklardır.

[1] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 4/252.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/205.

Tebliğ Açısından Hudeybiye

Hudeybiye, tebliğde ayrı bir fırsat buududur. Allah Resûlü’nün böyle ağır şartları hâvî bir anlaşmayı kabul etmesi, işin başında Hz. Ömer gibi Allah Resûlü’ne bağlılığı müsellem şahıslar tarafından dahi, itiraz mânâsına gelebilecek bir reaksiyonla karşılanmış ve o esnada kaybetme sath‑ı mailinde buğulu dakikalar yaşanmıştır.[1] yaşanmıştır ama ertesi sene Müslümanlar, ellerini-kollarını sallaya sallaya Mekke’ye girmişlerdir. Bu ise Mekke’de bir sene boyu konuşulan mevzu olmuştur. Böylece gönüller İslâm’a karşı yavaş yavaş hazırlanabilmiş.. ve Mekke’nin ileri gelen dev şahsiyetlerinden Halid b. Velid, Amr b. Âs ve onlar gibi kişiler bu arada kendi hür iradeleriyle İslâm dinine girmişlerdir.[2] Onların izzetleri rencide olmadan İslâm’a girmeleri, ileride yapacakları hizmetler açısından çok mühimdi ve öyle oldu…

Ayrıca, biat esnasında ashabın, Allah Resûlü’ne karşı gösterdikleri bağlılık örneği, Mekkeli murahhasların gözünden kaçmamış[3] ve bu da Mekkelilerin İslâm’a karşı yumuşamalarını hızlandırmıştır.

[1] Buhârî, şurût 15; Müslim, cihad 94.
[2] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/238-240.
[3] Buhârî, şurût 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/329-330.

İlâhî İltifata Mazhariyet

Allah (celle celâluhu), Nebisine hitaben bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik edip doğru yola iletmez.”[1]

Allah (celle celâluhu) hiçbir peygambere böyle hitap etmemiştir. Diğerlerine hitap, hep mücerret isimleriyle yapılır; ancak Hz. Muham­med’dir ki (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’na hitap edilirken böyle tazimkâr bir ifade kullanılmıştır.

“Ey Resûl!” sözü ile Hak’tan mesaj getiren, haber ulaştıran ve ötelerden haberdar insan kastedilmektedir. Bu hitap tarzıyla Allah, O’na çok şerefli bir hususiyet izafe ederken, bizlere de, O Nebi’nin şeref ve kıymetini hatırlatır. Buna, O’nun şerefini ilan da denebilir. Ve O, bu şerefin gölgesi altında, bize sunacağı mesajı sunar. Yani, şu anda size muhatap olan veya sizi muhatap alan zât öyle bir zâttır ki, âdeta Allah (celle celâluhu) O’na saygı gösteriyor, (tabir caizse) O’na adıyla “Yâ Ahmed, yâ Muhammed, yâ Mustafa, yâ Mahmud!” demiyor da “Ey şanı yüce Resûl!” yani duygu, düşünce ve gönülleri dirilten mesajlarla insanlığın imdadına koşan nebi diyor. Zira Allah, O’nu nurdan bir helezonun zirvesine çıkarmış, O’nu peygamberlikle serfiraz kılmış ve vicâhî olarak konuşulabilecek bir muhatap hâline getirmiştir.

Evet, bu gibi beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Allah, O’nu karşısına alıyor ve O’nunla yüz yüze konuşuyor. Nitekim, bazı muhakkıkîn, Efendimiz’in, miraçta Cenâb-ı Hak’la fiilen böyle konuştuğunu söylemektedirler.[2] Nasıl, diğer vahiyleri, bazen perdeler ardından; fakat yine bizzat Cenâb-ı Hak’tan telakki etmiştir. Öyle de miraçta bu iş doğrudan doğruya bizzat görüşerek olmuştur.

İşte Hz. Muhammed Mustafa bu zâttır. Allah (celle celâluhu), O’nu seviyeler üstü bu seviyeye çıkarmış ve bu noktaya ve bu seviyeye çıkardığı O Zât’a demiştir ki: “Sen, sana tevdi ettiğim mesajları insanlığa hiç durmadan duyurmalısın ve bu işte, hiçbir şey de Sana engel olmamalıdır.. evet Sen, hiçbir şeye takılıp kalmamalısın. Ne korku, ne endişe, ne mânialar ne açlık ve susuzluk, ne de dünyaya ait makam ve mansıp seni tebliğden alıkoymamalıdır.”

Elhak, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hiçbir engele takılıp kalmamış ve bir an dahi tevakkuf etmeden kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmiştir. O’na bir risalet kapısı açılmış, O ise bu kapının sövelerini sökercesine rekorlar üstü rekora ulaşmıştır ki, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ أَدْنَى ‘yı[3] da bir noktada böyle anlamak mümkündür… Evet, O’nun kendisi için bir yükselme sınırı takdir olunmuş; O ise, bu sınırı çok geride bırakmıştır. Zira öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Hz. Cibril o noktadan sonra O’na şöyle demiştir: Yürü yâ Muhammed! Bundan sonra top senin, çevkan senin, ben parmak ucu kadar daha ilerlesem, Rabbimin azamet nuru beni yakar mahveder!.[4]

Bu, imkân sahasını zorlama, hatta aşma demektir. Bu ifadeler, bana hep Auguste Comte’u hatırlatır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), pozitivizmin kurucularındandır. Hayatı, hep din düşmanlığı ile geçmiştir. Çünkü ona göre, bilimin tecrübe sahasına girmeyen her şey safsatadır. Ancak, Tarih-i Murad‘da onunla ilgili şöyle bir hâdise nakledilir:

Bir aralık Comte, Endülüs’e gitmiş; oradaki İslâmî sanat eserlerini hayranlıkla seyretmiş ve İslâm hakkında malumat edinmek için bazı kişilere sorular yöneltmiş… Aldığı cevaplar arasında bilhassa, Efendimiz’in ümmî oluşu, onu şaşkına çevirmiştir. İnanamamış ve Roma’ya giderek 9. Papa ile görüşmüş ve yemin ettirerek bu mevzuu ona sormuştur. O da söylenenlerin doğruluğunu tasdik edince, filozof şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muhammed bir ilâh değil; fakat beşer de değil…”

Zaten bizim Bûsîrî’miz de şöyle demiyor mu?

فَمَبْلَغُ الْعِلْمِ فِيهِ أَنَّهُ بَشَرٌ          وَأَنَّهُ خَيْرُ خَلْقِ اللّٰهِ كُلِّهِمِ

“İlmin vardığı son nokta şudur: O, bir beşerdir, ancak Allah’ın yarattığı varlıkların en hayırlısıdır.” Yani O, Âmine’den doğma, Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur. Evet, O’nun da bir anası, babası ve bir maddî yanı vardır. Ancak madde ile O’nu izah edip anlatmak mümkün değildir. O, peygamberlik semasında tayeran eden bir tavustur. Hâlbuki bizim sözlerimiz, hep O’nun içinden çıktığı yumurta etrafında dönüp durmaktadır. O, miraçta öyle bir noktaya adım atmıştır ki, biz ayağını nereye koyduğunu bile bilmekten âciz bulunuyoruz. Çünkü bu, beşerî idrak ve beşerî şuurla kavranabilecek bir husus değildir.

Tebliğ, o derece lüzumludur ki, kendisine bu derece yakın bulunan en sevgili kulunu Cenâb-ı Hak, bu vazife ile vazifelendirmiş ve eğer tebliğ vazifesini yerine getirmezse bütünüyle risalet vazifesini yerine getirmemiş olacağını da O’na bizzat ihtar etmiştir.

Öyle ise, O’nun ümmeti olan bizlere düşen en lüzumlu vazife de, yine tebliğ vazifesidir. Unutmayalım ki, bütün bir beşeriyeti, hayatın hemen her sahasında yeniden diriltmek, ancak Hz. Muhammed’in diriltici soluklarına ve O’nu soluklayanların soluklarına sığınmakla mümkün olacaktır.

[1] Mâide sûresi, 5/67.
[2] Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/202.
[3] Necm sûresi, 53/9.
[4] Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ, 1/431. Benzer rivayetler için bkz.: Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 6/278; Isbahânî, el-Azamet, 2/677; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 5/55; Deylemî, Müsned, 2/312.

Devlet Reislerine Nâmeler

Allah Resûlü, bir taraftan böyle değişik istidatları etrafa gönderip irşad vazifesini sürdürürken, diğer taraftan da devlet reislerine ve meliklere gönderdiği nâmelerle onları hak dine davet ediyordu. Bu da tebliğin ayrı bir buuduydu.

1. Necaşî

Necaşî, Habeş hükümdarıydı. Allah Resûlü’nü göremediği için sahabi değildi; fakat çok büyük bir insandı. Allah Resûlü, ona Amr b. Ümeyye’yi göndermişti. Necaşî’ye gönderilen mektupta İki Cihan Serveri şöyle diyordu:

مِنْ مُحَمَّدٍ رَسُولِ اللّٰهِ إِلَى النَّجَاشِيِّ اْلأَصْحَمِ مَلِكِ الْحَبَشَةِ: سَلاَمٌ عَلَيْكَ فَإِنِّي أَحْمَدُ إِلَيْكَ اللّٰهَ الْمَلِكَ الْقُدُّوسَ الْمُؤْمِنَ الْمُهَيْمِنَ، وَأَشْهَدُ أَنَّ عِيسَى رُوحُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ الْبَتُولِ الطَّاهِرَةِ الطَّيِّبَةِ الْحَصِينَةِ… وَإِنِّي أَدْعُوكَ إِلَى اللّٰهِ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ

“Allah’ın Resûlü Muhammed’den Habeş Necaşîsi (hükümdarı) Asham’a;

Selâm sana! Ben, senin vesilenle, Melik, Kuddûs, Mü’min ve Müheymin olan Allah’a hamdederim. Ve şehadet ederim ki, İsa, Ruhullah ve Allah’ın iffetli, tertemiz, pâk ve bâkire Meryem’e ilkâ ettiği kelimesidir… Seni şeriki olmayan Bir Allah’a davet ediyorum.”[1]

İki Cihan Serveri, evvelâ Necaşî’ye hitaben, doğrudan doğruya “Selâm sana!” demekle, onda bir şeyler gördüğünü îma ediyordu. Evet, sanki, Allah Resûlü, onun hidayete ereceğini gayb-âşina gözüyle görmüştü ki, ona böyle hitap etmişti. İkinci olarak, kullanılan ifade ve üslûp, gayet harikadır. Zira, Allah Resûlü, meseleye yaklaşırken, Necaşî’nin gözünde çok büyük ve saygıdeğer olan Hz. Meryem’le yaklaşmıştır. Zaten bizler için de, Hz. Meryem o denli büyüktür. Çünkü Hz. Meryem, büyük bir peygamberi dünyaya getiren kadındır ve ilhama mazhardır.

Dikkat edilmesi gerekli olan önemli bir husus, Necaşî bir hıristiyandır ve Allah Resûlü, ona hitap ettiği mektubuna malzeme olarak, Kur’ân’ın o mevzu ile alâkalı âyetlerini kullanmıştır. Bu, Necaşî’nin ruhuna girmek için en müessir ve en sâlim yoldur. Nitekim de öyle olmuştur.

Necaşî, mektubu almak için tahtından inmiş, öpüp başına koymuş, mektubun okunması biter bitmez de davete icabet ederek Müslüman olduğunu ilan etmiş ve hiç vakit geçirmeden kâtiplerine şu mektubu dikte etmiştir:[2]

إِلَى مُحَمَّدٍ رَسُولِ اللّٰهِ مِنَ النَّجَاشِيِّ الْأَصْحَمِ… أَشْهَدُ أَنَّكَ رَسُولُ اللّٰهِ… فَإِنِّي لاَ أَمْلِكُ إِلاَّ نَفْسِي وَإِنْ شِئْتَ أَنْ آتِيكَ فَعَلْتُ. يَا رَسُولَ اللّٰهِ، فَإِنِّي أَشْهَدُ أَنَّمَا تَقُولُ حَقٌّ

“Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Habeş hükümdarı Necaşî Esham’dan… Ben şehadet ediyorum ki, sen Allah’ın Resûlü’sün… Eğer emredersen, hemen oraya gelirim. Ancak ben, sadece kendime sahibim. Şu anda teb’ama hâkim değilim. Yine şehadet ederim ki, Senin dediklerinin hepsi de doğrudur.”[3]

Necaşî, imanının şuurunda bir insandır. Bir gün yakınlarına şöyle demiştir: “Keşke şu saltanata bedel, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmetkârı olsaydım.”[4]

Ve aradan bir müddet