Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahlak ile ilgili 20 Soru Cevap-1
- Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2
- Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)
- Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3
- Kandiller 17 Soru Cevap
- Kibir Tevazu Soru Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2
- Melekler Soru Cevap-1
- Melekler Soru Cevap-2
- Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)
- Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
Sorular ve Cevaplar
Oruç, niyet edip tutmaya başlamakla mükellef üzerine borç olmuştur. Bu sebeble, meşrû’ (hastalık, yolculuk gibi) bir mâzeret olmadıkça, başlanmış orucu bozmak günahtır. Ayrıca bozulan orucun sonradan gününe gün kazâ edilmesi de lâzımdır.
Farz olan Ramazan orucunu kasden bozmakta ise kazâ ile birlikte bir de kefaret denilen, iki kamerî ay (yaklaşık 60 gün) aralıksız oruç tutma cezası vardır.
Kazâ: Hiç tutulmayan veya tutulmaya başlanıp da bozulan bir orucu sonradan günü gününe tutmaktır.
Keffâret: Kasden bozulan bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak iki ay birbiri ardınca oruç tutmaktır.
Oruç kefaretinin dayanağı, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) döneminde vuku bulan bir olay karşında Peygamber Efendimizin uygulamasıdır. Hâdise şöyledir:
Ashabtan birisi “Mahvoldum!” diyerek Allah Resûlü’ne (aleyhissalatu vesselâm) gelmiş ve Ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
-Köle azat etme durumun var mı?
-Hayır yok.
-Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?
-Hayır. Zaten bu işte sabredemediğim için başıma geldi. -Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı?
-Hayır.
Bu sırada Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sepet hurma getirildi. Resûlullah bu hurmayı adama vererek, yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam: “Bizden daha muhtaç kimse mi var?” deyince, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gülümseyerek: “Al git, bunları ailene yedir.” buyurarak adamı gönderdi.”(Buhârî, savm 30; Müslim, sıyam 81; Ebû dâvûd, savm 37.)
Ramazan ayında herhangi bir özür bulunmaksızın oruç bozmak, büyük günahtır. Bundan dolayıdır ki, Ramazan ayının bu saygınlığını ihlâl ettiklerinden dolayı bu ağır cezayla karşı karşıya kalmış olurlar ki, işte buna kefaret adı verilmektedir.
Kefaret yerine getirilirken yukarıda belirtilen üç seçeneğin uygulanmasıyla ilgili olarak, sıranın mı gözetileceği, yoksa herhangi birisinin mi tercih edileceği hususunda farklı görüşler vardır. Hanefilere göre tercih söz konusu olmayıp, sıralamanın gözetilmesi gerekir. Günümüzde kölelik bulunmadığı için, öncelikle iki ay peş peşe oruç tutulması, oruca güç yetiremeyecek durumda ise, o zaman da bir günde altmış fakiri veya bir fakiri altmış gün doyurmak suretiyle kefaret yerine getirilmesi gerekir.
Kefaret aynı zamanda toplumdaki fakirlerin gözetilmesi, onlara yardımda bulunulması için önemli vesilelerden birisidir. İslâm, oruç ibadetini ihlal edenlere böyle bir cezayı vermekle, hem onları önemli bir ibadeti ihlal ettiklerinden dolayı cezalandırıp uyarmış, hem de bu vesileyle toplumdaki bir ihtiyacı gidermiş oluyor.
Bu cezayı, yaşlılık, zayıflık ve hastalıktan dolayı yerine getiremeyen kimse, 60 fakiri sabah ve akşam olarak iki öğün doyurur. Doyurmak; yedirmek suretiyle olacağı gibi, yemek parasını fakirin eline vermekle de olur. 60 fakir yerine bir fakiri, 60 gün doyurmak da câizdir.
Oruç tutmaya bedenî gücü yetmediği gibi fakiri doyurmaya da mâli gücü kâfi gelmeyen bir kimseden ise, kefaret cezası kalkar. Artık onun yapacağı şey, Allah’tan af ve mağfiret dilemektir.
- Yenilip içilmesi mutad (normal, alışılmış) olmayan, ve insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir. Taş, toprak, çiğ pirinç, çiğ hamur, un gibi insanların normalde yemediği şeyleri yemek orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir.
- Henüz içi olmamış yeşil cevizi yemek. Veya bademi, fındığı ve kuru fıstığı kabuğuyla birlikte çiğnemeden yutmak.
- Arka yola fitil koymak, ilâç akıtmak.
- Burna ilâç çekmek.
- Kulağın içine yağ damlatmak.
- Boğaza huni ile bir şey akıtmak.
- Karında veya başta bulunan herhangi bir yaraya sürülen ilâcın vücuttan içeri nüfuz etmesi.
- Boğaza kaçan yağmur, kar veya doluyu istemeyerek yutmak.
- Abdest alırken boğazına veya burna su çekerken genzine hata ile suyun kaçması.
- İsteyerek boğazına veya burnuna duman çekmek. Sigara, anber gibi lezzet ve keyif verici bir duman olursa, kefaret de gerekir.
- Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe zorlanan kimseye sadece kaza gerekir, kefaret gerekmez. Zor kullanmak, can almak, bir organı kesmek veya bunlardan birine sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Üzüntü ve acı verecek derecede olan dövmek veya sadece hapsetmek suretiyle yapılan bir zorlamadan dolayı Ramazan orucunu bozmak kaza ile birlikte kefareti de gerektirir.
- Uyurken boğazına birisi tarafından su dökülmek.
- Unutarak yiyip içtikten sonra, orucum bozuldu zannıyla bilerek yiyip içmek.
- Dişleri arasında kalan nohut tanesi kadar olan bir şeyi yemek.
- Kendi isteğiyle dışarı kusmak. Bu kusma ağız dolusundan az da olsa orucu bozar.
- Ağız dolusu kendiliğinden gelen veya isteyerek getirilen kusmuğu mideye çevirmek.
- Sahur vakti geçtiği halde, geçmedi zannıyla sahur yemek.
- Güneş battı, iftar oldu zannıyla oruç bozmak.
- Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak. İsterse kasden olsun..
- Hanımını öpmek, okşamak, sarılma, v.s. sebebiyle erkekten ve kadından meninin gelmesi. Şehvetle sadece mezinin gelmesi ile oruç bozulmaz.
- Ramazan orucunu tutmaya niyet etmeden gündüz yiyip içmek de sadece kazâyı gerektirir. Kefaret icab etmez. Çünkü kefaret oruç tutmamanın değil, tutulan orucu bozmanın cezasıdır. Fakat böyle bir şey günahtır. Tevbe etmek gerekir.
- Başkasının tükürüğünü veya ağzından çıkan lokmasını yutmak veyahut kendisinin ağzından çıkarıp dışarıda biraz beklettiği lokmasını yemek.. İnsan tabiatı bu gibi hallerden iğreneceği için, sadece kazâ gerekir: Ancak insanın, sevdiklerinin tükürüğünü yutması kefareti de icab ettirir. Çünkü insan bundan lezzet alır.
- Ön veya arka yolların içine parmakla veya başka bir vasıta ile, su yahut yağ gibi bir yaşlığın iletilmesi. Bu itibarla oruçlunun istinca (Büyük ve küçük abdestlerden sonra temizlik) yaparken dikkatli olması, elindeki yaşlığı ön ve arka mahallerin içine değdirmemesi şarttır.
- El ile meni getirmek (istimna’ – mastürbasyon).
- Kan yutmak. Çoğunluğunu tükürük teşkil eden ağızdaki az kanı yutmak orucu bozmaz.
Ramazan ayında oruç tutarken aşağıda sayılacak hususlardan herhangi birini mecbur kalmadan, unutma durumu olmadan isteyerek yapan bir kimse için hem kazâ, hem de kefaret lâzım gelir:
- Cinsî münasebette bulunmak.
- Yemek, içmek veya ilâç kullanmak.
- Ağzına ihtiyarsız giren yağmur, dolu ve kar suyunu isteyerek yutmak.
- Tütün içmek, tütün veya benzeri bir tütsü maddesini yakıp dumanını içine çekmek. Enfiye çekmek.
- İçyağı, pastırma veya çiğ et yemek.
- Dişlerin arasında kalan susam veya buğday danesi kadar küçük bir şeyi yutmak orucu bozmaz. Fakat böyle bir şey dışardan alınıp yutulsa, orucu bozar ve kefaret de gerekir. Ancak böyle pek az bir şey ağza alınıp çiğnense oruca zarar vermez. Çünkü bu ağız içinde dağılır bir zerre haline gelir. Ancak bunun tadı boğaza giderse oruç bozulur.
Nohut büyüklüğünden az olup dişler arasında kalan bir şey, ağızdan çıkarılıp sonra yenirse orucu bozar. Ancak sahih olan görüşe göre kefaret gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi yemek, olağan dışı bir iştir.
- Zevcesinin veya sevdiği bir kimsenin tükürüğünü, ağız suyunu yutmak. Bu saydığımız şeylerde, bedenin tedâvisi veya gıdalanması ve beslenmesi veyahut zevk ve lezzet alması vardır. Bu sebeble kazâ ile beraber kefâreti de gerektirir.
Yolculuk veya hastalık gibi bir özre binaen Ramazan orucunu tutmamış olan kimse, bunları kaza etmeye elverişli bir vakit bulamadan önce ölürse, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölmüş bir kimse değildir. Varislerinin de onun ardından fidye vermeleri gerekmez.
Ancak tutamadığı oruçları için fidye verilmesini kendisi vasiyet etmiş ise varislerinin malının üçte birinden bu vasiyetini yerine getirmeleri gerekir.
Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan bir kimse, bunun tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş olduğu halde, bunları kaza etmeden ölürse, malı varsa, kazaya kalan her gün için malının üçte birinden ödenmek üzere bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir.
Bu fidye fakirlere verilir. Bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimse de, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmelidir. Bu şekilde vasiyet etmesi, üzerine vaciptir. Kaza edecek zaman bulamasa da hüküm aynıdır. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerlerine vacip değildir. İsterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler. Varisler ve varis olmayanlar, ölü adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına vekâlet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler.
İmam Şafiî’ye göre, kişi vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir kişi adına da velisi oruç tutabilir. Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan orucu ile Ramazan ayından kazaya kalan oruçlara ve nezir (adak) oruçlarına mahsustur. Yemin ve adam öldürme kefaretleri için gereken oruçları tutmaktan aciz kalan kimsenin, daha hayatta iken fidye vermesi caiz değildir. Fakat bu oruçlar için vasiyet etmesi caizdir.
Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası gerekir. Bu orucu bozma işi ister oruçlunun kendi isteği ile olsun, ister olmasın fark etmez. Bunun için, nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, âdet görecek olsa, bu orucu kaza etmesi gerekir. Çünkü başlanmış bir ibadeti yarıda bırakmamak ve yüklenilen bir din görevini yok etmemek vacibdir, gereklidir.
Şafiîlere göre, böyle bir oruçlu serbesttir, dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez. Çünkü üzerine vacib olmayan bir ibadete başlamıştır. Yerine getirmediği fazladan bir ibadet için kendisine kaza gerekmez.
Bir kimse, fecrin doğuşundan sonra kaza orucuna niyet etse, bu oruç kaza yerine geçmez, nafile bir oruç olur. Çünkü geceden niyet edilmesi gerekirdi. Bu orucu bozacak olsa, ayrıca kazası gerekir.
Ramazanın başından sonuna kadar baygın bir halde olan kimse, sonradan kendine gelince, üzerine kaza gerekmez. Bunda ittifak vardır. Çünkü bayılma hali bir hastalıktır. Fakat böyle bir halin bu kadar uzaması da çok az olur. Nadir olan şeylerdeki güçlük de izne sebeb olamaz.
Delirmiş olan bir adam, Ramazan içinde kendine gelip iyileşse, geçmiş günleri kaza eder. Fakat bir kimsenin delirmesi Ramazanın başından sonuna kadar veya son günün zevalinden sonraya kadar devam etse, sonradan iyileşmekle kendisine kaza gerekmez. Çünkü bunda güçlük vardır. Yine böyle delirmiş olan kimse, Ramazan gecelerinden birinde iyileşip de, sonra fecirden itibaren yine delirse, üzerine kaza gerekmez.
Delirmiş olan kimsenin iyileşmesi, kendisindeki delirmenin tamamen ortadan kalkması ile olur.
Orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden ileriki Ramazana yetişince, gelen Ramazan orucunu, kaza orucundan önce tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir, daha sonra tutar.
Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelince, hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. Hanefi mezhebinde, kaza için belli bir vakit gösterilmemiştir.
Çocukların oruç tutması namaz gibidir. Bunun için on yaşında bulunan bir çocuğa oruç tutması emredilir. Bununla beraber tutmazsa, kaza etmesi gerekmez. Bir de çocuğun oruca gücü yetmelidir. Oruçtan zarar görecek olan çocuğa: “Oruç tut!” diye emredilmez.
Her ibadette olduğu gibi, oruç ibadetinde de yerine getirilirken dikkat edilmesi gereken hususlar vardır.
Orucun istenilen çerçevede yerine getirilmesi, onun ruh ve manasının duyulup, hissedilmesi adına şu hususlara dikkat edilmesi lâzımdır:
Bir Lokma Bile Olsa Sahurda Bir Şeyler Yemek
Sahur, gece yarısı ile tan yerinin ağarışı arasında yenen yemeğin adıdır. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm), bir lokma dahi olsa sahura kalkıp yemek yemeyi tavsiye etmiş, sahurda bereketin olduğunu ve sahura kalkanlara meleklerin duada bulunacağını bildirmiştir.
Ebu Said el-Hudri (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Sahura kalkmada/sahurda yenilen yemekte bereket vardır. Bir yudum su içmek dahi olsa sakın onu terk etmeyin. Zira sahura kalkanlara Allah (c.c) rahmet eder, melekler de istiğfar ederler.”(Ahmed b. Hanbel, 3/12,32,44,99…)
Bu vakitler, en bereketli ve en verimli zamanlardır. Bu bereket değişik cihetlerden olabilir; bunları Efendimizin sünnetine uyma, sahurla oruç ve diğer ibadetler için güç ve kuvvet kazanma, dinç olma, şiddetli açlığın meydana getirebileceği kaba davranışlara engel olma, dua ve Allah’ı anmaya vesile olma şeklinde sayabiliriz. Yine sahur, yapılan duaların, kılınan namazların, okunan Kur’ân’ların Cenab-ı Hakk’a ulaşacağı anlardır.
Sahuru Geciktirmek
Oruçlunun dikkat etmesi istenen davranışlardan birisi de, sahuru son vaktine kadar tehir etmesidir. Bu tehirde, Peygamber Efendimizin ümmetine karşı gösterdiği şefkat ve merhamet vardır. Zira bazı bünyeler uzun süre açlıktan fazlaca muzdarip olabilirler. Dolayısıyla sahurun son vaktine kadar geciktirilmesi, oruç süresinin az da olsa kısalmasını sağlar.
Ayrıca sahura gecenin başlangıcında veya biraz daha sonraki vakitlerde kalkılması, sabah namazının kaçırılmasına sebep olabilir. Son vaktine tehirinde ise, sabah namazının vakti yakın olduğundan kaçırılmaması ihtimali daha büyüktür. Bu mevzuyla alâkalı olarak Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “İftarı acele yapıp, sahuru te’hir ettikleri müddetçe ümmetim hayır üzerindedir.”(Ebu Davud, savm, 21; Ahmed b. Hanbel, 2/450) buyurmuşlardır.
İftarı Hemen Yapmak
Akşam vakti girdiği zaman oruçlunun hemen iftar etmesi sünnettir. Resulü Ekrem önce iftar yapar daha sonra akşam namazını kılardı. İftarı vakti gelince hemen yapmada insanlara karşı gösterilen şefkat ve merhamet vardır. Sabahtan akşama kadar aç duran insanları, vakti girdiği halde, iftarı tehir ederek zor duruma sokmayı, İslâm’ın engin şefkatiyle telif etmek zordur.
Ayrıca bunda, Cenab-ı Allah’ın davetine icabette acele etme, müstağni davranmama manası da vardır. Bunun için Peygamber Efendimiz, ümmetini iftarda acele etmeye teşvik etmiş, onu gözünün nuru olan namazın dahi önüne almıştır. Bir hadislerinde: “İnsanlar iftarı acele yapmaya devam ettikleri sürece, hayır üzerindedirler.”(Buharî, savm, 45; Müslim, sıyam 48. Tirmizi, savm, 13; İbn Mace, sıyam, 24; Darimi, savm, 11) buyurmuşlardır.
İftarı Su veya Hurma ile Açmak
Oruçlu bir kimsenin iftarını hurma veya su ile açması sünnettir. Allah Resulü iftarını varsa hurma ile, o da yoksa su ile açardı. Daha sonra da akşam namazını eda ederdi. Hz. Enes’in (r.a.) naklettiğine göre: “Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm) namaz kılmadan önce birkaç tane yaş hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma bulunmazsa kuru hurma ile iftar ederdi. Eğer kuru hurma da yoksa birkaç yudum su içerdi.”(Ebu Davud, savm, 21; Tirmizi, savm, 10; Ahmed b. Hanbel 3/164.)
Süleyman b. Amir’in rivayetine göre ise Allah Resulü (s.a.s.) şu tavsiyede bulunmuştur: “Sizden biriniz oruçlu olduğunda hurma ile iftar etsin. Şayet hurma bulamaz ise, su ile iftar etsin. Zira su çok temizleyicidir.”( Ebu Davud, savm, 21; Tirmizi, savm, 10; İbn. Mace, sıyam, 25; Darimi, savm, 12.)
İftar Vaktinde Dua Etmek
Birtakım kimseler vardır ki, dualarına icabet edilir, elleri geriye boş olarak dönmez. İşte bunlardan birisi de iftar vaktinde ellerini Cenab-ı Allah’a açıp yalvaran insandır. Zira Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Üç kişi vardır ki, bunların duaları reddolunmaz. Bunlar, oruçlunun iftar vaktindeki duası, adil olan imamın duası ve bir de mazlumun duasıdır.”(Tirmizi, deavat, 130) buyurmuşlardır.
Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’in iftar vaktinde okuduğu dua ise şöyledir: “Allah’ım; senin rızan için oruç tuttum, senin rızkınla orucumu açtım. Susuzluk gitti, damarlar ıslandı. İnşaallah ecir ve sevap da sabit oldu.”(Ebu Davud, savm, 22.)
Kötülüklerden Uzak Durmak
Oruçlu, kötülüklerin bütününe karşı kapılarını sonuna kadar kapatmalı, onlara geçit vermemelidir. Bunun için de:
1. Gözü Muhafaza Etmek
Göz, Allah’ın insana verdiği en kıymetli azalardan biridir. Görmesini, tefekkür etmesini, dış dünya ile olan alâkasını sağlayan şey insanın gözüdür. Kafaya ve kalbe giden şeyler gözlerden süzülerek giderler. Âdeta onların ilk kapısıdır göz. İnsan, hususiyle de oruçlu olduğu zaman gözünü zehirli ok hükmünde olan haramlardan, kalbi meşgul edebilecek mâlâyani şeylerden muhafaza etmelidir.
Allah Resulü: “Harama bakmak, lanetlenmiş şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah’tan korktuğu için onu terk ederse, Allah (c.c.) o kuluna kalbinde tatlılığını hissedebileceği bir iman ihsan eder.”(Hâkim, müstedrek, 4/314) buyurarak gözle girilecek günahlara dikkatleri çekmiştir.
2. Dili Muhafaza Etmek
Dili; yalandan, gıybetten, haram şeyleri konuşmaktan, başkalarının eksiklerini söylemekten, kavga ve gürültüden koruyup zabt-u rapt altına almaktır. Bunun yanında Kur’ân’la, evrad u ezkarla meşgul olma, uhrevî âlemi hatırlatacak, tefekküre sebep olacak eserleri okumaktır.
Oruçlu kavga-gürültü çıkarmayacak, sövene mukabelede bulunmayacak, cahilâne tutum ve davranışlar içine girmeyecektir. Kendisine bu mevzuda herhangi bir sataşma olursa, oruçlu olduğunu, mukabele etmeyeceğini, bu mevzuda ona karışmayacağını söylemelidir. Zira Resulü Ekrem:
“Oruç, mü’min için bir kalkandır. Binaenaleyh sizden biriniz oruçlu iken, kötü şeyler konuşmasın, cahilane hareket etmesin. Eğer bir kimse kendisine sövecek olur veya çatacak olursa ‘Ben oruçluyum.’ desin”(Buharî, savm, 2; Müslim, sıyam, 161; Ebu Davud, savm, 25; Tirmizi, savm, 54.) buyurmaktadır.
Oruçlu olduğu halde, bir sürü dedikoduya dalan, diline hâkim olmayan, sadece midesine bir şey koymamakla iktifa eden, oruçtan hâsıl olacak mükâfattan mahrum kalır. Kâr olarak yanına sadece susuzluk ve açlık kalmış olur. Bunu da Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) şu beyanlarıyla ifade etmişlerdir: “Yalan konuşmayı, yalan sözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin, yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.”( Buharî, savm, 8; Ebu Davud, savm, 25; Tirmizi, savm, 16; İbn. Mace, sıyam, 21.)
Başka bir yerde de şöyle buyururlar: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan, susuzluk çekme ve açlıktan başka bir kazancı yoktur. Nice geceleyin kalkıp nafile ibadet yapanlar vardır ki, bu kalkmasından ötürü, uykusuzluktan başka bir kazancı yoktur.”(İbn. Mace, sıyam 21.)
3. Kulağı Muhafaza Etme
Allah’ın insanlara değerli bir emanet olarak verdiği kulağın da, yalan, gıybet, dedikodu gibi çirkin şeylere karşı kapalı tutulması, onların konuşulduğu yerlerden uzaklaşılması, mü’min için yapılması gerekli olan bir davranıştır. Çünkü konuşulması çirkin olan bir şeyin, dinlenilmesi de o kadar çirkindir. Kur’ân şu kudsî beyanıyla, yalan dinlemeyi, ona kulak kesilmeyi çok çirkin görmüştür: “Onlar devamlı yalan dinler ve haram yerler.”(Maide 5/42.)
4. Diğer Organları Muhafaza Etme
İnsanın, hususiyle de oruçlunun bütün azalarını günahlardan koruması ve bunları koruma adına âdeta mayınlı bir tarlada geziyormuş gibi dikkatli olması gerekir. Kısacası o, elini, ayağını, başını, kulağını şeytandan gelecek oklara karşı, zırha sokmalı ve onlardan müteessir olmamaya çalışmalıdır. İslâm büyükleri de orucu, üç mertebeye ayırmışlardır. Bunlar:
Avamın orucu: Bu oruç, mide ve tenasül uzvunu şehvetlerden sakındırmadır. Yani, yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan kendini korumaktır.
Havassın orucu: Kulak, göz, dil, el, ayak ve sair azaları günahlardan muhafaza etmektir.
Ahassü’l-havassın orucu: Kalbi, dini maksat ve dünyevî düşüncelerden men edip Allah’tan başkasını kalpten tamamen uzaklaştırmaktır. Böyle bir oruç, Allah’tan ve kıyamet gününden başkasını düşünmekle bozulmuş olur. Din için kasdolunmayan dünyayı düşünmek de bu orucu bozar. (Bu seviyedeki insanlara göre)( Gazali, İhya, 1/350)
Kur’ân Okuma
Mü’minlerin hidayet menbaı olan Kur’ân, her zaman için okunup düşünülmesi, tefekkür edilmesi gereken bir kitaptır. Mü’min Kur’ân’a, hava, su ve ekmek kadar muhtaçtır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bütün hayatını, insanların dikkat ve nazarını Kur’ân’a çekmekle geçirmiştir. O’nu, vird-i zeban edinmiş, bununla da kalmayıp zaman zaman bazı sahabilere okutup onlardan dinlemiştir. Oruçlu olduğu zamanlarda, hususiyle Ramazanda Kur’ân’a daha bir özen göstermiş, O’nu çokça okumuştur. Mü’minler de Peygamber Efendimizin ümmeti olarak, özellikle Ramazanda Kur’ân’la içli dışlı olmalı, O’nun aydınlık ikliminden nurlanmalıdırlar.
Kur’ân’ı hususiyle Ramazan ayında okumanın ayrı bir önemi vardır. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm) Ramazan’da her zamankinden daha fazla Kur’ân’la meşgul olur, onu okur ve tefekkür ederdi. Zira Allah O’nu, bu ayda inzal etmişti. Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Cibrîl-i Emin’le birlikte aralarında Kur’ân talimi yaparlardı. Ve her Ramazanda baştan sona O’nu Cibrîl’le mukabele ederdi. Vefat ettiği yılda da bu arz iki defa cereyan etmişti. İbn-i Abbas rivayet ettiği bir hadiste bunu ifade etmektedir:
“Allah Resulü (aleyhissalatu vesselâm), insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin doruğa ulaştığı zaman ise, Ramazan’da Cibrîl ile karşılaştığı an idi. O, Ramazanın her gecesinde Cibrîl ile karşılaşır, Kur’ân’ı aralarında mukabele ederlerdi. Yemin olsun ki öylesine hayır yaparak cömertlikle coşardı ki, rüzgâr bile hızına yetişemezdi.”(Buhârî, bed’ü’l-vahy 5, 6; savm 7; Menâkıb 23; Müslim, fedâil 48, 50.)
Peş Peşe Tutulan Oruç
“Visal orucu” denen bu oruç şekli, iki veya daha fazla gün hiç iftar etmeden tutulan oruçtur. Şefkat ve merhamet timsali Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu şekilde yapanları ihtar etmiş, onlara visal yapmamalarını tavsiye buyurmuştur. Hz. Aişe validemiz, bu durumu ifade eden bir beyanlarında: “Peygamber (aleyhissalatu vesselâm) Müslümanlara acıdığı için, visal orucunu (iftar etmeksizin devamlı oruç tutmayı) yasaklamıştır.”(Buharî, savm, 20; Müslim, sıyam, 60; Ebu davud, savm, 24; Tirmizi, savm,62) demiştir.
Her Gün Tutulan Oruç
İslam, her şart ve zeminde yaşanabilecek bir enginliğe sahiptir. Herkesin yaşayabileceği kolay bir dindir. O’nda insanların üstesinden gelemeyecekleri hiçbir hüküm yoktur. O’nda her şey itidalli bir şekilde olup, ifrat ve tefrit bulunmamaktadır. Bir insanın her gün oruç tutması, bir kısım menfi neticeler verebilir. Vücudunu zayıflatabileceğinden diğer bedenî vazifelerini aksatabilir, cemiyetle tam olarak kenetlenemez, belki ferd-i ferid olarak yaşama mecburiyetinde kalabilir. Veyahut da her gün oruç tuta tuta açlık onda alışkanlık haline gelir, dolayısıyla oruçtan elde edilecek pek çok fayda kaybedilmiş olur.
İşte bunlardan dolayıdır ki Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm) insanların devamlı oruç tutmalarını istememiş, böyle yapanların oruç tutmuş sayılmayacağını (Buharî, savm, 57; Müslim, sıyam, 186; Nesai, sıyam, 71; İbn Mace, sıyam 28.) bildirmiştir.
Şek Günü Tutulan Oruç
Şek günü, Şaban ayının otuzuna denk gelen gündür. Bugünün oruçlu olarak geçirilmesini Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm) yasaklamıştır. Bunda şu hikmetler gözetilmiş olabilir: Müslümanların Ramazan ayına zinde bir şekilde girmeleri, ibadetlerin başlangıç ve bitiş zamanlarını iyice araştırma ve buna göre hareket etmeleri, bunun bir âdet haline gelerek, Ramazanın başlangıcının değişmesi ihtimali vb. Bu mevzuda şu rivayetleri görmekteyiz. Ammar b. Yasir şöyle rivayet etmektedir:
“Kim şek gününde oruç tutarsa Ebu’l Kasım’a (Peygamber Efendimiz’e) karşı gelmiş olur.”(Buhâri, savm, 11; Tirmizi, savm,3; Nesâi, sıyam, 37)
Diğer bir rivayette de Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz Ramazan’dan bir veya iki gün önce oruç tutmasın. Ancak eskiden beri tutageldiği bir oruç varsa tutsun.”(Buhâri, savm, 14; Müslim, sıyam, 21.)
İkinci hadisten, eğer bir kişinin eskiden beri tuttuğu bir oruç varsa ve bu şek gününe denk gelmişse bunda herhangi bir mahzurun olmadığı anlaşılmaktadır.
Bayram ve Teşrik Günlerinde Tutulan Oruç
Tutulması yasaklanan oruçlardan biri de, Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramı günlerinde tutulan oruçlardır. Bayram günleri, yeme-içme, Müslümanlarla bayram sevincini yaşama, onlarla beraber sofraya oturma günleridir. Bu zamanlarda Müslüman oruç tutmayacak, diğer Müslümanlarla beraber aynı şeyleri paylaşmaya çalışacaktır. Bunun için Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) bu günlerde oruç tutmayı yasaklamış, bu günlerin âdeta Allah’ın insanlara açtığı birer ziyafet sofrası olduğunu bildirmiştir.
Ukbe b. Amir’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Arefe günü, Kurban bayramı günü ve teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme-içme ve Allah’ı anma günleridir.”( Buharî, ideyn, 25; Ebu Davud, savm,49; Tirmizi, savm, 58) buyurmuştur. Yine bu mevzuda Ebû Saîd el- Hudri’den de şu rivayet vardır: “Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) şu iki günde oruç tutmayı yasak etti. Bunlar Ramazan ve Kurban bayramı günleridir.”(Buharî, edâhi, 16; Müslim, sıyam, 141; Ebu Davud, savm, 48.)
Sadece Cuma Günü Oruç Tutmanın Hükmü
Cuma günü Müslümanların bayram günüdür. Sadece cuma günü oruç tutmak Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) tarafından yasaklanmıştır. Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz: “Geceler arasında sadece cuma gecesini ibadete tahsis etmeyin, yine günler arasında oruç tutmak için sadece cuma gününü tahsis etmeyin. Ancak sizden biri âdeti olan bir oruç tutuyorsa bu müstesnadır.”(Müslim, sıyam, 148; Ebu Davud, savm,50; Tirmizi, savm, 41) buyurmuşlardır.
Hayız ve Nifaslıların Oruç Tutması
Kadınlardan hayız ve nifaslı olanlar bu dönemlerinde bazı ibadetlerden muaf tutulmuşlardır. Böyle bir durumda kadın oruç tutmayacak, namaz kılmayacaktır. Ancak bu devre Ramazan’a denk gelirse, tutamadığı gün sayısınca başka zaman tutacaktır. Bir rivayette Muaz (r.a.) şöyle demektedir: “Ben Hz. Aişe’ye (r.a.) hayızlı bir kadının sadece orucu kaza edip, namazı etmediğinin sebebini sordum. O şöyle cevap verdi: “Biz Resulüllah ile beraber bulunduğumuzda, hayızlı iken sadece orucu kaza etmemizi söyler, namaz hakkında herhangi bir emirde bulunmazdı.”(Ebu Davud, Tahâret,104; Nesâi, Hayz,17; Ahmed b. Hanbel, 6/32)
Farz olan oruçlar; Ramazan orucu, Ramazan orucunun kazası ve Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulan kefaret orucu, zıhar, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda iken vaktinden önce tıraş olma(halk) ve yemin için tutulacak olan kefaret oruçlarıdır.
a. Ramazan Orucu
Ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Farz oruç deyince Ramazan orucu kastedilir. Bu ay Ramazan orucuna tahsis edilmiştir.
Ramazan Orucunun Kazası
Kendisine oruç farz olan kimse, Ramazan ayında tutmadığı veya meşru bir ma’zeretinden dolayı bozduğu her günkü orucun karşılığı olarak, Ramazan ayının haricinde oruç tutarak Ramazan orucunun kazasını yerine getirmiş olur. Buna göre bir kimse yolculuktan, hastalığının artmasından (bu durum hastanın kendi kanaatiyle veya uzman Müslüman bir hekimin bildirmesiyle olur); kadınlar da hayız, nifas gibi bir mazeretten dolayı oruç tutmaz veya bozarlarsa, tutamadıkları gün sayısınca oruç tutmaları farzdır. Bunu Kur’ân’ın şu ayeti ifade etmektedir: “Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”(Bakara 2/184)
Ramazan orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden bir sonraki Ramazana ayı gelirse, gelen Ramazan orucunu tutar daha sonra kazaya kalan orucunu tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir.
Şafîîlere göre, bir Ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelirse, gelen Ramazan orucu tutulur, kazaya kalan oruçlar için hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir.
Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan bir kimse, kazaya kalan oruçların tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş iken, bunları kaza etmeden ölüm hastalığına yakalanırsa, malının üçte birinden ödenmek üzere kazaya kalan her bir gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmelidir. Bu fidye fakirlere verilir. Aynı şekilde meşru bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimsenin de ister kaza edecek vakit bulsun ister bulamasın, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmesi vaciptir. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Böyle bir kimse vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerlerine vacip değildir. Ama isterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler.
Ölen kimsenin vârisleri veya vârisi olmayanlar ölü adına oruç tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına vekalet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler.
İmam Şafiî’ye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da velisi oruç tutabilir.
b. Kefaret Oruçları
Ramazan Orucunun Kefareti
Ramazan orucunu, kasden, bilerek veya herhangi bir özür olmaksızın bozmak, kaza ile birlikte iki ay peşi peşine kefaret orucu tutmayı da gerektirir. Bu husus değişik hadislerde bildirilmiştir:
Ebu Hureyre (r.a)’dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Bir adam Resulullah’a gelerek: ‘Mahvoldum!’ dedi. Peygamber Efendimiz: ‘Seni mahveden şey nedir?’ buyurdu. Adam: ‘Ramazan’da hanımımla ilişkide bulundum.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Köle azad edecek kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayır’ dedi.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayýr’ dedi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Altmış fakiri doyuracak kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam yine: ‘Hayır’ dedi. Sonra adam oturdu. Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselâm) bu esnada bir zenbil içinde hurma getirildi.
Peygamber Efendimiz bu hurmaları adama uzatarak, ‘Bunları sadaka olarak ver.’ buyurdu. Adam: ‘Bizden daha fakiri mi vardır?’ Medine’nin doğusu ve batısındaki siyah taşlık yerler arasında bizden daha muhtaç bir aile yoktur.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) dişleri görününceye kadar gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Git bunları ailene yedir.’( Buharî, savm, 30; Müslim, sıyam, 81; tirmizi, savm, 28.)
Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edilen bir başka hadis de şöyledir:
“Bir kimse Ramazan ayında orucunu bozmuştu. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatuvesselâm) ona bir köle azat etmesini, buna gücü yetmiyorsa iki ay oruç tutmasını, bunu da yapamıyorsa altmış fakiri doyurmasını emretti.”(Tehanevi, İ’laü’s-Sünen, 9/121)
Konu ile ilgili bir diğer hadis de şu şekildedir: “Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında orucunu bozan bir kimseye kefareti zıharı emretti.” Biraz sonra açıklanacağı üzere kefaret-i zıharda iki ay peş peşe oruç tutmak vardır. Şafiî mezhebine göre sadece cinsi münasebet yolu ile kasden bozulan Ramazan orucundan dolayı kefaret orucu gerekir.
Zıhâr Kefareti
“Zıhâr”, sırt anlamına gelen “zahr” kelimesinden türetilen bir kelimedir. Anlamı: “sırtlaşma, sırtını sırtına benzetme” demektir.
Istılahî manası ise bir kimsenin karısının vücudunun tamamını veya onun yarısı gibi bir kısmını veyahut da tümüne delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan annesi ve kız kardeşi gibi bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzetmesi demektir.
Mesela, hanımına: “Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin, senin boynun annemin arkası gibidir.” demesi gibi. Bu şekilde söz söyleyen mükellef bir Müslüman’a kefaret gerekir. Bu kefareti yerine getirmeden karısı ile ilişki kurması helâl değildir. Çünkü bu şekildeki bir ifade ile yalan konuşmuş ve helâl olan bir şeyi haram göstermiş olmaktadır. Zıharın kefareti peş peşe iki ay oruç tutmaktır. İşte bu şekilde kefaret-i zıhar olarak peş peşe iki ay oruç tutmak da farz olan oruçlardandır. Eğer bu şekilde oruç tutmaya güç yetirilemiyorsa altmış fakirin sabah-akşam doyurulması gerekir.
Yemin Kefareti
Yemin kefareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir Müslüman’a gereken kefarettir. Böyle bir kimsenin gücü yetiyorsa, on fakiri akşam-sabah doyurması veya on fakiri vücudun tamamını örtecek şekilde giydirmesi gerekir. Bu itibarla sadece bir pantolon yeterli olmaz. Buna gücü yetmiyorsa üç gün arka arkaya oruç tutar. Bu şekilde yemin kefareti olarak tutulması gereken oruç da farz olan oruç grubundandır. Bu oruç, hayız sebebiyle dahi olsa bir kesintiye uğrasa, yeniden tutulması gerekir. Şafiîlere göre, bu orucu peş peşe tutmak şart değildir.
Traş Olma Kefareti
Traş kefareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını vaktinden önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.
Adam Öldürme (Katl) Kefareti
Bir Müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren bir müslümana gereken kefarettir. Bu kişi, gücü varsa bir mü’min köle veya cariye azad eder. Buna gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar.
Vacip oruçlar, nezredilen (adak olarak belirlenen) oruçlarla, başlanıp bozulmuş nafile oruçların kazası olmak üzere iki kısımdır.
Nezir Orucu
Nezir, mükellef olmadığı halde Allah’a ta’zim için yapılmasında sakınca olmayan bir fiilin yapılmasını üstlenmek, kendi üzerine mecbur kılmaktır. Sadece Allah rızasını kazanmak için namaz, oruç, kurban gibi ibadet cinsinden bazı şeyleri nezretmek makbuldür ve sevaba vesiledir. “Nezrim (adağım) olsun, yarın Allah rızası için oruç tutayım (veya) muhtaçlara şu kadar yardım edeyim..” gibi.
Böyle bir nezirde bulunan insana, nezrettiği şeyi yerine getirmesi vacip olur. Zira Cenab-ı Hakk: “…Nezirlerini yerine getirsinler.”(Hac 22/29) buyurmaktadır. Allah Rasulü de: “Her kim Allah’a itaat edeceğini adarsa, itaat etsin, her kim de Allah’a isyan edeceğini adarsa, Allah’a asi olmasın.”(Nesâî, imân 41) buyurmuşlardır.
Nezredilen bir oruçta, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, mesela falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vacip olur. Ve tayin edildiği günde tutulması gerekir. Nezredilen itikaf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen bir vacip sayılır. Orucun tutulacağı gün tayin edilmemişse, gayr-ı muayyen vacip olur. Oruç tutmanın yasaklanmadığı (Ramazan Bayramı’nın 1. günü ile Kurban Bayramı’nın 4. günü oruç tutmak caiz değildir) herhangi bir günde tutulabilir.
Bozulan Nafile Orucun Kazası
Prensip olarak başlanılan bir ibadeti özürsüz olarak bozmak haramdır. Çünkü başlanmış bir ibadeti devam edip bitirmek vacibdir. Ayet-i Kerîmede şöyle buyurulmaktadır: “..Başlanmış olan herhangi bir ameli bozacak bir fiilde bulunarak amellerinizi ibtal etmeyin”(Muhammed suresi, 47/33.)
Başlanılan bir ibadetin tamamlanması esas olmakla birlikte, nafile olarak başlanılan namaz veya oruç gibi bir ibadet tamamlanmadan, herhangi bir sebepten dolayı bozulursa, daha sonra kaza edilmesi gerekir. Ziyafet, davet gibi bir sebeple nafile orucun bozulabileceği söylenmiştir. Şöyle ki, kişi davet edildiği yerde yemek yemediğinde davet sahibi alınacaksa bu durumda orucunu bozar. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse orucunu bozmaz.
Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemiz şu hâdiseyi bizlere nakleder:
“Ben ve Hafsa oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız yemeği çekti, biz de onu yedik. Daha sonra Resulüllah gelince, Hafsa benden önce hemen Resulullah’a şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Biz oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız çekti biz de onu yedik.’ Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Bu günün yerine, başka bir günde kaza olarak bir gün oruç tutunuz.’”( Ebu Davud, sıyam, 73; Tirmizi, savm, 36; Ahmed b. Hanbel, 6/263.)
Burada bir hususun üzerinde durmak istiyoruz. Biraz önce ifade edildiği üzere başlanılan ibadetin tamamlanması vaciptir. Yani vacip olması orucun bozulmasına değil başlanılmış olmasına bağlıdır. Başlanılan ibadetin bir şekilde tamamlanması gerekir. Dolayısıyla vacibe dönsün de sevabı daha fazla olsun düşüncesiyle nafile orucun bozularak başka bir gün kaza edilmesi düşüncesi doğru değildir. Böyle bir davranış ibadetlere gösterilmesi gereken ciddiyete uygun düşmez.
Nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, âdet görecek olsa, bu orucu kaza etmesi gerekir.
Şafiîlere göre nafile oruç tutan bir kimse orucu bozulduğunda veya kendi iradesiyle bozduğunda dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez.
Nafile Oruçlar
Diğer bir adı da tatavvu olan nafile, farz olmayan ibadetlerle Allah’a yaklaşmadır. Kudsî bir hadiste Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), nafilenin önemini şu sözleriyle ifade buyurmuşlardır:
“Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”( Buharî, rikak, 38; Müsned, 4/256)
Yine nafile olarak tutulan orucun fazileti hakkında Allah Resulü şöyle buyururlar: “Her kim Allah için bir gün oruç tutarsa, Allah Teâlâ yetmiş sene onun yüzünü cehennemden uzaklaştırır.”(Buharî, cihad, 36; Müslim, sıyam, 167; İbn Mace, sıyam, 34.)
Nafile oruçların bir kısmı sünnettir. Sünnet olan oruçlara buradan ulaşabilirsiniz. Bunun dışında bir kimse oruç tutulması yasaklanan günlerin dışında dilediği zaman Allah rızası için oruç tutabilir ve sevabına nail olur.
Sünnet olan oruçları şu şekilde sıralayabiliriz:
Savm-ı Dâvûd
Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) farz orucun dışında nafile olarak tutulan en faziletli orucun Savm-ı Dâvûd olduğunu bildirmiştir: Abdullah b. Amr rivayet ediyor:
“Resulüllah’a (aleyhissalatu vesselâm) benim, yaşadığım müddetçe mutlaka geceleyin namaz kılacağım ve gündüzün oruç tutacağım, dediğimi haber vermişler. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalatu vesselâm), ‘Bunu sen mi söylüyorsun?’ diye sordu. Kendisine, evet, bunu ben söyledim ya Resulallah, dedim.
Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm), “Ama senin buna gücün yetmez. Sen bazen oruç tut, bazen tutma, kâh uyu, kâh namaz kıl. Bir de her aydan üç gün oruç tut. Çünkü yapılan bir hayırlı amele mukabil on misli sevap verilir. Bu üç gün oruç bütün senenin orucu gibidir.” buyurdu. Ben, bundan daha fazlasına takat getirebilirim, dedim.
Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm): “Bir gün oruç tut, iki gün oruçsuz dur.” Buyurdu. Ben, “Bundan daha fazlasını yapabilirim.” dedim. Bunun üzerine, “Bir gün oruç tut, bir gün tutma. Bu en dengeli oruçtur.” buyurdular. Ben bundan daha iyisini yapabilirim.” deyince “Bundan daha iyisi daha faziletlisi yoktur.” buyurdular.(Buharî, enbiya, 37; Müslim sıyam, 181; Ebu Davud, savm, 53; Nesai, sıyam, 86)
Başka bir hadislerinde de Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm): “En faziletli oruç, Davud’un (aleyhissalatu vesselâm) tuttuğu oruçtur. Davud (aleyhissalatu vesselâm) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”(Buharî, savm, 56; Müslim, sıyam, 189; Ebu Davud, sıyam, 76) buyurmakla bu orucun faziletine işaret etmiştir.
Pazartesi-Perşembe Günlerinde Oruç
Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bazı zamanlarda ibadet ü taata daha çok özen gösterir, diğer vakitlerdekinden daha hassas davranırdı. Hz. Aişe de bu mevzu ile alâkalı olarak: “Allah Rasulü, Pazartesi- Perşembe günleri oruç tutmaya çokça özen gösterirdi.”(Tirmizi, savm, 44; Nesai,sıyam, 36; İbn Mace, sıyam, 42; Ahmed b. Hanbel 6/80.) buyurmaktadır.
Allah Rasulü’nün hususiyle bu günlerde oruç tutmasının sebebi ise, bu günlerin insanların amellerinin Cenab-ı Hakk’a arz edildiği günler olmasıdır. Üsame b. Zeyd (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Ben Peygamber Efendimizin, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tuttuğunu görünce, O’na bunun sebebini sordum. Bana şu cevabı verdiler: “Ameller, Cenab-ı Hakk’a Pazartesi-Perşembe günleri arz olunurlar. Cenab-ı Allah’a amelim arz olunurken oruçlu, olmayı arzu ediyorum.”(Tirmizi, savm, 44; Nesai, sıyam, 70)
Başka bir rivayette de Resulüllah’a, Pazartesi günü tutulan oruçtan sordular. Peygamber Efendimiz: “Ben o gün dünyaya geldim ve o gün peygamberlik verildi veya bana vahiy indirilmeye başlandı.”(Müslim, sıyam, 197) buyurmuşlardır.
Eyyam-ı Bîyz veya Her Aydan Üç Gün Oruç Tutmak
Her ay üç gün oruç tutmak, Resulüllah’ın güzel âdetlerindendir. Oruç tutulan bu günlerin kamerî ayın 13, 14, 15. günlerinde olması daha faziletlidir. İşte bu günlere “eyyam-ı biyz” denilir. Bu ismin verilme sebebi, bu zaman dilimlerinde gecelerin ay, gündüzlerin de güneş ile aydınlatılmış olmasıdır. Bu günlerde tutulan oruçların sevabı, katlanmak suretiyle yıl boyu tutulan orucun sevabı kadardır.
Bir iyiliğe karşı on sevap verildiğine göre, -kim bir iyilik yaparsa, ona o yaptığının on katı vardır ( En’am 6/160.)- ayda üç günü on ile çarparsak otuz gün eder. Yani bu günlerde oruç tutan kişi, her gün oruç tutmuş sevabını elde eder. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bana üç şeyi tavsiye buyurdu. Bunlar: 1. Her ayda üç gün oruç tutmak, 2. İki rekât kuşluk namazı kılmak 3. Yatmadan önce vitir namazı kılmak.”(Buharî, savm, 60; Nesai, sıyam, 81.) Ebu Zer (r.a.)’in rivayetine göre ise, Resulüllah şöyle buyurmuşlardır: “Ey Eba Zer! Aydan üç gün oruç tuttuğun zaman 13, 14 ve 15. günlerinde tut.”(Nesai, sıyam, 84; Ahmed B. Hanbel, 5/152.)
Arefe Günü ve Zilhicce Ayında Tutulan Oruç
Hacı olmayanlar, arefe günü oruç tutabilirler. Bu gün, kamerî aylardan Zilhicce’nin 9. günüdür. Peygamber Efendimiz, bu gün tutulan orucun, geçmiş ve gelecek birer yıllık günaha kefaret olacağını bildirmiştir.(Müslim, sıyam, 196.) Bu günün faziletiyle alâkalı olarak da: “Arefe gününden daha çok Allah’ın cehennem ateşinden insanları âzad ettiği bir gün yoktur.”(Müslim, hac, 436.) buyururlar.
Hacceden insanların arefe günü oruç tutmaları Resulü Ekrem tarafından yasaklanmıştır. Zira bu gün oruçlu olan kimse hac menâsikini yapmakta zorlanır, belki tam manasıyla ifa edemez. O zaman da öncelikle yapması gereken vazifeyi, ikinci dereceye atmış olur ki, bu da doğru bir şey değildir.
Şevval’de Tutulan Altı Gün Oruç
Kamerî aylardan olan Şevval, Ramazan’dan sonra gelen ayın adıdır. Bu ayda da altı gün oruç tutmak sünnettir. Zira Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir hadislerinde: “Her kim Ramazan orucunu tutar da sonra buna Şevval ayından altı gün ilave ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.”(Müslim, sıyam, 204; Tirmizi, savm, 52; İbn Mace, sıyam, 33.) buyurmuştur.
Aşûre Günü Tutulan Oruç
Aşûre günü, kamerî ayların birincisi olan Muharrem ayının 10. günüdür. Aşûre gününün orucu hakkında İbni Abbas (r.a.) bize şu malumatı aktarır:
“Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm) Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve: “Bu oruç nedir?” diye sordu. Kendisine şöyle cevap verildi: “Bu gün iyi bir gündür. Allah Teâlâ bu günde Musa (aleyhissalatu vesselâm) ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa (aleyhissalatu vesselâm) bu günde oruç tutmuştur.” Peygamber Efendimiz de (aleyhissalatu vesselâm): “Ben Musa’ya sizden daha yakınım.” buyurdu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.”(Buharî, savm, 69; Müslim, sıyam, 127; Ebu Davud, savm, 63.)
Bu durum Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar devam etti. Daha sonra ise Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) Aşure orucu mevzuunda insanları muhayyer bıraktı. Şu hadis-i şerif bu muhayyerliği ifade eder: “Bu gün Aşure günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın.”(Buharî, savm, 69; Müslim, sıyam, 116; Muvatta, sıyam, 34.)
Şaban Ayında Tutulan Oruç
Rasul-ü Ekrem’in tuttuğu oruçlardan birisi de, Şaban ayında tuttuğu oruçtur. Resulüllah (aleyhissalatu vesselâm) bu ayda oruca kendini daha çok verir, hatta Ramazan’la bitiştirirdi. Ümmü Seleme validemizin rivayet ettiği bir hadiste:
“Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselâm) yıl içinde Şaban ayı dışında tam bir ay oruç tuttuğu olmamıştır. Şaban ayını Ramazan’a bitiştirirdi.”(Ebu Davud, savm, 57.) denmektedir. Hz. Aişe (r.anha) de bu mevzuda şu haberi bize nakleder: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Şaban ayından daha fazla hiçbir ayda oruç tutmazdı. Şaban ayının tamamını oruçlu geçirirdi.” (Buharî, savm, 52; Müslim, sıyam, 176; Ebu Davud, savm, 59.)
- Bazı âlimlere göre, oruçlu bir kimsenin yaş ve kuru misvak kullanmasında bir sakınca yoktur. Fakat İmam Ebu Yusuf’a göre su ile ıslatılmış bir misvakı kullanmak mekruhtur.
İmam Şafiî’ye göre, öğleden sonra misvak kullanılması mekruhtur.. İhtiyata uygun olan, oruçlu iken hiç misvak kullanmamaktır.
- Oruçlu kimsenin istincada (büyük abdest temizliğinde) ve abdest alırken ağzına, burnuna su verirken aşırı gitmesi, fazla su doldurup taşırması mekruhtur.
- Oruçlunun bir özrü bulunmaksızın pişirilen yemeği yalnız ağzı ile tatması mekruhtur. Bir kocanın kötü huylu olması, karısı için bir özürdür, böyle bir kadın, pişireceği yemeğin, yutmaksızın, tadına ve tuzuna bakabilir.
- Oruçlu bir kimsenin satın alacağı bal ve yağ gibi şeylerin iyi olup olmadığını anlamak için yalnız ağzı ile onlardan tatması mekruhtur. Bir görüşe göre, muhakkak satın alınması gerekiyorsa yahut aldanmaktan korkuluyorsa, boğaza kaçırmamak şartı ile tadına bakılmasında bir mahzur yoktur.
- Oruçlu kimsenin, sakız çiğnemesi caiz değildir.
- Oruçlunun kan aldırması, orucunu koruyamayacak şekilde zayıf düşmesinden korkulursa mekruhtur, böyle bir durum söz konusu değilse mekruh olmaz. Bununla beraber bu işi iftardan sonraya bırakmak yerinde bir davranış olur.
- Ramazanda harareti azaltıp serinlenmek için ağza ve buruna su almak ve soğuk su ile yıkanmak, İmamı Azam’a göre mekruhtur. Çünkü bu şekilde davranılması, yapılan ibadetten bir sıkılma, bir daralma göstermek demektir. İmam Ebû Yûsuf’a göre, böyle yapmak mekruh değildir. Zira böyle yapmakla ibadete yardım edilmiş ve tabiî olarak sıkıntı giderilmiş olur. Fetva da buna göredir.
- Kendine güvenemeyen bir oruçlunun zevcesini öpmesi ve okşaması mekruhtur.
- Oruçlu kimsenin cünüb olarak sabahlaması veya gündüzün uyuyup ihtilam olması orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu halde geceleyin yıkanmamak mekruhtur.
- Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi kokuları koklaması da mekruh değildir. Sürme çekmesi, bıyık yağı kullanması da mekruh değildir. Ancak erkeklerin süs maksadı ile sürme çekmeleri ve bıyıklarına yağ sürmeleri mekruhtur.
Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan, Cenab-ı Hakk’ın sayılamayacak kadar fazla olan lütuf ve ihsanlarına mazhardır. Onda melekî ve şeytanî dediğimiz iki üç nokta vardır. Bu kısacık hayatında yapacağı amellerle o bu iki noktadan birinde karar kılacak ve akıbetini bu yönde hazırlamış olacaktır.
Rahmeti sonsuz Allah’ın insana verdiği nimetlerden biri de onu kendi aklıyla baş başa bırakmayıp, yol gösterici olarak peygamberleri ve kitapları göndermesidir. Bunlar vasıtasıyla insan, şeytani dehlizlerde gezmek yerine melekî ufukta pervaz edecek, böylece yaratılış gayesine muvafık hareket etmiş olacaktır.
Bu gayeyi Kur’ân bizlere:
“Ben cinleri ve insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zariyat suresi, 51/56)
âyetiyle bildirmektedir. Yani insanın mevcudiyetinin gayesi ibadet etmektir. Yapılan bu ibadetlerin karşılığı Allah’tan beklenir. İbadetlerin semeresi uhrevîdir, mükafatı orada görülecektir. Bazı ibadetlere iktiran eden dünyevi faydalar katiyen o ibadetlere sebep ve gaye olamaz. Bu sebepledir ki ibadetlerle insan, uhrevi yanı ağır basan kâmil kul durumuna yükselir. Bu durumu korumak da yine ibadetlerle olur.
İbadetlere iktiran eden, hiç düşünülmeden gelen fayda ve maslahatlar ise Hakim olan Allah’ın hikmetinin gereğidir. O’nun bize olan tekliflerinde nice hikmetler gizlidir. Namaza, hacca, zekâta ve oruca iktiran eden fayda ve maslahatlar hep bu perspektiften değerlendirilmelidir.
a. Orucun Ferde Kazandırdıkları
İnsan, ruhla cesetten mürekkep olarak yaratılan bir varlıktır. Ruhun olmadığı ceset bir şey ifade etmediği gibi, cesedin olmadığı ruh da teklif dünyası adına bir mânâ ifade etmez. İnsan, yiyip içtiği yiyeceklerle, yaptığı hâl ve hareketlerle, yerine getirmeye çalıştığı ibadet ü taatle hem cesedine ve hem de ruhuna birtakım tesirlerde bulunmuş olmaktadır. Ağzına aldığı bir lokma zahiren midesine gitse bile o aslında ruhta da birtakım tesirler icra etmektedir. Yaptığı bedenî hareketler, vücutta maddî olarak bazı tesirler oluşturduðu gibi ruhta da değişik tesirler icra etmektedir.
İnsanın ferdi hayatının geliştirilmesi ve olgunlaştırılmasında riyazatın pek mühim bir yeri vardır. Bu da ancak oruçla olur. Orucun bir manası da, ruhun riyazatı ve cesedin perhizi olmasıdır. Sık sık oruca müracat edildiği zaman, içte, vicdanda hasıl edeceği meziyet ve faziletler açık bir şekilde müşahade edilecektir. Midede fani olan, tamamen ceset kesilen, her zaman ve her yerde mideyi düşünen bir insanda temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunmasına ihtimal verilemez. Böyle birisinin yaptığı tek iş, yeme, içme, def-i tabiîde bulunma, çeşitli nimetleri alma, şükürsüz bir nankör olarak tüketme olacaktır. İşte oruç, fertlere bunun böyle olmaması gerektiğini hatırlatır.
Oruç Bedeni Dinlendirir
Dünyaya gelir gelmez faaliyete başlayan sindirim sisteminin zaman zaman dinlenmeye ihtiyacının olduğu, tıbbî çevrelerce kabul edilip savunulan bir hakikattir. Senenin bir ayında vücudun dinlendirilmesi anlamına gelen orucun bu yönüyle insan bedenine faydası inkâr edilemez.
Hem o mide fabrikasının pek çok hademeleri ve kendisiyle alâkadar çok insanî duyguları var. Eğer senenin bir ayında gündüzleri tatile girmezse, hademelerin ve diğer duyguların hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, onları tahakkümü altına alır, nazarı dikkatlerini daima kendine çeker, onlara ulvî vazifelerini unutturur. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlardır.
Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerle lezzet alırlar, nazarlarını o manevî zevklere dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler, derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî zevklere mazhar olurlar. O mübarek ayda oruç vasıtasıyla ruh, akıl ve sır gibi latifeler çok terakki eder, midenin ağlamasına karşılık onlar masumâne gülerler.[1]
Faaliyet içinde olan her makine bir müddet sonra bakıma ve dinlenmeye tâbi tutulur. Bu yapılmadığında ya makine tamamen tahrip olur ya da ömrü kısalır. Bir talebeye belirli bir süre tedrisat gördükten sonra tatil verilir. Bir işçi, sabahtan akşama kadar çalışır ama akşamleyin istirahata çekilir. Bu mola ve dinlenmeler olmadan aynı tempoda çalışma ve semere verme mümkün değildir. İnsanın vücudu bir fabrika, azaları o fabrikanın aletleri hükmündedir.
Oruç ise, vücut fabrikamızın dinlenmesine, eskimemesine ve mükemmel bir şekilde çalışmasına vesiledir. Oruçla vücutta biriken zararlı yağlar, şişmanlık vesilesi fazla etler atılmış, vücut rahatlık kazanmış olur. Bugün şişmanlıktan dolayı sağa sola başvuran, buna çare arayan bir sürü insan vardır. Ve bu şişmanlığın kanın deveranına, beynin yavaş çalışmasına sebep olduğu da yine tıbbın kabul ettiği bir gerçektir. Halbuki oruç, hem bu dertlere çare hem de sevap kazanmaya önemli bir vesiledir.
Oruç Hastalıklara Karşı Korur
“Orucun ruh ve beden sağlığına faydası hakkında şu ana kadar çok söz söylenmiş, bu hususta bir hayli makale ve kitap yazılmıştır. Bunlardan biri olarak Alman profesör Cehardet, iradenin takviyesi konusunda yazdığı kitapta orucu tavsiye ederek, insanın, maddî meyillerinin esiri olmaması, nefsinin dizginlerine malik bir hayat yaşaması için ruhun cesede hakimiyetini temin edecek en tesirli yolun oruç olduğunu belirtir.[2]
Dr. Rowy ise, bu hususta, “Oruç, vücudun hastalıklara karşı mukavemetini artırır. Bu önemli tıbbi hakikati İslâm, orucu farz kılarak ortaya koymuş, bugünkü modern tıp ise orucu hastalıklara karşı koruyucu ve ilâç olarak kullanmaktadır”[3] demektedir. Dr. Rowy’nin sözlerini teyid edercesine Dr. Henri Lahman’ın Saksonya’nın Dresden şehrindeki hastanesinde, ayrıca Dr. Berşerbenr ve Dr. Moliere ait sağlık evlerinde oruçla tedavi yapılmaktadır.[4]
Oruç Cemiyette Birlik ve Beraberlik Sağlar
Oruç sayesinde (hususiyle Ramazanda) insan, içtimaî hayatta diğer insanlarla muhtelif bağlar kurmuş olur. Bununla onlara karşı kuvvetli bir irtibat ve bağlılık duyar. Bütün inananların aynı anda oruca başlamaları; akşam, iftarı beraber beklemeleri, sahura kalkmaları, teravihi cemaatle eda etmeleri, Kadir Gecesi’ni ihya etmeleri, beraberce bayrama girmeleri vs. çok sağlam bir kardeşliğe ve hakiki bir sevgiye vesile olur.
Böylece inananlar, kendilerini Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) nurlu beyanlarında:
“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımalarında ve birbirlerine şefkatle muamele etmelerinde mü’minlerin misali bir vücut gibidir. Nasıl ki vücudun bir uzvu rahatsızlandığında veya uykusuz kaldığında, sair uzuvlar birbirlerini aynı ızdırabı paylaşmaya çağırır. Müminler de aynen böyledir/böyle olmalıdır.”(Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66; Ahmed b. Hanbel, 4/270.)
şeklinde buyurduğu gibi, tek bir vücudun azaları halinde görürler. Bu yüce düşünceyle de cemiyette birlik ve beraberlik tesis edilmiş olur.
Bir sofra etrafında bütün bir ailenin iftarı beklemesi, yani teker teker bu insanların, aynı zamanda gelecek aynı şeyi beklemeleri, bu kimseleri birbirlerine daha ziyade bağlayacaktır. Bu iftar bekleme hali, daha ziyade aile fertleri arasındaki sevgi ve muhabbeti arttırma, yani ailenin daha sağlam temeller üzerinde kurulmasını gerçekleştirme bakımından çok mühimdir.
İslâmiyet’in bütün ailenin beraberce iftar sofrasına oturmasını ve iftarı beklemesini istemesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. İftar bekleme aile fertleri arasında olduğu kadar birtakım davetler ile tanıdıkları, dostlar ve hatta tanıdık olmayanlar arasında da sevgi ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine yol açacaktır.
Oruç Fakirin Halini Hatırlatır
Oruç, bütün bir hayatını en seçkin ve lüks yemeklerle devam ettiren, hayatında hiç aç-susuz kalmayan, açlığın sıkıntısını hiç hissetmeyen, hatta belki açlığın nasıl bir şey olduğunu bile bilmeyen zengine, zamanın belirli günlerinde aç-susuz bırakmak suretiyle bizzat yaşayarak açlığın ve susuzluğun ne manaya geldiğini öğretir. Böylelikle zengin, fakirin durumunu anlayacak, aç-susuz kalmanın insana ne kadar zor geldiğini idrak edecek ve muhtacın yardımına koşacaktır.
Bu şekildeki bir açlık (oruç), her türlü maddî imkâna sahip olan zenginlerin, fakr u zaruret içinde olan kişilerin durumlarını anlamalarına, dolayısıyla onlara karşı olan tutum ve davranışlarının değişmesine, semahat hislerinin coşmasına, yardım etme duygusunun çoşmasına vesile olur. Zenginler bu davranışları sergilemeye koyulunca, fakirde zengine karşı olan haset ve kin duyguları izale olup bu iki sınıf arasındaki savaş diner, cemiyette sulh hakim olur. Hatta bir nevi fakir, zenginin malının koruyucusu olur.
Binaenaleyh oruç bu mevzuda da bizim his ve heyecanlarımızı tahrik eder. Dolayısıyla zenginler kendileri gibi olmayanları görme fırsatını yakalar. Peygamber Efendimizin şu sözünü hatırlarlar: “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.”(Ahmed b. Hanbel, 1/55.)
Ancak aç durulduğu zaman açın, susuz durulduğu zaman da susuzun hali anlaşılır. Bu yönüyle de görüyoruz ki, Cenab-ı Hakk’ın emri istikametinde arzu ve isteklerimizi frenleme ve emirlerine uyarak oruç tutma, kendimizi bu yolda perhize alıştırma, içtimaî hayatımıza dönük olarak bizi çok mükemmel bir rükün haline, mükemmel bir toplumun mükemmel bir parçası haline getirir.
Oruç Dilenciliği Önler
Oruçla nefsini terbiye eden, sıkıntılara katlanan, açlığa ve susuzluğa göğüs geren insan, eşya ve hâdiselere meydan okur bir duruma gelir. Artık ne açlık, ne susuzluk onu bağlayamaz. Başına hangi sıkıntı gelirse gelsin, günlerce aç kalsın, susuz kalsın, izzet ve haysiyetini, gurur ve onurunu hiçe sayıp da başkasına el açamaz. Hatta yoga yapanlar, Allah rızası için olmasa bile altı ay yemeden-içmeden yaşayabildiklerine göre, mü’minler tuttukları oruçlar sayesinde, arkalarında Allah’ın lütuf ve ihsanını da hissederek daha fazlasına katlanabilirler.
Fakat oruçtan haberi olmayan, hayatının değişik dönem ve zamanlarında oruç tutmayan, böylelikle de kendini yememe ve içmemeye alıştırmayan insan, başına gelen muhtemel bir açlık ve fakirlik karşısında bütün izzet ve onurunu ayaklar altına alarak kapı kapı dilenmeye başlar.
Orucun önemli bir şartı da niyettir. Niyetsiz oruç sahih değildir. Bu sebeple; niyetin ne zaman ve nasıl yapılacağının bilinmesi gerekir. Niyet zamanı itibariyle oruçlar ikiye ayrılır: 1- Akşamdan itibaren gündüz kuşluk vaktine kadar niyet edilebilen oruçlar; Bunlar, Ramazan orucu, belirli günlerde tutulması adanan oruçlar ile nafile oruçlardır. Bu oruçlara geceleyin imsak vaktinden önce niyet edilebileceği gibi gündüz kuşluk vaktine kadar da niyet edilebilir, gece niyet etmek daha faziletlidir. Gündüz oruca niyetin caiz olması, imsak vaktinden sonra bir şey yemeyip içmemeye ve orucu bozan bir iş yapmamaya bağlıdır. Eğer oruca aykırı bir şey yapılmış ise gündüz niyet caiz olmaz. 2- İmsak vaktinden önce geceleyin niyet edilmesi gereken oruçlar: Bunlar da; Ramazanda tutulamayıp başka zamanda kaza edilen Ramazan orucu ile her çeşit kefâret oruçları, başlanıp da bozulan nafile oruçların kazası ve mutlak olarak adanan (zamanı belirlenmeyen) oruçlardır. Bu oruçlar için belirlenen bir vakit olmadığından bunlar için imsak vaktinden önce geceleyin niyet etmek lazımdır. Bu oruçlara tan yeri ağardıktan yani imsak vakti geçtikten sonra niyet edilmez.
Sadece abdest alma ve banyo yapmada değil herhangi bir vesileyle ağzını çalkalamak isteyen bir kişinin istemeden de olsa boğazına su kaçarsa orucu bozulur ve ramazandan sonra bir gün oruç tutarak bozulan bu orucunu kaza etmesi gerekir.
Çiçek aşısı gibi deri üzerinden yapılan aşı ve ilâçlamalar, orucu bozmaz. Çünkü deri vücudun dış kısmını teşkil eder. Bunun dışında kalan iğne ve aşılar, genel olarak damardan, kaba etten ve deri altından yapılmaktadır. Her üç halde de ilâç verilmeksizin vücudun derinliğine batırılan iğnenin bir tarafı dışta kaldığı için, yalnız batırmakla oruç bozulmaz. Ancak içeri ilâç, su gibi maddeler enjekte edilirse oruç bozulur. Çünkü bu maddeler vücud içinde kararlaşıp yerleşir.
Damardan verilen ilâçlar ise, doğrudan doğruya kana intikal eder. Oradan organlara dağılır. Kaba et ve deri altındaki ilâçlar da yine içeriye nüfuz etmiş sayılır. Bu itibarla vücuda ilâç zerketmek için yapılan aşı ve iğneler, orucu bozarlar. Ancak kefaret icab etmez. Yalnızca kaza kâfi gelir.
Dinimiz, hasta ve tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamalarına izin vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden kimseler, sağlıklarına kavuşup, tedavileri tamamlanıncaya kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ve oruç tutmalarına başka bir engelleri de bulunmuyorsa, iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur.
Birçok şeker hastası hiç tereddüt etmeden ve hastalıklarını dahi düşünmeden Ramazan ayında oruç tutarlar. Oruç tutmamanın manevî mesuliyetini bilen mütehassıs (uzman) hekimler, diyabetik hastaların oruç tutmaları veya tutmamaları ile alakalı kendilerine sual sorulsa, cevap vermekte zorlanabilirler. Oruç tutmak ağır şeker hastalarını riske sokabilir, hipoglisemi denilen kanda şekerin tehlikeli şekilde düşmesi söz konusu olabilir.
Diğer taraftan, Ramazan ayında oruç tutmanın, Allah’ın emrine uymaktan dolayı manevî bir hazza yol açtığı, bunun da sakinleştirici bir tesiri olduğu inkâr edilemez.
Şeker hastaları, stres hâlinin böbrek üstü bezlerinden salgılanan katekolamin adlı maddelerin salgılanmasını arttırarak kan şekerinin yükselmesine yol açtığını bilmelidirler. Stres, sıkıntı halini azaltan herhangi bir şey, meselâ oruçlunun içinde bulunduğu ruhî huzur, şekerin kontrolüne imkân verir. Böylece, Ramazan ayında tutulan oruç, şekerin kontrolünde fayda sağlayabilir.
Oruç tutabilecek şeker hastaları için bazı prensip ve ölçüler vardır. “Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
- Erkek olan şeker hastalarının 20 yaşın üzerinde olmaları istenir. Yani yetişkinlerde, yaşlılarda ortaya çıkan diyabet çeşidi olmalıdır.
- Yirmi yaşından daha yaşlı olan bayan şeker hastaları hamile olmamalıdırlar ve bebeğini emziriyor olmamalıdırlar.
- Şahsın kilosu normal veya biraz şişman olmalıdır.
- Kan şekerinde büyük iniş çıkışlar, hipoglisemi (kan şekeri düşüklüğü) ve enfeksiyonun olmaması lazımdır.
- Bu hastalarda yüksek tansiyon, koroner arter hastalığı, böbrek taşları gibi ikinci bir ağır hastalığın olmaması lazımdır.
- Vücutları perhize cevap veriyor olmalıdır.
- Vücutları ilaç tedavisine cevap vermelidir.”[1]
İkrah hali, zorla oruç tutturulmamak halidir. Birisi oruç tutanı, “Orucunu bozmazsan seni öldürürüm veya bir uzvunu keserim.” diye tehdit etmişse ve bu (tehdit eden) kişinin dediğini yapmaya gücü yetiyorsa, oruçlunun orucunu bozması mubâh olur.
Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe zorlanan kimseye sadece kaza gerekir, kefâret gerekmez. Zor kullanmak, can almak, bir organı kesmek veya bunlardan birine sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Üzüntü ve acı verecek derecede olan dövmek veya sadece hapsetmek suretiyle yapılan bir zorlamadan dolayı Ramazan orucunu bozmak kaza ile birlikte kefâreti de gerektirir.
Diş çektirmek orucu bozmaz. Eğer diş çektirilirken iğne vurulursa, o zaman oruç bozulur. Dişten çıkan kanı yutmakla da oruç bozulur. Ramazan orucunu tutarken iğne vurduranın veya dişinden çıkan kanı yutanın orucu bozulur, gününe gün kaza gerekir, kefâret gerekmez. Bu nedenle zaruri bir durum olmadıkça Ramazan ayında oruçlu iken diş çektirmemek tercih edilmelidir.
Ağızdan veya burundan su girmedikçe veya su yutulmadıkça boy abdesti almakla oruç bozulmaz. Bundan dolayı ağız ve burundan su kaçırmamak şartıyla oruçlunun boy abdesti alması caizdir. Nitekim Hz. Âişe ile Ümmü Seleme validelerimiz Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında imsaktan sonra boy abdesti almış olduğunu haber vermişlerdir. Buna göre geceden cünüp olarak imsak vaktine girmek oruca zarar vermediği gibi, oruçlu iken boy abdesti almak da orucu bozmaz.
Bakara suresinin 184. âyetinde anlatıldığı üzere Ramazan ayına giren akıl-bâliğ mümin bir kimseye oruç tutmak farzdır. Ancak Ramazan ayına girdiği halde, oruç tutmasına mani olacak hastalık veya seferi olması gibi bir maze-reti varsa bu kimse, tutamadığı günler sayısınca daha sonra bu oruçlarını kaza edecektir. Ancak oruç tutmaya hiçbir şekilde güç yetiremeyecekse, ancak o zaman tutamadığı her bir gün için fidye verir.
Öyleyse, oruç için edaya veya ka-zaya güç yetirebilen bir kimse fidye vererek oruç borcundan kurtulamaz. Fidye vermesi caiz olanlar, şimdi veya daha sonra oruç tutmaya imkânı olmayan kimselerdir. Bunlar da, çok yaşlılarla, artık iyileşme imkânı kalmayan hastalar-dır. Yoksa hamilelik, çocuk emzirme, geçici hastalık, yolculuk gibi durumlar oruç tutmamak için birer özürse de, fidye vermek için birer özür değildir. Bu kişiler daha sonra ilk fırsatta oruçlarını kaza etmekle yükümlüdürler.
Hatta bir hasta, artık iyileşme imkânı kalmadığına inanarak veya doktorun sözü üzerine oruç tutmasa ve bunun yerine fidye verse, fakat daha sonra iyileşse, verdiği fidyeler ondan oruç borcunu düşürmeyecek ve kazaya kalan oruçlarını tutması gerekecektir.
Bu durumdaki kadınların oruç tutma konusunda mazeret sahibi oldukları fetva kitaplarımızda şöyle ifade edilmektedir: “Hamile olan veya çocuk emziren kadınlar, kendi sağlıklarından ya da çocuklarının sağlığından korkarlarsa, oruç tutmayıp iftar edebilirler. Bu durumdaki kadınlara kefaret gerekmez; oruçlarını kaza ederler.”[1]
Konuyla ilgili Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ yolcudan orucu ve namazın yarısını kaldırmıştır, gebe veya emzikli kadınlardan da orucu kaldırmıştır” (Nesâî, sıyâm 50; İbn Mâce, sıyâm 3). Burada oruçların kaldırılmasından maksat, bu kimselerden oruç mükellefiyetinin tamamen kalkması değildir. Bu kimseler, bahsedilen hallerde oruçlarını tutmaz ancak daha sonra tutamadığı günleri kaza ederler.
Burada önemli olan oruç tutmanın, bu tür kadınlara bir zararının olup olmayacağıdır. Bu da ya doktora sorularak ya da zann-ı galip ve tecrübeyle bilinir. Eğer oruç kendilerine veya çocuklarına zarar verecekse, oruç tutmaz ve Ramazan’dan sonra tutamadıkları günleri kaza ederler fakat en azından tutmayı bir denemeleri, tutabileceklerse devam etmeleri, böylece Ramazan orucundan mahrum kalmamaları da tavsiye edilmektedir.