Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahlak ile ilgili 20 Soru Cevap-1
- Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2
- Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)
- Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3
- Kandiller 17 Soru Cevap
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2
- Melekler Soru Cevap-1
- Melekler Soru Cevap-2
- Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)
- Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
Sorular ve Cevaplar
Çok günah işledim, her türlü bataklığa battım. Yalan yere yemin, içki, kumar vs. Şimdi çok pişmanım. Ne yapmalıyım, ne tavsiye edersiniz? Birisinden el almam gerekir mi?
Birincisi, günahlarınızı insanlara açık açık söylemeyin. Allah’ın örttüğü o günahları siz de örtün.
İkincisi, tevbe etmek için birinden el almanıza gerek yoktur. Kalbinizi Allah’a açın ve samimi olarak tevbe edin.
Üçüncüsü, günahlardan, günah ortamlarından ve günah işleyen arkadaşlarınızdan uzaklaşın..
Dördüncüsü, ibadetlerinizi dikkatlice yerine getirin. İbadetler de birer tevbe gibi günahları siler.
Beşincisi, iyi işlerde ve hayır yollarında meşgul olun. Yapılan bütün güzel işler, hizmetler de günahlara keffarettir.
Altıncısı, tevbeyle alakalı yazılar okuyun. Fethullah Gülen Hocaefendinin kitaplarında tevbe çok sık işlenir. O değerli eserlere müracaat edebilirsiniz..
Yedincisi, Allah’tan ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affedicidir.
Tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:
Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak, mutlaka sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenmelidir.
İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddî ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.
Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı; yani elden geldiğince günahlar, hatta beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.
Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, rûhda bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, o sık sık ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız birkaç söz söylemekten ibaret sayılır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedâmet ve bu nedâmetle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa bir iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür.
Üstad Hazretleri Lem’alar’da, Hazreti Eyyub aleyhisselâmın zâhirî yara ve hastalıklarıyla bizim bâtınî, ruhî ve kalbî hastalıklarımızı kıyaslıyor ve “İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazreti Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuzda yaralar açıyor.” diyor. Hazreti Eyyub aleyhisselâmın, kısacık dünya hayatını tehdit eden yaralarına mukabil, bizim mânevî yaralarımızın, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ettiğini söylüyor. Günahların kalbe işleyip iman nurunu çıkarıncaya kadar onu katılaştırdığını, kapkara hâle getirdiğini anlatıyor ve “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırır. Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler” diyor.
Demek ki, her günah kalp ve ruhta yaralar açıyor. Eğer günahın yaptığı tahribat bir yara cinsindense, onun tedavisi mümkündür. Tevbe ve çok ciddi bir nedametle Cenabı Hak’tan tamir talebiyle onlar tedavi edilebilir. Çünkü, bazı latîfeler, ince ve hassas duygular vardır ki, bunlar ruh ve kalbin direği ve esası durumundadır. Cenâbı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunlar, pek çok yaralar alsalar, pörsüyüp solsalar da ölmezler. Evet, insan, bir aralık tökezlese, günahlara girse ve bazı latîfelerini soldursa bile belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaralanan, sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tevbeyle tekrar yeşerir, boy atar ve meyve verir.
Hazer Et!..
Bazı latîfeler de vardır ki, işlenen bir kısım günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölür. Ama zannediyorum bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildir. Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor.
Evet, dünyaları istiab edebilecek duygular vardır insanda. Cihanlar, Cenabı Hakk’ı Zat-ı ulûhiyetine yakışır şekilde -bi kem u keyf- göstermekten acizdir. Fakat insanın kalbi, fuadı, latîfe-i rabbâniyesi O’nu gösterebilecek bir aynadır. Ahmet b. Hanbel’in naklettiği bir hadis-i şerifte Cenabı Hak, “Yeryüzü ve gökler Beni içine almaktan aciz kaldı. Lakin Beni, yumuşak huylu, halim-selim bir mü’min kulumun kalbi içine aldı.” buyurmaktadır. İbrahim Hakkı hazretleri çok güzel bir üslupla bu hadisi tercüme etmiş ve şöyle demiştir: “Sığmam dedi Hak arz u semaya / Kenzen bilindi dîl (gönül) madeninden.” Arz ve sema deyince ışık hızıyla trilyon trilyon sene ötedeki sistemleri de düşünün; o tarifi imkansız uzaklıklardan insanın şah damarına kadar olan mesafedeki her şeyi bir kitabın parağrafları, cümleleri, satırları, kelimeleri, harfleri haline getirin ve hepsini birden serin gözünüzün önüne… Onların hepsi biraraya gelse de Zat-ı ulûhiyete tam aynalık yapamaz; belki O’na dair önemli bilgiler verir ama O’nu tam aksettiremez. Evet, arz ve sema tam bir ayna olamaz, fakat, siz O’nu kendi vicdanınızda duyabilirsiniz; latîfe-i rabbâniyenizde, kalbinizde, fuâd dediğiniz kalbinizin o derinliğinde hissedebilirsiniz. Gönlünüz adeta bir maden ocağı ve O da orada bir defineymiş gibi -yine bi kemm u keyf- O’nu bulabilirsiniz. Kalbinizin sezmesi, kainatların ifade ettiği manaların çok üstünde bazı şeyler ifade ve ifâza eder.. çünkü, Allah sizi dünyaları içine alabilecek duygularla, latîfelerle donatmıştır.
İşte, bu latîfelerden bazıları söner, kurur ya da ölürse, insan ancak o latîfenin ayağıyla alabileceği mesafeleri artık alamayabilir. Mesela, bir insanın hissi sönmese, şuuru ölmese, iradesi felç olmasa bile latîfe-i rabbâniyesi kurumuşsa, onun kolu-kanadı kırılmışsa, latîfe-i rabbâniye ayağıyla ulaşacağı mertebelere ulaşmaz.
Genel kabule göre: İnsana havâss-ı hamse ya da havâss-ı hamse-i zâhire denilen, günümüzün ifadesiyle beş dış duyu kabiliyeti lutfedilmiştir. İnsan, bunlar vasıtasıyla sesleri, renkleri, miktarları, hareketleri, kokuları, tadları, soğukluk ve sıcaklığı hisseder. Havâss-ı hamse-i zâhire nefs-i hayvanînin idrak etme ve bilme kabiliyetinin bir kısmını oluşturur. Fakat asıl idrak etme ve bilme faaliyeti havâss-ı bâtınenin, yani iç idrak latifelerinin devreye girmesiyle tamamlanır. Havâss-ı bâtıne de hiss-i müşterek, mütehayyile (hayal gücü), vâhime (vehim gücü), hâfıza (hatırlama gücü) ve mutasarrıfa (tasarruf gücü) olmak üzere beştir. Bediuzzaman Hazretleri, insanda bunlardan başka, âlem-i gayba açılan daha pek çok pencerenin var olduğunu söyler. Mesela, işitme, görme ve tatma gibi hislerle beraber “sâika” ve “şâika” dediği hislerden de bahseder. İşte, bir insanda sâika diyeceğimiz latîfe ömüşse, o insan hayra sevkeden o latîfenin dürtülerini, tenbihlerini ve tetiklemelerini artık hissedemez. Yani, sâikanın kolu-kanadı kırıldığından dolayı ondan alacağı te’yid ve destekten mahrum kalır. Şâika da öyle bir latîfedir ki, insan onun tenbih ve tetiklemeleriyle din-i mübîni İslam’a ait en ağır sorumlulukların altına bile aşk u şevkle girebilir; dinini anlatırken, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, öz beynini burnundan kussa ve gözünden yaş yerine kan akıtsa, yine de, büyük bir şevkle, “Değil mi ki Rabbimin yolundayım, O’nun nârı da hoş nuru da!” deyip yoluna devam edebilir. Fakat, insan bu tür latîfelerini muhafaza etme hususunda dikkatli davranmazsa, bir öpme, bir lokma, bir dâne ya da bir kelimeyle şâika hissinin ölümüne sebep olabilir. O latifesini öldürmek suretiyle ibadet ü tâat hususundaki aşk u şevkinin kolunu kanadını da kırmış olur.
Dolayısıyla, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı kalbin zümrüt tepelerine taşıyabilecek olan latîfeleri öldürebilir. Bazen, aslında birer nimet olan, bir İnternet sitesi, bir bilgisayar ekranı, bir telefon âhizesi ya da bir dergi sayfası birkaç latîfenin ölümüne sebep olur da insan hiç farkına bile varamaz. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayrı meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen sahte bir tavır, yalan bir beyan, faydasız bir söz onu manen ölüme götürür. Hatta riyâkarca akıtılan bir kaç damla gözyaşı ya da “görsünler” düşüncesiyle ortaya konan bir davranış kalp ve ruhu felaket yoluna itebilir. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir.
İslam’la Sarılan Yaralar…
Evet, insanda bazı lâtifeler vardır ki, bir ihmal ya da hata neticesi sönebilir. Söndükten sonra da bazen “Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn – Hayır, gerçek şu ki, yapageldikleri kötü işler onların kalblerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin, 83/14) hakikati tecellî eder de kalp bütün bütün mühürlenir. O zaman bu lâtifeler hiç dirilmez. Ve şayet onlar, insanın solmaması, renk atmaması, aşk ve heyecanını koruması için birer esas ise, insan o dinamikleri kendi içinde öldürmüş ve kendini bitkinliğe, yorgunluğa, tembellik ve tenperverliğe atmış olur.
Eğer, insanı manevî alemler adına keşfe hazırlayan latîfeler ölmüşse, o insan ne kadar uğraşsa da keşfe açılamaz, terakki edemez. Velilerin ekserisi böyle bazı latifelerinin ölüp gittiğinden bahisle, kendi kendilerinden şikayette bulunmuşlardır. Çünkü ölen latifeler, önemli ölçüde onların terakkilerine mâni’ olmuştur.
Ancak şu hususu da ısrarla tekrarlamakta fayda vardır: Ölen latifeler katiyen hayatî latîfeler değildir. Eğer bunun aksi olsaydı, tevbeye çağrılmamızın bir manâsı kalmazdı ve şayet günahlar böyle hayatî latîfeleri bütün bütün öldürseydi, küfür ve Allah’ı inkâr karşısında hiçbir latîfe canlı kalamaz ya da yeniden dirilemezdi. O zaman da küfürden sonra imân, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları tamamen kapalı demek olurdu.
Ayrıca, İslâm, insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibariyle sahabenin aslî hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri imân edemez ve tabii gökteki yıldızlar haline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek mümkündür… Ashab-ı kiram efendilerimiz arasında Hazreti Ebu Bekir efendimiz gibi cahiliyede de, Müslümanlık’ta da haram karşısında eğilmemiş, cahiliye görmemiş, hep iffetle yaşamış insanlar vardı. Fakat öyleleri de vardı ki, İslam’dan önce sabah akşam içki içer, hiç ayık gezmez ve müslüman olduktan sonra gölgesinden bile geçmeyecekleri, adını anmaktan haya edecekleri şeyleri daha önceleri rahatlıkla işlerlerdi. Fakat, Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. As (ra) Peygamberimize gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, “Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder.” buyurur; İslam’ın, müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde eder. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş. Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Bundan dolayıdır ki, ashab-ı kiram efendilerimiz velilerin dahi kendilerine yetişemeyeceği yüce insanlardır; mazilerinde, sonradan günah olarak tebliğ edilen pek çok şey işlemiş olmalarına rağmen velileri bile geçmişlerdir. Demek ki, onlardaki hayatî latîfeler cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve onlar her zaman imâna açık kalabilmiştir. Sadece imana açık kalabilmiş de değil; bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere de yükselmişlerdir.
Ne var ki, temkin ve teyakkuza daha uygun olan düşünce, Ashab efendilerimizin peygamber olmayan bir dönemde, bir fetret devrinde geldikleri ve bizim onlarla kıyaslanamayacağımız mülahazasıdır. Cenabı Hak, “Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) buyuruyor. Bu ayeti her hatırlayışımda duygulanırım ve içimden “Allahım, rahmetin ne kadar geniş; bir Peygamberinden mesaj alamayan, Seni tanıma fırsatı bulamayan insanlara azap etmeyeceğini söylüyorsun.” derim. Evet, işaret ettiği başka hükümlerle beraber, bu ayet, fetret dönemlerinde, bir yaratıcı olduğunu kabul eden, aklıyla o neticeye varan insanların da kurtulabileceğini ifade ediyor. Eğer Sahabe efendilerimiz öyle bir dönemin avantajını paylaşıyorlarsa, demek ki onların durumu daha sonrakilerden farklıdır. Yani, tanımış, bilmiş, saraydan içeriye girmiş, harem dairesine ulaşmış ama orada kalmayıp dışarıya çıkmış, koridoru da geride bırakarak sokakta melanete dalmış insanlar onlarla beraber mütalaa edilemez. Bundan dolayı, bizim en küçük hatalardan bile kaçınmamız ve latîfelerimizi söndürmemeye, öldürmemeye azami gayret göstermemiz gerekir.
Yeniden Diriliş Talebi
“Hata” kelimesi bana Bakara suresinin son iki ayetini hatırlattı.. Peygamberimize Mi’rac armağanı olarak verilen ve Efendimizin “Her kim geceleyin Bakara sûresinden bu iki âyeti okursa ona yeter.” “Allah Teâla Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz; kadınlarınıza ve çocuklarınıza öğretiniz. Çünkü bunlar hem salâttır (namazdır), hem duadır, hem Kur’ân’dır.” buyurduğu ve Hazreti Ömer ile Hazreti Ali efendilerimizin de, “Aklı başında hiçbir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun.” dedikleri rivayet edilen iki ayet.. Bu ayetlerde bazı ihtar ve tenbihler de görüyoruz. Allah’ın, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmadığını; herkesin kazandığı iyiliğin kendi lehine, işlediği fenalığın da kendi aleyhine olduğunu okuyoruz. Sonra da “Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” şeklinde bir dua öğreniyoruz. Oysa, Kur’an’ı bize talim eden Allah Rasûlü buyuruyor ki, “Hata ve unutmadan doğan sorumluluk, ümmetimden kaldırılmıştır.” Peygamberimiz bize hatayla ve unutmadan dolayı işlediklerimizden kalemin kaldırıldığını ve onlardan hesaba çekilmeyeceğimizi haber veriyor. Fakat, bu habere rağmen biz, “Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” diye dua ediyoruz. Ve yine Efendimiz (sav) o meşhur duasında “Allahümme’ğsil hatayâye bimâis’selci vel’beradi ve nekkı kalbî mine’l-hatayâ kemâ yunakkas’sevbu’l-ebyadu mine’d-denesi ve bâid beynî ve beyne hatayâye kemâ bâatte beynel’meşriki vel mağrib – Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır.” buyuruyor. Dikkat ederseniz, Efendimizin, kendisinden mağrib-meşrik arasındaki rakamlara sığmayacak mesafe kadar uzak olmasını istediği şey hatalardır, yani O aleyhine yazılmayan ve hesaba çekilmeyeceği şeyden bile uzak olmayı istemektedir.
İşte, adını bildiğiniz ya da bilemediğiniz, farkına vardığınız ya da varamadığınız, bazen büyük velilerin keşfettikleri ama bir isim koyamadıkları sâika ve şâika gibi pek çok latîfeniz vardır. Onların her biri sizi güçlü ve kuvvetli kılar; sizi yüreklendirir, bir iştiyak ve bir insiyak kahramanı haline getirir. Onlar vesilesiyle, kanat çırpmadan hemen uçar ve O’na ulaşırsınız, Allah’ın izin ve inayetiyle. Şayet, herhangi bir hata ya da günah sizin için böyle avantajlı dinamikleri felç ediyorsa, o çok ciddi bir tehlikedir. Çünkü bazen bir hata veya günah, bir ya da birkaç latîfenin ölmesine sebep olup insanın kalbî ve ruhî hayatına çok zarar verebilir. Eğer bir dönemde o tür hata ve günahlara girmiş ve latifelerinizi öldürmüşseniz, hiç vakit kaybetmeden tevbe ve istiğfar efsunuyla onları yeniden canlandırmaya çalışmanız gerekir. O latifelerinizin üzerine sürekli tevbe, inabe ve evbe mühürlü nefesler üflemeniz iktiza eder.
Hasılı, insanda her zaman hem bir ölüm, hem de bir yeniden diriliş meydana gelir. Ölme ve dirilme her zaman vardır. Fakat, unutmamak lazım ki, Kur’an’ın “O, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir.” (Rum, 30/19) diyerek tavsif ettiği bir Rabbimiz var bizim. O her zaman ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarabilir ve çıkarmaktadır. Ayetin metninde geçen ifadede fiil kipleri kullanılmaktadır. Bu kip geniş zamana, yani eskilerin ifadesiyle, “şimdiki hâle ve istikbale” delalet eder. Allah, şu anda ölüden diriyi çıkarıyor, gelecekte de bunu yapmaya kâdirdir ve yapacaktır. Demek ki, yaralı kalblerimizin tedavisi ve sönmeye yüz tutmuş hatta ölmüş latîfelerimizin yeniden canlanması hususunda da Allah’ın lütuf kapısı açıktır.. ve biz de işte o kapının tokmağını çalmaya namzetiz. Bizim sadece tekmil verip karşısında hazır ol vaziyetine geçmemiz iktiza ediyor. Elpençe divan durmamız, “bahtına düştük” dememiz; “Allahım, kalblerimize yeniden hayat ver, latîfelerimizi bir kere daha canlandır.” niyazında bulunmamız gerekiyor. Bu açıdan, bir kısım latîfelerimiz ölebilir; fakat, ölen latifeler katiyen hayatî olanlar değildir. Ayrıca, Allah onların hepsini diriltip bize ba’s ü bade’l-mevt ihsan edebilir. Bu mevzuda yapılacak şey, dua, tazarru ve niyazdır; tevbe, inabe ve evbedir; herkesin seviyesine göre Cenabı Hakk’a teveccüh etmesi ve O’ndan diriliş dilenmesidir.
İnsanın, günahtan bütün bütün hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masun tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte, onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.
Evet, günümüz dünyası çarşısıyla, pazarıyla âdeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her mümin, böyle bir toplum içinde “her günah içinde küfre giden bir yol vardır” anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah’a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmeli ve: “Allah’ım, bunu nasıl yaptım bilemiyorum! Böyle bir günah işlemekten dolayı Senden çok utanıyorum” deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.
Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, işlenen günaha hiç mi hiç hakk-ı hayat tanınmamasıdır. Mümin, herhangi bir hata karşısında, ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapma adına da hiç vakit fevtetmemelidir. Zira ecel gizlidir. Her an gelebilir.
Burada istidradî olarak bir hususa işaret etmek istiyorum; bütün gayretine rağmen kendi zaaflarına yenilip nefsin ve şeytanın etkisinde kalarak günah işlemeye devam eden bir mü’min, bana göre her günah işlediğinde adeta: “Allah’ım ben kendime bir kuyruk daha taktım. Sen bana ister hilebaz bir tilki, ister insanları sokmak için kuyruğunu dikip gezen bir akrep, isterse bir yılan nazarıyla bakabilirsin..” demeli ve mutlaka kendini sorgulamalıdır. O, bu şekildeki hareketiyle, Cenab-ı Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu insanî değerleri tezyif ve tahkir edip bir kenara attığını; bunun aksine hayvanlığı benimsediğini itiraf etmiş olacaktır. Efendimiz (s.a.s) de, namazda yapılan bir takım yanlış hal ve hareketleri, bazı hayvanî hallerle özdeşleştirerek bazı mü’minlerin vasıfları itibarıyla deformasyona uğrayacaklarına işaret etmiştir. Mesela O, rükudan tam doğrulmadan doğrudan secdeye gitmeyi devenin hareketine, iki secde arasında tam-tekmil oturmadan tekrar secdeye kapanmayı horozların yem gagalamasına ve yine secdede kolların yere yapıştırılmasını köpeğin oturuşuna benzetmektedir. Demek namazın içinde dahi olsa birtakım hareketler, insanı siret itibarıyla aşağılara çekebilmektedir. Nitekim modern çağ psikologları, insanları davranışlarıyla analiz ettiklerinde hayvana benzer özelliklerini tespit edip ortaya koymuşlardır. Mesela Alexis Carrel, böyle bir araştırma sonucu kendi dönemi açısından bazı gençlerin tavırları itibarıyla, serseri köpek formülüyle aynı çıktığı tesbitini ortaya koymuştu…
Hasılı; insanın, günahın nerede ve ne şekilde karşısına çıkacağını bilemediği için, Üstad’ın ifadeleri içinde öncelikle “günahlardan, yılandan çıyandan kaçar” gibi kaçması; ona maruz kaldığında da tevbe ve istiğfarda bulunup ondan arınmaya çalışmalıdır.
İnsan yaratılırken, hata işlemeye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Yani insanı günaha çekebilecek duygular, hisler vardır tabiatında. Bu duygu ve hisler, iyi şeylere esas teşkil etsin diye insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Ama her zaman bunları değerlendirmek mümkün olmayabilir. Meselâ, öfke insana niye verilmiştir? Elbetteki iyi şeyler için. Bununla insan gazilik ve şehidlik de kazanabilir. “El-buğdu fillah vel-hubbu fillah” fehvasınca kin, buğz ve öfke de, sevgi ve muhabbet de Allah için olursa bunlarla insan sevab kazanabilir, kazanabilir de her an hayatını cihadda geçiriyor gibi olur.
Bedenî hislere, şehevanî duygulara sahip bir insan, bunlara sabretse, onun için cihad sevabı hasıl olur. Bunlar zabt u rabt altına alınmadığı zaman ise, insanı başaşağı götürebilirler.
Yani hata, insanın eşi gibidir. İnsan günah ve hataların ağırlığını vicdanında duymalıdır. Duymazsa, hissetmezse tıpkı cansız bir cisim gibi yaşar. Kalbinde bir kısım derunî duygular, latifeler varsa bunlar da zamanla söner.
Öyleyse insan hemen kısa yoldan tevbeye müracaat etmelidir. Hadis-i Nebevî’de: “Her insan hata işleyicidir. Hata işleyenlerin en hayırlısı da (hemen) tevbe edenlerdir” buyurulmuştur.
Tevbeye sarılmalı ve hemen Allah’a teveccüh edip “Eznebtü” “Günah işledim” demelidir. Ayrıca, tevbede, bir daha yapmamaya azim ve cehd olmalıdır. Hiç olmazsa tevbe esnasında insanda tereddüt olmamalıdır. Bundan da öte, kesin ve katî bir şekilde, bir daha dönmemeye niyet ve kasıt olmalıdır.
Ancak, tabiat-ı beşer muktezası olarak insan, sonradan yine -tabii kasıd olmayarak- hata ve günaha girebilir.
Evet, insan tevbe ederken şek ve şüpheye yer vermeden mutlak “Bu sondur” demeli ve kararlı olmalıdır.
İnsan bazen tevbe ederken bile tevbe ettiği günahı tam ma’nâsıyla terk edip edemeyeceği hakkında tereddüt geçiriyor. Böyle bir rûh hâliyle yapılan tevbe hakiki tevbe olur mu?
Bu soruya cevap verirken, Efendimiz’in şu mübarek beyânını hatırlamamak mümkün mü? Buyuruyorlar ki: “Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”
Bu hadîs-i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine yerleştirilmiş nüveler mahiyetinde isti’datlardır. Aktif bir Kur’ân ahlâkıyla bunların hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir.
Meselâ; insana öfke verilmiştir. İnsan bununla bazen gazilik ve şehitlik elde edebileceği gibi, aynı duyguyla Allah için gadaplanıp, Allah için nefret edip sevap da kazanabilir. Şehevî hisler ve diğer bedene âit arzu ve istekler de böyledir. İnsan onları zapt u rapt altına alıp rûhunu kanatlandırabildiği takdirde velilerle omuz omuza yaşayabilir. Aksine, zapt u rapt altına alınamayan behimî arzuların, insanı başaşağı getirmesi de az görülen felaketlerden değildir. Mes’eleye bu zâviyeden bakıldığında, potansiyel hata, insanın ikiz kardeşi gibidir. Bu itibarla, insan, azminin ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulmasını bilmeli hem de onu mutlaka semereli, faydalı hâle getirmelidir. Diğer taraftan insan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve günahlar olmalıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, insan işlediği bir hatayı hemen tevbe ile izale etmezse, bu ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu durum, zamanla insanın kalbî ve rûhî hayatını mahvedebilir. Böyle bir insan lahut âlemine karşı kapanır. Allah adına duyması gerekli olan şeyleri duyamaz olur ve herhangi bir cisim gibi sürekli bir düşüş yaşar ama, asla bunun farkına varamaz; latifeler ölür; “sır”, sırra kâdem basar “hafi” gizlenir, “ahfa” âdetâ yok olur; ama o bunlardan haberdar değildir. Onun için insan, günaha bulaşır bulaşmaz, hiç vakit kaybetmeden hemen Rabbine teveccüh etmeli ve O’ndan işlediği günahın affını istemelidir. Günah, insanı ele veren bir kuyruk gibidir. Zaten Arapça’da hem günah hem de kuyruk “ZNB” harfleriyle ifade edilir. İşte insan bu kuyruğu koparıp atmalı ve tevbe ile kuyruklu varlıklardan ayrı olduğunu haykırmalıdır…
Ayrıca benim, şimdilerde anladığım bir başka husus daha var ki, o da şudur: İnsan bir taraftan tevbe ediyor, diğer yandan da kendi iradesinin zaafı itibariyle biraz evvel tevbe ettiği günah ona yine musallat oluyor, o da yine aynı günaha giriyorsa böylelerinin istikamete ulaşmaları ve sonra da istikametlerini korumaları oldukça zordur. Bununla beraber böyle bir insan, işlediği günahtan tevbe ederken hakîkaten samimi ve tevbesini vicdanından gelen sese uyarak yapmış da olabilir. İhtimâl, işlediği günahtan onun da içine bir tiksinti düşmüştür ve dolayısıyla da tevbesini çok samimi olarak yapmıştır. Ancak, bu gibilerde, çok defa tiksinti hâlinin geçip, yerini arzu ve isteklere bırakması söz konusudur ki, bu tür irâdezedeler her zaman sürçebilirler. Bu ikinci durum, onun daha önceki tazarru ve duâsında samimi olmadığı neticesini de doğurmaz. Dolayısıyla da tevbe etmesine mani hiçbir sebep yoktur.
Evet insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tevbe etmelidir. Bu ifadeler kesinlikle işlenen günahı hafife alma ma’nâsına gelmez; belki tevbenin lüzumunu ve önemini işâretler. Sözün burasında önemli bir hususa da işâret etmeden geçemeyeceğim: Baştan beri bahis konusu ettiğimiz günah, hata ile işlenen günahlardır. Hata ile işlenen günahlarda ise, kasıt ve azim yoktur. Zaten insan bir müddet sonra aynı günahı işlemeye azimli ise onun dudaklarından dökülen sözler birtakım yalan laflardır.. ve kesinlikle tevbe değildir. Hukukta bile taammüden işlenen suçlara verilen ceza ile, hataen işlenen suçlara verilen cezalar, suçun cinsi aynı dahi olsa ayrı ayrıdır. Günahlar için de durum böyledir.
Bir de bu mes’eleyi, içinde bulunduğumuz şartlar açısından değerlendirmek yararlı olacak: Öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki, böyle bir toplumda insanın gözüne, kulağına tam hâkim olması oldukça zor, kasıt olmasa bile, her zaman hataların zincirleme birbirini ta’kip etmesi sözkonusudur. Bu durumda yapılması gereken en önemli iş, mümkün mertebe günah zemininden uzak durmaktır. Buna “sedd-i zerâi” de diyebiliriz ki, kabaca bir ifadeyle: Fenalıklara giden yolları kapatmak, demektir. Esasen sedd-i zerâi Kur’ânî bir yoldur. Meselâ bir ayette “zina etmeyin” denilmemiş de, “zinaya yaklaşmayın” denilmiştir. Ve yine “yetim hakkını yemeyin” denilmeyerek “yetim malına yaklaşmayın” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar ve benzeri ayetler bize, insan terbiyesinde sedd-i zerâinin önemini anlatması bakımından dikkat çekicidir. Evet, insan, işte bu yol ile kasden günah işlemeye karşı kapalı kalır. Hata ile meydana gelen açıkları da tevbe örter. Zannediyorum bu tür bir strateji tatbikiyle, hem günahlara karşı korunma hususunda hem de elde olmayan sürçmeler karşısında önemli bir adım atılmış ve problemin kısm-ı ekserisi çözülmüş sayılır.
Bize bu sorununuzu iletmeniz ve bundan duyduğunuz ızdırabı dile getirmeniz bile sizin bir çözüm arayışında olduğunuzu gösteriyor. Bir kişinin içinde bulunduğu kötü durumun farkında olması ve bunun için çırpınıp bir çıkış yolu bulmaya çalışması, sıkıntının bertaraf edilmesi adına oldukça önemli bir adımdır. Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, sizin birileriyle ilgilenmeye çalışmanız ve onlardan sorumlu olmanız, muhakkak sizin kendinizi kontrol altında tutup, günahlardan uzak kalmanız adına bir paratoner olacaktır. Fiilen günahlardan uzak kalamasanız bile, uzak kalma adına daha bir gayret göstermeniz için bir vesile olacaktır. Bu yüzden öncelikle, bu içinde bulunduğunuz durumu bahane yaparak yapmış olduğunuz vazifeyi bırakmamanız lazım geldiğini ifade edelim. Hem kim bilir belki de, yerine getirmeye çalıştığınız bu vazife sizin günahlarınıza kefaret olacaktır.
Diğer yandan “günah işleyen bir kişinin imamlık yapması caiz değildir” diye bir hüküm yoktur. Hem günahlardan tamamıyla uzak duran kaç kişi gösterilebilir ki? Hatta açıkça günah işlemekten sıkılmayan ve büyük günahlara devam eden fâcir bir kişi bile olsa, âlimler böyle bir kişinin imametini kerahetle birlikte caiz görmüşlerdir.
Diğer yandan Efendimiz (s.a.s) günahların tövbeyle silineceğini bize haber veriyor. Ve yine kul ne kadar günah işlerse işlesin, Rabbim deyip Yaratanının kapısına yöneldiğinde Allah’ın da ona kulum diyerek günahlarını bağışlayacağını biz kudsi hadislerde görüyoruz. Ve bir hadisin sonunda mealen şöyle buyruluyor: “Kul günah işledikten sonra, tövbe etmekten bıkmadıkça, Allah onun tövbelerine cevap vermekten usanmaz”. Tövbede esas olan pişmanlıktır ki, anladığımız kadarıyla siz bu pişmanlığı iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Buna göre Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden, günahlarımıza tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Ama diğer yandan da, bu günahlardan uzak kalma adına fevkalade bir gayret göstermeli ve çokça dua etmeliyiz. Ve söylediğimiz gibi, eğer bir çözüm arıyorsak bunu vazifeden kaçmada değil, irademizin hakkını vererek durumumuzu ıslah etmede görmeliyiz.
Hadiste “Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30) buyurmaktadır. Bu hadisi şerif sahih midir? Sahih ise nasıl anlamalıyız?
Hadis sahihtir. Her âdemoğlu, günah işlemeye müsait yaratılmıştır. İstese de istemese de o günah işleyecektir. Allah, insanı günah işlememesi için yaratmamıştır. Bunun için yaratsaydı onu günaha tamamen kapalı halde yaratırdı. Fakat Allah (c.c), günaha açık kulunun, günaha karşı nasıl tavır koyduğunu ve günah sayesinde nasıl yükseldiğini, Kendisine nasıl yaklaştığını görmek istemektedir. Bunun için şeytanı ve günahı yaratmıştır. Yani şeytan ve günah bir tahrik edicidir. İnsanı Allah’a yaklaştırıcı bir tahrik edici..
Başkalarının kusurlarını araştırmak sadece ayıp değil, inancımıza göre günahtır da. Birgün sevgili peygamberimizin huzuruna bir kadın geldi ve O’na ‘Ben kötü bir iş yaptım… Çok günahkarım, cezalandırılmam gerekir.’ dedi. Peygamberimiz de; ‘Git, iyi düşün…’ diyerek, yaptığı işten gerçek pişmanlık duyan bu kadına ceza vermek istemedi. Ve kadının tekrar tekrar ısrarlı itirafına; aynı şekilde cevaplar verdi. Bazı ihlaslı, inancında samimi kişiler vardır. Yaptığı hatadan dolayı büyük pişmanlık duyar. Hatalarını hatırladıkça kahrolur. Kendisini affettirebilmek için; için için ağlar, gözyaşlarını içine akıtır. Böylesi insanların Allah katındaki mevkileri çok yüksektir. İnsanların, işlediği kendi günahlarını başkalarına tekrar tekrar anlatarak ifşa etmeyi bile yasaklayan yüce Allah, başkalarının kusurlarını, merakla araştırıp, ortaya çıkarmayı elbette ki hoş görmez. Zira; olgunlaşmış inançta aslolan, başkalarının günahları araştırmak değil, onları örtmektir. Herkesin küçük-büyük birtakım hataları vardır. Olabilir. Fazla meraklı olup da başkalarının hatalarını araştırmak, dile dolayıp dedikodusunu yapmak dinimizde yasaktır. Allah’ın ve Rasulü’nün sevmediği bir davranıştır. Emirlerine karşı gelmektir. Haramdır.
Günahlar karşısında en büyük tahassüngahımız (sığınma yeri) olan tevbe mevzuunda, şu hususlara dikkat etmek kalbî ve ruhî hayatımız için çok ehemmiyetlidir:
1. Günah karşısındaki tepki
Bu, insanın o andaki ruhî durumu ile yakından alâkalıdır. Öyle an olur ki, işlediğiniz bir günah karşısında başınızı yere koyar, feryâd u figan eder, dua dua yalvarır, günahınızın afvını dilersiniz. Öyle an da olur ki, ne ağlamalarınız ne de ah u vahlarınız sizi tatmin eder ve feryadlarınız içinizdeki yangını söndürür. Ama, ümid edilir ki, içinizde sizi sürekli rahatsız eden bu hüzün, tevbe adına, Allah katında daha makbul ve daha geçerli olur…
Çarşı-pazardan geçerken, istemeden gözünüz ağyara kaydığında, şayet sizde şöyle düşünceler hasıl oluyorsa: “Ahh! Ben ne yaptım! Vücudumun bütün zerreleri adedince, her an Allah’a müteveccih olmam gerekirken, bakışlarım ağyara kaydı ve günah işledim. Halbuki gözlerimi kapayabilirdim. Yolumun uzaması pahasına daha selâmetli ve emin bir yolu tercih edebilirdim vs.” ve hemen oralarda bir namazgâh bulup başınızı secdeye koyarak ah u vah edip inleyebiliyorsanız, veyahut içinizi kaplayan hüzünle dünya size dar geliyorsa, hakiki tevbeyi yakalamışsınız demektir. Evet tevbe, aslında, bir nedamet, pişmanlık ve bir iç yangınıdır.
Bu itibarla da, önemli olan günahlarla beraber olmayı yılan ve çiyanlarla beraber olma kabul etmektir. Mü’minin günaha bakışı budur ve bu olmalıdır. Aksi takdirde günahın âkıbetinden ve neticesinden şüphesi var demektir.
Her günahın, bir iç nedametle kalbin ritimlerinin ve damarlardaki kanın cereyan ve cevelanının değişmesi şeklinde bir mukabele görmesi çok önemlidir.
2. Günahın kısa ömürlü olması
Bir yerde sürçüp günah işlediğiniz ve günah atmosferine kaydığınızda, hiç vakit kaybetmeden kalkıp tevbe ve istiğfar ile arınmalısınız. Arınmalı ve kesinlikle bunu tehir etmemelisiniz. Çünkü bir saat sonra sırtınızdaki bu Kafdağı’ndan daha ağır yükle, Rabbinizin huzuruna gitmeyeceğinize dair elinizde bir senet yoktur. Nezih ruhlar, işledikleri günahlardan temizlenmedikten sonra, rahat edemez ve onların gözlerine uyku girmez…
Günaha bir saniye bile ömür bağışlamak şahsın kendi aleyhindedir. Ve bundan daha önemlisi de, Allah’a karşı yapılan bir saygısızlığa karşı, saygılı olmak demektir. Hiçbir günahın bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Zira o, tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan haline gelir. Ve bir defa lekelenince de kalp artık yeni lekelere açılır. Böylece insan fasid bir daire içine düşer. Her günah yeni bir günahı doğurur ve nihayet “Bel râna ala kulubihim; Hayır hayır, onların kalbi pas bağladı” (Mutaffifin, 83/14) sırrı zuhur eder.
Bundan dolayıdır ki, insanlardaki duygu ve düşünceyi daima bu zemine çekip, onlara bu hakikatleri anlatmak ve onları günahlar karşısında hüşyar ve uyanık hale getirmeye çalışmak çok önemlidir. Hatta gücünüz yeterse veya bir kuvve-i kudsiye-i velâyetiniz varsa, günahın çirkin yüzünü onlara göstermelisiniz, göstermeli ve onları o günahlardan vazgeçirmelisiniz.
Evet, kalbi hüşyar ve uyanık, ruhu duyarlı insanlar âdeta her günahın, beraberinde getirmiş olduğu bir iğrenç kokuyu duyar gibi olurlar.
3. Günahı kerih görmek
Günaha karşı yapacağımız tevbelerde, en önemli unsurlardan biri de günahı kerih görmektir. Kerih görülemeyen bir günahtan, yılandan-çiyandan kaçar gibi kaçma azmi görülemez. Kaçamayınca da bir daha o günahı işlememe azmi ve cehdi ile tevbe etmek mümkün olmaz. Meselâ, nasıl ki, elinizde çok nadide bir kristal vazo bulunsa ve siz onu düşürüp kırsanız, ellerinizi dizlerinize vurur, ah u vah eder ve teessür duyarsınız. Aynen öyle de; işlediğiniz her günahla, elinizdeki hayat fanusunuz kirleniyor, kırılıyor demektir. O halde en az maddî bir kristalin kırılması karşısında duyduğunuz teessür kadar, işlediğiniz günah karşısında da teessür duymanız iktiza eder. Aksi halde günahı hafife alıyor ve önemsemiyorsunuz demektir.
4. Günah-tevbe dengesi
Her günah, kendi derinliği, çirkefliği, iğrençliği nisbetinde bir tevbe ister. Zira her günah zift dolu bir kuyuya düşmek gibidir. Böyle bir kuyuya düşmek çok kolaydır ama, çıkmak büyük bir gayret ister.
5. Günahı günah olarak bilmek
İçimizden, günahın hükmüne itiraz adına geçen her düşünce, en az o günahı irtikâp etmek kadar günahtır. Mesela, zina yapan bir insanın, zaman zaman içinden: “Allah bu zinayı niçin yasak etti? Ne güzel istifade ediyorduk” diye geçirmesi veyahut haram-helal demeden yemeye içmeye alışmış bir insanın, “Keşke kul hakkı diye bir şey olmasaydı ne güzel olurdu” şeklinde düşünmesi günahı irtikâp etmekten daha büyük günahlardır.
O halde günahlara karşı tavır almalı ve kendimizi şöyle şartlandırmalıyız: “Ey günah, boşuna yorulma, kapılar sürmelidir; içeri giremezsin.”
Günah hususunda Bediüzzaman Hazretlerinin şu teşbihi çok manidardır: “Günahtan yılandan, çiyandan kaçar gibi kaçınız” der. Burada yılan ve çiyan tabirinin yerine arslan veya kaplan tabirlerinin kullanılmaması dikkat çekicidir. Zira, arslan ve kaplan yiğitçe ve mertçe saldırır. Daha gelmeden onu hisseder ve ona göre tedbirinizi alabilirsiniz. Fakat, akrep, yılan ve çıyan öyle değildir. Onların ne zaman ve nereden saldıracakları belli olmaz. İşte günah da böyle akrep ve çıyan gibi kalleştir.
Hasılı günahlara karşı daima teyakkuzda bulunmak mü’mi-nin şiarı olmalıdır. Unutmayalım: GÜNAHLARA KARŞI TEYAKKUZ, ALLAH’A KARŞI VEFALI OLMAK DEMEKTİR.
Günahı günah olarak bilme mes’elesine “Eznebe abdî zenben…ilh” hadisi zaviyesinden de bakabiliriz. Yani kulun tekrar tekrar günah işleyip Allah’ın da her seferinde affetmesini ifade eden hadisi. Şöyle ki: Zenb ve zeneb ikisi de aynı kökten gelir. Zenb, günah; zeneb ise kuyruk demektir. Buna göre: “Günah işledim Rabbim” diyen kul: “Ey Rabbim ben yine bir kuyruk taktım. Şu halimle Sen bana ister kuyruklu bir tilki, ister insanları sokan bir akrep, istersen de kuyruğu kendinden bir yılan nazarıyla bak! İşte ben oyum.” Yani kul, günahını itirafla, kendisine bahşedilen insanî seviye, insanî makâmâtı âdetâ tezyif ve tahkir edip bir kenara attığını, iradesiyle hayvanlığı benimsediğini ve o seviyeye düştüğünü itiraf ediyor.
Günah işlediği halde onu sezemeyene gelince, o zaten “kel en’ami belhüm edall” (A’raf, 7/179) tokatını yemiş ve hayvandan da aşağı bir dereceye düşmüştür. Nitekim geçmiş yıllarda Avrupa’da gençler arasında yapılan bir anketin sonuçları, bu hükme güzel bir misal teşkil eder ki; o anketin neticesinde, Avrupa gençliğine ait tesbit edilen özellikler, serseri bir sokak köpeğinin özellikleriyle aynı çıkmıştı. Zira, hakikatten başka her yol, hakikatten başka neticelere götürür…
İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibariyle de dikkatli yaşamasını bilmelidir. Mesela, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa, dikkat çeker diye onu gizler.. yakası kıvrık kalmıştır, pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda, ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde de hemen harekete geçmesi lazımdır.. harekete geçip onun çaresine bakması, yoluna koyması lazımdır.
Mesela, göz yoluyla kalbe bir şey gelebilir; kulak veya ağız vesilesiyle kalbe bir şey bulaşabilir. İnsan görünüşündeki dağınıklık kadar, belki ondan daha fazla, gönül hayatındaki bu tür dağınıklıklara dikkat etmeli ve devamlı hassas yaşamalıdır. Hiç olmayacak şekilde, mesela konuşurken ağzından kaçırıverirsin: “Filanca yüzüme bakarken biraz aval aval baktı.” O şahıs kendisine söylenince bundan rahatsızlık duyacaktır. Hemen arkasından koşup, ona yetişip “Ağzımdan bilmeyerek böyle bir şey çıktı, hakkını helal et.” demek icap eder. Aynen bunun gibi, “Niye hava soğuk?” diye aklından geçti. Hemen arkasından “Estağfirullah ya Rabbi, Senin soğuğuna, sıcağına karışamam.” demelidir.
İnsan, üstünebaşına, yakasınapaçasına dikkat ettiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla Allah’ın ölçüleri içinde O’nun sevimsiz kabul ettiği şeylere karşı da teyakkuz halinde yaşamalıdır. Bazı hassas tipler vardır. Giysisiyle, oturduğuyattığı yeriyle düzen arayışı içindedirler. Ama ruhi hayatında o kadar duyarlı değildirler. Bazı insanlar da düzensizdir, çevresi, eşyaları karışıktır. Fakat, ruhî hayatı itibarıyla fevkalade bir insandır. Bunlar birbirine uymayabilir. Ama bazıları da var ki, hem dış görünüşü itibarıyla, hem de iç hayatı, ruhî ve kalbî yönüyle her zaman hassastır, duyarlıdır. Herhalde en iyi insan da odur: İçdış ahengi mevzuunda fevkalade hassas ve duyarlı yaşayan, eğribüğrü şey görmek istemeyen insan… Bu çok önemlidir.
İnsana bazen bazı şeyler ağır gelebilir. Fakat aklımızdan geçen şeylerden dolayı bile, marzı ilahîye (Allah’ın rızasına) muvafık değildir korkusuyla, günah işlemiş gibi davranılmalı. Günah dediğimiz şeyin sürekli kendisini hissettirmesi müminin kalbinin cilasındandır. Çok parlak bir kalbe bir kere bile kir düşmüşse aradan elli sene geçse dahi o kalbin sahibi, o günahı sanki o gün işlemiş gibi duyar. Günaha karşı koymanın en güçlü yolu da budur. Bir kere yapmışsa bir masiyet, onu yeni yapmış gibi vicdanını incitici olarak bulur. “Keşke” der. “Keşke” Bu önemlidir. Siz günahınızı unutursanız o, öbür tarafta başınıza gâile (dert, felaket) olur. Allah’ın rahmeti unutulmamalı, günah da unutulmamalı. O’nun affediciliği unutulmamalı; ama günahın çirkinliği de unutulmamalı. Mümin, bir kere hata etse bir ömür boyu onun için gözyaşı döker.
Geçmiş yıllarda büfede çalışırken turistlere normal fiyattan fazlasına mallar sattım ve oradan elde ettiğim parayı kendim kullandım. Ama yıllar sonra şimdi çok pişmanım ama iş işten geçti. O turistleri bulmam imkânsız zira adlarını dahi bilmiyorum. Şimdi sorum şu, yarın hesap günü hesaplaşırken bu kişilerden bir bir helalleşmek için senin imanını istiyorum deme hakkı var mı ya da hesaplaşmada bire bir ne kadar para dolandırdıysam o kadar mı vermem gerekir?
Cevap: Geçmişte yapılan hata ve işlenen günahlardan dolayı yapılacak üç şey vardır: tevbe istiğfar etmek, hak varsa hakkı yerine ulaştırmak, bir daha aynı günaha yaklaşmamak.
Şimdi birincisi, tevbenizi yaparsınız, namazlarınız da bir tevbedir. Namazdan sonra dualarınıza tevbelerinizi ekler, bir daha işlememek için yalvarırsınız.
İkincisi, tahminen ne kadar hakkın üzerinize geçtiğini düşünüyorsanız, o kadar parayı gücünüz yettiğince, o hakkını yediğiniz insanlar adına, sevabı onlara gitmek üzere hayra sevk edersiniz. Muhataplarınız gayrimüslim idiyseler, siz yine üzerinizden yükü atmak için bir miktar para hayra verir ve bununla da onların hidayetini dileyebilirsiniz.
İnsan, kul hakkı yediği için sürekli cehennemde kalacak diye bir umumi hüküm yoktur. Alacaklıların ötede insanın imanını almaları, çalmaları diye bir şey de yoktur. Fakat alacaklıların, insanın iyiliklerini alıp bitirmesi söz konusudur. Bununla beraber, Allah dilerse kulunun iyi haline bakarak, alacaklıları razı edebilir, fazlından lütfundan ekstra lütuflarda bulunabilir. Ancak burada ekstra lütuflara bel bağlanılmamalı, yapılması gerekenleri bihakkın yapmaya çalışmalıdır. Kul, üzerine düşeni imkânları nisbetinde yaparsa Allah da ötede sürpriz inayetlerde bulunabilir. Ümidinizi kırmayın, amellerinize ve güzel faaliyetlere devam edin. Allah istikametinizi bozmasın, afiyet ve hidayetinizi arttırsın…