İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle mü’minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O’nun İslâm’ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü’minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm’ı tebliğ ederken, “Şeriat-ı Tekviniye” dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm’a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.
Allah Resûlü’nün (s.a.s.) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O’nun gönül verdiği dâvâ uğrunda “kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri” yetişmiştir.
Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) insanları İslâm’ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz:
1. Sabır,
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü,
3. Tedrîcilik,
4. Neticeleri Allah’tan bilme,
5. İç derinliği,
6. Tevazu,
7. Muhasebe.
1. Sabır
Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh’un, Hz. Lût’un, Hz. Musa’nn, Hz. İsa’nın, Hz. Yahya’nın ve Kâinatın Efendisi’nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü’minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah’ı ve O’nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.
İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, O’nu sayıp, O’ndan çekinir ve O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/39)
Bu hususta Peygamber Efendimiz’e de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Mâide, 5/67)
“Allah Resûlü’nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.
“Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..! O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu..
“O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif’e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem’i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Allah Resûlü’nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.
“Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife “hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı “hayır!” diyordu…
Ve, sonra ellerini açıp Rabb’ine niyazda bulundu:
Allah’ım, güçsüzlüğümü, za’fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.
“O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü’nün önüne uzatır ve “Buyurun, bundan yiyin.” ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah’ın adıyla mânâsına “Bismillâh” der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: “Sen kimsin?” Allah Resûlü cevap verir: “Son Peygamber ve son Resûlüm!” Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder (İbn Hişam, Sire, 2:60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, 3:166; nakl: M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur 1997, 1: 70-73).
Günümüzde de İslâm’ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü’minlerin ona ittibaları emredilir. “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah’tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü’min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar. b) Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur. c) Allah’a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah’ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, 353)
a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır.
b) Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir.
c) Allah’a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, 2:69).
Fethullah Gülen Hocafendi, bu sabır çeşitlerine şunları da ilâve eder: Dünyanın cazibedar güzelikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır.
Zaman ve vakit isteyen işlerde zamanın çıldırtıcılığına sabır.
Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak “ircî” fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır.
Müslüman, Allah’a itaat edip O’nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah’ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır (Bediüzzaman, Lem’alar, 21.Lem’a).
İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye “İlk bakış lehine gerisi aleyhinedir.” buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır.
İmtihan, hayatta Allah’ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk’ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır.
2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü
Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz’in İslâm’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz’e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.”” (Âl-i İmran, 3/159)
Hilm, Allah Resûlü’ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O’nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm’a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O’ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü’nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet’e dehalet etti.
Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, O’nu yumuşak huylu kıldı. Yani O’nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O’na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular (Gülen 1997, 1:398).
Burada merhametle ilgili birkaç hadis-i şerif zikretmeyi faydalı buluyorum. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor:
İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. (Buhâri, “Tevhid”, 2; Müslim, “Fezâil,” 66)
Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin. (Hâkim, el-Müstedrek, 4:277)
Merhamet etmeyene merhamet edilmez. (Buhâri, “Edeb,” 18; Müslim, “Fezâil”, 65)
Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke’nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” buyurmuştur. Ebû Süfyan’ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi’yi ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir.
İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.
Bazen O’nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur (Gülen, 1997, 1:403).
Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî’den rivâyet ediyorlar: Zü’l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem’e (s.a.s.) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz’e hitaben küstahça şöyle dedi: “Ya Muhammed, adaletli ol!.” (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.)
O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: “Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!” der.
Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Ömer’i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: “Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki? (Buhari, “Edep”, 95; Müslim, “Zekât”, 142) Efendimiz’in bu mukabelesi, başka rivâyetlerde şu mânâya da gelebilecek şekildedir ki, bu da, onun nasıl bir muhasebe duygusuna sahip bulunduğunu gösterir: “Ben adalet etmezsem vah bana, ben mahvoldum demektir. Benim adaletsizliğimden dolayı vah sana, çünkü sen, peygamber olarak benim arkamdan geliyorsun!” (Gülen, 1997, 1:405-406)
Müsamaha ve hoşgörüyle alâkalı şu düsturlar da yol gösterici mahiyettedir:
Aç herkese açabildiğin kadar sîneni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..! İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere karşı mürüvvetli ol; inançsızlara öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol..! Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla kendi karakterini aksettirir. Sen, müsamaha yolunu seç ve töre bilmezlere karşı âlicenap ol..! Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen, insanı sev; insanlığa hayran ol..! (Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 101)
3. Tedricilik
Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm’ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir.
Efendimiz’in (s.a.s) İslâm’ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim’in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.
Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke’deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır: “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir.” (Nahl, 16/125)
Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir.
Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu’s-Sîre s. 95).
Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm’a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır.
Allah Resûlü’nün bu düsturu da Kıyamet’e kadar mü’minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900’lü yılların başında Japonya’yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: “Benim İslâm’ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon’a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz’in sünneti olduğunu söyledim. ‘Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?’ diye sordu. Ben de, ‘İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi’ cevabını verdim. ‘Haklısın’ dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı (Abdürreşid İbrahim, Japonya’da İslâmiyet, 1:156).
4. Neticeleri Sadece Allah’tan Bilme
Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk’a bırakırdı. Cenab-ı Hakk’ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O’ndan geldiğini ve O’nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.
Efendimiz’in (s.a.s.) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır. Mü’min kendi vazifesini yapmalı ve Allah’ın “vazifesi”ne karışmamalıdır. Bu hususla alâkalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir:
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler:
“Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”
Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş:
“Ben, Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir. (Nursî, Lem’alar, 17. Lema)
Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda “ene”lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır.
5. İç Derinliği
Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah’tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz’dir (s.a.s.). Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O’dur.
Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a): “Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (r.a.) şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun.” (Buharî, “Tefsir”, 21) Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar: “Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu.” (Tirmizî, “Zühd”, 44; İbn Mâce, “Zühd”, 3)
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmişti. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı… (Gülen 1997, 2:473-474)
Evet O, ümmetine tebliğ edeceği hususları öncelikle kendi hayatında yaşayarak temsil ediyor ve her hâliyle ümmetine örnek oluyordu. Aslında, O’nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O’nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. Tabii ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O, yaptığı her işi ibadet şuuruyla yapıyordu (a.g.e., 2:478)
Defalarca, dünya O’na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 2:231) İşte asrımızın hizmet erleri de, Efendisini kendisine örnek alarak içe doğru derinleşmeli ve dış fethin yanında iç fethi ihmal etmemelidir.
Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân’ın ifadesiyle “Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz.” (Nisa, 4/71) O hâlde mü’min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.
6. Tevazu
Allah Resûlü’nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O’nunla beraber doğmuş gibiydi Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. Bir gün melek geldi ve sordu: “Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril kulağına fısıldadı: “Rabb’ine karşı mütevazı ol!” Ve, Allah Resûlü cevap verdi: “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 9:19-20.) O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır. Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu: “Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum…” (İbn Mâce, “Et’ime”, 30)
Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimiz’i örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.
Kâinatın Efendisi Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş’a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti…
Hz. Aişe Validemiz’den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Tirmizi, “Şemâil”, 78) O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu.
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alâkalı olarak, Kâinatın Efendisi (s.a.s.), şöyle buyurur: “Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti’nin en yüksek yerine çıkarır. Allah’a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu Cehennem’in en alçak derecesine indirir.” (Münziri, et-Tergîb, 4:339)
7. Muhasebe
Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes’ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi’dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz’le Hz. Âişe Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum.
Kâinatın Efendisi (s.a.s.), birgün Hz. Âişe Validemiz’in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca, “Ya Âişe, seni ağlatan nedir?” diye sorar. Hz. Âişe Validemiz: “Ya Resûlellah, Mahşer Günü’nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?” der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir: “Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat’tan geçerken.” Zira herkes, “acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?” diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, “acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?” diye, Sırat’tan geçip, Cennet’e ve Cemâlullah’a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem’in derinliklerine mi düşeceğim?” diye merak içerisinde olacaklardır.
İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alâkalı olarak da Efendimiz (s.a.s.), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir:
Ey Abdimenafoğulları! Allah’ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için bir şey yapamam.
Allah Resûlü halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder:
Ey Haşimoğulları siz de Allah’ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için de birşey yapamam.
Efendimiz (s.a.s.), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler.
Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet’te değil dünyada kazanılır. Efendimiz’in mübarek beyanlan içerisinde “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aliyyülkârî, el-Masnû’ 1:135; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1:1320) Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz.
Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Hûd Sûresinde O’na: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu…
Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu… (Gülen 1997, 2:475)
Mes’ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin.” diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır.” Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve “Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti.
Hz. Ömer de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayr-i müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O’ndan asırlar sonra gelen Hindistan’ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu. “Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer’i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum.” (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları)
Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü’min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır.
Aksiyon, Fransızca’dan dilimize geçmiş bir kelime. Bunun yerine bazılarının da mülâhazalarına dayanarak hamle ve hareket tabirini de kullanabiliriz. İslâmî hizmetlerde, aksiyon veya hamle derken, mevcut olanı yeterli görmeme; himmetini âlî tutma, dünyaları cennete çevirme mevzuunda hiç durmama, yılmama, usanmama veya bu işi sonuna kadar götürme mânâlarını da mülâhaza edebiliriz. Bu işin sonu ise: -ki soruda bahsedilen sırrın cevabı budur- “Yakîn (ölüm) sana gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadet et” (Hicr, 15/99) âyetinin anlattığı ufuk noktayı yakalamaktır. Yani kulluğunu bütün samimiyet ve canlılığıyla yakîn gelip çatıncaya kadar götürebilmek. Evet, işte bunu o güne kadar götürme gerçek bir hamle ve aksiyondur. Gerek ferdî plânda, gerekse içtimaî plânda kul kendinden istenen vazife ve sorumlulukları can u gönülden düşünüyor ve eda etmeye de uğraşıyorsa, biraz önce ifade ettiğimiz gibi o, hamle ve aksiyonu doğru mânâda anlamış ve yaşamış demektir. Aksi halde, mes’eleyi tek buudu ile ele alıp ve yapageldikleri maddî hizmetlerle, Türkiye’yi dünyanın en mâmur ülkesi haline getirseler ve bir kısım istihraclarda beyan edildiği gibi kılıçlarını Sultan Ahmed Camii’nin minarelerine assalar bile, iş yine kayıp gerisin geriye gidecektir. Hatta, bir hamlede dünyayı kurtarsalar ve ardından da amellerine güvenmenin ağına düşseler, bunların, yaptıklarının Hakk nazarında hora geçmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Sorunun ikinci kısmında “bu mânâ ve ruhu sürekli kılabilmenin yolları?” deniyor.
Evvelâ, bu mânâ ve ruhu devam ettirebilmek için:
1. Ameliyat-ı fikriye ister. Evet herhalde bizim en büyük kusurumuz, her türlü tefekkürden, tetkikden uzak ve gafilane yaşayışımız olmalıdır. Dahası kendi içimizden murakabeden (otokontrol) mahrum gönül-kubûr hayat geçirmemizdir.
2. Rabıta-i mevt. Yani daima ölümü düşünüp, onunla senli benli olma; her gün ama her gün, Azrail ile randevuya hazırlanma mânâsında rabıta-i mevt. Bunun için hastahaneler ziyaret edilmeli.. çeşitli hastalıklardan dolayı orada bulunanlarla içli-dışlı olunmalı. Mezarlara gidilerek ve kendimizi kurumuş kemikler halinde tasavvur ederek dünyanın fena ve zevali hatırlanmalıdır. Ayrıca “insan ölür gider, geriye eseri kalır” mülâhazasıyla, arkada, bir eser bırakmak için durmadan çalışıp çabalamalı ve bu hayat, dolu dolu yaşanmalıdır. Bakın, İnsanlığın İftihar Tablosu’na; Refik-i Âlâ’ya vuslatın yaklaştığı, o hayat-ı seniyyelerinin sonunda bile, Bizans’a karşı bir ordu hazırlıyor, başına da, babası Mute’de şehit olan ve torunu gibi sevdiği Üsâme’sini (Üsâme b. Zeyd) getiriyor. Hastalığı ağırlaştığı o son anlarında, bayılıyor, ayılıyor ve her ayılışında da ordunun gidip gitmediğini soruyor. Rica ederim sekerât-ı mevtte olan, ölüm heyecan ve helecanlarını yaşayan bir insanın meşgul olacağı şey midir bu? Bir dava adamı için ondan da ileridir. O sultana bedel işte bir de çırak! Bu milletin içinden çıkmış o nadide dimağ; Murad Hüdavendigar. O da göbek bağıyla bağlandığı İnsanlığın İftihar Tablosu’nun çizgisinde hayatını noktalıyor. Daha savaş meydanında ruhunu Rabbine teslim etmeden, Gazi Mihallerin, Gazi Evranosların: “Sultanım, hünkârım bir emriniz var mıdır?” diye son isteğinin ne olduğunu öğrenmek istemelerine karşılık, Koca Hünkâr tarihe altın harflerle yazılacak şu sözleri söylüyor: “Attan inmeyesüz, kılıcınızı kınına koymayasuz”. O, “beni Bursa’ya götürüp gömün ve hıncımı, intikamımı alın..” vs. demiyor, aksine söyledikleriyle uğrunda şehit olduğu dâva adına aksiyon solukluyordu. İşte bu ufuk noktayı yakalama yollarından birisi de ölümü gülerek karşılama, düğüne, bayrama gidiyor gibi onu kabullenmedir.
3. Birlikte hizmet ettiğimiz arkadaşlardan ayrılmama.. zira onlar bir Allah ordusudur. “Allah’ın ordusu daima galebe çalacaktır.” (Maide, 5/56) Evet, bazen iç âlemimiz ve ruh dünyamız itibariyle yıkılmış olabiliriz. Bu tahribatı onların o bereketli iklimi içinde bulunmakla tamir etmeliyiz. Bazen, içinde bulunduğumuz menfî atmosferde kendi gözümüz, kendi kulağımız, kendi elimiz, kendi ayağımız bize kâfi gelmeyebilir. İşte o zaman arkadaşların eliyle tutma, gözüyle görme, kulağıyla duymayı gerçekleştirerek kendi güç ve kuvvetimizin üstünde bir forma ulaşabiliriz.
4. Bizi her zaman metafizik gerilim içinde tutacak ve canlı kılacak kitaplar okumak. Evet, ilklerin o şanlı hayat-ı seniyyelerinden tutun da, bu yolda bizlere örnek olan daha nicelerin düşünce ufuklarını ancak onların hayatlarını okuyarak, anlayarak elde edebilir ve ülfetlerin, ünsiyetlerin boğucu atmosferinden, dünyanın cazibedar güzelliklerinden kurtulabiliriz.
5. Hak ve hakikata, hizmet adına mutlaka üzerimize bir vazife alma. Evet, bu sayede insan dâva arkadaşları ile sık sık bir araya gelir; yapılan işlerin neticesi, yapılacak olanların da mütâlâa ve müzâkeresiyle meşgul olur ve bir hafta boyu onunla yatar, onunla kalkar; bir lâhza bile boş kalmadan hizmet soluklar. O böyle davranınca, Cenab-ı Hakk da onun aşkını, şevkini, diğer tabirle hamle ve aksiyonunu bereketlendirir. “Bana bir zirâ yaklaşana, bir kulaç yaklaşırım… yürüyerek gelene koşarak gelirim” hadîs-i kudsîsi de bu hakikatin ifadesi olsa gerek. Hâsılı; boyunduruğun yere konduğu bu yerde, böylesi kudsî bir davaya omuz veren yiğitler, evvela tefekkür ile sahip oldukları değerlerin farkına varacak.. rabıta-i mevt ile, dünyanın zeval ve fenasını aşacak.. hatta fena ve zeval içinde gerçekten var olmanın yollarını başkalarına gösterecek.. hizmet arkadaşları içinde gerçekten var olmanın yollarını başkalarına gösterecek.. hizmet arkadaşları ile tasada, kederde, sevinçte her zaman ve her yerde beraber olacak.. ve bu sayede birleriyle binlere ulaşacaklardır. Gerçek vefanın temsilcileri olan bu fütüvvet ordusu, örnek aldığı, rehber ve rehnüma kabul ettiği büyükleriyle buluşmaya gidiyor gibi şevk-u tarâb içinde hizmete koşacaklardır. Ve muştusu asırlar önce verilen dünyalarının gerçekleşmesi için, hamle hamle üstüne daha nice kahramanlıklar sergileyeceklerdir. Rabbim, nesillerimizi ihsanıyla, keremiyle, inayetiyle serfiraz eylesin! Gücümüzü aşan ve tâkatimizin üstünde çıktığımız bu yolda ve bu büyük mücadelede kendi kuvvetiyle, havliyle bizi desteklesin! Bu işi bizimle veya bizden sonra gelen cemaatlerle sonuna ulaştırsın! Rabbim, dinini pâyidar kılmak suretiyle yerin üstündekini de, altındakini de sevindirsin, güldürsün ve hoşnut eylesin!
Mes’elenin bir bize bakan yanı var, bir de bizi aşan yanı. Bize bakan yönü itibariyle, bu iş sırf emr-i İlâhî olduğu için yapılır. Uykumuzu kaçıran, rahatımızı delen, bizi yemeden-içmeden alıkoyan, zihnen ve bedenen yoran bütün bu işler, eğer Allah rızası ve O’nun dinini i’lâ etmek için yapılmıyorsa, beyhûde kürek çekiyoruz demektir. Evet, halis niyet, bizim yaptığımız, yapacağımız işlerin rûhudur. Bu ruh olmazsa, yaptıklarımız da yapacaklarımız da müsbet hiçbir değer ifade etmez.
Kur’ân’da, “Ey imân edenler! Sizi, size hayat verecek şeye çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûl’e icabet edin” (Enfal, 8/24) buyurulmaktadır. Evet bu, bir ihyâ, yani dirilme ve diriltme mes’elesidir. Bu diriliş de, âyette açıkça beyân buyurulduğu üzere, din ile ve dinin hayata hayat yapılması ile mümkün görülmektedir.
Allah rızası için, yani en büyük mertebe olan “mertebe-i rızâ”yı kazanmak için yaptığımız işlere, kendi düşünce ve arzularımız kat’iyen girmemelidir. Meselâ, dinsiz bir insanın Cehennem’e girmesi gerçeği, bazı hassas ruhlarda bir kısım burukluklar hasıl edebilir; dolayısıyla da dengenin korunamamasına yol açabilir. Aynı şekilde, nefret ettiğimiz fuhşu kaldıralım diye, meşrû sınırları zorlayabilir; hatta bazı meşrû münasebetlere bile sınırlama düşünebiliriz ki, bütün bunlar da dengeyi bozabilir. Dolayısıyla biz, sadece emredileni emredildiği şekilde ve emredildiği çerçevede yerine getirmekle mükellefiz.
Bu işin bizi aşan yanı ise şudur: Mesajımızı insanlara kabûl ettirme, bizim tâkat ve gücümüzün üstünde bir mes’eledir ve ayrıca bu husus bizim işimiz de değildir. Kabul ettirecek Allah olduğu gibi, kabul ettirmeme de O’na aittir. Evet işin bu yanının, hiç mi hiç düşünülmemesinin yanında, sözlerimiz kabul gördüğünde de, bunu hiçbir zaman zekâmızdan, bilgimizden, kabiliyetimizden, kısaca kendimizden bilmemeli ve herşeyi tamamen Allah’ın lütfu saymalıyız. Aksine, hüsn-ü kabul görmediğimizde de, kendimizi sîgaya çekmeli, duygularımızı, niyetlerimizi, ibadetlerimizi yoklamalı; sürekli muhasebe ve murakabede bulunmalı; tabii asla ye’se de düşmemeliyiz. Nice dev kametler ve mantık-muhâkeme insanları gelmiştir ki, birkaç insandan başka takip edenleri olmamıştır. Yine, nice ilham ve vâridât insanları gelip-geçmiştir ki, arkalarından bir-iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; zira imân, kulun kalbinde Allah’ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O’na aittir.. evet onu ancak O yakar.
Ayrıca mebde’ itibariyle bu hizmet, tamamen Allah Rasûlü’ne aittir. Mânâ açısından ele alınınca da, 20. asırda Efendimiz’in izdüşümü olarak, kuvve-i kudsiye sahibi bir zat zuhûr etmiş ve bu misyonu o yüklenmiştir. “Kitab”, “Sünnet” diyen ve “Hikmet”e râm olan bu zat, Hakikat-ı Ahmediye (sav)’yi temsil yolunda hayatını aslına göre düzenlemiş, sonra da Allah’ın inâyetiyle o yolda yürümüş ve neticede hiçbir şeyi de kendinden bilmemiştir. Hatta, nefsini sürekli ırgalamış, “Allah, bu dini bir abd-i fâcirle de aziz eder; sen kendini işte bu fâcir kul bilmelisin” şeklinde nefsine hitap etmiş.. ve “sen mazhar da değil, ancak memerr olabilirsin” diyerek, sürekli muhâsebe ve murâkabe içinde yaşamıştır.
Daha sonraki nesiller ise, kendilerini bu kudsî hizmetin içinde buldular ve “acaba Cenâb-ı Allah bize de birşey yaptırır mı?” diye intizâra geçtiler. Derken bir kere daha Cenâb-ı Hakk, kendi işi için kendi malzemesini kullandı ve O’nun inâyetiyle bugün ulaşılan noktaya gelindi. Gelinen bu noktada, her zaman kutubların sa’yini, mukarrebînin cehdini, ebrârın mesâisini aşabilecek bir semerâtın var olduğu söylenebilir.
“Hakk tecellî eyleyince her işi âsân eder;
Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder.”
Yer yer sıkıldığımız, kaçıp gidelim dediğimiz, sonra yine yolları perişan görüp geriye döndüğümüz şu hizmetin içinde bulunan ve bazıları birer mizaç hastası insanlarla bu işin yürümeyeceği bir gerçektir. Yapılan işlerden cemâatin ihlâs ve gayretine büyük şerefler ve pâyeler düşebilse de, herşeyi Allah’ın yaptığı bellidir. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalı ve sû-i ihtiyariyle bunca neticeyi berbat etmemelidir. Olanlar bulandırılmaz ve berbat edilmezse, şu âna kadar, sağnak sağnak cemaata gelen lütuflar, onun uhrevî halâsı adına yeterli olabilir. Ne var ki, bizden sonraki nesillerin bile manevî ve uhrevî ihtiyaçlarını karşılayabilecek bu yümün, bereket ve hayır kaynağı, şimdilerde bizim onu bulandırmamızla, ne bugün, ne de yarın kullanılamayacak hâle de gelebilir. Bu noktada oturup murâkabe ve muhâsebe yapmalı, kendimizi mutlaka kontrol etmeliyiz.. etmeliyiz ve sağnak sağnak üzerimize yağan lütuflar bizde daha fazla ubûdiyet şuuru uyarmalı, ibadetlerimiz daha bir derinleşmeli, secdeler başlarımızı kaldırmayacağımız birer vuslat kapısına dönüşmeli ve her nimet şükürle mezîde ulaşmalı. Aksine, namazlarımızı verip-veriştiriyor, şehevânî hislerimizin azgınlıklarıyla sürüklenip gidiyor, yiyip-içme ve zevklenme de, avam ifadesiyle hep tıkırında ise, biz, her zaman -hafizanallah- bu işi bulandırıyoruz demektir.
Bir kısım kimseler, mefkûresi uğrunda çalışıp didindikten sonra başarıya ulaşamadıklarında yılgınlığa düşmekte ve artık hizmet edemedikleri mülâhazasıyla bir kenara çekilmeyi düşünmektedirler. Bu durumda böylelerine ne tavsiye edersiniz?
Hayatın değişik alanlarında Allah rızası için hizmet eden kimseler adına çok önemli olan bu meseleyi birkaç yönden ele alıp açıklayabiliriz:
1. Hizmet kahramanları, sadece hizmet etmekle mükelleftirler. Hizmet ettikten sonra başarının tahakkuku onlara değil, Allah’a aittir.
2. Dinine, insanlığa hizmet edenler, hayatın her safhasında olduğu gibi hizmette de imtihanda olduklarını kat’iyen akıllarından çıkarmamalıdırlar.
3. Kulluk vazifesi ile mükellef olanların, gönüllerini neticeye bağlamaları, ihlâsa münafidir. Bu itibarla kendisini hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye adayan bir fert, yapması gerekenleri yapmalı ve netice beklentisi içinde bulunmamalıdır.
Şimdi maddeler hâlinde sıraladığımız bu hususları biraz daha açmaya çalışalım:
1. Cenâb-ı Hak bizi din-i mübin-i İslâm’a hizmet vazifesiyle şereflendirmiştir. Bu, bizim için en büyük bir şeref ve en büyük bir pâyedir. Öyleyse bizim vazifemiz sadece ve sadece bizi bu şerefle şereflendiren Allah’ın yüce adını âfâk-ı âlemde dalgalandırmak ve cihanın dört bir yanında ruh-u revân-ı Muhammedî’nin şehbâl açmasını sağlamak olmalıdır. Bunun ötesindeki her şey -Cennet’e girmek dahil- Cenâb-ı Hakk’a aittir.
2. Biz şu dünya hayatında bir imtihandayız ve bu imtihanlarla ahireti kazanmaya çalışıyoruz. Allah (celle celâluhu) bizi hiç yoktan yaratıp varlık derecesine yükselttikten sonra bir de “Gerçekten Biz Âdem evlâtlarını şerefli kıldık…”[1][1] âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere insanlık mertebesine yüceltmekle şereflendirmiştir. Aynı zamanda O (celle celâluhu), insan olarak yaratmakla şereflendirdiği bizlere sıhhat, afiyet, mal, menal ve evlâd u ıyâl de lütfetmiştir. Malik olduğumuz her şey O’nundur ve O bazen bizi sıhhatimizle, bazen malımızla, bazen musibetlerle, bazen de değişik korkularla imtihan etmektedir. “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana ve ürünlere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!”[2][2] âyet-i kerimesi de işte bunu hatırlatır. Ayrıca Cenâb-ı Hak, bizi, zikredilen bütün bu hususlarla imtihan ettiği gibi hakkı neşretme vazifesiyle de vazifelendirip cennetâsâ bir atmosfere ulaşıncaya kadar sabırla da imtihan etmektedir. Bu itibarla bize düşen vazife, imtihanda olduğumuzun şuuru ile durup dinlenmeden, bıkıp usanmadan, maddî-mânevî beklentilere girmeden aşk, şevk ve sabırla bu yolda yürümektir.
Cenâb-ı Hak, sabredip mücadelelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır: “Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?”[3][3] Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.
Burada istidradî olarak şu noktayı hatırlatmakta da yarar var: Bu türlü ifadelerde hep şu noktayı düşünmek gerekir: Cenâb-ı Hak, ilm-i ezelîsi ile her şeyi bilir fakat ilm-i şuhûdîsini, şu haricî âlemde, bazı şeyleri iradelerimizle irtibatlandırarak yaratır ve bizi yine kendimizle imtihan eder. Böylece O’nun ilmi, kendine has ilm-i ezelî olmanın yanında bizim de bilebileceğimiz bir ilim hâline gelir. Evet, Allah Teâlâ’nın bizi tâbi tuttuğu imtihanların neticesinde işte bu olmaktadır. Yukarıda zikredilen âyet-i kerimede de bu hakikat ifade edilmekte ve âdeta, “Allah (celle celâluhu), sizin içinizden, mücadele edenleri ve sabredenleri ilm-i şuhûdîsi ile ortaya koymadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz.” denilmektedir.
Yine mevzu ile alâkalı başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: “(Ey Mü’minler!) Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçâr oldu ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki mü’minler ‘Allah’ın vaad ettiği nusret ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”[4][4]
Evet, hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede bulunan her fert, bir an bile imtihanda olduğunu hatırından çıkarmamalı ve maruz kaldığı şeylerden dolayı Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğa münafi ve suiedep olabilecek tavır ve davranışlara girmemelidir.
3. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye gönül verenler, yapmaları gereken vazifeleri eda etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a ait işlere gönül bağlayıp hareketlerini onlara bina etmemelidirler. Onlar cüz’î iradelerini kullanmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’a sığınacak ve O’nun sonsuz rahmetinin kapısının tokmağına dokunarak isteklerini O’ndan isteyeceklerdir. Evet, yağmur duasına çıkanlar, Allah’a dua dua yalvarmalıdırlar; ama gökte bulutları teşekkül ettirmek ve onların artı ve eksi kutuplularını bir araya getirmek; sonra yağmur yağdırmak, yağan yağmuru faydalı kılmak, tohumları çürütmeden onlara neşv ü nema imkân ve vasatını hazırlamak, bütünüyle O’na ait işlerdir. İnsanlar bunları yapmaya gönül bağlayıp teşebbüs ettikleri takdirde, kendilerini aşan büyük işlere talip olmuş sayılırlar. Oysaki onlar cüz’î iradelerine terettüp eden işleri yapmalı, ilâhî meşîet ve kudretin yapabileceği işlere gönüllerini bağlamamalı ve hareketlerini onlara bina etmemelidirler.
İnsan, her zaman acz u fakr lisanıyla kanatlanmalı ve isteklerini kudret, irade ve meşîeti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk’a iletmelidir. Zira her dilediğini yapma güç ve kudretine sahip olan sadece O’dur (celle celâluhu). İnsan, her dilediğini yapacak güçte değildir; o bir şeyi diler, Allah da isterse onun dilediklerini yapar/yaratır. Aslında, o ilk dileme duygusunu (irade) insana bahşeden de yine O’dur (celle celâluhu). Öyleyse bizim esas vazifemizin irşad ve tebliğ olduğunu, irşad ve tebliğ adına başkalarına duyurduğumuz hakikatleri gönüllere kabul ettirmenin Allah’a ait olduğunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız. Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyururlar: “Semûd halkına gelince Biz onlara da doğru yolu gösterdik; ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler…”[5][5] Bu âyet-i kerimedeki hidayetin ilki doğru yolun gösterilmesi, ikincisi ise gönüllerde iman meşalesinin yakılmasıdır ve bu, Allah’a ait bir husustur. İşte bize düşen, bu iki vazifeyi birbirinden tefrik ederek vazifemizi yapıp, şe’n-i ilâhînin gereklerine karışmamaktır.
Burada mevzu ile alâkalı meşhur “Ahkâmu’s-Sultâniye” yazarlarından İmam Maverdî’nin, “Edebü’d-dünya ve’d-din” risalesinde naklettiği bir hâdiseyi hatırlatmak istiyorum: Hz. İsa (aleyhisselâm) yüksek bir yerde otururken yanına sokulan şeytan ona, “Madem ecel ve her şey kader-i ilâhî iledir; sen kendini şu yüksek yerden aşağıya at, bakalım ölmeyecek misin?” der. Şeytanın bu sözüne Hz. Mesih şu karşılığı verir: اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ Yani imtihan, Allah’ın hakkıdır. Cenâb-ı Hak kulunu imtihan eder ve: “Sen böyle yaparsan ben de böyle yaparım; göreyim seni, yapabilir misin?” diyebilir; ama kulun hakkı olmadığı gibi haddi ve vazifesi de değildir ki, Rabb’ine karşı tecrübevâri bir tavırla: “Ben bu işi yapayım, Sen de şunu yap; yani ben çalışayım Sen de hidayet et. Seninle şöyle bir pazarlık yapalım.” desin.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine karşı bu şekilde bir imtihan tarzı, en hafif ifadesiyle suiedeptir ve kulluğa münafidir. Öyle ise imana ve Kur’ân’a hizmet eden kimseler kendi vazifelerini yapıp şe’n-i ilâhînin gereklerine karışmamalıdırlar.
Yine mevzu ile alâkalı kaynaklarımızda şöyle bir hâdise daha anlatılmaktadır: Meşhur Moğol hükümdarı Cengiz Han’la defaatle karşılaşan Celâleddin Harzemşah harbe giderken, vüzarâsı ve etbâı ona: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip kılacak.” derler. O, böyle düşünenlere şöyle cevap verir: “Benim vazifem, Allah yolunda cihad etmektir. Muzaffer veya mağlup etmek ise Allah’a aittir. Ben Allah’ın işine karışmam.” İşte bu teslimiyetinden dolayı o zat, Cengiz ile savaşlarında çok defa -Allah’ın tevfiki ile- muzaffer olmuştur.
Ayrıca, insan değişik arzu ve isteklerde bulunurken, içinde yaşadığı dönemin şartlarını da göz önünde bulundurmak mecburiyetindedir. Zira kâinatta her şey esbap üzerine bina edilmiştir. Meselâ insanların, kış mevsiminde toprağa atılan tohumun aynı mevsimde rüşeym hâline gelip başını kardan dışarıya çıkarmasını beklemeleri bir safdillik olsa gerek. Böyle bir istek, o rüşeymin kırağıya vurulup donmasını istemek demektir. Onun rüşeym hâline gelip filizlenmesini görmek için aktif bir sabırla bahar mevsimini beklemek gerekmektedir.
Her şeyin bir mevsimi vardır ve her iş mevsiminde yapılmalıdır. Bana kalırsa, içinde bulunduğumuz şu dönem, herhangi bir beklentiye girmeden cihanın dört bir yanına tam hizmet tohumları saçma mevsimi. Bu hakikati çok iyi anlayan Bediüzzaman, iman ve İslâm tohumlarını saçmış, şahsî ve dünyevî beklentilere girmeden aktif bir sabırla Allah’a yönelmiş ve gelecek nesillere ümit dolu bir sesle şöyle haykırmıştır: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen tohumlar, o zaman çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için bize geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini de medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimi misafir eden Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيأً لَكُمْ “Ne mutlu size!” sadasını işiteceksiniz.”
Hâsılı, asıl mesele iman, Kur’ân ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bugün bin bir ızdırap ve çileyle atılan tohumlar bir gün -inşâallah- neşv ü nema bulacak, yeryüzü bir baştan bir başa çemenzâra dönecek ve her tarafta gönüller Allah’a imanla çarpacak ve bülbüller gibi şakıyacaktır. Onun için bu mevsimin, bir tohum atma mevsimi olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Herkes bulunduğu yerde gece-gündüz demeden bir küheylan gibi koşuşturmalı, gerektiği yerde bütün varlığı ile dökülüp saçılmalı ve başarısızlıklar karşısında da asla ümitsizliğe kapılmadan kendisine düşen misyonu hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır.
[1][1] İsrâ sûresi, 17/70.
[2][2] Bakara sûresi, 2/155.
[3][3] Âl-i İmrân sûresi, 3/142.
[4][4] Bakara sûresi, 2/214.
[5][5] Fussilet sûresi, 41/17.
1. Meşreb, aynı hakikatlerin teferruatına ait anlayış farklılığıdır
Önce, meşreb kelimesini iyi anlamalıyız. Meşreb, su içme şekil ve tarzıyla, su içilen yeri ifade eder. Herkes ayrı bir kaptan ayrı şekilde su içer. Meşreb, halk arasındaki meşhur mânâsıyla, insanların aynı hakikatleri teferruatta farklı şekillerde anlamaları demektir. Hususiyle bugün iman, Kur’ân, vatan ve millete hizmet vermek adına hedef ve gayede bir olmakla beraber, vesilelerde, yollarda, metot ve usullerde görülen farklı mülâhaza ve farklı düşüncelere meslek, meşreb adını veriyoruz.
2. Birden fazla meşrebin varlığı, yaratılış hakikatinin gereğidir
Neden birden fazla meşreb, meslek ve mezheb var demek, insanın yaratılışını bilmemenin, fıtrî, beşerî, tarihî ve fikrî hakikatleri kavrayamamanın ifadesidir. Fakat hemen şu hususu da belirtelim ki, “Farklı düşünceler olsun.” demek ayrı, eşya ve hâdiselerin zarurî bir neticesi olarak farklı düşünce ve farklı mülâhazaların bulunması tamamen ayrıdır.
Farklı düşüncelerin olması, insanın yaratılışının, tabiatının, fıtratının ve fikrî cevvaliyetinin hikmetli bir neticesidir. İnsanlar, sair canlılar gibi hep aynı çizgide yürümezler. Kaldı ki, diğer canlıların bile kendi dünyalarına has farklı tavırlar ve farklı hareket tarzları olur. Bir amip bölününce diğerinden ayrılıp uzaklaşır ve neden sonra diğer amiplerle bir koloni oluşturur. Burada bize misal teşkil edecek bir vâkıayı hatırlatmak istiyorum:
Asr-ı Saadet’te, başta Râşid Halifeler olmak üzere pek çok sahabiyi mizaç ve fıtrat farklılığı içinde buluruz. Bir Hz. Ömer’i, bir de Hz. Ebû Zerr’i düşünün! Dinleri tevhid ve meşrebleri telif eden Efendimiz, mizaçları mevzuunda, “Herkes aynı düşünsün.” dememiştir. Mezheblerin 4 değil, belki 104 tane olmasını ve o kadar imam ve müçtehidin bulunmasını nasıl izah edeceğiz? Tarihî gerçekleri kabullenme mecburiyetindeyiz. Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) deryasından kovasıyla, kepçesiyle su alan şu kadar gavs, kutup ve imamların getirdiği birikimi ve topyekün Müslümanlara mâl olmuş düşünceleri bir çırpıda elin tersiyle bir yana itmek mümkün müdür?
Sonra, memleketimiz memerr-i efkârdır; evet bu ülke, tarih boyunca pek çok milletin uğrak yeri olmuştur. Haçlı seferlerini ve günümüzde daha pek çok yollarla oluşan etkilenmeleri düşünün! Dört bir yandan arılarla sarılan bir insanın simasındaki tenasüp bozulmadan kalabilir mi? O insanın üç-beş arı iğnesine maruz kalmasından daha tabiî ne olabilir? Sonra, bütün bu etkilenmeler, vahdet ve ittifak için çok gerekli olan o sağlam fikrî ve ruhî yapının olduğu gibi kalmasına müsaade eder mi?
Hem her meşreb kendi sahasında bir hakikati temsil edip, mühim bir rüknü ikame etmektedir. Meselâ, Mısır’daki kalemler içtimaî hayat ile alâkalı meseleleri işliyorlarsa, başka ülke düşünürleri başka meseleler, daha başkaları da daha başka meseleler üzerinde çalışmaktadırlar; her cemaatin stratejik realitesi başka başkadır.
Ayrıca her ferdin ve cemaatin bir muhiti ve sahip olduğu bir kültür yapısı vardır; bu, yalnız bizde değil, diğer dünya milletlerinde de böyledir.
Yine her millette ortaya çıkan lider, kendine has bir kısım değişik anlayış ve görüşlerle ortaya çıkar; bunlarla tanınır ve taraftarlarını bunlarla arkasından sürükler. Keza, dinî anlayış ve düşünce tarzı açısından da öyle müstesna fıtratlar ortaya çıkar ki, farklı mülâhazalarla ve devrin anlayışına göre oldukça farklı şeyler anlatırlar. Kaldı ki Efendimiz, her asırda bir müceddidin geleceğini beyan buyurmamış mıdır?[1]İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Bediüzzaman, Hasan el-Bennâ ve daha niceleri…
Ve yine insan için mükâfatın büyüklüğü ve parlaklığı nispetinde sa’y ve gayrette bulunmaktan ve hayırlarda yarışmaktan daha tabiî ne olabilir? Kim savaşta sancağı taşımak veya altın madalyaya talip olmak istemez? Öyleyse, meşrebler ve düşünceler farklılık gösterebilecektir. Bunun önüne geçmek, fıtratın, tabiatın ve tarihî gerçeklerin önüne geçmek demektir.
Asıl mesele, hak ve hakikatin cidarlarının zorlanmaması, örselenmemesi, düşünce ve metot farklılıklarının usûle, yani esaslara varıp dayanmaması, maksat ve gayede sapmaların olmaması ve hak vesile ve vasıtalardan vazgeçilip, bâtıl vesilelere sapılmamasıdır. Yoksa bir Hak dostunun nurlu beyanları içinde, Allah’a giden yollar, mahlukların solukları sayısıncadır. Karşınızda yüz ayrı ressam, değişik buudlarda, farklı kalem ve boyalarla yüz ayrı bahar tablosu çizer; her tablo, ressamının bakış, duyuş ve değerlendirişini yansıtır ama neticede hepsinin çizip anlattığı bahardır. O bahar da, Allah Resûlü ve ashabının çizdiği kudsî daire içindedir.
3. Meşrebler arasında temel meselelerde ve usûlde farklılık yoktur
Meşrebler arasında temel meselelerde ve usûlde farklılık olmak şöyle dursun, birleşilen noktalar da bir değil bindir. Tevhid, nübüvvet ve haşirde ihtilaf var mıdır? Meleklerin ve cinlerin varlığı hususunda ihtilaf var mıdır? Kitabımız ve kıblemizde ihtilaf var mıdır? Namazın, zekâtın, orucun ve haccın farziyetinde, hatta namazların rekâtlarında, zekâtın miktarında ve kimlere verileceğinde ihtilaf var mıdır? Sonra, vatanımız, tarihimiz, harsımız ve bayrağımız bir; dinimize, imanımıza, vatanımıza ve istiklalimize göz diken hasımlarımız dahi bir değil midir? Dünyanın dört bir köşesinde minarelerde yükselen ezanımız bir, ideal ve ümniyemiz bir.. evet bin kadar bir bir…
4. Teferruata ait meseleleri bırakıp, dıştan gelen tehlikelere karşı birlik olunmalıdır
Fikir birliği içinde olamadığımız teferruata ait meselelere nasıl bakılmalıdır? Her şeyden evvel, gökten sarkıp gelen ve bütün düşünce dünyamızı saran bu kadar ‘bir’lerimiz dururken, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük teferruata dair meselelerle meşgul olmak, abesle iştigal olsa gerektir.
Evet, “…ci …cu” takılarıyla meseleyi gündemde tutmamalı, tutmaya çalışanları da ikaz etmeliyiz. Bugün düşüncelerin farklı olduğunu büyüten, bunları mevzu edinen ve böylece arayı daha da açan iki tip insan vardır: Biri, haince ve art niyetle bunu yapan insan; diğeri ise, en basit ve hafif ifadesiyle, bu işi cehaletinden dolayı yapan kimsedir. Bunun neticesinde, meseleyi lâyıkı vechile kavrayamayan nesiller de, Müslümanlığı parça parça tanımaktadır. Oysaki, ‘Lâ ilâhe illallah’ sadakatı içinde olan herkesle Cennet’te beraber olacağız. Öyleyse, kimseyi teferruatla karalayamayız. Allah mahşerde hepimizi el ele haşredecek, kalblerdeki bütün hoşnutsuzlukları silecek ve neticede tahtlara yaslanıp karşılıklı oturacak ve sohbet edeceğiz.[2]
Hakka hizmet, büyük ve ağır bir hazineyi taşımaya benzer. Ona ne kadar çok insan omuz verirse, taşıma o kadar kolaylık ve sürat kazanmış olur. İşte, biz de meseleye böyle bakacak ve bu zaviyeyi her zaman korumaya çalışacağız. Şu kadar ki, arada bir evdeki kardeşler bile atışabilir; mühim olan, bunu hemen unutup, dıştan gelen tehlikelere karşı el birliği içinde olmaktır.
5. Düşünen kafalar ve duygularla köpüren kalbler, bir ruh etrafında birleşmeli ve bütünleşmelidir
Günümüzde, “Şu hâle bak, herkes parça parça… Birleşmek lâzım, neden birleşmiyoruz?” sözleri, hemen her seviyede insanın tekrarlayıp durduğu ve ağızların en çok gevelediği sözlerdendir. Önce, bundan bahseden bir mü’mine tatlı bir sohbet havasında “Birlik ve beraberlikten anladığın nedir; sonra, birleşmekten ne anlıyorsun? Parça parça oluşumuzun sebepleri nelerdir?” diye sormak ve “Önce vak’ayı tespit ve teşhis edelim, sonra da çare neyse ona bakalım.” teklifinde bulunmak, herhâlde daha muvafık olur.
Öyle ya, teşhis edilmeyen bir hastalığa reçete verilmez ki! Hem, bugün şu şartlarda bu sözü söyleyip duran mü’minlere teşhis ve tedavi çaresini sorduğumuzda, alacağımız cevap herhâlde, “parça parça” denilen düşüncelere yenilerini eklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Öyle ki, bu mevzuda ortaya kişi adedince ve düşünce sayısınca birleştirme formülü çıkar desek sezadır.
Öyleyse, diyelim ki, her akıl, mantık ve düşünce sahibi, kendine uygun bir birlik ve beraberlik formülü buldu. Bu durumda, “Arkadaş, benim de bir fikrim ve mantığım var; benim de ilmim, irfanım ve kültürüm var; benim de düşünce tarzım ve elimde ölçülerim var.” diye tek tek fertler veya liderler ortaya çıkacak veya çıkarılacaktır.
Hayır, meseleyi tabiat ve hayat realiteleri içinde ele almak ve Kâbe etrafında binlerce insanın aynı duygu ve düşünce içinde dönmesi gibi, binler düşünen kafa ve duyguyla köpüren kalbi, bir “Bir” etrafında bütünleştirmeye ve birleştirmeye çalışmak, herhâlde işin en doğrusu olsa gerek…
6. İçtimaî çalkalanmalar İslâm’ı bulup, bu buluşun sahilinde sükuna erecektir
Kalbler, ‘Ehad’ olan Allah’a teveccühle itminana ulaşır ve tevhide erer. Kafalarda ve yüreklerde Aleyhissalâtü vesselâm’a ait duygu ve alâka hâkimse, o zaman elbette bütün yollar cetvel cetvel bir gün varıp, O’nun kapısına dayanacaktır. İlimler, ayrı ayrı diller ve dallar hâlinde inkişaf edip, bir gün hep bir ağızdan Kur’ân diyecektir. Ve içtimaî çalkalanmalar arayacak; arayacak, sonunda İslâm’ı bulup sükuna erecektir.
7. Yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için Allah (celle celâluhu) ve Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölçüleri mihrabımız olmalıdır
Kur’ân, “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun!” yani kalb ve kafanın bütün fonksiyonlarını icra ederek takva dairesine girin ve “Toptan Allah’ın (sağlam ve kopmaz, parçalanmaz ipi olan) Kur’ân’a sarılın; parça parça, fırka fırka (bir araya gelmesi nâkabil kutuplar hâlinde) parçalanmayın.”[3] buyurmakta ve arkasından da, ’emr‑i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’den söz etmektedir. Kur’ân,“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa gevşekliğe düşer, korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz gider.”[4] demekte ve “Mü’minler ancak kardeştir; kardeşlerinizin arasını ıslah edin.”[5]; devamında da, “Birbirinizi alaya ve hafife almayın, kınayıp ayıplamayın, birbirinize lakaplar takmayın.”[6]dersini vermektedir. Yine Kur’ân,“(Habibim) Sen yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetseydin, yine de onların kalblerini telif edemez (bir araya getiremez)din. Fakat Allah onların aralarını telif etti.”[7] âyetiyle de kalbleri telifin kime ait olduğunu bildirmektedir.
Peygamber Efendimiz’in nurlu hayatında ve pratikte bu meselenin nasıl gerçekleştirildiğini siyer ve megâzî kitaplarında görüyoruz. Burada sadece bir-iki misalle iktifa edelim:
Buas vak’alarında Evs ve Hazrec birbirine düşmüş, bu iki kabile arasında kıran kırana mücadele yıllarca sürüp gitmiş ve bu yüzden de, ilerde İslâm’ın iki güçlü hâmisi olacak olan bu iki kabile, birbirinin adüvv-ü ekberi olmuştu. Hicretten sonra bu iki oymak, Efendimiz’in nurlu eliyle öyle birleşmiş, öyle kardeş olmuştu ki, malının yarısını, bahçesinin bir bölümünü, evinin bir odasını seve seve birbirlerine verebiliyor, birlikte ve omuz omuza savaşıp, icabında kardeşi uğrunda ölebiliyor, aç ve muhtaç mü’min kardeşi doysun diye kaşığını çorba tasına boş getirip götürüyor, bir sözle kardeşimi kırdım diye başını onun ayaklarının altına serip, “Bas kardeşim ve beni affet.” diyebiliyor ve muharebede ölüm ânında, içi yanarken içeceği bir yudum suyu kardeşine havale edebiliyordu…
Evet, öyleyse birlik, beraberlik, ittifak, ittihat ve yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için, yüzlerce akıl, fikir ve felsefe yerine Allah ve Resûlü’nün ölçüleri mihrabımız olmalıdır. Neden parça parçayız diye sorulacağına, parçalanmaya götüren söz ve davranışlardan içtinap etmeli ve birleşme tavsiyeleri yerine, birleşmeye götürücü söz ve davranışlar intihap edilmelidir. Bunun için de:
İrşad ve tebliğde bulunan, dine hizmet eden bütün mü’minler, bütün cemaatler alkışlanmalı ve haklarında dua edilmelidir; evet, Allah’ı ve Resûlü’nü seven ve anlatan herkes, Allah ve Resûlü’nden ötürü sevilip tebcil edilmeli, muhterem bilinmeli ve kendisine saygı duyulmalıdır. “Sadece benim yolum haktır.” demeyip, başkalarına da hayat hakkı tanınmalıdır.
Mü’min, “Benim meşrebim, usulüm haktır, hoştur, güzeldir, doğrudur, isabetlidir.” diyebilir; ama “Sadece hak benim mesleğimdir, benim meşrebimdir.” diyemez; başkalarının mesleğini butlana mahkûm etmeden, kendi meslek ve meşrebine “en güzel” diyebilir; kalb ve düşünce itibarıyla güzelliği daha çok kendi mesleğine lâyık görebilir ve bu, gayet tabiîdir. Çünkü insan, yaptığı işi sevip benimsediği ölçüde başarılı olabilir ve netice alabilir.
Yalnız, başkalarını karalamak, onlara yanlış ve çirkin damgası vurmak yanlıştır. Sinesi vatan ve millet sevgisiyle çarpan herkesle oturup konuşmasını bilmeli, tenkit kapısının açılmasına fırsat vermeden herkese tazim ve tekrimde bulunmalı ve “güzel, güzel” diyerek, güzellere güzellikle mukabele menfezleri açık tutulmalıdır.
“Yalnızca benim mesleğim haktır, gayrısı bâtıldır.” diyen kim olursa olsun, ciddî iftirak ve parçalanmalara yol açar. Bırakın meslek ve meşrebini, bir insanın elbisesini ve arabasını bile bu şekilde tenkit edip dursanız, o insanla aranızın açılması kaçınılmaz olur. Böyle basit meselelerde dahi insanın karşısındakine söz hakkı tanımaması, insanları birbirine düşürürken, pek çok insanın baş koyduğu ve hayatına gaye ittihaz ettiği usûl ve prensiplere çirkin ve bâtıl demenin, vahdet ruhuna ne ölçüde zarar getireceğini ve ne tür uzaklaşmalara, hasımlaşmalara ve günahlara sebep olacağını varın siz düşünün..!
Mü’min, mesleğinin muhabbetiyle yaşamalı ve başkalarının hata ve kusurlarıyla meşgul olmamalıdır; başkalarını yıkmak, çürütmek ve kösteklemek yerine, varsa onların güzelliklerini sergilemelidir.
Başkalarının kusurlarıyla meşgul olan, kendi kusurlarını göremez ve kendi güzelliklerini de gösteremez. Ayrıca, basit bir kusur görüp de hemen tenkit etmenin, aynısıyla mukabeleyi netice verdiği çok vâkidir.
Başkasını çökertmek, yıkıp devirmek ve onun enkazı üzerinde ümran kurmaya çalışmak, Peygamber’in değil, Firavun’un mesleğidir. Efendimiz, hayatı boyunca yalnızca gönülleri tamir edip onları güzelliklerle doldurmak için çalışmış, şirk içindeki en azılı hasımlarını bile, şahsî hayatlarını mevzu edinip çürütme gayreti göstermemiştir. Kendisine kılıç sallayan Halid için söylediği şu söz ne mânidardır: “Diyordum ki; nasıl oluyor da Halid gibi biri şirkte ısrar ediyor!..”
Ashabından birkaç defa içki içen birisine yine ashabından biri ağır bir söz söyleyince, “Sus! O, Allah ve Resûlü’nü sever.”[8] diye mukabelede bulunmuştu. Âişe Validemiz’e iftira edip, mü’minleri birbirine katan en zararlı mahluk ve münafıkların reisi olan zatın oğlu, “Bırak, babamın hakkından geleyim yâ Resûlallah!” dediğinde, verdiği cevap, “Muhammed, arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtmem.”[9] şeklinde olmuştu…
Yılların eritemediği Ebû Süfyan, Ebû Cehil oğlu İkrime, canı ciğeri amcası Hz. Hamza’nın vücudunu parçalayan Vahşi, Hind ve diğerleri için “Bugün size kınama yok!”[10] sözlerinde tezahür eden o geniş afv ve müsamaha, bizim için nurlu birer düstur olmalı değil midir?
Evet, bizim işimiz, gönülleri yıkmak değil, gönülleri yıkamaktır. İtap başkasına değil, nefsimizedir. Başkalarını kusurlarıyla yakalama değil, bilakis onları aklamadır. Başkalarının çirkinliklerini teşhir değil, kendi güzelliklerimizi neşretmek esastır. Düşmanlık düşmanlığa olmalı, mü’mine değil. İnsanlara sıfatlarına göre değer verilse bile, onların Allah indindeki hakikî kıymetini biz bilemeyiz. Öyleyse sinelerimizde, bilhassa gönüllere karşı ukdelerden temizlenmiş bir gönül taşımalıyız…
Düşmanlık etmek de, düşmanlığa maruz kalmak da, mü’mine yaraşır-yakışır şeylerden değildir. Evet, şefkat ve muhabbetin temsilcisi olması gereken mü’mine, adavet hiç mi hiç yakışmıyor. İlle de adavet etmek istiyorsak, mü’minlere değil, ruhlarımızı saran düşmanlık düşüncesine, kine, nefrete, imtizaçsızlığa, kâfire, mülhide, iman ve Kur’ân düşmanlarına adavet etmeliyiz. Hâl böyle iken, imanın, Kur’ân’ın binlerce, milyonlarca hasmını bir kenara bırakarak mü’minlere düşmanlık beslemeyi anlamak mümkün değildir.
Hem, bırakın mü’mine düşmanlığı, kâfire bile adavetimizde bir kıstas, bir ölçü olmalıdır. Bu mânâda adavetimiz, bizim için bir kamçı olacak, bir hırs ve aksiyon hâline gelecek ve en bataklık sinelerde dahi gül bitirecek ve hayırlara vesile olacaktır.
Şimşek gibidir mü’min, ışıkla doğar, saniyede şu kadar hızla hareket eder; yıldırım olur gürler, yüreklere korku salar ama, rahmet olarak yağar, rahmet olarak yağar da, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan gönüllerimizin sultanı Nebi gibi gönülleri yur-yıkar ve gözlere nur saçar.
Evet, mü’minin şiarı, adavet değil, muhabbettir: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere karşı aziz ve çetindirler. Allah yolunda cihad eder, kınayanın kınamasından korkmazlar.”[11]
İman cephesini topa tutmak asla reva değildir. Mü’mini çekememek, çekiştirmek, gıybet etmek, aleyhinde olup çürütmeye çalışmak ve hele düşmanlık derecesinde üstüne üstüne gitmek, muharebe meydanında topları kendi birliğinin üzerine çevirmekten farklı olmasa gerektir. Böyle bir durum, mütecaviz hasmı bırakıp, dostlar arasında bozgun meydana getirmek ve kendi kalesinin kapılarını, sur dibinde hazır bekleyip duran canavar düşmanlara açmak ve kale duvarlarında gedikler meydana getirmek demektir. İsterseniz buna, sizi parçalamak için pusuda bekleyen dış mihrakların ekmeğine yağ sürmek de diyebilirsiniz…
Öyle olsun istemeyiz ama bir gün ehl-i imana düşmanlık yapan bir müslümanla karşılaşırsak, biz de onun karşısına Kur’ân’la çıkar ve “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatla davet et.”[12] fermanı gereğince, en güzel ve tatlı sözle kendisini iknaya çalışırız; yine anlamaz da tenkide, gıybete ve hatta düşmanlığa devam eder ve yumruk sallarsa, bu defa da, “Kötülük ile iyilik bir olmaz; (sen kötülüğü) en güzel şekilde sav!”[13] âyetinin hükmüne boyun eğerek, “Sövene dilsiz, vurana elsiz” ve aynı zamanda “gönülsüz” davranır ve onun hakkında dua ederiz. Kendi cephemize zarar vermemesi için mukabelede bulunmaz, meşgul olmaz ve sonra da, “Cahillerden yüz çevir!”[14] âyetindeki emr-i Rabbânî’yi uygularız.
Mukabelenin zararı, yüzde doksan dokuz mukabele edenedir. Karşılıklı iki taş çarpışınca, ikisi de tuz buz olur; ama sadece biri gelip diğerine çarpınca gümbürtü tek taraftan çıkar ve zarar tek tarafa münhasır kalır. Mukabele edildiğinde ise, ters istikamette giden vasıtalar gibi, bir kilometrede iki kilometre uzaklaşma olacak ve bir daha da birleşme noktasına dönülemeyecektir.
Evet, tırmanma şeridindeyiz; yükümüz çok ağır ve zirvelerde bizi görmeye tahammülü olmayan bir sürü hasımlarımız var; o hâlde, kardeşlerle sulh olma, sövülsek de dövülsek de sineye çekme ve asla mukabele etmeme mecburiyetindeyiz.
Bütün mü’minlerle bir kısım önemli fasl-ı müştereklerimiz var ve pek çok hususta ehl-i imanla biriz, beraberiz, ayrı-gayrı değiliz. Bizi birbirimize bağlayan Rabbimiz, Peygamberimiz, Kur’ânımız, Kâbemiz, tarihimiz ve daha benzeri nice cevherlerimiz var ki, bunları başka hiçbir millette ve hiçbir grupta bulmak mümkün değildir. Şimdi, durum bu merkezde iken, bunca fasl-ı müştereki görmezlikten gelerek, sinek kanadı kadar önemsiz meselelerden ötürü mü’mine düşmanlıkta bulunmayı nasıl mübah sayabiliriz?
Biz, bir ve beraber olmak için kâinat çapında öyle dinamiklere sahip bulunuyoruz ki, bunların bir kaçına sahip olan cihana meydan okuyabilir. Bizim sahip olduğumuz kâinat çapındaki bu hakikatlere sahip olmayan Hıristiyan ve ateist dünya, kendi aralarında belli ölçüde pekâlâ birleşebilmektedir. Meselâ günümüzde, Anglo-Saksonlarla Galliler, İngiltere’nin kaderi için bir araya gelirken, batılılar, Komünizm karşısında bir ölçüde ve İslâm karşısında ise tam bir ittifak kurabilmektedirler.
O hâlde neden biz, akıl ve mantık planında bir araya gelip, fasl-ı müşterekleri ortaya dökmek suretiyle, ortak bir çizgi tayin ve tespitinde bulunmayalım! Heyhât ki bulunamadık! Herhâlde, bayrağı taşıyan hep biz olalım istedik; “Biz aslanız, öyleyse yalnız da yaşayabiliriz.” dedik. “Teferruata ait bir kısım meselelerden ve belli anlayışlardan şuraya kadar vazgeçiyoruz, siz de şuraya kadar feragatta bulunun.” demedik, diyemedik. Akıl, mantık ve hasbîlik içinde vatan, millet ve nesle hizmet adına gerekli olan performansı gösteremedik ve telafisi zor arızalara sebebiyet verdik.
Bu itibarla mü’minler, kardeşleriyle müşterek inanç ve düşüncelerini nereye kadar paylaşıyorlarsa o noktaya kadar bunu muhafaza etmeye çalışmak ve biraz da sınırları zorlamak suretiyle müşterekler dairesini geniş tutmaya çalışmalıdırlar. Beraber hareket edebilecekleri sahayı daraltmak yerine genişletmeye ve sulh çizgisinden de asla inhiraf etmemeye bakmalıdırlar.
Akıllı ve kâmil mü’min, mü’min kardeşiyle düelloya girişmez; müştereklere sadakat içinde müştereken omuzlarımızda taşımaya çalıştığımız hazineyi düşe-kalka götürürken, düello yapmaya zaman olmadığını her mü’min anlamalıdır ve anlar da.
Birlik, beraberlik, ittihat ve ittifaka davet ve bunları telkin edip, ruhlarda bu duyguyu mayalamak güzeldir ama kâfi değildir. Aslolan, -yerinde temas edildiği gibi- birleşmeye götürücü söz ve davranışlarda bulunmaktır. Bir de, ittifak adına iltihaka çağırmak, böylesine ulvî mefhumları pratiğe dökmek yerine, birleştirme havariliğinden ve lafazanlıktan öteye geçmeyecektir.
“Birleşelim!” derken kasdımız, herkes bizim çatımızın altında toplansın, şemsiyemizin altına girsin, firmamıza, tarikatımıza katılsın misillü düşünceler ise, bu takdirde asla birleşme olmayacağı gibi, şiddetli “Gel!” arzu ve çağrısı, şiddetli bir “Hayır!” reaksiyonu görecektir. Sonra, insanların, yıllarca içinde bulunup hemdem oldukları ve âdeta kalb ve beyinlerinden bir parça hâline getirdikleri fikir, düşünce ve duygularını öyle kolay kolay bırakabileceklerini düşünmek de fevkalâde yanlıştır. Cemaat, bir bina değildir ki, bugün yıkıp, yarın onun yerine yenisini yapasın! Değişecek olan, insanların hissiyatı, fikriyatı ve düşünceleridir; kafa ve kalb yapılarıdır. Hele hele bu davette ya da iltihak çağrısında zorlama yapmak ve fikirlere baskı ile adam ayartmak, bütün bütün iftiraklara sebebiyet verecektir.
Öyleyse yapmamız gereken, hiç kimseye “Bize tâbi olun!” demeden ve iltihak isteğinde bulunmadan, Allah rızası için güzel ve müsbet hakikatlere tercüman olmaktır. “Birleşelim!” mesajını verirken iltihak mânâsına hamledilecek kelimelerden sakınılmalı, Allah rızası için ziyaretlerde bulunulmalı, davet edilmeli, civanmerdâne davranılmalı, gurura düşülmeyip, karşımızdaki hoşnut edilmeye bakılmalı, ikram ve i’zazda bulunulmalı, “Düşüncen mübarektir, düşüncende kal ama kardeşim ol!” denmeli, teferruata ait meseleler gündeme getirilmemeli ve muhatabımız tebcil, takdir ve dua ile rahatlatılmalıdır. Evet, fiilen birleşmenin yolu, işte bu tür davranışlardan geçer.
İttifak ve birleşme olmuyor diye, niye ihtilaf ve husumet olsun ki? Yanımda bulunmuyor, benim gibi düşünmüyor diye, neden karşısına geçeyim? Ve arkamda değil diye, neden darılayım!?
İttifak ve birleşme, rüşde ermemize bağlı bir husus olup, Allah bir gün onu da şu aziz millete lütfedecektir. Yeter ki biz, arz etmeye çalıştığımız prensiplere ve daha nice güzel düsturlara riayetle, tevfik-i ilâhînin en büyük bir vesilesi olan ittifak ve vifak için her gün dua edelim ve bütün mü’minlere hürmet ve muhabbetle kalblerimizi açabilelim…
[1] Ebû Davud, melâhim 1.
[2] Bkz.: Hicr sûresi, 15/47.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/102-103.
[4] Enfâl sûresi, 8/46.
[5] Hucurat sûresi, 49/10.
[6] Hucurat sûresi, 49/11.
[7] Enfâl sûresi, 8/63.
[8] Buhârî, hudûd 4, 5.
[9] Buhârî, menâkıb 8; tefsir (63) 5, 7; Müslim, birr 63; Tirmizî, tefsir (63) 4.
[10] Bkz.: Yusuf sûresi, 12/92.
[11] Mâide sûresi, 5/54.
[12] Nahl sûresi, 16/125.
[13] Fussilet sûresi, 41/34.
[14] A’raf sûresi, 7/199.
İstesek biz de cinlerle meşgul olabilir ve onları bazılarının üzerine salar, hatta akılları ile de oynayabiliriz. Ama hiçbir peygamber bu yolda yürümemiş, tebliğ u irşadına bunları bulaştırmamıştır. Süleyman (as)’ın durumu -belki hususiyetlerden dolayı eğer böyle bir istihdam söz konusu ise- istisna teşkil eder. Onun için bu tür meşgaleleri ben şahsen lüzumsuz ve hatalı bulurum. Hayatının 28 senesini çeşitli hapishane ve sürgünlerde geçirmiş, melekût âlemiyle olabildiğince münasebeti olan Bediüzzaman Hazretleri’nin bir tek cin kullandığına dâir en küçük emare ve işâret bilmiyoruz. Halbuki Hazret isteseydi, cinlerden bir ordu istihdam edebilirdi. Böyleleri için bu kabil tasarruflar âdiyâttandır. Ama o kesinlikle böyle bir yola tevessül etmemiştir. Kitaplarını akla hayâle gelmeyecek ölçüde çile ve ızdırap içinde yazmış ve hakaretlerin her türlüsüne katlanıp onları sineye çekmiştir ama, hiçbir zaman ne hipnozu ne de ruh çağırmayı ve hele cinlerle uğraşmayı kat’iyen denememiştir. Aslında peygamberlere âit irşad ve tebliğ metodunun dışında hiçbir vesile ve vasıta tecviz edilemez.
Her konuda olduğu gibi, insanları irşad konusunda da Kur’ân’ın öğrettikleri bize yeter. Böyle nuranî bir nokta-i istinadımız olduktan sonra koltuk değneğine ihtiyacımızın olmayacağı izahtan vârestedir. Zaten aksi halde, böyle bir davranış elimizdeki değerlerin değer ve kıymetini bilmemek olur.
Yapılan herhangi bir hizmette bazı şahısların yeri inkâr edilemez; ancak şahıslar aynı zamanda tamamen hizmet demek de değildir. Bir taraftan şahıs önemlidir; zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir şahıstır ve Allah O’na bağlanmayı emretmiştir. Böyle bir bağlanmaya vesile olan unsurların en önemlisi fazilettir. İnsanlar, karşılarındaki insana faziletinden dolayı bağlanırlar. Meselâ Ebû Hanife olmasaydı, biz Hanefî fıkhını bilemezdik. Bu sebeple ona gönülden bağlıyızdır. Aynı şekilde Şafiî mezhebine mensup birisi İmam Şafiî’ye, Malikî mezhebine mensup birisi İmam Malik’e, Hanbelî mezhebine mensup birisi de Ahmed b. Hanbel’e bağlıdır.
İnsanlar arasında fazilet bir irtibat vesilesi olduğu gibi herkesin faziletini alkışlamak bir kadirşinaslık emaresidir. Evet, insanlığın aydınlanması için ışık tutanlara karşı bir kadirşinaslık ifadesi olarak temenna durulması gerekir. Bu, bize düşen bir vazifedir. Ancak, kendisine temenna durulan şahıs, meseleyi kendine bağlı görüyorsa, o da Allah’a şirk koşmuş olur.
Allah Resûlü bir hadislerinde, “Başkalarının kendisine temenna durmasını bekleyen, Cehennem’de kendisine yer hazırlasın.” buyurmaktadır. Meselâ hocanız yanınıza geldiğinde ayağa kalkmanız gerekir. Ancak hoca, kendisine ayağa kalkılmasını istiyor ve bekliyorsa, o kaybetmiş sayılır. Nitekim Efendimiz, bir gün kendisine ayağa kalkan sahabilerine, “Acemlerin büyüklerine yaptıkları gibi yapıp da ayağa kalkmayın!” buyurarak bu konudaki hassasiyetini dile getirir.. tabiî bu, büyüklüğün şe’ni, yani büyüğün sergilemesi gerekli olan bir husustur. Bize düşen ise, büyüklerin bu tür isteklerine rağmen bir saygı emaresi olarak onlar geldiğinde saygılı davranmaktır.
Meselenin bir diğer yönü ise: Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye gibi çok küllî, umumî ve kuvvetli omuzlar isteyen bir meselenin şahıslara bina edilmemesi gerekir. Bir hizmet heyeti içinde bulunan insanlar, kendi aralarında, ittifak ve ittihat etmeliler, elde ettikleri başarılar karşısında da “Bütün bunları Allah, şahs-ı mânevîmize lütfediyor.” demeliler ve nefislerini de buna ikna etmelidirler. Çünkü onlara gelen lütuflar, bir araya gelmeleri neticesinde Allah tarafından verilmektedir.
Bu arada “Falan kişi daire dışına çıkarsa bu durum bizim heyetimize zarar verir.” düşüncesini de kafalardan çıkarıp atmalıdırlar. Çünkü şayet bir dava Allah davası ise, hiç kimsenin o halkadan çıkması Allah’ın davasına zarar vermez. Binaenaleyh “Heyetimiz yıkılır, dağılır.” anlayışı içinde, belli şahıslara bel bağlayıp, her şeyi onların şahsında bilmek, İslâm’ın saf ve duru akidesine ters düşmektedir. Konunun daha iyi anlaşılması için bir-iki müşahhas misal vermek istiyorum:
Hz. Ebû Bekir kadar Efendimiz’i sevecek ikinci bir insan tasavvur etmek mümkün değildir. Nitekim bir hadislerinde Allah Resûlü, “Herkes beni inkâr ettiği zaman, o beni tasdik etti.” buyurarak bu hakikati dile getirmektedir. Hz. Ali de, “Allah Resûlü gideceği zaman beraber gitmeye kimse cesaret edemedi. Ebû Kuhafe’nin oğlu çıktı. İrtidat hâdiselerinde de herkes ona bir şeyler tavsiye ederken, o atına bindi, ‘Peygamber’in yolunda tek başıma da olsa giderim.’ dedi.” ifadeleriyle Hz. Ebû Bekir’in Allah Resûlü’ne olan sevgisini ve bağlılığını anlatmaktadır.
Allah Resûlü’nü bu ölçüde seven ve hayatının her döneminde bir lahza olsun O’nun yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’in bu dünyadan ahirete göç etmelerinden sonra tekfin ve defin esnasında Hz. Ali’nin yanında bulunmadığını görüyoruz. Çünkü o anda ondan daha önemli bir mesele vardır; Efendimiz’in irtihalini müteakip o güne kadar yapılan şeyler yıkılabilir, bazıları Müslümanlar arasına nifak sokabilir ve önü alınmaz iftiraklar meydana gelebilirdi.
İşte tam bu esnada Hz. Ebu Bekir hemen ortaya çıktı ve: “Her kim, Hz. Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki O, vefat etti. Her kim Allah’a iman ediyorsa, bilsin ki O, Hayy u Kayyumdur.” demişti. Arkasından“Muhammed, sadece resûldür, elçidir. Nitekim O’ndan önce de nice resûller gelip geçmiştir. Şayet O ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden dönecek misiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki o Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/144) âyetini okuyunca, umumun hissiyatına tercüman olan Hz. Ömer, “Zannettim ki o âyet yeni nazil oldu. Hz Ebû Bekir, bizi uyardı.” diyecektir. Daha sonra bilindiği üzere Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde gibi çok şuurlu ve Efendimiz’in davasını iyi kavrayan mü’minler, sakife-i Benî Sâide’de toplanarak orada hilafet meselesini halletmişlerdir.
Allah Resûlü’nü bütün sahabiler çok seviyorlardı ve hepsi de gönülden O’na bağlıydılar. Esasen böyle bir bağlılığın da hiçbir zararı yoktur. Ancak O’nun getirdiği mesajı O’na bağlı görmek ve O gidince de her şey bitti nazarıyla bakmak yanlıştır.
Hz. Ebû Bekir’in sergilediği bu şuurlu tabloyu, Hz. Ömer’in hilafeti zamanında da görüyoruz. Hz. Halid, Hz. Ömer’in ordu komutanıdır. O, atını İran’ın üzerine sürdüğünde İran’ın bütün güçlerini çökertir, Roma İmparatorluğu’nun üzerine sürdüğünde de onların surlarını yıkar ve eşi benzeri olmayan büyük bir askerî deha gösterir.
İşte bu büyük komutanı Hz. Ömer görevinden azletmiş ve azil sebebini de şöyle ifade etmiştir: “Halid! Allah biliyor ki seni çok seviyorum. Fakat halk, elde edilen zaferleri, senin şahsında buluyordu. Ama ben biliyorum ki, bu zaferleri bize ihsan eden Allah’tır. Bu sebeple seni görevinden azlediyorum.” Hz. Halid, görevinden alındıktan sonra zaferler yine devam etmiş ve halk, kazanılan zaferlerin Hz. Halid’den değil Allah’tan kaynaklandığını anlamıştır.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de bu düşünceye saplanıp meseleyi şahıslarda görenler olmuştur. Hâlbuki İslâm’daki fetih hareketleri, Efendimiz’in vefatından sonra devam ettiği gibi mânevî sahadaki fütuhatlar da her zaman devam etmiştir. Meselâ Abdülkadir Geylanî Hazretleriyle, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri vefat etmişler, ancak günümüze kadar onların devamı mahiyetinde nice insanlar gelmiştir.
Asrın başındaki zat da vefat edince, bazılarınca her şeye bitti nazarıyla bakılmıştı; ancak o zat: “Ben hayattayken bir şahıs iken, toprağa atıldıktan sonra, bir başak hayatını netice vereceğim. Şimdi hizmet-i imaniye bir yerde neşredilmesine mukabil, benim vefatımdan sonra, belki yüz yerde inkişaf edecektir.” demiştir.
Yine aynı zat bize bu konuda şu ölçüleri vermiştir: “Isparta’da Hüsrev ve Re’fet gibi mübarek kardeşlerim diyorlardı ki: Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir. Böylece bu kardeşlerimiz, iktiranı illetle iltibas yapıyorlardı. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit diyordum ki, bu kardeşlerim gibi eli kalem tutan kimseler olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir insan nasıl hizmet ederdi? Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”
Aslında her bir mü’minin de böyle düşünmesi gerekir. Çünkü hepimize Allah’ın lütfu müşterek olarak gelmektedir. Bir müessesenin kapısındaki kapıyı açıp kapayan kapıcıdan, o müesseseyi idare eden müdüre kadar her yerde bir iktiran vardır. Rabbim bunu intikale ve bu iktiran içinde cehd ü gayret göstermeye bizleri muvaffak eylesin!..
İdeal bir fikir ve dâvâ adamının anlatılması –hem bizim ufkumuzu aşkın bulunması, hem de kavrayamadığımız bir durum olması itibarıyla– ve özellikle günümüzde bütün detayları ile vicdanlara intikal ettirilmesi zor olsa gerek. Dolayısıyla da bize nazarî planda küçük bir iki şeyi anlatmak kalıyor.
Dâvâ adamı her şeyden önce bir “idrak insanı”dır. O, yaptığı yapacağı her işin önünü sonunu çok iyi düşünür; hiçbir zaman karambola adım atmaz ve aslında onun plansız hiçbir işi olmaz.
Dâvâ adamı gönül verdiği dâvâ uğruna, kendi öz nefsine kadar her şeyi feda etmeye hazırdır ve bu hususta o, çoktan aklını, nefsini ve ruhunu ikna etmiştir bile.
Dâvâ adamı kendisini, başkalarını yaşatma zevkine adamış, nefsî haz ve zevklerinden sıyrılmış bir insandır. O, günde elli defa seve seve dâvâsı uğrunda ölüme katlanmaya hazırdır ama körü körüne, hemen ölüme koşmak ve kendini ölüme atmak gibi düşüncesizce şeylerden de uzak bir basiret insanıdır. Zira dâvâ adamı, sadece bir fedaî değildir. Hele bir gösteriş budalası asla.. o her gün dâvâsı uğruna gördüğü, müşâhede ettiği acı manzaralar ve gelecek adına milletini tehdit eden şeyler karşısında bin defa ölür, bin defa dirilir ve bir kere ölmekle kurtulmayı asla düşünmez. Bazen kendisini feda edip bir kere ölen insanlar arasında çok defa hayattan bıkmış kimseler de bulunabilir.
Dâvâ adamı tepeden tırnağa hayat doludur. Yaşamanın önemli olduğunun da farkındadır; ama o, diriliş eridir ve hayatı gibi diğer değerli şeylerini de, öldürmeye değil yaşatmaya bağlamıştır.
Her fedakâr insan dâvâ adamı olamadığı gibi, her ideal insan da dâvâ adamı olamaz. Belki o bir idealist olabilir; zira dâvâ adamı olmak, ayrı bir kısım vasıflar ister.
Dâvâ adamı ne yaptığını ve yapacağını çok iyi bilen biridir. O, “Hele şöyle bir yapalım da ne oluyor görelim.” mülâhazasıyla hareket etmez. Düşünür, istişare eder, planlar, sonra yapar ve ömrünü yap-sök’le tüketmez.
Bu vasıflarla kâmil mânâda muttasıf olan en büyük dâvâ adamı şüphesiz ki, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şimdi O’nun örnek hayatından bir kısım kesitler sunarak yukarıda icmalen bahsettiğimiz dâvâ adamı portresini çizmeye çalışalım:
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımız zaman, O’nun çok kritik dönemlerde dahi ani ve isabetli kararlar verdiğini görürüz. Meselâ, Allah Resûlü, ashab-ı kiramın bir kısmının işkence altında bulundukları Mekke’den, Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etmişti. Başkaları belki bunu ilk bakışta anlayamayabilirdi. Hatta yanlış yorumlara bile girebilirdi; ama Efendimiz’in anlayışına göre onlar Habeşistan’a gitmekle, hem Mekke’deki baskıdan kurtulacaklar, hem de orada Müslümanlığı duyuracaklardı. Nitekim öyle de oldu ve Habeş kralı Necaşi bile Müslüman oldu.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında, ilk anda anlaşılamayan, ama anlaşıldığında da O’nun ne kadar büyük bir dâvâ adamı olduğunu gösteren bir başka büyük olay da Hudeybiye sulhüdür. İzzet, şeref ve haysiyetiyle oynandığı Hudeybiye’de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), tam bir dâvâ adamı olarak hareket etmiştir. Şayet O, orada ashab-ı kiramın önünü açsaydı, onlar İrem barajı gibi bütün müşrikleri sele vereceklerdi; belki o selin önünde kendileri de sürükleneceklerdi. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye meydan vermedi. Hemen Allah’ın emriyle ve O’nun muradı istikametinde bir karar verdi ve bir anlaşma yaptı. Belki bu anlaşmada Müslümanların onur ve şerefi kırılacaktı ama kat’iyen kan dökülmeyecekti ve Uhud’da, Hendek’te müşriklerle açılan ara biraz daha açılmayacak, problem, olduğu yerde dondurulacaktı. Müşrikler gelecek sene Müslümanlara Mekke’ye girme imkânı verecekler ve böylece sahabe de Müslümanlığı anlatma fırsatı bulmuş olacaktı. Dahası bu insanlar akrabalarının yanına gidecek ve aile yakınlığı içinde dinlerine ait meseleleri çok rahatlıkla anlatabileceklerdi. Hem Mekkelilerle böyle bir anlaşma yaptıklarından dolayı çok rahatlıkla Arap yarımadasında çeşitli kabilelere Müslümanlığı anlatma fırsatı da bulmuş olacaklardı. Çünkü Mekkelilerden artık herhangi bir tehlike gelmesi söz konusu değildi. Ayrıca, bu esnada Allah Resûlü çeşitli meliklere, hükümdarlara mektuplar yazacak, adamlar gönderip onlarla meşgul olma imkânı bulacaktı.. ve bu arada kendi sistemini kuracak ve her şeyi sağlama bağlayacaktı.
Bu sergüzeştinin tafsilâtı şöyledir: Allah Resûlü Mekke-i Mükerreme’nin önüne kadar gitmiş, ashabıyla Hudeybiye’de konaklamış; O, umre yapmak niyetindeyken birdenbire karşısına düşman çıkınca, bütün bunları düşünerek bir anda o duruma göre bir karar vermişti ki, bu O’nun ne büyük bir dâvâ adamı olduğunu göstermeye yeter zannederim. Zira bu öyle bir karardı ki ilk anda pek çok kimseye ters geliyordu ve tereddüt yaşayanlar oluyordu; kendisine can u gönülden bağlı olan Hz. Ömer bile ilk anda bunu tam idrak edememişti. Bu arada, konuyu anlamayan başkaları da vardı. Hatta belki Hz. Ebû Bekir de ilk anda idrak edememişti. Ne var ki, onun farklı bir idrak seviyesi vardı; O, Efendimiz’e bilâ kayd u şart teslimiyet içindeydi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in yanına gelmiş ve, “Efendimiz, Allah’ın peygamberi değil mi?” diye sormuştu. O da “Evet, Allah’ın peygamberidir.” diye cevap vermişti. Sorular devam etmiş: “Pekâlâ karşımızdakiler kâfir değil mi? Allah bize zafer ve fütuhat vaad etmiyor mu?” O, bu sorulara da “Evet!” cevabını verdikten sonra eklemişti: “Fakat ey Ömer unutma! O, Allah’ın peygamberidir; ne yapıyorsa O, yaptığının farkındadır.”
Evet, ilk planda bu işe Hz. Ömer’in de aklı ermemişti ama aklı erdiği andan itibaren de bu cüz’î muhalefetini her hatırlayışta büyük bir nedamet duymuştu. Kim bilir o, bu yolda, ne sadakalar vermiş, ne oruçlar tutmuş ve ne istiğfarlarda bulunmuştu!
Hudeybiye’de sadece Hz. Ömer değil, ashab-ı kiramın pek çoğu maddî mücadeleden yanaydı ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğru bildiği yolda ısrar ediyordu. Ashabın bütünü, kılıçlarını kınlarından yarısına kadar çıkarmış hücum emri beklerken, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep ısrar ediyordu. Çünkü Efendimiz, Allah’ın izni ve içini aydınlatmasıyla verdiği kararın kesinlikle isabetli olduğuna inanıyordu. Nitekim tarih şahittir ki, O kararında yerden göğe kadar haklıydı.
O yüksek fetanetten değişik birkaç kare daha: Uhud’da ve Huneyn’de çok şiddetli bir düşmanla karşılaşılmıştı ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç mi hiç sarsılmamıştı. Uhud’da en güzide ashabıyla birlikte yaralanmış ancak düşmanları yeniden takip meselesi söz konusu olunca hiç duraklamamıştı: O esnada hiç kimse tek başına yürüyecek güce ve iktidara sahip değildi. Bazıları ancak birbirlerini destekleyerek yürüyebiliyordu. Neredeyse hepsi yaralı idi. Fakat Efendimiz hiç sarsılmamıştı; Bedir’e çıkıyor gibi yine düşmanı takibe koyuldu ve çok yerinde bu hareketiyle müşriklerin kuvve-i mâneviyelerini kırdı. Huneyn’de de benzer şeyler vuku bulmuş ve muvakkat bir geri çekilme söz konusu olmuştu. Aslında Huneyn’deki ok yağmuruna herkes gibi O da maruzdu. Ancak O hiç fütur getirmeden atını ileriye sürüyor ve “Ben, Allah peygamberiyim, bunda yalan yok, Ben, Abdulmuttalib’in torunuyum.”diyordu. Hz. Ali gibi bir “Haydar-ı Kerrar” şöyle anlatır O’nun bu durumunu: “Biz muharebe meydanlarında sıkıştığımız zaman, O’nun himayesine sığınırdık.”
O’nun ayrı bir derin yanı da şudur: O, dünya mâmelekine sahip olduğunda da hiç tavrını değiştirmedi. Nasıl fakir olduğu zaman fakirdi, aynı şekilde yığın yığın hazineler karşısında da hep bir fakir gibi davranmasını bilmişti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdiğinde, Efendimiz yattığı hasırın üzerinde doğrulmuştu ve bir tarafında hasır izi görünüyordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate gelmiş ve ağlamıştı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da o, “Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun. İşte buna ağladım.” cevabını vermişti.
Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e şu karşılıkta bulunmuştu: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.” Başka bir rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Dünya ile benim ne alâkam var! Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip yoluna devam eden bir yolcu.” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının sonuna kadar da hep aynı şekilde yaşamıştı. Dahası vefat ederken de üzerinde sadece yamalı bir hırka vardı.
Hakikî dâvâ adamı olan Efendimiz ne işin başında ne de muvaffak olduğu zaman tavrını hiç mi hiç değiştirmemişti. Bir Batılı, büyük insanları sıraya koyarken mealen şöyle der: “Dünyada birçok kimse başlangıçtaki durumlarını, muzaffer ve muvaffak olduktan sonra koruyamamışlardır. Bunun tek bir istisnası vardır; o da Hz. Muhammed’dir. O, işe nasıl başlamışsa ulaştığı en son noktada da aynı seviyeyi korumuştur.” O, nasıl ilk devirlerde yumruklanırken, Mekke’den işkenceyle kovulurken insanca davranmış, şefik, refik bir habib gibi hareket etmişti, aynen öyle de Mekke’ye muzaffer bir fatih olarak girdiğinde de hiç değişmemişti.
Zira O, nefsi için yaşamıyordu; hep başkaları için yaşıyordu. Başkalarına karşı vazifesi bittiği andan itibaren de artık dünyadan gitmeyi mukadder görüyordu. Yani O, vazifesi bittikten sonra dünyada bulunmasının mânâsız olduğu kanaatindeydi. Öyle ki henüz Mekke döneminde, cinler de kendisine inandıktan sonra O, İbn Mesud’a şöyle demişti: “Galiba bundan sonra ömrüm vefa etmez, ey Abdullah; ben herhâlde öleceğim…” İbn Mesud, “Neden yâ Resûlallah?” diye sorunca da, şöyle cevap vermişti: “Allah, insanlar ve cinler sana inanacaklar diye vaad etmişti. Görüyorsun ki, şimdilerde Mekke’de çok insan var. Şimdi cinler de inandılar. Demek ki artık benim vazifem bitti.”
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) halkasında da Allah Resûlü’yle aynı duygu ve düşünce içinde yaşayan nice insan yetişmişti ki, bunlar hep yaşatmışlar; yanmış ve ateşleri söndürmüşlerdir. Maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunarak hep başkaları için soluklamış, başkaları için koşmuş, başkaları için var olmuşlardı…
Efendimiz’den sonra günümüze kadar da aynı hava ve atmosfer içinde ve aynı iklimde yetişmiş birçok kamet-i bâlâ görmek mümkündür. Zaten onlar olmasaydı, din o güzel şekliyle ve kendine has orijiniyle temsil edilemeyeceğinden dolayı şimdiye kadar çoktan –hafizanallah– enkaz hâline gelecekti. Ama bu dini gönderen, sonra da koruma işini kendi üzerine alan Allah, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile teyit ettiği bu dini, kıyamete kadar, Muhammedî büyük zatlarla desteklemiş ve günümüze getirmiştir. Bundan sonra da bunu yine dâvâ adamı ruh ve şuuru içinde, çok büyük ve yüce kametler, dinin ruhuna uygun bir şekilde temsil edecek ve bizden sonraki nesillere intikal ettireceklerdir.
Buraya kadar söylenenler, büyük bir insan ve en büyük dâvâ adamının, dâvâ adamlığı vasfına dair içimizde inşirah hâsıl edecek tablolardı. Herhâlde esas anlatılması gerekli olan husus şuydu:
Efendimiz ile başlayan bir dönem, çeşitli kimselerin elinde hakkıyla korundu ve günümüze kadar bütün canlılığıyla intikal etti. Eğer günümüzde de aynı ruh, aynı azim ve inançla; aynı şuur, aynı hasbîlik ve diğergâmlıkla bu işe sahip çıkmazsak, günümüze kadar elden ele emanet olarak intikal eden bu dâvânın –Allah muhafaza buyursun!– enkaz hâline gelmesi mukadderdir. Tabiî buna sebebiyet veren de bizler olmuş olacağız. Bence asıl üzerinde ısrarla durulması gerekli olan husus da işte budur:
Maddî-mânevî her şeyin üstünde ona olağanüstü bir ehemmiyet atfetme ve dünyevî işlerin çok çok üstünde değer verme, hatta o olmadıktan sonra yaşamanın mânâsız olduğuna inanma, dahası genç nesillere bu ufku gösterme, inandırma Rabbimiz’in bize lütfettiği her fırsatı bu istikamette yani nesillerimizin irfan hayatı adına, imana ermeleri adına değerlendirme ve bunu en büyük vazife sayma… Evet, bunun dışındaki bütün pâye, makam ve mansıplar bir hiç hükmünde olmalıdır.
Asrımızda dâvâ adamının bulunup bulunmadığı meselesi izafî bir konudur. Belli bir ölçüde dâvâ adamları vardır, ancak kâmil-i mükemmel mânâda dâvâ adamının bulunacağını iddia etmek oldukça zordur. Hususiyle asrımız, bir kolektif şuur asrıdır. Fertler “ferd-i ferîd” dahi olsalar, “gavsiyet” ve “kutbiyet”i dahi temsil etseler, küfür cereyanının çıkardığı şahs-ı mânevî karşısında mukavemet edemeyeceklerinden dolayı bugün, dâvâ adamı keyfiyet ve evsafını, dâvâ adamına ait hususiyetleri, daha ziyade şahs-ı mânevîde aramak gerekir. Dâvâ adamı hususiyetleri içinde kendini gösteren böylebir heyet, bir şahs-ı mânevî varsa, ideal bir dâvâ adamına ait evsafı onlar gösteriyorlar demektir.
Bizce fedakârlık, insanın nefsi, malı, onuru hatta izzeti adına bir kısım şeylerden vazgeçmesi, onları daha ulvî ve yüce hakikatlere feda etmesi demektir ki, bu konuda feda edene fedakâr, o ameliyeyi yapmaya da fedakârlık denir. Meselâ, yüce dinimizin i’lâsı için, daha doğrusu ufkumuzda parlaması ve şehbal açması adına fert ve toplum olarak onu i’lâya koşma; icabında bu mevzuda yurtlar yapma, okullar açma, malımızla, canımızla bu işe destek olma birer fedakârlıktır. Tabiî ki, bütün bu fedakârlıklar, ulvî bir davayı bayraklaştırmak, yüce İslâm hakikatinin ufkumuzda şehbal açmasını temin etmek için yapılıyorsa…
Meselenin aslına bakıldığında fedakârlıkla mantık arasında bir tenakuzun olmadığı görülecektir. Hatta denebilir ki mantık, fedakârlığı teyit etmektedir. Hatta denebilir ki, insan, mantığı sayesinde daha da fedakâr olmaktadır. Ama konuyu sığ ve sathî bir düşünce ile mütalâa edenler için, fedakârlıkla mantık arasında bir zıddıyetin var olduğu söylenebilir. Meselâ; eğitim seferberliği adına pek çok kardeşimiz şu anda hemen elde edemedikleri ve sonucunu şimdi göremedikleri bir şey uğrunda büyük fedakârlıklar yapıyorlar. Sıhhatlerini ve hayatlarını âdeta bu yolda tüketiyorlar. Bu yolda çalışan, koşan ve terleyen arkadaşlara Allah da bire bedel milyonlar lütfediyor. Onlar da mazhar oldukları bu lütufları eğitim yolunda kullanıyorlar. Bazılarınca böyle bir mesele, aklın zâhirî nazarında ve derinlemesine düşünemeyenlerin gözünde mantığa zıt gibi görünebilir. Didinmek, çalışmak, tabiî onların nazarında, mevhum bir hakikate muhakkak bin hakikati feda etmek, mantıkla fedakârlığın –yeni ifadesiyle– çelişmesi olarak gözükebilir. Fakat aslında, mantıkla fedakârlık arasında böyle bir tenakuz söz konusu değildir.
Evet, eğer insan, gönlüyle aydınlığa kavuşmuş, kâinatın işleyişi içindeki hakikatleri ve bu mutlak akışın ahirete doğru gittiğini görmüş, daha burada iken vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede etmeye başlamış, dünyanın mesudane binlerce senesinin, Cennet hayatının bir dakikasına denk gelmeyeceğini vicdanında duymuş, dahası Cennet hayatının da milyonlarca senesinin Cenâb-ı Hakk’ın cemalini bir kere görmeye eşit olamayacağını yine vicdanında hissetmişse onun nazarında dünya ve içindekilere ait her şey sinek kanadı kıymetindedir ve işte bu şuurla öteleri gören bir insanın fedakârlık yapması, kesinlikle mantıkla çelişmez, bilakis onun mantığı bu fedakârlığı sürekli teyit eder.
Şimdi Amerikalılar ve Ruslar feza yolculukları yapıyorlar. Orada bir kısım nazariyelere dayanarak bizim görme ve duyma buudlarımızın dışında bir kısım kentlerin olabileceğini düşünüyorlar. Bu insanlar, şayet bu mantıkla, bizim düşünce çizgimizin ve yaşama buudlarımızın dışında, insanlığın saadet ve mutluluğunu oralarda bulsalar, insanlığı oraya taşıma planlarına çok para harcasalar ve bazıları da bunu bugün hiç anlamasa, bu onların mantıklarına ters gelmiş olur. Hatta yeryüzünde kavga çıkarır ve derler ki: “Efendim! Afrika’daki falan kimseler açlıktan ölüyor, sizler ise bir macera uğruna Kolombiyalarla fezaya gidip geliyor ve bu işe şu kadar para harcıyorsunuz.”
İşte bu yaklaşım çok sathî bir mantığın ürünüdür ve onlar bir gün bizim dünyamızın dışında mutlu bir âlem bulup insanlığımızı oraya taşıma imkânına sahip olurlar ve insanlık da gidip orada –Allah’ın inayetiyle– uzun seneler yaşama fırsatını elde edip, bu şekilde kirlenmiş ve düzensiz hâle gelmiş şu yeryüzünden kurtulmaya vesile olurlarsa işte o zaman insanlık adına güzel olan bu hizmetin mantıkla çelişir bir tarafının olmadığı anlaşılacaktır. İhtimal bizim mantık çizgimizin üstünde çok derin ve buudlu olan bu mantığa göre, bu uğurda yapılacak her fedakârlık mantıkla bir aradadır. Dolayısıyla mantığa zıt değildir.
İşte mü’min de Cennet, saadet-i uhreviye, Efendimiz’i (aleyhissalâtü vesselâm) görme ve Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede etme uğrunda ne kadar fedakârlık yaparsa yapsın, onun yaptığı bu fedakârlıklar kat’iyen akıl ve mantığa zıt değildir. Bu mevzuda fedakârlık yapanları tenkit edenlerin çoğu, sathî bir muhakeme ile onları tenkit etmektedirler. Aslında böyle bir tenkit de her iki grubun yaşadığı dünyanın farklılığından doğmaktadır. Bu farklılığa Hasan Basrî Hazretleri şu şekilde temas eder: “Siz ashabı görseydiniz onlara “deli” derdiniz. Onlar da sizi görseydi “Bunlar Müslüman mı?” diye tereddüt yaşarlardı.”
Günümüzde de bu mevzuda hizmet edenlere belki bazıları deli sıfatını yakıştıracak ve: “Bu adamlar maddî bir çıkarları olmadan ne diye böyle uğraşıp duruyorlar?” diyeceklerdir. Zira onların kendi düşünce dünyalarına göre bir insan, herhangi bir menfaat elde etmeden herhangi bir yere bir adım bile atmaz. Onların mantığı, yaşlı-başlı hasta insanların bir inşaatın başında durup amele gibi çalışmasını, başka birinin de yüzünün suyunu dökerek başkalarından para istemesini, bir diğerinin bu konuda kafa sancısı çekmesini kavrayamaz. Zira onların akılları, bu fedakârlıkların Allah’ı hoşnut etme uğrunda olabileceğini düşünemez. Bunu kavrayamadıklarından dolayı da, onların bu şekildeki farklı mütalâa ve mülâhazaları hep devam edip duracaktır.
Ama bize göre bu mesele gayet normaldir ve bizim düşünce dünyamızda en akıllı insan, hak yolunda her şeyini vermeye âmâde olan insandır. Şayet hepsini birden feda etmiyorsa, onun mukaddes bir düşüncesi vardır ki, o da şudur: “Bu malımın biraz mayası kalsın, daima bunu çoğaltayım da sürekli vereyim ve bir kere verip kenara çekilme yerine her zaman veren ve yardım eden bir insan olayım.”
Evet, esas itibarıyla fedakârlık ile mantık arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, mantık, fedakârlığı teyit eder. Bu espriyi kavrayan biri, mantığını kullanarak fedakârlık ufkunda çok daha derinliklere ulaşabilir.
Bir hizmetin başında, o işi başlatan fertler henüz bir imtihana tâbi tutulmamış ve hizmet dışı mülâhazalara dalmamışlarsa, onlar fevkalâde bir aşk ve şevkle vazifelerini yerine getirirler. Ne var ki, bazen bir süre sonra şevk, yerini bedbinlik ve karamsarlığa; canlılık da atalete bırakabilir.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, bu durum herkes için söz konusu da değildir. Vazifeye başladığı ilk günkü aşk ve heyecanını sonuna kadar koruyan pek çok insan vardır. Eski devirlerden de bunun pek çok örneğini göstermek mümkündür. Meselâ Hz. Nuh’un yanında yerini alan kimseler, her zaman yerlerini koruyarak gemiye bininceye kadar onunla beraber olmuşlardır. Çocukluğundan itibaren her zaman Hz. Musa’nın yanında bulunan Hz. Yuşa b. Nun, daha sonraki yıllarda Hz. Hızır’la olan beraberliğinde, Tîh sahrasında kırk sene İsrailoğulları’nın kalbî ve ruhî hayata yükseltilme ameliyesinde ve Amelikalılara karşı verilen mücadelelerde hep Hz. Musa’nın yanında olmuştur.
Bununla birlikte zamanla şevkini kaybeden, bir mânâda huzurla müşerref olduğu hâlde geriye dönenler de az değildir. İsrailiyattan olmakla beraber derin bir hakikati ders vermesi bakımından Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) başından geçen şu hâdise oldukça dikkat çekicidir:
Hz. Musa, kendisinden Tevrat’ı dinleyen, yıllarca arkasından koşan bazı kimselerin, zamanla geriye dönüp dağıldıklarını, dünyevî şeyler karşısında çözüldüklerini görür ve bu manzara karşısında üzülür; üzülür zira peygamberliğine inanan bazı kimseler onu terk edip yürüdükleri yoldan geriye dönmektedirler. Hz. Musa inkisar içinde ve bu işin hikmetini öğrenme sadedinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle bir soru sorar: “Yâ Rabbi! Nasıl oluyor da bir insan Seni bilip öğrendikten sonra geriye dönebiliyor..?” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona şöyle buyurur: “Yâ Musa! Onlar gerçekten Beni bilenler değil, gelirken yoldan dönenlerdir.”
Evet, her dönemde bu şekilde yollarda dökülüp kalan pek çok insan olmuştur. Bunlar, tama, makam-mansıp sevdası, korku, tenperverlik, kalb ve ruhu maddiyata kaptırma gibi mülâhazalarla yolda takılıp kalmış ve gerisin geriye dönmüşlerdir. Bu sayılan hususlar, her devrin insanı gibi günümüzün hizmet insanları için de söz konusudur.
Bu konuda diğer bir faktör de “teşettüt-ü ârâ” diyeceğimiz hizmet sâbikûn-u evvelûnunun fikir ihtilafına düşmeleridir. Bu çok önemli bir husustur; zira önde bulunanlar arasındaki düşünce ihtilafı, arkadakilerinin de ihtilafa düşmelerine yol açar. Ki bu durum, arka saflarda bulunanların ümitlerini sarsar, yıpratır ve onların geriye dönmelerine sebebiyet verir. Bundan dolayıdır ki, önde yürüyenlerin çok kararlı olmaları fevkalâde önemlidir.
Bu itibarla da, yapılacak iş ve hizmetler, evvelâ çok iyi istişare edilmeli, iyi-kötü rizikoları ve faydaları nazar-ı itibara alınarak çok iyi planlanmalıdır. Yani herhangi bir dünyevî iş gibi o işin teknisyenleri tarafından her şey çok iyi gözden geçirilmeli, mutabakat sağlanmalı ve sonra teşebbüs edilmelidir. Bu mevzuda kesinlikle herhangi bir kusur yapılmamalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir işin mukaddematında, esbaba tevessülde kusur etmemeyi talim maksadıyla, mescide devesini bağlamadan girip “Allah’a tevekkül ettim.” diyene: “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et!” buyurarak bu hakikati ifade eder. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bununla şöyle demektedir: Bütün zarar yollarını tıkayıp kâr yollarını açtıktan sonra işe koyul ki, neticede kaderi tenkit etme. İşin başında esbaba riayette kusur etme ki, sonunda da “Keşke!” demeyesin.
İşin başında kusur yapıldığı takdirde, sonunda: “Keşke şöyle bir toplantı yapmasaydık!” türünden ifadelere sebebiyet verilir ki, bu da kaderi tenkit olur. Çünkü mazi ve musibetlere kader açısından bakmak icap eder. Bu mevzuda yapılan herhangi bir tenkit ise kadere taş atmak demektir. Kadere taş atan ise kendi başına taş atmış olur. Bu itibarla, hizmet öncüleri kat’iyen kusur etmemeye bakmalı ve mutlaka istişareye riayet etmelidirler. Zira her geriye dönüş, bir kısım fikir ayrılıklarına sebebiyet verir. Bunu bölünmeler takip eder ve o güne kadar yapılanlar bir bir yıkılır gider.
Allah, yapacağı işlerle alâkalı her şeyi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önüne ayân beyan sermiş, O da her şeyi açık seçik olarak görüp adımını ona göre atmıştır. Bunda, kimsenin zerre kadar şüphesi olmamalıdır. Bununla beraber O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir, Uhud ve Hendek’te ashabıyla istişare etmiş ve onların reyinin ağır bastığı istikamette tercihte bulunmuştur. Bu, O’nun bir prensibiydi. O, bir cephede kendiyle bulunan kimselerin ruhlarının da orada bulunmasını arzu ediyordu. Zira ruhu O’nunla beraber olmayan bir insanın bedenini götürmesinin de bir mânâsı yoktu.
Bu mânâda Allah Resûlü, İbn Cahş’ı seriyenin başında askerî bir operasyon için Mekke yakınlarında bir yere gönderirken ona sıkı sıkıya tenbihatta bulunuyor ve yanına aldığı adamlarla Mekke’nin önüne kadar gitmesini, beraberindekileri hiçbir şekilde zorlamamasını ve isteyenin evine dönebileceğini söylüyordu…
Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istişareye çok önem verirdi; Uhud savaşı öncesinde de ashabını toplayıp istişarede bulunmuşlardı. Ashab-ı kiramın gençleri, “Yâ Resûlallah! Bedir’de olduğu gibi dışarıya çıkalım. Onlarla göğüs göğüse çarpışalım. Bizi bu şereften mahrum etme!” demişlerdi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) niyeti müdafaa harbi idi. Aslında bu, Allah Resûlü’ne, gördüğü bir rüya ile gösterilen bir stratejiydi. O, rüyasında zırhının içine girdiğini, bir kısım sığırların boğazlandığını ve kılıcının ağzında bir kırılma olduğunu görmüş ve bu rüyayı kelimesi kelimesine şöyle tabir buyurmuşlardı:
“Bu zırh bizim için Medine’nin içidir, gelin müdafaa harbi yapalım. Onlar bize saldırsınlar, biz onları burada karşılarız. O boğazlanan sığırlar, benim ashabımdır; gelin oraya gitmeyelim. Kılıcımın ağzından bir parçanın kopması ve diş atması, yakınlarımdan birinin ölmesi demektir.”
Evet, Allah göstermiş, tenbihte bulunmuş ve Habib’ine bir sinyal vererek, “Onlara karşı müdafaa harbi yapın!” demişti.
Ancak, bütün bunlara rağmen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) istişarede genelin görüşünü esas alarak zırhını ve silahlarını kuşanmıştı. Sonra ashabın büyükleri meselenin farkına varıp gençleri ikna etmiş ve Efendimiz’e gelerek, “Yâ Resûlallah! Gençlerimiz ısrarlarından vazgeçtiler. Siz, nasıl emir buyurursanız öyle yapalım.” demişlerdi. Ama Allah Resûlü, “Bir Peygamber, bir meselede karar verdikten sonra artık geriye dönmez.” diyerek istişarede alınan kararı uygulamaya koymuştu. Şüphesiz bunda da pek çok hikmet vardı…
Evvelâ, Efendimiz dışarıya çıkmayıp da Medine’nin içinde müdafaa savaşı verseydi, bunun üzerine de müşrikler, Hendek’te olduğu gibi etraflarını muhasara etselerdi, bazıları “Peygamber dışarıya çıksaydı, Bedir’deki gibi biz de ganimet alırdık.” diyebilirlerdi. Efendimiz’in tedbiri mevzuunda akıl vermeye kalkma, O’nun tedbirini tenkit etme de –İmam Şafiî’nin nokta-i nazarına göre– küfre girme demekti. O, tedbirinde kat’iyen tenkit edilemezdi.
Allah Resûlü istişare neticesine göre karar verip Medine dışına çıkmıştı. Karar verdikten sonra geriye dönseydi, ihtimal teşettüt-ü ârâya sebebiyet verilecekti ve sahabe arasında fikir ayrılıkları olacaktı. Bazıları, “Peygamberimiz, fikrinden vazgeçirildi.” diyeceklerdi. Hâlbuki karar verdikten sonra fikrinden vazgeçmek, bir irade zaafı ifadesidir ve O pâk dâmen, bu tür şeylerden fersah fersah uzaktır. Bunlar, basit hareketler değildir ve İslâm tarihinde çok mühim hâdiselerdendir. Bu itibarla, işin başında çok iyi düşünmek, isabetli karar vermek ve daha sonra da geriye dönmemek asıl olmalıdır. Zira her geriye dönüş, bir kısım insanların da dökülmesi demektir.
Netice itibarıyla diyebiliriz ki, şayet hizmet kervanı içinde dökülen insanlar varsa, öncelikle bunlar bu meseleyi çok iyi hesap edememiş ve sonra da dayanmasını bilememiş, darılmış, geriye dönmüş kimselerdir. Ne var ki, hizmet öncülerinin hesapsızlığı bununla da kalmaz; o, bazen bir ülkeyi bütün bütün alır götürür.
Bu sorunun sonunda, insanın içinde inkisar hâsıl eden şöyle bir ifade de var: “Bir hizmet insanının hizmet ömrü birkaç seneden mi ibarettir? Böyle ise arkadan gelenler aynı akıbetin tasavvuruyla sarsılmazlar mı?”
Evet, hizmet ömrü, birkaç seneden ibaret olanlar vardır. Bu faaliyetler –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– ihlâs ve Allah’ı hoşnut etme esasları üzerine planlanmıştır. Bu itibarla da bu yolda samimiyet ve ihlâsla yürüyemeyenler döküleceklerdir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine-i Münevvere için“Medine, tıpkı bir körüğün cürufu ayırması gibi insanların kötüsünü iyisinden ayırır.” ifadelerini kullanmaktadır. Medine’nin hususiyeti mahfuz, konu umumîdir; günümüzde de imana ve Kur’ân’a hizmet eden kimseler arasında ihlâsını koruyamayanlar zamanla elenecek ve döküleceklerdir ve bunu değiştirmeye de kimsenin gücü yetmeyecektir. Ancak niyazımız odur ki, Rabbimiz, bir adımlık dahi olsa imana ve Kur’ân’a hizmet edenlerin ayağını kaydırmasın ve onları her zaman muhafaza buyursun!
Cenâb-ı Hak, her büyük davanın, temellerinin atıldığı dönemlerde ham ruhların elenmesi için o dava müntesiplerini değişik imtihanlara maruz bırakır. Çünkü temelde elenmeyen ham ruhların, daha sonra meydana gelebilecek çetin imtihanlar karşısında elenmeleri söz konusu olacaktır ki, bu da tam felaket demektir. Bu sebeple işin bünyesine esas teşkil edecek insanların, dönmeyenlerden olması için bir kısım elenmelerin olması zarurîdir. Bediüzzaman’ın, etrafındakilere eleneceklerini, hasların hamlardan ayrılacağını söylemesini hatırlatmakta da yarar var.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında da bu tür elenmeler olmuştur. Meselâ Ureyne kabilesinden bir grup insan Medine’ye gelip bir tür mide rahatsızlığından dolayı hasta olduklarını söyleyip şifası için Efendimiz’den yardım etmesini istemişler; Allah Resûlü de, “Sadaka develeri var. Gidin, onların sütlerinden için.” demişti. Onlar da Efendimiz’in işaret buyurduğu yere gidip dediklerini yerine getirip şifa bulmuşlar; ama ardından da develerin çobanlarına türlü türlü işkenceler yapmış, hatta gözlerini çıkarıp öldürmüş sonra da çekip gitmişlerdi.
Bu haberi alan Allah Resûlü hemen bunları kısa bir süre içinde yakalatmış, “kısas” uygulatmış ve bunun üzerine “Medine, tıpkı bir körüğün cürufu ayırması gibi insanların kötüsünü iyisinden ayırır.”buyurmuşlardı. Medine tıpkı bir körük gibidir. Nasıl ki, körük, kömür ve demirin isini pasını silip temizler, aynen onun gibi Medine de pis ruhlu insanları temizleyip bünyesinden atıverir. Medinemisal aynı misyonu taşıyan şehir ve toplumların da aynı hususiyetlere sahip olması her zaman mümkündür.
Elenenlere örnek olması açısından Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmış, O’nun yanında bulunmuş Reccâl isimli şahsı da hatırlatalım; bu şahıs, daha sonraki yıllarda Yemame’de yalancı peygamber Müseylimetü’l-Kezzab’ın saflarında mürtet olarak öldürülmüştür. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.
Evet, bunun gibi her dönemde elenen pek çok insan olmuştur. Bugün olduğu gibi yarın da olmaya devam edecektir. Bu hususta kimsenin teminatı yoktur. (Allah bizi muhafaza buyursun!) Bu mevzuda “Ön saflarda koşuyoruz.” türünden düşüncelere kapılmamak gerekir. Böyle bir düşünce yerine, “Birer nefer olarak bu işe intisap ettik. Gelecekte yeşerecek bir bahçeyi suluyoruz.” demeli ve “Rabbim, sağlam ellere teslim edeceğimiz ana kadar bizi takatimizin fevkinde imtihanlara tâbi tutmasın!” dileğinde bulunmalıyız.
Şimdi meselenin esasına gelelim. Bu tür hareketlerde şevk ve gayretin kaybedilip yerini birtakım ferdî ve içtimaî arızalara bırakması çok sık karşılaşılan bir durumdur. Bu durum, insanın içine âdeta bir tortu gibi oturmakta ve zayıfların ümitlerini kırmaktadır. Bunun önüne geçebilmek için şu esaslara dikkat etmek gerekir:
Her şeyden evvel, buraya kadar arz edilen meseleleri nazar-ı itibara alarak, imana ve Kur’ân’a hizmet yolunda asla ümitsizliğe düşülmemelidir. İnanan bir insan, tek başına da kalsa: “Allah benimle beraber olduktan sonra, O’nun tevfikiyle her işin üstesinden gelirim.” duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrahim’e “Tek başına bir ümmetti.”[1] demektedir.
Haddizatında Hz. İbrahim tek bir fertti ama onun himmeti, bütün insanlığı içine alacak kadar genişti. O, bütün dünyayı kucaklama azm ü gayreti ve cehdi içindeydi. Ateşe atılırken tek başınaydı. Tek bir insan çıkıp da bu zulme “Dur!” dememişti. Hz. Musa’ya eza ve cefa edilirken saraydan birisi ileriye atılıp, “Ne o, siz bir insan “Rabbim Allah’tır.” dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz?”[2] demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zuhur ettiği zaman, aynı sözler o zattan intikalen Hz. Ebû Bekir tarafından ifade edilmişti. O, müşrikler, Allah Resûlü’nün üzerine atıldığı zaman kendisini O’na siper etmiş, “‘Allah bir’ dediği için onu öldürecek misiniz?” demişti. Ama Hz. İbrahim, mancınığa konup ateşin içine atılırken yanında hiç kimse yoktu; yoktu ki, gökler harekete geçti. Cibril (aleyhisselâm) geldi ve “İstersen Rabbim sana yardım edecek.” dedi. Hz. İbrahim ise buna karşı sadece “Hasbî, hasbî!” demişti. Bu, bir büyüklüğün, olabildiğine bir derinliğin, Rabbe karşı bir vefanın ve fevkalâdeden O’na itimadın ifadesidir.
İşte bizim yolumuz da, Halîliyye yolu, Hz. İbrahim’in, hasbîlerin; yani maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlığa âmâde olanların yoludur. Bu sebeple bu yola baş koyanlar tek başlarına kalsalar bile yılmadan, darılmadan, dayanmasını bilmeli ve hep kapıyı dövmeye devam etmelidirler.
İşte bu anlayışta olan bir ferdin, ümitsizliğe düşmesi kat’iyen düşünülemez. Çünkü o bilir ki, muvaffakiyet Allah’tandır. Hidayet edecek ve gönülleri yumuşatacak da O’dur. Bütün şartların olumsuzluğuna rağmen hak ve hakikate ait bir kısım tohumların çeyrek veya yarım asır evvel toprağın bağrına atılan bir kısım tohumların rüşeymler hâlinde başlarını dışarı çıkarmaları tamamen Allah’ın lütfu ise, bundan sonra bunu koruma, muhafaza etme ve geleceğe ait fonksiyonunu eda ettirme de Allah’a aittir. Dolayısıyla bu, bizi çok fazla ilgilendirmez. Hem şe’n-i Rubûbiyetin gereğine karışmak bir suiedeptir. Binaenaleyh, bizim için ümitsizliğe düşmek ve inkisara kapılmak da söz konusu olmamalıdır.
İkinci olarak, mü’minler nerede olurlarsa olsunlar, sık sık birbirlerini ziyaret etmeli ve birbirlerinin meziyetlerinden yararlanmalıdırlar. Bence bugün mü’minlerin buna çok ihtiyaçları var. Çünkü maddî ve kemmî genişleme ölçüsünde, mânevî rabıtalar da ona denk bir kuvvet kazanmazsa, muhit hattı korunamaz. Bu itibarla genişleme arttıkça irtibat daha da kuvvetli olmalıdır. Bunu sağlamak için de mü’minlerin sık sık birbirlerini ziyaret etmeleri, görüşmeleri, meziyetlerini birbirlerine duyurmaları, beraber bir bütün olduklarını sık sık birbirlerine hatırlatmaları gerekir.
Bu da lafla yani ittihat havarisi iddiası ile değil, fiilen göstererek olmalıdır. Kat’iyen “Bana gel!”, “Birleşelim, güç birliği yapalım!” türünden sözler kullanmamalı, birleşmeyi fiilen göstermeli, onu/onları sevdiğini söylemeli, şayet bir yerde başkalarına ait bir hizmet görürse onu alkışlamalı ve devamlı müsamahalı olmalıdır. Mü’minler birbirlerine karşı o denli müsamaha içinde bulunmalıdırlar ki, onların müsamaha atmosferi içine giren bütün kinler, nefretler, küre-i arzın atmosferine çarpan şahaplar gibi eriyip gitmelidirler. Bütün bunların nasıl bir neticeye götüreceğine gelince, o Allah’a aittir.
Son üç çeyrek asırdan bu yana, milletçe ondan evvelki iki asırlık ölmeye, sönmeye ve hâk ile yeksan olmaya mukabil, her yerde çok değişik şekilde gürül gürül bir canlılık baş göstermeye başladı. Hatta belli bir seviyede kemale erdi de denebilir. Şimdi belli bir neslin yetişmesi ve onun kuhûlet çağını idrak etmesi beklenmektedir. Kendini bize Rahmân u Rahîm olarak tanıtan Hz. Allah, hikmetiyle, rahmetiyle ve inayetiyle bu dönemde ekilen tohumları inşâallah koruyacak, başakları muhafaza edecek, civcivlerin palazlanmasını ve kuşların kanat çırpıp pervâz etmesini de temin buyuracaktır. Ve inşâallah hiçbir zaman bütün bütün şevkimiz sönmeyecektir.
En çok bedbin, karamsar ve şevksiz olanınız eğer ben isem, benim düşüncem budur. Etrafımda öyle canlı arkadaşlar var ki, ben şahsen onları görünce kendimden utanıyorum. Evet, onlara bakınca içimden şöyle geçiyor: “Bunlar bizi ak saçlı, yaşlı görüyorlar. Belki onlara engel oluyoruz. Bu sebeple kendilerine düşen vazifeyi de tam olarak eda edemiyorlar. Dünyadan çekip gitsek, ihtimal daha canlı, daha samimî bu işin altına gireceklerdir.” Ufuk böyle görünmektedir. Ufku böyle görmeyenler ise karamsar ruhlardır.
Makalemizde, Bediüzzaman’ın bir ömür boyu tebliğ ve irşad vazifesinde kendisinin bizzat takip edip, talebelerine emir ve tavsiye ettiği, mübelliğ ve mürşidlerin takip etmeleri uygun olan metotları arzetmek istiyoruz.
1.Yaşadığını Anlatmak, Anlattığını da Mutlaka Yaşamak
Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak, tebliğcinin en önemli vasıflarından biridir. Ayrıca mübelliğ, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icra etmeyeceğini de bilmelidir. Çünkü, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (c.c) yümün, bereket ve tesir lûtfetmez. Onun için, mübelliğ bu hususa çok dikkat etmelidir. O, İslâm’ı önce kendi içine sindirip, onu tabiatının bir yanı hâline getirmeli; namazını dosdoğru kılmalı, üzerine farz ise zekâtını tastamam vermeli ve her meselede Allah (c.c) ve Resûlü’ne (s.a.s) itaat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir
Bediüzzaman’ın yazdığı eserlerin, yaptığı harikulade izahların fikirlerde ve gönüllerde büyük bir tesir icra etmesinin en mühim sırrı, bu hakikatleri bizzat kendi nefsinde kemaliyle yaşamasında yatmaktadır. Yani “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saf, 2) ve “Siz Kitâbı okuduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) âyetlerinin ikazı altında o, yapmadığı şeyleri söylememiştir. Bilâkis önce kendi nefsine hitap etmiş ve kendisi hakkıyla yaşamış, daha sonra başkalarına anlatmıştır.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’da sık sık kendine, kendi nefsine hitap ederek, birtakım yanlışları kendine nisbet etmek suretiyle başkalarına ders vermeyi ve ikaz etmeyi, hem büyük insanlara mahsus tevazuun bir gereği olarak, hem de muhataplarını rahatsız etmeden tebliğ görevini yapabilmek açısından benimsemiştir. Nefsine, “Ey sersem nefsim!”, “Ey hodbin nefsim!”, “Ey tembel nefsim!”, “Ey miskin nefsim!”gibi hitaplarla başkalarından ziyade önce kendi nefsine hitap etmiştir:
Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. (Birinci Söz)
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler. (Târihçe-i Hayat, s.83)
Hem Risale-i Nûr, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalâlet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 188)
2. İhlâs
Dine hizmet eden kişiler, inanç, fikir, söz ve davranış bakımından örnek bir samimiyet sergilemeli, yani ihlaslı olmalı, sadece Hak Teâlâ’nın rızasını kazanmak maksadıyla irşad ve tebliğde bulunmalıdırlar. Davranışlarda menfaat sağlama kastı, riya, gösteriş, kıskançlık, hırs, tama’ veya halkın medh u senâsını kazanma niyeti hiç olmamalıdır. İhlâsın zıddı riyâ ve sum’adır. Riyâ ise hadis’in ifadesi ile şirk (-i hafî)dir. (Tirmizi, “Nezir”, 9; İbn Mâce, “Fiten” 16)
Risale-i Nur’un yolu ihlas yoludur. Necat ve kurtuluş ise ancak ihlas iledir. Kur’ân’a hizmetteki muvaffakiyetin, kabul ve makbuliyetin manevî şifresi ihlastır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un en büyük kuvvetinin ihlâs olduğunu ifâde etmektedir. Bu maksatla iki risâle te’lif etmiştir (20 ve 21. Lem’alar). Bu risâlelerin başına “En az 15 günde bir defa okunmalı” kaydını koyması, onun ihlâsa ne derece önem verdiğini göstermektedir.
Risale-i Nur’un hakikî şâkirtleri hizmet-i îmâniyeyi her şeyin fevkinde görür. Kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder. (Târihçe-i Hayat, 31)
Aziz, dikkatli kardeşim! Biz insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden, mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususen, acip bir riyakârlık olan şöhret-perestlik ve câzibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz. Yalnız, Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’caz-ı mânevîsinin lemeatı olan ve hakikatlarının tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revâcını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zâhir mânevî keramatını ve îman noktasında, zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûb ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz; ve onu rahmet-i ilâhiyyeden bekliyoruz… (Hizmet R., 114)
3. Mübelliğin Vazifesi Sadece Anlatmak Olup, Kabul Ettirmek Allah’a Aittir
Yüce Allah (c.c.), peygamberlere düşen vazifenin sadece tebliğden ibâret olduğunu, kabul ettirip ettirmemenin ise Kendisine ait olduğunu bildirir: “Peygambere düşen sorumluluk, sadece tebliğ etmektir.” (Mâide, 99) Peygamber Efendimize hitâben de: “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder.” (Kasas, 56) “Sen insanları irşada devam et. Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir.Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.” (Ğâşiye, 21-22) Tebliğ ve irşad yapan bir kimsenin vazifesi, güzel bir davet ve ilâhî hükümleri muhataplara ulaştırmaktır. Hidâyete erdirmek ise Yüce Allah’ın bileceği bir iştir. Çünkü dâvetçi halkı zorla îmana getirecek güce sahip değildir ve bundan mes’ûl de değildir.
…Risale-i Nur’un mesleği ise; vazifesini yapar. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabûl ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. (Kastamonu Lâhikası,196-197)
4. Hasbîlik
Hasbîlik, Allah yolunda yapılan hizmetin garazsız ve ivazsız, yani menfaat ve karşılık beklemeden yapılması demektir. Hasbîlik, ihlas ve samimiyetten başkadır. İhlasın zıddı riyâ, hasbîliğin zıddı menfaat ve karşılıktır. İrşad ve davetin ücretsiz yapılması gerektiğini anlatmak için Kur’ân’da birçok peygamberin: “Bu tebliğimden ötürü sizden maddî bir karşılık istiyor değilim. Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah Teâladır.” (Hûd, 29,51) dediği hikâye edilir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre irşad ve tebliğde insanlardan ne maddî, ne de manevî hiçbir menfaat beklenmez. Allah rızası esas alınır. Bediüzzaman da neşr-i hakta enbiyaya ittiba eder, hizmetinin karşılığında ecir ve ücret istemez. Ona göre bu dünya hizmet yeridir, ecir ve ücret yeri değildir.
Hizmet-i Dîniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahî bilerek, insanlardan minnet almayarak ve hizmet-i dîniyenin mukabilinde almamaktır. Çünkü: Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın… Verildiği vakit de, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini, kendi nefsine tercih etmek… (Lem’alar, 139).
Bunu da ciddî söylüyorum; ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi bi’l-fiil ikaz edeyim ki, devlete intisap, hizmet etmek içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatledir. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi-i şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabulünde mâzurum.” (D.H.Ö. İçtimaî Reçeteler, I,73)
5. Kardeşlik, Birlik ve Beraberliği Muhafaza, Bütün Hizmet Ehline İyi Davranma
Allah, mü’minlerin birlik ve beraberlik içinde olmalarını ve hayır üzere yardımlaşmalarını emretmektedir. “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 103) “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın” (Mâide, 2). Bediüzzaman da, irşad ve tebliğde bulunan cemaat ve şahısların birlik ve beraberlik içinde yardımlaşarak ve diğer hizmet eden şahıs, grup ve cemaatleri tenkit ve gıybet etmeden hizmet etmelerini istemektedir. Şimdi bunları birkaç başlık altında görelim.
a. Aynı Hizmettekiler Arasında Birliği Koruma
Risale-i Nur’daki ilişki hasbî, samimî, hakikî kardeşlik ilişkisidir. Nur talebeleri Kur’ân dersinde kardeş ve arkadaştırlar. Birbirlerinin muîn ve muzâhiridirler. Bu düstur Risale-i Nur’da “fenâfi’l-ihvân” tabiriyle ifâde edilmiştir. Yani, birbirinde fâni olmak, kardeşinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. İman, muhabbet-i İslamiyet uhuvveti iktiza etmektedir. Mü’minler arasında birlik, ittifak ve imtizaç râbıtalarını tesis eden bağlar Esmâ-i ilâhiyye sayısıncadır. Risale-i Nura kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini tam bir havuz kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir.” (Hizmet R., 23)
b. Diğer Hizmet Ehline İyi Davranma veya Müsbet Hareket
Bediüzzaman, bu meselede de makul ve muteber çözümler teklif etmiştir. Her şeyden önce o, farklı anlayışların varlığını gerekli ve faydalı görür. İslâm’a hizmet etme anlayışındaki bu farklı görüşe sahip kimselerin, gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müspet ve yapıcı, yani dine, millete hizmet etmek şeklinde olacaktır. Bu varsa, metotta ve meşrepte birlik aranmaz. Böylesi birliğin fayda değil, zarar getireceğini, insanları “nemelâzım başkası düşünsün” demeye iteceğini söyler. Talebelerinin ve tebliğ vazifesinde bulunanların birbirlerini tenkit etmemeleri gerektiği üzerinde ısrarla durur:
Müsbet hareket etmek, yani; kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın. Belki dâire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok râbıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek..
Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise… “Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden: “Hak yalnız benim mesleğimdir, veyahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek… Ve ehl-i hakla ittifak tevfik-i ilâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…
Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesanüt sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında o şahs-ı mânevîye karşı en kuvvetli, ferdî olan mukavemetin mağlûb düştüğünü anlayıp; ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp o müthiş şahsı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek…Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmek… (Lem’alar, 140)
c. Ehl-i İlme Karşı Hareket Tarzı
Bediüzzaman, kendisinin benimsediği İslâm’a hizmet metodunu beğenmeyen ve tenkit edip itiraz eden ehl-i ilme karşı aynıyla mukabelede bulunmamıştır. Bilakis talebelerinin onlara karşı saygılı olmalarını tavsiye ve imanı olan herkesi kardeş kabul etmiştir. Hattâ O, Allah’ı tanıyan ve âhirete inanan Hıristiyanlarla bile tartışmayı, talebelerine yasaklamıştır:
O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabûl ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz… Elimizde nur var; topuz yok! Nur incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enâniyeti de varsa, enâniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar “Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkân, 72) düsturunu rehber ediniz… O’nun fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Değil onlar gibi ehl-i diyânet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda îmânı bulunan ve fırka-i dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamakta ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları, medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acaip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (Hizmet R., s.184-185)
İrşad ve tebliğde temel prensip, “işe esastan başlama ve tedrîcen teferruata inme”dir. Bu sebeple mürşit ve mübelliğler, her şeyden önce Müslümanların ve insanların içerisine düştükleri îmanî teşevvüşü izâle ile tevhîd esasını ikâme mecburiyetindedirler. İslâm ancak sağlam bir akîde üzerine bina edilebilir. Bu sağlanmadan, füru’ ile iştigalin davete getireceği herhangi bir fayda yoktur. Mekke döneminde Kur’ân’ın ilk inen âyetlerinin îmanla ilgili olması da bu meselenin önemini göstermektedir.
Bütün İslam mütefekkirleri gibi Bediüzzaman’a göre de, dünyada en büyük hakîkat îman ve tevhid hakîkatıdır. Onun için Bediüzzaman tebliğ ve irşad vazifesinde îmanî meselelere öncelik vermiş ve Risale-i Nur’un ilk ve esas vazifesinin bu olduğunu defaatle beyan etmiştir. Çünkü ona göre, asrın büyük problemi inançsızlıktır. Bütün hayatı boyunca hakîkat nurlarının inkişâfına mâni bütün engellere karşı sürekli mücadele etmiştir:
Risale-i Nur’un “Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve bi’l-yevmi’l-âhir”deki hakaik-ı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylosofları susturup ders verirken… (Barla Lah.,s.41)
Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez; fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.” (Beşinci Mektup)
Evet eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabûl etmemek olsaydı; ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün îdam-ı ebedîsinden Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı…” (Hizmet R., s.116).
7. Tebliğ ve İrşatta İfadeye Dikkat Etmek
Kur’ân, makul bir delil ileri sürmeden, bilgisizce ve boş iddialarla yapılan mücadele şeklini reddetmiştir. Dâvetini hikmet ve güzel öğüt esasları üzerine yürütürken, inatçı, katı ve sert tabiatlı insanlarla da en güzel şekilde mücadele yapılmasını ve tatlı dil kullanılmasını istemiştir. “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et..” (Nahl, 125) “Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin…” (Ankebût, 46) “Ona (Firavn’a) tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ-Hâ, 44)
Münakaşalardan müspet bir netice elde etmek oldukça zordur. Ayrıca yumuşaklık ve güzellikle hareket edilmedikçe, savunulan fikirler ne kadar güzel ve ne kadar kabule şayan olursa olsun, karşı tarafça pek benimsenmez. Onun için Bediüzzaman, tebliğ ve irşatta tartışmalardan uzak durulmasını ve tatlı dil kullanılmasını tavsiye etmiştir. Çünkü tebliğde hırçınlığın, kavganın, münakaşanın, öfkenin yeri yoktur. Bu bakımdan, Bediüzzaman isteyerek hiçbir münakaşayı başlatmamış, kavgaya girmemiş, ancak zaman zaman kendisini kavganın ve münakaşaların ortasında bulmuştur. Bazen de, arzusunun dışında kavga ve münakaşaların merkezi hâline gelmiştir. O zaman da yatıştırıcı bir rol üstlenmiştir.
Tebliğ ve İrşatta, ifade güzelliğinin önemini vurgularken de şöyle der:
Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet bütün envaiyle âhir zamanda en mergup bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını, cezâlet-i beyandan ve en mukavemet- sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır. (Hizmet R., 68)
Bediüzzaman, özellikle îmânî meselelerin, münakaşa şeklinde ele alınıp anlatılmasının câiz olmadığı görüşündedir:
Aziz kardeşlerim, o gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. (Kastamonu Lâhikası, 12. Mektup)
8. Vazife-i Bâkıyede Fütur Getirmeme ve Mâlâyâniyâtı Terk Etme
Aziz Kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şâkirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî, merak-âver meselelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur getirmeyiniz. (Emirdağ Lah., I,43).
Biz, bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri malâyâni bilip vaktimizi zâyi etmemeliyiz… (Emirdağ Lah., I,44).
Sabır ve tahammül tavsiye eden bir mürşid, mutlaka sabır ve tahammül gerektiren mihnet ve meşakkatleri, eza ve cefaları görmüş ve geçirmiş olmalıdır. Tâ ki beşeriyete gerçek bir rehber olabilsin. Izdıraplar, meşakkatler ne kadar şiddetli olursa olsun o mürşid tevekkül, tedbir ve tahammül ile irşad ve hizmetine devam eder. Sabır, Müslümanların önemli vazifelerinden birisidir. Kur’ân’da doksanın üzerinde âyet, sabırdan bahsetmektedir. İşte Bediüzzaman, zatında bu hakikati kemâliyle yaşayan, talebelerine ve tebliğ ve irşatta bulunanlara tavsiye eden bir mürşid-i ekmeldir:
Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse, yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. (Hizmet R., 184).
Aziz Kardeşlerim, bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müspet îman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Hizmet R., s.205).
10. İrşad ve Tebliğ, Huzur ve Âsayişin Mevcudiyeti ve Devamıyla Mümkündür
Üstad Bediüzzaman, feragatiyle, şecaatiyle, merhamet ve şefkatiyle yapmış olduğu bir asra yakın manevî mücahedesinde talebelerini fitne ve fesadı, nifak ve şikakı netice verecek, asayişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve onları Müslümanları birbirine düşürecek davranışlardan şiddetle sakındırmıştır. Zamanın idarecilerine de hayatî önem taşıyan konularda gerekli ikazı yapmaktan bigâne kalmamıştır.
Üstadın bu irşad metodunu geçmiş asırlarda gelen büyük zatlarda da müşahede etmekteyiz. Meselâ, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı A’zâm Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi zatlar hapse atıldıkları, nice zulümlere, işkencelere maruz kaldıkları hâlde, müspet hareketi elden bırakmamışlardır. Bu büyük zatlar; “Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsad etmeyin.” (A’raf, 56); “Allah bozguncuları sevmez.” (Mâide, 64); “Islâh et, bozguncuların yoluna uyma.” (A’râf, 142) gibi Kur’ân’ın emirlerini hayatlarında tatbîk etmişlerdir.
Nifak ve tefrikaya düşerek parçalanan bir milletin asla payidar olamayacağına inanan Bediüzzaman, asayişin muhafazasına büyük ehemmiyet vermiştir. Risâle-i Nûr’da bunu defalarca dikkat nazarlarına arzetmiştir.
İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nûr eczaları, emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan iman elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlal eder. (Tarihçe-i Hayat, 198).
Madem îman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum.. Onları da helâl ediyorum.” (Şualar, 200)
11. Fiilî Olarak Tebliğ ve İrşatta Bulunanların Siyasetten Kaçınmaları
İrşad ve tebliğ adına hususiyle de günümüzde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, bu kutsî vazifeye gölge düşürecek, mürşid ve mübelliğlere karşı antipati uyaracak ve belirli kimseleri memnun ederken, çoğunluğu küstürebilecek olan siyasî fikirlerden kaçınılması zaruretidir.
Herhangi bir siyasî kanaati olan birisine, dinî meselelerin siyasî havada kabul ettirilmesi mümkün değildir. Böyle kimselerle münakaşa ve tartışma suretiyle anlatılan şeyler, onların sadece gayz ve nefretlerinin kabarmasına vesile olur. Böyle kimselere, Allah ve Resûlü’ne ait elmas gibi hakikatleri anlatırken, muhatap onlara cam parçaları nazarıyla bakacak, melek gibi insanları başka nazarla mütalâa edecek, “o benim düşüncemde değil, öyleyse yaramaz” diye kestirip atacaktır. Ayrıca, “Dini siyasete alet ediyor” suçlamasıyla dinlemeyecektir. Bu düşünce, siyasî kanaatleri tenkit etmek değildir. Mü’minlerin de belli bir siyasî kanaati olabilir. Bizim söylemek istediğimiz husus, siyasete bulaştırılmış irşad ve tebliğ metodudur veya bizzat tebliğ ve irşad ile meşgul olanların siyasete girmemeleridir.
Bediüzzaman, Eski Said tabir ettiği dönemde, sırf dine, mukaddesata hizmet maksadıyla siyasete bir derece atf-ı nazar etmiş, fakat siyasetin esas gayesinden saparak, menfaat üzerinde boğuşmaya inkılap ettiğini, tarafgirliğe, tefrikaya yol açtığını görünce, bu yolla iman ve Kur’ân’a hizmet edilemeyeceğine karar vermiş ve siyaset âleminden nazarını çekmiştir.
Bediüzzaman’ın talebelerini siyasetten menetmesinin ehemmiyetli bir başka sebebi de, siyasetin tefrikaya yol açması ve uhuvvet-i İslâmiyeyi zedelemesidir. Bu husustaki derin endişesini şöyle dile getirir:
Sakın, sakın!.. dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın? Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! “Elhubbu fillah ve’l-buğzu fillah” (Allah için sevmek, Allah için buğzetmek) düstür-u Rahmanî yerine, el-iyâzu billah “Elhubbu fi’s- siyaseti ve’l- buğzu li’s- siyaseti” (Siyaset için sevmek, siyaset için buğzetmek, yani; aynı siyasî görüşü taşıyanları sevme, taşımayanlara buğzetme) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannâs gibi gösterip, cinayetine şerik eylemesin. (Kastamonu Lah. s.84).
Bu manâyı teyid eden bir hâdise, O’nu siyasetten tamamen nefret ettirmiştir. Hâdiseyi bizzat kendisi şöyle dile getirir:
Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i sâlihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “eûzü billâhi mine’ş- şeytâni ve’s-siyâse” (Şeytan’dan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) dedim. O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat, “22.Mektup, 4.Vecih, 4.Düstur, s.247”)
Bediüzzaman, bilfiil tebliğ ve irşad vazifesinde bulunan talebelerini siyasetten men ediyor:
Demek bize ilişen doğrudan doğruya îmâna tecavüz eder. Onları Cenab-ı Hakk’a havale ediyoruz. Hem ehl-i siyasetle hiçbir münasebetimiz olmadığı hâlde, kat’î bilsinler ki: Bu memlekette, bu asırda, bu milleti anarşilikten, tereddî ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çâre, Risâletü’n-Nurun esasatıdır.” (Sikke-i Tas., s.149).
Dokuz on sene evvelki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkilatlı ve bana nispeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var…” (Mektubat, 57).
12. Hizmet Ehline Allah’ın Yardım Edeceğini Bilmek
Allahü Teâlâ: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine destek olursanız, O da size yardım eder.” (Muhammed, 7), “Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir.” (Hac, 40) buyuruyor. Bediüzzaman da âyetlere istinâden, değişik sebeplerden dolayı Allah’ın dinine hizmette gevşeklik gösteren kimseleri teşvik mahiyetinde, hizmet edenlere Allah’ın yardım edeceğini söyler:
Risale-i Nûr’un bir talebesi, Risale-i Nûr’a çalışmadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nûr’a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nûr’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalpte ferahlık ve maişette suhulet görüyoruz. (Kastamonu Lah. s.93).
13. Meşveret
İslâm Dini’nde meşveretin önemli bir yeri vardır. Kur’ân’da bir sûre’ye (Şûrâ) bu ismin verilmesi ve istişâre ile ilgili başka âyetlerin bulunması bunu göstermektedir. “İşlerini istişare ile yürütürler.” (Şûrâ, 38) Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) hitâben de: “İşleri onlarla müşavere et.” (Âl-i İmrân, 159) buyurulmuştur. Bediüzzaman da bu ilâhî emirlere imtisâlen hem kendisi istişâre yapmış, hem de hizmet ehline istişâreyi emretmiştir:
…bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanütle çalışmak lâzımdır… Meşveret-i şer’iyye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nûr’a büyük bir zarar verebilir.” (Kastamonu Lah., s.178)
…siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, telâşsız, velveleye vermemek lâzım.” (Emirdağ Lah., I,141)
14. Tebliğ ve İrşatta, Vâiz ve İlim Adamlarının Çok Dikkatli Olması
Bediüzzaman’a göre tebliğ ve irşad vazifesinde vaizlerin ve ilim adamlarının büyük bir ehemmiyeti vardır. O, vâizleri “müderris-i umûmî” olarak tavsif eder. İslâm’ın başta tevekkül anlayışı olmak üzere bir kısım meselelerinin halka yanlış anlatılarak, geri kalışımızda mühim bir rol oynayan bu müesseselerin ıslâh edilmesi gerektiğini söyler. Böylece, büyük kitlelere İslâmî mesaj daha sağlıklı şekilde mâl edilebilecektir. Bediüzzaman’a göre, gerek ilmin halka mâl edilmesinde ve gerekse büyük halk kitlelerinde hissiyat-ı diniyeyi vicdanlara hâkim kılmada en büyük hizmet vâizlere ve ilim adamlarına düşmektedir.
a. Vâizlerin Durumu
O’na göre vâiz; basîretli, hikmetli, hem de muhakemeli konuşmalıdır. Dinî hakîkatleri anlatırken aşırı mübalağa yapmamalı, hurâfelerden uzak durup, zayıf ve uydurma haberler anlatmamalıdırlar. (Muhâkemât, 28; ayrıca bkz. “Divan-ı Harb-i Örfî”, İçtimaî Reçeteler, İstanbul 1990, Tenvîr neş., I,70; “Makaleler”, İçtimaî Reçeteler, II,272; Mektubat, 30-31.).
b. İlim Adamlarının Durumu
İlim adamları, ilme teşvik etmeli, halka nasihat ederek onları irşad etmelidirler. Halkı irşad ederken ilimden istifade ederek ilme hizmet etmelidirler. Yoksa, ilmi kullanarak şahsî çıkarlar peşinden koşmamalıdırlar. (Muhâkemât, s.47)
15. Din’in Maksadını Çok İyi Bilme
Dîni nasihatten ibaret sayan hadîs-i şerifler mevcuttur. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Dîn nasihattır, din nasihattır, din nasihattır. Kim için nasihattır Yâ Resûlallah! diye sorulunca, Allah, Kitabı, Resûlü, Müslümanların imamları ve halkı için nasihattir.” diye cevap verdi.” (Buhari, “İman”, 42; Müslim, “İmân”, 95; Tirmizî, “Birr”, 17) Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, “emr-i bi’l- maruf, nehy-i ani’l- münker”dir.
Dînin nasihat oluşu hakkında Bediüzzaman şöyle demektedir: “Din nasihatten ibarettir. Nasihatte tesir lâzım. Tesir de hamiyet-i İslâmiyenin heyecanı ve vicdanların ihtisasına (duygulanmasına) vâbestedir.” (Âsâr-ı Bediiyye, s. 393).
“Şeriatın hakikî maksadı irşad ve tâlimdir.” (Muhâkemât, s.142)
16. Mübelliğ ve Mürşid Liyakatli Olmalı
İrşad ve tebliğ vazifesini yapan kişilerin, davete başlamadan önce gayet güzel bilmesi gerekli bazı hususlar vardır. Bu bilgiler elde edilmeden, yani ilmen davete hazırlanmadan davetten netice almak söz konusu olamaz. Her şeyden önce davetçi, davet ettiği esas ve prensipleri çok iyi bilecek, İslâm’ı her yönüyle güzelce öğrenecektir. Bunun için de o, Kitap ve Sünnet’i her şeyin üstünde tutacak, onları anlayacak, onları kavrayacaktır. Böylece sağlam bir İslâmî kültüre sahip olan mürşid ve mübelliğ, içerisinde davet yaptığı zaman ve mekânın, muhit ve çevrenin, muhâtaplarının şart ve durumlarını da bilmeye muhtaçtır. Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman, tebliğcinin bu işe liyakatli olmasını istemektedir. (Barla Lâhikası, 56)
17. İrşâd Ve Tebliğde Bulunan Kimselerin Muhataplarının Durumlarını Çok İyi Bilmesi
İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını, düşünce yapılarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Söylenen sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yapılan iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Kime ne anlatılmasının iyi tespit edilmesi gerektiği hususunu Bediüzzaman şöyle dile getirir:
…Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim; ata et, arslana ot atmayınız”. Yani: “Her Risaleyi herkese vermeyiniz…” (Lem’alar, s.250).
18. Tebliğ ve İrşatta Enâniyeti Terk
Kendisine hak ve hakîkat anlatılan muhatapla ikili konuşma anında, meselenin münazara zeminine çekilmemesine dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır. Bediüzzaman, bu zamanda enaniyetin terk edilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:
Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmârem ister istemez o mesleğe itâate mecbur olmuş…” (Hizmet R., 19)
Tevâzu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmânı kurtarmaktır, başkaların îmânına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına îmanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. (Emirdağ Lah, I,62; Sikke-i Tas., s.143; Mektûbât, s.398; Hizmet R., s.195; Şualar, s. 380; Kas. Lah, s.135,148 ve daha başka yerlerde de benzeri ifadeleri bulmak mümkündür.)
Sonuç
Sonuç olarak kısaca şunu ifade edebiliriz: Bediüzzaman’ın hizmet metodu geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Her zaman için geçerli ve asrımızın insanı için gereklidir. Kendilerini tebliğle mükellef sayanlar, bunu incelemek zorundadırlar. Bu metot, aynı zamanda bir mücadelenin de anatomisidir. Önce, gençliğin imanını kurtarma hedefi çizilmiş, şartlar nazara alınmakla birlikte şartlara teslim olunmamış, zamana ve zemine göre mücadele stratejisi değişmiş, ancak varılmak istenilen nokta hiçbir zaman değişmemiştir. Âlî hakikatlerden taviz verilmemiş; gazete, kitap, kürsü vs. gibi her türlü tebliğ imkânından faydalanılmış, temel prensipler etrafında bir tefekkür manzumesi örülerek her zaman ve zeminde hedefe yürünmüştür. O’nun bıraktığı mânevî mîras, Risâle-i Nûr Külliyatı, Türkiye’de ve dünyada milyonlarca insanın ellerinde, dillerindedir. Milyonlarca insan, o mânevî mîras sayesinde imanın güzelliklerini tatmıştır.
Bu ancak zaruret durumunda olur ki nadiren yaşanır/yaşanmıştır. Aişe validemiz, kendisine soru sormaya gelen erkeklere perde arkasından cevaplar vermiştir ama bu biraz da Aişe validemizin hususi konumuyla alakalıdır. Zira o, Efendimizin zevcesidir ve Efendimizin yaşantısına dair incelikleri bilen bir kadındır. Dolayısıyla kendisine her zaman erkeklerden soru soranlar olmuştur. Ayrıca Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün hanımlarının, ümmetin anneleri konumunda olmaları da göz ardı edilmemelidir.
Genel itibariyle, bir erkek bir kadına dini bir soru sormayacak/soramayacak denemez. Fakat dediğimiz gibi bu durum, nadir olur ve örfte de kadın erkeğe değil, erkek kadına dini öğretmiştir. Bunda, kadının hususi durumu, kadın erkek arasındaki hassasiyetler rol oynamıştır.
Tarih boyunca veli ve âlim kadınlar olmuştur ama genellikle bunlar kadınlarla ilgilenmiş ve onları bilgilendirmişlerdir. İşin esası da budur. Evet, kadınların kadınlara erkeklerin de erkeklere tebliğde bulunması esastır. Ancak, bir erkeğin kadınlara tebliğde bulunması, ders ve vaaz vermesi, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından da uygulandığından dolayı daha yaygındır ve belli şartlarda caizdir. Şartları ise, erkekle kadının yalnız kalmaması, ders esnasında ses, bakış ve davranış kaidelerine uygun davranılmasıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, kadınlara yaptığı özel sohbetine giderken Hazreti Bilal’i de (r.a) yanında götürmüştür.
Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak ilâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecellî buuduyla ortaya koymuştur. Zira, mübtedî ve bedevîlere göre yeterli sayılan nice meseleler vardır ki, müntehî ve mütemeddinler için onların biraz daha açılmaları şarttır ve zaruridir.
Ne var ki, bugünkü nesillerin “Kullanılan dil çok ağır!..” şeklindeki yakınmalarının bir gerçeğin ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Televizyonlardaki fikrî konuşmalarda, gazetelerdeki yazılarda, ilmî ve edebî mecmualardaki makalelerde ağır bir dil kullanıldığı kanaatinde değilim. Bazı kimseler, kendilerini çok bilgili ve kültürlü göstermek için sözleri arasında müphem ve muğlak ifadelere yer vermek suretiyle anlamayı zorlaştırıyor olabilirler. Fakat, konuşulanların ve yazılanların genelini, kitaplarla azıcık meşgul olan herkesin anlayabileceğine inanıyorum. Asıl problemin, dilin her geçen gün biraz daha yalınlaştırılmasında ve gençliğin bilhassa dinî terimlere, tabirlere, ıstılahî ifadelere yabancılaştırılmasında olduğunu düşünüyorum.
Evet, insanlara onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir; lâkin, bu gereklilik, dilin mahvedilmesine sebebiyet vermemelidir. Lisanın muhafazası da bizim için çok önemlidir. Şayet, sadece muhatapların idraki esas alınır ve bu istikamette dil sürekli yalınlaştırılarak bitevî “tenezzülât”a gidilirse, sonunda kendi dilimizin bütünüyle tahrip edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bundan dolayıdır ki, bir dönemde, lisanın kıymetini takdir eden ve onu tahribin hangi kötü neticelere yol açacağını bilen insanlar kullanılan kelimeler hususunda çok hassas davranırlardı. Meselâ, o büyük ulema, huzurlarında, “izah” kelimesinin yerine “açıklama” sözcüğü kullanılsa, hemen hoşnutsuzluklarını belli eder, “Bu ne demek?” der ve iki kelime arasındaki mânâ uçurumuna dikkat çekerlerdi.
Aslında, dilin muhafazası meselesinde bu denli hassas davranmak herkes için bir vazifedir. Çünkü, dilimizde, her biri birer cevher olan oturmuş ve kıvamını bulmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin mânâlar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır. Asırlarca süren bir cehd sayesinde her kelime çok derin mânâ, meal ve mefhumlar kazanmıştır. Hatta, her bir kelime, bir sanat dalında, bir ilim sahasında veya teknik bir alanda özel olarak kullanılan bir terime dönüşmüştür. Onlardan bambaşka söz kalıpları ve deyimler üretilmiştir. Öyle ki, o kelimelerin yerine başka sözcükler konulduğunda asıl maksadı anlatmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Şayet, başka kültürlerin tesiriyle kendi özüne yabancılaşan kimseler, dilimizde böylesine güzel söz ve zengin ifadeler bulunmasına rağmen, onları terk edip, âdeta kendilerinden kaçarak ve kendi değerlerine karşı saygısız davranarak acayip, tuhaf, yamuk-yumuk, eğri-büğrü ve bizim ağzımıza hiç yakışmayan kelimeleri kullanmakta ısrar eder ve öz lisanlarını anlama adına hiçbir fikir cehdi ortaya koymadan “Dil ağır, biz kavrayamıyoruz!..” derlerse; konuşan ve yazan insanlar da bu talepleri hiç sorgulamadan kabul ederlerse, peşi peşine yalınlaştırmaların, kelime kayıplarının ve dilde tahribin önüne geçilemez. Dilimizin enginliğini göremeyenler ve lisanın önemini nazar-ı itibara almayanlar tarafından, sadeleştirme adı altında, o olgun ve oturmuş kelimelerimiz kaldırılıp atılır ve yerlerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükler konulur. Çok geçmeden, daha farklı bir sadelik aranır, yeni bir yalınlaştırma furyası başgösterir ve böylece lisanımız sürekli aşağıya doğru çekilip indirilir. Tenezzülât.. tenezzülât.. tenezzülât… Oysa, onun da bir sınırı olmalıdır.
Hususiyle, “ıstılah” dediğimiz, belli bir ilim ve sanat dalına mahsus olan, zamanla çok geniş mânâlar kazanan, şümullü bir hal alan kelime ve terimleri sadeleştirmek için uğraşmak beyhude bir gayrettir; onların yerlerini hakkıyla doldurabilecek daha anlaşılır kelimelerin bulunabilmesi bir yönüyle mümkün değildir. Belki zaman zaman o kelimeler izah edilebilir ama başka bir iki kelimeyle onlar asla karşılanamaz. Meselâ; “gözlem” sözcüğü –hassaten dinî mevzularda– kat’iyen “müşâhede” tabirinin yerini tutamaz. Müşâhede, mükâşefe ve musâhabe kelimeleri bazen birbirinin yerine kullanılsa da, nüanslar gözetilirse bunların da birbirinden çok farklı oldukları görülecektir. Şayet biri yerine öbürü telaffuz edilirse, bambaşka bir mânâ ortaya çıkacaktır.
Hani anlatılır ya; birisine “Arapça bilir misin?” diye sormuşlar; o da “İyi bilirim.” deyivermiş. Bunun üzerine, “Araplar koyuna ne derler?” suali yöneltilince, adam “ganem” cevabını vermiş. “Peki, kuzuya ne derler?” diye sorulunca, o çok bilmiş adam “Büyüyünce ona da ganem derler.” demiş. İşte, hususiyle ıstılahî bir kelimeyi bir başka sözcükle ifade etmeye çalışmak bu latîfede nazara verilen tuhaflıktan farklı değildir.
Evet, bugün maalesef, insanımız ana diliyle yazılanları anlayamamaktadır; çünkü, senelerdir bu dille oynayanlar, yabancı kelimeleri atma ve dili sadeleştirme bahaneleriyle onu bütün bütün bozmuş ve neslimizi kültürümüzün temel kaynaklarından uzaklaştırmışlardır. Cemil Meriç, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı olarak, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onun kitabını sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü ve eseri berbat ettiler.” demiştir. Heyhât ki, bizim dilimizin de derisi yüzülmüştür. Günümüzün insanı, yazılıp konuşulanların ağırlığından değil, üslupsuzluktan, uydurulmuş kelimelere rağbetten, okuma alışkanlığının azlığından, neredeyse hiç lügât kullanmadığından ve fikir cehdi ortaya koymadığından dolayı kendi değerlerimize ait düşüncelerin çok zengin ve çok olgun anlatıldığı kitaplara bile yabancı hâle gelmiştir.
Keşke, bugünkü nesil Elmalılı Hamdi Yazır, Kâmil Miras, Ahmet Hamdi Aksekili, Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Şemsettin Günaltay, Cevdet Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, Celal Nuri, Haşim Nahit gibi dil üstadlarının kitaplarını ve Risale-i Nur Külliyatı misillü eşsiz eserleri anlayabilseydi. Keşke, bilhassa gençler anlamakta zorlandıkları vakitler lügâtlerin yardımına müracaat etseler ve dil zevkimizi duymaya çalışsalardı. Zannediyorum, başlangıçta biraz zorlansalar da, kısa bir süre sonra güzel lisanımızın cazibesine kapılacak, artık çok derin mânâları hissetmenin hazzına varacak ve zamanla sathîlikten kurtularak daha engin mülâhaza ufuklarında dolaşma imkânını yakalayacaklardı.
Bir kere daha ifade etmeliyim ki; irşâdda mühim olan, verilmek istenen mesajın muhataplar tarafından en güzel şekilde ve eksiksiz alınmasını sağlamaktır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz bir tarzda ifade edilmesine bağlıdır. Bu itibarla, sırf bilgili, kültürlü ve iyi yetişmiş bir insan olarak tanınmak maksadıyla, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşup yazmayı âdet hâline getirmek büyük bir yanlışlık ve aldanmışlıktır. Samimi bir irşad eri, kendi kadrini yüceltmek için iğlaka başvurma gibi bir bayağılığa düşmekten uzak olmalıdır; bununla beraber, her seviyede insanın anlayabileceği bir üslûpla hakikatleri sunmaya gayret ederken, aynı zamanda onların ulviyet ve ciddiyetine halel getirmemeye de özen göstermelidir. Zira, anlaşılır olmak, dili bütün bütün yalınlaştırmak ve mânâdan, mefhumdan, muhtevadan fedakârlıkta bulunmak demek değildir. Belki, yazan ya da konuşan insan bir iki basamak inebilir; fakat, okuyan veya dinleyen kimse de birkaç basamak yukarıya doğru çıkmalıdır ki münasip bir yerde buluşulabilsin. İlim ve ihata açısından, birisi azıcık eğilmeli, öbürü de biraz yükselmelidir ki, hakikatler kadr ü kıymetlerine uygun olarak anlatılıp anlaşılsın.
Hasılı; “İnsanlara akılları nispetinde ve idrak seviyelerine göre konuşun!” mealindeki hadis-i şerif tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaidenin ifadesidir. Bir mürşit, sözlerinin halkın yüzde sekseni tarafından anlaşılmasını hedeflemeli ve yazılarını, konuşmalarını bu düşünceye göre örgülemelidir. Bu yüzde seksenin dışında kalan insanlardan bazıları serdedilen fikirlerin çok azını anlayabilirler; diğer bir kısmı ise, beyan tarzını ve anlatılanları hafif bulabilirler. İrşad ve tebliğde, ekseriyetin idraki esas alınmalıdır; o yüzde yirminin hissiyatına bakılmamalıdır. Hele, herkes için anlaşılır olma bahanesiyle dilin canına kıyılmamalı, derisi yüzülmemeli ve şekli bozulmamalıdır; lisan âbidesi kendi ihtişamıyla her zaman korunmalıdır.
Hakikatları yaşayan insanın muhatabına söyledikleri tesir eder, yaşamayanınki etmez deniliyor. O zaman yaşamayan fakat mürşid konumunda olan bir insanın vebalini ilgilendiği insanlar çekiyor. Bu durumda, muhatapların nasipsizliği mi vardır burada? Nasıl düşünmeliyiz?
Mesuliyeti üzerimizden atıp muhataplarımıza yükleyemeyiz. Onların nasipsizliği olabilir ama mesuliyet bize aittir. Bizim kendimize bakmamız gerekir. Şu husus da önemlidir. Yaşamak, biraz da başkalarına anlatmak ve onlara yaşatmakla elde edilir. Bu yüzden bizler bir taraftan başkalarına anlatmaya çalışacağız bir taraftan da yaşamaya.. Yaşamamak bir günah, anlatmamak ayrı bir günah. Yaşamadığımız için anlatmama durumunda iki günah işlemiş, anlattığımızda ise en azından günahın birinden kurtulmuş oluruz. İdeali ise, hem yaşamak hem de anlatmaktır. Bununla beraber yaşayamıyoruz diye anlatmaktan vazgeçemeyiz. Evet, iki günahtansa bir günah işlemiş olur fakat mutlaka hakikatleri başkalarına anlatmaya çalışırız. Bu arada elimizden geldiğince de yaşamaya gayret ederiz.. Saf Suresinin ikinci ve üçüncü ayetlerini de bu şekilde anlamakta fayda vardır.
Milli eğitimde öğretmenim. İki çocuğum var. Kocam da ben de elhamdülillah hayırlı hizmetlerde koşturmaya çalışıyoruz. Öğretmenliğimin dışında rehberlik işlerim var. Çocukların hazırlanıp okula götürülmesi, okuldan alınması, eşimin bakımı görümü de eklenince içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Eşim, öğretmenlikten istifa etmemi istiyor ama bu işin tecrübelileri müsaade etmiyor, ihtiyaç var diyor. Bu durumda ben ne yapmalıyım? İstifa etmesem yükü kaldıramıyorum ve ailemi ihmal ediyorum. İstifa etsem mesul olurum diye korkuyorum.
İnançlı bayanların ev dışında olması bugün bir zarurettir. Zaruretler ise miktarınca yapılır, takdir edilir. Bir bayanın dışarıda olması, evinin huzurunun kaçmasına sebebiyet veriyorsa, zaruret sınırları aşılıyor demektir ki bu caiz değildir. Evet, hizmet şart olmakla ve buna ihtiyaç duyulmakla beraber, ailelerin korunması, huzuru ve mutluluğu da dinimizin bir emridir. Öyleyse bayanlar, dışarıda makul çerçevede bulunmalı, evini de ihmal etmemelidir. Bunun için de mesai tanzimi gerekmektedir. İşinizi ağır tutmayacak, ağırlaştırılmış bir iş almayacaksınız, evinizi ve ailenizi de kollayacaksınız. Mesela, akşam 18’den sonra dışarıda kalmamalısınız. Hele bir de akşam evinizde ağırlayacağınız misafirleriniz varsa, aslında bunu da hizmet olarak kabul etmeli, diğerini olabildiği kadar yapmalısınız. Bu noktada kocanız haklı; bir koltukta üç karpuz birden taşımaya çalışıyorsunuz ki bu, bir kadın için teklif-i mâlâ yutaktır ve caiz değildir. Kanaatimizce öğretmenliğinizi makul çerçevede yapın, okuldan çıkınca evinize gelin ve aileniz ve misafirlerinizle meşgul olun. Birime çok karışmayın. Eğer böyle bir karar almazsanız, hem kendinizi hem de ailenizi dağıtırsınız. Hizmet ise insanları dağıtmak için değil toparlamak için yapılır. Hele hele aile için hizmetin büyük bir hassasiyeti vardır. Fakat maalesef bu hassasiyet bugün yeterince korunamıyor.
İkinci bir husus, hizmetin en güzeli devamlı olanıdır. Birden pek çok işi üzerine alan sonra tabii olarak yarı yolda yorulup kalan sonra da hizmetten soğuyan ya da işlerden elini çeken veyahut da hastalanıp tamamen atıl hale gelen insan sayısı az değildir. Hâlbuki makul şekilde hizmetler verilse, hem insan yaptığı işten zevk alır hem de devamlı çalışır. Şimdi siz bir bayan olarak verilen hizmetleri geri çeviremiyorsunuz, bu sizin hissiyatınızda var. Ablalarınız da sizin başka işlerinizin olduğunu ya bilmiyorlar, ya bilmezlikten geliyorlar ya da ehemmiyet vermiyorlar. Onlar da hissi davranıyor ve kendi işlerini en önemli iş olarak görüyorlar. Bu bakış açısı, bir anlamda güzeldir, işe konsantrasyonu sağlar ancak diğer taraftan dengesizliğe de sebebiyet verebilir. Öyleyse siz burada akşamki işlerinizi de hesaba katarak iradi olarak bir yerlere dur diyeceksiniz. Ünite işlerinizi askıya alacaksınız ya da öyle bir mesuliyetiniz olmayacak ve iki iş yapacaksınız: Öğretmenlik ve evdeki işleriniz. Bu arada mecburen evde olacağınız için çocuklarınız da eşiniz de sizden memnun olarak ailece vakit geçirebileceksiniz. Bu konuda eşinizin de sizi dengeleme ve tavrını ortaya koyma hakkı vardır.
Burada kimse sizi hizmetten kaçmakla suçlayamaz/suçlamamalı. Zira niyetiniz hizmet etmemek değil, hizmeti devamlı kılmaktır. Zaten yaptığınız bir hizmet vardır. Hiç kimse size niye hizmet etmiyorsunuz diyemez/dememeli. Yapacağınız şey, sadece kendinizi dengelemeniz.
İşin bir diğer yönü de şudur: Kadının esas yeri evidir. Bugün dışarı çıkıyorsanız bu “hizmet maksadıyla” ve “ihtiyaç ölçüsünde”dir ya da öyle olmalıdır. Hizmet ediyorum diye evi ihmal ediyorsanız, mesul olursunuz. Çünkü kocanızın ve çocuklarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Öyleyse bir an önce hayatınızı bir dengeye oturtmalısınız.