Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahlak ile ilgili 20 Soru Cevap-1
- Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2
- Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)
- Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3
- Kandiller 17 Soru Cevap
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2
- Melekler Soru Cevap-1
- Melekler Soru Cevap-2
- Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)
- Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
Sorular ve Cevaplar
Ruh, Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği gibi bir kanun-u emrîdir.[1] Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlıktır ve âlem-i maddîden değildir. Şimdi, bu iki âlemi kısaca izah etmeye çalışalım:
Âlem-i maddî (veya âlem-i şehadet), gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Allah (celle celâluhu) değişik türden varlıkları bu âlemde var eder, öldürür, diriltir, renklendirir, soldurur ve sürekli farklı şeyler gösterir. Meselâ O, küre-i arzı, üzerindeki ağaçları, ağaçlarda dalı budağı, dalda budakta yaprağı, yapraklar arasında meyveyi halk eder. Bütün bu ibda, inşa ve ihya ve imateler, O’nun âlem-i şehadetteki kudret ve iradesinin fizikî eserleridir.
Âlem-i emir ise maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu fizik ötesi bir âlemdir. Bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır. Maddî hâsselerle mânâyı kavrama ve yakalama ise mümkün değildir. Biz, duyu organlarımızla bu âlemin sadece maddî ve şehadet âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emir hakkında bir fikre sahip oluruz. Meselâ, maddî âleme ait olan tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Aslında tohum âlem-i şehadetten bir varlıktır; ancak bu tohum içindeki ukde-i hayatiye ve canlanma, neşv ü nema bulma istidadıyla fizik ötesi âleme de açıktır. O, müsait vasatı bulduğu, yani toprağa atıldığı, güneşlendirildiği, sulandığı ve havalandırıldığı zaman, ondaki o ukde-i hayatiye açılıverir ve rüşeym, topraktan başını çıkarır. Derken bir filiz oluverir. İşte bu, ondaki nümüv (bitme) kanunundandır. Ağacın yaprağı, çiçek ve meyvesi hep bu nümüv kanunuyla meydana gelir. Fakat biz bu kanunu göremeyiz. Sadece bu kanunun âsârını görebiliriz.
Anne karnında cenin de Allah’ın bu kanunuyla varlığa erer, sperm gelir, yumurtanın içine girer, yumurta kapanır. Daha öncesi de var; spermin gelmesi için prostat bir kısım usâre ifraz eder, vasatı kaygan hâle getirir ve canlının rahat hareket etmesini sağlar. Sonra yumurta ince bir yerinden kapı aralar, bu misafiri kabul eder gibi ona hoşâmedîde bulunur. O, içeriye girdikten sonra da “Artık kimseyi almam!” deyip kapıyı kilitler. İşte bütün bunların içinde hükümferma olan kanunlar vardır ki, bu kanunlara ilmü’l-ecinnede cari kanunlar (Embriyoloji kanunları) denilmektedir. Bunun gibi bir de kütleler arasında birbirlerini çekme ve itme kanunları vardır ki, âlem-i emir denildiğinde işte bütün bu tür kanunlar kastedilmektedir.
Ancak bütün bu kanunlar şuursuzdur. Şuursuz olan bu kanunların verâsında Allah’ın ilmi ve iradesi vardır ve O, bunları ilmiyle, iradesiyle idare etmektedir. İnsandaki ruh da bu kanunlar cinsinden bir şeydir. Cisimleri birbirine çeken iten (câzibe-dâfia) kanunu ne ise, insandaki ruh da aynı cinsten bir kanundur. Bir tohumda rüşeymi tahrik eden, onun neşv ü nema bulmasını sağlayan kanun ne ise, insandaki ruh da aynı kanundur. Anne karnını hazırlayan, ceninin orada gelişmesini temin eden hangi kanun ise insanın ruhu da işte öyle bir kanundur. Fakat insandaki bu kanun şuurludur. Aradaki fark da budur. Onun için Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’e bu meseleyi anlatırken, قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبّ۪ي (İsrâ sûresi, 17/85) demektedir.
Burada bir hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Allah Resûlü, hulâsa-i beşer olarak, “Ruh, benim Rabbimin emirlerindendir.” demek suretiyle kâinattaki cari kanunlar değil de beşere ait bu zîşuur kanunun hususiyetini anlatmaktadır; evet, onun aklı ve şuuru vardır. İçine girdiği cisimde hayat ve nizam hükümfermâ olur; içinden çıktığı zaman da mekanizma bozulup tefessüh etmeye durur. Ervah ile münasebet kuran binlerce insan, bunu görüp bilmektedir. Hususiyle de bunların tecrübelerinin yapıldığı günümüzde bu meseleleri inkâr etmeye asla imkân yoktur. Bugün pek çok mülhit, sadece bu meseleleri müşâhede ile imana gelmektedir.
Soru: Rüyada iken ruh cesetten ayrılır mı?
Rüya, âlem-i misale açılan menfez ve kapılardan, misal âlemine ait temessülâtı seyretmek demektir. Rüya ile şehadet âleminden alâkası kesilen insan, kendisini tenteneli bir perde gibi çepeçevre saran bir çeperin aralıklarından, âlem-i misale doğru nazarını çevirmesi ve nazarına misal ve berzah âleminden bir kısım levhalar aksetmesinden ibarettir. Ancak her rüyada böyle olmayabilir. Meselâ, şuur altı hâdiselerin rüyalara aksedişi böyle değildir. Siz, bir hâdisenin tesirinde kalırsanız, mütemadiyen rüyada onu görürsünüz. Susayan bir insanın kendisini, çağlayanların kenarında, aç bir insanın kendini ekmek fırınında görmesi bu kabîldendir. Bazen de bir kısım müheyyiç hâdiseler, o türden görüntülere sebebiyet verebilirler. Öyle ki insanın yaşadığı bir kısım olaylar belli kalıplarla rüyalarda da devam ederler. İnsan bunları âdeta görme mecburiyetinde kalır gibi olur. Bunların da bir hakikati yoktur ve bu görüntüler hiçbir mânâya delâlet etmez. Biz bu iki sınıfı, –Kur’ân-ı Kerim’deki ifadesiyle– أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ (karışık düşler)[2] içinde mütalaa ediyoruz. Bu kategoride mütalaa edilen bir tür daha vardır ki, onlar apaçık şeytan ilkaatıdır.
Bunlardan başka bir de istikbale ait bir kısım hâdiselere dair insanın gördüğü rüyalar vardır ki, zamanı geldiğinde bunlar birer birer zuhur eder. Ehl-i keşif ve şuhud bunları yakazaten, bizim gibi avam halk ise rüyalarında görürler. Efendimiz, hususiyle ahir zamanda çok sadık rüyalar görüleceğini ifade buyururlar. Nübüvvetten uzaklaşıldığı, mânâ âleminde tatmin edecek şeyler azaldığı böyle bir dönemde insanlar rüyalarda teselli olurlar. Öyle de olsa ahir zamanda mü’minlerin gördüğü rüyaların çoğu sadıktır. Aslında, olmuş-olacak her şey belli sembollerle âlem-i misalde mevcuttur. Buna temessülât (misal âlemi) ve daha ötesine de âyân-ı sâbite denilmektedir.
Rüyada ruh bedenden ayrılır mı meselesine gelince ruh, madde gibi belli bir yeri ihraz etmez. Madde, boşlukta bir yer işgal eden veya hayyiz tarafından çekilen, Nevton’un görüşüne göre yerçekimine tâbi olan hacimli bir şeydir. Ruh ise bütün bunlardan müberradır. Çünkü o, âlem-i halka değil âlem-i emre aittir. Avamca anlayışımızla ifade edecek olursak, ruh, Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!”[3] demesiyle olan bir varlıktır; görüp kavrayacağınız, yakalayıp tutabileceğiniz bir şey değildir. O, şuurlu bir kanundur ve bir mânâda hayyizden müstağnidir. Bir anda değişik yerlerde temessül edebilir. Tıpkı bin aynayı güneşe mukabil tuttuğunuz zaman bu aynalar içinde güneşin temessülünü gördüğünüz gibi, ruhu da, nuraniyeti ve ruhaniyeti itibarıyla bin insanın mir’ât-ı ruhunda görmek mümkündür. Ama bu her zaman böyle olur demek de değildir. O, dilediğinde olur. Onun için Efendimiz bir gecede belki bir milyon insanın rüyasına girer ve onlara temessül eder.
Bu açıdan, ruhun bedenden ayrılması meselesi bahismevzuu değildir. Kur’ân, uykuya سُبَاتًا (Nebe sûresi, 78/9) demektedir ki, o da, değişik faktörlerden ötürü bünyeye adem-i merkeziyet havasının hâkim olması ve dinlenmek üzere, otomatikman seni uyutmayan ve gözlerini açık tutan mekanizmanın devreden çıkmasından ibarettir. Ne var ki, bu durumda da ruh, bedenle alâkasını kesmemektedir. Çünkü beden hâlâ bütün fonksiyonlarını icra etmekte ve teneffüsünü sürdürmektedir.
Öyleyse rüya hâlindeyken ruhun çıkması bahismevzuu değildir. Uykuyla insanın gözleri âlem-i şehadete kapandığı için, bu defa ruh, âlem-i gayba açılan gözlerle âlem-i misali müşâhede etmektedir. Evet, ruhu iyi anlarsak rüya hâlindeyken onun bedenden ayrılmadığını da anlamış oluruz.
Soru: Bâki âlemde mücâzât veya mükâfatı ruh ve ceset beraber mi görecek?
Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak cesedin ruhla beraber haşr ü neşrine inanıyoruz. Bazı mutasavvife, tamamen spritüalist (ruhçu) bir görüş sergileyerek, ceza ve mükâfatı sadece ruhun göreceği kanaatindedirler. Bazı diyanet mensupları da bu inanca sahiptirler. Bir kısım Grek filozofları da böyle düşünmektedir. Daha sonra gelen Neoplatonist (Yeni Eflatunculuk) düşünürlerde bu kanaatin tesiri görülür. Maktul Sühreverdî, Hallac-ı Mansur, az dahi olsa Muhyiddin Arabî Hazretleri gibi bazı önemli zevatın sözleri, dîk-ı elfâz sebebiyle aynı şeylermiş gibi anlaşılmıştır. Hatta İmam Gazzâlî’nin de öyle düşündüğünü zannedenler çıkmıştır. Ancak, bütün bunlara rağmen Ehl-i Sünnet, ruh ve cesedin beraber haşrolacağı hususunda ittifak içindedirler.
Rasyonalist felsefeciler, “İnsanların hayatları da tıpkı bir marula benzer. Marul, toprakta gelişip büyüdükten sonra çürür. Daha sonra toprağa karışarak gübre olur. Gübrelenmiş bu toprak üzerinde yeni marullar biter. Bu marullar, insanlar tarafından yendikten sonra onların vücutlarında yerlerini alırlar. Daha sonra da ölür ve toprağa karışarak başka marullara gübre olurlar.” diyerek alaylı bir şekilde haşr ü neşri tamamen inkâr etmişlerdir.
Kanaat-i âcizaneme göre karmakarışık gibi görünen bu meseleyi bugünkü atom anlayışıyla telif etmek mümkündür: Her şeyden önce ruhun mekânla mukayyet olmaması prensibiyle hareket edildiğinde bir cismin küçültülmesi veya büyütülmesi, onun kendine ait vücudun zerrâtıyla münasebet kurması gayet basittir. Meselâ, vücudumuzun 1.75 m. boyunda ve 80 kg. ağırlığında olduğunu düşünelim. Bu vücudun bir hacmi vardır ve vücudun bütün hücreleriyle ruhun bir münasebeti söz konusudur. Bu vücudu küçültüp atom kanunlarına ait mesaili bertaraf etseler ve o vücut, bir yüksüğün içine girecek kadar küçülse –ki daha küçük de olur– ruh, yine o cesetle tam bir münasebet içindedir.
Şimdi çevirip tam tersini söyleyelim. Vücut çok büyüse, bir bulut gibi olsa ve 50 km. çapında bir yeri işgal etse de, ruh o cesetle yine münasebet içinde olacaktır. Ruh kendisine ait cesetle denizin dibinde, arşta, ferşte, sera ve süreyyada da olsa cesetle münasebetini devam ettirecektir. Binaenaleyh zerrâtın dağılıp değişik yerlere gitmesi meseleyi cerh etmez.
İkinci olarak, pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahsederler. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste “acbü’z-zeneb” (kuyruk sokumu) kemiğiyle ifade edilen[4] bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah, insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlara bağlı haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri câmî olan bu zerreler kim bilir belki de genlerdir. Eğer öyleyse, Hz. Âdem’den bu yana bütün insanlardaki genler bir araya getirilse, bir yüksüğü ya doldurur ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır.
İşte insanın vücudundaki bu zerrât-ı asliyedir ki, cesedin esasını teşkil ederler. Allah, insanı bu zerrât-ı asliyesi ile haşredecektir. Sair zait zerrât, bu zerrât-ı asliyenin etrafında toplanır, haşr ü neşr öyle olur ve problem kalmaz. Evet, Allah, bir ruh, bir de asıl zerrelerle haşreder ve herkesin asıl zerresini her zaman üçüncü olarak, bizim de arz u semanın da maddî yapısı tamamen değişeceğinden insana ait parça-altı veya parça-üstü bizim öz ve usâremizle bizleri haşr ü neşr edecektir.
Mesele muhit olan ilm-i ilâhî açısından ele alınacak olursa; biz belki zerreleri karıştırırız ama ilm-i ilâhînin cüz’iyata dahi taallukunu düşününce hiçbir problem kalmaz. Allah ilmiyle, meselâ uranyum atomunun içindeki elektron ve protonunun sayısını, dönüşünü bilir ve onları nizam içinde tutar. İşte bizim, “Her şeyin zerrelerini muhafaza eder.” dediğimiz Allah, böyle bir Allah’tır. Aksine bu iş, bize havale edilse, el ele verip bir adamın zerrâtının muhafazasına çalışsak yine de karıştırırız. Evet, bu iş, Allah’a ait bir iştir.
[2] Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/44.
[3] Bkz.: Yâsîn sûresi, 36/83.
[4] Buhârî, tefsîru sûre (78) 1; Müslim, fiten 141-143.
Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nev’i kışla ve bekleme salonu olan Berzah Âlemi’ne giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar. Dünyadaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur’ân ları, Allah (c.c.) yolundaki hizmetleri, tesbihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet’e ait pencereler açılır; nazarlarına en lâtif sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve cennetlerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara cehennemler gösterilir. Biri, kıyamet’in bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyamet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (c.c.) bilir.
Berzah Âlemi’ne intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (c.c.) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (c.c.) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliya vardır. Efendimiz (s.a.s.), Bedir’de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, “Allah’ın size va’d ettiği şeyleri gördünüz mü?” buyurmuşlardı…
Âlî ve yüce ruhlar içinde Berzah Âlemi’ndeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbni Arabî (r.a.), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Süyûtî, Efendimiz’le yakazaten 70 defa görüştüğünü ve Ahmed Rufâi Hazretleri de, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhari (r.a.)’nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murakabe ile rivayetlerinin doğru olup olmadığını Rasûlullah (s.a.s.)’a arz ettiği nakledilen haberlerdendir… Rüya yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
Bir bakıma kıyamete kadar ayaklarında bir nevî zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyaya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında “geldi” denenler ruh olmayıp cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyayı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri takip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.
Hadîs-i Şerifler, Ümmet-i Muhammed’i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete dâvet etmektedir. Ayrıca, günümüzde Parapsikoloji’nin de ortaya koyup kabul ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kasdıyla mezarına girip çıkabilir. Binaeanaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdaheleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhalde o ruhu rahatsız ve ta’ciz edecektir. Günümüzde bunu teyid eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara’nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifâde etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzûda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında “üsture-hurafe” derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.
1. Gelecekte olacağı söylenen şeyler, Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle söylenmiştir
Geleceğe ait dersi her şeyden önce yine gelecek verebilir. Zaman, gelecekte gösterecekleri ve getirecekleri ile en mevsuk ve sağlam bir habercidir. Bir insan yaşamadan yaşayacağını yaşayamaz ve yaşayamadığı şeye bihakkın vâkıf olamaz. Bu yüzden, geçmişin belgesi çoktur da, geleceğe ait herhangi bir belge yoktur. Gelecek adına, ancak isabet şansı çok zayıf olan tahmin ve zanlarda bulunabiliriz. Fakat, çok tabiî olarak ilm-i ilâhî noktasında durum hiç de böyle değildir. İlm-i ilâhînin yanında geçmiş, hâl ve gelecek olmadığı gibi, bütün bunlar iç içe bir nokta olarak kalır. Bu sebeple, gelecek adına zan ve tahminle değil de, kesin ve kat’î ifadelerle “Olacak, göreceksiniz…” deniyor ve söylenenler de aynen çıkmış ve çıkıyorsa, o zaman bunu ancak Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle açıklayabiliriz.
2. Zaman ve mekânı aşmak, kalb ve ruhun derece-i hayatına girmekle mümkündür
Zaman ve mekânı aşmak, ancak zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan ruhla mümkün olabilir. Çünkü ruh, zaman ve mekânlar âleminden değil, emirler ve kanunlar âleminden olduğu için, bizzat kendisi gittiği gibi, kılıfı ve elbisesini bile çok yerlere gönderip, temessül ettirebilir. Ayrıca, zamanın zaptına, mekânın hapsine ve maddenin kesafetine bağlı bulunmayıp, serbest, âzâde ve aynı zamanda şeffaf ve latîf bir varlık olduğundan, ileride meydana gelecek hâdiselerin onun ekranına aksedişi de başka türlü olacaktır. Elverir ki, kişi bedeninin baskısından sıyrılıp, kalb ve ruhun hayatına girerek ruhunu geliştirsin, inbisat ettirsin ve başka âlemlerle münasebet kurmaya biraz gayret sarf etsin.
3. Peygamberler ve evliyâullah, ilmini Allah’a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir
Evliyâullah, ilmini Allah’a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyamete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak’ası (Cemel Savaşı), Hz. Osman’ın şehadeti ve Hz. Fatıma’nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece birkaçıdır.
Bu tür haberlerin bazıları açık ve tevile ihtiyaç duyulmayacak kadar vâzıhdır. Bir kısmının hakikatine ise, ancak Kur’ân’ın müteşabihatı nev’inden tevil ve tefsirlerle yükselmek mümkün olabilir. Bir diğer kısmı da, ancak ehl-i tahkikin anlayabileceği türdendir. Daha sonra, ehlullahın bunlardan yaptıkları istihraçlar ve bunlara dayanarak vardıkları hüküm ve haberler ise, ya doğrudan Kur’ân’a ve Aleyhissalâtu vesselâm’ın sünneti ve ifadelerine ya da mişkât-ı nübüvvetin vesâyâsı altında kendi gönüllerine ve ruh dünyalarına esip gelen ilhamlara dayanmaktadır. Bunların her biri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilm-i ledünnîsinden, gönül kabının hacmine göre bir şeyler doldurur ve bu suretle bazı hakikatlere nigehbân olurlar.
Evliyâullah, gelecekle ilgili hakikatleri görürken bazen mesafeyi tam ayarlayamadıklarından, neticede tespiti tam yapamazlar. Bazen de hâdiseleri semboller hâlinde görürler.. Allah, (celle celâluhu) kendilerini bu türlü hâdiselerin yorumuna muttali kılmadığı için tevil ve tefsirde hataya düşerler. Onlar tefsirle alâkalı bir şey söyler; hâlbuki murad-ı ilâhî başkadır. Aynen rüya tabirlerinde olduğu gibidir bu. Meselâ, rüyanızda bir elma görür ve “Allah bize lütufta bulunacak, maddî-mânevî tatlılık göreceğiz.” der ve öyle tabir edersiniz. Oysaki, elmanın misal âleminde sembolize ettiği hakikat, heva ve hevesin kuvvetlenmesi de olabilir. Yine, rüyada bir eve Cebrail’in (aleyhisselâm) girdiği görülür, ilâhî esintiler, yümün ve bereket gelecek diye beklenir; hâlbuki o, yüce bir ruhun öbür âleme çağrılmasını temsil ve ifade ediyor da olabilir… Bu mevzuda verilebilecek misaller pek çoktur.
Veliler için de durum böyledir. Gelecek adına aldıkları sembolleri tevil ederler, fakat tevilleri aynen çıkmayabilir. Meseleyi bir çekirdek hâlinde görür, tevilini çekirdeğin ağaç hâline göre yapar ve yanılırlar. Bu yanılma, peygamberler dışında herkes için vâkidir. Peygamberlerde de benzer bir yanılma vukû bulacaksa, onu daha önceden Allah (celle celâluhu) düzeltir. Çünkü peygamberler, ümmetleri için mutlak taklit edilmesi gereken önderlerdir. Eğer hataları hemen düzeltilmezse, bu hatalar bütün bir ümmete sirayet eder.
Gözü yaratıp -sınırlı da olsa- tenezzühü için uzanabileceği dünyaları var eden Allah (celle celâluhu), elbette gözün kumanda edicisi ruha da kendi âlemine has seyahatler yaptıracak ve ona madde ötesine has misalleri, sembolleri, levhaları ve geleceğe ait sayfaları gösterecektir.
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne Kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam’la Mısır’ın fethinden, Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hâdiseden rumuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat’ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad’a müyesser olacağı anlatılır. Dünyaya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz’in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, Müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var.” der.
Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan’ında Ankara’nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yan yana dizildiğinde “elif, nun, kaf, ra, he – انقره ” Ankara’yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram’dan bahisle de, Ankara’nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.
Mevlâna, yedi yüz yıl evvel, “Çok küçük canlılar görüyorum; ağızları var ve yiyiyorlar.” diyerek mikrop veya bakterilere işaret ediyordu.
Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971’de bir muhtırayla ordunun Türk siyasî hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine “Ne zaman?” diye soranlara da cevabı, “12 Mart” olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.
Velilerin bu ve benzeri gelecekle ilgili ihbarlarını hangi fizikî gerçeklikle ve hangi atom kanunuyla veya nasıl bir göz, ya da beyinle izah edebiliriz? Hayır.! Bu tür hâdiseleri, geleceğe uzanan ruhun -Allah’ın (celle celâluhu) inayet ve izniyle- önceden haber alması dışında başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.
Telestezinin bir kolu olarak gelecekten haber verme meselesi, kâhinlerde, medyumlarda ve falla uğraşan kâfir kişilerde dahi görülebilir. Bu mevzuda, dünya matbuatında anlatılan sayılamayacak kadar çok hâdise vardır. Meselâ, Amerikan mecmuaları, Madam Gibson adlı bir kadının yıllarca dünya mukadderatına dair pek çok şeyleri önceden haber verdiğini neşrettiler. Bu kadın, Kennedy’nin öldürüleceğini, Hindistan ve Pakistan’ın 1947 yılında ikiye ayrılacağını ve Albayın Pakistan’da kalacağını daha bu hâdiseler olmadan evvel haber vermişti. Hatta Ankara’daki zelzeleden bile bahsetmişti. Kadın veli değil, fakat Hakk’ın izni ölçüsünde gayba ittılaı var. Bazı ruhlar, bu duruma müsaittir. Bunlar trans hâline geçip, kendilerine has şeyler yapar ve söylerler. İster cin, ister şeytanla ve ister habis, ister tayyib bir ruhla olsun, fizik ve madde ötesiyle temas kurar ve haber verirler. Her hakikati maddede arayan ve hep “tabiat, doğa” deyip duranlar, bugün dedikleriyle beraber çatırdıyor ve maddeleriyle beraber yıkılıp gidiyorlar. Ruh ise, her yerde varlığını koruyor.
4. Hiss-i kable’l-vukû meydana gelmeden önce bir hâdiseyi hissetme; telepati (telestezi)
Her insanda, yakın veya uzak gelecekte olabilecek hâdiseleri şimdiden hissetme duygusu az çok vardır. Birisini içinizden geçirirsiniz; bir de bakarsınız ki, birkaç dakika sonra o kişi kapınızı çalıyor. Yine, aklınızdan bir şey geçer, bir başkası onu hemen yapıverir. Aranızda belli mesafe olan bir insanla nasıl, neyle, hangi telsiz ve telefonla irtibat kurdunuz da bu hâdiseler oluverdi? İşte yukarıda temas edildiği üzere, kişinin kendisiyle konuşmasını, yani nefsî konuşmayı yapan nasıl ruh ise, bu bağlantıyı kuran da ruhtan başkası değildir. Bunu madde ile izah etmek mümkün olamaz.
5. Cenâb-ı Hak, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur
Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “Mânâyı madde ile idam ettim.” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyadan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzuda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrit edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tespit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tespit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
Evet mesele, pozitif hüviyette bile, en maddeci insanların elinde bu kadar hüsnü kabul ve itibar görmektedir. Bu demektir ki, nebinin mucizesini, velinin kerametini ve ruhun hissetme ve sezmesini inkâra yol yoktur. Bu demektir ki, bu harikulâde şeylerden bir tanesi olsun devrimizde alâka ve kabul görüyorsa, o hâlde, artık mucizeye sırt çevirmek imkânsızdır. Üniversite mehâfil ve kürsülerinde ve entelektüel çevrelerde her nasılsa kendine yer bulan birinin velinin kerametini ve hiss-i kable’l-vukûunu halüsinasyon deyip reddetmesi, bundan böyle söz konusu olamayacaktır. Asrımızda mekanik fiziğin duvarları çatırdamakta ve fizik eski kaideleri itibarıyla âdeta yıkılmaktadır.
Kim bilir, belki de yakın bir gelecekte fizik ve tabiatın aslen kendi ötelerinde bir kısım kuvvetlerin hâkimiyeti altında bulunduklarını göreceğiz. Tabiat, mânâ ve kuvvetler karşısında mahkûm olup, bir oyuncak gibi kullanılacak ve madde kendi kalıpları içine sıkıştırılarak, kendisine kabiliyet alanına girmeyen bazı şeyler de yaptırılabilecektir. Evet, madde üzerinde ruh, melâike ve madde ötesi kuvvetler hâkimdir. Ruh asıl, madde ise ona tâbidir. Ve bu tenteneli perde, maddenin verâsı, mekânla kayıtlı olmayan ruh tarafından müşâhede edilmekte ve ruh, her şeyin özünü, yani içten geçenleri okumaktadır.
Bugün, bütün dünyada ele alınır hâle gelmiş bulunan telepati, uzaklarla haberleşme ve gelecekten haber verme gibi vâkıalar, esasen kadimden beri Müslümanlar arasında bilinen şeylerdi. Fakat belli bir devrede biz, bunlara “Velinin kerametidir, yüksek ruhların keşifleridir.” derken ezilip, büzülüyorduk. “Bu, velinin insanın içini okuması, aklından geçeni söylemesidir.” diye konuştuğumuzda, “Aman alaya alınmayalım!” diye korkuyorduk. Ve “Bu, bir velinin başka bir velinin dublesiyle ittisal peyda etmesidir; ruhlarının kontak kurup, birbiriyle haberleşmesidir.” dediğimizde, hafife alınıyorduk. Şimdi ise, çok şey değişmiş ve inanmayan insanlar bile, bu ve benzeri meselelerden bahseder olmuşlar.. kitaplar, mecmualar bu kabîl şeyleri neşreder duruma gelmişlerdir. Evet, tekke ve zaviyelerde turuk-u âliyenin içinde inkişaf eden velilerin, daha vilâyet yolundaki ilk mertebeleri, kabirlerin keşfidir. Mezarın başına gelir, icabında oradaki insanın durumunu söyler veya dünyanın bir başka yerinde cereyan eden bir hâdiseyi, söz gelimi bir vapurun batmakta olduğunu haber verir ve çevresini uyarır. Velilerin söylediklerinin, telepatiyle alâkası yoktur.
Misal olarak, çocukluğumda şahit olduğum, belki yüz vak’adan bir ikisini nakledeyim. Bir defasında, o muhterem Muhammed Lütfî Hazretlerinin yanına gitmiştim. Gözlerinde katarakt olduğundan, hiç görmezdi.. yanımda daha başka kimseler de bulunuyordu. Tekkenin önüne vardık ve kapılardan birinin aralığından içeri baktığımızda karpuzlar gördük; hâliyle içimizde bir karpuz yeme arzusu uyandı. Kendisi bizi ne gördü, ne de geldiğimizi duydu. Zaten görmesine de imkân yoktu; çünkü, yukarıda söylediğim gibi, gözleri görmüyordu. Hemen kapıyı açtı, iltifat ederek, “İçeriye gelin; ben falanı çağırayım da, size karpuz getirip kessin.” deyiverdi.
Maddî sıkıntı içinde olduğum bir başka gün, üç-beş arkadaşla yine yanına gittik ve elini öpüp oturduk; tabiî hâlimi arz edemedim. Yanında ağniyadan bazı kimseler vardı. Ve şöyle dedi: “Ben şimdi bu talebeme, okuduğu Arapça kitaplardan bazı sorular soracağım; eğer bilirse, hepiniz ona 10’ar lira para vereceksiniz.” Hâdise 1953’te oluyor. O gün, okumakta olduğum Molla Câmi’nin baş tarafından hep en iyi bildiğim yerleri sordu. Maddî sıkıntı içinde bulunduğum bir sırada en iyi bildiğim yerleri sorması, bende kanaat-i kat’iye hâsıl etti ki, nasıl biz bir kâğıt üzerindeki yazıları okuyorsak, veliler de kalbde mânâ olarak tütüp duran şeyleri öyle okuyorlar. Şimdi bunları madde ile izah etmenin imkânı var mı?
Bazen olur, bir kese kâğıdıyla incir getirilir.. ne incirlerin sayısını bilir, ne de yanında oturanların. “Herkese üçer tane dağıtın.” denir ve dağıttığınızda bakarsınız ki, tam denk gelmiş. Dörder tane dağıtsanız olmaz. Yine, “Şurada bulunan bardakları getir, herkese birer bardak çay ver.” der; bardakları getirir, çayı dağıtırsınız; bir de görürsünüz ki, herkese bir bardak çay düşmüştür.
Bu tür hâdiseler bir tane olsa, “rastlantıdır” dersiniz ama bir mecliste belki elli defa cereyan ediyorsa, artık ona “tevafuk – Hak tarafından rast getirilmiş.” demek icap eder. Kurbiyet-i ilâhiyeye mazhar olan kişilerin -kudsî hadisin ifadesiyle- “Cenâb-ı Hak gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur.”[1] Bu bir mazhariyet meselesi ve bir ihsan-ı ilâhîdir.
6. Medyumluk ve yogilik, madde ötesi ruhî tecrübelerdir
Bilhassa inanmamış dünyada görülen madde ötesi ruhî tecrübeler, daha çok medyumluk, yogi veya ruh çağırma şeklinde kendini göstermektedir. Ruh infisalleri ve trans hâlleriyle başka ruhlarla temasa geçme, geleceğe ait haberler verme, eşya ve hâdiselerle oynama ve iddialarına göre, ruh çağırma, ateşte yürüme, vücuda şiş geçirme, dili kesip tekrar yerine yapıştırma ve altı ay bir şey yemeden-içmeden yaşama gibi tecrübeler, bu türden ve çok duyulan hâdiselerdendir.
Ruh, cismaniyetten ve madde dünyasından alâkasını kestiği nispette güç kazanır. Bu sahada kaydedilen tecrübeler, yalnızca medyumlara ve yogilere mahsus olmayıp, öteden beri Hıristiyan mistiklerde, Yahudi ruhanîlerde ve hatta Budizm, Brahmanizm ve Konfüçyanizm gibi dinlere tâbi olanlarla, dünyanın pek çok yerinde hâlâ varlığını sürdüren çeşitli mezhep ve tarikat sâliklerinde de müşâhede edilegelmiştir. Hepimiz, bazı mecmualarda bu kabîl şeyleri görüp, okumuşuzdur. Bu türden hâdiselerin İslâm tasavvufunda da cereyan ettiği vâkidir. Meselâ, Rifaiye tarikatında, yogilerin yaptığı türden eza, cefa ve acı çekme.. vücuda şiş sokulduğu hâlde kan akmaması ve hiçbir yara izinin kalmaması.. avuca, hatta ağza konan kor ateşin yakmaması gibi tecrübelerin yaşandığı vâkidir. Tabiî ki ateşin yaktığı, şişin acı verdiği ve kanın aktığı durumlar da olabilir.
Bütün bunlar, insanın belli âlemlerle bütünleşmiş olmasına ve o sahada gelişmesine bağlıdır. İnsan, ruhla münasebeti, bir başka ifadeyle, mukaddes ve ulvî bildiği güç ve kuvvetle temas kurabildiği ölçüde maddesine tesir edecek buudların üstüne çıkar. Ruh, o buudlarda maddeyi tesir ve hâkimiyeti altına alır ve artık ruhun kendi alfabesini kullandığı bu konuşma şeklinde ateş yakmaz, şiş kanatmaz, acı duyulmaz; altı ay yemek yenmese de açlık hissedilmez. Çünkü onun üzerinde mekân kaydıyla birlikte zaman kaydı da kalmamıştır.
Ruh, bedenden infisali ve trans hâliyle üç buudlu mekâna tâbi olmadığı gibi, dördüncü-beşinci buudları da aşabilir. Bu durumda zaman ve mekân seli onu fazla müteessir edemez. Çağın fizikçisi meseleyi izah ederken, “Ben kendimi senin üç buudlu mekânının dışında da hissediyorum.” der.
Madde kabuğunu kırarak sivrilen böyle ruhlara, kendi âlemlerine has ve kendi makamlarına yaraşır manevralar sayesinde, âdeta şeffaflaşmalarına yakışır bir ton ve edada tabiî hâdiseler harikulâde ve olağanüstü yanlarıyla inkişaf eder. Günümüzde çok yaygın misallerinden birkaç tane arz edelim:
Mesaj de La’ mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeye başlıyor.
Bornova’da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince “Dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var.” diyor.
Bir zamanlar Ankara’da doktorların dikkatini çeken Dr. Watson, hipnoz yapıp herkesi uyutuyor ve artık onlara istediğini yaptırıyor; “Kollarınızı kaldırın!” diyor, kaldırıyorlar.. “İndirin!” diyor, indiriyorlar..
Ruh ve Kâinat adlı kitapta Bedri Ruhselman yazıyor: “Bir doktor şöyle bir şey anlatıyor: Eşim hastaydı; ağırlaşınca üç bulutsu şey eve inip onun başında dikildi. O esnada kendinden ayrı bir vücut belirdi; bu vücut, eşimin ense köküne bir kordonla bağlıydı ve çırpınıp duruyordu. Bu vizyonu tam beş saat seyrettim. Nihayet kordon koptu ve bir an şaşalayan ruh, daha sonra yukarılara doğru yükseldi. O anda eşim dünyaya gözlerini yummuş bulunuyordu.”[2]
Medine cephesinde çarpışan Ordulu Fenni Bey anlatıyor: “Medine’de muhasara altında idik. Beşiktaş’taki evimle haberleşmek mümkün değildi. Bir gece rüyamda evimizde ateş ve duman gördüm. Uyanınca, ara sıra gayb âlemini müşâhede eden medyum bir erim vardı, onu çağırdım. “Trans hâline gir, Beşiktaş’taki falan eve git ve müşâhedeni anlat.” dedim. Dediğimi yaptı. Gözleri kapalı “Şimdi şuraya geldim, şimdi buradayım; evin kapısını çaldım, içerden yaşlı, başı örtülü, kucağında çocuk bir kadın çıktı.” diye anlatmaya başladı. O kadının annem olduğunu anlamıştım. Ere “O kadına, evde ne var ne yok diye, sor.” dedim. Cevap olarak, “Dün hanımının vefat etmiş olduğunu.” söyledi.
Cennetim taht-ı kademinde olan validem nakletmişti: “Allah (celle celâluhu) deyince yemekten iştahı kesilen, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) deyince 24 saat gözyaşı döken bir kadının vefat hastalığında tam bir sene boyunca başında kaldım. Vefatına birkaç dakika kala, “Su hazırlayın” dedi. İstediğini yaptık, abdest aldı. Kocası da evdeydi ve sapasağlamdı. Kadın, gençliğindeki gibi bir kahkaha attı ve “Dünyadan daha nasibimizi almamışız. Bu perşembe akşamı ikimizin cenazesi de evde kalacak.” dedi. Sonra, bir tüy gibi başı yastığa düştü ve biz onu uzatırken, öbür odadan bir feryat yükseldi. Beyi de vefat etmişti…
Yogilerin, yani bir kısım Hint fakirlerinin icra edip gösterdikleri seremoniler hakkında okuyucu en az bizim kadar malumat sahibidir. Bu mevzu, televizyon programlarından mecmua ve gazetelere, oradan da halk arasındaki söylentilere kadar öylesine intişar etmiş ve her kesimin malı olmuştur ki, 8-10 yaşındaki çocuklar bile bunları birbirlerine nakledip durmaktadırlar. Burada sadece, Alman televizyonu ZDF-İkinci kanalında neşredilen ve daha sonra kitap hâline getirilip, satışa sunulan “Terra X” isimli belgeselden bir gösteriyi nakletmek isterim. Spikerin “En ileri derecede acı denemesi, acıya tahammül alıştırması…” diye anons yaptığı gösteri, şu şekilde cereyan ediyor: Ağızdan çıkarılan dile, yukardan aşağıya uzunca bir şiş sokulur. Keskin bir kılıçla dil ağzın içinden kesilip bu şişe takılır ve ne ağızdan, ne de dilden kan akmadığı gözlenir. Dil, bir müddet bu hâlde kaldıktan sonra yerine yapıştırılır ve şiş dilden çıkartılır: Sonra da spiker hayret içinde ilân eder: “İlim, henüz bunu çözemedi.”
Biz Müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz’in (radıyallâhu anh) Bedir’de kopan kolu, eczahane hükmündeki o nurlu elin Sahibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiçbir iz kalmıyordu.[3] Uhud’da Katâde b. Numan’ın (radıyallâhu anh) çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu.[4] Ve tabiî bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mucizelerdi…
7. Ruh çağırma seansları, madde ötesi bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ile irtibat kurmaya çalışma ameliyesidir
Günümüzde ruh çağırma seansları, hızla çoğalmaya başlamıştır. Hatta o kadar ki, sokaktaki halk bile ruhla uğraşmakta ve masa üstü fincan oyunları, mahalle gençlerinin evlerine kadar girmiş bulunmaktadır. Bunların neticesinde materyalizm çökmeye yüz tutmuş ve materyalistler, fizik ötesinde fizik kanunlarına hükmeden daha başka kanunların varlığına inanmaya başlamışlardır…
Entelektüel seviyede, bilhassa ruhî açlıklarının ve ibadetten mahrum oluşun getirdiği mânâ susamışlığını gidermeye çalışan sosyete çevrelerinde vakit geçirmek için tertiplenen poker partilerinin yerini şimdi ruh çağırma seansları almaktadır. Bugün Avrupa, Amerika ve hatta Rusya’da bu mevzuda kaydedilen gelişmelerin dile getirdiği bir hakikat var. Bu insanlar ne istiyor ve nelerle uğraşıyorlar? Madde ile mi? Hayır! Tamamen madde ötesi, bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ve ruhanî varlıklarla irtibat kurmaya çalışıyorlar. Bu yolla, bugüne kadar izah edemedikleri pek çok hâdisenin izahını bulabileceklerini ümit ediyorlar. Eğlenmenin, heyecanlı seanslarla vakit geçirmenin ötesinde, maddenin ve fiziğin çözemediği, tabiat ötesi pek çok problemin hallinin yine tabiat ötesinde bulunabileceği düşüncesiyle inadı bırakıp, ruh çağırma seanslarını evlerden laboratuvarlara ve üniversite kürsülerine taşıyorlar. Rusya’daki telepati çalışmalarının yanı sıra, İngiltere’de doktorların ülser tedavisiyle alâkalı ilaçları bir yana atıp, hipnoterapi usulüyle ruhî mekanizmayı harekete geçirebilecek telkin yoluna müracaat etmeye başlamaları, bu sahada kayda değer gelişmelerden sayılabilir.
Bir mü’min anlatıyor: “Ankara’da bir savcı arkadaşımla Mevlâna’nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu.”
Bir psikiyatrist de, bu mevzuda şahit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı: “Samsun’da bir eve ruh çağırma (cin veya şeytan çağırma) celsesine davet edildim. Bu işi yapan, evin küçük kızıydı. Bir masanın üzerine fincanlar ve harfler dizdi; ısrarlı çağırmalardan sonra birinin geldiğini öğrendik.. ve gelen, ismini fincanın hareketleriyle yazıyordu: Belma! Küçük kızın eli fincanla beraber hareket ediyordu. Biz gelene, “Müslüman mısın?” diye sorduk, “hayır” dedi. “Nerelisin?” sorumuza ise, “Mersinliyim” cevabını verdi. “Bir Müslüman yok mu, gelsin konuşalım!” dedik; gitti, çağırdı ve bu defa masanın üzerinde bir başka isim yazıldı: “Ayşe” Ona yaşını sorduğumuzda “7-8” cevabını verdi. “Nerelisin?” dediğimizde ise, güneyden bir şehir ismi söyledi. Hangi kitabı okuduğunu sorduğumuzda, “Hanımlar Rehberi” diye cevap verdi.
Sonra, orada bulunan arkadaşlardan biri dedesinin ruhunu çağırdı, fakat gelmedi.. ısrarlı çağrılardan sonra “geldim” dedi. Adını sorduğumuzda söylemedi; fakat usulünce ısrar edilip sorulduğunda “şeytan” diye cevap verdi. Hepimiz donakaldık. Doğrusu, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) beri insanlığın bu en büyük düşmanı karşısında irkildik ve ne yapacağımızı şaşırdık. Bir aralık aklıma geldi ve “Seni çağırmadık, niye geldin?” dedim. Fincanlarla “İşte geldim” diye yazdı. “Allah’a inanır mısın?” dedim; “Hayır!” dedi. “Peygambere inanır mısın?” diye sordum; “İnanmam!” diye cevap verdi. Aklıma geldi; “Sana Meyvenin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?” dedim; “Evet!” yazdı. Okumaya başladım:
“Nasıl bir fabrika şöyle işler, böyle çalışır, lambaları vardır vb… Öyleyse, bu bir mühendisi gösterir.” diye okuduğumda “Evet” diyor; “Öyle de, şu kâinat eczahanesindeki nebatat, otlar, meyveler Allah’ı (celle celâluhu) gösterir!” dediğimde, “Hayır!” diyordu. Böyle “Evet” ve “Hayır”larla bizi çok uğraştırdı. Sonunda, “Sana Cevşen okuyayım mı?” dedim; “Oku!” dedi. Ben okumaya başlayınca, fincan kızın parmağı altında fıkır fıkır oynamaya durdu.. elimi üzerine koydum, parmağımın altından kaçıyordu. Bir aralık şöyle yazdı: “Bırak şu gırgırı!” Ben devam ettim; sonra dayanamadı, sükut etti ve canı sıkılıp, çekti gitti.”
Evet, pek çok kimsenin duyduğu veya şahit olduğu, ya da yayın organlarından takip ettiği bu kabîl o kadar çok hâdise var ki… Esasen maddenin iflas edip rafa kaldırıldığını ve ruhun maddeye hâkim olduğunu ilân etmemiz için, bize bu misallerden bir teki dahi yeter. Zira cüz’, külle, parça bütüne delâlet etmektedir.
Şimdiye kadar ele almaya çalıştığımız ruhu geliştirmek suretiyle gelecek adına ruhla kontak olma.. keşif ve keramet.. hiss-i kable’l-vukû.. telepati.. içten geçenleri okuma.. medyumluk ve yoga.. ruh ve cin çağırma gibi hâdiselere her mü’min, ruhunun gücü ve kuvvetiyle Allah’ın (celle celâluhu) izin verdiği ölçüde muttalî olabilir. Bunlar bazıları için üç aylık bir çalışmayla elde edilebilecek şeylerdir. Fakat, hüner bunları elde etmek, havada uçmak veya cinlerle oynaşmak değildir. Bizim için asıl olan, Allah’ı (celle celâluhu) ve Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıyıp sevmektir. Kur’ân ve ondaki güzellikler bize kâfi ve vâfidir. Dine, imana hizmet etmek, bu yolda nesiller yetiştirmek ve ruhlarımızı, namzet bulunduğu ebed için hazırlamak bizim için en birinci gaye olmalıdır. Diğerleri, çok da üzerinde durulacak ve kendileriyle meşgul olunacak türden meseleler değildir.
[1] Buhârî, rikâk 38.
[2] Dr. Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 1/201-204.
[3] Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/324; Aliyyülkârî, Şerhu’ş-Şifâ, 1/656.
[4] el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 6/113; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/295; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/87; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 3/251; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/321, 322.
Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de ‘Ruh Fotoğrafçılığı’dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî cesed gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkar edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir. Biz bu meseleye de yine üzerinde durduğumuz mevzua delil olması bakımından temas edecek ve bu sahada söz sahibi Tom Patterson’dan bazı nakiller yapacağız. Ancak, asıl gayemiz, ruh fotoğrafçılığının tahlili olmadığı için, bir-iki misalle yetineceğiz.
Tom Patterson, ‘Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı” adlı eserinde diyor ki:
‘Psişik ilim, ruhî olayların bir neticesidir ve umumi nizama aykırı değildir. Yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü, Astronomi ilmini gerektirmiş ve onu bugünkü seviyesine yükseltmiştir. İnsandaki zihnî ve bedenî arızalar tıbbın pek çok branşlarının doğmasına vesile olduğu gibi, ruhî olayların farkedilmesi de insanı bu yönde bir araştırmaya sevk etmiş ve onların anlaşılır olmalarına yol açmıştır.
Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862’de, Amerika’da, Boston’lu bir hakkak olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanısıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara ‘Ruhî Fotoğrafçılık’ ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.
Bizlerin, spiritüalistler olarak (Ruhbilim felsefesi ile uğraşanlar), ruhun varlığına sarsılmaz bir inancımız var. Biz, ruhun, tıpça ölüm diye bilinen şartın ötesinde yaşamağa devam ettiğine de inanıyoruz.
Uzun araştırmalarım neticesinde şu sonuca vardım: Bedensiz ruhlardan çıkan ışık radyasyonları, fotoğraf filmi yüzeyine birtakım izler kaydedebiliyorlar. Tıpkı gün ışığı ve diğer ışınların film üzerinde husule getirdikleri şekiller gibi… Burada, takdim edeceğim deliller, bu ön kabulü fazlasıyla destekleyecek ve inkarcıların inançsızlığını dahi giderecek niteliktedir.
Fotoğrafçılığın 1839’da keşfolunmasından 23 sene sonra, ruhların bu metoddan faydalanmaları çok düşündürücü. O zamandan bu yana binlerce ruh fotoğrafı, tanınmış veya tanınmamış medyumlar aracılığı ile çekilmiştir. Yalnız benim elimde binden fazla belge mevcuttur ve her birinin de ayrı bir hikayesi vardır. Faaliyette olan bu kudreti, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğu inancı dışında başka bir şeyle izah etmeye imkan yoktur.’
Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:
‘İngiltere’de, Sheffield’den Mr. E…, 5 Haziran 1961’de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:
‘Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8’i gösteriyordu niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğrafın karıma ait olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimi bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David’in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.
Ruhî konular üzerinde şimdiye kadar hiç uğraşmamış ve duyduğum bazı şeyler üzerinde de hiç durmamıştım.’
Bay E…. emekli bir polis memuru olup halen sorumlu bir görevde bulunmaktadır. Gönderdiği, ruh ilmini ilgilendiren bir fotoğraftı. Mr. Mumler de, kendisinden sonra ün yapmış diğer ruhî fotoğraf medyumları gibi her kademeden mütehassıslar tarafından amansız bir şekilde tetkik ve kontrole tabil tutulmuştur. Bu sıkı kontroller sonunda kamera medyumluğunun bir gerçek olduğu ortaya konmuştur. Ve yine bu kanalla bugün Washington’da ‘Aquarian Foundation of Seattle’in televizyon programlarını takip eden milyonlarca seyirci, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğunu bizzat görebilmektedirler. Ruhî fotoğrafların elde edilmesinde, insan müdahalesi sözkonusu değildir. Bize ruhanî şahsiyetin delillerini verenler, insana benzer tabiatta olağanüstü nitelikte olan bir başka girişimin olduğunu mantıken de kabule zorlamaktadırlar.
Ruhî fotoğrafçılık hakkında edindiğim tecrübelere göre, bir fotoğraf elde etmek için yüz sene evvel, nasıl bir seans odasına lüzum olmuşsa, bugün de aynı metodun geçerli olduğuna inanıyorum. Modern fotoğrafçılık, ruhların bu tür tezahürlerine daha da kıymet kazandırmıştır.’ [1]
[1] Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı, Tom Petterson, 7-19
Vefattan sonra iyi insanın ruhu, Allah (c.c.)’ın huzuruna kadar yükselir. Efendimiz (s.a.s.)’in beyanına göre, ruh çıktıktan sonra melekler onu bir atlasa sarar ve Mele-i A’lâ’ya kadar götürürler. Uğradığı her menzil ve tabakada, “Bu ne güzel ruh, bu kimin ruhu?” diye sorarlar. Melekler, onun yeryüzünde anıldığı en güzel isim ve ünvanlarıyla tanıtarak, “Bu, namaz kılan, din uğrunda bin bir zorluğa göğüs geren falanın ruhu” derler ve herkes, hüsn-ü istikbal eder. Nihayet, semavatın üstünde Huzur-u Rabbi’l Âlemîn’e çıkarılır. Cenâb-ı Hakk, hüsn-ü kabul gösterir ve “Bunu tekrar kabre götürün; Münkir-Nekir’in sualine hazır olması için, cenazesinin başına koyuverin” buyurur. Bunun üzerine onu sual-cevap için geriye getirirler. Orada, “Rabbin kim, Peygamberin kim, dinin nedir?” suallerine cevap verir…
Kötü insanın ruhu ise her yerde kötü karşılanır. Yedi kat göklerde nefretle yâd edilir. Allah’ın huzurundan kovulur ve baş aşağı atılır. Münkir–Nekir’e cevap verecek hale gelemez ve cevap veremez. Çünkü dünyada lüzumsuz şeylerle vakit geçirmiş ve yararlı işlerde bulunmamıştır. Bu şekilde o, Kıyamet’e kadar türlü türlü azap çeker.
Kabirde sual vardır, tazyik vardır, fakat asıl hesap Mahkeme-i Kübrâdadır. Hadisin ifadesiyle, kabir sıkar ve tazyik eder. Hesapsa, Haşir’den sonra görülecektir. Evet, Mizan kurulacak, defterler dağıtılacak, Sırat geçilecek, sonra da Cennet ve Cehennem’e sevindiren ve ürperten bir sevkıyat olacaktır. (Bu ve benzeri mes’elelerin teferruatı hakkında yazılmış pek çok kitap olduğu gibi, hadis kitaplarında da yeterince bilgi mevcuttur).
Kabir, aynı zamanda dünyada temizlenmemiş bazı günahların hesabının da yapıldığı ve temizlendiği bir yerdir. Asıl Hesap Günü’ne bırakılan büyük cinayetlerin yanında, önemsiz sayılabilen günah ve lekelerin bir kısmı, Allah (c.c.) tarafından ya bu damıtma odalarında giderilir, ya da, büyük suçların muhakemesi ve cezası ilerde kurulacak büyük mahkemelere bırakılarak, -tıpkı dünyâ hayatında küçük polisiye vak’aların karakollarda, birkaç günlük sıkıntıyla atlatılması gibi- kabirde de ‘lemem’ denilen küçük günah ve hatâların hesabı görülüp, bitirilebilir.. Dolayısıyla da çekilecekler çekilmiş ve ileriye bırakılmamış olur.
Ehl-i tahkik zatlar, Kur’ân ve Sünnet’e istinaden şöyle der: Büyük günahların yanında küçük günahları da olan kimselerin bir kısım kusurları, dünyada çekilen sıkıntı, musibet ve hastalıklarla temizlenirken, bazısı da vefat anında silinir ve kalanlar da, Büyük Mahkeme’ye bırakılmasın, orada hizlana maruz kalınmasın diye, kabirde üçüncü bir temizleme ameliyesinden geçer. Kabrin temizleyemeyeceği ölçüde kabarık olan leke ve günahlar ise, ilerde Haşir Meydanı’nda, Terazi’nin başında, Sırat’ta ve daha da olmazsa Cehennem’de temizlenecektir. (Allah, bizleri burada temiz yaşatsın ve kirlerimizin oralara kadar temâdisine meydan vermesin!)
Bir kısım hadislerden öğrendiğimize göre, Hz. Abbas (r.a.), şiddetle arzu etmesine rağmen, Hz. Ömer (r.a.)’i ancak vefatından tam altı ay sonra rüyasında görebilir ve sorar: “Neredeydin ya Ömer?” “Sorma” der, “hesabı henüz verebildim.” Belki, orada üzerinde en ufak bir iz kalmasın diye Mevlâ, onu böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur. Evet, günah ve zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması ve tazyiki büyük bir rol oynar. Acı bir ilaç ama arkada Cennet şifası var.
Kabir sıkmasını Sa’d b. Muaz (r.a.) gibi seviye insanı bir sahabide de görüyoruz. Sahih hadis kaynaklarına göre, Muaz (r.a.) kabre konunca Efendimiz (s.a.s.), “Fe sübhânallah, kabir Sa’d b. Muaz’ı da sıkarsa!” buyururlar. Demek ki, kabrin tazyik etmeyeceği insan yok. O Sa’d ki, vefatında Cibril (a.s.) gelip “Sa’d’ın ölümüyle Arş ihtizaza geldi Ya Rasûlallah!” demişti. Cenazesine iştirak eden Efendimiz (s.a.s.) ayaklarının ucuna basarak yürüyünce, sebebi soruldu ve şöyle cevap verdiler: “Cenazesine eşlik etmek için o kadar melâike geldi ki…” Sa’d (r.a.) oydu… Sıkma da bu… Ya biz!..
Hayvan ve bitkilerin ruhu var mıdır? Eğer hayvanların da ruhu varsa, bölünerek çoğalan canlılara nasıl ruh üflenir? Hayvanların ruhu nasıl kabzedilir?
İnsanlarda olduğu gibi hayvanların da ruhu vardır. İnsanların ruhunu ya bizzat Hz. Azrail (as), ya da yardımcıları kabzederken, hayvanların ruhlarını vazifeli melekler değil, bizzat Cenâb-ı Hakk alır. Ancak Kur’an’da da ifade edildiği gibi ruhun mahiyeti hakkında bizim bildiklerimiz çok azdır. “Bir de sana “rûh” hakkında soru sorarlar. De ki: “Rûh Rabbimin emrindedir, O’nun bileceği işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85) Dolayısıyla insanların ruhlarının nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, hayvanların ruhları hakkında da malumatımız oldukça sınırlıdır.
Bir hayvan ister çoğalarak üresin, ister yumurtadan çıksın isterse insanlarda olduğu gibi annesinin karnında teşekkül etsin. Hayvanın dünyaya geliş yolunun farklı farklı olmasının, ona ruh üflenmesiyle bir ilgisi yoktur. Nasıl ki, annesinin karnında teşekkül eden bir hayvana belli bir safhaya geldiğinde ruh üfleniyor; bölünerek çoğalan bir hayvana da, belir bir aşamada ruh üflenir.
Bitkilerin ruhuna gelince; bununla ilgili olarak Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde bulunan şu açıklamalarına müracaat edelim:
“Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır.
İşte, madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette, ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.” (29. Söz)
“Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve bir tek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler.” (32. Söz)
Görüldüğü gibi bitkilerde, insan ve hayvanda olduğu şekliyle bir ruh yoktur. Onlarda hâkim olan Cenab-ı Hakk’ın büyüme, gelişme, çoğalma gibi bir takım kanunlarıdır. Yani bitkilerde hâkim olan İlahi kanunlar onların ruhu hükmündedir.
Cin, ruh nevindendir ve şuurlu bir kanundur. Kütleler ve küreler arasındaki câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, Kürre-i Arz’ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle elektronların dönüşü gibi onun çevresinde dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ile’l-merkez (merkez çek) çekime karşılık, bir de ani’l-merkez (merkez kaç) kuvveti var. İşte bütün bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…
Şimdi, ortada hiçbir şey yok deseniz; yani o da kütle, bu da kütle; biri diğerinin etrafında dönmekte.. vs. demagoji yapmış olursunuz. Evet, şayet ortada birşey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstain’e göre hayyiz olsun, netice değişmez.
Hem mesela, bir tohumu ele aldığımızda, onda bir ‘ukde-i hayatiye’nin var olduğunu görüyoruz. Bir de bakıyorsunuz, hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden birşey oluyor. Bunda bir nümüvv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu da yine itibarî, izafî bir kanun… Ama bu kanun olmadan neşv ü nemayı da düşünemiyoruz. Mesela, taşı bir yere diktiğimiz zaman, bu kanun olmadığı için bir büyüme ve gelişme de sözkonusu olmuyor.
İşte bütün bunlar Allah’ın birer kanunudurlar; cin ve ruh dediğimiz şeyler de bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe(çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakiki birer mahiyete sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle ortaya koyar: ‘Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî vücud-u hârici giydirilmiş, câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u hâricî giydirse, herbiri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.’ [1] Aslında, işte bu tarifle herşey anlatılmıştır.
Ruh, bizim en küçük alemden en büyük aleme kadar hemen hepsinde kabul ettiğimiz kanunlar gibi bir kanundur; tabii şuurlu bir kanun. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddialarına göre, otlar bile büyürken bir şuurluluk emaresi gösterir, bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar verir; çevre ile tanışma, kaynaşma veya yadırgama gibi münasebetleri olur. Ağaçlarda da öyle… Bir dergide mevzuyla alakalı kaleme alınmış bir yazının hülasası aynen şöyle, yazar diyor ki: ‘Benim kanaatime göre buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar akıllıcadır ki, arpa, buğday vs’de bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden, bu hareketleri izah etmeye imkan yoktur. ‘
Mesela, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Şayet havalar iyi gidiyor, rutûbet kâfi, güneş şuaları da besleyici ise, o iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Hatta üç adet sap çıkınca, biz de şartların onları beslemeye yeterli olduğunu anlarız. Eğer şartlar müsait görülmezse, o zaman bir başak çıkar. Sanki ‘Ben ancak bir tane besleyebilirim’ der gibidir..
Diğer bir misâl: Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Ziraatle uğraşan çiftçi ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil ağaçtır. Yani, ağaç hâl diliyle; ‘Ben meyvelere bakamayacağım, kusura kalmayın. Şu durumum itibariyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben bana lazımım’ demektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.
Zaten hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderir, (RNA) da bir mühendis ve bir kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışır.
Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i İlahi ile haraket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında yine Allah’ın (cc) iradesi vardır. Evet herşeyi belli bir noktaya sevk eden, herşeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada, inkar edemeyeceğimiz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar vardır. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bu kanunlara uzaktan baktığı zaman onlara ‘şuur’ diyesi gelir…
Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkar ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkar edenlere ‘galiba cinnet getirmişler’ diyesi geliyor.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 29. Söz, 231-232.
Herkes, ölürken başka bir şey hisseder.. ve hiç kimse, hissettiği şeyi ifâde etme fırsatı bulamadığı için, kimin ne hissettiğini şimdiye kadar öğrenmek de mümkün olmamıştır. Ne var ki, yine de umumî bazı şeyler söyleyebiliriz:
Güzel yaşamış olanlar, güzel şeyler hissederler; kötü yaşamış olanlar da, kötü şeyler. Güzel yaşayan, tebessüm ederek ve tatlı şeyler müşahede ederek gider. Perispirisi kendisinden ayrılıp giderken, geride bıraktığı ceset tebessüm eder. Ağzına lokum verilen sünnet çocuğunun, sünnet olurken farkına varmaması misâli, Nebi ve şehid ruhları kabzolunurken Cennet pencereleri açılır ve –Efendimiz’in (s.a.s.) ifâdesiyle– onların ruhları testiden suyun rahatça akması gibi çıkar.. Ve ruhları çıkarken, bedenleri de gidecekleri yerin müşahedesiyle tebessüm içindedir. İyi insan için ölüm, hiç de korkulduğu gibi değil, aksine çok tatlı ve lezzetlidir.. verası da öyle…
Uhud’da şehid olan Abdullah İbni Amr (r.a.) için, oğlu Câbir’e (r.a.) Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bilir misin, Allah babanı nasıl karşıladı? Bunu ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de bir beşer tahattur edebilmiştir. Öyle karşıladı ki tarif edilmez. Baban dedi ki: “Ya Rabbi, beni dünyaya iade buyur da, şu tatlı ölümün neşvesini arkada kalanlara da anlatayım.” Allah, “Artık geriye dönme yok; o bir kereydi ve artık bitti. Fakat Ben, sizin durumunuzu onlara haber veririm” buyurdu. Sonra da, şu ayet nâzil oldu:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. ” (Âl-i İmran Suresi, 3/169). Bu, Allah yolunda şehid olan herkes için mutlaka bir beşarettir.
Efendimiz (s.a.s.), vefatı hengâmında her kendine gelişinde “Namaz, namaz!…” diyordu; Hz. Ömer (r.a.) de, aynen Efendisi gibi “Namaz, namaz! …” diyerek vefat etmişti. Hz. Halid b. Velid (r.a.) de, vefat anında “Atım, kılıcım, getirin onları, son bir kere daha göreyim” diye inliyordu. Hanzala’nın (r.a.), Saad b.Muaz’ın (r.a.) vefatlarına gökler ağlayıp harekete geçiyor, melekler gasl ve definlerine iştirak ediyorlardı. Osman Efendimiz (r.a.), Kur’ân okurken, Ali Efendimiz (r.a.), camiye giderken şehid ediliyordu. Bunlara karşılık, çokları da içki masasında, kumar başında, fuhuş yuvasında son nefesini veriyordu. Evet, nasıl yaşamışlarsa öyle ölüyorlardı…
Firavunlaşmış ruhlar, dikenlere takılmış ipek gibi çekilir. Dubleleri kendilerini bırakıp giderken, geride işmizaz ve ekşi yüzler bırakır. Melekler, böylelerinin canlarını çok çetin alırlar. Onların canları, dikenlere takılmış pamuğun ayıklanması gibi çok zor çıkar.
Meleği kendisine kıyas eden insan, kendi sınırlı irâde gücüyle meleğin tasarrufunu anlayamaz. Melekler, ruhâni varlıklar olmaları keyfiyetiyle, zaman ve mekân kaydına girmeyip, aynı anda binlerce yerde temessül edebilirler. Bu, yüzlerce aynası olan odaya giren bir insanın, aynı anda yüzlerce aynada birden temessül etmesi gibidir. Azrail’in (as) aynı anda birden fazla ruhu kabzetmesi de böyledir.
Kişiyi gerçekte vefat ettiren, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Fakat ölümün yüzündeki zahirî çirkinlik Allah’a (c.c.) isnad edilip, Zât-ı Akdes hakkında nahoş düşüncelere sebebiyet vermesin diye, Allah (c.c.), icraatına Azrail’i (a.s.) perde yapmıştır.
Vefat anında herkes Azrail’le (a.s.) kontak olur. Bir hastalık, musibet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail’le (a.s.) irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail’in (a.s.) onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah’ın (c.c.) icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binler askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frekansında buluşan herkes, Azrail (a.s.) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce âvize ve lambanın sönmesi gibi…
Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, “metempsycose” derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesetler ruhların kalıpları gibidir; ervah kışla mâhiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.
En ibtidâî cemaatlar arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibariyle, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifâdelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.
Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezhep gibidir. Hususiyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine
Bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede bir-kaç kişi bir araya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik’in fizik’e ve onun kanunlarına te’sirinden; hatta bir kısım ruhların îkaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve söz edilir.
Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve para psişik vakalarını anlatmaya aktarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.
Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot’un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, “Ovide’in” eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu “ruhlar seyr-ü seferi” nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. “Camkitinüma” Şârihinin beyânına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanâatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Rûhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikâline “nesh”, kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine “mesh”, ot ve ağaçlara girmesine “resh”, madenlere hülûluna ise “fesh” derler.
Bu anlayışta âlem-şümûl bir ruh telâkkisinin kabûl edilmesinin tesiri var mıdır? Hülûl ve ittihatla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arz edeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh’un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlât ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâha kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.
Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemen hemen bu sezilmektedir. Mısır’dan Hindistan’a ve oradan Yunanistan’a götürülen bu düşünce, bir tarafta filozofların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Kabbalistler tarafından Yahudîliğe ve Yahudi marifetiyle de az dahi olsa Hıristiyanlığa ve en nihayet Kelâmcılar’ın bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştırılmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat’taki Niobe’nin mermer olmasını ve Hz. Lût’un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, Yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabûllenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve her şeye bir ruh kesip biçiyordu.
Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine ta’mimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.
Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis mevzûu olduğunda şüphe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayât-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiç bir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.
Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiç bir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan rûhunun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabûl edilen, hiçbir ruhsan da, Onun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Halbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski malûmat ve müktesebâtın intikâli de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri bir şey de bilmemekteyiz.
Tevrat’ta mevzû edilen Niobe’nin mermer ve Hz. Lût’un zevcesi Etidhe’nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsâmahalı davranıp böyle bir şeyi kabûl etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei’nin, Vezüv’ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı, kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazâbın eserleri görülmektedir. ibret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.
1) Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükafaat görecektir.
2) Buda ve Brahman dinlerinde tenasüh inancı mistik bir şekle bürünmüş. Neticede şöyle bir itikad benimsenmiştir. Neticede şöyle bir itikad benimsenmiştir: Temizlenen günahsız ruhlar nirvana’ya erişir. Günahkar ruhlar da temizleninceye kadar hayvan cesedlerinde dolaşırlar.
İnsanı aleme halife ve sultan yapan, yer ve gökleri onun emrine veren alemin özü ve özeti olarak onu en yüksek fıtratta, en mükemmel surette yaratan Allah, bu mahiyetteki bir ruhu hiç, binler derece aşağı düşürerek farelerin, köpeklerin, yılanların, maymunların cesedlerinde dolaştırır mı? Adalet ve hikmeti rahmeti ve şefkati buna müsaade eder mi? “Kendisine köpek denildiğinde kızan insanoğlunun ruhunu, Cenab-ı Hakk hiç köpek cesedine sokup da oğlunun kapısına bağlatır mı? Yahut eşeğin bedenine sokup ona bindirir mi? Bu iğrenç safsataya inanan bir insana hiç insan denilir mi?
3) Her cesed için ayrı bir ruh kabul etme, kudreti sonsuz olan Allah’ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesedir. Bunun yerine bir tabur ruhu bütün cesetlere sokup çıkarma Kudret-i Sonsuz’a acizlik isnad etme olur. Bu da ayrı bir mantıksızlıktır.
4) Peygamberlere uyan kimseler arasında ilk hayatları itibariyle çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar uzun, kirli bir geçmişten sonra, velileri çok geride bırakacak kadar mualla bir mevkiye yükselmeleri o kadar vakidir ki aksine fikir beyan etmek adeta imkansızdır.
5) Bundan başka yeryüzünde yaşayan yedi milyar insanın hiç olmazsa birkaç milyonunda başka ceseddeki hayat hikayesine dair bir kısım işaretler bulunmalı değil miydi?
İnsan biyolojisinin sağlıklı olması da büyük ölçüde ruh sağlığının yerinde olmasıyla orantılıdır. Kalp-damar hastalıklarına yakalanan kişilerin çoğunun aceleci, sabırsız, telâşlı, saldırgan, hırslı, rekabetçi, iş tutkunu, iddiacı, kafasının dikine giden, herşeyi hızlı yapan, sert/tehlikeli araba kullanan, beklemekten sıkılan, karşısındakinin sözünü kesen, randevularına çok hassas, mükemmeliyetçi, ayrıntıcı, heyecanlı ve vurgulu konuşan, gürültülü gülen, esnek olmayan kişilik özellikleri taşıdığını belirtmeliyim. Biz psikiyatride bunlara “A tipi”kişilik yapısında olanlar diyoruz. Yukarıda saydığım özellikler stres karşısında kişiyi dayanıksız kılan özelliklerdir. Bunlara sahip olan kişilerin ruh sağlıklarına özen göstermeleri gerekir
Her insanın kişilik yapısı kişilik yapıları farklı farklıdır. Yukarıda belirttiğim kişilik yapısının tam zıttı “C tipi”kişilik yapısıdır ki, bu kişiler vurdumduymaz, amaçsız, gamsız, rahatına düşkün, sadece kendi için yaşayan kişilerdir.
İdeal olan kişilik yapısı ise “B tipi”kişilik yapısıdır. Bu kişiler sakin, acelesiz, iyi dinleyici, telâşsız, zaman baskısını fazla yaşamayan, yumuşak başlı, yavaş ve tartarak konuşan, sakin araba kullanan, duygularını paylaşan kişilerdir; kendilerinden hoşnutturlar; kusursuzluk meraklısı değillerdir.”B tipi”kişiler büyük sorumluluk alabilirler ve yöneticilik yapabilirler, liderlik özellikleri vardır. Bunların ruh sağlıkları yerinde olduğu için bulundukları çevrede yaşayan insanları da rahatlatırlar.
Şunu da belirtmeliyim, hangi kişilik yapısı olursa olsun, kişinin stres verici olaya verdiği anlam ve duygusal tepkisi önemlidir. Kedisi öldüğü için depresyona giren insan olduğu gibi, en yakını öldüğünde eğlenceye giden insan da vardır. Önemli olan ölçülü ve doğru tepki vermeyi başarmaktır. Bu durum sağlıklı ruh yapısının da bir işaretidir. Bu durumda temel kişilik yapısını iyi yöneten kişi iyi insan demektir. Sürekli kendisini geliştirmeye çalışan, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını ölçülü ve tutarlı yöneten insan olaylara tepkisini en sağlıklı biçimde verecek ve ruh sağlığını koruyacaktır.
Ruh sağlığının yerinde olmasını isteyen insanın kendisini tanımaya çalışması gerekir. Bu çok önemli ve yüksek bir davranış biçimidir. Kendisini bilen, evrenin varoluş gerçeğini de bilecektir. Kendisini tanıyan, ilişkilerde sağlıklı sınırlar koyabilecektir. Kendisini tanıyan, kendisine de, başkasına da haksızlık yapmayacaktır. Kendisini bilen, özgüven sahibi olacaktır. İşte bu kişi, ruh sağlığı yerinde olan kişidir. Ruh sağlığını yerinde, kendisiyle ve toplumla barışık olmak isteyen kişi önce kendisini tanımalıdır.
Yıllar geçtikçe insanın nefsi daha da kuvvetleniyor mu?
Nefis zamanla kuvvet kazanabilir. Zira, seneler geçtikçe insanda bazı arzular, cismâniyete ait bir kısım istekler belirir; tûl-i emel, bedenî istekler, servet düşüncesi ve mal mülk hırsı baş gösterir. Bütün bunlar bir de ülfetle kuvvetlenir ve desteklenirse insan yenilebilir, kayıp düşebilir.
Bu hisler belirdikçe, insan, bir yönüyle yerinde daha sıkı durmaya çalışmalı; dine ve millete hizmet gayesine daha bir bağlanmalı. Cenâb-ı Hak, insanı hususî mahiyette nerede sıyanet edecekse, kul o noktayı aramalı. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara, 2/152), “Allah’a yardım eder, dinine arka çıkarsanız; o da size yardım eder” (Muhammed, 47/7) buyuruluyor ve bir mânâda sıyanet-i ilâhiyeye mazhar olma yolu gösteriliyor.
O zaman insan, duracağı tabyaları çok iyi belirlemelidir. Yani, bu ilâhî ahdi görmeli ve “Demek ki, ben onu anlatma konumunda olmalıyım. O konumun hakkını vermeliyim. Duruşumu sık sık gözden geçirmeli, kendimi sağlama almalıyım” demelidir.
Bir taraftan insan benliğinde bazı hisler gelişirken ve düşmanın taarruz yollarını çoğaltması söz konusu iken, o olduğu yerde kalırsa elbette yenik düşer. İnsanın da o istikamette gelişmesi lâzımdır. İmanı, sırf delillere dayalı zihnî bir mefhum olarak algıladığı dönemlerde insana sadece “İnandım” demesi yetebilir. Fakat daha sonra bu itirafı ve bilgiyi kalbe maletme, tabiatının bir yanı haline getirme, yani yeme içme, yatma ve istirahat etme gibi tabiatının bir buudu haline getirme şarttır. İnsan, yemek yemediğinde rahatsızlandığı gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar bunları tabiat haline getirmezse, daha sonraki “ülfet dönemi”nde ayakta duramaz, devrilir.
Bu açıdan her fırsatta arz ediyorum, dünkü inancımız Şah-ı Geylânî’nin imanı seviyesinde olsa da, o bugün yetmeyebilir. Bugün yeni baştan, bir kere daha ilim, idrak ve anlayış ufkumuza göre Allah’a olan imanımızı yenilememiz gerekir. Âyât-ı tekvîniye ve teşrîiyeyi her gün bir kere daha, değişik bir yönüyle gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz. Sürekli araştırmalı, aklımızın ermediği şeyler üzerinde “Burada bir hikmet vardır” mülâhazasıyla ısrarla durmalıyız.
Hz. Bediüzzaman diyor ki; “Rahîm-i Zülcemâlin bağistan-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Hâlbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapanın, her şeye kâdir olması lâzım gelir.”
Bu düşünceler, ilme’l-yakînin bir mertebesidir ve belli bir yere kadar benzeri duygu ve düşünceler bizi ayakta tutar. Fakat bir noktadan sonra bu bize yetmeyebilir. Daha ileriye götürürüz bu tefekkürü, ilmî tahlillerin yapıldığı ortamda onu tekrar gözden geçiririz; bir de oradan yürürüz; orayı da bir pist yapar, bir de oradan yükseliriz. İlme’l-yakînin âlî mertebesinde yeni bir açılım daha yaparız. Sonra bir fırsatını bulunca bir kere daha… Bir kere daha… Sürekli yeniler dururuz kendimizi. Yoksa içinde bulunduğumuz çevrede yenilenmeler yaşanıyor, düşünceler değişiyor, ilim mantığı ve ilim felsefesi başkalaşıyorsa ve biz buna rağmen olduğumuz yerde kalıyorsak, şeytan o yeni malzemeyi kullanır ve biz yenik düşeriz, Allah muhafaza, devriliriz.
Sürekli kendimizi yenileme, bu yenilemeyi yaparken de kalbimizle beraber yürüme mecburiyetindeyiz. Kalbimizin, aklımızdan bir adım geri kalmaması, hayatiyetini koruması lâzım. Unutmamak icab eder ki; mantığı çok ileriye gitmiş, muğalata ve diyalektik adamı olmuş bir insanın, kalbi o ölçüde inkişaf etmemişse onun kuru mantık ve diyalektiği kalbini yutmuş, demektir; kalbî hayatını öldürmüş ve onu latîfe-i Rabbâniyeden mahrum etmiş, demektir.
Evet, insan düşünce ufku ne seviyede olursa olsun, kalbini nazardan dûr etmemeli… Başını yere koyup sabahlara kadar dua dua yalvarmalı. Çünkü ebedî mutlu olacağı bir âlem için ayağına zincir vursalar ve deseler ki, “Başını yerden kaldırmadan ömür boyu secde edeceksin; ama neticede ebedî mutlu olacağın bir dünyayı kazanacaksın.” Aklı varsa insan secde eder. Eder, zira, önünde bir ebedî saadet vardır. Altmış yetmiş sene, altı yüz yedi yüz sene veya altı milyon yedi milyon sene değil; sonsuz bir hayat… İşte bizim önümüzde de o ebedî hayat var. Onun için ne verilse değer. Bundan dolayı akıllı mü’minler anlatılırken“Mallarını, canlarını, her şeylerini Allah’a satarlar, verirler” (bkz.: Bakara, 2/207; Tevbe, 9/111) denilmektedir.
Biz de ebedî saadeti yakalamak için kulluk vazifemizi kusursuz olarak yapmaya çalışmalı ve Allah’ın merhametine sığınmalıyız. Sürekli onun karşısında el açıp bel bükmeli ve çok dua etmeliyiz. Mesela, mümkün olduğu kadar çok “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeh” (Ey bizim Kerim Rabb’imiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla) (Âl-i İmran, 3/8) demeliyiz. “Allahümme Yâ Mukallibe’l-kulûb! Sebbit kulûbenâ alâ dînik.” (Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dinin üzere sabit eyle) imanla perçinle ki sökülmesin, kurşunla çivile oraya, diye yakarmalıyız. Hemen ardından “Sarrif kulûbenâ ilâ tâatik.”(Kalbimizi sana itaate çevir, sana kulluğa meylettir) ifadesini eklemeliyiz. Bunları on defa değil, bin defa söylesek, yine de az demiş oluruz.
Kaldı ki, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları sabah ve akşam dualarında üçer kere söylüyor ve bizlere de tavsiye buyuruyor. O bir Nebi’dir, hem mâsum hem de masûndur ve teminat altındadır. Bize gelince, bizim ne mâsumiyetimiz, ne masûniyetimiz var. Yani ne günahsızız, ne de Allah (celle celâluhû) tarafından korunma ve sıyanet altına alınmışız; yok öyle bir teminatımız. O bile böyle diyorsa, bizim titrememiz, çırpınmamız lâzım değil mi?
Hiç kimse demesin, “İçime şu geliyor, bu geliyor… Şöyle bir kalbî problemim var.” İçine o geliyor da sen üst üste kırk gece kalkıp o iş için ağladın mı? Başını yere koydun, alnını yaşlar içinde buldun mu? Neden mazeret beyan ediyorsun? Yüreğinle Allah’a teveccüh et, yalvar yakar! “Tut elimden Allah’ım, tut ki edemem sensiz!” de.
Alvar İmamı ne güzel söyler:
Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
Rica ederim, onun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, o da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, o da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin.
Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten ona yönelin ve “…Edemem, sensiz asla edemem!” deyin.
İnsanın cennete gitmesinin önündeki en büyük engellerden birisi olan nefsin insana teslim olmasından söz edilebilir mi?
Nefsin insana teslim olması zorlu ve çetin bir çalışma gerektirir. Zira insanda sayılamayacak kadar çok zaaflar ve boşluklar vardır. Bütün bunları aşmak ve mevcud zaafları birer fazilet hâline getirmek, çok büyük ve ciddi bir gayret ister. Zira nefsin teslimiyeti, ancak bütün kötü duygu, düşünce ve isteklerden arındıktan sonra mümkün olabilir. Burada “bütün” kelimesini bilerek kullanıyorum. Çünkü bir kısım kötülükler hükmünü icra ettikleri müddetçe, nefsin teslimiyetinden söz etmek mümkün değildir.
İnsan terbiyesini bir bütün olarak ele alan tek sistem ve tek terbiye metodu -daha önce de arzettiğim gibi- İslâm’dır. Başka sistemlerle de kısmî olarak nefsin terbiyesi mümkün olabilir ama bütünüyle asla!..
Meselâ, bir yogi, az yeme, az uyuma metoduyla nefsini şehevî hislerden arındırabilir. Ama aynı şahıs yalan gibi, başkasını aldatmak gibi kötülüklerine devam edebilir. Bir Müslümanda da aynı hatalı davranışlar görülebilir. Fakat bu, şahsın kendinden kaynaklanan bir arızadır ve sistemle ilgili değildir. Çünkü İslâm, insanı her türlü kötülükten men etmektedir.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da dengeli davranmak şarttır. Aksi halde insan, tümseği-çukuru birbirine girmiş bir ucube hâlini alır. Evet bir tarafıyla kemâle ererken, diğer yanıyla da her zaman güdük kalır. Böyle durumda da nefsin teslimiyetinden bahsedilemez.
Ben şahsen mânânın Herkülü bile olsam, bir salise nefsimle başbaşa kalmadan Allah’a sığınırım. Muhal farz perde-i gayb açılsa, arş-ı rahman’ı temâşâ etsem, o bağın gülünden nergisinden gönlüm ilhamlarla dolup taşsa hatta, sözgelimi uzak istikbalim adına beraat va’di alsam, yine derim ki: “Allah’ım beni benimle başbaşa bırakma; beni hep Sen evir çevir!” Ben doğru işlerden bile yanlış şeyler çıkarabilirim. Çünkü tabiatımda beni yanlışlıklara çeken yanlarım pek çok.
Bütün bunlarla ifrat ediyorsunuz derseniz, derim ki: Allah Resûlü sabah-akşam “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma” duasını dilinden düşürmüyordu. Eğer âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü böyle davranıyorsa, bu bize bir işarettir ki, kimse garantinin zerresine sahip olduğunu iddia etmemelidir. Eğer O böyle diyorsa, Hz. Musa da Hz. İsa da Hz. Davut da öyle der. Kaldı ki bir başka yerde yine O, “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez.” buyurur.
Evet isterse birisi büyüklüğüyle, başarılarıyla, muvaffakiyetleriyle, zaferleriyle dillere destan olsun; emirliğiyle “ni’mel emir” dedirtecek seviyeye; ordularıyla “ni’mel ceyş” dedirtecek ufka ulaşsın; binler, yüzbinler İstanbul fethetsin… evet bütün bu başarılar, kurtuluşumuz adına eğer ilâhî teyidat yoksa, hiçbir şey ifade etmezler. “Allah, rahmetiyle bizi sarıp sarmalar ve fazlıyla kuşatırsa işte o zaman kurtuluruz.” Yoksa -hafizanallah- cennet yolu benim için çok rahat, Allah’a ulaşma hazır ayağımın dibinde, az yürüyünce varırım mülâhazaları.. şeytanî mülâhazalardır.
Bu da, kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar var. Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmaktadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimi bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh;’bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberrâ birisi dizmiş, tanzim etmiştir”diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir zâtın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden her şey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberrâ olan bir Zât-ı Ecell-i A’laya (cc) delâlet eder ki, O da Allah’tır, Vâcibül-vücuddur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, ârızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte zat-ı ûlûhiyet için serd edilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.
Allah, mütegayyir değildir, Allah değişmez, O yemez, içmez, isrâfâtı, vâridatı yoktur. Ezelîdir; varlığı zatî ve kendindendir, aynı zamanda da, ebedîdir.
Öbür taraftan ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkep değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur’ân’ın beyaniyle, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah’ın emriyle meydana gelen, zişuur nûrânî kanunlardan ibârettir. Tohumdaki nemâlanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da, bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.
Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, Sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile, -haşa- bazılarının aklına, Allah’a benziyor gibi bir şey gelmekte. Yani Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi, ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?
Allah’ın tebeddülden, tegayyürden, elvan-u eşkâlden münezzeh ve müberrâ olması zâtındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kâim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil her şey, O’nunla kaimdir. her şey elini O’na uzatmış istiâne etmekte O ise, “iyyake nestain”sözü ile yapılan bütün istiânelere, iâne etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah’ın yardım elini uzattığı, mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kâimdir. Evet, ruh da Allah’a dayandığı sürece vardır. Allah’a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.
Bir misalle arz edecek olursak; Güneşte şua, ışık ve renkler vardır. Ay’da da, bunu müşahede ederiz. Fakat Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, ayda o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ayın üzerindeki o ârazi ışıklar,Güneşte zâtî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneşi bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur’an Ay için “nur”veya “Münir”tabirini, Güneş için ise parıl parıl yanan bir lamba ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenab-ı Hak için pek uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.
Ahirette de, Allah; ruh ile beraber cesetleri de bâki kılacaktır. Allah bâki, onlar da bâki, ama; onların bekası Allah ile kâim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat onun varlığı kendi Zâtı ile kâim. Onlar yok olabilirler ama. Zât-ı Ecell-i A’lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberrâdır.
İnsanın bir mülk, bir de melekût yanı vardır. Onun bu yanlarını, başka tabirler kullanarak ifade etmek de mümkündür. Nitekim bazıları buna, melekî ve şeytanî; bazıları, maddî ve manevî; bazıları cesedî ve ruhanî; diğer bazıları da nefsî ve vicdanî demiş ve aynı hakikati başka başka ifadelerle anlatmaya çalışmışlardır.
Bize göre, insanın manevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek daha uygundur. İsterseniz bunlardan, manevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.
Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, âlem-i emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler… Bu iki mekanizma âdetâ hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma haline gelir. Evet, tasavvufçuların tasnifiyle, nefis mekanizması, emmârelikten kurtularak, levvâme, mülheme, râdiye, mardiyye ve sâfiye gibi mertebelere sıçrayarak insana yararlı hale gelebilir. Onun içindir ki, insanı sadece mânâ yönüyle ele alıp terbiye etmek veya sadece vicdan mekanizmasından ibaret kabul etmek eksiktir, yarımdır. Hakiki velayet, Sahabe velayetidir. Sahabe, nefis mekanizmasını “Sıbgatullah” denen İlâhî boya ile boyamış ve insana verilen negatif duygulara dahi birer velayet mührü basmıştır.
Mesela şehveti ele alalım. Bu duygu sadece kendine bakan yönüyle işlettirilecek olursa, tamamen bir kötülük menbaı haline gelir. Ne var ki, Sahabe mesleğinde, bu duyguya bile velayetin bir buudu olma keyfiyeti kazandırılmıştır. Şöyle ki, şehvet helal dairede kullanıldığında, insanın hanımıyla olan münasebetleri dahi ona sevap kazandırır.
Bir gün Allah Rasûlü, bunun böyle olduğunu söyleyince, Sahabe, nasıl olur mânâsında hayretle bakakalmış. Efendimiz de onlara şu mantıkî ve mantıkî olduğu kadar da fıtrat buudlu cevabı vermişti: Eğer bir insan, helal dairede kalarak o işi yapmasaydı harama girecekti. Demek ki o, helal daire ile iktifa etmekle haramı terk etmiş oldu. (Haramı terk etmek ise insana bir vacip işleme sevabı kazandırır). Demek oluyor ki, insan nefis mekanizmasına ait bu duyguyla dahi cennet kazanabiliyor. Diğer taraftan nefis mekanizmasına ait bütün duyguları cennetin televvünlerine vesile olarak kabul edebiliriz. Yani insan, nasıl ki vicdan mekanizmasına ait his ve duygularla cennete ait bazı buudları seyredip yaşayabilir, disiplin altına alınmış nefis mekanizmasına ait bazı duygularla da yine cennete ait bazı televvünleri duyup idrak edecektir. Zaten cennetin ruh ile beraber cesede hitap edecek olmasının hikmet ve sırlarından biri de bu olsa gerektir. (Hz. Âdem’in topraktan yaratılmasını ve yaratılışı anlatan, balçık, kurumuş çamur vs. gibi ifadeleri, insanoğlunun mahiyetini ele veren bazı malzemeler şeklinde anlamak muvafık olsa gerek. Yoksa onu, bildiğimiz dünyaya ait balçık ve çamur şeklinde yorumlamak eksik bir anlayıştır…)
İnsanda bir de öfke var. Eğer bu öfke hissi olduğu gibi kalsa, insanı kokuşturur ve düşünceleri kanlı, duyguları kanlı, gözü kanlı ve eli kanlı bir cânî, bir Firavun haline getirebilir. Fakat aynı öfkeyle insan, ırz, namus ve vatan uğruna kavgaya girip, öldürürse gazi, ölürse de şehid olur. İşte böyle bir öfke, en az “hilm” kadar Allah nezdinde makbuldür. Şimdi, eğer insanın türabî (toprağa ait) yanları dahi iyi işletilince onu bu dereceye yükseltiyorsa, siz vicdan mekanizmasının iyi işletildiğinde neler olacağını düşünün..!
Evet insan, türabî yönüyle dahi her zaman melekler seviyesine ulaşabilir. Bir de vicdan mekanizması devreye girince, o, meleklerden daha üstün hale gelir. Zira meleklerde zorlanma yoktur. Onların iradesi, önündeki marziyyat güzelliklerini seçme şeklinde tecelli eder. Halbuki insan iradesi, iyiyle kötü arasında mutlaka tercih yapmakla mükelleftir. “Mağnem de mağrem” (mükâfatda meşakkat) nisbetinde olacağına göre, insanın önündeki bu handikapların aşılması, insanın meleklerden üstün hale gelmesine vesile ve vasıta sayılacaktır.
Vicdan, kelime olarak “bulmak” mânâsına gelir. İnsan onunla hem kendini, hem de Rabbini bulur. Onun içindir ki, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî, Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi İslâm büyüklerinden alın da, birçok Batılı düşünürlere kadar yüzlerce insan, keşif ve sezişleriyle vicdanı ele almış ve onun bu hususiyeti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Burada “keşif ve seziş” ifadesini bilhassa kullanıyorum. Veliler, vicdana ait hususiyetleri keşfen; mütefekkir ve filozoflar ise sezişleriyle bilirler. Vicdanın yalan söylemeyeceği hususunda ise her iki grup ittifak halindedir.
Bediüzzaman Hazretleri ilk eserlerinde, Cenab-ı Hakk’ın varlığına delil olan ana ve temel bürhanlar arasında vicdanı da sayar. Fakat daha sonra vicdanı, herkesin anlayacağı ölçüde objektif bir delil görmediği için, Sözler’de bu tür delilleri üçe indirir: Kur’ân, Efendimiz ve bir de kâinat kitabı…
Evet, herkes vicdanın hafi dilini anlayamaz. Onun için objektif bir delil olması söz konusu değildir. Ama, onun dilinden anlayanlar için o, delillerin en büyüğü ve en keskinidir. Hiçbir malûmat, hiçbir müktesebât, insana vicdanının duyurduğunu duyuramaz.
Vicdanda bir nokta-i istinat ve bir de nokta-i istimdat vardır. İnsan bunlarla acziyetini, hiçliğini idrak eder ve bu idrakle, Cenab-ı Hakk’a dayanır; dayanır ve ne isteyecekse O’ndan ister. Madem ki insanda bir “medet isteme” hissi vardır. Öyleyse ona medet edecek bir Zat da vardır. Böyle olmasaydı bu hissin insana verilişi abes olurdu. Halbuki kâinatta abes hiçbir şey yoktur. Bizdeki her duygunun mutlaka bir karşılığı vardır. Öyleyse vicdandaki, istinat ve istimdat noktalarının da hiç şüphesiz birer karşılığı olacaktır. Ne var ki, hayatında bir kere olsun vicdanını dinlememiş bir insanın, bunu duyup sezmesi mümkün değildir. Gerçi şuur da vicdan mekanizmasına ait bir bölümdür ama, zatî değerinin yanında, o da tek başına bir kıymet demek değildir. İrade, his ve kalple inzimam edince, o da âdetâ tek başına bir vicdan olur.
Hakk varlığının hiçbir zaman susmayan bütün şahidleri gibi, vicdan da tek başına hakkı ve hakikati haykıran İlâhî ve semavî bir sadâdır. Ama, bu, vicdanın bizim tarifimize giren vicdan olması itibariyledir. Yoksa, nefis mekanizmasının altında kalıp ezilmiş bir vicdandan aynı neticeleri beklemek elbette ki mümkün değildir.
Evet, bir insan düşünün ki, bütünüyle bir şehvet, kin, öfke, makam-mansıp sevdalısı haline gelmiştir. Yaptığı her işinde ruhunu sarmış bu negatif duyguların te’sirindedir. Böyle bir vicdanın eli-kolu bağlı ve dolayısıyla da tesirsizdir. Biz, böyle bir insana kelimenin tam mânâsıyla “vicdansız” deriz. Böyle insanların vicdan mekanizması adına bilgileri olmadığı gibi, vicdanın ifade ettiği mânâyı ve onun gayeler üstü gayesini de sezmeleri mümkün değildir.
Burada önemli olan bir başka husus da şudur:
Kant, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Demek ki, güzel davranışlar, güzel ameller bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek insanı, mücerred bilgiyle ulaşılmayan noktaya ulaştırıyor. Evet, mücerred bilgi ve malumat insanı hiçbir zaman bu seviyeye yükseltmez. Temrinden yoksun, amelden mahrum insanlar yükler dolusu kitap devirseler de, vicdanlarında duyulması gerekenleri kat’iyen duyamazlar.
Tatbik görmesi gereken ameller ise, bizim için bellidir: O, dinin güzel gördüğü ve “salih amel” diye vasıflandırdığı amellerdir. Vicdan mekanizmasının işlettirilmesi ve ondan semere alınması “salih amel” kavramının hayata geçirilmesiyle çok yakından irtibatlıdır.
Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra da bir takım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekalâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzûda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icad edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tesbit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (a.s.) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi kâtilini haber verme hadisesinden bahseden ayetin (Bakara Suresi, 2/73) sırrına yaklaşılmış olacaktır.)
Ruhî gelişmenin kendisine göre bazı usul ve prensipleri vardır. Bu prensiplere riayet eden herkeste, o şahsın istidat ve kabiliyeti ölçüsünde bazı mazhariyetler olur. Prensiplerdeki teferruatı bir tarafa bırakacak olursak, ister yogizm’de, ister fakirizmde ve isterse tasavvufta, ruhî melekeleri geliştirmeyi bir usule bağlamak mümkündür. Eskiler bunu şöyle ifade ederlerdi: ‘Kılletü’t-taam, kılletü’l-menam, kılletü’l-kelam, sükût-u müdâm, uzlet ani’l-enâm, zikr-ü müdâm, teveccüh-ü tam.’
Evet, bu yolda az yiyeceksin. Özellikle proteini bol olan yağ, et, yumurta gibi gıdalardan kaçınacaksın. Az içecek, az uyuyacaksın. Zaten Allah Rasulü de bütün bu hususlara işaretle: ‘Sizin adınıza en çok korktuğum, göbek bağlamanız, çok uyumanız, tembelliğiniz ve yakîninizin az olmasıdır.’ (1) buyurmuyor mu? Aslında, sırasıyla bunlar birbirini doğuran neticelerdir. Çok yiyen bir insan çok uyur, çok uyuyan bir insanın da yakîni çok az olur. Aksi neticeler de yine bunların aksinden doğar. Yani, az yiyen az uyur ve az uyuyanın da yakîni gün geçtikçe çoğalır. Öyle ise bu neticeye ulaşmak isteyenler, mutlaka az yemeli, az uyumalı, hayrete varmalı ve gözlerinin misal alemine açılmasını temin etmelidirler.
Neticeye ulaştıran şartlardan biri de az konuşmaktır. Hz. Ömer’in (ra) dediği gibi ‘Çok konuşanın sakatatı çok olur.’ (2) Onun laflarının çoğu işe yaramaz ve bu tür insanlara gayb perdesi aralanmaz.
‘Sükût-u müdâm’ devamlı sessizlik demektir. İnsan sesini kesip, gözünü, muttali olmak istediği aleme döndürmeli ki, yaramaz her şeyi unutarak ruhunu ulvi alemlerle irtibatlandırabilsin.
‘Uzlet ani’l-enâm’ ise halktan uzak ve ayrı durmak manasına gelir. İnsan, göz ve kulak vasıtasıyla kalbinin, ruhunun kirlenmesine meydan vermemelidir. Halbuki çarşı-pazar ve insanlarla ihtilatta, bunların kirlenmesine sebep olacak faktörler sayılamayacak kadar çoktur. Bu faktörlerin menfi tesirinden kurtulabilmenin en sağlıklı yolu uzlet, yani insanlardan uzak kalmaktır.
‘Zikr-ü müdâm ve teveccüh-ü tam’, neyi anmak gerekiyorsa onu anmaktır. Kimisi Mesih’i, kimisi de Buda’yı anar. Halbuki bizler Allah’ı anar ve O’nun yüce adını vird-i zeban ederiz. Böylece teveccüh-ü tam hasıl olur ve insanın ufkunda yeni menfezler açılır. Bir insanın gayb alemine muttali olmasının yolu, arzettiğimiz hususlar gibi şeylere riayetten geçer. Günde üç öğün yemek yiyen, karnını tıka basa doyuran ve kendini gevezeliğe salıp, bilip bilmediği herşeyi konuşan, zikre devam etmeyen ve cemiyet hayatında, çoğunlukla kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyatla meşgul olan.. çok uyuyan ve gaflette boğulan bir insanın, bana niçin gayb perdesi açılmıyor, diye itiraza hakkı yoktur. Zira o, kendini neticeye ulaştıracak yolun erkanına riayet etmemektedir. Menzile varılmaması da gayet normaldir.
Her şeyin bir usulü vardır. Bu usulle beraber, bu mevzu mürşid ve üstad ister. Ben kendi kendime yaptığım riyazat sebebiyle bazı rahatsızlıklara maruz kalmıştım. Bu esnada bana el uzatan bir hak dostu ‘riyazat mürşid ister, müsaadesiz yapılamaz’ demişti. Hakikaten daha sonra ben de aynı kanaate sahip oldum. Riyazat yapmak isteyenler, bunu mutlaka bir mürşidin nezâreti altında yapmalıdır. Aksi halde altından kalkılamayacak kadar ağır rizikolar söz konusu olabilir. Burada önemli bir konuya da işaret etmek istiyorum: Bu türlü şeylerle meşgul olan kimseler şayet, mânâ alemine gözleri açık değil ve ayağının basacağı yeri bilemiyorlarsa -Allah muhafaza buyursun- her zaman bir kısım habis ruhların saldırısına maruz kalmaları muhtemeldir. Bunlar cindir, şeytandır veya habis ruhtur ve bunlar çok mühim değildir. Mühim olan bunların kendilerini o şahsa kabul ettirme keyfiyetleridir. Bilhassa kişi bu işi usulünce yapamıyorsa ve başında kendisine ışık tutan bir rehberi, bir mürşidi de yoksa, bu habis ruhlar kendilerini kabul ettirir ve o şahsı oyuncak haline getirebilirler. Böyle birşey, bazen terğib, teşvik ve okşamakla, bazen de tehdit ve korkutmakla olur ve o kişiyi bütünüyle kendi hesaplarına göre konuşturur, kendi hesaplarına göre iş yaptırırlar. Günümüzdeki sapıkların çoğunda görüldüğü gibi, kimisine Mehdi, kimisine Mesih, kimisine (haşa) peygamber ve kimisine de (haşa) Allah olduklarını söylettirirler.
[1] Kenzu’l-Ummal, 3/460
[2] Keşfü’l-Hafa, 2/374-375
Bazı felsefeciler, birtakım mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız. Zira ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu tarif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyada olduğu gibi, ahirette de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar. Kaldı ki, âyet ve hadisler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (celle celâluhu), ruhla beraber bedeni de diriltecek veya tâzib edecek ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır. Kudret ve ilim O’nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatini bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hayale gelmişlerdir…
Güzel koku onların temel gıdası olduğu söyleniyor. Evet, bizim temel gıdalarımız olduğu gibi onların da temel gıdaları var. Oksijeni soluduğumuz gibi, onlar da buna mukabil güzel kokuyu solurlar. Ayrıca, bizim belli bir fizyolojik yapımız var. Bu itibarla da bazen basit, bazen de mürekkep gıda alıyoruz. Fakat onlar maddeden mücerreddirler. Böyle olunca da bizim ihtiyacımız olan şeylere onların ihtiyacı yoktur. Onlar ancak, tesbih ve tehlillerden, zikirden ve Kur’ân tilâvetinden zevk alırlar.
Ervah-ı habîse ise çirkin kokulardan zevk alır. Mahkemeye giderken arkadaşlardan biri gülyağı sürmüş de oradakilerden biri basbas bağırmaya başlamış: “Kim sürdü o hacı kokusunu..?” Biz de onların parfüm kokusundan rahatsız oluyoruz ya!” Rûhlar farklı farklı işte böyle…