İrşad Ekseni

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Müsamaha 1 dk.

Tebliğ adamı müsamahalıdır. Müsamaha, aslında bir ufuk genişliğidir; ve asla ‎dâvâdan taviz verme anlamına da gelmez. Bir misal ile bunu biraz daha açacak ‎olursak; Allah Resûlü’nün (s.a.s) Mekke fethinde, kendisini daha önce Mekke’den ‎çıkaran ve bütün Müslümanlara her türlü işkenceyi reva gören insanlara karşı ‎söylediği söz, müsamahanın en göz kamaştırıcı örneklerindendir.

Efendimiz, o gün ‎Mekkelilerin kendisinden ne beklediklerini sorar. Onlar da: ‘Sen kerimoğlu ‎kerimsin. Beklediğimiz sadece keremdir’ derler. Ve kerem ile mukabele görürler. ‎لا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمْ الْيَوْمَ‎ ‘Gidin bugün kınama yoktur..’ (Yusuf sûresi, 12/92) ifadesi ‎Kur’ân’da, Hz. Yusuf’un (a.s) kardeşlerine söylediği söz olarak nakledilmektedir. ‎Halbuki Allah Resûlü (s.a.s) bu müsamahayı hiç akrabası olmayanlara ‎göstermiştir. Evet O’nun keremi Yusuf’tan çok artıktır.‎

Dua 3 dk.

Tebliğ insanının duâ yanı da diğer vasıflarından geri değildir. O, sözlerinin nâfiz ve tesirli olmasını ancak Cenâb-ı Hakk’tan bekler. Mülk sahibi O’dur. Kalbler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. ‘Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?’ (Furkan sûresi, 25/77) İlahî fermanı, onun ruhunda hep bir kıblenüma gibi onu yakarış mihrabına çevirir.

Evet, en beliğ ve büyüleyici ifadelerin dahi tesir etmediği nice insanlar vardır ki; onlar, yürekten ve candan yapılan duâlarla hidayete ermişlerdir. Duâ mü’minin silahı olduğu gibi, tebliğ adamının da ilk ve son sığınağıdır. O, evvela duâya dehalet eder, sonra da söyleyeceklerini söyler. Böyle yapması, hiçbir zaman onun akıl ve mantık zemininden ayrılması anlamına gelmez. Aksine her ikisinin de yerini çok daha iyi anlama ve kavrama mânâsına gelir. İşte duânın ne müthiş bir iksir olduğunu gösteren bir-iki misal:

Allah Resûlü (s.a.s), insanların hidayeti için her meşrû yolu denemiştir. Ama, duâyı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Mesela O, Hz. Ömer’in (r.a) hidayeti için daima duâ edip durmuş ve nihayet bir gün, hem de hiç ümit edilmeyen bir zamanda Allah (c.c), Hz. Ömer’e (r.a) hidayet nasip etmiştir. Buna, Allah Resûlü (s.a.s)’nün duâsının bereketi denebilir.[1]

Yine bir gün Ebu Hureyre (r.a), Allah Resûlü’ne (s.a.s) gelerek annesi için duâ talep etmiştir. Çünkü o güne kadar kadının gönlüne bir türlü İslâm yol bulup girememiştir. Ebu Hureyre’nin talebi üzerine Allah Resûlü (s.a.s) ellerini açar ve:

‘Allah’ım Ebu Hureyre’nin annesine hidayet et’ diye duâ eder. Ebu Hureyre sevinerek mescitten çıkar ve koşarak eve gelir.. tam kapıyı açacağı sırada içeriden annesinin sesini duyar ki, kadın Eba Hureyre’ye, ‘Olduğun yerde kal içeriye girme’ der. Ebu Hureyre (r.a) kapının önünde beklerken kulağına bir su sesi gelir. O, ihtimâl annem yıkanıyor diye düşünür. Biraz sonra da bu yaşlı kadın kapıyı açar ve dışarıya çıkar, kelime-i şehadet getirir. Evet, Ebu Hureyre (r.a) yanlış duymuyordu. Annesi kelime-i şehadet getiriyor ve Müslüman olduğunu müjdeliyordu. O güne kadar hidayete ermesi onca uğraşılan bu kadına da Allah Resûlü’nün (s.a.s) duâsı yetivermiştir.[2]



[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/31; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe,4/148; İbn-i Sa’d, Tabakat, 3/268 [2] İbn-i Sa’d, Tabakat, 4/328; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 4/241

Şefkat 12 dk.

Tebliğ insanı, her şeyden evvel bir şefkat kahramanı olmalıdır. O, kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yanlış yola tevessül etmemelidir. Zaten Allah (c.c)’a îmanın kalbte oturaklaşması da böyle bir yolla asla mümkün değildir. İrşâdda şefkat, kalb ve gönülleri eritir; muhatabın gönlünü Allah ve Resûlü’nü kabule hazır hâle getirir.

Tebliğ adamı, muhatabını ikna ederek inandırır, ilmiyle yoğurur ve faziletleriyle kendine cezbeder. Tebliğ insanını gören ve onunla tanışan herkesin, onu faziletlerle donatılmış bir abide şahsiyet olarak görüp kabullenişleri, onun söylediklerinin kabulünde tesiri, inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Korkutulan kitleler, meseleleri despot bir hava içinde sergileyenlerin şahsında, onların tebliğ etmek istedikleri hakikatlerden de ürkerler. Tebliğ edilen hakikatler, ne kadar sıcak ve ne kadar can alıcı da olsa, anlatanlardaki soğukluk dinleyenler üzerinde olumsuz tesir icra edecektir. Böyle bir davranış ise fayda değil, sadece zarar getirir. Hiç kimsenin de insanları kendi hatalarından dolayı İslâm’dan soğutmaya ve ürkütmeye hakkı yoktur.

Şefkat, her güzel haslette olduğu gibi, yine Allah Resûlü (s.a.s)’nde zirveleşmiştir. O, büyük dâvâsını şefkat gibi önemli esaslar üzerine oturtmuş ve tebliğini hep şefkatin ılık atmosferi altında yapmıştır. Zaten,
إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ مِثْلُ الْوَالِدِ

‘Ben size bir babanın evlatlarına olduğu gibiyim'[1] diyen birinin başka türlü olması da düşünülemez.

Evet, nasıl olmaz ki! O, daha doğar doğmaz ‘ümmetim’ demişti. Bu son derece şefkatli bir babanın ‘evladım’ diyerek gönül meyvesini ve ciğerparesini bağrına basması gibi bir şeydir. Yâkub’un bir tek Yusuf’u vardı. Oysaki ümmetinin her ferdi O’nun için bir Yusuf’tu…

Evet, O, bir babanın evladına olan şefkatiyle bütün ümmetinin her ferdine teker teker bağrını açıyor; ümmetinin her ferdi de O’nu kendi ana-babasından ve hatta kendi öz varlığından daha çok seviyordu. Öyleyse, şefkatten doğan muhabbet ve hürmetle mukabele gören bir davranış, tebliğ adamının ayrılmaz bir vasfı, bir hususiyet ve özelliği olmalıdır. Çünkü şefkatin olmadığı yerde, sevgiden de, hürmetten de söz edilemez. Evet, insanları zor kullanarak belli şeylere itaat ettirmeniz mümkündür. Ancak, onlara tebliğ ettiğiniz hakikatleri zor kullanarak sevdirmeniz mümkün değildir. Halbuki şefkatin açamadığı hiçbir kilitli kapı yoktur. Şefkatle erimeyen buz, başka hiçbir şeyle eritilemez. O hâlde, insanları birbirine karşı sıcak bir sevgi ile bağlamak istiyorsanız, evvela bu gayenin tahakkuku için sizin onlara şefkatle eğilmeniz gerekmektedir.

Evet, insanların hata ve kusurlarını affetmeden ve onlara göstereceğiniz doğruyu şefkatle göstermeden hiçbir ferdî ve içtimaî meseleyi nihaî ölçüde çözemezsiniz. Onun içindir ki Efendimiz (s.a.s), ümmetinin hataları karşısında kendi durumunu bize şu temsil ve benzetme ile anlatmaktadır:
إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَارًا فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهِ فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهِ

‘Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen cırcırlarla pervaneler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz.'[2]

İşte Allah Resûlü (s.a.s) bu ifadeleriyle bizim önümüze tebliğ ve irşâd adına büyük bir şehrah açıyor ve bu yoldan gidilirse tebliğin büyük kitlelere mal olabileceğini; aksi görüşler, düşünceler ve yol vurup gitmelerin ise meseleyi sığlaştıracağı, yozlaştıracağı ve en tehlikelisi de bazı insanları gayyaya götürebileceği hakikatini hatırlatıyor.

Evet, eğer sizler, günümüz insanının kalbine şefkatle eğilebilseniz, hemen herkesi, dilgir ve üzüntülü bir kalb gibi dinlemiş olacaksınız. Zira hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Evet, vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmişlerin dışında hiçbir insan, yaşadığı bu çirkef hayatın içinde rızasıyla ve isteyerek duruyor değildir. Ancak, sürçmüş düşmüştür ve çıkmak için de yol bulamamaktadır. Sizin şefkat eliniz, işte ona, aradığı bir çıkış yolunu gösterecektir.

Kendisine bu şekilde şefkatle yaklaşılan ve anlatılacak meseleler kendisine yine şefkatle ve ölçülü olarak anlatılan bir insan, sizin söylediklerinizi o anda kabullenmese bile, hem size hem de anlattığınız meselelere hep yumuşak bakacaktır. Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç ümit edilmeyen insanların hidayete açılmaları, bu güne kadar yüzlerce, binlerce misali ile görülen bir realitedir. Zaten o insanlar, sizin vesileliğinizle hidayete erdiğinden, bütün bir ömür boyu size şükran hisleriyle dolup taşacak ve tabii, onun yaptığı bütün salih amellerin bir misli de sizin hasene defterinize kaydolacaktır.

Bir misal ile konuyu biraz daha açalım; bir yangın düşünün ki, o yangında hiç sevmediğiniz bir insan bütün çoluk çocuğuyla beraber yanıyor. Veya bir gemi batmış da sizin hiç tanımadığınız insanlar denizin üzerine yayılmış ve kurtarıcı bir el bekliyorlar.. nasıl ki siz böyle bir manzara karşısında, hiç sevmediğiniz o insanı veya aile fertlerini ya da hiç tanımadığınız denize dökülmüş o insanları hemen kurtarmak için faaliyete geçer, hatta bu uğurda hayatınızı tehlikeye atarsınız. O anda sizi bu işten vazgeçirmek isteyen olsa bile, onun sözlerini de dinlemezsiniz. Zira vicdanınızın sesi, o anda her sesten daha müessirdir. Halbuki söz konusu ettiğimiz insanları yangından veya boğulmaktan kurtarmış olmanız, onların sadece elli-altmış senelik hayatlarıyla alâkalı bir husustur. Pekalâ ya ebedî hayatları itibarıyla kurtulması söz konusu olan insanlar karşısında tavrımız nasıl olmalıdır? İşte, bütün mesele bu espriyi kavrayabilmektir. Evet, O durumdaki insanlara değil kızıp öfkelenmek; onların yaptıklarına karşı sitem bile etmemek, bence vicdan sahibi herkes için bir vecibedir.

Evet, bütün insanlık maddî-manevî, dünyevî-uhrevî felaketler içinde sürüklenip giderken, günümüzün mürşit ve mübelliğleri meseleye bu zaviyeden bakmalı ve müdahale edecekleri hâdiselere de ona göre müdahale etmelidir. Dövmek, hiddet, şiddet mürşide yakışmaz. Yalan ve politik çıkarlar ondan fersah fersah uzaktır. Mürşit, bir sevgi, şefkat ve muhabbet fedâisi olarak vardır. İrşâda muhtaç gönüllerin beklediği de budur. Ve bu konuda, Allah Resûlü (s.a.s) bizim rehberimiz ve rehnümânımızdır. Bakın O’na.. O, insanlara bir kere “Lâ ilâhe illallah” dedirtebilmek için nelere katlandı ve nelere göğüs gerdi! Halbuki O’nu taşlayan, vücudunu kan revan içinde bırakan, namaz kılarken boğazını sıkan veya başına işkembe koyan, geçeceği yollara dikenler serpen insanların, O hep hidayetlerini istiyor ve düşmanlarının bile cennete gitmelerini arzu ediyordu. Yoksa kendi adına onlardan beklediği hiçbir menfaati yoktu. Evet O, Taif’te taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa girip saklanmıştı. Yanında Zeyd (r.a) vardı. Melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak:
أَرْجُو أَنْ يُخْرِجَ الله مِنْ أَصْلابِهِمْ مَنْ يَعْبُدُ الله وَحْدَهُ لا يُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا

‘Allah’ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerini göndereceğini ümit ediyorum'[3] demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.

Yine harp meydanında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak âdetâ duâ ile İlâhî gadabın önüne geçmeye çalışmıştı. Evet, O:
اللهمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لا يَعْلَمُونَ

‘Allah’ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar'[4] niyazıyla kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemişti ki, bu ifadelerin her bir kelimesinde nasıl bir şefkat ırmağı çağladığı açıktır.

Burada yeri gelmişken, değişik vesilelerle defaatle naklettiğim bir vak’ayı mevzu ile münasebeti açısından burada bir kere daha şerhetmek istiyorum. Yeni hidayete ermiş bir genç, kendisini nurdan bir hâle içinde bulunca, gece-gündüz o nur soluklu insanların meclisine devam eder. Ancak bir defasında, sohbette şiddet ve anarşiye başvuranların akıl almaz tecavüzleri dile getirildiğinde heyecan dolu bir genç: ‘Bunların hepsini kesmek lazım’ der. Bu sözü duyan, yeni hidayete ermiş genç birden sararır solar ve çığlık dolu bir tonla bu heyecanlı arkadaşına şöyle der: ‘Arkadaş, öyle söyleme. Eğer daha birkaç gün önce böyle karar alıp uygulamış olsaydınız, ben bugün sizin aranızda bulunamayacak ve ebedî cehennemi hak etmiş bir zavallı olacaktım. Ama görüyorsunuz ki bugün ben de sizlerden biriyim. O anarşi ve terör ortamına düşmüş insanlar da benim gördüğüm tatlı muameleye muhtaçtır. Aksi hâlde sadece onların âhiretlerini yıkmış oluruz. Bu da ne bize ne de onlara hiçbir şey kazandırmaz..’

Özetleyerek arzetmeye çalıştığım bu sözler, inançsızlık içinde kıvranan bütün bir gençlik adına söylenmiş gibidir. Ve ben de o genç gibi âvâzım çıktığı kadar haykırmak istiyorum ki, küfür içinde çırpınan zavallı gençlik, sizin şefkatinize muhtaçtır. Kaba hareketlerle bir şey elde etmek mümkün değildir. Biz hislerimizle değil, akıl ve mantığımızla hareket etmek zorundayız. Esas olan, ‘karşımızda’ dediğiniz insanları ikna edip gönül dünyasına yönlendirmektir. Ve bence bir mürşid için, ilzam etmek dahi, zaruret olmadıkça başvurulacak bir metot olmamalıdır.

Evet, bir nesil mahvedildi.. mescide giden yolların üzerine hevesât barikatı kuruldu. Cismaniyet onun mihrabı hâline getirildi.. ve ona din, îman ve Kur’ân adına hiçbir şey öğretilmedi. Şimdi bu nesil bir girdap içinde çırpınıp duruyor. Bu gayet normal ve beklenen bir netice… Kızılacak ve öfkelenilecek olan bu zavallı nesil ve bu zavallı gençlik değildir. Esas, inananların lânetini hak edenler, onları bu maceraya sürükleyenlerdir. Bir kusur varsa bu onlarındır. Gençlik tamamen suçsuzdur demiyorum; ancak onun suçluluğunu hiddetle yüzüne savurmanın, onu kurtarmak adına hiçbir faydası yoktur. Ümidimiz bütün bir neslin bu girdaptan en kısa zamanda kurtarılmasıdır. Zaten bu bizim varlık gayemiz ve idealimizdir. Bunun ötesinde hiçbir düşünce ve mülâhazamız da yoktur.



[1] Ebû Davud, Taharet, 4; Neseî, Taharet, 35. [2] Buhari, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19. [3] Buhari, Bedü’l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/166-168 [4] Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105; Kadı İyaz, Şifâ, 1/105

Tebliğ Varlık Gayemizdir 17 dk.

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’, varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (c.c), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir. Hz. Âdem (a.s), hem ilk insan hem de ilk nebidir. Evlatları, daha gözlerini açar açmaz karşılarında babalarını, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir peygamber olarak bulmuşlardır. Beşerî ilk oluşum nübüvvetle başlamıştır. Neticede nübüvvet ağacı, başlangıçta ona çekirdek olan Nebi’yi meyve vermiştir. O (s.a.s), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri’dir (s.a.s). O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’dir. Demek ki varlık, onun için var edilmiştir. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bir iş, işlerin en mühimidir.

Evet, gözünü dünyaya açan Hz. Âdem’in (a.s) ilk çocukları, yaşadıkları âlemin semasında, her an nazarını ulvî âleme diken, emirleri oradan alan ve aldığı bu emirlerin altında haşyetinden iki büklüm olan, tir tir titreyen ve dudağında daima öbür âlemlerin endişesini ürperti hâlinde yaşayan bir ‘Nebi Baba’yı, Kutup Yıldızı seyreder gibi seyretmişlerdir. Hz. Âdem (a.s), hem insan olarak hem de peygamber olarak ilk defa ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapan insandır.. ve bu yol, bir defaya mahsus açılmış da ardından kapanmış bir yol da değildir. Hz. Âdem’i (a.s) daha nice peygamberler takip etmiştir. Zira insanlığın nebilere ihtiyacı vardır. Çünkü insanda ne kadar fazilet mevcutsa, âdeta, zaman ve hâdiseler onları teker teker tüketme azmindedir. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim, yenilenmeden geçen sürelerin kalb kasvetine sebep olduğuna işaret eder. Bazı zaman ve devirler böyle bir kalb kasvetine sebep olunca, insanların gözleri küsûf tutmaya, bakışları bulanmaya başlar. Ayaklar kayar, istikamet kaybolur. Cenâb-ı Hakk muhit ilmiyle bunları en iyi bilen olduğu ve rahmeti gadabına sebkat ettiği için, art arda peygamberler göndermiş; gönderilen her peygamber de devrin şartlarına göre ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’de bulunmuştur.

Hz. Âdem (a.s), ömrünü bu uğurda bitirip tüketmiş, evlatlarının da daima iyi olanı yapmalarını, kötü olandan da kaçınmalarını tavsiye etmiştir. O’nun sesinin ihtizaz ve dalgalanmaları, vefatından sonra da belli bir devreye kadar sürmüş, titreşimler kuvvetini kaybetmeye yüz tutunca da Cenâb-ı Hakk, Hz. Âdem’in (a.s) seçkin evlatlarından bazılarını nebilik vazifesiyle görevlendirivermiştir. Onlar da sırasıyla kendilerine tevdî edilen bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş.. ve her nebinin güneş gibi gurub edip gitmesiyle, diğer nebinin yine bir güneş gibi doğuşu arasında, insanlık semasında her zaman bir karanlık yaşanmıştır. Gerçi velâyeti temsil edenler, her karanlık geceyi âdeta yıldızlar gibi donatıyorlardı; ancak, onların güneşten beklenen aydınlığı getirmeleri elbette ki mümkün değildi.

Hz. Nuh’a (a.s) kadar devran hep, böyle devam etti geldi. Ve bir gün beşer, O’nun ulü’l-azm bir peygambere yakışır ciddiyette gür soluklarını duydu. O büyük Nebi, Kur’ân’ın ifadesiyle:

أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَأَنصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

‘Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum’ (Ârâf sûresi, 7/62) diyordu. Yani, beni dinleyen, bana itaat eden ve sefineme binen kurtulacaktır. Bu kurtuluş hem zahirî hem de batınî olacaktır. Sular üstündeki sefine sizin cismaniyetinizi kurtaracaktır. Kalbinizle bana bağlanır, dediklerime kulak verirseniz, dünyevî-uhrevî hayatın korkunç dalgaları arasında boğulmaktan kurtulur, selâmete erersiniz. Aksi hâlde, hem madde, hem de mânânızla tükenir gidersiniz…

İşte Hz. Nuh (a.s), bin seneye yakın bir müddet hep böyle nasihat edip durmuştur. O’nu takiben Hz. Hûd (a.s) gelir. O da yine aynı şekilde:
وَأَنَا لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ

‘Ben size emin bir nasihatçıyım’ (Âraf sûresi, 7/68) der. İnsanları, yaratılış gayelerine uygun hareket etmeye davet eder.

İnsan ki, Cenâb-ı Hakk’ı bilip tanımak ve bu bildiklerini vicdanında duymak için yaratılmıştır. İşte ona bu vazifesini hatırlatmak ve aynı zamanda onu bu marifete ulaştırmak için art arda peygamberler gelmektedir.. ve Hz. Hûd (a.s)’dan sonra da nice peygamberler gelmiş ve hep aynı yolu takip etmişlerdir.

Ama ne zaman bir önceki nebinin ses ve soluklarının tesiri zihinlerden silinmiş ise, muhakkak insanlık bir öncekilere göre alçalışa geçmiş ve onun ruhî hayatında büyük sarsıntılar birbirini takip etmiştir. Manevî hayat çorak bir araziye dönmüş, lâhut âlemine ait inşirah esintileri tamamen dinmiş ve insanlar derbeder hâle gelmişlerdir. İşte nebiler babası Hz. İbrahim (a.s), gönderildiğinde insanlık âlemi böyle bir atmosferi yaşıyordu. O, ’emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’in diriltici nefesleriyle insanlar arasına girdi; nerede üç-beş kişi gördüyse, oraya gitti ve onlara hakkı, hakikati tebliğ etti. O’nu dinleyip sözüne kulak verenler, yeniden insanî kemalat adına zirvelere tırmandı ve hep şahikalarda dolaşmaya başladılar.

Hz. İbrahim’den (a.s) sonra insanlık tekrar çıktığı zirveden yavaş yavaş aşağıya inmeye ve yeniden yozlaşmaya yüz tuttu. Her şeyi maddede arayan ve onda bulmaya çalışan bir zihniyet, yeniden gelip başköşeye kuruldu. Bir ucu yirminci asra kadar uzanan bu felaketin, nasıl korkunç bir şey olduğunu, zannediyorum biz bugün daha iyi anlamaktayız.

İşte Hz. Musa (a.s), Mısır’da, Nil deltasında böyle bir anaforun yaşandığı dönemde zuhur etti. O da kendisinden önceki peygamberler gibi, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ vazifesiyle memurdu ve biraz inatçı bir kavme karşı mücadele vermekle tavzif edilmişti. Bu yüce vazifeyi yüklendi ve onları ellerinden tutup yüceltme gayretine girdi. Bu çalışmalarında bir ölçüde muvaffak da oldu. Muhatapları çok zor yola gelebilecek bir millet olmasına rağmen, Hz. Musa (a.s)’nın gece-gündüz gösterdiği gayret ve çırpınışları neticesinde ve ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in bir semeresi olarak, hayatta iken kendi de çok şeye şâhit oldu.

Elbette ki, insanları ellerinden tutup şahikalara çıkarmak ve onları birer kâmil insan hâline getirmek kolay bir hâdise değildir. Onun içindir ki, peygamberlerden dahi nice şehitler verilmiştir. Hz. Zekeriya (a.s) baştan aşağıya demir testereyle bu uğurda ikiye biçilmiş, Hz. Yahya (a.s) yine bu uğurda şehit edilmiştir. Zaten Hz. İsa (a.s) için kurulan çarmıh da, başka bir gaye için değildi.

Allah Resûlü’nün (s.a.s) maruz kaldığı zorluklar bunların hepsini aşkındı. O’nun bu uğurda çekmediği eza ve cefa kalmamıştı. Hatta bir defasında O, Hz. Âişe (r.anha)’ye hitaben: ‘Ya Âişe, kavminden çok çektim'[1] diyecektir. Mahzun Peygamberin bu sözünde, bir kalb kırıklığının iniltisi vardır. Siz bu sözü alın, bütün peygamberlere uğrayarak Hz. Âdem’e (a.s) kadar ulaştırın. Ve hayalen bu sözü yakın takibe alın, onu hemen her nebinin kalb inkisarı olarak bulacaksınız. Hz. Âdem (a.s) evlatlarını toplayacak: ‘Sizden çok çektim’ diyecek, Hz. Nuh (a.s), Hz. Hûd (a.s) ve diğerleri de aynı sözü tekrar edecek ve aynı inkisarı dile getireceklerdir.

Efendimiz’den sonra, bu işi devam ettiren kutlular.. onların ifadeleri de sıkılsa, damla damla aynı inkisarın döküldüğü görülecektir: ‘Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.'[2] ifadesi, buruk bir inkisardan başka neyin ifadesidir? İhtimal o bu sözü, kendi gibi bütün kalbi kırık büyükler için söylüyordu. Hasılı bu hâl, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ yapanların değişmez bir kaderidir.

Bu büyük işe iştirak etmenin şerefi mevzuunda dikkatleri çekmek için, bilhassa Seyyidina Hz. Âdem (a.s) ile Efendimiz (s.a.s) arasında, tefekkür mekiğinizi getirip götürmek istedim. Heyecanım, meselenin kudsiyetini aksettirmeden kaynaklanıyordu. Hülyâlarımda hakikat erlerinin ‘hay-huy’ unu duyuyor gibiydim.

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yolunda atılan her adım, adım sahibi için nübüvvete veraset sevabı kazandırır. Çünkü bu vazife, esas itibarıyla peygamberlerin vazifesidir. Bu yola adımını atan her insan, böyle bir vazifenin altına girmiş ya da İlahî bir lütuf olarak bu vazife ona verilmiş demektir. Öyleyse bu uğurda tek adım atan insan dahi, niyet ve derecesine göre bu vazifenin sevabını kazanacaktır.

Ayrıca şu hususa da işaret etmek yerinde olur: Mâdem ki bu kudsî vazife peygamberlerin vazifesidir. Peygamberler ise, bütünüyle istikamet içindedirler. O hâlde, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ yapanlar da, hiç olmazsa bu amelleri itibarıyla istikamet içinde sayılırlar.

Netice itibarıyla; Allah’a inanan her ferdin, Allah katında mü’min kabul edilebilmesinin ve mü’min kalabilmesinin garantisi, üzerindeki tebliğ vazifesini bihakkın ifa etmesiyle yakından alâkalıdır. Allah’a inanan fert ve cemaatler, varlıklarını ancak ve ancak bu vazifeyi yerine getirmekle devam ettirebilirler. Hak ve hakikate tercüman olma, haksızlık karşısında dilsiz şeytan kesilip susmama, her zaman hayatı ve ölümü istihkâr edip hiçe sayma, hep sahabe anlayışı içinde olma ve bu kudsî vazifeyi hayatın gayesi bilme; hem var olmanın sırrı, hem de mü’min kalmanın şartıdır. Bunlar yaşanmadan geçen günlere yazıklar olsun!.. Aslında her mü’min de, bu kudsî vazifenin yapılmadığı bir cemiyet içinde yaşamaktan Allah’a sığınmalıdır.

Fert, bu vazifeyi yaparken hem inandığı ve uğruna baş koyduğu düşüncelerini hayata geçirme imkânını bulacak, hem de bu sayede sahip olduğu îman havada kalmamış olacaktır. Zira İslâm, yaşanan bir hakikattir; yaşanmadıkça onun anlaşılmasına imkân yoktur. Îman ve tebliği her şeyin merkezine yerleştiren bir insan, bütün hayatî faaliyetlerini de bu merkez etrafında örgüler. Bir mü’min için, korunması gereken beş esastan en birincisi dindir. O ırzını, namusunu, malını ve canını koruyacak; ama evvelâ dinini koruyacaktır. Ve bu da onun, dinine verdiği önemin bir işareti olacaktır. Ferdin, Allah ile olan irtibatının derece ve kuvvetini gösteren en çarpıcı tablo, onun dini koruma adına gösterdiği gayret ve çalışmalarıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, dinini koruyamayan, diğer dört esası da koruyamaz. Tarihin bize verdiği en ibretli ve isabetli derslerden biri de işte budur.

Allah (c.c) bizi, kendisini ifade edelim ve anlatalım diye yarattı. Yaratılışımızdaki ilâhî maksat da budur. Bu ilâhî maksada uygun hareket etmek, hem dünyamızı hem de âhiretimizi mamur edecektir. Aksi hâlde dünyevî ve ebedî varlığımızın teminatı olan bu maksadın tokadını yer; hafizanallah hem millet olarak, hem de cemiyet olarak fitne ve fesadın ağına itilmiş oluruz. Bu önemli vazife (tebliğ vazifesi) yapılmadığı zaman, toplumun maruz kalacağı muhtemel musibetleri, Efendimiz (s.a.s) şöyle dile getirmişlerdir: Şöyle ki, bir gün etrafında Sahabe halka olmuş pür dikkat O’nu dinliyorlardı. Ancak bugün, o nezih dilden ve lâl ü güher dökülen lisandan bir kısım tehdit ve tehlike ifadeleri de sadır oluyordu. Ebû Ya’la ve İbn-i Ebi’d-Dünya (r.anhüma)’nın rivâyetlerine göre Allah Resûlü (s.a.s):

‘Nasıl olacak hâliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı, sereserpe, açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terkedildiği gün?’

Sahabe bu sözler karşısında dehşete düştü; zira akılları böyle bir şeyi kabul edemiyordu. Onlar, tek bir mü’min dahi kalsa, bir cemiyette bu kabil kötülüklerin yaygınlaşmayacağına inanıyorlardı. Bu yüzden sözlerin tesiri, üzerlerinde bir şaşkınlık meydana getirmişti. Bundan dolayı da hemen sormuşlardı:

‘Bunlar olacak mı ki ya Resûlallah?’

Bunu hem şaşkınlık içinde hem de istifsâr mahiyetinde soruyorlardı.

Ve Allah Resûlü (s.a.s):

‘Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi de olacak’ buyurunca, etrafa bir garip hava çökmüş ve bakışlar bulanmıştı. Nihâyet dehşet içinde:

‘Bundan daha şiddetlisi nedir ya Resûlallah?’ diyebilmişlerdi.

Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu:

‘Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz!’ buyurdular. Biz hadisin bu bölümünden, günümüzdeki umumî duruma işaret etmesi yönüyle bir kesit alalım:

Evet hadîs-i şerif, bir gün her şey tersine dönüp değerlerin altüst olacağına iyiler kötü, kötüler iyi görüleceğine, zinanın tervic edileceğine, terör-anarşi revaç bulacağına, îman ve Kur’ân’ın aşağılanacağına, Allah’a inananlar hor ve hakir görüleceğine, birçok kötülük bizzat devletler tarafından kanunlarla korunmaya alınacağına, dine ait hakikatler gericilik addedileceğine işaret etmektedir. İşte değerlerin altüst olması budur. Çağın insanı bunu on misliyle yaşadı ve zannediyorum daha bir süre de yaşayacak. Evet tebliğe ait vazife yapılmayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve hakaretin alacağı muhakkaktır.

Fıtrat kanunları çiğnenirse, bunların neticelerine de katlanmak gerekir! Bu hep böyle olmuştur, akl-ı selim sahibi kimselerin başka şey beklemeleri de düşünülemez. Bu yüzden, bunları vicdanına sığdıramayan sahabe tekrar hayretle sorar:

– Bu da olacak mı ya Resûlallah? Yani iyilikler menedilip, kötülükler emredilecek mi?

– Daha şiddetlisi bile olacak!

– Bundan daha şiddetlisi de nedir, Ey Allah’ın Resûlü?

– Münkerât karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize!

Yani, çoluk-çocuğunuzu akıntıya saldığınız, onları başıboş bıraktığınız, hatta onlara halinizle, dilinizle, davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman.. daha da kötüsü neslinize Allah’ı unutturduğunuz ve Peygamber’i gönüllerden sildiğiniz gün hâliniz içler acısı demektir. Artık sahabede hayret ve şaşkınlık son haddine varmış, dizlerde derman kalmamış, göğüsler daralıp, nefesler tıkanmaya başlamıştı ki, dermansız, bitkin ve titrek bir sesle:

– Bu da mı olacak ya Resûlallah?

– Evet. Hatta ondan da şiddetlisi olacaktır.

Ve tam bu esnada Allah Resûlü (s.a.s), Allah’a (c.c) kasem ederek O’ndan şu sözü nakletti: ‘Celalime yemin olsun ki bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim…'[3] İşte Allah Resûlü (s.a.s), bu önemli mükellefiyetin idrak edilmediği takdirde, bunun istikbalde ümmete nelere mâl olacağını, mucizâne bir şekilde dile getiriyordu ki, aslında biz de böyle bir mükellefiyet altında bulunmaktayız. Kalbimizin en hassas yerinde, üç asırdır devam edegelen bir vebâlin ağrı ve sızısı var. Şüphesiz bu ağrı ve sızılarımızı dindirecek olan tek çare de, nebilere ait bu vazifenin hep birlikte ümmetçe idrak edilmesi ve yapılmasıdır.



[1] Buhari, Bedü’l-Halk, 7; Müslim, Cihad ve Siyer, 111 [2] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, 629 [3] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7/280,281

Tebliğe Duyulan İhtiyaç ve Kazandırdıkları 25 dk.

Günümüz insanı, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’e her devirden daha çok muhtaçtır. Zaten nübüvvet, Hatemü’l-Enbiya (s.a.s) ile son bulmuş ve o kapı artık ebediyen kapanmıştır. Halbuki günümüzde, geçmiş asırların hepsine denk bir küfür ve isyan hâdisesi söz konusudur. Bu itibarla da bugün, bu yüce vazifeyi omuzlayanlar, her devrin insanından daha büyük sıkıntı ve ızdıraba dûçâr olabileceklerdir. Bu zor şartlardır ki, günümüzün mürşit ve mübelliğlerini kendilerinden önce gelenlerin çok önüne geçirecek ve ümit ediyoruz onlara, sahabenin hemen arkasında yer alma payesini kazandıracaktır.

Nefis cümleden aşağı olsa da, vazife cümlenin üstündedir. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, insanlara ihtiyaçları nisbetinde gelmektedir. Allah’ın rahmeti, insanlar arasında taksim edilirken onun çokluğu, ekseriya, şahsın iktidarıyla ters orantı arzeder. Kim daha aciz ve zayıf ise, Cenâb-ı Hakk ona daha çok merhamet etmekte ve onun elinden tutmaktadır.

Değişik atmosferler açısından bakış ve duyuşlarla kalbimize kadar sokulan günahlar, bizleri öyle mefluç bir hâle getirmiştir ki, gecelerimiz heyecâna, seccadelerimiz de gözyaşına hasrettir. Aşk ve muhabbetten yoksun, kadavraya dönmüş bu hâlimizle, bilmem ki başka hangi felaketleri bekliyoruz? Bunun ötesinde gelecek felaket, (Allah korusun) şeytanın başına gelen felaket olabilir. Evet bizler, yirminci asrın insanları olarak, günahlarla öylesine içli dışlı olmuşuz ki, şâyet gözümüzden perde kalksa ve kendi manevî mahiyetimizi müşahede etsek, o hâlimizden en evvel kaçan bizler olacağız.

Ve, bu kadar mücrim, bu kadar yıkılmış, bu kadar dökülmüş olmamıza rağmen Rabbimizin bizlere ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ vazifesini tevdi etmesi, sadece ve sadece rahmete olan ihtiyacımızdandır. Bizler alabildiğine küçük ve zayıf olmamıza karşılık Cenâb-ı Hakk, alabildiğine yüce ve merhamet sahibidir. O’nun bu sonsuz rahmet ve merhametine mukabil vicdanlarımızın ifadesi olarak dilimizle binlerce kez ‘elhamdülillah’ desek yine azdır.

Yirminci asır, mânâ ve ruh adına hakikaten her şeyin sarsılıp yıkıldığı bir asır olmuştur. Öyle ki, gözler küsufa tutulmuş, bakışlar bulanmış ve beller de iki büklüm hâle gelmiştir. Serfüru edilen yerler, hep mihrap girintisine ters çıkıntılardır. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen fısıltı hâlinde de olsa, Efendiler Efendisi (s.a.s)’nin sesi ve soluğu hâlâ duyulmakta, O’nun asırlarca evvel söylediklerinin yankısı zaman ve mekanı aşarak bize kadar ulaşmaktadır ki bu da Rabbimizin sonsuz rahmetinden başka ne ile izah edilebilir ki? Öyle ise, bize düşen de, bu sonsuz lütfun şükrünü eda etmek olmalıdır. Bu da O’nun diriltici soluklarını ruhumuzun enginliklerine doldurmak ve her nefes alış verişimizi bu soluklara göre ayarlamakla olacaktır. Bu ölçüde şükrünü eda edenler ki, neticede de onlar kurtulacaklardır.

Sâdi Şirâzî, Efendimiz (s.a.s)’e hitaben:

‘Ne mutlu o ümmete ki, o ümmetin vapurunun kaptanı Sensin. Ne mutlu o ümmete ki, o ümmetin arkacısı ve dayanağı Sensin’ der. Evet bizler, kurtarıcı bir sefine içinde bulunuyoruz. O sefinenin kaptanı Kainatın Efendisi (s.a.s)’dir. Şimdilerde bir kere daha kaptanımız bize sesleniyor ve tayfalarının toplanmasını istiyor. ‘Ancak bu vapura binenler kurtulacaktır…’ Bilmem ki bu sesi duyup topluca ona icabet edebilecek miyiz?

Şimdi de, Müslümanın tebliğ vazifesi ile muvazzaf kılınışını ve bu vazifeyi hakkıyla eda etmesi neticesi kazanacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları Kur’ân âyetlerinden takip etmeye çalışalım. Cenâb-ı Hakk, bir âyette şöyle buyuruyor:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ

‘Sizden iyiye davet eden, mârufu emredip münkerden kaçındıran bir cemaat olsun. İşte felaha, başarıya ulaşan yalnız onlardır.’ (Âl-i İmran sûresi, 3/104) Evet, sizin içinizde daima, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ yapacak, hayra davet edecek ve şerden sakındıracak, insanlara doğruyu gösterecek ve kendisi de dosdoğru olacak, hem öyle doğru olacak ki, kötülüklerden, yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçacak bir cemaat bulunmalı. Bir diğer ifadeyle, onlar, içinde bulundukları cemiyet için birer Kutup Yıldızı olsunlar. İçtimaî hayat okyanusunda seyahat eden cemiyet sefinesi, yollarını onlara bakıp öyle ayarlasın. Rotalar hep onlara göre kontrolden geçirilsin. Ta ki, sapmalar ve yolda dökülüp kalmalar asgariye indirilebilsin. Ne var ki bu rehber topluluk bu işe o denli motive olmalıdır ki, görenler onları adetâ ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’den ibaret mücessem bir âbide gibi görmelidir; görmelidir ki, inandırıcı olabilsin…

Eğer bir cemiyet içinde, daima böyle kalabilen ve her zaman böyle olabilen bir cemaat yoksa, o cemiyetin işi bitmiş demektir. Aralarında böyle bir cemaat zuhur edinceye kadar da onların doğru yolu bulması mümkün değildir.

Burada önemli gördüğüm bir hususa daha temas etmek istiyorum. Eğer bir yerde, iyiliği emredip kötülükten meneden bir cemaat varsa, Allah (c.c) o bölge halkını semavî ve arzî bütün felaketlerden koruyacağına dair teminat vermektedir. Böyle bir teminatı başka birilerinin vermesi mümkün değildir. İşte bu konuda Kur’ân’ın beyanı:

وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرَى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ

‘Halkı ıslah edici olduğu halde, Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez’ (Hûd sûresi, 11/117). Ve ben de, Kur’ân’ın ardından sözlerine itimat ettiğim pek çok devâsâ kametin beyanlarına, bütün nebi ve velilerin de bu meyandaki sözlerine itimat ve istinaden diyorum ki ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in yapıldığı bir yere, Cenâb-ı Hakk musibet ve belâ vermez. Cemiyet böyle bir cezayı hak etse bile, o cemaatin hatırına o belâ ve musibet kaldırılabilir. Zira o cemaatin kalbleri daima Cenâb-ı Hakk’la irtibatlıdır. Ömürlerinin her an ve dakikası, iyiliği emredip kötülükten menetmekle geçmektedir. Dertli ve ızdıraplıdırlar. Dertlerinin ve ızdıraplarının sancısı beyinlerine vurur da onlar her an iki büklüm kıvranır dururlar. ‘Kime, nerede ve nasıl anlatsam..’ düşüncesi onlarda sabit fikir hâline gelmiştir. Yerken, içerken, yatarken, kalkarken bu düşünce her zaman onları çepeçevre kuşatmıştır. Sanki varlıkları bu düşünceden ibaret gibi bir hâl almışlardır. İşte böylesine hakikatin âzat kabul etmez köleleri bir toplumun safları arasında dolaşıp durdukça, o cemiyet semavî ve arzî bütün belâ ve musibetlerden emin demektir. Ve eğer biz, semavî ve arzî belâ ve musibetlerden emin olmak istiyorsak, derhal yaratılış gayemiz olan bu vazifemizin başına dönmeliyiz.. dönmeli ve kat’iyen bilmeliyiz ki, gelen musibetler, ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in terkinden dolayı gelmektedir. O belâ ve musibetlerin gitmesi isteniyorsa, o da yine ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in yerine getirilmesiyle gerçekleşecektir. Başka hiçbir ibadet ü taat, böyle bir paratönerliği hâiz değildir. Cenâb-ı Hakk, bir insanı veya cemiyeti onlar namaz kılar oldukları, Kâbe’yi tavaf ettikleri, ellerinde evrâd u ezkâr okuyup durdukları anlarda bile yok edip, yerin dibine geçirebilir. Ancak bir yerde on insan arzedildiği, şekilde dertli, muzdarip ve vazifelerini de yapıyorlarsa, Cenâb-ı Hakk o beldeyi teminatı altına alır ve orayı muhafaza buyurur.

Onun içindir ki, bazı İsrâilî kaynaklarda şöyle bir husus nakledilmektedir: ‘Hz. Lût (a.s)’un kavmi helâk olduğunda, onlar içinde gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçiren binlerce âbid ve zâhid insan vardı.. ama onlar ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ vazifesini yapmıyorlardı.’ Yine Hz. Şuayb (a.s)’ın kavmi Eyke halkı helâk edilirken, kim bilir kaç insan orada namaz kılıp, oruç tutuyordu!..

Fakat, içinde emr-i bi’l-maruf vazifesi yapıldığı hâlde helâke uğramış tek bir kavm veya millet göstermek mümkün değildir. Zira tarihte böyle bir misal de yoktur. İleride -inşaallah- âyet ve hadislerin aydınlatıcı tayfları altında bu meseleyi daha genişletmeyi düşünüyoruz.

Yeryüzünde tebliğ hakikati ve ona duyulan ihtiyacı, bir başka zaviyeden şöyle değerlendirebiliriz: ‘Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ insanın, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasının muktezasıdır. Allah (c.c), insanı, eşyaya müdahale etme pâyesiyle serfiraz bir halife kılmıştır. Ve ona kendi iradesinden bir irade bahşetmiştir. ‘Benlik’ ve ‘ego’ sadece insanda vardır. O, bu sayede kendinde mevcut olan hassalar ile, Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını değişik tecellileriyle anlamaya çalışır ve gerçek kimliğinin idrâkine ulaşır. Zira insana verilen benlik, mâlikiyet ve bunlardan kaynaklanan hürriyet duygusu, sadece bir ölçü birimidir. İnsan, bunlar sayesinde kuracağı farazî hatlarla Rabbini, Mâlik’ini ve O’nun her şeye kâdir olduğunu anlayıp idrak edebilir.

İşte, insana böyle ayırıcı özelliklerin verilmesi, bir bakıma onun baştan halife kabul edilişi demektir. Zaten Allah (c.c) meleklerine hitaben, ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim..’ dedikten sonra, insanlığın babası olan Hz. Âdem (a.s)’i yaratmıştır. O’na eşyaya tasarruf hakkı vermiş ve O’nu kendi yerine bir bakıma halife tayin etmiştir. Vekil, kendisine vekâlet veren şahsın tayin ettiği hudutların dışına çıkamaz ve o hudutların dışında tasarruf yapamaz. Zaten, insanın yapması gereken şeyler de, peygamberlerin bildirmiş olduğu ilâhî fermanlarla tespit ve tayin edilmiştir. İşte insan, o beyan ve hükümler doğrultusunda hareket ettiği müddetçe vekâletini tam ve mükemmel yerine getirmiş olacaktır.

Hasan Basri Hazretleri’nin mürsel olarak rivayet ettiği bir hadîs bu mülâhazaya ışık tutar mahiyettedir. Hadîste şöyle denilmektedir:

مَنْ أمَرَ بالمَعْروف ونَهَى عن المُنْكَر فهو خليفةُ الله في الأرضِ وخليفةُ كتابِهِ وخَليفَةُ رَسُولِهِ

‘Kim, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yaparsa o Allah’ın, Allah Resûlü’nün ve kitabullah’ın halifesidir.'[1] Cenâb-ı Hakk’ı anlama ve anlatma, tanıma ve tanıtma, davranışlarıyla O’na ait olduğunu gösterme herkese düşen bir görevdir. Resûlullah (s.a.s)’ı ve kitabullahı anlama ve anlatma da yine insana düşen bir vazifedir. Allah ve Resûlü’nün vaz’ettiği prensipleri pratiğe dökme ve onları yaşanır hâle getirme de yine bu vazife cümlesindendir. Şu kadar var ki, aynı zamanda bu vazifeler insanın yaratılış gayesidir de. Demek oluyor ki insan, emr-i bi’l-maruf yaptığı ölçüde vazifesini yerine getirmiş olacaktır. Ve bütün bunlar, insanın adım adım Cenâb-ı Hakk’ın rızasına kavuşmasını sağlayacak önemli vesilelerdir.

Dürre Bint-i Ebî Leheb (r.anha) anlatıyor: ‘Bir gün Allah Resûlü (s.a.s) hutbe irad ediyordu. Mescide bir adam girdi ve Allah Resûlü’ne, ‘İnsanların en hayırlısı kimdir?’ diye sordu. Allah Resûlü bu soruya şu şekilde cevap verdi: ‘İnsanların en hayırlısı emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yapan, çok okuyan, Allah’tan çok korkan ve sıla-ı rahimde bulunandır.'[2]

Evet, insanların en hayırlısı, marufu emredip, iyiyi yaymayı dert haline getiren, gece-gündüz bunun sancısını ve ızdırabını çeken, kötülükten meneden, münkerin neşv ü nemâsına meydan vermemek için elinden gelen her şeyi yapan, gönlünü hep bu duyguya kilitleyen, Allah (c.c)’tan çok korkan, yaşadığı hayatı şeriat-ı fıtriye ile Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın birleştirilmesi şeklinde yaşayan, yani; Kur’ân’dan fışkıran hakikatlerin bir kavis çizip yükseldiği yerleri birbirine bağlayıp, eşya ve hâdiselere o zaviyeden bakan sıla-ı rahimde bulunan, insanlara karşı alâka duyan ve şefkatli olan insandır. Bizce vazifeler içinde en mühim olanı da budur.

Eğer insanımıza karşı alâka duyuyor ve ona karşı merhametli olduğumuzu kabul ediyorsak, bunun en güzel isbatı, ona karşı yapmamız gereken vazifeleri yerine getirmemiz olmalıdır. Bu hususta bize düşen en hayatî iş de ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’dir. Öyleyse bunu bütün insanlığa karşı yerine getirme emeliyle çalışmalıyız.

Kaldı ki bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Cenâb-ı Hakk tarafından takdir ve tebcile mazhar olur. Onun için, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

لَيْسُوا سَوَاءً مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ & يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَأُوْلَئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ

‘Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyup duranlar vardır, bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar salihlerdendir.’ (Â’l-i İmrân sûresi, 3/113,114).

Demek oluyor ki, bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Allah’a, âhiret gününe de inanıyorsa, Kur’ân’ın tebciline mazhardır. Zaten bizi de dolu dolu ümitlere sevkeden, bu ve benzeri âyetler değil midir?

Evet, günümüz insanı şiddete, hiddete, baskıya, dövüp öldürmeye değil; şefkate, sevgiye, muhabbete, tatlı söze, mûnis sese muhtaçtır. Herkese şefkatle eğilecek, onun kalb iniltilerini bir mızrap gibi kendi gönlünde duyacak ve onların ızdırabını ızdırabın gibi paylaşacaksın.. evet bugün bizlerden beklenen şey budur. Bu yapılabildiği ölçüde insanlığın beklediği önemli bir iş yerine getirilmiş olacaktır.

Bugün doğu ve batıda bizleri hayrete sevkedecek ölçüde ihtidalar, hidayete ermeler ve din olarak İslâm’ı seçmeler görülmekte.. ve yine içte-dışta baş döndürücü keyfiyette dine dönüşler müşahede edilmektedir. Dün unutulan mescit ve seccadeler, bugün kendileriyle bütünleşen insanlarla, dününün neşvesini paylaşmakta. Ve bu umûmî durum olanca hızıyla yeryüzüne yayılmaktadır. Bütün bunlar, bugün birer olgu ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- bu kalblerin şefkatle açılıp-kapandığını göstermektedir. Nefret uyandıran davranışların dün hiçbir faydası olmadığı gibi, bugün de olmayacaktır, yarın da olmayacaktır.

Ben, bugün hidayete ulaşmış ve İslâm’dan nasibini almış nicelerinden duydum ve dinledim ki, eğer dün öldürülmüş olsalardı, şimdilerde, îmanın va’dettiği bu rûhânî hazlardan istifâde edemeyeceklerini defaatle, ‘Allah’a şükür ki, o anarşi döneminde İslam’a karşı bir türlü sıcaklık düymayan kişiler olarak öldürülmedik. Aksi hâlde dünya ve âhiretimiz mahvolacaktı’ şeklinde ifade etmişlerdir.

Hidayete erip Müslüman olmuş ve Allah Resûlü (s.a.s)’nün huzuruna erme payesini ihraz etmiş bir sahabinin, cahiliye döneminde Allah Resûlü (s.a.s)’nün dostlarından birini öldürmüş olma cürmünü ileri sürüp, kendisini kınayan bir başka sahabiye verdiği cevap oldukça manidardır! Sahabi diyor ki: ‘Sen beni öyle bir işimden dolayı kınıyorsun ki, Allah (c.c) benim elimle onu cennete koymuştur. Çünkü o şehit olmuştur. Ya orada ölen ben olsaydım, durum nice olurdu? Zira o gün ben kâfirdim ve ebedî olarak cehenneme girecektim…’

Esasen siz de, mazinin belli bir devresine gidip, anarşiden sıyrılmış ve seccadesine kavuşmuş insanları dinleyebilseniz aynı ses, aynı soluğu duyacaksınız. O gün her meseleyi kaba kuvvetle çözmeye çalışanlar, bugün seccadelerinin başında ağlayan o eski mücrimleri gördüklerinde acaba ne derler?. Doğrusu bunu çok merak ediyorum!

Bu hususu tenvir için Asr-ı Saadet’ten canlı bir örnek sunmak istiyorum:

Amr b. As (r.a), olabildiğine bereketli ve uzun ömür yaşamış bir sahabidir. O, ölüm döşeğine düştüğünde oldukça endişeli ve bu endişeden dolayı da âdeta iki büklümdü. Bu eski asker ve siyasî dâhiye oğlu ve aynı zamanda ümmetin âlimlerinden olan Abdullah b. Amr b. As (r.a): ‘Babacığım! Sen hayatta ölüm endişesi taşıyan insanları sevmez, aksine onlara kızardın. Şimdi aynı endişeyi taşıdığını görüyorum..’ der. Ölüm döşeğinde son anlarını yaşayan Amr b. As (r.a), oğluna şu cevabı verir:

‘Benim hayatımda üç önemli devre var ki, bunlar beni çeşitli duygulara sevketmektedir. İlk devrem küfür içinde geçmiştir. Allah Resûlü’ne (s.a.s) ve inananlara yapmadık kötülük bırakmadım. Her yerde ve her defasında onların karşılarına çıktım; Habeşistan’a hicret ettiler ben de arkalarından gidip orada dahi onları huzursuz ettim. Birçok muharebede Müslümanların karşılarına dikildim. O devrede benimle beraber olanlardan niceleri küfür içinde ölüp gittiler. Cenâb-ı Hakk beni korudu ve hidayete erdirdi. İşte ben o devrede ölmediğim için gece-gündüz Rabbime hamd ettim ve şükürde bulundum.

İkinci devrede ise, daima Allah Resûlü (s.a.s) ile beraber oldum. O’ndan hiç ayrılmadım. Bu dönem itibarıyla dupduru bir hayat yaşadım. Birçok sahabi bu safvet ve duruluk içinde iken öldü. Fakat ben ölmedim. İşe o devrede ölmediğim için de hep hayıflandım, üzüntü çektim. ‘Keşke ölüm bana da o devrede gelseydi ‘düşüncesiyle hayıflandım durdum.

Üçüncü devre ki, Efendimiz (s.a.s), Yüceler Yücesi nezdindeki makamına göçüp gitti. Artık O aramızda yoktu. Çıkan problemlere biz kendimiz çare bulmaya çalışıyorduk. Bu devrede vicdanımı rahatsız eden birçok hâdiseye karıştım. Ve ölüm bana böyle bir devrede geldi.. onun için de endişe içindeyim.'[3]

Bizler de bugün, Amr b. As’ın (r.a), vefat etmediği için durmadan Cenâb-ı Hakk’a hamdettiği ve o karanlık devrenin dehlizlerinden geçerek ışık ve aydınlık bir zemine çıkıp seccâdelerinde duâ duâ Cenâb-ı Hakk’a şükür edalı yönelişlerde bulunan belli bir dönem insanlarını, her devrinkinden daha çok müşahede edenlerdeniz. Eğer onlara ikinci ve üçüncü devrelerde de dupduru bir hayat hazırlayabilirsek, son anlarını da aynı hamd ve şükür neşvesi içinde geçirmelerini temin etmiş olacağız.

Evet, vazifede sınır yoktur. Bilhassa muhabbet fedaisi olmaya azmetmişler için… Muhabbet fedaisi, kendini, Cenâb-ı Hakk’ı insanlara sevdirmeye adamış kahramandır. Onun bütün derdi, insanların Rablerini sevmelerini temin etmek ve onlara ebedî varoluşa giden yolları açmaktır. Bilhassa günümüzde, böyle bir kahramana düşen vazife çok daha ciddi buudlara ulaşmıştır. Zira ekseriyet itibarıyla günümüz insanı, her ne kadar çeşitli yerlerde görülen dinî hayata dönüş bize ümit verse de, Cenâb-ı Hakk’tan kopuk bir hayat yaşamaktadır. Onları böyle bir girdaptan kurtarma, çok zor; zor olduğu kadar da mübeccel bir vazifedir. Cinnet içinde, öldüren bir bataklıkta çırpınan bir insana, ‘olduğun gibi kal!’ demek ne ise, bu girdapta yuvarlanan nesle de, kalb safvetini korumasını ve Rabbiyle irtibatını sağlam tutmasını tenbih etmek aynı şeydir, hatta ondan da zordur. Ne var ki bizler bu zoru aşmak mecburiyetindeyiz. Sevgi, muhabbet ve müsamaha da bu zoru aşmanın önemli bir yoludur. Çünkü karşımızdaki kimselerin çoğu ebedî hayatını kazanma ya da kaybetmekle yüz yüzedir. Biz ise, onun ebedî hayatını kazanmasını istemekteyiz. Halbuki o, henüz içinde bulunduğu tehlikenin büyüklüğünü sezebilmiş değildir. Onun için, bizim gayret ve tehâlükümüzü yadırgamakta; hatta bazen bize kızmakta ve karşı çıkmaktadır. Ona aynı şekilde mukabele, onun ebedî hayatı kaybetmesine sebep olacaktır. Öyleyse davranışımız, mutlaka onun bize karşı olan davranışından farklı olmalıdır. Zaten o, durumunun nazik bir noktada olduğunu bilse, bizim gayretimizi anlayacak; koşup gelecek ve gönüllerimizi sevince gark edecektir. O hâlde, onun o bütün yadırgama ve karşı çıkmalarına rağmen, bizim ısrarla bu uyarıları devam ettirmemiz gerekir. İnsanlık semasının ay’ları, güneşleri mesabesinde olan başta peygamberler olmak üzere evliyâ, asfiyâ da hep böyle davranmışlardır. Meselâ;

Hz. Nuh (a.s), boğulmak üzere olduğunun farkında olmayan, onun için de gemiye binmemede ısrar eden oğlunun karşısında, nasıl çırpınmış ve aralarına giren bir dalganın oğlunu alıp götürmesi karşısında nasıl sarsılmış ve sessiz bir feryada gömülmüştü,[4] öyle de, günümüzde, aynı türden yüzlerce hâdise karşısında aynı heyecan yaşanmalıdır!..

Putlara tapan bir baba karşısında Hz. İbrahim (a.s)’in derdi, ızdırabı ve ona hakikatleri anlatabilmek için her çareye başvuruşu,[5] günümüzün muhabbet fedâilerine mutlaka birşeyler anlatmalıdır.

Hele, kendisini kırk yıl himaye etmiş amcası Ebû Talib’in öleceği anda başucunda durup: ‘Amcacığım, bir kere beni tasdik et, âhirette sana şefaat edeyim'[6] diyerek kıvrım kıvrım kıvranan dertli ve mahzun Nebi’nin bu hâli, gözlerimizin önünden hiç gitmemelidir.

… Ve yine O; kavmi O’nu kovmuş ve her türlü hakarete maruz bırakmışken, O hep muhabbet ve sevgiyle mukabele etmiş; etmiş ve kazanan da kendisi olmuştur. Çünkü arkasından milyarlarca insanın ebedî hayatı kazanmasına giden yol, bu katlanma köprüsünden geçerek devam etmiştir.[7]

Evet, bu kudsî vazife, tam şefkat ve muhabbet fedâilerine göre bir vazifedir. Yaşatma arzusuyla yaşama zevkini terkedenlerin vazifesi.. içinde bulunduğu cemiyetin fertlerine cennete giden yolu gösteremediği takdirde, cennette dahi huzur bulamayacak kadar yüce himmetler taşıyan şefkat abidelerinin vazifesi.. ‘Milletimin îmanını selâmette görürsem cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin îmanını selamette görmezsem, cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur..'[8] diyen fedailerin vazifesi.. ve ‘Ya Rabb, vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım, oraya başka kulun girmesin’ diyen sıddîklerin vazifesi…

Evet, pratikte tatbiki çok zor olan bu sözler, bir anlık ruh hâlini ele verse dahi, ummanlara sığmayan bir şefkati anlatması bakımından da çok mühimdir…

Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp ‘Ümmetim! Ümmetim!’ diyeceği rivayet edilir. Bu nasıl bir şefkattir ki, o esnada O’na; cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutturacak ve O gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayıp duracaktır. Evet O’na ‘Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!’ deninceye kadar O, başını yerden kaldırmayacak ve hep ‘Ümmetî! Ümmetî!’ diye inleyecektir.[9] İşte bu o büyük zatın ümmetine karşı eşsiz şefkat ve merhametinin ifadesidir. Yine bu, O’nun, en büyük muhabbet fedâisi olması demektir. Evet, kendi beşerî hazlarını, aile mutluluğunu, dünyevî meşguliyetlerini insanların derdiyle dertlenme yolunda unutmayan ve candan cânandan geçmeyenin muhabbet fedâisi olması mümkün değildir. Tam bir muhabbet fedâisi olmadan da ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesini hakkıyla yerine getirmek imkânsızdır.



[1] Deylemî, el-Firdevs, 3/586 [2] Müsned, 6/431 [3] İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğabe, 4/247; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 3/3 [4] Hûd sûresi, 11/42,43 [5] En’am sûresi, 6/74 [6] Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 40; Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’ân, 28,29; Neseî, Cenâiz, 102 [7] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6/35; Kadı İyaz, Şerhu’ş-Şifa, 1/279 [8] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayatı, 554 [9] Buhari, Tevhid, 36; Tefsirü’l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326,327; Tirmizi, Kıyamet, 10

Tebliğ En Kıymetli Hediyedir 9 dk.

Tebliğ vazifesine, hediyeleşme bağlamında bir teşbihle yaklaşacak olursak, şunlar söylenebilir: Sizler yakınlarınıza, bayramlarda veya düğünlerde hediyeler götürürsünüz. Götürmeden evvel de, götüreceğiniz hediyenin isabetli olması için hassas davranır ve hediye götüreceğiniz şahsa götürülecek hediyenin seçimi mevzuunda bir hayli düşünürsünüz. Bu, gâyet normal ve hatta faydalı bir davranıştır. Çünkü hem hediyeleşecek, hem de götürdüğünüz hediye ile bir ihtiyacı karşılamış olacaksınız. İçtimaî hayatı paylaştığınız aynı yolun yolcusu insanlara gidip, onlarla sohbet etmeyi plânlarken de, en az hediye tercihinde gösterdiğiniz hassasiyet kadar hassas davranmalısınız ki, o insanlara en çok ihtiyaç duydukları şeyleri sunabilesiniz.

Unutmamalıyız ki, bugünün insanının en çok muhtaç olduğu şey; bir çift güzel söz ve nasihattir. Ve yine bugünün en kıymetli hediyesi, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’dir. Bu sebeple, bu vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirebilmek için öncelikle muhatabımız olan şahsı veya şahısları iyi tanımalı ve onların boşluk noktalarını, muhtaç oldukları hususları çok iyi tespit etmeliyiz. Aksi hâlde kametine uymayan ve ona şirin görünmeyen atlas bir cübbe de olsa, ona sevimsiz bir elbise giydirme gibi olacaktır ki, yapılan şey iyilik olmasına rağmen kötülük tesir-i icra edecektir. Çeşitli ideolojik ve fikri saplantılara dûçâr olmuş bir insanın, düşüncelerini berraklaştırmadan, onu semalarda dolaştırmanın hiçbir mânâsı olamaz. Kalbi küsuf tutmuş bir insanın gönül aynasında yıldızlar, ışıklarının serbest oyunlarını nasıl oynasınlar ki! Bu itibarla da, herhangi bir insana yaklaşmada o şahsın boşluklarını tespit çok mühimdir. Tâ ki, söylenen sözler onu düşündürsün, sarssın ve kendine getirsin.

Bazen sizin ızdırap dolu bir iniltiniz, onun kendine gelmesine ve boşluğunu duymasına sebep olabilir. Her hâlde, bir insanı kendine getirici o iniltiden, o ızdırap yüklü feryattan veya bir çift güzel sözden daha kıymetli hediye de olamaz! Öyle bir söz veya inilti ki, onun daha sonraki bütün yanlış gidişlerine ‘dur’ diyecek ve onu istikamete sevkedecektir. Kötüden iyiye yönlendirici, insanın önünde iyiden şehrahlar açıcı bu hediye, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in tâ kendisidir. Ve bence hediyelerin de en kıymetlisi odur.

Buhari ve Müslim, ittifakla şu hadiseyi naklederler:

‘Hayber muhasarası günlerce sürdü. Müspet hiçbir netice alınamıyordu. Hayber Yahudileri bütün güçleriyle direniyorlardı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.s), ‘Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah ve Resûlü’nü; Allah ve Resûlü de onu sever'[1] buyurdu. Bu bir sahabi için müjdelerin en büyüğüydü. Herkes bu pâyenin kendisine ait olmasını arzu ediyordu. Evet, onlar mü’min kardeşini her meselede kendi nefislerine tercih edebilirlerdi. Meselâ, son nefeste ve en çok muhtaç olduğu bir anda ağzına götüreceği bir yudum suyu, yanındaki kardeşi ‘su’ diye inlediği için, ona götürülmesini isteyebilirdi.[2] Malını, mülkünü, her şeyini, mü’min kardeşine seve seve verebilirdi.[3] Ama bugün söylenen söz, Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından sevilme garantisinin müjdesiydi. Hiç kimse onu kaçırmak istemez ve o mevzuda kardeşini kendine tercih edemezdi.

Velhasıl herkes, bu pâyenin kendisine nasip olmasını istiyordu. Hatta Hz. Ömer (r.a) gibi nadide bir fıtrat, konuyla alâkalı bize şunları söyleyecektir: ‘Hiçbir imaret teklifini gönlüm arzu etmemişti. Bana da şu vazife verilse diye gönlümden geçirdiğim hiçbir mesele yoktu. Ama sadece o gece, sancağın bana verilmesini çok arzu ve ümit ettim. Çünkü bu işin arkasında Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından sevilme garantisi vardı.’ Sahabe, sabaha kadar uyuyamamış, herkes heyecanla ‘acaba bu paye kime nasip olacak?’ diye düşünmüştü.. ve ertesi gün sabah namazında da herkes ön saflarda bu beklentiyle yer almaya çalışmıştı. Zira sancak, namazdan sonra sahibini bulacaktı. Namazdan sonra Allah Resûlü (s.a.s) cemaatine döndüğünde, bütün gözler, İki Cihan Serveri’nin üzerine kilitlenmiş ve O’nun iki dudağı arasından dökülecek sözcükleri beklemekteydi. Evet biraz sonra dudaklar kımıldayacak ve bu cennet kokulu ağızdan bir tek cümle çıkacaktı. Çıkacak cümle çok önemliydi, zira onda dünyanın en talihli insanının adı geçecekti. Heyecanların doruk noktaya ulaştığı bu kertede nihayet beklenen an geldi ve Allah Resûlü (s.a.s), o müşfik ve ürperti hasıl eden sesiyle ‘Ali nerede?’ dedi.

Artık iş anlaşılmıştı. Bu talihli insan Hz. Ali (r.a) idi. Fakat bir şans daha vardı, çünkü Hz. Ali (r.a), gözlerinde çok ciddî ağrı olduğundan dolayı, hasta idi. Bu ümitle cevap verirler: ‘İşte şurada hasta yatıyor ey Allah’ın Resûlü!’ Efendimiz (s.a.s) ise, onu yanına çağırdı ve mübarek parmaklarını ağzına götürdükten sonra onun gözlerine sürdü. O ağrıyan gözler, birden şifa buldu ve Hz. Ali (r.a), hayatı boyunca bu ağrıyı bir daha duymadı.

Evet, neticede sancak talihli sahibini bulmuş.. ve Hz. Ali (r.a) sancağı eline almış, Hayber’e doğru harekete geçmişti. Sonra aniden durdu ve Allah Resûlü (s.a.s)’ne, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Onlarla hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?’ dedi. İki Cihan Serveri (s.a.s) de, ona şu cevabı verdi:

انْفُذْ عَلَى رِسْلِكَ حَتَّى تَنـزلَ بِسَاحَتِهِمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإسْلامِ وَأَخْبِرْهُمْ بِمَا يَجِبُ عَلَيْهِمْ مِنْ حَقِّ الله فِيهِ فَوَالله لَأَنْ يَهْدِيَ الله بِكَ رَجُلاً وَاحِدًا خَيْرٌ لَكَ مِنْ أَنْ يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَمِ

‘Bölgelerine girinceye kadar teennî ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Âhirete ait hak ve hukukları ise, Allah’a kalmış bir iştir. Ya Ali! Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla birinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.'[4]

O günden bugüne, nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer kulağında Allah Resûlü (s.a.s)’nün bu mesajını duyar gibi olur ve duyduğu bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe telâkki eder.

Bizden önceki devirlerde, bir yandan bu ve benzeri hadîsler, diğer yandan da Allah Resûlü (s.a.s)’nün tatbikatları nazara alınarak, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesi sistematize edilmişti. Yani irşâdı düşünülen beldeye, ordudan evvel irşâd ekipleri giriyor, orada hakkı neşredip havayı Müslümanların lehine yumuşatıyorlardı. Eğer bu yolla İslâm’ın neşri ve yayılması netice veriyorsa, o belde kendiliğinden İslâm diyarı sayılıyor; şâyet karşı taraf direnip orada İslâm’ın neşrine mani olmak istiyorsa o zaman da ‘fatihan’ duruma müdahale ediyor; ediyor ve yukarıda zikrettiğimiz prensipler dahilinde davranıyorlardı. Yani evvelâ onlara İslâm tebliğ ve telkin ediliyor; zira biliyorlardı ki, onların vasıtalarıyla bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infaktan daha hayırlıdır.

Evet, netice itibarıyla bir Müslümanın, insanlık adına takdim edeceği en güzel hediye, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesini yerine getirmesi olmalıdır. Evet, i’tidali bozmadan, hangi şart ve zeminde olursa olsun, mülâyemet ve müsamaha ile, asla yılgınlığa, bezginliğe de düşmeden bu vazifeyi yapmak, hediyelerin en büyüğü ve en kıymetlisidir.

 

[1] Buhari, Cihad, 103,121,143; Fedâil’ü Ashabi’n-Nebi, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 32,35; Tirmizi, Menâkıb, 20 [2] Müstedrek, 3/242 [3] Buhari, Menâkıbu’l-Ensar, 3; Tirmizi, Birr, 22 [4] Buhari, Fedâil’ü Ashabi’n-Nebi, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 33,34

Tebliğ Devamlılık İster 16 dk.

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesi, devamlılık ve sebat ister. Bir âyette bu durum şöyle anlatılmaktadır:

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ

‘Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz’ (Âl-i İmrân sûresi, 3/110).

Bu âyette geçen ifadelere biraz dikkat edilecek olsa, yukarıdaki tesbitlerin Kur’âniliği daha iyi anlaşılacaktır.

‘Küntüm’ ifadesi, ‘oldunuz’ mânâsına gelir. Âyet-i kerimede, ‘öyle idiniz’ değil de; ‘oldunuz’ mânâsına gelen bir kelimenin seçilişi manidardır. Demek ki, ortada bir ‘keynûnet’ (sonradan olma) söz konusu. Yani ezelde böyle değildiniz, sonradan oldunuz. Zaten ezelde olunan bir keyfiyet, zâil olmaz. Ancak sonradan elde edilen durumlardır ki zâil olur giderler. Öyleyse o durumun devamlılığı, o hâli kazandıran şartların mevcudiyetine bağlıdır.

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ

‘Siz ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.’ Bu oluş, sonradan kazanılan ârizî bir durumdur. Dolayısıyla elden gitmesi de her zaman mümkündür. Çünkü hayırlılık, bizim zatımızdan değildir ve olamaz da. Bizim ile Moskova’da veya dünyanın herhangi bir yerinde doğan insanın zatında hiçbir farklılık yoktur. Hepimiz, bir damla sudan yaratılmış varlıklarız. Ancak, bizim manevî yapımızı ve mahiyetimizi hayırlı kılan bir faktör ve arızî bir tesir vardır ki, bizleri diğer insanlardan daha farklı kılmaktadır. Burada ‘biz’den maksat da bütün ümmettir. Bu ümmet, ezelde hayırlı kılınmadı. Hayırlı oluş, onun zatına yerleştirilmiş ve ondan ayrılması mümkün olmayan bir keyfiyet de değildir. Bazı şartlar vardır ki, bu ümmet o şartları yerine getirmiş ve hayırlı olmuştur.. olmuştur ama bir defa hayırlı olması devamlı öyle kalacağını garanti etmez. Eğer bu ümmet, kendisini hayırlı yapan şartları terkederse mazhar olduğu o hâl ve durumunu da kaybeder.

Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri hayırlı kılan birinci şartı,
تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ

ifadesiyle ‘siz emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker yaparsanız hayırlısınız’ demektir. Şimdi, bu birinci şart mahfûz, onun içinde bir de âyete, mefhum-u muhalifini nazara alarak mânâ vermeye çalışalım ki, o da şudur: ‘Eğer siz emr-i bi’l-maruf yapmazsanız insanların en şerlisi olursunuz’ Zaten Efendimiz (s.a.s)’den rivayet edilen birçok hadîs-i şerif ve sahabeyle alâkalı hâdiseler de bu mânâyı teyit etmektedir. Mesela; bir zamanlar milletlere, atının üzengisini öpmek şerefini bir bahşiş olarak veren bu millet, emr-i bi’l-maruf yaptığı sürece hep aziz olarak kalmıştır. Ne zaman ki bu vazifeyi terketmiş, işte o zaman üzengi öper hâle gelmiştir. Zannediyorum değişik içtimaî platformlarda zerre kadar itibarı olmayan İslâm âleminin dûçâr olduğu mezelletin asıl sebebi de bu hayâtî vazifedeki kusuru olsa gerek.

Evet, bu vazife yapılmadığı için vahyin bereketi kesilir.. düşünceler tutarsız, muhakemeler yetersiz hâle gelir.. söylenen her söz kuru ve yavan olur.. bütün cazibesi, müphemliğine bağlı bir sürü laf edilir; ancak bunların içinde pratiğe dökülebilecek bir hakikat reşhası dahi bulunamaz… İşte bunlar, vahyin bereketinin kesilmesinin birer alâmetidir. Zaten düşünce ve tefekkürde ilham kalmayınca, her türlü kültür ve teknik planında da bir gerileme, bir baş aşağı gidiş başlar. Aslında bugün her sahada başkalarına muhtaç ve hep başkalarının eline bakan bir asalak olmak, vahyin bereketinden mahrum Müslümanların değişmeyen kaderi olmuştur. Zaten düşüşün başlamasıyla bizim iç deformasyonumuz aynı zamana rastlar.

Biz meselenin bu yönünü ileride daha geniş bir şekilde ele alacak ve çeşitli misalleriyle açıklamaya çalışacağız. Şimdi, âyetteki kayıtlara birer birer temas etmek için sadede dönüyoruz:

‘Siz insanlar için ortaya çıkarılmış, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan hayırlı bir ümmetsiniz’ âyeti, ’emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker’ vazifesinin devamlılık istediğine işaret ettiğini vurgulamıştık. Bu hususu teyit eden bir hadîste de aynen şöyle denilmektedir:
مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أَضْعَفُ الإيمَانِ

‘Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. İmanın en zayıfı da budur.'[1]

Münker; İslâm’ın çirkin gördüğü her şeydir. Onun için bir Müslüman, dinin çirkin gördüğü bir durumla karşılaştığında ilk yapacağı iş, o münkeri değiştirmektir. Değiştirme keyfiyeti, münkerin durumuna göre farklı olabilir. Ne var ki bu konuda esas olan onun değiştirilmesi adına gayret gösterilmesidir. Zira o, devamlılık isteyen bir mevzudur. Bir mü’mine düşen şey de, öncelikle yapabildiği ölçüde o münkeri eliyle değiştirmesi; eliyle değiştirmeye gücü yetmiyorsa, -ister sözlü isterse yazılı- diliyle; buna da imkânı yoksa münkere kalbiyle buğz etmesidir ki, îmanın en zayıfı da bu son davranıştır. Bunun gerisinde îmandan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü görülen bir münkere rıza göstermek, îmandan tam nasip alamama emâresi sayılmıştır.

Kalbiyle buğz etme meselesini şu şekilde anlamamız da mümkündür: İnsan, kalben kızıp öfkelendiği bir insanla aynı mecliste bulunmamak için elinden gelen gayreti gösterir. Onunla hiçbir düşünce ve fikri paylaşmak istemez. Zira sevgi ve nefret bir kalbte aynı anda bulunmaz. Çünkü insan, nefret ettiği bir insana kalbî temayül gösteremez. Durum böyle olunca, münkere karşı buğz eden bir mü’min, kendi metafizik gerilimini korumuş olur. Ama işin sadece bu kadarıyla iktifa etmek, mü’minden istenen aksiyonun tamamı değildir. Kalben yapılan bu buğzu, dil ile veya el ile yapılacak bir eylem, bir fiil takip etmelidir. Ama kalbte bu kadarcık bir nefretin varlığı dahi, münkerin münker olduğuna inanmanın bir alâmet ve işaretidir.

İslâm dininin tasvip etmediği bir münkeri, hiçbir mü’min sevip tasvip edemez. Mü’min, bu münkeri işleyenlerle vatandaşlık münasebeti içinde olsa bile, bu kusuru görmezlikten gelemez. Aksi hâlde, o da onlara iltihak etmiş sayılır. Onun içindir ki mü’min, daima metafizik bir gerilim içinde olmalıdır. Zaten hem âyet ve hem de söz konusu ettiğimiz hadîs de bize bunu ders vermektedir.

Evet, zaman olur insan bu vazifeyi, kendi hanımına ve çocuklarına karşı eliyle ve diliyle yapar. Orada hem el, hem de dil konuşur. Fakat bazen elin konuşamayacağı yerlerde, bu vazifenin dil ile yapılması icap eder. Yakın akrabaya karşı ekseriyetle uygulanacak olan metot budur. Bunu da yapamıyorsa, onlarla arasındaki kalbî irtibatı yeniden gözden geçirir. Buna bir mânâda boykot da denebilir. Çünkü münker işleyen, Rabbiyle irtibatını kesmiş demektir. Mü’min, Rabbiyle irtibatını kesen birisine karşı, ona bir alâka ve bir kadirşinaslık ifadesi olarak bir içtinap tavrı takınacaktır. Çünkü o, insanlarla olan münasebetini, o kişilerin Cenâb-ı Hakk ile olan irtibatlarına göre ayarlamak zorundadır. Rabbinden ve Allah Resûlü (s.a.s)’nden irtibatını koparmış bir insanla, irtibat çizgisinin gözden geçirilmesi lazımdır.

Evet, sahabe işte şöyle yapıyordu. Mesela Hz. Ömer (r.a) Bedir esirleri hakkında görüş beyan edilirken söyledikleri bunun en çarpıcı ifadesidir. Gerçi söylenilen bu şeyler Allah Resûlü (s.a.s) tarafından uygulanmasına müsaade edilmeyecek ve istişare heyeti bu görüşleri kabul etmeyecektir ama sahabenin münkere karşı tavrını göstermesi açısından önemlidir. Şöyle demektedir Hz. Ömer: “Ya Rasulallah, herkese akrabasını teslim et ve herkes kendi eliyle akrabasının işini bitirsin. Hz. Hamza’ya kardeşini ver, onu o öldürsün. Ali, kardeşi Âkil’in hakkından gelsin. Bana da, benim kendi yakınlarımı ver, onları da ben öldüreyim. Çünkü bugün elimizde esir olanlar, İslâm’a en büyük düşmanlığı yapanlardır. Onların hayatta kalması doğru değildir..'[2] demişti.

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi gerçi istişarede bu görüşler kabul edilmeyecektir ama, bir mü’minin münkere karşı tavrını ifade etmesi açısından uyulmasa da üzerinde durulmaya değer bir üsluptur.

Ezcümle; mü’min alâka ve irtibatını, karşısındaki insanın Rabbiyle olan münasebetlerini ölçü birimi yaparak ayarlar. Rabbinden kopuk insanlarla şahıslarından ötürü o da irtibat kuramaz ve hakikî mânâda onlarla dost olamaz. Bunun en asgarî seviyedeki alâmeti, münkere kalben buğzetmektir. Ve aynı zamanda bu kalbî infial de, süreklilik istemektedir.

Öyle ise biz de, sahabe gibi davranmak zorundayız. Bir yerde, terazinin bir kefesinde Allah ve Resûlûllah (s.a.s)’a ait muhabbet, diğer kefesinde de bize yakın fakat Allah’tan uzak insanlara muhabbet varsa; hiç tereddüde düşmeden, Allah ve Resûlullah (s.a.s)’a ait muhabbetin bütün ağırlığıyla kalbimizde kendisini hissettirmesi gerekir. Mesele sadece muhabbet meselesi de değildir. ‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yoluyla, hak ve hakikat her şeyin üstünde tutulacak, elin yettiği yerde el, dilin yettiği yerde de dil kullanılacaktır. Bütün bunların olmadığı yerde ise, kalbî alâka kesilecek ve karşı tarafla bütün dostluk bağları yeniden gözden geçirilecektir. Ve bilinecektir ki, şahsına ait olmak üzere birine karşı duyulan alâka, Allah (c.c) ve Resûlü (s.a.s)’ne karşı duyulan alâkaya zıtsa, hep kendi aleyhine işleyecek ve onu yiyip bitirecektir.

İşin diğer bir yanı da bu vazifenin şümûlüdür.. yani bu ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesi aynı zamanda devamlılık içinde devletin de sorumlulukları arasındadır.

Devlet, münkerâtı eliyle düzeltme konumunda olan bir kuruluştur. Devlet fuhşu, içkiyi, kumarı, ihtikârı ve çeşitli münker faaliyetleri eliyle düzeltmeye kâdirdir. Ferdin elinin uzanmadığı, uzanamayacağı öyle yerler vardır ki, oraya ancak devlet elini uzatabilir. Herhangi bir fert zina eden, içki içen veya kumar oynayan başka bir ferde ceza veremez. Onu eliyle bu münkerden menedemez. Ferdin müdahale edebileceği çerçeveye, yukarıda temas etmiştik. Burada biz, tamamen dış dünyanın insanlarından bahsediyoruz. Böyle bir durumda bu yüce vazife, devlet tarafından yerine getirilmelidir. Zaten bu vazife, devletin vazifeleri cümlesindendir. Devlet, devlet olarak kaldığı müddetçe bu vazifeyi yerine getirmek zorundadır. Devlet, meselede gevşeklik gösterirse halk onu uyarır ve seçimlerde ona vazifesini hatırlatır. Bu da, bir bakıma ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in bir cephesini teşkil etmektedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan bir tabloyu burada kayda değer buluyorum: Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a), cennetle müjdelenen on sahabeden birisidir.[3] Hz. Ömer (r.a) zamanında İran’ı fetheden ordunun da başında bir başkomutandır. Daha sonra fethettiği bu ülkede eyalet valisi olmuştu. Kapısına diktiği bir kapıcı yüzünden halk onu Hz. Ömer (r.a)’e şikayet eder ve vâlinin halkla aracısız görüşmesi gerektiğini ileri sürerler. Hz. Ömer (r.a), başka bir şikayetleri olup olmadığını sorunca da, Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a)’ın namazı tadil-i erkan ile kılmadığını ifade ederler.[4]

Tabiî ki bu, onların düşüncesidir. Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) gibi bir sahabinin, namazını tadil-i erkan ile kılmadığını kabul etmemiz mümkün değildir. Ancak burada bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, halkın devleti nasıl denetlediğini göstermektir. Halk, devleti devamlı ve kesintisiz olarak denetler, devlet de aynı şekilde halkı kontrol altında tutar. Böylece denge ve adalet korunmuş; halkla beraber devlet de münkerâta girmekten kurtulmuş olur.

Bugün, İslâm âlemini bu kriterler çerçevesinde değerlendirdiğimizde, ne halkın, ne de devletin kendine düşen vazifeyi yaptığını söylemek mümkün değildir. Öyle ki, insanlar, ahlâksızlığın hemen her çeşidini irtikap ederken, devletler buna kayıtsız kalmakta; hatta değişik ad ve ünvanlar altında onları korumaya yönelik kanunlar vaz’etmektedirler. Bugün, değişik ülkelerde devletler eliyle işletilen münkerât, bunun apaçık örneğidir. Kaldı ki ahlâksızlıkları önlemek devletin asıl görevidir. Hatta bu sorumluluğunu yerine getirmek için, cezaî müeyyideler de kullanmalıdır. Fert, hırsızı cezalandıramaz, zina edene hadd tatbik edemez.. evet o, cezaî müeyyidelerden hiçbirini kendi adına kullanamaz. Aksi hâlde anarşi olur; sokağa dökülen herkes, önüne gelene ceza tatbik etmeye kalkarsa, nizam adına kargaşa hâkim olur.

Buradan şu neticeye varmak mümkündür: ‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in bir devlete ait sınırı vardır; ve o sınırda ancak devlet icraatta bulunabilir. Fert o sınıra giremez. Bir de fertlere ait bir sınır vardır ki, o da fertlerin bu vazifeyi kalbleri ve dilleriyle yerine getirmeleridir. Mesela; zinanın, hırsızlığın, ihtikârın, tefeciliğin kötü olduğunu anlatıp, bu gibi hastalıkların cemiyet içinde yayılmasına mani olmaya çalışmak; herkese düşen bir vazife ve içtimaî sorumluluktur.

O hâlde el ile müdahale, daha ziyade devlet ricalini alâkadar ederken; dil ile müdahale bütün mü’minleri alâkadar edebilmektedir. Ama bu görev, memleketin ulema sınıfını diğerlerinden daha çok alâkadar etmekte ve daha çok onlara düşmektedir. Üçüncü durumda kalanlar ise, yani kalben buğz ile yetinenler, aciz ve zavallılardır. Eğer bütün bir millet, dünyada işlenen münkerâta karşı sadece buğz etmekle yetiniyorsa, o millet de aciz ve zavallı demektir.

Bu vazifeyi böyle taksim ettiğimiz gibi, fert üzerinde de bu üç taksimi yapmamız mümkündür. Yerinde öyle bir durum olur ki, orada fert vazifesini eliyle yapar. Diyelim ki, bir kumarhane işletiliyor ve buranın devletten ruhsatı yoktur. O şahsa gidip, bu durumu terketmezse devlete şikayet edeceğini söylemek, bir bakıma münkeri el ile izale etmek demektir. İşletilen kumarhane devlet tarafından ruhsatlı bir yer ve ferdin bundan vazgeçirmeye gücü yetmiyorsa, o zaman da bu şahsa yaptığı işin kötülüğü dil ile anlatılmalıdır. Bu da mümkün olmazsa, onunla münasebetlerini yeniden gözden geçirip kalben alâkayı kesmekle beraber başkalarının onunla alâkalarını gözden geçirmelerini sağlamak bir sorumluluktur ve dördüncü bir şıkka ise aslâ cevaz yoktur.

Bütün bu açıklamalarda görüldüğü gibi, tevcihlerden hangisiyle meseleyi ele alacak olursak olalım âyetin, ‘siz oldunuz’ dediği devamlılık, her halükârda mevcuttur.

Kuvvetin işlemediği, devletin bu mânâda vazife yapmadığı, milletin topyekün bu kudsî vazifeyi ihmal ettiği bir zamanda, dil ve kalble bu vazifeyi yapmak hepimiz için bir vecibedir. Ama şunu da unutmayalım ki; ‘medenilere galebe ikna iledir, icbar ile değildir.’



[1] Müslim, İman, 78; Tirmizi, Fiten, 11 [2] Müslim, Cihad, 58; Müsned, 1/30-32 [3] İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğabe, 2/366 [4] Buhari, Ezan, 95; Müslim, Salat, 158; Müsned, 1/176,179,180

Tebliğin Hakk'a ve Halka Bakan Yönleri 12 dk.

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’, ya Allah (c.c) için yapılan bir vazife, ya da Allah (c.c) tarafından vaz’edilip insanlar arasındaki müşterek hukuk hesabına yapılması gereken bir vazifedir.

Evvelâ, tebliğ ve irşâd da diyebileceğimiz böyle bir sorumluluk, herkesin Allah (c.c)’a karşı yapması gerekli olan bir vazifedir. Öyleyse inanan her fert, kendini bununla mükellef bilmeli ve namaza koşuyor gibi bu vazifeye de koşmalıdır. Hususiyle ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in ihmale uğradığı, ortalığı münkerâtın işgal ettiği bir zaman ve zeminde, bu vazife şahsî farzların dahi ötesinde bir önem arz etmektedir. Çünkü o yapılmadığı takdirde ne namazdan, ne hactan, ne zekattan.. bahsetmek mümkündür. Bilhassa maruf ve iyi olanın menedilip, münkerin teşvik gördüğü karanlık dönemlerde bu vazife, topyekün bir milleti alâkadar eden sorumluluklar sırasına girer.

Şahsen ben, günümüzde bu vazifeden daha âli ve yüce bir vazife bilemiyorum. Bundan dolayı hayatını bu vazifeyle dopdolu geçirenlerin dünyası da, âhireti de mamur olacağı kanaatini taşıyorum. İster anlatarak, ister kitap yazıp telifâtta bulunarak, herkes kendine düşen bu vazifeyi yapmak zorundadır. Ancak, kim hangi usûl ve metotla çalışırsa çalışsın; ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yaparken, tamamen hasbî ve tamamen siyaset üstü davranmalıdır. Zaten yapılan işin tesir ve devamlılığı da ihlâs ve siyaset üstü olmakla doğru orantılıdır. İhlâs ve samimiyet olmadan yapılacak böyle kudsî bir vazife, asla istenen neticeyi vermeyecektir; netice vermesi bir yana âhirette sahibine vebal olacaktır.

O hâlde, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesini yapanlar,
مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ الله هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ الله

‘Kim Allah’ın yüce adını yüceltmek istikametinde mücadele-mukatele ederse, işte o Allah yolundadır.'[1] hadîsi fehvasınca, Allah (c.c) adının yücelmesi uğruna yapılan mücadele, verilen kavganın sadece Allah (c.c) için olacağını düşünüp, başka emel ve gayelerin bu halis işe karışmamasına dikkat etmeli ve “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesini bu temel prensip üzerine kurmalıdırlar. Millet ve insanlık yolunda bugün açılan her müessese ve ileride şartların gerektirdiği ölçüde kurulacak olan daha başka ne gibi teşekküller olacaksa, bütün bunlarda asıl gaye; hep bu kudsî vazifeyi kudsiyetine yakışır seviyede yerine getirmek olmalıdır.

Milletimize ulaştırılacak her hizmet hamlesi yetişen gençliğin, manevî boşluklarını doldurucu ve onların ruh yapılarını aslî hüviyet ve safvetine döndürücü mahiyette olmalıdır ki, ilhad ve anarşinin neşv ü nemâsına ve içimizde kök salmalarına meydan verilmiş olmasın. Bizim her hizmet hamlemiz onlar için bir dalga kıran olmalıdır. Fikir, düşünce ve faaliyet adına onları durdurmanın, sadece durdurma değil; bitirip tüketmenin de tek çaresi budur.

Şunu da mutlaka ifade etmeliyim ki; eğer biz bugün bu boşluğu dolduramaz ilhad ve anarşiye karşı kollarımızı bir makas gibi açıp, ‘Burası çıkmaz sokak, buradan geçemezsiniz’ diyemezsek, ecdadımızın Moskof’u, Yunan’ı, Fransız’ı, İngiliz’i ve daha bilmem hangi Haçlı güruhunu, vatana ve vatan sınırlarına sokmamak için verdiği kavgaların, yaptığı muharebelerin hiçbir anlamı kalmaz. Onlar göğsünü, düşmanların top, gülle ve süngülerine karşı siper edip bu uğurda yüz binlerce şehit vermişlerdi. İşte böyle önemli bir mücadelenin mânâsı kalmaz derken ben, bunu kendi akıbetimiz açısından söylüyorum; yoksa elbetteki onlar, amellerinin mükâfatını, zerresi dahi zâyi olmadan göreceklerdir. Evet eğer bizler, bütün düşünce, ahlâk ve levsiyat kapılarını ardına kadar onlara açarsak, ecdadımızın, mücadele edip de ölüp ölüp dirildiği o cansiperâne mücadelelerin ne anlamı kalır ki?. Ve bizim bu davranışımız, verilen onca şehidin kanını yerde bırakmak değil de ya nedir? Hayır, Çanakkale’de erkeğiyle, kadınıyla savaşıp mücadele veren ve her şeylerini -canları dahil olmak üzere- bu uğurda feda eden üç yüz bine yakın insanın kanı yerde kalamaz! Palandöken’de Rus’un kırıp geçirdiği, Ermeni’nin kahpece arkadan vurduğu iki yüz binden fazla insanın, karlar üstünde tevhit yazan kanı yerde kalamaz! Yoksa, Nene Hatunların, Sütçü İmamların ve daha binlerce kahramanın elleri yakamızda olacaktır ki, bu mes’uliyetten kendimizi kurtarmamız çok zordur. Öyle ise, onların, ülkeyi yabancı çizmelere çiğnetmemek için seve seve canlarını verdikleri bir dâvâ uğruna, bizler de aynı fedakârlığı göstermek mecburiyetindeyiz. Ancak, dün onların verdiği mücadele ile bizim vermemiz gereken mücadele, keyfiyet bakımından farklılık arzetmektedir. Biz bugün, düşmanlarımızın kullandığı usûl ve metotlarla onlara karşılık vermek durumundayız. Dün atalarımız silaha karşı silahla mücadele vermişlerdi. Onlara düşen oydu, bize düşen de budur.. ve ecdadımızın yere düşen kanını yerde bırakmamanın yegâne yoludur.

O hâlde, bugünkü şartlar ve kullanılan mücadele metotları itibarıyla sen, İslâmî düşüncenin yeşermesi, ibadet neşvesinin gelişmesi için dinî duygu ve düşüncenin köpürtüle köpürtüle yaşandığı ocaklar inşa etmenin yanında, onların kuruldukları devrelerde eda ettikleri fonksiyonu eda edebilecek müesseseler kuracak ve bu müesseselerle yetişen nesillerin imdadına koşacaksın. İslâm ruh ve şuuruyla gençliğin iç âlemini donatacak ve kat’iyen inanacaksın ki, maneviyatsız bir neslin yapacağı müspet hiçbir iş yoktur. Zira din adına en büyük aksiyon sahibi şahsiyetleri yetiştirmek, senin bu gayretine bağlıdır. Sistemli çalışabilirsen İmam Rabbânîler, İmam Gazalîler, Şah-ı Nakşibendîler, Fatihler, Yavuzlar… vb. cihangirlerle beraber, Farabîler, İbn-i Sinâlar, Muhyiddin ibn-i Arabîler, Mevlânâlar gibi nice düşünce ve velayet kutupları senin asrında ve senin neslin içinde de yetişebilecektir. O güllerin bizim bahçemizde de yetişmesine mani hiçbir şey yoktur. Yeter ki bağban ve bahçıvan kendine düşeni yerine getirebilsin…

Yukarıda da söylediğimiz gibi, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in, insanlar arasında müşterek hukuk adına yapılması gereken ayrı bir yönü daha vardır ki, bu aynı zamanda toplum olarak yaşamanın da getirdiği bir sorumluluktur. İslâmî ahlâk ve düşüncenin duyulur, hissedilir, yaşanır hâle gelmesini temin etmek, bu kısma dahil içtimaî bir mes’uli-yettir. Müslümanın çarşı-pazarına ait değişmez prensipler bu cümleden sayılacağı gibi, fertler arasında karşılıklı korunması gereken haklar da bu cümledendir. Şimdi bu hususu biraz daha açalım.

İslâm’ın kendine göre bir ticaret ve iktisat ahlâkı vardır. Müslüman, ticarî ve iktisadî hayatını bu ahlâk çerçevesinde götürme mecburiyetindedir. O, riba alıp-veremez, ihtikâr yapamaz, spekülatif faaliyetlere giremez. O, zümreleri kayırıcı ve orta sınıfı ortadan kaldırıcı her türlü ahlâk dışı davranışların dışında kalmak mecburiyetinde, alış verişinde de ölçü ve dengeyi korumak zorundadır. Müslüman, İslâm’ın geçerli mal olarak kabul ettiği şeyin dışında, hiçbir şeyi emtia kabul edemez. Yine o, kendi ticarî hayatının bu şekilde yerleşik ve yaşanır hâle gelmesini temine çalışmalıdır; daha doğrusu çalışmak mecburiyetindedir. İşte ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in, bir de böyle bir yönü vardır. Bu sayede Müslüman, tefeciliğin, karaborsanın, ihtikârın ve diğer ticarî münkerâtın beline darbe vurmuş olacak ve o cemiyet içinde dinin yasak ettiği şeyler neşv ü nemâ ile gelişme zemini bulamayacaklardır.

Evet, İslâm’ın da, her sistem gibi, hayatın bütün sahalarına ait getirmiş olduğu prensipleri vardır. Ticarette, ailede, sosyal münasebetlerde vs. Meselâ aile; İslâm’a göre ailede nikah şarttır. Nesil, nikah yoluyla çoğalmalıdır. İslâm’ın yaşandığı ortamda zina ve fuhşun yeri yoktur. Çünkü zina ve fuhuş, cemiyeti tahrip eden en korkunç hastalıklardandır. İslâm ise, cemiyet hayatını tahribe yönelik her türlü eylemin karşısındadır.

Aile içinde, ana-baba ve çocukların birbirlerine karşı tutum-davranış ve mes’uliyetleri de, İslâmî prensiplerle zabt u rabt altına alınmıştır. Aile ve yuvanın korunması hususunda İslâm çok hassastır. Dolayısıyla yuva mefhumunu yıkmaya yönelik her zihniyet ve anlayış, İslâm’ı karşısında bulur. Zaten neslin heder olmaması için de bu birlik şarttır.

Burada da görüldüğü gibi mü’min; bir taraftan, İslâm’ın emrettiği hususları hem kendi hayatında hem de diğer fertler arasında pratiğe dökmeye gayret ederken, diğer taraftan da İslâm’ın men’ettiği ve yasakladığı hususları şahsî yaşamından ve cemiyet hayatından uzaklaştırma durumundadır ki; bu da iyiliği emredip kötülükten menetme yollarından biridir.

Netice itibarıyla; bütün bu değişik yollarla mü’min, kendine düşen vazifeleri yerine getirdiği zaman, kendini de içinde yaşadığı cemiyeti de faziletlerle donatacaktır ki işte o zaman faziletli milletten söz edilebilecektir. Kâmil insan mânâsına faziletli insan.. bu insanlardan meydana gelmiş cemiyet.. bir merhale daha ötede, bu cemiyetlerin örgülediği bir dünya.. işte mü’minin bir dantelâ gibi işlediği ve cihanın da beklediği dünya bu dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulması da, yine ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in işlettirilmesine bağlıdır.

İstediğimiz, arzu ettiğimiz böyle bir dünyada fertler, sürekli birbirlerine faydalı olmaya çalışır; milletler, kendi lehine hem dünyayı, hem de âhireti cennet hâline getirmek için uğraşır. Bu dünyada her zaman bir yarış söz konusudur; faziletler yarışı. Faziletler yarışının yapıldığı bir cemiyet ve dünyada, ‘ben’ değil, ‘biz’ anlayışı hakimdir. ‘Ben susuzluktan öldükten sonra, isterse dünyaya bir damla yağmur yağmasın’ şeklindeki salak ve bencil düşünce, bir daha dirilmemek üzere öldürülüp gömülecek; yerine ‘susuzluktan birisi ölecekse şayet, ilk ölen ben olmalıyım’ düşüncesi filizlenip neşv ü nemâ bulacak ve her tarafta mürüvvet dalgalanıp duracaktır. ‘Herkes mutlu olsun, sırası gelirse ben de olurum; fakat muhakkak herkesten sonra..’ anlayışı, cemiyeti ve insanları birbirine raptedip bağlayacak; her tarafta dostluk duygusu yaşanacak, düşmanlık ve kavga unutulacaktır.

Esasen bu söylenenler, bizim ruh yapımızı meydana getiren mukaddeslerden mukaddes düşünce sistemimizde zaten var. İnsanlar o sistemi anladıkları ve onu ruhlarına işleyip yaşadıkları ölçüde bu fazilet dünyası birdenbire zuhur edecektir. Şu kadar var ki, bu neticeyi bütün dünyanın bilmesi, öğrenmesi, hatta pratikte görmesi şarttır. Bu da yine ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’le olacaktır.

Bugün hem fert, hem aile, hem de cemiyet planında böyle bir vazife, kendisine uzanacak o mübarek elleri bekliyor.



[1] Buhari, İlm, 45; Cihad ve Siyer, 15; Müslim, İmaret, 149-151; Tirmizi, Fedâilü’l-Cihad, 16

Tebliğ ve Fert-Toplum Münasebeti 24 dk.

Allah Resûlü (s.a.s), bir hadîs-i şeriflerinde: ‘Müslüman o insandır ki, diğer Müslümanlar onun elinden ve dilinden selâmettedir, teminat altındadır’ buyurmaktadır.

Bu hadîsten anlaşılan o ki, Müslüman hiç kimsenin malına, ırzına, namusuna, şeref ve haysiyetine kem gözle bakamaz ve yine Müslüman, hiç kimsenin can güvenliğini tehdit edici bir davranışta da bulunamaz.

Bir kadının, dinin mahrem saydığı uzuvlarına ancak kocasının dokunma hak ve salâhiyeti vardır. Öyleyse, bir başkasının o kadınla münasebeti nasıl caiz olabilir ki? Kadının açık-saçık gezmesi, tamamen kendisini ilgilendiren bir vebaldir. Ancak, onun öyle gezmesi, yabancının ona bakmasına mazeret teşkîl etmez. Meseleye bu kadar hassas yaklaşmak zorunda olan bir Müslümanın, -rica ederim- bakmanın ötesinde dinin büyük günah saydığı bir haramı irtikap etmesi düşünülebilir mi? Münferit sürçmeler, her toplumda ve her zaman olagelmiştir; mesele kast ve temadiyle alâkalıdır.

Ben öyle gençler tanıdım ki, çarşıda, pazarda zarurî olarak gezerken dahi, gözüne bir haram ilişecek olsa, o günaha keffaret olur düşüncesiyle harçlığını tasadduk edip tevbe kapısına koşuyorlardı. Esasen her Müslüman, ahlâk itibarıyla böyle olmalıdır. Zira Müslüman, diğer Müslümanların kendisinden emin olduğu insandır.

Evet, Müslüman bir başkasına ait tek lokmaya dahi el uzatamaz. Yanında yeryüzü dolusu altın olsa ve bütün bunlar bir başkasına aitse, ondan bir gram dahi istifade etmeyi düşünmez, düşünemez. Zira o, emniyet ve güven insanıdır. Zaten İslâm topluluğu, böyle fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur. Böyle bir topluluktan hiç kimsenin endişe etmeye de hakkı yoktur. Yukarıdaki hadîsin mefhum-u muhalifi de işaret etmektedir ki, kâfir, bir başkası onun elinden ve dilinden emin olmayan insandır. İnsanlık, bugün ilhadı temsil eden ne kadar insan varsa, onlardan hangi ölçüde endişe etse haklıdır. Çünkü bunların hiçbirinde tam emniyet hissi yoktur. Zaten tarihî hâdiseler de bunun canlı birer şahidi değil mi? Halbuki Müslümanlık, kendi müntesiplerini faziletlerle donattığı içindir ki, Müslümanın ahlâk ve ruh yapısı, diğer insanlardan çok farklı olmaktadır; olmalıdır da. Zira, onun içinde yaşadığı cemiyet, ahlâksızlığın her çeşidine karşı kapısını kapamış ve dinin münker kabul ettiği bütün çirkinliklere karşı bir tavır belirlemiş sayılır. Durum böyle olunca, Müslümanların meydana getirdikleri toplum veya milletler sefil arzuların kol gezdiği topluluklardan elbette çok ayrıdır ve her zaman çevrelerine burcu burcu bir lâhutîlik neşrederler. Evet, evvelâ böyle olmak, sonra da bu oluşu başka yerlere taşımak, işte Müslümanın en birinci vazifesi..!

Demek oluyor ki, bu vazife evvelâ fert planında icrâ edilmeli sonra da cemiyet ve devlet planında ele alınmalıdır. Hiç şüphesiz aydınlık bir topluluk nûranî insanların bir araya gelmesiyle teşekkül ve tekevvün eder. Böyle bir tekevvün ise, artık fertleri değil, kitleleri ve milletleri topluca kendine cezbeder. İşte, bu küllî hakikati en parlak bir biçimde izah ve ispat eden misallerden birisi Necaşi’nin Müslüman oluşu hâdisesi:

Necaşi, Habeş hükümdarıdır. Bir milletin başında ve o milleti temsil ederken kendisine dehalet edip sığınan bir avuç Müslümanı himayesine almış ve zamanla onların söz ve davranışlarından, hareket ve tavırlarından, nasiyelerinde ışıldayan nur ve sinelerinde çarpan îmandan hakikate, giden aydınlık yolu sezmiş ve derhal Allah Resûlü (s.a.s)’ne teslim olmuştu. Bu o sarayda yapılan emr-i bi’l-maruf’un bir semeresi olmakla beraber, o bir avuç topluluğu meydana getiren fertlerin, Necaşi’ye diyecekleri şeyleri, evvela kendi dünyalarına söylemiş olmalarının da bir neticesiydi. Başka bir ifadeyle, Necaşi’nin gözlerini kamaştıran, onların dudaklarından dökülen sözler olduğu kadar, bizzat kendi şahsiyetlerine sindirdikleri ve onların manevî yanlarını teşkil eden faziletleriydi.

Necaşi’nin, Efendimiz (s.a.s)’e yazdığı mektup, baştan sona edeple doludur. Daha sözünün başında: ‘Allah Resûlü’ne, Necaşi’den..’ demesi yani, o günkü âdete göre, büyüklüğünü kabul ettiği şahsın ismini öne geçirmesi; mektubun muhtevası, hem onun ruhunda aniden nasıl bir mevcelenme meydana geldiğini göstermesi bakımından, hem de ifadelerdeki edep bakımından tekrar tekrar okunmaya değer bir metindir.

Hele ona ait şu söz ne kadar çarpıcıdır: ‘Ya Resûlallah, istersen hemen gelirim. İstersen burada kalır kavmimi irşâd ederim..’ Bir başka gün ise o, inkisar içinde, iki büklüm ve şöyle demektedir: ‘Keşke şu saltanata bedel, Allah Resûlü (s.a.s)’nün yanında bir hizmetçi olsaydım!'[1]

Necaşi’yi bu hâle getiren, bir grup sahabede gördüğü İslâmî yaşantı ve onların dudaklarından ‘lal ü güher’ sözlerdi. Hâdiseyi anlatanlar, meseleyi şöyle naklederler: ‘Mekke, Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Kimse canından, malından, ırzından, namusundan emin değildi. İşte bu esnada, Habeşistan’a hicret izni verildi. Oraya hicret edildi ve Müslümanlar, Habeşistan’da beklenenin çok üstünde bir alâka gördüler ve aziz birer misafir gibi ağırlandılar. Fakat Mekke müşrikleri, onlara bütün dünyayı dar etme azmindeydiler. Aralarında görüştüler ve Habeşistan’a bir heyet göndermeye karar verdiler. Başlarında da, daha sonraların büyük sahabisi, siyasî dâhi Amr b. As (r.a) vardı. Onlar Necaşi’yi Müslümanlar aleyhine kışkırtacaklar, o da, onları himaye etmeyi bırakacaktı. Böylece Müslümanların ümitlerine bir darbe daha vurmuş olacaklardı.

Hükümdar, onları uzun uzadıya dinledi. Mekke müşrikleri, akıllarına gelebilen bütün iftiraları ortaya döktü ve Necaşi’ye tesir etmeye çalıştılar. Ama Necaşi, mürüvvet abidesi bir insandı. Kendisine dehalet etmiş bu insanları böyle sudan bahanelerle dışarıya atamazdı. Bu düşüncelerini bizzat Kureyş’ten gelen heyete de söyledi. Onları dinlemedikçe bu konuda bir hükme varmayacağını açıkça ifade etti. Nihayet Müslümanlardan bir grup saraya davet edildi. Başlarında Cafer b. Ebî Talib (r.a) vardı. Mekke’nin en soylu insanlarından olan Cafer, Allah Resûlü (s.a.s)’nün amcasının oğluydu. Hz. Ali (r.a)’nin de büyük kardeşiydi. Müslümanlar, sözcü olarak onu seçmişlerdi. Aralarında bir birlik ve vahdet vardı. Sanki tek vücut, tek bünye gibiydiler. Ve onların bu birbirlerine bağlılıkları gözden kaçacak gibi de değildi.

Hükümdarın huzuruna girenler secde ederlerdi. Bu, o günün protokolü sayılırdı. Ama Müslümanlar, krala secde etmediler. Çünkü bir Müslümanın Allah (c.c)’tan başkasına secde etmesi caiz değildi. Onların bu davranışı müşrik heyetini sevindirmişti. Şimdi Necaşi kızıp, bunları huzurundan kovabilir diye düşünüyorlardı. Ama Necaşi, yukarıda da arzettiğimiz gibi, bir fazilet timsaliydi. Günümüzde demokrasiyi temsil ettiklerini söyleyenler, keşke ondört asır evvel yaşamış bu Habeşli’deki demokrasiyi temsil edebilselerdi! İşte o zaman söylediklerinde bir hakikat payı bulunabilirdi!

Necaşi, Müslümanlara bazı sorular sordu. Cevabı Cafer (r.a) verdi: ‘Biz, cahil bir kavimdik. İçki içer, kumar oynar, zina eder, insan öldürürdük. Bütün kötülükleri irtikap eder; fakat tek faziletli iş işlemezdik. (Yirminci asrın cahiliyesi de öyle değil mi?). Allah (c.c), içimizden bir peygamber gönderdi. O bize doğru yolu gösterdi. Bizi her türlü kötülükten çekip çıkardı ve her türlü faziletle donattı..’

Cafer (r.a), daha neler anlattı, neler söyledi! Necaşi, kendinden geçmiş onu dinliyordu. Hz. İsa (a.s) ve Hz. Meryem hakkındaki kanaatlerini sordu. Cafer (r.a), huşû içinde ona Meryem sûresini okudu. Âyette anlatılanlar Necaşi’nin bam teline dokunmuştu. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Sonunda eğildi ve yerden ince, gözle zor görülecek kadar küçük bir çöp aldı ve tarihe; ‘dur, beni dinle’ diyecek çaptaki şu sözleri söyledi: ‘Allah’a yemin ederim ki, sizin peygamberinize nazil olanlarla, Hz. İsa’ya inenler arasında şu çöp kadar dahi fark yoktur..!’

Evet, fark yoktu. Çünkü bütün peygamberlere gelen vahiyler aynı kaynaktan fışkırıp geliyordu.

Necaşi, müşrikleri getirdikleri hediyelerle birlikte geriye çevirdi. Müslümanları himaye edeceğini ilan etti.[2] Çünkü, Müslümanlarda, çok kısa bir müddet görüşmesine rağmen, çok büyük fazilet ışıltıları müşahede etmişti ve bu da onun din olarak İslâm’ı seçmesine yetmişti.

Evet, tekrar başa dönecek olursak, bu kudsî ve ulvî vazife, fert planında ele alınıp yapılmazsa, fazilet toplumunun meydana gelmesini beklemek, hayalden öte bir değer ifade etmez. Zira, fert ve cemiyet arasında çok ciddî bir alâka vardır. Cemiyet fertlerden meydana gelir. Dolayısıyla faziletle donatılmış fertlerden meydana gelen bir cemiyet de faziletli bir cemiyet olacaktır. Öte yandan fertler kazandıkları faziletleri nasıl korumak zorunda iseler cemiyetler de, aynı şekilde daha önce kazanmış oldukları faziletleri koruma zorundadırlar. Yukarıda da kısaca temas ettiğimiz gibi, insanın kazandığı faziletler ezelî olmadığı gibi ebedî de değildirler. Ortada bir keynûnet söz konusudur. Dolayısıyla, elde edilen fazilet ve hayırlı oluş, o fazileti kazandıran şartların devamını iktiza etmektedir. Bu mevzuda nebilerin dışında da hiç kimse garanti altında değildir. Onlara da bu garanti, ileride iradeleriyle elde edecekleri fazilet mücadele ve zaferine peşin bir ücret olarak verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ilâhî ilmiyle onların istikbalde varacakları noktaları bilmiş ve ilâhî avanslarla daha önceden onları mükâfatlandırmıştır. Öyleyse nebilerin dışında kalanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, kazandıkları ve elde ettikleri makamları her zaman korumak zorundadırlar. Aksi hâlde her zaman düşüşler ve elde edilenleri kaybedişler söz konusu olabilir. Buradan varmak istediğimiz netice şudur: Emr-i bi’l-maruf’un fert ve cemiyete kazandırdığı faziletler, yine emr-i bi’l-maruf ile korunacak ve devam edecektir. Aksi hâlde yavaş yavaş bir gerileme başlayacak ve bu gerileme, o konudaki kusurlu toplumun tükenişiyle neticelenecektir. Böyle bir duruma düşmemek için, metafizik gerilimin daima canlı tutulması gerekmektedir. Bu ise yine ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’le mümkündür. Yani bu kudsî vazife hem hayattır, hem de hayatı koruyacak şarttır. İşte, belki de bu sebeple, Nebiler Serveri (s.a.s), bazı kişilerden biat alırken veya başka bir ifade ile onların biatlarını kabul ederken, ’emr-i bi’l-maruf’u biat şartı olarak söylemiştir. Meselâ Cerir b. Abdullah el-Becelî (r.a)’nin biatını bu şartla kabul etmişti ki, bu büyük sahabi bize bu hususu şöyle anlatır:

بَايَعْتُ رَسُولَ الله r عَلَى إِقَامِ الصَّلاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَالنُّصْحِ لِكُلِّ مُسْلِمٍ

‘Ben, Allah Resûlü’ne biat ettim. Benden söz alırken şu şartlarla biatımı kabul buyurdu. Namaz kılacak, zekat verecek ve önüne gelen herkese nasihat edeceksin.'[3] Bu apaçık ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapacaksın demekti.

Ayrıca bu kudsî vazife, insanı diğer ibadetlerin faziletlerinden de hissedar kılar; zira çünkü ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapan bir insan, kendini bütünüyle bu vazifeye adamış bir fedâi, evvela yaptığı bu vazife ile zaten faziletlerle donatılmış ve her türlü fazilete motive olabilecek hâle gelmiştir. Sonra o, nebilerin yaptığı ve nebilerin hayatının gayesi olan bir işi, hem de işlerin en çetinini, en ağırını yapmaktadır. Elbette ki, üstünlüğü de o seviyede olacaktır.

Bakın, Kur’ân, bu kudsî vazifenin ağırlığına Hz. Lokman’ın evladına yaptığı tavsiyeleri anlatırken nasıl işaret buyuruyor:

يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ

‘Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.’ (Lokman sûresi, 31/17).

Burada da görüldüğü gibi, Hz. Lokman oğluna evvelâ namazı dosdoğru kılmasını, ardından da ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmasını öğütlüyor. Ve sanki oğluna şunları söylemek istiyor: ‘Oğlum, namazı olmayan insanın cihadı da olmaz. Namaz bütün ibadetlerin kabul şartıdır. Onun için evvela sen, Rabbine karşı bu kulluğunu tam olarak yerine getir. Sonra da, sendeki bu dinamikle etrafına iyiliği emredip yaymaya, kötülüğü de menedip engellemeye çalış. Sen bunu yaparken, muhakkak ki, başına çeşitli gaile ve belâlar gelecektir.. onlara da daha işin başında sabretme azminde ol.’ Evet, hiçbir dâvâ adamına, musibet ve belâ sürpriz değildir; aksine o, beklenen bir hâdisedir. Çünkü bugüne kadar bunun istisnası görülmemiştir; görülmemiştir, zira bu iş ancak büyüklerin altından kalkabileceği veya mükâfatını ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdir edebileceği büyük işlerdendir. Ve bu büyük işler, onları âhirette büyüklerin yanına yükseltecek; getirecek ama, onlar burada, büyüklere mahsus ve onların ayırıcı vasfı olan belâ ve musibetlere dûçâr olacaklardır. Bu durumda da onlara, yine büyüklere yakışır sabır gerekmektedir.

Bu vazifenin ehemmiyetini ve aynı zamanda ağırlığını Efendimiz (s.a.s) bir hadîslerinde şöyle beyan buyurur:

‘Ümmetimin en hayırlısı, cahiller arasında cihada ve belaya maruz kalan kimselerdir.'[4] Ve başka bir hadîs de bu hükmü teyit eder mahiyettedir:

الْمُسْلِمُ إِذَا كَانَ مُخَالِطًا النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ خَيْرٌ مِنْ الْمُسْلِمِ الَّذِي لا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُم

‘İnsanların cefasına katlanarak onların arasında bulunan mü’min, onlardan ayrı durup, cefalarına katlanmayan insandan daha çok ecir kazanır.'[5]

Evet, çirkef bir cemiyetin içinde bulunup da ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapma, bir kenara çekilip kendini ibadet ü taate vermekten daha üstün bir ibadettir. Eğer bu kudsî vazife, şahsî ibadetlerden daha üstün olmasaydı, Allah Resûlü (s.a.s) evinden dışarıya çıkmaz; daimâ Cenâb-ı Hakk’tan gelecek tecellilere gönlünü makes yapmakla meşgul olur ve insanların arasına hiç mi hiç girmezdi. Ve yine eğer bu vazife diğer amellerden, bilhassa uzletten daha hayırlı olmasaydı, bizzat Efendimiz (s.a.s):
يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ & قُمْ فَأَنذِرْ

‘Ey örtüsüne bürünen Nebi! Kalk ve insanları inzar et!’ (Müddessir, 74/1,2) hitabına muhatap olmazdı. Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’dir. Allah Resûlü (s.a.s), ashabına bu fermanı vermiştir. O (s.a.s): ‘Din nasihattır’ deyince sahabi: ‘Kimin için (nasihattır)?’ diye sormuş, Efendimiz (s.a.s) de: ‘Allah için, Kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların imamları için ve bütün Müslümanlar içindir'[6] cevabını vermişti.

O hâlde mü’min, durup dinlenmeden Rabbini anlatacak ve onun en büyük meselesi de yine Rabbini anlatmak olacaktır. Hem o, kendisini öylesine bu işe verecektir ki, Rabbini anlatamadığı gün, uykuları kaçacak, iştahtan kesilecek ve o günü yaşamamış kabul edecektir. Ve yine onun en büyük dertlerinden biri de Allah Resûlü (s.a.s)’nü anlatmak olacaktır. O’nun bu kudsî dâvâ uğrunda yaptıklarını, katlandıklarını anlatacak, anlatacak ve inanan insanların O’nu örnek almalarını sağlayacaktır. Keza, Rabbinin kendisine bir name, bir davetiye olarak gönderdiği kitabullahı anlatacaktır. O kitap ki, Rabbimiz onu bize rehber ve yol gösterici olarak göndermiştir. O kitap ki, şeref ve haysiyetimiz ona emanet ve ona bağlılığımızla orantılıdır. Tarihin şehadetinden biz bunu anlıyoruz. İslâm âlemi, ne zaman ona sarılmış ve onun hükümlerini içine sindirerek yaşamışsa, hep zirvelerde dolaşmış; ne zaman da elini ondan gevşetmişse derbeder olmuştur.

Burada, bir tahassürümü ifade etmeden geçemeyeceğim. Tahassür dedim, zira düşündükçe beni iki büklüm eden bir vak’anın rapor edilmesi, benim için cidden tahassürdür.

Günümüz Müslümanı, kitabullahın dilinden anlamaz hâle gelmiştir. Kur’ân bir vadide, onlar başka bir vadidedir. Kur’ân’a bağlılık tamamen şekilciliğe dönüşmüştür. Kur’ân’ı biraz aşağıda tutan birini görünce ikaz eden ve Kur’ân’ın her zaman göbekten yukarıda tutulması gerektiğini söyleyen -ki dinin böyle bir emri yoktur, bu sadece bir edep ve saygı ifadesidir- insan görürsünüz ki, yaşantısı Kur’ân’a taban tabana zıttır.

Kur’ân’ına sahip çıkmayan, onun temsil edilmesini hayatının gayesi bilmeyen bir insan, ünvanı ne olursa olsun, âhirette, Kur’ân’a karşı takındığı bu tavır ile cezalandırılacaktır. O, dünyada iken Kur’ân’ı alıp bir mahfazaya yerleştirmiş, sonra da bir duvara asmış olsa bile, kim bilir belki kendisi de, âhirette kafa ve ayaklarından asılmak suretiyle, dünyadaki günahının cezasını ödeyecektir. Ah! Bir kerecik olsun gayp perdesi aralansa da, vâiziyle, müftüsüyle, yazarıyla, düşünürüyle, okuruyla, dinleyeniyle, okuldaki muallimiyle ve cemaatiyle bu insanlar, Kur’ân’dan kopuk kalmalarının cezasını ve akıbetini tablolar hâlinde görüverseler… Ama ihtiyar elden alınması mânâsına gelen böyle bir tecelli imtihan sırrına muhaliftir.

Âhirete ait tabloyu görmek için perde-i gaybın aralanması dedik; aslında, dünyadaki akıbeti görmek için birazcık düşünmek kafidir zannediyorum. Kur’ân’dan uzak kalışımızın faturasını kimlere ve nasıl ödediğimiz, gün gibi aşikâr değil mi? Öyle ise, acaba daha hangi zilleti bekliyoruz ki, bizim Kur’ân’a sarılmamıza vesile olsun? Ve hangi büyük mezellettir ki, bizi Kur’ân’a koştursun? Hayır, bu gidişe bir ‘dur’ demeli ve tek kurtarıcının ‘Kitabullah’ olduğunu bütün âlem-i İslâm bilmelidir. Şanı yüce Nebi (s.a.s), bize bunu anlatmak için gelmiştir. Ve insanlık O’nu anladığı ölçüde insanlığa yükselecektir.

Netice itibarıyla insan, ferdî planda yaptığı bu kudsî vazife sayesinde, îmana uyanmalarına vesile olduğu şahısların bütün sevaplarının yekününe denk sevap kazanabilir. Bunun mânâsı şudur: Diyelim ki siz, bir insanı namaz, oruç, zekat veya irşâd gibi mevzularda ikna ettiniz ve o şahsın bu amelleri işlemesine vesile ve vasıta oldunuz. Şimdi o şahsın işlediği ve işleyeceği bütün bu amellerden hasıl olan sevabın bir misli de size kaydedilecektir. Zira:
إِنَّ الدَّالَّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ

‘Bir hayra delâlet eden onu işleyen gibidir'[7] inşirah-bahş düsturu Söz Sultanı’na aittir.

Ayrıca sizin irşâdınızla yola gelen bir şahsın, diğer insanları irşâd ile elde ettiği neticelere ait sevaplar da, yine sizin defterinize kaydedilecektir. İşte, bu yolda, yapılan küçük bir amel insana böyle küllî sevaplar kazandırmaktadır ki bu da ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’in ne kadar önemli olduğunu gösterir. Allah Resûlü (s.a.s) bir başka hadîslerinde:

‘Kim güzel bir çığır açarsa, açtığı çığırın bir misli sevabı da onadır..'[8] buyurarak bu gerçeği bir başka zaviyeden dile getirir. Evet, hadîsin belirttiğine göre onun açtığı çığırdan yol tutup gidenler, ister kişinin yakınları, akrabaları, isterse tamamen yabancı ve tanımadıkları olsun, bir şey değişmez.

Zira, güzel bir çığır açma, dini yönden içtimaî hayatımızın ölü bir noktasına hayat nefhetme, orayı canlandırma ve bunu cemiyete mal etme; biz ölüp gitsek dahi, defterimizin o noktasının açık kalmasını sağlayacaktır. Aslında, diğer hasenat çeşitlerini de buna kıyas edebiliriz…

Unutmamalıyız ki bir gün hepimizi cansız bir ata bindirip, karanlık bir çukura indirecekler. Üstümüze toprak örtüp başımıza da bir taş dikecekler. Dost, kardeş, arkadaş, yar, yâran ve ana-baba kim varsa, bize dünyada iken en yakın olanlar dahil hepsi, bizi orada bırakıp gideceklerdir. Halbuki, açtığımız o güzel çığırdan gelen sevaplar oluk oluk üzerimize akacak, kabrimizde nurdan seylaplar meydana getirecek; uhrevî âlemimiz ak ve apaydın olacaktır. Bu durumda bizler cismaniyetimiz yönüyle ölmüş olsak bile, dünyada iken attığımız tohumlar itibarıyla, dipdiri ve kıyamete kadar yaşamış olacağız. Düşünün bir kere, Hz. Muhammed (s.a.s) ebedî âleme göçeli on dört asır gibi bir zaman oldu. Buna rağmen yeryüzünde O’nun kadar diri, O’nun kadar canlı ve her gün hasenat defterinin bütün sayfaları baştan sona açılan ve asla kapanmayan o ölçüde kim vardır? O’ndan sonra da, derecesine göre içtimaî yapıya altın kerpiçler koyanlar gelir ki, bu işin de şimdiye kadar milyonlarca namzedi olmuştur; olmuştur ve hepsi de vesile oldukları oranda sevaba hak kazanmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bu denli engindir. Yeter ki insan, kendini o rahmete ulaştıracak yola girmiş olsun.

Efendimiz (s.a.s) bir hadîslerinde:

كُلُّ الْمَيِّتِ يُخْتَمُ عَلَى عَمَلِهِ إِلاّ الْمُرَابِطَ فَإِنَّهُ يَنْمُو لَهُ عَمَلُهُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ

‘Herkesin amel defteri vefatıyla kapanır, mühürlenir. Ancak murabıtın amel defteri kıyamete kadar nemalanır durur'[9] buyururlar.

Evet ‘murabıt’; kendisini hak yoluna adamış, dâvâsından başka hiçbir şey düşünmeyen insandır. O, memleketine sızacak bütün tehlike deliklerini tıkamayı hayatının gayesi edinmiş ve bununla beraber kendisine akseden yümün ve bereketi de, başkalarına intikal ettirmeyi en büyük vazife telâkki etmiştir. İşte böyle bir insanın amel defteri asla kapanmaz, her an nemalanıp durur. Nitekim İslâm tebliğ tarihi içerisinde öyleleri vardır ki, binlerce tohum atmış; fakat bir tek tebessüm goncası göremeden gitmişlerdir. Ama öyleleri de vardır ki, elli sene sonra attığı tohumlar yeşermiş, her taraf bahara dönmüştür. Ve bütün bunların sevabı, onların kabirlerini bir ışık merkezi hâline getirmiştir. Evet, Cenâb-ı Hakk, onların amelini nemalandırmış; onları kabrin fitnesinden koruyup muhafaza etmiş ve oraya oluk oluk nurlar göndermiştir. Demek ki o insanlar, sadece cismaniyet itibarıyla ölmüş, sevap cihetiyle yaşamaktadırlar. Hatta o insanlar, böyle bir amele muvaffak olamayan sözde diri insanlardan daha canlı bir şekilde yaşamaktadırlar.



[1] Ebû Davud, Cenâiz, 56; Beyhaki, Delâil, 2/300; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/88; Ebû Nuaym, Delâil, 1/252 [2] Sîretü İbn-i Hişam, 1/358-362; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/88; Ebû Nuaym, Delâil, 1/243-253; Beyhaki, Delâil, 2/301-303 [3] Buhari, İman, 42; Müslim, İman, 97; Tirmizi, Birr ve Sıla, 17; Darimî, Büyû’, 9 [4] Deylemî, el-Firdevs, 2/174 [5] Tirmizi, Kıyamet, 55; İbn Mâce, Fiten, 23; Müsned, 2/43 [6] Buhari, İman, 42; Müslim, İman, 95; Ebû Davud, Edeb, 59; Tirmizi, Birr ve Sıla, 17; Neseî, Bey’at, 31 [7] Tirmizi, İlm, 14 [8] Tirmizi, İlm, 15; Müsned, 2/505; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimî, Mukaddime, 44 [9] Ebû Davud, Cihad, 16; Tirmizi, Fedâilü’l-Cihad, 2

İman ve Nifak Çerçevesinde Tebliğ 21 dk.

Mü’min, hak ve hakikat adına içinde yaşadığı topluluğa, en yakın çevre ve daireden başlayarak fazilet dersi veren insandır. Bu onun mü’min olmasının zarurî bir neticesidir. Bir bakıma, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin olmaları bu neticeyi doğurur. Diğer taraftan bütün Müslümanlar, hadîsin ifadesiyle bir organizma bütünü gibidirler.

Organizmayı meydana getiren uzuvlardan birinde bir arıza meydana geldiğinde, bütün vücutta bir inilti ve ızdırap duyulur. Aynı zamanda uzuvların teker teker arızasız ve kusursuz oluşu, bütün bir vücudun da arızasız ve kusursuz oluşunu netice verir. Öyle ise mü’minlerin birbirlerinin dertleriyle dertli ve lezzetleriyle mütelezziz olmalarından daha tabiî ne olabilir ki!.. Evet onlar, bir vücudun uzuvları gibidirler. Hele bu elem veya lezzet ebedî âlemi ilgilendiriyorsa, mü’min nasıl olur da kardeşinin cennete veya cehenneme gitmesine karşı bigâne kalabilir? Onun içindir ki mü’minin, bir başka mü’mine karşı bu kudsî vazifeyi, yani ’emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini yapması onun mü’min olmasının ayrılmaz lâzımıdır. İşte bu mânâya işaret içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

‘Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velileridirler. İyiyi emreder, kötülükten alıkorlar. Namaz kılar zekat verir, Allah’a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir’ (Tevbe sûresi, 9/71).

Evet ister erkek, ister kadın bütün mü’minler birbirlerinin dostudur. Bu dostluğun muktezası da, Allah (c.c)’ın hoşgördüğü marufları emredip çirkin gördüğü münkerattân da birbirlerini sakındırmalarıdır. Zaten dost dosta başka türlü de davranamaz.

Ancak mü’min bunları yaparken kendini de unutmaz. İslâm’ı önce kendi içine sindirir, onu tabiatının bir yanı hâline getirir; namazını dosdoğru kılar, zekatını tastamam verir ve her meselede Allah (c.c) ve Resûlü (s.a.s)’ne itaat eder. Cemiyet içinde herkes böyle olunca da zaten cemiyet kendiliğinden nizam ve intizama girmiş olur. O cemiyeti ve cemiyeti meydana getiren fertleri, rahmet bütün enginliği ile kuşatır ve onun çevresinde Rahmanî bir atmosfer hasıl olur.

Bu ulvî mazhariyetin tam karşısında da muhlis mü’min-lerin tam mukabili olan münafıkları Kur’ân şöyle resmeder:

الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

‘Münafık erkek ve münafık kadınlar da birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar ve cimrilikte bulunurlar. Onlar Allah’ı unuttular (bu yüzden) Allah da onlara unutma muamelesinde bulundu. Doğrusu münafıklar, fasıkların tâ kendileridir’ (Tevbe sûresi, 9/67).

Görüldüğü gibi, âyet münafıklar için ‘dost’ tabirini kullanmıyor ve sadece birbirlerinden olduklarını haber veriyor. Çünkü münafıklar arasında hiç kimseye karşı dostluk söz konusu değildir. Onları birbirine bağlayan tek bağ menfaattir. Menfaatlerine zerre kadar zarar gelecek olsa, hemen aynı gruplar arasında kıyasıya vuruşma başlar. Onun için âyet, gayet veciz ve mucizevî bir ifade ile onların ruh hâletlerini ele verir ve ‘bazısı, bazısından’ der. Yani onların hepsi de aynı habislerdir.

Onların bir diğer ortak vasıfları ise, ‘onlar münkerâtı emrederler.’ Yaptıkları müstehcen neşriyatla, ele geçirdikleri sinema ve televizyon aracılığı ile gençleri manyetize edercesine sürekli kötülük telkininde bulunurlar; insanlar da âdeta onların emirlerine boyun eğerler. Zira propaganda vasıtaları, insanları tesir altına alacak kadar güçlü ve kuvvetlidir. Başı dönmüş ve bakışı bulanmış güruh ve yığınlar, münafıkların asla vazgeçmeyecekleri piyonları ve sömürü vasıtalarıdırlar. Sömürü güçlerini ayakta tutabilmek için vermeyecekleri taviz ve insanlığa karşı yapmayacakları hiçbir mel’anet yoktur. Çünkü onlar münafıklardır ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bu ayırıcı vasıflarıyla derhal tanınırlar. Zira onlar sürekli kötülüğü emreder, iyilikten de insanları alıkorlar.

Evet, onların ortak vasıflarının ikincisi, ‘marufu engeller, iyiliğe mani olurlar.’ Cemiyeti psikolojik bir baskı altına alarak, faziletli yaşamak isteyen herkesi ‘gerici’likle yaftalarlar. Namaz kılan, oruç tutan, onların nezdinde mürteci; kadınların onlardan farklı olan giysileri ve başlarına taktıkları, onlara göre en korkunç irtica alâmeti ve bir uğursuzluk emâresidir. Millet sevgisinden mi bahsettiniz; artık siz onlara göre birer faşistsiniz.

Evet, bütün güzel şeyler onların yanında münkerdir. Âdeta milletin maruf kabul ettiği her şeye karşı onların alerjisi vardır; vardır çünkü bu, nifakın bir muktezasıdır.. ve nifak iç-dış bütünlüğüne eremeyen insanların düştüğü derekedir. Kur’ân’ın ifadesiyle onlar cehennemin en dibine namzet zavallılardır. ‘
بَلْ هُمْ أضَلّ

; hayır, hayır onlar hayvan değil, hayvandan da aşağıdırlar’ (A’raf sûresi, 7/179) tam onları çerçeveleyen bir resimdir.

Bu itablarla mü’minler, sorumluluklarını yerine getirerek kendilerini bu duruma düşmekten korumalıdır. Korumak için de sürekli birbirlerine iyiliği emredip ona teşvikte bulunmalı kötülüklerden de birbirlerini sakındırıp onlardan vazgeçirmeye çalışmalıdırlar. Kendi hayatları adına nifaka düşmekten tir tir titredikleri gibi, dostlarının da böyle bir akıbete dûçâr olmasından titremeli ve hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları cemiyeti uyanık ve müteyakkız tutmalıdırlar. Evet işte bunlar yukarıda da işaret ettiğimiz gibi onların mü’min olmalarının ayrılmaz bir vasfıdır.

Zaten, huzurlu bir toplum olabilmek için, münkerin en küçüğünün dahi yaşamasına fırsat verilmemelidir. Aksine, önce küçük görünen bir münker, kısa zamanda öyle yayılır ve öyle sâri bir illet hâline gelir ki, bazen bütün bir cemiyeti, bütün bir milleti, hatta topyekûn insanlığı tehdid eden, mahv u perişan olmalarına sebebiyet veren bir vebâ hâlini alabilir. İçtimaî bozukluklar hep küçük görünen münkerâtın yaygınlaşmasından meydana gelmiştir. Tarihe bu zaviyeden baktığımızda, tekerrürü aynı akıbeti doğuracak nice içtimaî tefessühler görmemiz mümkündür. Zikredeceğimiz şu hadîs, bu tür kokuşmaların tarihî tahlili açısından çok mühimdir.

Allah Resûlü (s.a.s) buyuruyor:

‘İsrâiloğullarına, içtimaî çöküntü şöyle girmiştir: Bir kişi diğerinde gördüğü bir kötülük üzerine, ‘Ey filan, bu işi terket, bu sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün de gelir, o adam aynı münkeri işliyor olmasına rağmen, onunla dostluğunu devam ettirir; onunla beraber oturup kalkar, beraber yer içerdi. Bunun üzerine Allah (c.c) onların kalblerini birbirlerine çaldı.’ Sonra da Allah Resûlü (s.a.s):

لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ & كَانُوا لا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

‘İsrâiloğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerinden dolayı idi. Onlar birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları bu iş ne kötü idi’ (Mâide sûresi, 5/78,79) âyetini okuyarak şöyle buyurdu: ‘Hayır, vallahi, muhakkak marufu emredip münkerden nehyetmelisiniz ve yine muhakkak zalimin elinden tutup onu hak çizgisine getirmelisiniz.'[1] Burada, kötülüğe pasaport veren bir kısım İsrâiloğulları’nın durumu dile getirilirken, mü’minler aynı akıbetten sakındırılmakta ve böyle bir duruma düşmemeleri için tenbihte bulunulmaktadır. Zaten bu gibi vak’aların rapor edilmesinde her zaman bir kısım hikmetler söz konusudur.

Vak’a şu şekilde de tahlil edilebilir: İşlenen bir münker görülmüştür. Münker işleyeni ikaz eden şahıs, zatında o münkerin karşısındadır.. ve ilk gün o münker işleyeni ikaz etmiştir. Ancak, devamlılık ve sebat isteyen böyle bir mevzuda o hiç de öyle davranmamış; münker işleyenin o işte ısrar etmesine karşılık, diğeri metafizik gerilimini koruyamamış ve o şahsa yanaşarak onunla yemiş-içmiş, sohbet etmiş ve dostluğunu devam ettirmiştir. Kalbiyle buğzetme, îmanın varlığına son işaret ve alâmetken o, bu kadarcık bir canlılık bile gösterememiştir. Böylece, karşısında direnç gösterecek hiçbir unsur kalmadığı için, o kötülük de cemiyet içinde yayılma zemini bulmuştur. Ve Cenâb-ı Hakk da onların kalblerini birbirine çarparak eşitlemiş ve denkleştirmiştir. Hatta onların arasında dahilî sürtüşmeler meydana getirerek onları fırka fırka bölmüştür.

Evet, Allah (c.c), inkâr eden ve her zaman İslam’a muarız bir tavır içerisinde bulunan kişilerin kalbini birbirine çarpıp eşitleyip nifak içine attı.. ve bunların bir dönemde Hristiyan dünyasından çekmedikleri cefa, maruz kalmadıkları hakaret kalmadı. Daha önce, asırlarca Babil’de esaret hayatı yaşamış.. bir başka dönemde Şabur tarafından işkencelerin en iğrencine uğratılmış ve hiçbir zaman rahat yüzü görmemişlerdi. Böyle bir duruma düşmelerinin tek sebebi, aralarında ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmamaları idi ki, bu sebeple kalblerinde ayrılık fitneleri gelişiyor ve yer yer temelden sarsılıyorlardı. İşte Allah Resûlü (s.a.s) böyle bir vak’ayı rapor ederken, aynı akıbete düşmemeleri için, yapılması gereken şeylerin baştan yapmaları gerektiği hususunu ümmetine ihtar ediyor ve toplum hâlinde çökmemenin yol-yöntem ve tekniğini öğretiyordu. Böyle bir noktaya gelmişken, bir -iki cümle ile de olsa- sadet harici sayılabilir bir hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum. Bir kesimi itibarıyla İsrâiloğulları, Hz. Musa (a.s) zamanında dahi, bir ittifak ve ittihat temin edebilmiş değillerdir. Dolayısıyla da hep te’dip ediliyorlardı. Eğer şu anda Yahudiler, muvaffak görünüyorlarsa -ki öyle sayılırlar- bu da onların sûrî ittifaklarının bir sonucu olsa gerek. Tarihî dinamiklerine sahip çıkmaktan kaynaklanan bu ittifak, onların, ne ölçüde olursa olsun, bir devlet kurmalarını netice vermiştir. Tarihî değerlerinden uzaklaşır, iç çekişmelere girerlerse, yıkılıp gitmeleri kaçınılmaz olur. Evet, bugünkü İsrailoğulları ve Yahudiler, bazı yanları itibarıyla tashihe ve tecdide açık olsa da semavî bir dine saygılı davranmalarının mükâfatını görüyorlar. Biraz da bizim zavallı durumumuz onları daha güçlü hâle getiriyor.

Evet, günümüzde İslâm dünyası hasta, alil ve ihtiyaç içinde kıvranmaktadır. Onun, silkinip kendi özüne dönmesi şarttır. Ruhu zillet, aklı kıllet ve bütün uzviyatı illet içindedir. Acilen tedavi edilmezse, her geçen gün daha kötüye gidebilir. Ancak, tedavi edildiğinde, yükleneceği misyon da kainat çapındadır. İnşaallah o gün İslâm, yeryüzündeki bütün milletleri kucaklayacak ve dünyaya yeni bir nizam, bir âhenk ve bir rûh getirecektir.

İslâm tarihinde, tebliğ vazifesinin mü’minlik şiarı olduğuna delâlet eden çok hâdise vardır. Onlardan biriyle bu faslı açmak istiyorum. Bu hâdise Hz. Ebu Bekir (r.a) ile ilgilidir. Hz. Ebu Bekir (r.a) bir gün kendini dinleyenlere şöyle seslenir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ لا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ…

‘Ey îman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda iseniz, herhangi bir sapkın kimse size zarar veremez…’ (Mâide sûresi, 5/105) âyetini okuyor ama yanlış te’vil ediyorsunuz. Zira ben Allah Resûlü (s.a.s)’nün şöyle dediğini işittim:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنْ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ الله أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْهُ ثُمَّ تَدْعُونَهُ فَلا يُسْتَجَابُ لَكُمْ

‘Bir topluluk ki, günah işler ve aralarında onları bu günahtan menetmeye muktedir kimseler vardır; vardır da bu görevi yapmazlarsa, onların üzerine Allah katından bir belâ gelmesi kaçınılmazdır.'[2]

Evet, yukarıdaki âyet, ‘başkalarına karışmayın, siz sadece kendinize bakın’ demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını görüşüp konuşurken insanın kendisini unutmamasıdır. Yani, aslında burada ferdî muhasebeye teşvik vardır. İşte Hz. Ebû Bekir (r.a) bu mânâyı en iyi kavrayanlardan biri olarak, Allah Resûlü (s.a.s)’nden naklettiği hadîsi bu anlayışa delil olarak irad etmiştir.

Bu konu ile alâkalı Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in daha birçok hadîsi vardır. Konuya işaret açısından bazılarını kaydetmek istiyorum:

Allah Resûlü (s.a.s), Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadîslerinde şöyle buyururlar:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنْ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ الله أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْهُ ثُمَّ تَدْعُونَهُ فَلا يُسْتَجَابُ لَكُمْ

‘Ya emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l münker yaparsınız; ya da Allah size azap gönderir, (gönderir de) duâ edersiniz; artık duânız kabul edilmez.'[3]

Yine Tirmizi’nin rivayet ettiği bir başka zayıf hadîste, yukarıdaki sözler aynen tekrar edilir ve şu ilavede bulunulur:

‘… Allah başınıza şerirlerinizi musallat eder. Sonra hayırlılarınız duâ eder de duâları kabul olmaz.'[4]

Şerirler; ayak takımı, işten, idareden anlamaz, din-diyanet bilmez, kitap-peygamber tanımaz ve ne kadar mukaddes bilinen şey varsa, onlarla alay eder saygısız bir güruhtur. Allah (c.c) onları hangi millet ve devletin başına musallat etmişse, artık o millet veya devlet iflah olmamıştır. Cenâb-ı Hakk, imhal eder, mühlet verir; fakat asla ihmal etmez. ‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmama günahının cezasını da, bir müddet geriye atar; ama ceza vakti gelince o insanları kıskıvrak yakalar ve sarsar. İşte o cezalardan bir çeşidi de, milletin başına şerirlerin geçmesi ve kaba kuvvetin onları idare etmesidir ki, bu, Müslümanlar için hak edilmiş bir ceza olur. Bu arada hayırlılar camileri doldursa, duâ duâ yalvarsa, sabahlara kadar gözyaşlarıyla seccadelerini yıkasalar da yine bu ceza müddeti dolmadıkça onlar bellerini doğrultamazlar. Bu İlâhî bir kanundur; ve hiçbir zaman değişikliğe uğramayacaktır.

Siz bu ifadeleri, realite planında hayatın bütün üniteleri üzerine serdiğinizde, manzaranın kadimden beri hep aynı olduğunu göreceksiniz. Günümüzdeki durum da, bu tarih-i tekerrürler devr-i dâiminden sadece bir-iki karedir. Camilerdeki duâlar, yanıp yakılmalar, ağlamalar ve feryat etmeler.. ulu divanda kabul görmüyorsa, bu durum bir günahın keffâretinden başka ne ile izah edilebilir ki! Bu günah, üzerinde ısrarla durduğumuz bir kudsî vazifenin ihmal edilişi veya istenen ölçüde yerine getirilemeyişidir.

Evet, bu günah bizi Rabbimizden kopuk hâle getirdi.. aslında, marufu emredip münkerden menetme, bizim varlık gayemizdi. Bizler bunun için yaratılmıştık.. ve hele hak erleri olarak bizler, yani varlığını hak yola adamış kişiler.. hatta sa’y ve gayretlerinde cenneti dahi esas gaye ve hedef yapmayanlar!. Eğer fırsat ve imkân varsa orada dahi Rabbi anlatmayı, cennetin diğer bütün nimetlerine tercih edecek kadar bu işin aşıkları.. veya mümkünse, cehennem zebanilerine bir şey anlatmak için hiç çekinmeden cehenneme girebilecek hasbî ruhlar!. Evet işte bunlar, yaratılış gayeleri olan bu çok önemli vazifeyi ihmal ederlerse, dünyanın başına gelecek musibet ve belalar vize almış demektir. Bundan öte yapılacak bir şey varsa o da duâdır; duâların faydasını da Allah bilir. Çünkü bu hâle giriftar olma, bir bakıma yok olmaya kilitlenme demektir. Böyle bir gün çetin bir gündür.. o gün rahmet yüzüne nikap çekmiş, gazap ise yüzündeki nikabı kaldırmış.. el elde üzülmüş ve dönüşü olmayan bir akıntıya dûçâr olunmuş demektir.

İslâm âleminin şu zavallı durumuna bakabilseniz arzettiğim hususları bir bir bu aynada göreceksiniz. Evet, Allah’tan, Peygamber’den ve kitabullahtan kopan nesillere ve bunları yanlış yollara sevk edenlere.. evet, ruh ve kalbleri yerlerinden sökülüp alınarak, mide ve bağırsaktan ibaret birer mahlûk hâline getirilenlere.. başsız yığınlara, zâyi olup giden zamana kopuk halkalarıyla anlaşılmaz hâle getirilen tarihe baksanız, koskocaman bir câmianın nerede iken nerelere itildiğini görecek ve ürpereceksiniz. Artık ayak takımının idare ettiği bu şanlı fakat ta’lisiz milletler topluluğu, şerirlerin pençesinde kıvrım kıvrım kıvranmakta ve çaresizlik soluklamakta. Ne oldu Kâbe’de yapılan duâlara? Niçin mescitlerde dökülen gözyaşları faydasız? İşlenen günahın keffâreti bunlar değil de ondan. Kuyuya nereden düşüldü ise, çıkış yeri orasıdır. Biz bu hâle, bir kudsî vazifeyi terkederek dûçar olduk; onu yerine getirerek de bu hâl ve bu durumdan kurtulacağız. Yani bu işin en müessir duâsı, bu kudsî vazifeyi ifadır. Bu itibarla da, sadece dillerdeki duâlar yeterli değildir. Elbette o duâların da, insanın âhireti adına faydası vardır; ancak dünyevî mezelletten kurtulmanın yolu emr-i bi’l-maruf vazifesini hakkıyla yerine getirmektir.

Evet, başta da ifade etmeye çalıştığım gibi, bir cemaat ve toplum içinde çok faziletli insanlar bulunabilir. Bunlar manevî yönleriyle Allah’a çok yakın da olabilirler. Ancak bu toplum içinde ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapılmıyor ve bunun için müesseseler kurulup bu vazife sistemli bir şekilde ifa edilmiyorsa, Allah (c.c) o cemiyetin altını üstüne getirir ve o cemiyet, o millet asla payidar olamaz.

Gerçi Cenâb-ı Hakk, bir zümrenin günahı sebebiyle umuma azap etmez. Bir kısım baştan çıkmış, kanun nizam tanımayan mütrefînin işledikleriyle bütün bir toplumu mes’ul tutmaz. Ancak ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmaya güçleri yettiği hâlde, münkerâtı göğüsleyen bir hasbiler grubu, ‘Rabbimiz Allah’ deyip ortaya çıkmazsa, işte o zaman azap umumî olarak gelir. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte bu hususa şöyle işaret edilmektedir:

إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الْمُنْكَرَ فَلَمْ يُنْكِرُوهُ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمْ الله بِعِقَابِهِ

‘Allah, bazı insanların günahı sebebiyle umuma azap etmez. Ancak onlar kendi aralarında münkerâtın işlendiğini görür de, ona mani olmaya güçleri varken mani olmazlarsa, işte o zaman azaba ma’ruz kalır.'[5]

Şu âyette de bu husus dile getirilmekte ve şöyle denmektedir:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ الله شَدِيدُ الْعِقَابِ

‘Aranızdan yalnız zalimleri çarpmakla kalmayacak fitneden sakının ve Allah’ın azabının şiddetli olduğunu bilin!.’ (Enfâl sûresi, 8/25)


 [1] Ebû Davud, Melâhim, 17; İbn-i Mâce, Fiten 20 [2] Ebû Davud, Melâhim, 17; Tirmizi, Fiten, 8 [3] Tirmizi, Fiten, 9; Müsned, 5/388 [4] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7/266 [5] Müsned, 1/2,5; Ebû Davud, Melâhim, 17

Tarihî Hadiselerle Tebliğ ve Helâk 24 dk.

‘Emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesine, tarihte helâk olan kavimler ve onların helâk oluş sebepleri açısından bakılabilir. Böyle bir bakış ve değerlendirmede ilk defa şu hususu görürüz: İnanan toplumların garantisi olan iki ana umde vardır. Bunların olmaması, iki sınıf toplumun helâkını ve değişmeyen akıbetlerini belirler. İster meseleyi müspet yönüyle ele alalım, ister ona menfî yönüyle yaklaşalım aynı neticeye varılır; bir toplum içinde ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ bilfiil yapılıyorsa, Allah (c.c) o cemaat ve cemiyeti helâk etmez. Ve yine, bir cemaatin içinde az dahi olsa, bu kudsî vazifeyi yerine getiren varsa ve bunlar mağlup olma durumunda da değillerse yine Allah (c.c) o topluluğu helâk etmez. Bu, meselenin müspet yönden ele alınıp değerlendirilmesi sayılabilir. Tabiî meseleyi, menfî yönden ele alıp kritik etmek de mümkündür.

Evet eğer bir toplum içinde emr-i bi’l-maruf yapan yoksa, Allah (c.c) o topluluğu helâk eder. Ve yine bir topluluğun içinde bu kudsî vazifeyi yapan bir hayli kahraman olmasına rağmen, karşılarındaki insanların azgınlık ve taşkınlıkları onları mağlup edecek kerteye gelmiş ve onlar da mağlubiyetlerini ilan etmişlerse, yine Allah (c.c) o topluluğu helâk eder. Yeri gelince, meselenin bu yönünü âyetlerin aydınlatıcı tayfları altında izah etmeye çalışacağız. Şunu daha baştan kesinlikle ifade etmeliyim ki; bir milletin toptan helâkına mani olacak en geçerli paratöner, inanan kesimin kurdukları irşâd yuvalarıyla, bu kudsî vazifeyi yerine getirmeleridir. Evet bir millet, böyle bir girdaptan ancak bu türlü ciddi gayretlerle kurtulabilir.. ve birkaç misal:

a) Hz. Nuh

Hz. Nuh (a.s), bütün bir ömür boyu hakkı tebliğ etmiş, ancak kavmi her defasında ona inkârla mukabelede bulunmuş ve ona eziyet etmişlerdi. O gün ona inanan çok az insan vardı. İş öyle bir noktaya gelmişti ki, Hz. Nuh (a.s) Cenâb-ı Hakk’a ellerini açıp mağlup düştüğünü itiraf etmek ve Rabbinden kâfirlere karşı yardım dilemek zorunda kalmıştı. Böyle bir nebinin duâsı elbette ki reddedilemezdi ve edilmemişti de. Kur’ân bize bu hâdiseyi oldukça tafsîlatlı bir biçimde anlatır:

كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ & فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ & فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ & وَفَجَّرْنَا الأرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ & وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ & تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ & وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَا آيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ & فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ

‘Bu putperestlerden önce Nuh kavmi de kulumuzu yalanlayarak, ‘delidir’ demişlerdi ve onun yolu kesilmişti. O da, ‘Ben mağlup düştüm bana yardım et’ diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök kapılarını, boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; derken her iki su takdir edilen bir ölçüye göre buluştu. Onu tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik. Kavmi tarafından inkâr edilmiş olan Nuh’a mükâfat olarak verdiğimiz gemi, bizim gözetimimizde yüzüyordu. Andolsun ki biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Hâlâ Öğüt alan yok mu? Benim azabım ve uyarmam nasılmış?'(Kamer sûresi, 54/9-16)

Evet, Hz. Nuh (a.s) nübüvvetle serfiraz kılınmış bir peygamberdi. Ve başında peygamberlik tâcı vardı. O başkasının değil; Allah’ın memuruydu ve insanları, Allah’a kul olmaya davet ediyordu. Halbuki kavmi ona, ‘mecnun’ diyordu. Aslında onların bu ifadeleri, peygamberdeki îmanın kemaline delâlet ederdi. Çünkü o toplumda içtimâî hayatın dengeleri alt-üst olmuş ve bütün değer ölçüleri tersine dönmüştü. Böyle olunca da bir peygamber elbette ki onların ölçülerine göre dengeli görülemezdi.. ona ‘mecnun’ diyeceklerdi ve dediler de. Zira bu şanı yüce nebi, onların bozduğu cemiyeti baştan sona yeniden imara çalışıyordu. Ve böyle bir insan, elbette diğerleri arasında bu yaftayla damgalanacaktı. Ondandır ki, Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde, bir mü’mine mecnun denmesini onun îmanının kemali olarak ifade etmişlerdir.[1] Bunun üzerine Hz. Nuh (a.s) kavminin isyanı karşısında ellerini açtı ve Rabbine duâ etti: ‘Rabbim, ben mağlubum, bana yardım et!’ dedi. Allah (c.c) da onun, o azgın kavmini suya batırdı. Üstten ve alttan gelen sularla hepsini boğup helâk etti. Belki bu Atlantis medeniyetiydi, belki de bir başka medeniyet.. bu azgın insanlar ister Atlantik Denizi’ne batırılmış olsunlar, ister bir başka denize.. fark etmez. Hâdise şu idi; başlarında bir peygamber olmasına, o peygamber her an emr-i bi’l-maruf yapmasına rağmen bir medeniyet batırılıyordu. Çünkü o peygamber mağlup düştüğünü ilan etmişti.

Âyet, onların ve Hz. Nuh (a.s)’un durumunu anlattıktan; yani kavminin sular içinde boğulup, Hz. Nuh (a.s) ve yanındakilerin bir vapurla korunmalarını dile getirdikten sonra soruyor: ‘Yok mu ibret alan?’

Evet, söz buraya gelmiş iken biz de ilavemizi yapalım ve “Yok mu Sart harabelerinden ibret alacak? Yok mu, Bergama kalıntılarından ibret alacak ve ağlayacak? Yok mu Truva’dan ders alacak? Evet bunlardan ibret alacak yok mu?” diyelim. Yeryüzünde yüzlerce harabe.. hepsi ayrı bir mücrim kavmin akıbetine emâre ve hepsi birer âyet gibi gözler önünde.. yok mu ibret alacak, yok mu?..

b) Hz. Salih

Hz. Salih (a.s)’in kavmi de, peygamberlerine isyan etmişlerdi. Allah (c.c) da, mucize olarak ona bir deve göndermiş ve ona dokunulmamasını istemişti. Ne acıdır ki onlar, küstahlık ederek bu deveye dokunmuşlardı. Deveye dokunmama, ilk etapta bizim idrak ve anlayış ufkumuzu zorlayabilir. Halbuki her devirde insanlar bir kısım mükellefiyetler altındadır. Namaz, oruç, zekat bu türden birer mükellefiyet çeşididir. Bunlar gibi içki içmeme, zina etmeme, faiz yememe de birer mükellefiyettir. Bu mükellefiyetler bu şekilde olduğu gibi, bazen de bir deveye dokunmama şeklinde olabilir. Nitekim Hz. Salih (a.s)’in kavmi, böyle bir mükellefiyetle karşı karşıya kalmış ve bu imtihanı kaybetmişlerdi. Şems sûresi bu hâdiseyi bize şöyle icmâl eder:

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا & إِذْ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا & فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ الله نَاقَةَ الله وَسُقْيَاهَا & فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا

‘Semud kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) ileriye atıldığında Allah’ın peygamberi onlara, ‘Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın’ demişti. Ama onlar O’nu yalanladılar ve o deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rabbileri, de suçlarından dolayı onların üzerine kat kat azap indirdi ve onları yerle bir etti…’ (Şems sûresi, 91/11-14)

Semud kavmi, peygamberleri olan Hz. Salih (a.s)’e baş kaldırdığında, kavminin bu tavrı karşısında, görüyoruz ki Hz. Salih (a.s), onlara sadece sözle bir şey anlatma durumundadır. ‘Ona dokunmayın’ diyor. Zira ona dokunmak belanın düğmesine dokunmak demekti. Ama gel gör ki, kavmi onu dinlemedi ve şekavet maratonunda en önde olan ve tabiî diğerlerini temsil eden birisi, bu bela düğmesine dokunuverdi.

Aslında bütün devirlerde bu hep böyle olmuştur. Küfre önderlik yapacak birisi çıkar ve diğerleri de yığın yığın onu takip ederler. Değişik dönemlerde bizim dinimize dokunanlar da, işte böyle bela ve musibetin düğmesine dokunmuşlardı.. dokunmuş ve âli bir milleti perişan etmişlerdi. Derbeder olmaya yüz tutmuş bir milletin, o günkü zaafları da, Kur’ân’a dokunacak şakilerle başlamıştı. Daha sonra şahıslar değişecek ama senaryo aynen devam edecekti. Kâbe’yi telvis edecekler, zemzemi kirletecekler her devirde olmuştur ve olacaktır da…

…Ve Semud kavminin şakisi öne atıldı. Peygamberin ‘Durun, yapmayın!.’ feryadına kulak vermeden deveyi boğazladı. Böylece hem bu fiili işleyenler hem de ona sessiz kalanlar, kendi akıbetlerini hazırladılar. Allah (c.c) da onları derbeder etti ve iyiyi kötüden ayırmayarak hepsini mâzi mezarına gömdü. Cismânî olarak bela ve musibete maruz bıraktığı gibi, namlarını da isli-dumanlı hâle getirdi. Bazen bu musibet cisme dokunmaz; meselâ mesh, surette değil sîrette olur. Böyle bir bela diğerinden daha zor anlaşılır. Bu tür musibet, sadece cismaniyete isabet eden musibetten, aslında daha şiddetlidir. Ve günümüzde gelen belalar, ekseriyetle bu türden gelmektedir. Zannediyorum, serkeşliğin başdöndürücü keyfiyette devam etmesinin bir sebebi de bu; çünkü insanlar, başlarında dönüp duran belanın farkında değiller.

Sûrenin sonunda:
وَلا يَخَافُ عُقْبَاهَا

‘(Allah, bu şekilde azap etmenin) akıbetinden korkacak değil ya!’ (Şems sûresi, 91/15) denilmektedir. Zira O, mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Bu âyetlerin ışığı altında görüyoruz ki, Hz. Salih (a.s)’in mağlup düşmeye yüz tuttuğu bir hengamda ve sözünü dinletemediği bir pozisyonda, Allah (c.c) o kavmi helâk ediyor; ediyor ve yerin dibine geçiriyor. Zira Allah (c.c) bütün kâinatı ve hususen insanı, kendisini bilip tanısın diye yaratmıştır. Dünyanın varlık hikmeti budur. İnananlar mağlup duruma düşünce, bu hikmet sarsılır. Cenâb-ı Hakk da o devrin insanlarını sarsar, bazen de, yukarıdaki misallerde olduğu gibi yerle bir eder. Bu, hiçbir zaman değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî bir kanundur.

c) Hz. Lût

Hz. Lût (a.s) da ‘yanımızda’, diyebilecek şekilde bize çok yakın bir yerde zuhur ediyor. Hz. İbrahim (a.s)’e muasır bu yüce insanın kavmi içinde ‘Livata’ denen, o güne kadar beşeriyetin görmediği bir günah irtikap ediliyor ve bu şanı yüce peygamber de, sabahtan akşama kadar bu günahla savaşıyor.

Derken, bir gün evine, güzel delikanlılar şeklinde melekler geliyor. Azgın kavim hemen Hz. Lût (a.s)’un evine koşuyor ve o öldüren duygularını ortaya koyuyorlar. Hz. Lût (a.s) âdeta yalvarırcasına:

وَلا تُخْزُونِي فِي ضَيْفي

‘Beni misafirlerime karşı mahcup etmeyin’ diyor. Onlarla nikahlanmak üzere kızlarını teklif ediyor, onları meşru zemine çekmeye çalışıyor, ama bütün gayretler boşa çıkıyor.. çıkıyor ve o yılışık insanlar:

قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ

‘Bizim senin kızlarınla hiçbir işimiz yok, sen ne istediğimizi de iyi biliyorsun’ karşılığını veriyorlar.

Hz. Lût (a.s) derinden derine iç geçirip:

قَالَ لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ

‘Keşke size yetecek kuvvetim veya arkamı dayayacağım bir güç olsaydı’ (Hûd sûresi, 11/78-80) diyor. Esasen onun güçlü bir dayanağı vardı; ancak kaldığı zor durum ona bu sözü söyletmişti. Ve delikanlı suretindeki melekler, kendilerinin melek olduğunu söyleyiveriyorlar. Lût (a.s) işte o zaman rahat bir nefes alıyor.

Ve işte, Kur’ân’da bu uzun kıssadan bazı bölümler:

وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ & وَجَاءَهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ إِلَيْهِ وَمِنْ قَبْلُ كَانُوا يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ قَالَ يَاقَوْمِ هَؤُلاءِ بَنَاتِي هُنَّ أَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُوا الله وَلا تُخْزُونِي فِي ضَيْفِي أَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُلٌ رَشِيدٌ & قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ & قَالَ لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ & قَالُوا يَا لُوطُ إِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَنْ يَصِلُوا إِلَيْكَ فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنْ اللَّيْلِ وَلا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ أَحَدٌ إِلاّ امْرَأَتَكَ إِنَّهُ مُصِيبُهَا مَا أَصَابَهُمْ إِنَّ مَوْعِدَهُمْ الصُّبْحُ أَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَرِيبٍ & فَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِنْ سِجِّيلٍ مَنْضُودٍ & مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ وَمَا هِيَ مِنْ الظَّالِمِينَ بِبَعِيدٍ

‘Elçilerimiz Lût (a.s)’a gelince, onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da: ‘Bu çetin bir gündür’ dedi. Lut’un kavmi ona koşarak geldiler. Zaten daha önce de kötü işler yapıyorlardı. ‘Ey kavmim! İşte bunlar benim kızlarımdır (onlarla evlenin); onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan sakının, misafirlerim önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında kimse yok mudur?’ dedi. Onlar ise: ‘And olsun ki, senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun; doğrusu sen bizim ne istediğimizi de bilirsin.’ (Lût): ‘Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa ve sağlam bir yere sığınabilseydim’ dedi. (Melekler): ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler.. geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık. Eşinin dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelen onun başına da gelecektir. Onların va’dolunan (helâk) zamanı sabah vaktidir. Zaten sabah da yakın değil mi?’ dediler. Buyruğumuz gelince, onların altını üstüne getirdik, üzerlerine de Rabbinin katında işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bu durum, zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır’ (Hûd sûresi, 11/77-83).

Evet, Sodom Gomore helâk oldu ve Lût gölü derinliğinde yerin dibine batırıldı. Ancak bu ceza sadece Hz. Lût (a.s)’un kavmine mahsus değildi. Her devrin zalimleri, aynı akıbete dûçâr olacaklardı.

İşte Pompei, bunun en çarpıcı örneği. Orada hak ve hakikati neşreden Hristiyanlar vardı, ancak onlar da mağlup durumdaydılar. Millet öyle sefahat ve sefalet içindeydi ki, Allah (c.c) Vezüv’den fışkıran lavlarla orayı bir mezarlık hâline getirirken, onlar çoktan ruhlarıyla ölülere katılmışlardı. Bunlardan bazıları deniz kıyılarına kaçmış olmalarına rağmen evler büyüklüğünde kül yığınları, gelip onları da oraya gömmüştü.

Allah (c.c), gelecek nesiller ibret alsın diye o yerleri birer alâmet ve işaret müzesi, hâline getirdi; getirdi ki, herkes amelinin kaderini oralarda okusun. Bugün Pompei’den geriye kalan duvarlarda, müstehcenliğin en iğrencini seyretmek mümkündür. Fuhşun kol gezdiği o yerler kısmen de olsa, hâlâ ibret tablolarıyla dolu. Evet, Cenâb-ı Hakk onları birer ibret levhası gibi bıraktı ki; akıl sahipleri baksın ve onlardan ders alsın.

d) Ve Diğerleri…

Hz. Lût (a.s)’a inanmayan kavmini yakalayıp, derdest edip bir umumî kanunla cezalandıran Kudreti Sonsuz, tarih içinde başka milletlerde de aynı şekilde hükmünü icra etmiştir. Meselâ Endülüs’te sekiz asır devam eden bir muhteşem medeniyet, iç değişikliğe uğrayınca, Ferdinand’ın kılıcıyla önce aziz olarak girdikleri bu yerden zilletle geri dönmüşlerdir. Bu utandırıcı dönüşlerinde Müslümanlar ağlıyorlardı. Ama ağlama zamanı çoktan geçmişti; dahası ağlarken de ağlanacak şeye ağlamıyorlardı… Tuleytula’da o devirden kalma hamamlara bakıp ağlamak ve varlık sebeplerini kendi elleriyle yıktıklarına ağlamak lazım gelirken, onlar kendi cenazelerine ağlıyorlardı.

Abbasiler’i yıkan da bu ruh sefaletiydi. Emevi’yi de aynı levsiyat yıkmıştı. Selçuklu, çakırkeyf yaşamanın akıbetini yıkılmakta acı acı tatmıştı. Osmanlı’nın akıbeti de, aynı rûhî çöküşün neticesiydi. Dolmabahçe Sarayı’na girdiğinizde, sadece yaldızlama için on altı ton altının harcandığını duyunca, ürperecek ve o sarayın duvarlarında siz de yıkılışın hazin tablolarını seyredeceksiniz. Bu İlahî bir kanundur ve asla değişmemiştir ve değişmeyecektir.

Artık, Roma’nın yıkılışından Sasani’nin yıkılışına, ondan da Mısır’ın yıkılışına kadar bütün tarihî etnografik müzeleri, hep bu kaideye dayandırıp değerlendirebilirsiniz. Allah (c.c) kendisinin anılmadığı, anlatılmadığı bir beldeyi helâk eder. Çünkü o beldenin artık hikmet-i vücudu kalmamıştır. Zannediyorum kıyametin kopma sebebi de bu olsa gerek. Mü’minler tamamen zayıf düştüğü ve ilhad alabildiğine azgınlaştığı zamandır ki Allah (c.c) bütün dünyanın altını üstüne getirecektir. Zira o zaman artık dünyanın hikmet-i vücudu kalmamış demektir.

Evet, Kur’ân, dilinden anlaşılmayan bir kitap hâline geldiğinde bilinmelidir ki artık bela ve musibetlerin gölgesi üzerimizdedir. Eğer hâlâ helâk söz konusu değilse bu sadece Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetindendir. Hz. Ebû Bekir (r.a), yer yer Cenâb-ı Hakk’ın Rahmaniyeti karşısında kendinden geçer ve: ‘Ne kadar Halîmsin Allah’ım’ derdi. Evet o, Halîmdir; günahkâra hep mühlet verir; ancak bir de yakaladı mı, artık iflah etmez.[2] Düşünün ki, Cenâb-ı Hakk, kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak tanıtıyor. Öyle ise bize düşen de, O’nu öyle tanıyıp bu Rahmâniyet ve Rahîmiyete ubûdiyet ve ihlâsla mukabelede bulunmak; hususuyla îman ve emniyet va’diyle gönülleri Allah’a taşıyan emin bir irşâd eri olmaktır.

Aslında mü’min, her şeyden evvel bir emniyet insanıdır. Ondan zarar gelmesi söz konusu değildir. Müslümanlar, insanlığın teminatıdır. İçtimaî hayat, onlarla sigortalıdır. Bütün insanlığa karşı durumu böyle olmakla beraber mü’min, inanan insanlara karşı daha bir sıcak ve derindir. Onun için Allah (c.c) ve Resûlü (s.a.s)’nden kendisine intikal eden güzellikleri herkese anlatma durumundadır. İçinde yaşadığı toplumu bir taraftan imara çalışırken, diğer taraftan da onları çeşitli zararlardan koruma mevzuunda fevkalâde içten ve hassas davranır. Bu vazifeyi yüklenmek istemeyenler, esasen kendilerine birer üstünlük nişanesi gibi verilen ‘mü’minlik’ ünvanına tepki gösteriyorlar demektir.

Evet, en küçük daireden -ki kalb dairesidir- en büyük daireye kadar, mü’minin kendi durumuna göre bir kısım vazifeleri vardır. Hane, köy, belde, millet ve topyekûn insanlık, ulaşacaksa, onun elindeki nurlu beyanlarla aydınlık ufuklara ulaşacaktır. Muhatapları anlamasa, idrak etmese dahi, onun bu mevzudaki ihmali başkalarının mahrumiyetini netice verdiğinden önemli bir vebal ve eksikliktir.

Aynı zamanda, küfür ve ilhadın önüne geçilmezse, berheva olan sadece kâfir ve mülhidler olmayacak, onun kendisi de bu yıkımdan nasibini alacaktır. Öyleyse mü’min, asgarî, bu noktadan hareketle, ’emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmalı ve bir umumî felakete meydan vermemelidir.

Bu hususu tenvir sadedinde Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde şöyle buyururlar: ‘Allah’ın emirlerini yerine getirenle getirmeyenlerin misali, aynı vapurda yolculuk yapan kimselerin misali gibidir. Bunlardan kimisi üst katta, kimisi de alt kattadır. Altta bulunanlar, kardeşlerini rahatsız etmemek için su almak istediklerinde, yukarıdakilere biz kendi yerimizde bir menfez açsak deyip, geminin tabanından bir delik açmaya yeltenseler, yukarıdakiler de bu duruma göz yumsalar, her iki taraf da batmaya maruz kalacaktır.'[3]

Aslında Allah Resûlü (s.a.s)’nün bu ifadeleri bir temsildir. Buna mantıkta, ‘kıyas-ı temsilî’ denir. İşte burada Nebiler Serveri (s.a.s), çok ciddî bir içtimâî meseleyi, temsil suretinde dile getirmekte ve bizim anlayış seviyemize göre ifadelendirmektedir. Burada gemiyi delmek isteyenlerin arzuları, ilk bakışta masumane görünebilir. Fakat doğacak akıbet, hiç de masum sayılabilecek gibi değildir.

Bu hadîsten hareketle denilebilir ki, dünya, Nuh (a.s)’un gemisi gibi bir gemi veya bir vapurdur. Bütün insanlık hiçbir tercih hakkı olmaksızın o gemiye binmiş durumdadır. Zira bu dünyada herkes, aynı zeminde yaşamak zorundadır. Yani içinde yaşadığımız ve beraberce seyahat ettiğimiz vapur bir tanedir ve bir ikincisi de yoktur. Bu vapurdaki hayat nizamı, bizi buraya bindiren Zat’a aittir. Başkalarının bu nizamı ihlale ve çiğnemeye hakları olamaz. Ve böyle bir durumda hususî hayat da söz konusu değildir.

İçinde bulunduğumuz vapuru korumak, onu batmaktan muhafaza etmek hepimizin vazifesidir. Bu vazife, vapura binişimizle beraber omuzumuza yüklenmiş bir mükellefiyettir. İnsancıl davranacak, başkasının işine karışmayacağız diye kendimizi ve milyonlarca masum insanı yok edebilecek davranışlara müsamaha edemeyiz. Vapuru delmek isteyen veya içtimâî hayatı karıştırmak durumunda olan herkesle mücadele etmemiz zaruridir. Öyleyse biz bir taraftan münkerâtı ve toplum içindeki yılan, çiyan mesabesindeki kötülükleri bertaraf edip insanlığı onların şerrinden korurken, diğer taraftan da maruf dediğimiz güzel haslet ve faziletli davranışlarla aynı cemiyeti donatmak mecburiyetindeyiz. Zaten selim fıtratların meydana getirdiği cemiyet de her türlü kötülükten salimdir. Ne var ki bu, meselenin bir yönüdür; diğer yönüne gelince, o da cemiyette hep güzel şeylerin nemalanıp boy atmasını temin etmektir. Toplumumuz için yüklendiğimiz misyon, işte budur. Bu misyon mukaddestir, mukaddes olduğu kadar da ağır ve zordur.

Hakikî îmanın tadını tatmış bir insanın, bu haz ve lezzete başkalarını da davet etmesi, onlarla kendi duyduğu hazları paylaşmak istemesi bir mürüvvet gereğidir. Mü’min, tepeden tırnağa bir mürüvvet insanıdır. O, bahar içinde yaşarken, başkalarının da bu bahardan yararlanmalarını düşünür; onlara da aynı hazzı yaşatmaya çalışır. Zaten mü’min, yaşatma hazzıyla yaşama sevdasından vazgeçen insan değil midir? Evet bir gönüle îman nuru girdikten sonra, o insanın yerinde durması ve harekete geçmemesi nasıl mümkün olabilir ki! Bu imkânsızlıktır ki mü’mini, ev ev, çarşı çarşı, dükkan dükkan gezdirir ve ona hep aşina gönüller arattırır. Zaten bu, bir bakıma onun kendi varlığının da teminatıdır. Gönlündeki îmanı ölünceye kadar muhafaza edebilme ve kabre bu îman ile girebilme teminatı… ‘Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’ yapmayanın böyle bir teminatı yoktur. Öyleyse mü’min, en azından kendi durumunu kurtarmak için bu kudsî vazifeyi mutlaka yapmalıdır.



[1] Müsned, 3/68; 6/18; Tirmizi, Zühd, 39 [2] Buhari, Tefsir, 5; Müslim, Birr, 61 [3] Buhari, Şerike, 6; Müsned, 4/268,269

Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması 13 dk.

İslâm dini, Allah (c.c) tarafından teminat altındadır. O aslî duruluğunu kıyamete kadar devam ettirecektir. Evet, bu mevzuda vâ’d-i İlâhî vardır ve Allah kendi dinini koruyacaktır. Ama bu koruma ve muhafaza etme, inananların himmeti, Müslüman fertlerin bu dine sahip çıkmaları sayesinde olacaktır. Yani, Müslümanların bu dine sahip çıkmalarını, Allah (c.c) kendi koruma ve muhafazasına bir şart-ı âdi kılmıştır. Meşiet-i İlahî o istikamette olduğu müddetçe ve bu şart-ı âdi yerine geldiği sürece bu din korunacak demektir ki, İlahî vâ’di daha çok böyle anlamak gerektir.

Evet, inanan insanlar dine bekçilik yapmalıdırlar. Eğer dindar insanlar kendi dinlerinin nâşiri ve bekçisi olmazlarsa, dinlerinin feyiz ve bereketinden mahrum kalırlar. Bu da, hiçbir zaman, dinin Allah tarafından korunmadığı mânâsına gelmez. Belki onlar mürâcaat etmediler, talepte bulunmadılar ve Allah (c.c)’ın iradesinin taalluku itibarıyla, bir şart-ı âdi sayılan iradeleriyle işin içine girmediler. Allah da onları derbeder ve perişan etti. Veya gelen yümün ve bereketten onları mahrum etti. Bugün dinî hayatta görünen inkıraz bence böyle anlaşılmalıdır. Din, mü’minlerin sahip çıkmasıyla Allah (c.c) tarafından muhafaza edilecektir. Ve yine din, müntesiplerinin onu neşretmesi ölçüsünde âfak-ı âlemde şehbal açıp yükselecektir.

Resul-i Ekrem (s.a.s) dine sahip çıktı, Allah (c.c) da dinini korudu. Daha sonra ona asırlarca sahip çıkıldı, yine Allah (c.c) bu dini muhafaza buyurdu. Dinden ellerin gevşediği yerde de Allah (c.c), herkesi her şeyiyle perişan ve derbeder etti. Allah Resûlü (s.a.s), bu işi en mühim bir mesele olarak ele aldı. Gece gündüz ümmetini uyarmaya çalıştı. Zira öbür âleme ait mutluluk, insanların dine ait meseleleri yaşamasına bağlıdır. Ardından mahşerde, sıratta, cennette ve İlahî cemâli seyretmekte, tek geçer akçe dine hizmet, salih amel ve selim kalbtir.

İşte Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinin eline böyle bir pasaport tutuşturabilmek için hep çırpınıp durdu. Dini tebliğ, O’nun en birinci meselesiydi. İşte, O’nun bu cehd ve gayreti iledir ki, cemaatinde de aynı şuur uyandı. Onlar da yürekten dine sahip çıktılar.. sahip çıktılar ve bu çalışmalar da asla boşuna gitmedi. Çünkü Cenâb-ı Hakk onların bu gayretlerine, dini korumakla karşılık verdi. Ve en güzel mukabelede bulundu. Sahabe, Allah Resûlü (s.a.s)’nden aldıkları mesajları dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için âdeta birbiriyle yarış yapıyordu. Din adına bildikleri belki beş-on âyet, beş-on hadîsti, ama onlar, bildiklerini hem yaşıyor, hem de cihana yaymaya çalışıyorlardı.

İşte Mus’ab b. Umeyr (r.a)’in Mekke’den kalkıp Medine’ye gidişi, sadece ve sadece bu gayenin tahakkuku içindi. O, bu oldukça uzak beldeye yapayalnız gitmişti. Yanında başka hiç kimse yoktu. Medine’den Efendimize gelip, kendilerine dini öğretecek bir muallim talebinde bulunmuşlardı; Allah Resûlü (s.a.s) de onlara Mus’ab b. Umeyr (r.a)’i göndermişti. Mus’ab, orada bir evde misafir kalıyordu. Her gün yanına Medine’nin ileri gelenlerinden birileri geliyor, o da onlara dini anlatıyordu. Bir gün, Üseyd b. Hudayr (r.a), diğer bir gün Sa’d b. Ubade (r.a), bir başka gün de Sa’d b. Muaz (r.a) gelmiş ve Mus’ab’ı dinlemişti.[1]

Geldiklerinde ellerinde kılıçla gelenler, dönerken kalblerinde îmanla dönüyorlardı. Mus’ab (r.a), hışım içinde gelen bu istikbalin büyük sahabilerine öyle mülâyemetle davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre mukavemet edemiyordu. “Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim..” diyordu Mus’ab. Evet, bu kadar hayatı istihkâr eden ve bütün derdi, dâvâsı insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr (r.a)’in etrafındaki hâle de genişliyordu. Bedir’e kadar Mus’ab’ın hayatı hep dini tebliğ etmekle geçti. Bu bir neşir dönemiydi ve o gün sahabeye düşen vazife de dini neşretmekti.[2]

Dini neşretme ayrı bir mükellefiyet, onu koruma ise daha ayrı bir mükellefiyettir. İşte Uhud’da da sahabe, bu koruma mükellefiyetini yerine getirmek için kılıca sarılıyordu. Bu koruma kahramanlarının arasında, Mus’ab (r.a) da vardır. O gün elinde kılıç akşama kadar savaşır; hem öyle savaşır ki, melekler dahi ona gıpta ederler. Bir ara Mus’ab yediği kılıç darbesiyle yüzüstü yere düşer. Hemen bir melek onun suretine girer ve Mus’ab’ın kavgasını devam ettirir. Akşam üzeri Allah Resûlü (s.a.s) ona hibaten: ‘Mus’ab!’ diye seslendiğinde melek: ‘Ben Mus’ab değilim ya Resûlallah’ der. İş anlaşılır, Mus’ab çoktan şehit düşmüştür.

Biraz sonra Allah Resûlü (s.a.s) ve bir grup sahabe, Mus’ab’ın na’şının yanına gelmişlerdir; gelmişlerdir ama, onun iki kolu da omuzundan kopuktur. Boynuna inen kılıç darbesi, başını gövdesinden koparacak kadar şiddetli gelmiştir. Evet, bu mübarek başı gövdeye bağlayan sadece birkaç liftir. Ve sanki Mus’ab, yüzünü bir yerden saklar gibidir.[3] Meselenin bundan sonrası zayıf bir rivayette şöyle anlatılır:

‘Mus’ab’ın yüzünü niçin sakladığını ancak Allah Resûlü (s.a.s) anlayabilmişti. O, gözyaşları içinde sahabeye bu durumu şöyle anlattı: ‘Biliyor musunuz Mus’ab niçin yüzünü sakladı? Birinci sebep şudur: Kolu kanadı koptu.. artık Resûlullah’ı koruyamayacaktı. Ya bu esnada biri Allah Resûlü’ne saldırır da ben O’nun yardımına koşamazsam, diye düşündü. İkinci sebep ise, ben şu anda Rabbimin huzuruna gidiyorum. Halbuki şu anda Resûlullah’ı korumam lazım. Ya Allah Resûlü’ne bir şey yaparlarsa ben Rabbimin huzuruna hangi yüzle varırım, diye düşünüyor ve yüzünü saklamaya çalışıyordu. “İşte Resûl-i Ekrem bunu söylerken, hakikat karşısında fedâi ve alabildiğine hasbî bir ruhun düşüncelerine tercüman oluyordu. O gün bu ruhu taşıyan sadece Mus’ab değildi.”[4] Bütün sahabe aynı ruh ve şuuru taşıyordu. Onların bu civanmertliğinden ötürü de Allah dinini koruyordu.

Bu koruma belli bir devreye kadar devam etti; daha sonra yer yer sarsıntılar oldu. Bu sarsıntı devrelerinde, dine sahip çıkılmadığı için Cenâb-ı Hakk, dinin yümün ve bereketini kısmen kesiverdi. Çünkü bu din, ancak biz ona sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimizdir. Biz sahip çıkmazsak, Allah o din varitlerinden bizi mahrum edeceği kaçınılmazdır.

Selahaddin Eyyubî, Kudüs Haçlı işgali altında iken, senelerce yüzü gülmedi ve hep ağlayıp durdu. Bir gün hatip minberde gülmenin, tebessüm etmenin gereğinden bahsetti. Namazdan sonra, hatip yanından geçerken Selahaddin hatibin elinden tuttu ve tarihin hafızasına nakşedilecek şu sözleri söyledi:

‘Hocam, zannederim sözlerinde beni kastettin. Fakat Allah aşkına söyle, Peygamber’in miraca çıktığı mescit, düşmanların elindeyken ben nasıl gülerim?’

Zaten o büyük insan, Mescid-i Aksa’yı istirdat edip geri alıncaya kadar da hep bir çadırda kalmıştı. Böyle yaparken de; Allah’ın evi esir iken benim nasıl evim olur ki, diyordu.

İşte onlar dinlerini böyle korudu ve din de onların dini oldu. Şimdi sıra bizde, dine onlar gibi sahip çıkabilirsek!.. Günümüzde, onu temsil edip yayma mânâsına dine sahip çıkmak, her mü’minin üzerine farzlar üstü farzdır. Hiçbir mü’min, bundan müstesna tutulamaz. Evet, her mü’min evvela dini bilmeli, sonra bu dini yaşamalı, daha sonra da kendi hayatına hayat yaptığı dinini başkalarına anlatmalı, onların hayatlarını da bu nur ile nurlandırmalıdır. İslâm’a göre biz, her mü’mini bu vazife ile vazifeli sayıyoruz.

Burada önemli bulduğum bazı hususları ifade etmek istiyorum, zira bunların önemleri ölçüsünde bilinmedikleri ve üzerinde durulmadığı kanaatindeyim. Günümüz Müslümanlarının içinde bulunduğu bu hazin duruma düşmelerinin ve bu hâle gelmelerinin belli başlı sebepleri olmalı diyorum.

Birincisi; dinin yavaş yavaş ihmal edilişi. İkincisi; bazı dinlerde görüldüğü üzere, ruhbanlık sınıfı gibi sınıflar teşkil ederek, dînî hizmetlerin resmileştirilip belli bir zümrenin inhisarına bırakılması ve dînî hizmetlerin de o teşkilatın tekeline teslim edilmesidir. Bu durum da en az birinci sebep kadar bizler için tehlikelidir. Bir kere din, inhisar altına alınamaz. O hiçbir zaman belli bir sınıfın malı hâline getirilemez. Zira din, bütün müntesiplerinin, hepsinin dinidir. Her ferdin Cenâb-ı Hakk’la bir merbutiyeti vardır. Fertlerin Cenâb-ı Hakk’la olan bu hususî irtibatını ortadan kaldırmak nasıl mümkün olmazsa, onların ferdî olarak dine sahip çıkmalarına da mani olunamaz. Ruhbanlık teşkilatı gibi teşkilatlar icad ederek dînî hizmetleri tekelleştirmek, affı mümkün olmayan bir yanlışlık ve bir gaflettir. Bu gafletten kurtuluncaya kadar da, içinde bulunduğumuz yürekler acısı durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Her fert dinine sahip çıkmalıdır ki, beklenen ferec ve kurtuluş içimize yol bulup girebilsin. Aksi davranışlar, hep zuhuru muhakkak ve mukadder olan dinin kendi gücünü ortaya koymasına manidir.

Aslında, dinî hizmetleri belli bir teşkilatın emrine verme, başkalarının bir oyunu olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın İslâm’ın cihat ve tebliğ anlayışıyla da hiçbir alâkası yoktur. Evet İslâm dini, sadece camiye hapsedilecek bir din değildir. O bizim hem dünyamızı, hem de âhiretimizi mamur etmek için gönderilmiştir. Öyle bir bütündür ki, asla tecezzi ve inkısâm kabul etmez. Dini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimiz ve ruhlarımıza sindirdiğimiz gün, mezelletten kurtulmuş olacağız. Zira o gün ferdî, içtimaî ve insanî bütün meseleler vahyin aydınlatıcı şuaları altında vuzuha kavuşacak ve insanımız karanlıklar içinde bocalamaktan kurtulacaktır. Böyle bir duruma kavuşabilmemiz için de evvela bizlerin, o vahy-i İlâhî’ye dayanan ve Efendimiz (s.a.s)’in nurlu beyanlarından kaynaklanan dine, bütün gönlümüzle yönelmemiz ve iç âlemimizi o nur ile aydınlatmamız gerekecektir. Şunu, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, biz iç yapımız itibarıyla durumumuzu değiştirmedikçe, Allah da bizi değiştirmeyecektir. Bu müspet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Böyle bir neticeyi doğuracak da yine fertlerin istikametidir. Fertlerin inhirafı, dînî hayatı alıp götürdüğü gibi; fertlerin istikameti de onu yeniden getirecektir. Öyleyse asıl olan fertlerin teker teker yetiştirilmeleri ve onların kendi dinlerine sahip çıkmalarıdır.

Unutmamalıyız ki, sağlam fertlerden sağlam aileler, sağlam ailelerden de sağlam cemiyetler meydana gelir. Cemiyetin temel taşında önce fert, sonra da aile vardır. Bunları ıslah etmeden sağlam bir toplum meydana getirmek asla mümkün olamaz. Sağlam cemiyet, Allah ve Resûlü (s.a.s)’nün tayin ettiği çizgiler içinde varlığını devam ettiren cemiyettir. Cemiyetin böyle bir çizgi içinde varlığını devam ettirebilmesi için, her gönlün marufla donatılıp münkerâttan temizlenmesi şarttır. Bunu yapacak olan da yine fertlerdir. Bu konuda usûl ve teknik ise, bizlere doğrudan doğruya Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından bildirilip talim edilmiştir.

Bu usûl ve teknikle yapılmayan tebliğ ve irşâd, hiçbir zaman istenen neticeyi veremez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bizzat kendi çizdiği yoldan başkasında gidilmesine rızası yoktur. O razı olmadıktan sonra bütün dünya o meseleyi kabullense de faydasızdır. Biz, ne kadar Allah (c.c) ile beraber olursak, O’nun rahmeti de bizimle o kadar beraber demektir.

Bizim makûs talihimizi, ancak dine sahip çıkan ve rahmetle irtibatını iyi ayarlayan kutlular değiştirecektir. Bir kere daha vurgulayalım ki, bu din, sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimiz olacaktır.



[1] Ebû Nuaym, Hılye, 1/107; İbn-i Sa’d, Tabakat, 1/220 [2] İbn-i Hişam, Sîre, 2/77-79; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/185-187 [3] İbn-i Sa’d, Tabakat, 2/42; 3/120,121 [4] Halid M. Halid, Ricâlün Havle’r Rasul, s: 48

İlim-Tebliğ Münasebeti 17 dk.

Her ilmin kendine göre bir tarifi, her işin de kendine mahsus bir tekniği vardır. Bu tarif ve bu teknik olmadan ne bir ilim dalından ne de bir iş kolundan bahsetmek mümkündür. Durum böyle olunca, işlerin en mukaddesi ve muazzezi olan tebliğ vazifesinin de, kendine göre bazı usûl ve teknikleri olsa gerek. Bunlara riayet edilmeden yapılan tebliğ, zavallı bir gayretçik olmaktan öte hiçbir işe yaramaz. Elde edilen geçici muvaffakiyetler ise, yarını olmadığı için zımnî birer mağlubiyet demektir.

Biz bu başlık altında, maddeler hâlinde bazı teknik hususları arzetmeyi düşünüyoruz. Ancak peşinen kabul etmeliyiz ki, İslâm’da tebliğ usûlü, sadece bizim saydıklarımızdan ibaret değildir. Şu kadar var ki, dokuz-on yaşından beri, ömrünü tebliğ ve irşâd erleri arasında geçirmiş, hatta büyük ölçüde böyle bir vazifede bulunmuş bir insan olarak, âyet ve hadîslerin ışığı altında pratiğe dökmeye çalıştığımız bu prensip ve usûller, hayata tatbiki esas alınarak hazırlanmış ve sizlere öyle takdim edilmeye çalışılmıştır. İfadelerimiz arasında, realite dünyasıyla uzlaşmayan kusurlar bizim nakisemizin ürünleri kabul edilmelidir. Ne var ki, yaşamaya hak kazanan düşünce ve fikirler, ancak yaşanarak söylenenlerdir. Bu bizim için de bir düstur olmuştur..

‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapacak insanların ilimle mücehhez olmaları esastır.

Zira ilim ile tebliğ aynı hakikatin iki yüzü gibidir. Onun için tebliğ insanı, müntesibi olduğu dini, o dinin ihtiva ettiği gerçekleri başkalarına anlatmadan önce, kendisini, tebliğ ettiği din adına iyice yetiştirmek zorundadır. Aksi hâlde, hem de din uğruna birçok falsolar yaşayabilir ve muhatabı olduğu kimseleri kendinden de, dinden de ürkütüp kaçırabilir. Halbuki böyle bir sonuç, bir bakıma hem kendisinin hem de başkalarının dünyevî ve uhrevî hukukuna tecavüzdür.

İşte bu bölümde ilk önce, mutlak mânâda ilim anlayışımızı, ardından da tebliğ-ilim-amel münasebetini ele alıp anlatmayı düşünüyoruz.

İlim, bütün varlık âlemi içinde bir Âdem mihrabıdır. O, Hz. Nuh’ta sefineleşir; sefinede de Nuh’laşır. İlim, Hz. İbrahim’de vadiler hâline gelir. Öyle vadiler ki, oralara sağanak sağanak İlâhî vahiy inmeye başlar. O, Hz. Musa’da bir Tur veya Tur’da Musa olur. Öyleyse, kainatta görünen her şey bir kalıptan ibarettir. Kainatın özü ise ilimdir.

İlim nedir? İlim, nefsini bilme adesesiyle, Rabbini bilme keyfiyetidir. İnsanın kendini rasat ederek Rabbini görmesi, duygularında keşfettikleriyle ‘sıfat’ ve ‘esma’yı müşahede etmesi ve böylece Rabbini anlamaya, bilmeye çalışması.. işte gerçek ilim budur.

Yunus,

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”

derken, ilmin ana mihrakını vurgulamak istemiştir.

من عَرف نفسَه فقد عرف ربَّه

‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ sözü, hadîs kabul edilecek kadar ârifâne söylenmiş bir sözdür. Hadîs değildir; ancak mânâ ve muhteva itibarıyla çok çarpıcı bir düsturdur. Kur’ân-ı Kerim de bu muhtevayı desteklemekte ve:

وَلا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ

‘Onlar gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara kendilerini unutturdu’ (Haşr sûresi, 59/19) demektedir. Evet, Allah’ı unutursanız, Allah da size nefsinizi, öz benliğinizi unutturur. Nefsinizi unutunca da Allah’tan uzaklaşırsınız. Allah’tan uzaklaşınca, nefsinize karşı bigâne kalır ve onu da unutursunuz. Böylece birbirini besleyen, birbirini tevlid eden bir fasit daire teşekkül etmiş olur. Böyle bir fasit daire içine giren de artık çok zor kurtulur; kurtulmak bir yana baş aşağı yuvarlanır gider.

Ayrıca, âyetten şöyle bir mânâ daha anlamak mümkündür:

Sakın Allah’ı unutmayın. Aksi hâlde Allah size nefsinizi unutturur. O zaman siz sadece dışla meşgul olmaya başlarsınız. Nazarınız hep âfakta dolaşır. Bir türlü tefekkür ve muhasebenizi kendinize çevirmezsiniz. İslâm, der; fakat İslâm’ı dışarıda ararsınız. Kur’ân der; ancak Kur’ân ahkamını yaşamayı başkalarından beklersiniz. Evinizde size en yakın olanlar İslâmî hükümleri alenen çiğnerken, siz onları görmezden gelir, hep tecessüs ve beklentilerinizi ağyar üzerinde teksif edersiniz. Sokak sokak dolaşıp, İslâm talebiyle sloganlar atarken şeytan arkasında yürümek ne hazindir!. Böyle bir duruma düşmemek için evvela insan, kendi muhasebesini çok iyi yapmalı ve günde birkaç defa Rabbisiyle olan münasebetini mutlaka gözden geçirmelidir. O hâlde bizler, zirvelere tırmanan dağcılar gibi, ayağımızı attığımız ve atacağımız yeri çok iyi kontrol etmeliyiz. Urganımızın ucundaki kancayı çok sağlam bir zemine tutturmalıyız; zira yapacağımız en küçük bir yanlışlık, hayatımıza mâlolabilir.

Evet, mâbedde, mescitte, hatta Kâbe’de ve Ravza’da insanın kendini unutması ne acıdır! Ve üzülerek itiraf etmeliyim ki, buralarda dahi nefsini unutanlar sayılamayacak kadar çoktur. Aman Allahım, bu ne büyük bir hasarettir!..

İlmin bir gayesi vardır; o da marifet-i İlâhî ve muhabbet-i İlâhî’yi netice vermesidir. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve cennet nimetlerinin teminatçısı olan ruhânî zevki alevlendirmeyen bir ilim, gayesine ulaşmış sayılmaz. Oysa ki gayesine ulaşmış bir ilim, letâifimizin hayat kaynağı ve duygularımızın da can damarıdır. Onsuz olmak, onsuz kalmak bir ma’nevî ölümdür. Zaten Kur’ân ve hadîslerin tebcil edip teşvikte bulunduğu ilim de başka değil, işte bu ilimdir. Bizim ana konumuz ilim olmamasına rağmen, mevzu o noktaya gelmişken, ilimle ilgili birkaç âyet ve hadîse de temas etmek istiyorum.

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لا يَعْلَمُونَ

‘De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer sûresi, 39/9)

İnsanı elinden tutup Allah (c.c)’a götüren ilimle, insanı lâboratuvara hapseden ilim bir olur mu? Teleskobun başındaki insanı, nazar ve niyetiyle yakalayıp, ışıktan merdivenlerle Allah’a ulaştıran ilimle, onun bakışlarını yıldızlara ve sistemlere mıhlayan ilim hiç bir olur mu? Daha doğrusu bu farklı bakış sahipleri hiç birbirine müsavî sayılır mı? Kitaplar içinde mahzen-i esrar faresi gibi dolaşan ve bütün ömrünü kitaplara haşiyeler, şerhler yazmakla geçiren, ama, hakikat ilminden tek satır dahi okumayan sözde ilim adamıyla, daha doğrusu Kur’ân’ın ifadesiyle kitap yüklü binekle, okuduğu tek satırla bile güvercinler gibi semada pervaz eden ve her ân ayrı bir vuslat neşvesi yaşayan kâmil insan hiç bir olur mu? Zannediyorum bunlar arasında ‘hiçbir şey’ ile ‘her şey’ arasındaki fark kadar fark var. Allah’a götüren ilim ‘her şey’; yolda bırakan ilim ise ‘hiçbir şey’ dir.

إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ

‘Allah’a karşı hakkıyla saygılı olanlar âlim kullardır’ (Fâtır sûresi, 35/28). Bu âyette ilmin ve âlimin tebcil edildiği açıktır. Ancak bu tebcil, mevsufu ile beraber oluyor. Yani ilmiyle Rabbine karşı saygılı olan bir insanın durumu itibarıyladır. Zaten her ilmin kendine göre bir ağırlığı vardır. Onun içindir ki, Allah Resûlü (s.a.s), gerçek âlimlerin nebilere vâris olduklarını ifade buyurur.[1] Evet, yeryüzünde mutlak doğruyu hiç firesiz görebilen bir zümre varsa o da nebilerdir. Biz ise, hakikatlerin iç yüzüne ancak nebilerin göndereceği ışık hüzmeleri sayesinde nüfuz etme imkânını buluruz. Bir peygamberin vesâyâsı altına girmeden, insanın mutlak doğruyu bulması mümkün değildir. Belki insan cehd ve gayretiyle doğruya yakın hakikatleri keşfedebilir. Ancak mutlak doğru, sadece nebilerin delâletiyle keşfedilebilir. Binaenaleyh yeryüzünde Allah’ın gerçek vârisleri nebiler ve onlardan sonra da salih kullardır. Zaten yerin varisi olarak da Kur’ân, salih kullara işarette bulunmaktadır ki, yukarıda zikredilen Efendimiz’e ait sözle bu âyetin ifade ettiği mânâ arasında gözle görülür bir irtibat söz konusudur. Yani yeryüzüne halife olma liyakatını kazanan salih kullar, nebilere vâris olan âlimlerden başkası değildir. Nebi, gerçeğin tercümanıdır; öyleyse herhangi bir insan, gerçeğe tercüman olduğu nisbette nebinin vârisidir.

Allah Resûlü (s.a.s), âlimin faziletini anlatma sadedinde şöyle bir kıyasta bulunur:

فَضْلُ الْعَالِمِ عَلَى الْعَابِدِ كَفَضْلِي عَلَى أَدْنَاكُمْ

‘Âlimin âbide karşı üstünlüğü, benim sizden makamca en aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir.'[2]

Evet, ilmi olmayan âbidin her an kayması, inhiraf etmesi ihtimal dahilindedir. İnhiraf, kişinin Allah katında kazandığı dereceye göre izâfîlik arzeder. Öyle insanlar vardır ki, bir an dahi Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nu murakabeyi hatırdan çıkarsa, bu onun için ciddi bir inhiraf sayılır. Daha doğrusu o, böyle bir hâli inhiraf kabul eder. Meselede izafîlik söz konusu olsa bile, yine de bir inhiraf mevcuttur. Halbuki nebiye vâris olan âlimde dâimî bir murakabe, bir muhasebe vardır. O, tetiktedir ve tehlikelere karşı da daima metafizik bir gerilim içindedir. Yaptığı ibadeti bilerek yapan ve her meseleyi şuurlu bir şekilde ele alan âlim, Efendimiz’in sahabeden üstünlüğü derecesinde, şuursuz ibadet edenden üstündür. Aslında bunun mânâsı, bu ikisi arasında kıyas kâbil değildir, demektir.

Bu meselede ayrı bir nükte de şudur: Peygambere vâris olan kâmil insan, feyz-i akdesten gelen hiçbir ışığı kaçırmaz; âdeta güneşten gelen radyasyonları yutabilecek büyük bir yutucu santral gibi, kendisine ehadiyet tecellisiyle gelen ve cemâlî cilveler olarak intikal eden; eden ve rahmetin zuhuru olarak onun başını okşayan ne kadar akdes ve mukaddes feyiz varsa, bunların zerresini dahi heder etmeden, kalbini bütün fakülteleriyle faal hâle getirir ve bütünüyle bu feyizlere makes olmaya çalışır.

Bu, aynı zamanda onun Rabbisine karşı saygısının ifadesidir ve bir şarj olma ameliyesidir. Böyle sürekli dolan bir insanın bir de boşalması vardır. İşte bu boşalma keyfiyeti onun ruhunda bulunan ziya, nur ve diğer hakikatleri neşretmesidir. Ve tabii, iç derinlikleri itibarıyla onun yaptığı bu ameli tartacak bir ölçü de yoktur. Onun için âbid ibadetinde ne kadar derinleşirse derinleşsin, kâmil insan mânâsında âlimin ameline denk bir ibadette bulunması imkânsızdır. Kaldı ki, bir insan bildiğini muhakkak yapmalıdır. Zira aksi hareket edene Kur’ân-ı Kerim şu tehditte bulunmuştur:

وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعلَمُونَ

‘Onlardan bir grup vardır ki, bildikleri hâlde hakkı gizlerler.’ (Bakara sûresi, 2/146).

Evet biliyorlar fakat yapmıyorlar.. âdeta fezadaki kara delikler gibi etrafa hiçbir ışık sızdırmıyorlar veya hiç kimse onlardaki ışık potansiyelinden istifade edemiyor. Daha doğrusu, bir türlü güneş gibi olamıyorlar. Güneş ki, yerinde bir ocak, yerinde bir ziya kaynağı ve yerinde de bir renkler cümbüşüdür. Çiçeklerin başını okşar-durur ve kendi çiçekleri sayılan gezegenlere ışık hüzmeleri gönderir. Işığını kara delik hâline getiren kem talih insanları, onca güç ve potansiyele rağmen kendi karanlıklarıyla baş başa bırakıp mevzu ile alâkalı olarak Efendimiz (s.a.s)’in bir başka hadîslerine geçelim:

‘Kim ilim öğrenir sonra da onu gizlerse âhirette onun ağzına ateşten bir gem vurulur.'[3]

Bu kutlu sözün de mânâsı açıktır. Kim bir şey öğrenir ve sonra onu etrafa neşretmezse, yani dolduktan sonra boşalmaz, söz ve davranışları ile güzel örnek olmaz ve hakka aynadarlık yapıp onu etrafa aksettirmezse, bu suçunun cezası, âhirette onun ağzına ateşten gem vurulmaktır. Hadîste çok ciddi bir tevbih ve kınama söz konusudur. Zira gem ancak hayvanların ağzına vurulur. Bu da ilmini ketmeden insanın, hayvanlara benzetilmesi demektir ki oldukça ağır bir ifadedir.. evet o insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini ahsen-i takvim sırrına mazhar kılmasının kıymetini bilememiştir; bilememiş ve mahiyetine yerleştirilen, onu hayvanlardan ayırarak seçkin bir varlık hâline getiren duygu, düşünce ve düşündüğünü ifade etme meziyetini hiçe saymış ve tabiî bu meziyetlerin şükrünü eda edememiştir. İşte böylesi bir insana, verilen nimetlerin istirdadı, geriye alınması, ne kadar âdilâne bir muameledir, sizin insafınıza bırakıyorum.

İlim ve tebliğ, aynı hakikatin ayrı iki yüzüdür. Amel ise, her ikisinin de vazgeçilmez şartı. Bu üçünü birbirinden tefrik edip ayırmak mümkün değildir. Bildiğiyle amel etme, bildiği şeylere saygının ifadesidir. Rabbini bilen bir insanın, O’na kulluk yapmaması sadece bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir vurdum duymazlık, bir körlük ve sağırlıktır. Hele hele îmana hizmet vazifesini yüklenen kimselerin kulluklarında gösterdikleri aksaklıklar, İslâm’a dış cephenin vereceği zarardan daha korkunçtur. Batılıların, İslâm’ı yaşamayan Müslümanları gördükten sonra takındıkları tavır ve söyledikleri sözler, herhalde bu hükme önemli bir delil mahiyetindedirler.. ve böyle bir söz ve beyan hasmın şehadetinin geçerli olduğu bir konudadır ve makbuldür.

Müslüman bir İngiliz’e, kendisi Müslüman olduğu hâlde diğer İngilizlerin niçin bütünüyle İslâm’a girmedikleri sorulur. ‘Halbuki İngilizler siyasetleriyle dünyayı idare etmiş, akıllı insanlardır..’ denir. Müslüman İngiliz, hiçbir şey söylemez ve soru sahibini elinden tutup yakınlarında bulunan bir mescide götürür. Mescit alabildiğine hırpânî ve içinde de sadece kalıplarıyla ibadet eden bir sürü insan vardır. İngiliz’in cevabı, işte bu mescidi ve içindeki insanları göstermek olur. Bunun mânâsı şudur: Batılının pratiğe dökülmeyen, hayat hâline gelmeyen dinî, gayr-i dinî sistemlere karşı tavrı bellidir. Zaten biz, ne zaman onların karşısına iç-dış vahdetine ermiş, kalb ve kafa bütünlüğünü yakalamış, gönlü Kur’ân’a âşina, amelleri İslâm’a uygun ve bütün derdi insanlığın hidayete ermesi bir cemaat hâlinde çıkabilmişsek, daha bizden teklif gelmeden onlar hemen İslâm’a dehalet etmişlerdir ve edeceklerdir de.

Evet batılı, niçin kendi dinini bilmeyen, Rabbini tanımayan, kitabına âşina olmayan, derme çatma görünümlü bir topluma iltihak etsin ki? O, pratiğe ve Müslümanın kafa, gönül yapısına bakar. Bir âhında binlerce feryat mevcelenen.. gecelerinde teheccüt ve dillerinde daima evrâd ü ezkar bulunan.. vakit israfını asgarî seviyeye indirebilen.. ve her anını faydalı işlerde değerlendiren dopdolu insanlara önem verir. Eğer İslâm’ı temsil edenler böyle olabilselerdi, batılılar İslâm’a koşarak geleceklerdi; durum aksi olduğu için, netice de aksine tecelli etti.. ve onlar şimdilik bizden uzaklaştılar.

Özet olarak diyebiliriz ki İslâm, îmanla ameli birleştirip bütünleştiren İlâhî bir sistemdir. O’nun bir tarafında inanma, diğer tarafında da inandığını yapıp aksiyon hâline getirme vardır. Başkalarına ait amel ve ibadetleri anlatma, hikâye etme bir bakıma güzeldir, ibret vericidir; ancak sadece bu kadarla iktifa edip aynı amelleri işlememe ve tatbik etmeme, Müslümanın başkaları üzerindeki müessiriyetini olumsuz şekilde etkileyecektir. İslâm, ne yalnız evliyâ menkıbesi anlatmak, ne de evliyâ menkıbesi dinlemektir. O, onlara ait anlatılan hayatı bizzat yaşamak ve fiiliyata dökmektir. İslâm, îman ve amel demektir. O’nu bu şekilde kabullenmeyenlerin, İslâmî hizmetten bahsetmeleri tesirsiz birer laf-ı güzaftır.



[1] İbn-i Mâce, Mukaddime, 17 [2] Tirmizi, İlim, 19. [3] İbn-i Mâce, Mukaddime, 24; Tirmizi, İlim, 3; Ebû Davud, İlim, 9

İslâmî Hakikatler ve Yaşanılan Devrin Bilinmesi 4 dk.

Devrimizde dünyaya bakış, eşya ve hâdiseleri değerlendirme tamamen ‎değişmiştir. Günümüzde mantık ve akliyecilik daha bir ağır basmaktadır. Küfür, ‎ilhad; fen ve felsefe adıyla konuşmaktadır. Bunun karşısında Müslüman aynı ‎teknikle mukabelede bulunmak zorundadır. Bu da kendi devrinin kültürünü ‎bilmekle yakından alâkalıdır. Zaten bir bakıma gerçek ilm ü irfan da budur. Zaten ‎ilm ü irfan da mü’minin ayrılmaz birer vasfıdır. ‎

Devrini bilmeyen insan, karanlık bir dehlizde yaşıyor demektir. Böyle bir ‎insanın sair insanlara din, îman adına bir şeyler anlatmaya çalışması ise ‎beyhudedir. Zira, zaman ve hadiselerin çarkları, onu, bugün olmazsa yarın ‎dermansız ve tesirsiz hâle getirecektir. Onun için Müslüman günün ilim ve kültür ‎seviyesine uygun ve denk bir paralellik içinde anlatılması gerekenleri anlatmalı ve ‎başkalarına intikal ettireceği meseleleri de bu şekilde intikal ettirmelidir. Şunu ‎kat’iyetle ifade edebilirim ki, günümüzde arz ettiğimiz bu noktayı tutabilen bir ‎mübelliğ ve mürşit, âhirette aktâp ve velileri aşarak nebilerin arkasında yer ‎alabilecektir. Evet bu vazife, o kadar mukaddes ve mübecceldir. Bu noktayı ‎yakalamak da, o kadar zor ve zor olduğu kadar lüzumludur. ‎

Evet, devrini bilmeyen insan yer altında yaşayanlardan farksızdır. Halbuki ‎tebliğ adamı fezalarda seyahat etme zorundadır. O, kafasıyla yıldızlar arasında ‎dolaşırken, kalb ve letâifiyle cennetlerin temaşâsında olmalıdır. Aklı, onu elinden ‎tutup onu Pastör’le beraber lâboratuvarlara götürmeli, Einstein’le varlığın ‎derinliklerinde dolaştırmalı ve tabiî ruhuyla da o hep, Allah Resûlü’nün (s.a.s) ‎arkasında el-pençe divan durmalı ve günde birkaç defa O’nun insibağından ‎geçmelidir. Bana göre işte hakikî mürşit de budur. ‎

Bakın, Nebiler Serveri’ne (s.a.s)!. O, kendi devriyle nasıl hesaplaşılacaksa öyle ‎hesaplaşmış ve onun için de tebliğ ettiği her şey muhataplarında makes bulmuştur. ‎Zaten Cenâb-ı Hakk’tan gelen hiçbir emir, kâinatta cereyan eden hâdiselere ters ‎değildir. Yeter ki, insan varlığın hikmet ve ruhunu kavrayabilsin; kavrayabilsin ve ‎tebliğini ona göre ayarlasın. Sahabe de, Allah Resûlü’nden aldığı dersle yaptığı ‎tebliğini, yine hep günün şartlarını ve muhatapların durumunu dikkate alarak ‎yapmıştı. Bundan dolayı da çok kısa zamanda, dünyayı dize getirecek kadar güçlü, ‎hikmetli bir seviyeye yükselmişlerdi. Daha sonra gelen ve Allah Resûlü’ne (s.a.s) ‎varis olabilen bütün büyükler ve değişik çığırlar açıcılar da, hep aynı şekilde ‎davranmışlardı. İmam Gazâlî, İmam Rabbânî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî tebliğ ‎gergefini hep devrin idrak ve kültürüyle örgüleyenlerdendirler. Bundan dolayı da ‎tesirleri günümüze kadar devam etmiştir. Fakat ne yazıktır ki, iş bize düşünce ‎kötü bir mirasyedi gibi ilme sırtımızı dönmüş, gerçek Müslüman olmanın âdâp ve ‎erkanını alt-üst etmiş ve cehlimize kurban gitmişizdir.

Kur'an-Gönül İlişkisi 6 dk.

Tebliğ insanının gönlü Kur’ân’a göre ayarlanmalıdır. Kur’ân bu hususu ifade ‎ederken şöyle buyurur: ‎‎’Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler ‎için bir öğüttür’ (Kaf sûresi, 50/37).‎

Evet, Kur’ân bir nasihat, bir hatırlatma, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki ‎Kur’ân’ın bu yönlerinden istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması ‎şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, her insanın gözünü Kur’ân’a dikmesi ve ‎kulağını Kur’ân’a vermesi gerekir. İşte bu, bütünüyle Kur’ân’a yönelmek demektir ‎ki, başka türlü de istenen ölçüde Kur’ân’dan istifade edilmesi imkânsızdır. Çünkü ‎tavrını bu istikamette ayarlayamayan bir insanın bakışı, Kur’ân’ın, o ışıl ışıl yanan ‎mu’cizevî yönünü kat’iyen göremez. Göremeyince de, onun nazarında, Allah ‎kelâmıyla herhangi bir beşer kelamı arasında fark kalmaz.. ve artık düşünce ‎seviyesi bu derekeye düşmüş bir insanın Kur’ân adına yapacağı hiçbir şey yoktur; ‎olamaz da. Onun içindir ki: ‎
ذلك الكتاب لا ريب فيه

‎’Şu kitapta şüphe yoktur’ denildikten sonra:
‎هدى للمتقين‎

‘O, Allah’tan ‎korkanlara hidayettir’ (Bakara sûresi, 2/1-2) buyurulur. Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, ‎bunda şüphe yok. Fakat, o Kur’ân’dan ancak müttakiler istenen ölçüde istifade ‎edebilirler. Müttaki, şeriat-ı fıtriyeyi en iyi bilen insandır. Lâubali insanın müttaki ‎olamayacağı gibi, onun Kur’ân’dan istifadesi de düşünülemez. Zira onun kalbi ‎artık ölmüştür. Bir âyet, bu tip insanların Allah Resûlü (s.a.s)’ne karşı tavırlarını ‎şöyle özetler: ‎
‏…يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنْ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ

‎’Onlar sana, üzerine ölüm çökmüş insanların baygınlığı içinde ‎bakarlar.'(Muhammed sûresi, 47/20). Bakışı bu olan insan, Kur’ân’dan ve onun ‎tebliğcisi olan Allah Resûlü’nden (s.a.s) ne anlayabilir ki!. Hiçbir şey. Halbuki, ‎kalbini Kur’ân’a göre akort eden bir insan, kainatın nabzı gibi atıp duran ‎hâdiseleri, kendi kalbinin atışları içinde duyar. Neden? Zira kainat ile kendi ‎arasında bir birlik kurmuştur da ondan. Evet, hâdiselerin nabzını elinde ‎tutamayan insanların, irşâd adına fazla bir şey yapacakları da söylenemez. Aslında ‎bu, biraz da Kur’ân’a bir bütün olarak bakabilme keyfiyetiyle alâkalıdır. ‎

Aynı meseleye bir başka zaviyeden yaklaşacak olursak; âfâkî ve enfüsî âyetleri, ‎Kur’ân âyetlerine tatbik edip ondan bir terkip yapma, tebliğcinin hiçbir zaman ‎müstağni kalamayacağı bir ön şarttır. O tebliğinde, bu sahada başarılı olduğu ‎nispette başarılıdır. Aksi hâlde gerisi, hem kendisi hem de muhatapları için bir ‎vakit israfıdır. Evet, tebliğ adamı bütünüyle İslâmî sıfatlarla muttasıf olmalı ve hep ‎farklılığı ve fâikiyetiyle oturup kalkmalıdır. ‎

Âfâkî ve enfüsî âyetleri tahlile tabi tutup terkip yapabilmeye, oradan nezaket, ‎nezahet, şefkat, disiplin.. gibi temelde bir mü’mini, tam anlamıyla kâmil mü’min ‎yapan tüm sıfatlar, tebliğ insanının lâzım-ı gayr-i mufârık vasıfları olmalıdır. Bir ‎başka ifadeyle arz edecek olursak; aslında her kâfirin her sıfatı kâfir olmadığı gibi, ‎her mü’minin her sıfatı da mü’min değildir. Ve belki de kâfirlerin bugün dünya ‎çapında, o değişik alanlardaki başarılarının altında da onların mü’minlere ait ‎sıfatlarla muttasıf olmaları yatmaktadır. Ve tabiî ki bizim mağlubiyetimizin ‎altında da kâfir sıfatları ile kirlenmiş olmamız! Halbuki, her mü’min, mü’minliğe ‎ait hemen her sıfata fevkalâde önem vermelidir. Hele tebliğ insanları, bunları ‎temsil etmede sıradan mü’minlerin birkaç kadem daha önünde bulunmalıdırlar. ‎Meselâ, mü’min nezaket insanıdır, nezahet insanıdır, şefkat abidesidir. O bunlarla ‎kainatı bir merhamet beşiği, bir kardeşlik eşiği hâlinde görür ve görmelidir de. ‎Onun hayatı bütünüyle disiplindir. Dolayısıyla onun her anı nurlu ve aydınlık ‎geçer. O, vakit israfını en korkunç bir kayıp olarak değerlendirir. Müslümanın ‎kahvehane hayatı yoktur. Çünkü Resûlullah’ın, hayatında öyle bir mekana ‎uğradığı söz konusu değildir. Hanesinin dışında Müslümanın mekan anlayışı ‎mescitler, mabetler ve eğitim yuvalarıdır. O, bilgi ve irfan yüklüdür. Gelişigüzel ‎yapılan hareketlerden çok uzaktır; Müslüman daima bir plân ve programın ‎adamıdır. Sebep ve neticeler arasındaki münasebetlere vâkıf ve eşyanın rûhuna da ‎alabildiğine nâfizdir. ‎

Yukarıda beyan ettiğimiz gibi günümüzün batı dünyası, Müslümanlara ait bu ‎sıfatları aldıklarından dolayı, bugün hep zirvelerde dolaşmaktadırlar. Halbuki, ‎İslâm âlemi, bütünüyle onlara ait kötü sıfatların hamalı hâline gelmiştir. O, ‎mescide gelirken onlara ait sıfatları bir urba gibi sırtına geçirmiş öyle gelmiş, ‎diğeri de Müslümanlara ait sıfatlarla kiliseye koşmuştur. Demek oluyor ki, bugün ‎galip olan batının kendisi değil; onlardaki Müslüman sıfatlarıdır. Mağlup olan da ‎Müslümanlar değil; batıdan alıp taklit ettikleri kâfir sıfatlarıdır. Bu itibarla da ‎kurtuluşumuz bütünüyle Kur’ân’la bütünleşmemize bağlıdır. ‎

Meşrû Yolların Kullanılması 2 dk.

Tebliğ adamı, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son ‎derece dikkat etmelidir. Meşru bir hedefe ancak meşru yollarla gidilir. Gayr-i ‎meşru vasıta ve vesileler kullanılarak meşru bir hedefe varılamaz. Bizim hedefimiz ‎haktır.

Biz bâtılın düşmanıyız. Öyleyse hak olan bu hedefe ulaşmak için, düşman ‎olduğumuz bâtılı kullanamayız. Aksi hâlde, kendimizi ve bütün yaptıklarımızı, ‎bizatihi kendimiz yalanlamış oluruz. Halbuki hiçbir dâvâ yalan üzerine bina ‎edilemez, bina edilenler de uzun süre yaşayamaz. Zaten Allah (c.c) da, her zaman ‎İslâmî hizmette bu yola başvuranların yaptıkları işlerden yümün ve bereketi ‎kaldırmıştır. Onlar yerinde, meydanlarda binlerce insanı toplayıp nutuk ‎atabilirler; ancak onların, bu zahiren çok büyük gibi görünen kalabalıklarına ‎mukabil, özü sözü doğru üç Allah erinin, gayet mütevazı bir evde, küçük bir gruba ‎yaptıkları irşâd ve tebliğ kadar bereketi olamaz. Zira birisi bin iken bir olmaya; ‎diğeri ise bir iken bin olmaya namzettir. ‎

Kalbler, Allah’ın (c.c) elindedir. Bizim dediklerimizi ve diyeceklerimizi ‎insanlara kabul ettirmek; bizim sözlerimizle onların hidayetini hazırlamak, ‎doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Dolayısıyla, eğer gayemiz insanları ‎doğru yola sevketmekse, başvurulan yalan ve yalana benzer mübalağalı ifadelerin ‎bu gayeyi tahakkuk ettirmede yararı değil zararı olacaktır. Biz, bize ait vazifeyi, ‎yine İslâm’ın bize çizdiği çerçeve içinde yapmaya mecbur ve memuruz. Onun için ‎hiçbir zaman İslâmî hizmet adı altında, meşru olmayan bir zemine kaymamız söz ‎konusu olmamalıdır. Hele hele, yalan ile doğrunun aynı dükkanda satılan birer ‎metâ hâline geldiği günümüzde bizler, doğru konuşmaya, doğru hareket etmeye, ‎doğruyu dosdoğru temsil etmeye mecbur ve mükellefiz.

Ücret ve Ücret Talebi 14 dk.

Tebliğ insanı, yaptığı bu kudsî vazife karşılığında hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret, ister maddî ister manevî ve ruhî olsun, mutlak surette ihlâs ve samimiyete gölge düşürür.

İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hatta değil maddî ücret karşılığında tebliğ yapılması, yapılmakta olan tebliğden manevî bir haz ve lezzet alınmasının dahi, tebliği samimi olmaktan çıkaracağı endişesi taşınmalıdır. Hele bir de o işin içine maddî menfaat girerse, samimiyet tamamen ortadan kalkar ve artık yapılan bu işe de asla tebliğ denmez; denemez. Kur’ân-ı Kerim’in, bütün peygamberlerin dilinden naklettiği:

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِي إِلاّ عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

‘Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim âlemlerin rabbi Allah’a aittir’ (Şuarâ sûresi, 26/109) mealindeki âyeti, sözünü ettiğimiz hususa en açık bir delildir. Aslında nebilerin bu ifadelerinin altında biraz da şu inilti vardır:

‘Ben, sizin uğrunuza dert ve ızdırap içinde kıvranıyorum. Siz ise bana mecnun diyor, hakaret ediyor, beni taşlıyor ve cemiyetten uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Ben kapı kapı dolaşıp hakkı anlatmaya çalışıyorum, siz ise her kapıyı benim suratıma kapamakla uğraşıyorsunuz. Yaptığınız bunca ezâ ve cefaya rağmen, ben sizden ne dünya ne de ukba adına bir şey istiyorum. Benim mükâfatımı verecek, ancak beni bu vazifeyle gönderen Zat’tır.’ İşte Hz. Âdem’den (a.s) Efendimiz’e (s.a.s) kadar bütün peygamberlerin sesi-soluğu ve vazife esprisi!

Hz. Mesih’in havarileri -geldikleri yer Antakya ise- Antakya’ya geldiklerinde, zamanın devlet ricali derhal onların hapsedilmelerini isterler. Emir yerine getirilir ve Havariler hapsedildiler. O yörede herkesin saygı duyduğu ve görüşlerine itimat ettiği Habib-i Neccar bu meseleyi duyunca hemen koşar gelir ve ilgililere hitaben:

اتَّبِعُوا مَنْ لا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

‘Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun..’ (Yâsîn sûresi, 36/21) der. Kur’ân bu hadiseyi naklederken yukarıda zikrettiğimiz âyetiyle, tebliğcide olması gereken iki şartı, daha doğrusu tebliğcinin iki vazifesini daha nazara verir. Bunlardan birincisi, evvelâ tebliğcinin kendisinin hidayette olması, ikincisi ise, yaptığı tebliğ mukabilinde kimseden bir şey istememesi.

Evet, namazsız bir insan mürşit ve mübelliğ olamaz. Zira ibadetlerini kusursuz yerine getirmeyen bir adamın dedikleri dinlenmez ve tesir de etmez. Kursağına riba, rüşvet, haram kazanç gibi şeyler giren bir insan da asla mürşit olamaz. Dünyevî hayatın israf ve konforu içinde bulunanlar ki, âhiretleri adına kendileri irşâda muhtaçtırlar, nasıl mürşit ve mübelliğ olabilirler ki!

Evet, hayat standartlarını, Sevad-ı A’zamın hayat seviyesine göre ayarlamayan insanların, Peygamber’in ve onun nurlu ashabının yolunda gittikleri söylenemez. Böylesi insanların davranışları ve söyledikleri yalandır ve yalanla da hiç kimse doğruyu bulamaz. Doğruyu kendi bulamamış olanın, başkalarına doğruyu buldurması ise kat’iyen mümkün değildir.

Tebliğ adamı, doğruyu gösteren sabit bir tabela gibidir. Onun hayat ve yaşayışını gören herkes, rahatlıkla onun simasında doğrunun ve doğruluğun şekillenmiş hâlini de görür ve bulur. Daha doğrusu görmeli ve bulmalıdır.

Kur’ân, müttakilere bir hidayet kaynağıdır. Hayatı, Kur’ân’ın belirlediği çerçeveye girmeyen bir insan, bu hidayet kaynağından nasıl istifade edebilecek ki? Gerçek hidayet, Kur’ân’ın tarif buyurduğu sırat-ı müstakimdir. Yaşadığı hayat müstakim olmayan, hidayete erememiştir. Onların, insanları hidayete götüren yolda rehberlik yapmaları ise tam bir çelişkidir. Öyleyse mürşit ve mübelliğler, peygamber yolunda, peygamberlere ait vazifeyi yaparken, peygamberlere ittiba etmek mecburiyetindedir. Bilhassa gönlü beyni kadar, beyni gönlü kadar münevver bir kâmil mürşidin ifadelerine, günümüz tebliğcisi her zamandan daha ziyade kulak vermelidir. O şöyle demektedir: ‘Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır..'[1] Evet, ehl-i dünyayı bu konuda tekzip etmek fiilen olmalıdır. Gerisi lafazanlıktır ve lafazanlık yapmanın da hiçbir faydası yoktur.

Yeryüzünde her zaman, İslâm’a hizmeti omuzlayacak bir gönüllüler kadrosu olmalıdır; olmalıdır ve insanlığın mutluluğu için var olan bu fedâiler, insanlığa hakikî bir tebliğcinin nasıl olması gerektiği dersini de vermelidir. Bu kadro, o kadar hasbî olmalıdır ki, öldüğünde üzerinden çıkacak mal varlığı ancak kefen bezine yetmeli, hatta bazen o kadar da bulunmamalıdır. İşte hayallerimi süsleyen inanan gönüller ve işte büyük dâvânın büyük hameleleri!

İslâm’ı yaşamanın diyalektiğini yapanları şimdiye kadar bu millet çok gördü, çok dinledi. Onlarda gördükleriyle her defasında inkisara uğradı ve iki büklüm oldu. Zannediyorum daha fazla aldatılmaya da tahammülü kalmadı. Şimdi artık o, lafa değil, yaşantıya bakıyor. Fiili, söylediklerini doğruluyorsa onu bağrına basıyor ve onun yoluna baş koyuyor. Aksini ise ne dinliyor ne de ona itibar ediyor.

Müsaadenizle, meseleyi biraz daha açalım; siz, tepeden tırnağa sizin hayatınızı yaşayamayanları kendinizden saymaz ve onlara itimat etmezsiniz. Zaten, çarpıklara tam güvenmek ve bağlanmak da, mü’minlik firasetiyle bağdaşmaz. Eğer birine bel bağlamak istiyorsanız, evvelâ onun yaşayışına bakarsınız. Eğer fakirâne, mütevazıâne yaşıyorsa ve söylediklerini de, yaptıkları yalanlamıyorsa ona bağlanırsınız, bağlanırsınız ve bu gayet tabiî ve normaldir. Aslında herhangi bir şahsı böyle bir mihenge vurmadan arkasına takılıp gitmek de kat’iyen doğru değildir. Doğru olmadığını da tarih binlerce misaliyle göstermiştir. Bu itibarla ağzı çok laf yapana değil, davranışları Muhammedî olan insanlara ittiba edilmelidir. Meselenin sadece suretinde takılıp kalan ve cerbezeyi büyük bir marifet sayanların İslam’a hizmet etmede zarardan başka yapacakları bir şey yoktur. Onlar ruhta bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzak olmalıyız.

Ayrıca, bir yere angaje olmuş ve bir yerin minneti altına girmiş bir insanın, minnettar olduğu insanlara karşı bir şey anlatması da mümkün değildir. Onun içindir ki, Ebû Hanife, Leys b. Sa’d, İmam Sevri, Fudayl b. İyaz, İbrahim b. Ethem ve daha niceleri bu mevzuda fevkalâde hassas davranmışlardır. Ve yine ondandır ki, bu zatlar, dedikleri ve söyledikleriyle asırları aşarak bize kadar gelip ulaşmış tebliğleriyle müessir olmuşlardır. (Ne velud bir devir ki, cihanları aydınlatacak bu kadar çok insanı birden bağrında yetiştirebilmiştir!)

Meselâ Süfyan-ı Sevri, çok mahzun ve mükedderdir. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca şu cevabı verir: ‘Ben bu kadar insanı önüme aldım, onlara hadîs, fıkıh ve tefsir okuttum. Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde, onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye çok korkuyorum.'[2]

Süfyan-ı Sevri’nin, Halife Harun Reşit’e yazdığı mektup ise hepinizin malumu ve örnek bir davranış remzidir. Harun Reşit halife olur. Bir eski dostu ve arkadaşı olan Süfyan’ın da kendisine gelip biat etmesini bekler. Elbette ki böyle bir dostluk hatırına bu onun hakkıdır. Ama, Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken Harun Reşit artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevri’ye gönderir. Mektubunda biraz da ona sitem ederek: “Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Halbuki benim gözlerim hep seni bekledi durdu.” Süfyan, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. ‘Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem’ der. Sonra da cevabı aynı kağıdın arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kağıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz, mânâsına itirazda bulunursa da, bu büyük insan ona şu cevabı verir: ‘Eğer bu kağıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok…’

Sonra da şunları dikte ettirir:

‘Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin..’ diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur. Hâdisenin gerisini, Harun Reşit’in sarayında bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir:

Harun Reşit, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da: ‘Senin gibi dost esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum…'[3]

Süfyan’a cesaret kaynağı olup ve bir halifeye bu şekilde hitap edebilme gücünü veren neydi? Bu güç onun, dünya karşısında serfürû etmemesi, dünya ve mâsivâyı aşmış bulunmasıydı. Eğer, o da emsâli gibi dünyaya bağlansa idi, bir halifeye bu şekilde hitap edemezdi. Harun Reşit ki, beş vakit namazını kılan, haccı, umresi ve nafile orucu olan bir insandı. Rakik ve ince kalbliydi. Ancak bazı yanlış tasarrufları karşısında bir eski dostu, onu bu şekilde ikaz edip uyarıyordu.

Burada, bir lâhza durup, insanlığın kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve ahir bir tavsiyemi arzetmek istiyorum: ‘Aziz ve onurlu olun. Paçanızı ve yakanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın! Sırf milletimiz ve insanlık için belli vazifeleri kabul etseniz dahi, her zaman müstağni davranın! Hak ve hakikati neşredip yayma mevzuunda başkalarının tahdit ve kayıtları altına sakın girmeyin! Allah’ın koyduğu esaslar çok mühimdir. Siz ancak O’na kul olun! Böyle yaptığınız takdirde sözleriniz tesirli olur ve tebliğ ettiğiniz şeyler de ma’şeri vicdanda kabul görür.’

Hem sizin sözlerinize tesir etme gücünü bizzat Cenâb-ı Hakk tekeffül buyurmuştur. Siz başkalarından karşılık beklemezseniz, karşılığı Allah’tan alırsınız. Nasıl mı alırsınız? Dünyada sözlerinizin tesir etmesi şeklinde; âhirette de, cennet ve Cemalûllah ile müşerref olmak suretiyle. Eğer bu şekilde davranmaz da, halktan bir şeyler talep ederseniz, evvela sözlerinizin tesiri kaybolur, sonra da nimetlerin en büyüklerinden mahrum kalırsınız.

Dünyevî makam ve mansıplar geçicidir. Ne onlara bağlanmaya, ne de onlarla gururlanmaya değer. Zaten bugünkü şartlarda yapılan memuriyet, ancak zaruret muvacehesinde caizdir. Günümüzde bir memurun, aldığı maaşından kendisi ve ailesi yese de, ondan miras bırakmaması bir vera’ gereğidir. Çünkü alınan maaşlara mutlak surette pek çok mahzurlu şeyler bulaşmaktadır. Ancak, söylediğim bu husus, içinde bulunduğumuz şartlara göre söylenmiş bir sözdür. Ümidim var ki, bir gün bu şartlar bütünüyle değişir ve herkes meşru bir kazanç yolu bulur.

Biz bugün, sadece dünyevî makam ve mansıpları değil; tebliğ adına faraza bizde bulunsa uhrevî makam ve mansıpları dahi terketme kararındayız. Evet, on kişiye hak namına bir şeyler anlatmayı, parlâmenterliğe tercih edeceğimiz gibi, gerekirse gavslığa, kutupluğa da tercih edebilmeliyiz. Çünkü asıl olan bu insanların uyarılması ve irşâd edilmesidir. Hiçbir mevki ve makam, -dünyevî olsun uhrevî olsun- bu işin önüne geçemez.

Bu itibarla, tebliğleri verdiği hizmetleri, dünyevî menfaatlere alet etmesi, hak ve hakikatleri neşrederken elde ettiği şöhreti dünya adına kullanması, altın ve elmasları, cam parçalarıyla değiştirmesi gibi bir ahmaklık olur.

Bir zayıf hadîste, Hz. Musa (a.s) devrinde böyle davranan birisinin, domuz şeklinde meshe uğradığı haber veriliyor. O, her mecliste Hz. Musa’dan (a.s) ve O’nun büyüklüğünden bahsediyor olmasına rağmen, bütün bunları kendi çıkarlarına alet ettiği için Allah (c.c) da onu mahlukatın en habisine tahvil etti.

Sûreten mesh, bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu mevzuda Allah (c.c), Habibine te’minat vermiştir. Ne var ki, sîreten birçok kimse hep o adamın akıbetine uğramışlardır. Mevla’dan niyazımız, bizleri ve bütün tebliğ ehlini böyle bir akıbete sukut etmekten muhafaza buyurmasıdır. O, duâları kabul eden ve duâlara cevap vermeye gücü yetendir.



[1] Mektubat, 2. Mektup s.13 [2] Gazali, İhyâ, 1/48 [3] Gazali, İhyâ, 2/507-509

Muhatabın Tanınması ve Anlayış 37 dk.

Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır. Mü’mine karşı gösterilecek anlayış, mürüvvet; küfür ve ilhad ehline karşı gösterilecek anlayış ise, basiret, kiyaset ve dirayet şeklinde olmalıdır. O, bunları kullanarak muhatabının gönlüne ve mantığına girerek, anlatmak istediği meseleleri bir taraftan sevdirip, bir taraftan da kabul ettirebilir.

a) Muhatabın Tanınması

İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah’ı, Resûlü’nü, Kitabı’nı ve âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın -Allah korusun- ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu da ötede biz çekeriz.

Bakın, Allah Resûlü (s.a.s), fertleri suçluluk psikozuna sokmamak için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet O, ne kafiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umûmî irşatta bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım:

Bir sahabi, Allah Resûlü’nün (s.a.s) bulunduğu yere yakın bir mekanda duâ ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle yükseltmişti. Bu durum, duâ edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü (s.a.s), bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle buyurmuştu:

‘Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine duâ etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duâda i’tidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve duâlara icabet eden bir Zat’a duâ ediyorsunuz ki, O sizin duâlarınızı (her hâlükarda) işitir ve icabet eder.'[1]

Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikayetiyle O’nun huzuruna gelmişti. Bunlar arasında, ‘Ya Resûlallah! Neredeyse cemaati terkedecektik’ diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü (s.a.s)’nün canı çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş; mescitte, herkese hitaben umûmî bir irşâdda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ مِنْكُمْ مُنَفِّرِينَ فَأَيُّكُمْ مَا صَلَّى بِالنَّاسِ فَلْيُوجِزْ فَإِنَّ فِيهِمُ الْكَبِيرَ وَالضَّعِيفَ وَذَا الْحَاجَةِ

‘Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.'[2]

İşte Allah Resûlü’nün (s.a.s) hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve en yapılır şekliyle takdim ediyordu.

أَيُّهَا النَّاسُ قُولُوا لا إِلَهَ إِلاّ الله تُفْلِحُوا

‘Ey insanlar! ‘Lâ ilahe İllallah’ deyin ve felaha erin'[3] diyordu. Zaten O’nun bi’setinin gayesi de buydu.

Evet, irşâd ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, kat’iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin kapatılması çok zordur.

b) Münazaradan Sakınmalı

Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır.

Gerçi Saadet Asrında Efendimiz (s.a.s) bir iki defa münazara zeminine çekilmiş, muhatabını iknaya çalışmıştır.[4] Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan gelmiş olmasıdır. Böyle bir durumda elbette Efendimiz’in suskunluğu söz konusu olamazdı. Çünkü O’nu dinleyenlerin kuvve-i maneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber Allah Resûlü’ne (s.a.s) münazara gayesi ile gelen bu insanlardan ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur. İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek değildir.

Efendimiz (s.a.s), senelerce bir kısım Benî İsrâil ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Halbuki O, arşın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kainat kendisi için yaratılmış olan bir Peygamberdi. Etekleri mucizelerle doluydu. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (r.a) da bir Yahudiydi. Fakat, hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü’nün (s.a.s) huzuruna gelmişti. İçinden: ‘Eğer Tevrat’ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona îman edeceğim’ diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da, o daha Efendimiz’i görür görmez, O’nun sîmasında yalan olamayacağını anlamış ve îman etmişti.[5]

Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk’ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, -orada konuşulanlar ne olursa olsun- Cenâb-ı Hakk razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah’ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır.

c) Benlikten Sıyrılmalı

Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira, nice defalar görülmüştür ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hakk onu, bir kısım insanların hidayetine vesile kılmıştır.

d) Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi

Burada teferruat sayılabilecek şöyle bir meseleye de temas etmeden geçemeyeceğim. O da şudur: Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat etmelidirler. Meseleyi daha husûsî bir dairede ele alacak olursak: Bugün İslâm’a hizmet noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vakıadır. Böyle bir vak’ayı tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul etmeyip, görmemezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve mübelliğler, çevrelerinde kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve, tabiî herhangi bir topluluğu küçük düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat’iyen girmemelidirler. Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hakk razı değildir ve o, râzı olmadığı davranışlar içine girenlerin irşat ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir. Evet, her mürşit bütün imana ve Kur’an’a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının irfanına mümâşat etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler olmalıdır. Zira Allah (c.c), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri, mü’minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhit ile dahi olsa kendisiyle münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan râzı olmaz.

Zaten Allah (c.c) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir bakıma her insanın, Cenâb-ı Hakk’la kendi münasebetinin de derecesini gösterir. Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hakk’la olan münasebetleri nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de, doğrudan doğruya İslâm’a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları yekvücut hale getirecek en önemli faktör de, işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek.

Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimâî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve kavramakla mümkündür. Bu durum, tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet tebliğ ve irşâd bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Mesela karşınıza topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı, falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi topyekûn müslümanlara zarar veriyorsa!.. Yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması gereken mesele, herhalde teheccüt namazının faziletleri değildir. Ona, îmanî esasların anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar yapılmakta!.. Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle, ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmelerini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir.

Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl okuyamazsınız. -Haşa bu Mızraklı İlmihâl’i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde olmadığını anlatmak içindir- Ve yine karşınızdaki insan âhireti inkâr edip dururken, siz ona evliya menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır.. ve onun mantık açısından da ikna olması oldukça mühimdir. Sadeddin Taftazâni îmanı anlatırken: ‘Sen delilleriyle anlatacaksın, Cenâb-ı Hakk da onun gönlünde îman nurunu yakacak. İşte îman budur’ der. Zaten böyle îmandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dînî hayatı bir bütün olarak yaşamaya sevkedecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal dahilindedir.

Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur’ân bir fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umûmî irşâd için bu ilim dallarına da ihtiyaç olduğundan, Kur’ân yaptığı işâretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder. Astronomi ilmine az da olsa vakıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir insanın, Kur’ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim: Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşâdı, umumî ve herkesi içine alan bir irşâd olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur.

e) Devrin Kültürünü Bilme

Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak hâli, biraz da irşâd adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey anlatmaları mümkün değildir. Akla gelmesin ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına birşeyler anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden ’emr-i bi’l-maruf’ vazifesi düşüyor mu? Hayır, aslâ ve kat’a!. Eğer, nesli irşâd etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve irşatla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icab etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira, neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de, eli kolu bağlı kalmamalısın. Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup kaldırman, onun maddî-manevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah’a (c.c) îman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvinî âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvinî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise, mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Halbuki Kur’ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde işte bu tekvinî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün baştan sona Kur’ân’ı okusa da, gerçek mânâsıyla O’nu okumuş sayılamaz. Kur’ân, bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir.

Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün idrak, anlayış ve üslubuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl, muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur’ân’ı takdim etmek, sadece neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır. Evet, yıllar var ki bizler, bu yürekler acısı tabloyu gözlerimiz dolu dolu seyretmiş ve burkulmuşuzdur.

Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı. Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi sayılan İmam Gazâlî’nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu. Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi batılıların onun hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattır. ‘Biz, Gazâlî kadar devrinin kültürüne hakim ikinci bir insan görmedik.’ İmam Rabbânîler, Mevlânâ Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için de, söyledikleri şeyler gönüllerde makes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu.

f) Mürşit Esnek Olmalı

Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek, bazen de tâ minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü, muhatapları arasında her iki noktada bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşâd yolunu kapayan bir kısım tâlihsizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki; hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin.

Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: ‘Bir gencin îmansızlığı karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması gerekir…’ İşte muzdarip kalb budur. Neslin îmansız oluşu karşısında aynı ızdırabı duymayan insanların ise, irşâd ve tebliğe aslâ liyakatları yoktur. Mürşit devrini bilen ama o aynı zamanda dünyaya ait her şeyi de istihkâr eden bir babayiğittir. Hatta muvakkaten de olsa cenneti dahi unutacak ve kendine terettüp eden her vazifeyi böyle bir şuur ve anlayış içinde yapmaya çalışacak kadar hasbîdir. Böyle olmalıdır ki, Allah’ın tevfîkine mazhar olsun ve çevresini de inandırabilsin.

Daha önce, muhatabın muhtaç olduğu şeyleri bilmenin lüzumuna işaret etmiştik. Evet, tebliğ adamının mükellef olduğu vazifelerden biri de işte budur. Hastalığı teşhis etmeden tedavi etmeye kalkmak, nasıl yanlış bir davranıştır; öyle de muhatabın esas dertli olduğu noktaları tespit etmeden yapılacak tedavi de aynı şekilde hatta, belki de daha vahim bir yanlış davranıştır. Her merhemin her yâreye derman olmayacağını bilmem ki anlatmaya lüzum var mı?

Bazılarını tanırım; bunlar, kafalarını fabrikaların çarklarına kaptırmış, durmadan iktisattan, ekonomiden, çeşitli yatırımlardan ve ağır sanayinin ehemmiyetinden dem vurur dururlar ve insanlığın kurtuluşunu da sadece bu yönde çalışmalara bağlarlar. Bu düşünceler İslâm adına da ortaya atılmış olsa, Marks ve Engels’in basit birer kopyacılığını yapmaktan ileri gitmemektedir. Günümüzde iflas etmiş ve müntesibi kalmamış bu düşüncelerin kendileri, kendi hayatiyetini muhafaza edememişken, nasıl olur da onların taklidi durumunda olan düşünceler, insanlığa hayat getirebilir ve nasıl olur da aklı başında bir insan böyle bir iddiada bulunur veya arkasındaki insanları böyle bir macereya sürükleyebilir? Böyle bir aldanmışlığı kabul etmek bana çok giran geliyor. Hayır, hayır!. Kasem ederim siz nesilleri ruh plânında ele almadıkça, onu maneviyatla yoğurmadıkça, ve onu âhiret şuuru ile mamur etmedikçe ne kurduğunuz ve kuracağınız fabrikalar, ne de muasır medeniyetlerden dem vurmalar, onun kıvamı adına hiçbir işe yaramayacaktır. Evet, şu hoyratlaşan sergerdan nesiller eğer disipline edilemezlerse, ruhen tatmin olmayan bu yığınlar hiçbir lüks ve fantastik düşünce ile doyurulamazlar. Bu itibarla, nesillerin ızdırabına ekonomik çözümlerle çare bulunacağını zannetmek gafletin tâ kendisidir.

Bugün İslâm âlemi, devrin tekniğine göre konuşma kabiliyetini kaybettiği için, hitap etme mevkiinden alaşağı edilmiştir. Günümüzde o sadece dinleme, ama hiç konuşmadan dinleme durumundadır. Bari dinlediklerini terkip yapmayı becerebilseydi!.. İhtimâl bir gün, tekrar konuşan ve sözünü dinleten lider durumuna yükselebilirdi. Ama ne yazık ki o, liyakatli bir muhatap dahi olamadı. Umumî mânâdaki bu kötü manzara, hususî hizmetlere ve hususî oluşumlara da aynı şekilde aksetti. Onlar da kendi muhataplarının karşısında, aynı ölçüde acze düştüler. Halbuki elimizde bütün kâinata meydan okuyan ve bütün insanlığa hitap etme liyakatını hâiz olan Kur’ân-ı Mu’ciz’ül-Beyan var. Ve yine elimizde o Kur’ân’ı bize en güzel şekilde izah ve şerh eden Allah Resûlü (s.a.s)’nün ölümsüz sünneti bulunuyor. Ne acıdır ki, bugüne kadar biz onlardan gerektiği gibi istifade etmesini bilemedik. Kalb ve kafa bütünlüğüne erip, bir gavvas gibi Kur’ân ummanına dalamadık. Dolayısıyla Kur’ân da, Sünnet de bize bir şey söylemez oldular. Bizim durumumuz böyle devam ettiği müddetçe, onların suskunluğu devam edecek ve günümüz Müslümanı, içinde bulunduğu bu kaostan asla kurtulamayacaktır.

Evet, dünya değişiyor. İlim ve teknik baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Ama, bazılarımızın söyledikleri, gelişen dünya ölçeklerine uymuyor. Üç asır öncesine takılıp kalıyor ve günümüzün nesline konuşabilmekten çok uzak bulunuyoruz. Tabiî böyle olunca da söylediklerimize kulak veren olmuyor.

g) Devrinin Perspektifinden Bakmalı

Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden bakarak anlatmalıdır. O, evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vakıf olmalı; ama aynı zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsn-ü kabul görsün ve muhatabının hem kalbinde hem de mantığında makes bulsun. Zira günümüzde nesiller kan kaybediyor; biz ise ona penisilin vuruyoruz.

Buraya kadar arzetmeye çalıştığımız hususlar, mücerret iddialar değil, Kitap ve Sünnetle müeyyet tesbitlerdir. Kur’ân:

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

‘Seni yaratan Rabbi’nin adıyla oku!’ (Alâk, 96/1) diyerek daha ilk âyetinde, âyât-ı tekviniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir. Bütün feylesoflar; Epikür’den, Demokrit’e, ondan Sokrat’a, ondan Eflatun’a ve ondan tâ Efendimiz devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgûl olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara:

قُلْ سِيرُوا فِي الأرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ

‘De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, hilkat nasıl başlamış bir bakın?’ (Ankebût sûresi, 29/20) diyordu; diyordu zira şimdiye kadar kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah’a (c.c) isnat edilmeden hilkati izah etmek mümkün değildir.

Halbuki Kur’ân-ı Kerim, herkesin izahtan aciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvinî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O tekvinî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kainatın boynuna takılmış müzeyyen bir gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir.

Muhataplarını sadece his ve duygu bağlarıyla ayakta tutmaya çalışan mürşit ve mübelliğlerin bu davranışları, tekvinî âyetlere karşı bir zıtlaşmadır ve istikbâl va’dedici de değildir. Hüsn-ü zannın adımları çarpıktır; müstakim yürütmez ve çok kısa zaman sonra sahibini yolda bırakır. Şu kadar var ki, onlar, çıraklarını kalb ve kafalarıyla bir arada yoğurabilir ve onları günün şartlarına ayak uyduracak şekilde hazırlayabilirlerse, bu bağlılık asla gevşemeyecek, zamanın geçmesi bu irtibatı aşındırmayacak ve dehşet verici hâdiseler, sadece aradaki bağı kuvvetlendirmeye, iradeleri bilemeye yarayacaktır.

Burada istidradî olarak başka bir hususa geçmek istiyorum: Ekseriyet itibarıyla hepimizi hayrette bırakacak şu tablo, gerçekten çok müthiştir! Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki, bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak istemektedirler. Meselenin müşahhaslaştırılmasının mevzuya fayda getirmeyeceğini düşündüğümden, burada bizzat şahidi olduğum vak’aları zikretmeyeceğim. Ancak bu gibi hâdiseler birer vakıadır ve bundan sonra da bu vak’alar hep olacaktır. Bu müthiş tablonun tahlili bize şu neticeyi vermektedir: Dindar aile kendi evladına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet’i anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden dolayı da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir aileye misafir olmuş, aile reisiyle oturmuş konuşuyorduk. Adam o kadar dindar ve o kadar selim bir kalbe sahipti ki, onun karşısında kendi durumumdan utanır olmuştum. Fakat biraz sonra odaya üniversite talebesi olan oğlu girdi. Konuşmalarından hemen onun bir ateist olduğunu anlamıştım. Sanki evin tavanı tepeme yıkıldı ve donup kaldım. İçimden kendi kendime, o güzel insanı kasdederek: ‘Keşke, bu kadar saf ve temiz kalacağına, oğlunu dinsiz yetiştirmeseydin.’ dedim.

Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini halledebilirse, çocuk İslâmiyet’i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün şartlarına göre öğretilmiştir. Halbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı, taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî îman işe yaramaz hâle gelmiştir. Burada parantezi kapatıp sadede dönüyorum.

h) Muhatabın Seviyesine İnme

Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır.

Bu mülâhazayı da yine mücerret bir ifade olmaktan kurtarmak için, şöyle açıklayabiliriz: Muhatabın seviyesine inerek konuşma İlâhî bir ahlâktır. Efendimiz (s.a.s) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır. Kur’ân, baştan sona kadar beşer aklına tenezzül etmiş, İlâhî bir kelâmdır. Eğer Kur’ân beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?..

Evet, eğer Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ında, Tur’un bir yanında Hz. Musa’ya konuştuğu kelam ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksandokuzu Kur’ân’dan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki mesele hiç de öyle değil; Cenâb-ı Hakk azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların idrâk ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir.

Biz, Kur’ân’da kendi anlayış ve kendi seviyemizi buluruz. Kur’ân âdeta herkese kendi seviyesine göre konuşur. Ancak bir insanın anlayış ve seviyesi ne olursa olsun, her insan Kur’ân’da kendi rûhî durumunun okunduğunu hisseder. Evet insan, Kur’ân’da, sanki kendisine yakın birisinin, en mahrem yanlarına varıncaya kadar kendisini anlattığını hisseder.

Böyle olması da gayet normaldir. Zira Kur’ân, insanı yaratan ve her an onun kalbine nigehbân olan Allah’ın (c.c) kelâmıdır. O Allah (c.c) ki, insanı yoktan yaratmıştır. Sonra da onu cismaniyet âleminde inşa etmiş ve ona emir âleminden bir de ruh vermiştir. Ne ruh içine girdiği cesedi, ne de ceset kendini ayakta tutan ruhunu tam mânâsıya bilebilir! Her ikisini kim yarattı ve birleştirdi ise, en iyi bilen yine O’dur. Ve işte Kur’ân da O’nun kelâmıdır.

Bu İlâhî kelâm, muhtevası itibarıyla insanların hidayet kaynağı ve istikâmet garantisi olduğu gibi, hitap keyfiyetiyle de bütün mürşit ve mübelliğlerin irşâd menbaıdır. Hep O’na bakacak ve muhatapla konuşma tekniğini de yine O’ndan öğreneceğiz.

Kur’ân’ın farklı seviyelere hitap ettiği bir gerçektir. Zira O, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. Bugüne kadar yetişmiş binlerce âlim, Kur’ân üzerindeki düşünce ve mülâhazalarıyla kendi anlayış seviyelerini ve farklılıklarını tezahür ettirmişlerdir. Asr-ı Saadet’te de vaziyet böyle idi, yani Ashab’ın hepsinin Kur’ân’ı anlayış ve kavrayışı aynı seviyede değildi.. ve bu seviyelerin farklı olması da, yine Kur’ân’dan istifadeye mani değildi.

Düşünün ki, Allah Resûlü’nün (s.a.s) devrinde yaşayan bedevî bir Arap gelip Kur’ân’ı dinliyor ve hem kalbiyle hem de aklıyla Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Aynı devirde yaşayan ve şiirleri Kâbe’ye asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’ân’dan istifade edebiliyordu. Lebid, bunlardan sadece biriydi. Ve o, Kur’ân’ı dinledikten sonra artık hiç şiir yazmamıştı. Hansâ, Kur’ân’a dilbeste olmuş dev bir kadındı. O günkü devrin en güçlü şairlerindendi. Evet onlar, bu yönüyle Kur’ân’ın muhataplarıydı ve Kur’ân hem akıllarıyla hem de kalbleriyle onları tatmin ediyordu. İbn-i Sinâlar, İbn-i Rüşdler, Farabîler, İmam Gazalîler, Fahreddin Râzîlerin yanında, Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik ve isimlerini sayamayacağımız daha nice muhteşem dimağlar, hep O’na muhatap oldular ve O’nun rahle-i tedrisinde yetiştiler. Demek oluyor ki Kur’ân, onlara da aynı şekilde hitap ediyordu.

Evet Kur’ân, her sahada beşerin düşünce seviyesini nazara almış ve onların anlayışına göre hitap etmiştir. Kur’ân’ın bu yönü o kadar renklidir ki, onu yürekten dinleyen herkes, kendini onun biricik muhatabı sanır. İlim ve teknik, her gün daha da ilerleme kaydederek baş döndürücü bir keyfiyet alıyor. Hemen her sahada, daha güçlü ilim adamları yetişiyor. Bunlar, Yüce Yaratıcı’nın onların fıtratlarına yerleştirdiği meknî (gizli) kabiliyetlerini geliştirmek için, yine Yaratıcı’nın kainatta vaz’ettiği fıtrî kanunlarla mümârese kazanırken yanlarında en büyük destekçi olarak, aynı Yaratıcı’nın kelâm-ı ezelisi olan Kur’ân’ı bulmaktadırlar.

Evet binlerce ilim erbabı, farklı seviyelerde de olsa, Kur’ân’dan istifade etmekte ve kendini Kur’ân’ın şemsiyesi altında görmektedir. Kimyâger, Kur’ân’ı sadece kendine hitap eden bir kitap gibi dinleyebilir. Sadece o mu? Elbette hayır. Fizikçi de, astronom da, biyolog da, hatta matematikçi de, hendeseci de.. Kur’ân’ı kendilerinin diliyle konuşuyor gibi dinleyebilirler. Bir ziraatçiye göre Kur’ân, âdeta baştan sona ziraatten bahsetmektedir. Mâhir bir hekime göre Kur’ân, hastalıkların teşhis ve tedavisine yeni ufuklar açan mükemmel araştırma merkezlerinden daha mükemmel, saydam, nurânî, konuşan, aydınlatan ve yol gösteren bir merkez gibidir. Diğer ilim dalları için de aynı şeyler söylenebilir. Demek ki, elinde saban çift süren köylü de, gökleri elindeki düğmeye basarak fetheden ilim adamı da Kur’ân’ın muhatabı olabilmektedir.

İşte, bu derinlerden derin keyfiyetiyle Kur’ân, bizlere ahvâle göre ders vermektedir. Bunun yanı sıra Kur’ân, ansiklopedik tarzda her ilimden bahsetmekle birlikte bir ansiklopedi de değildir. O’nun yegane gayesi insandır; onu kolundan tutarak yerden semaya, oradan da ebedîliğe yükseltmeyi hedefler. O, bütün bunları yaparken aynı zamanda bir usûl de öğretmektedir. Bu televvünâtı Kur’ân’da yaşayan, gören bir tebliğ adamı ve mürşit, daima muhatabının durumunu, seviyesini göz önünde bulundurmalı ve konuşacaklarını ona göre konuşmalıdır. Bu iş zor olmakla beraber son derece faydalı ve o nisbette de zarûridir.

Mutlaka ağırbaşlı görünmek için, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşmayı âdet hâline getirenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü irşâdda mühim olan, verilen mesajın muhataplarca en güzel şekilde alınmasıdır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz olarak verilmesine bağlıdır. Evet konuşmalar, her seviyede insanın kolayca anlayabileceği bir üslûpla yapılmalıdır.

Günümüzdeki gençlik, dînî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına mümaşâtımızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve onun gibi davranırız; öyle de, irşâd ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan müdepdep konuşmalar, sadece onları güldürecek ve fakat malûmat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir.

Neslimize İslâm’ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflâtun ve Descartes’in felsefe yüklü tarzlarına değil; Hz. Muhammed’in (s.a.s) irşâd ve tebliğ tekniğine ihtiyaç vardır. Allah Resûlü (s.a.s) ise, hep beşerin anlayış seviyesine mümâşat ediyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu sistem ve bu İlahî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde:

إنّا معاشرَ الأنبياء أُمرْنا أن نُكلّم الناسَ على قَدر عُقُولهم

‘Biz peygamberler topluluğu daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.'[6] Diğer bir beyanında da:

أَنـزلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ

‘İnsanlara akılları nisbetinde konuşun'[7] buyurmakla bizlere tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaideyi fısıldamaktadır.



[1] Buhari, Mağazi, 38; Müslim, Zikir, 44,45; Müsned, 4/403 [2] Buhari, Ahkâm, 13; Müslim, Salat, 182 [3] Müsned, 3/492; 4/63 [4] Tirmizi, Daavat, 69; Müsned, 4/444; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/337; İbn-i Hişam, Sîre, 1/313-318 [5] Tirmizi, Kıyâme, 42; İbn-i Mâce, İkâme, 174 [6] Zebidî, İthaf’u Sade, 2/65 [7] Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 3/75

İman-Tebliğ-Amel Münasebeti Açısından 42 dk.

‘Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak’ bir tebliğ adamının en önemli prensiplerinden biri olmalıdır. Zira tebliğ insanı hakikî mü’min olma yolundadır. Hakikî mü’min ise, iç ve dış bütünlüğüne ermiş insan demektir. Böyle birinin hayatında iç ve dış çatışması söz konusu değildir. İkili (düal) yaşama, düpedüz bir münâfıklık sıfatıdır. Bu mezmum ahlâk ise, gerçek bir tebliğ adamında asla bulunamaz; bulunmamalıdır da. Zira mü’min olmak ona, her zaman ve zeminde ancak ve ancak yaşadıklarını söyleme gibi yüce bir ahlâk ufkunu, göstermektedir.

a) Tebliğ ve Hayat

Tebliğ adamı, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icrâ etmeyeceğini de bilmelidir. Evet, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (c.c) yümün, bereket ve tesir lutfetmez. Bazen, birtakım yarı samimî ya da gayr-i samimî kimselerin hizmetlerinde tesir ve muvaffakiyet görülse de, bu tamamen alternatifsizlikten kaynaklanan bir durumdur ve geçicidir. Bazen böyle bir durumun tahakkuk etmesi, ya o anda daha samimî insanlar mevcut olmadığından veya samimî olanlar henüz bir câzibe merkezi oluşturamadıklarındandır.

Bu itibarlarla da, gayr-i samimî olanların kaderi, günü gelince silinip gitmektir. Dünden bugüne ilâhî kanun hep böyle cereyan etmiştir. Dolayısıyla da bu yarı samimî veya samimiyetsiz insanların geçici muvaffakiyetleri ehl-i îman ve ehl-i firaseti yanıltmamalıdır.

Son bir-iki asır hem kapitalist hem de komünist cephelerde birtakım geçici muvaffakiyetler, buna iyi bir misal teşkil edebilir. Çünkü her iki sistem de birbirinin alternatifi olarak zuhur etmiştir. Bu nifak ve iğfâl düzenleri zuhur ettikleri dönem itibarıyla henüz daha güzel ve daha samimî bir oluşum bulunmadığından boy atıp gelişmişlerdir. Ne var ki günümüzde, hâdiseler, samimî ve uyanık kimseler tarafından artık yakın takibe alınmış sayılabilir. Evet, bundan sonra artık dünya pazarında ancak, samimî olanlar metâlarını satabilecek ve müşteri bulabileceklerdir. Samimî olmayanların ise, bu ilâhî pazardan sürülüp çıkarılma vakti gelmiş demektir. Nitekim daha doğduğu ilk günden itibaren bâtıl ve batıp gitmeye mahkûm olduğu bilinen komünizm, hakikat ve samimiyet pazarından çıkarılıp çer çöp gibi bir kenara atıldığı; ehl-i İslâm’ın samimî gayret ve tebliğleri de yegâne alternatif hâline gelmiş olduğu gün gibi ortadadır.

Yaşadığını anlatmak ya da aksi ifadesiyle anlattığını yaşamak, kişinin sık sık kendi kendisiyle hesaplaşması ve benliğini bulmasıyla mümkün olur. Oturaklaşmamış ve belli bir olgunluk kazanmamış beden insanlarının düal yaşamaktan kurtuldukları görülmemiştir. Evet bu ruhlar, oldukları gibi davranamamalarının yanı sıra, davrandıkları gibi de hiç olamamışlar ve olamazlar da. Toplum içinde sergiledikleri saygınlık, olgunluk ve istikrarlılık gibi durumlar, tamamen yapmacık ve sun’î davranışlardan ibaret olduğu için, bunlar hep çevrelerinden istiskal görmüşlerdir. Evet bunlar, yalnız kaldıklarında alabildiğine lâubâli ve gayr-i ciddîdirler. Bu ise, bir nevi hamlığı yetersizliği tutarsızlığı ifade etmektedir ki, bunların izale edilmesi, hiç kuşkusuz iyi bir itikad, sağlam bir tevekkül ve ciddî bir inkıyada bağlıdır.

Evet, tebliğ adamı bu hususa çok dikkat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat’iyen herhangi bir tenâkuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl, berrak olmalıdır. Dikkatsizlik neticesi işlediği küçük bir hata, samimî bir mübelliği iki büklüm edip inletmelidir. O, teheccüt ile nurlandırmadığı gecenin sabahında, namazdan bahsetmekten hayâ etmeli. Gözüne takılan bir haramın kirini, gözyaşlarıyla yıkayıncaya kadar da durmadan ağlamalıdır. Ağzına girecek bir haram veya şüpheli lokma, ona günlerce karın ağrısı olmalı ve bir inhiraf ruhunda cehennem alevleri gibi kendini hissettirmelidir.

Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsalar, yine de istenen seviyede hüsn-ü kabul görmezler. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında makes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir.

b) Tebliğ ve Ölçü

İslâmî bir toplumda tebliğ ve irşâd, sadece bir vazife değil; aynı zamanda her şeye miyar olacak ölçü ve mikyas vaz’etmek demektir ki, o toplumda fertler bütün işlerini bu mikyasa uyarlar, günlerini ona göre tanzim eder, gecelerini de bu sorumluluğun ah u vahıyla geçirirler. Bir ferdin, ara sıra camiye gidip gelmesi, hac farizasını yerine getirip dönmesi, mevlid merasimlerine iştiraki vs. ölçü olmamalıdır. İyi bir mübelliğ, tebliğ ve irşâd şuurunu yok edip, dâvâyı alabildiğine şekilcilik ve merâsimciliğe dönüştüren her davranıştan fevkalâde sakınmalıdır. Belki bu tür davranışlar, bazıları için bir teselli kaynağı olabilir ama, toplum adına mikyas olmaktan uzaktırlar. Esasen, toplumu yozlaştırıp, onun maddî-manevî direncini kısırlaştıran sebeplerin başında, ’emr i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’in şuurlu ve plânlı bir şekilde yapılmaması gelmektedir.

Günümüzde bu kutsî vazife teker teker her fert üzerinde fıtrî bir borç kabul edilmelidir. Zira fitne girdapları, beşeriyete ait boşluklardan sızarak evvelâ fertleri, sonra da bu fertlerin teşkil ettiği toplumları kıskıvrak sararak helâk uçurumlarına yuvarlamaktadır.

Evet, ısrarla üzerinde durma mecburiyetindeyiz ki, bu iş, her şeyden evvel bir îman mevzuudur.. ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep îmanı kavi olan insanlar olmuştur. Bu dün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Koca bir cemiyet içinde, birkaç samimî ve îmanı kavi insanın başlattığı bir tebliğ hareketi, kısa zamanda ma’şerî vicdanda mâkes bularak yüzbinlerin derdi-dâvâsı hâline gelmesi başka şekilde izah edilemez. Hiç şüphesiz böyle bir hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olmasıdır. Çile ve ızdıraptan uzak olan her hareket, şekil ve merasime esir olmadan kurtulamaz. Zaten, merasimle bütünleşmiş hareketlerin hiçbirinin bidâyetinde zindan, gözyaşı, fikir çilesi; neticesinde kalıcılık, samimiyet, sevgi ve kucaklama yoktur.

Hulâsa; irşâd adamı, her hareket ve davranışını, irşâd hayatına göre ayarlamalı; bir yere mi gidecek, mutlaka irşâd mülâhazasıyla gitmeli ve irşâd düşüncesiyle oturup kalkmalıdır. Zira onun hayatında hususî tenezzühe yer yoktur. O, fıtrî ihtiyaçlarını dahi dâvâsı istikametinde kanalize etmeye çalışır. Evet o, her alıp-verdiği nefesin bir gün kendisinden sorulacağının şuuruyla yaşar. İşte bu yol nebilerin, sıddîklerin, velilerin, şehitlerin yoludur. Onlar hep yaşadıklarını anlattılar ve anlattıklarını yaşadılar. Münafıklara gelince onlar, yaşamayıp anlattılar, anlattıklarını da kulak ardı ettiler. Her gün bir eğri yolun girdabına dalıp, hem kendilerini ve hem de peşlerinden gidenleri idlâl edip helâkete sürüklediler.

Allah (c.c) bir mürşit olarak insanlara gönderdiği Hz. İsa (a.s)’ya şöyle buyurur: ‘Ey Meryemoğlu! Önce kendi nefsine nasihat et, o ibret aldıkdan sonra başkalarına nasihat et. Eğer böyle yapmazsan Benden utan!'[1]

Esasında bu hitap, sadece bir peygamber olarak Hz. İsa (a.s)’ya değildir. Burada Hz. İsa (a.s), irşâd ve tebliğ makamında Allah (c.c)’a muhatap olduğu için ‘Yâ İsa!’ denmiştir. O hâlde, ister nebi ister başkası kim olursa olsun, irşâd ve nasihat ederken, evvelâ söylediği ve tavsiye ettiği şeyleri kendi nefsinde duyarak yaşamalı ve tatbik etmelidir ki, başkalarına da tesir etsin. Kur’ân-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir:

تَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلا تَعْقِلُونَ

‘Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?’ (Bakara 2/44). Kitap size önce kendi nefsinizi tavsiye etmekte, işe onunla başlamayı önermektedir. O hâlde bu âyetleri okuyup durduğunuz hâlde, hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Evet bu âyet, Benî İsrail’e hitaben doğrudan doğruya bir tehdit, Müslümanlara da dolaylı olarak bir ikazdır ve ‘Sakın ola ki, böyle yapmayasınız’ demektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, söylediğini yapmama, bir aldatma ve münafıklık sıfatıdır. Bizler bütün bir millet olarak, bilhassa inhitat devrelerinde, böyle davranan insanların hem tesirsizliğine, hem de halkın onlara itimat etmediğine defaatle şahit olmuşuzdur. Evet, İslâm’ın fikir cephesini temsil eden, dahası akademik seviyede İslâm’ı anlatan, hatta sürekli bu mevzuda fikir üreten nice insanlar vardır ki, dediklerini yaşamadıkları için iz bırakmadan çekip gitmişlerdir; gitmişlerdir, çünkü davranışları müstakim değil, sözleri de îmanlarından kaynaklanmamaktadır. Halbuki bunlar halka, ‘sırat-ı müstakim’i anlatıyor, insanları irşâd etme iddiasında bulunuyorlardı. Derken hafif bir yel esti, küçücük bir sarsıntı meydana geldi; geldi de bunların yerle bir olmasına yetti. Dediklerini de, diyeceklerini unutuverdiler. Hatta dediklerinin hepsini tekzip edip, karşı fikrin ateşli savunucuları hâline geldiler. Neticede de helâk olup, yoklara karıştılar. Ama acıdır, beraberlerinde bir medeniyeti de yerle bir ettiler.. veyl olsun onlara!

c) Tebliğ ve Çile

Tebliğ ve irşâd vazifesinin, çile ve ızdırapla iç içe olması ilâhî bir takdirdir. Zira ancak zorlukla elde edilen şeylerdir ki, özen ve itina ile muhafaza edilebilirler. Temelinde zorluk olmayan ve esasında terleme, yorulma olmayan servetlerin tükenişi bir an meselesidir. Hele mesele, Allah’ın (c.c) yeryüzünde anlatılması meselesi ise, bunun tükenip yok olması demek; insanlığın en esaslı gâyesinin ve insanca var olma garantisinin yok olması demektir. Bu da düpedüz yeryüzünde, insan varlığının mânâsızlaşmasıdır. Öyleyse insan, yeryüzünde kendi varlığını mânâlandıracak bu kudsî vazifeyi idrak etmek zorundadır…

Dün bir grup insan, zindandan zindana sürüklendi, memleket hapishaneleri onların evleri ve hâneleri durumuna geldi. Çekmedikleri cefâ, görmedikleri hakaret kalmadı. İçlerinde karakola götürülüp de bir daha geri dönmeyenler, her sabah evlerinden çıkarken hanımı ve çocuklarıyla helâlleşme lüzumunu hissedenler pek çoktu. Çünkü alınıp götürülecekleri yer meçhûldü. Bütün bu insanlar, işte bu mânâda bir mücadele içinde çırpınıp duruyorlardı. Ve kısa zamanda bu nezih ve samimî gayretler güzel meyveler vermeye başladı. Bugün gelinen seviye, bu hâlis ve muzdarip birkaç insanın âh u vahı ve Rahmeti Sonsuz’un da imdada yetişmesiyle gerçekleşmiştir. Öyleyse kimsenin bu kudsî serveti çar-çur etmeye hakkı yoktur. Çile ve ızdırap ile kazanılan ve belli bir ufka ulaştırılan bu millet davasını, inanan insanlar aynı seviyede hassasiyet ile sahip çıkmak mecburiyetindedirler. Daha önce, bu işin bir îman işi olduğunu söylemiştik. Îmana sahip çıkan her fert, onu yaşatmaya da azmetmelidir.. ve en azından evine barkına sahip çıktığı kadar, çoluk çocuğuna baktığı kadar, işini mesleğini hassasiyetle yürüttüğü kadar, bu iş ve hizmete de sahip çıkıp, onu koruyup kollamalıdır. Aksi halde, bir kısım Benî İsrail’in uğradığı akıbetten masun kalmak mümkün değildir.

Tebliğ ve irşâd adamı, her türlü zorluğa göğüs gereceğini, germesi lâzım geldiğini sık sık kendine telkin etmelidir. O, çok iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, daha önceki insanların davet esnasında başlarına gelen belâ ve musibetler, kendi başına da gelmedikçe muvaffak olamayacaktır. Yani, o hep zorluğa talip olmalı, şayet bir kolaylıkla karşılaşırsa, o zaman da şükredip daha bir sür’atle yoluna devam etmelidir.

Mü’min, samimî insandır. Dediğini yaşama veya sadece yaşadıklarını söyleme de bir samimiyet ifadesidir. Aksi bir durumu Kur’ân, yalancı ve münafık sıfatı olarak ele alır. Dinden, îmandan, Kur’ân’dan bahseden ve her fırsatta etrafındakilere İslâm’ı anlatan bir insanın hayatı, anlattıkları şeylerin ölçü ve prensiplerine göre ayarlanmış olmalıdır. Onun hayatında günaha yer olmamalı veya günah bir ebedî ızdırap kaynağı sayılmalıdır. Evet, eğer onun işlediği bir günah varsa, bütün bir hayat boyu o günahın kavurucu azabını, vicdanının en derin köşesinde hissederek yaşamalıdır. Ve aslında, onun ruhunda hiçbir günah uzun süre misafir olarak kalmamalıdır.

İrşâd adamı harama nazar etmez, harama el sürmez, haram yerde yürümez. Gecesi gündüzü kadar aydın, gecelerde seccadesi onun secdelerine aşıktır. Onun hayatında ‘sabah namazımı kaçırdım’ sözü duyulmamıştır. Eğer iradesi dışında sabah namazını kaçırmışsa, bütün gününü inlemekle ve iç ızdırabıyla geçirir. O günkü iştahsızlığı davranışlarına akseder; eder ve kendinden geçer.. ve kim bilir nedametle nasıl iki büklüm olur!..

d) Tebliğ ve Nifak

Murakabe ve muhasebe duygusu, tebliğ ve irşâd adamını her zaman kamçılayan bir esastır. Mürşit, daima kendi içini kontrol etmeli, duygu ve tasavvurlarını denetlemeli, anlattıklarının önce nefsinde yerleşmesine ve temekkün etmesine gayret etmelidir. Mürşit, muhasebesini yapmadığı meseleleri halka anlatmaktan ve tavsiye etmekten sakınmalıdır. Bu sakınma, tebliğe mani teşkil etmez; aksine insanda tebliğ ve irşâd hissini kamçılar, geliştirir. Nifaka düşme ve münafığa benzeme korkusu, onu sürekli ihlâs ve samimiyete doğru yaklaştırır.

Allah Resûlü (s.a.s) irşâd ve nasihati sadece lafazanlık veya diyalektik olarak ele alanlar hakkında şu ürpertici ve korkutucu beyanda bulunur:

إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَى أُمَّتِي كُلُّ مُنَافِقٍ عَلِيمِ اللِّسَانِ

‘Ümmetim hakkında en çok korktuğum; ağzı güzel laf yapan münafıklardır.'[2] Bu nurlu ve onurlu beyanı duyan bir kalbin titrememesi düşünülemez. Zira insan hangi pozisyonda olursa olsun, zaman zaman diğer insanlara bir şeyler anlatma, takdim etme ihtiyacını duyacaktır. Bu itibarla bu ve benzeri tehditler aslında irşâd ve tebliğin yozlaştırılmasını önleyecektir.

Bu hususta birçok tehdit unsuru olmasına rağmen, yine de yozlaşan ve nifak vâdilerinde dolaşan kimselere sıkça rastlanmaktadır. Bu tipler gazete sütunlarında, TV ekranlarında durmadan laf üretirler; ancak hareket ve davranışlarıyla daha çok dinsizlere benzerler. Dinden, îmandan ve Kur’ân’dan bahsetmektedirler; ne var ki alınları secdesiz ve kirli, yürekleri de samimiyetsiz ve netamelidir. Zavallı ruhlar! Bilmezler ki dinin yüzde doksanı ferdin kendisiyle alâkalıdır. Fert bunlara dikkat etmediği takdirde, ya kuru bir lafazan veya koyu bir diyalektikçi sayılır.

Kur’ân-ı Kerim, irşâd adamının temel vasıflarını sıralarken bu arada, münafığın hususiyetlerini hatırlatmayı da ihmal etmez. Zira iyi bir mürşidin neyi yapması, nelere sahip olması ne derece mühimse, neyi yapmaması ve nelerden uzak kalması da o kadar ehemmiyet arzetmektedir. Zaten Kur’ân da, münafıkları tavsif ederken, mü’minleri bu vasıflardan uzaklaştıracak bir üslûp kullanır. O, bu hususta o kadar tahşidat yapar ki, münafıkları tâ iç mülâhazalarına, derûnî hislerine ve niyetlerine kadar deşifre ederek gözler önüne serer. Hatta bazen boylarını poslarını, bazen de huylarını ve huysuzluklarını dile getirerek tarif eder. Meselâ şu âyetteki üslûba bakın:

وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمْ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمْ الله أَنَّى يُؤْفَكُونَ

‘Sen onlara baktığın zaman cüsseleri beğeni uyandırır; konuşurlarsa sözlerini dinlersin. (Halbuki onlar) tıpkı sıralanmış kof kütükler gibidirler. Her çığlığı kendi aleyhlerinde sanarlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar.’ (Münâfikûn sûresi, 63/4) Görüldüğü gibi burada onlar, kendilerini ele verecek şekilde genel hatlarıyla değerlendirilip takdim edilmişler. Yani Kur’ân onları, edâ ve endamları, davranış ve konuşmaları ve gerdan burmaları ile öyle yakalıyor ki, dahası olmaz. Onlar çevrelerinde mimikleri, belâgat ve fesahatleri, büyüleyen parlak nutuklarıyla halkı toplamasını bilir ve sürüler gibi kitleleri arkalarından sürüklerler. Oysaki onlar, kalem ağacı veya üzerine Yemen kumaşı geçirilmiş kütükler gibidirler; daha doğrusu onlar düşmandırlar. Kur’ân, bütün bunları din ve diyânet adına, vatan ve millet adına laf edip duran, iş yapmayan, eski-yeni her âlim-i lisan için söylüyor. Evet, Kur’ân bu gibilere ciddî bir tehdit edasıyla sesleniyor: Hakk için bâtıla yol vermeyin, cephenizde terslikler çıkarmayın!..

Evet, münâfıklık alâmeti olarak tarif edilen bu davranışlar, hak adına hizmet eden her tebliğci için ürperilecek bir keyfiyettir. İnsanın farkında olmadan her an içine düşebileceği bu terslikler, herkes için söz konusudur. Dolayısıyla irşâd dairesi içinde bulunanların çok dikkatli ve titiz olmaları gerekmektedir.

e) Tebliğ ve Allah’la İrtibat

İrşâd adamı ne kadar samimi ise, söz ve davranışları da o kadar müessir olur. Samimiyet olmazsa, anlatmadaki depdebe ve ihtişam da hiçbir netice vermez. Hatta diyebiliriz ki, bir yönüyle hidayete ermenin, anlatmayla çok fazla alâkası yoktur. Bir kere, hidayet evvela Allah (c.c)’ın elindedir. O dilemez ve irade etmezse, hiç kimsenin hidayete vesile olması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim:

إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ الله يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ

‘Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah istediğine hidayet verir’ (Kasas sûresi, 28/56) der.

Öyle ise, asıl mesele ‘Sultanlar Sultanı’ ile irtibat içinde olmaktır. Çünkü gizli açık bütün hazinelerin anahtarı O’nun nezdindedir. Hidayet de en büyük bir hazinedir. Elbette bu hazinenin anahtarı da O’nun elindedir. Öyleyse mürşit ve mübelliğin, bütün samimiyetiyle insanlara birşeyler anlatırken, bir yandan da sırtını her şeyin anahtarı ve dizgini elinde olan Dest-i Kudret’e dayaması elzemdir. Zira, nice muhteşem dimağlar bu ülkeden gelip geçti; gelip geçti de, çok seviyeli beyan ve hitabet gücüne sahip olmalarına rağmen, üç dört insana dahi ciddî bir şey anlatamadılar; zira bazı yanları itibarıyla samimi değillerdi, her şeyi kendilerinden biliyor ve her neticeyi de kendilerine bağlıyorlardı. Bunlar içinde, beyanda dâhi olanları da vardı. Bunlar binlerce insanı arkalarından sürükleyebiliyorlardı. Ancak, nifakzede olduklarından hiçbir netice elde edemiyorlardı. Evet, namaz kılmadıkları hâlde namazdan bahsedenler vardı. İslâm’ı yaşamadıkları hâlde, İslâm’ın güzelliklerinden dem vuranlar oluyordu. Dilleri bülbül gibiydi ama, gönülleri kinle, nefretle, garazla çarpıyordu. İhtimâl işte bunlardan ötürü Kur’ân’da nifak, sukût derekelerinin en korkunç ve en iğrenci sayılmıştır. Bu yüzden samimi olan her tebliğci, günde elli defa Allah (c.c)’ın huzurunda baş koymalı ve muhtemel nifaktan hep O’na sığınmalı ve O’ndan samimiyet dilenmelidir. Evet, hidayet Allah’ın (c.c) elindedir. İnsana beden gücünü veren O olduğu gibi, kalbe samimiyet bahşeden de yine O’dur. Öyleyse tebliğ insanı, bunların hiçbirine sahip çıkmamalı ve ‘ben yaptım, ben ettim..’ dememelidir.

İman, ifade ve amel bütünlüğü, Kur’ân’ın çizdiği ölçüler içinde bir mü’min için en ideal şekildir. Ondaki bu dengenin korunması da, müessiriyetin önemli bir sebebidir. ‘Mücahit, amel etmese de olur. Masiyetten kaçınmasa da doğruyu, güzeli anlatıyor ya, bu ona yeter..’ gibi düşünceler, şeytanın mırıltılarıdır ve Muhammedî ruhla hiçbir alâkası yoktur.

Günümüzde bir sürü fantastik, modernist kafa ve düşünce zuhur etti. Üstelik bunlar, beyazı kara gösterecek kadar da cerbeze gücüne sahipler. Sağda solda, hep İslâm’ı anlatıyorlar, ama görüyoruz ki arkalarında bir avuç bile hâlis mü’min yok. Çünkü bunlar samimi değiller. Çok şey söylüyorlar, çok şey anlatıyorlar, hatta mücadele de ediyorlar. Ama, söyledikleri ölçüde îmanı ve İslâm’ı içlerine sindirememişler. Hayatları ve yaşadıkları dünya itibarıyla, batının doğrularına değil, bâtıl sistemlerine motive olan bu insanlar, yığınları irşâd edelim derken onları yabancılaştırıyorlar. Aynı zamanda kendilerini de, kendi cemiyetleri içinde yabânî duruma düşürüyorlar. Bütün bu tersliklerin ana sebebi, İslâm’ı bilmemek, O’nu okuyup düşünürken yaşayamamak.. yani mücadelesini verdikleri dâvâya, tutarsız hareketleriyle bir nevi gizli muhafelet ya da ihanet etmek!.. Bakın Kur’ân-ı Kerim, Hz. Şuayb (a.s)’ı nasıl konuşturur:

وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ

‘Ben sizi menettiğim şeyde, size muhalefet etmek istemiyorum.’ (Hûd sûresi, 11/88). Bunun mânâsı: ‘Sizi fenalıktan alıkoyup da kendim ondan faydalanmayı düşünmüyorum. Faiz haramdır derken, kendim faiz yemeyi ve rüşvet haramdır derken rüşvet almayı düşünmüyorum’ demektir. Hz. Şuayb (a.s), içinde yaşadığı cemiyeti anlatırken, kendi doğruluğunun bir teminatı olarak bunları söylüyor. Her nebinin doğruluğunun teminatı da bu değil midir? Ümmetine söylediğinin aksini yapan bir peygamber gösterilebilir mi? Veya böyle davrananlar hiç peygamber olabilir mi?

Elbette, irşâd vazifesi yapan herkes için de bu mülâhazalar vazgeçilmez hususlardır. Evet, Hz. Şuayb (a.s) yaşadığı cemiyetle yaka paça olurken, bize de birşeyler anlatıyor; dâvâ ve irşâd adına mühim esaslardan bahsediyor. Kur’ân da o eskimez pörsümez beyanıyla bunları bir kere daha ortaya koyuyor.

Allah Resûlü (s.a.s) de, söylediğinin birkaç mislini yaşayan devasa bir ruhtu. Kullukta O’nun üstüne yoktu. O’na peygamberlik ve nübüvvet verilmişti. Bu paye, hiçbir paye ile kıyas dahi edilemeyecek kıymeti haizdir. Ancak O, yücelere pervaz ederken, kulluğu ile kanatlanıp yükselmişti. Yani O’nun kulluğu, âdeta nübüvvetinin önüne geçmiş ve O’na mukaddime olmuştu. Zaten Kur’ân-ı Kerim de O’na böyle davranmasını emretmiyor mu?:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

‘Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar kulluğa devam et, Rabbine ibadette de bulun!’ (Hicr sûresi, 15/99) diyordu. O da, bütün hayatı boyunca Kur’ân’ın bu emrine uydu ve bir an dahi kulluktan dur olmadı. Onun içindir ki, O’nun söylediği her şey maşerî vicdanda makes buluyordu. O, yaşadığını; hem de en ağır şekliyle yaşadığı şeyleri söylüyordu. İşte misali, Hz. Âişe validemiz (r.anha) anlatıyor: ‘Bir gün Allah Resûlü bana: ‘Ya Âişe, müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım?’ dedi. Ben de: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Seninle olmak hoşuma gider, fakat senin hoşuna giden şey daha çok hoşuma gider’ dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı ve namaza durdu. O gün sabaha kadar gözyaşı döktü ve namaz kıldı.'[3] O bir peygamberdi şüphesiz. Bir nebi, bir hatip ve bir mürşit idi. Ve O’nun en derin yanı da, kulluğundaki ulaşılmaz derinlikleriydi. O, hayatının o acılı, ızdıraplı, hastalıklı son dönemlerinde bile, önceden başlayıp da o güne kadar devam ettirdiği ibadetleri aynen devam ettirmek istiyordu. Halbuki çok zor oturup kalkabiliyordu. Hayatı boyunca pek çok ızdırap çekmişti. Zevcelerinden çocuklarına kadar bir sürü hususî derdi vardı. Ayrıca, bütün ümmetinin dünyevî-uhrevî dertleri de O’nun omuzlarındaydı. Bütün bunlardan ötürü elbette maddî güçten ve kuvvetten düşecekti. Zaten O’ndan başkası, O’nun çektiğine bir gün bile dayanamazdı. İşte bütün bunlara rağmen O, başlattığı nafile ibadetleri dahi terke yanaşmıyordu. Bu namazlar öyle namazlardı ki, bazen bir rek’atı bile saatler alıyordu. Ayağa kalkmaya dermanı olmadığı için de, onları oturduğu yerden kılıyor ve yine de terketmiyordu.[4] Bu ne ciddiyet, bu ne vakar, bu ne samimiyet, bu ne ahde vefaydı böyle!.. Evet, ‘yakîn’ gelinceye kadar, yani ölüme kadar, mahşere kadar, ebede kadar sürecek bir ciddiyet ve vefa örneğiydi O.

Evet irşâdın önemli bir yönünü de, Allah’a karşı olan bu yakınlık oluşturuyor. Zaten, bu yakınlık olmazsa, insan hep havada ve boşlukta yaşar. Böyle kaygan bir zeminde boşluğa basan insan, sadece ve sadece kendi haz ve zevkleriyle kalır.

Allah’a (c.c) yakın olmayı, irşâd ile en güzel bir şekilde birleştiren Peygamber Efendimiz’dir (s.a.s). O, irşâd vazifesinde ne kadar kusursuz ise, Allah’a kurbiyetinde de o derece derin ve kusursuz idi. Çok defa namaza durduğunda onu öyle eda ederdi ki, arkasındakiler neredeyse namazın hiç bitmeyeceğini sanırlardı. Duâ ve niyazı öyleydi. Duâya kalkan elleri, bir daha inmeyecek gibi kalkardı.

Bir defasında İbn-i Mes’ud (r.a), O’nun kıldığı nafile namazlarından birine denk gelmişti. Allah Resûlü (s.a.s)’nün kıldığı namazın bereketinden istifade edebilmek için hemen o da namaza durmuştu. Hâdisenin bundan sonrasını bizzat kendisinden dinleyelim: ‘Namaza durdum. Bütünü iki rek’at namazdı. Fakat Allah Resûlü okudukça okuyordu. Bakara sûresini bitirdi. Ben artık rükuya varır dedim. Fakat O, Âl-i İmran’ı okumaya başladı. Onu bitirdi, yine rükuya varacak zannettim, bu sefer de Nisâ sûresini okumaya durdu. Onu da bitirdi. Artık rükuya varır diye düşünüyordum ki, Mâide sûresine başladı. Ve onu da bitirdi. İlk rek’atta bu dört sureyi birden okudu. Hatta bir ara aklıma kötü bir şey geldi…’ Yanındakiler İbn-i Mesud’a sordular: ‘Aklına ne geldi?’ O, ‘Bir ara namazdan çıkmayı düşündüm, çünkü dayanılacak gibi değildi’ dedi.[5]

Görüldüğü gibi insanlara kulluktan bahseden Allah Resûlü (s.a.s), evvela bu kulluğu herkesten ileri bir seviyede kendisi yaşıyor.. evet O, bu mevzuda öyle ileri idi ki, İbn-i Mes’ud (r.a) gibi en ileri safta bulunan bir sahabi dahi, O’nun kıldığı iki rek’at namaza dayanamıyordu.

Yine O (s.a.s), son anlarını yaşadığı zaman diliminde, ufûle yüz tutmuş bir güneş gibi başını Hz. Âişe (r.anha)’nin dizlerine koymuş ve gözlerini Mele-i Âla’ya dikmişti. Çok yorgun ve ukba televvünlüydü. Ara sıra bayılıp kendinden geçiyor.. başından bir kova su döküyorlar, yeniden kendine geliyor ve gözlerini açıyordu. Gözlerini açar açmaz da ilk sorduğu şey: ‘Cemaat namazı kıldı mı?’ oluyordu.[6] Evet O, namaz diye diye yaşamış ve namaz diye diye vefat etmişti. Cemaat de namaz diyordu. Namaz düşünüyordu ve namaz duygusuyla dopdolu yaşıyordu.

İşte her yönüyle kudve bir insan, her yönüyle mükemmel bir imam, muhteşem bir reis, âdil ve sabırlı bir devlet başkanı!..

Allah Resûlü (s.a.s)’nün mütevâzı yaşantısı ve her mevzuda ashabıyla beraber olması, irşâd adına gözden ırak tutulmaması gereken önemli hususlardandır. Mescit mi yapılacak, O herkesle beraber kerpiç taşır; hendek mi kazılacak, elinde manivela taş kırar ve arkadaşlarına yardımcı olurdu.[7] Evet O, “insanlardan bir insan olun”, buyurur ve bunu da fiilen yaşardı.

İnsanları dünyaya karşı zahit olmaya davet etmişse, bu mevzuda kendisi herkesten ileri olmaya çalışırdı. Bazen O’nun evinde, aylar geçerdi de, çorba pişirmek için bir ocak yanmaz ve üzerinde uzanıp istirahat edeceği bir yatak bulunmazdı.[8]

O, harama karşı da herkesten daha titizdi. Hz. Hasan (r.a) ağzına sadaka hurmalarından birini alınca çok heyecanlanmış ve hemen koşarak onun ağzından hurmayı çıkarıvermişti.[9] Halbuki Hz. Hasan (r.a), o gün beş-altı yaşlarında bir çocuktu. Ama sadaka, hem Allah Resûlü (s.a.s)’ne, hem de O’nun soyundan gelenlere haramdı.

Yine bir gece sabaha kadar uyuyamamış ve inleyip durmuştu. Hz. Âişe (r.anha) sabah olunca: ‘Ya Resûlallah! Bu gece rahatsız mıydınız, hiç uyumadınız?’ dedi. O’nun bu sualine Allah Resûlü (s.a.s): ‘Odada bir hurma buldum, ağzıma attım. Sonra da onun bir sadaka hurması olabileceği ihtimali aklıma geldi. Izdırabımın sebebi buydu.'[10] demişti. Oysa o hurma büyük ihtimalle şahsî hurmalarıydı. Zira sadaka hurmalarını o ayrı bir yere koyuyordu. Evet O’nun bu hassasiyeti, kâmil bir mü’min ve kâmil bir irşâd adamında olması gereken vasıflar açısından çok çarpıcı bir misaldir.

f) Tebliğ ve Duâ

Bütün bunları zikrettikten sonra, Efendimiz’in bir de duâ yönü vardı ki, ona da değinmeden geçemeyeceğim. O, ashabına ve bütün ümmetine duâ ile bütünleşmelerini söylüyor ve:

قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلا دُعَاؤُكُمْ

‘Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var’ (Furkan sûresi, 25/77) mealindeki âyetlerle onları ikaz ediyordu. Yatarken, kalkarken, birşey yiyip içerken, elbiselerini giyerken, helaya girip-çıkarken, abdest alırken.. o kadar çok duâ okurdu ki, dünyada duâ ile bu kadar bütünleşen ikinci bir şahıs göstermek mümkün değildir.. evet attığı her adımında Allah (c.c)’ı hatırlayan, O’na iltica eden, her şeyde O’nun rızasını gören bir başka insan yoktur.

Bu nadide ve ibret dolu hayattır ki, ondört asır âlem-i İslâm’da hemen her seviyeden insanın dikkatini çekmiş ve O, hep ilgi ve alâkayla takip edilmiştir. Ve bu alâka, yeryüzünde başka hiçbir insana da nasip olmamıştır. Yemesinden içmesine, giyinmesinden oturmasına, konuşma tarzından üslûbuna, içtimâî ve siyasî tavırlarından devletler arası protokol ameliyelerine kadar bütün hayatı filme alınıyor gibi, içtimâî şuur ve ma’şer-i hafızada kaydedilmiş ve bu muhteşem hayat, mü’min toplumların varlığının sigortası olmuştur.

Allah Resûlü’nün (s.a.s) hayat-ı seniyyelerinde emniyet şeridinin her karesi Cenâb-ı Hak’la irtibatlıdır. O’nun bu irtibatında kopuk tek bir kare, tek bir boşluk yoktur. Çünkü O’nun her davranışı ibadet ü taatten, yiyip içmeye, ondan yatıp kalkmaya kadar Allah ile irtibat içinde geçmiştir. Böyle olduğu içindir ki, bütün söyledikleri ve bütün davranışları Sahabe arasında makes bulmuştur.

Evet, sahabede dinî hayatı yaşama mevzuunda gördüğümüz hassasiyet, asıl itibarıyla Allah Resûlü’nün (s.a.s) gösterdiği hassasiyetten kaynaklanıyordu. Çünkü onlar mübelliğ ve mürşitlerini öyle görmüşlerdi:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا الله حَقَّ تُقَاتِهِ

‘Ey îman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve korkun’ mealindeki âyet nazil olunca, sahabe yemeden içmeden kesildi. Azametine uygun olarak Allah’tan korkma nasıl mümkün olabilirdi ki!.. Ve hemen âyetin devamında:

وَلا تَمُوتُنَّ إِلاّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

‘Siz ancak Müslüman olarak ölün’ (Âl-i İmran sûresi, 3/102) deniyordu ki, bu da Allah’tan böyle korkulmazsa Müslüman olarak ölmenin çok zor olacağına işaret ediyordu.

Bu itibarla da hiç kimse çarşı pazara çıkmıyor, sadece namaz vakitleri mescide geliyor ve sonra da evlerine kapanıp ibadet ediyorlar; ediyor ve bütün günlerini kullukla geçiriyorlardı. Beş on gün sonra hepsi de incelmiş, süzülmüş, ölecek hâle gelmişlerdi, gelmişlerdi ve Allah Resûlü (s.a.s) de bu durumun farkındaydı. Fakat onlardaki bu ani değişmenin sebebini bilmiyordu. Onlar da dertlerini söylemiyorlardı. Emre muhalefet etmiş olmaktan korkuyorlardı. Daha sonra bir âyet daha nazil oldu. Âyette:

فَاتَّقُوا الله مَا اسْتَطَعْتُمْ

‘Allah’tan gücünüz yettiği nispette korkun’ (Teğâbun sûresi, 64/16) deniyordu. Bu âyetin nüzulünden sonra sahabe biraz nefes almış ve rahatlamıştı.[11] İşte Sahabe, Allah (c.c)’ın âyetleri karşısında bu kadar hassas ve onlarla böyle iç içe yaşıyordu. Çünkü zimamdarları böyle idi. Aslında bu hâl daha sonraları da iki-üç asır hep bu derinlikte devam etmiştir.

Şurası da kat’iyen bilinmelidir ki, en küçük teferruatına kadar yaşanmış ve hayata mal olmuş İslâm’ı anlama ve yaşama tarzı, sahabe hassasiyeti içinde ele alınmadıkça, tebliğ vazifesi hakkıyla yerine getirilmiş sayılmaz.

Diğer sorumluluklar gibi, ‘tebliğ’ vazifesi de ayrı bir konu olarak ele alınıp işlenebilir. Ancak diğer mevzulardan farklı olarak ‘tebliğ’ meselesi yine de hususiyet arzeder. O, hayatın içinde ve hayatla beraber olmalı, yaşanmalı, öyle anlatılmalı; farazî ve muhayyel tasavvurlar üzerine bina edilmemelidir. Kaldı ki, bu ve bunun gibi nice konularda bizlere ondört asırdan bu yana yaşadıkları hayatları ile ışık tutan ışık şahsiyetler, hep böyle davranmışlardır. Allah da onları, gösterdikleri samimiyet ve ihlâslarından dolayı muvaffak kılmıştır. Dolayısıyla bizler de tıpkı onlar gibi başarılı olmak istiyorsak, yapacağımız birşey varsa, o da onların izinden gitmek olsa gerektir. İşte Hz. Ömer (r.a). O, şehadeti esnasında sinesinden yediği hançerle koma hâlinde uzanmış yatarken tabiî ne bir şey yiyor, ne de bir şey içiyor. O’na hizmet eden sahabi: ‘Ya Ömer! Bir şey yemek içmek ister misin?’ diye sorunca Hz. Ömer (r.a) gözüyle ‘hayır’ işareti yapıyordu. Yani ağzını açacak kadar dahi dermanı yoktu. Ancak aynı sahabi, onun kulağına ağzını verip: ‘Ömer! Namaz vaktidir’ diye fısıldayınca, o komadaki insan birden doğruluyor ve: ‘Namazım’ diyordu. Çünkü O, Allah Resûlü’nden (s.a.s) böyle görmüştü. Evet o büyük insan, namazda hançerlenmiş ve namaz diye diye de vefat etmişti.[12]

Bu konuda bir diğer misal mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r.anha)’den. Bir gün, o ağlıyor. Allah Resûlü (s.a.s) niçin ağladığını sorunca: ‘Cehennemi hatırladım, onun için ağladım'[13] cevabını veriyor. Neden? Çünkü o, her gece Allah Resûlü (s.a.s)’nü böyle görmüş ve böyle tanımıştı. Evet, Allah Resûlü (s.a.s) onu böyle amel-i tebliğle yoğurmuş ve terbiye etmişti.

Mevzu, sadece namazı tebliğ etmek değildir. Onlar namaza gösterdikleri hassasiyeti, sair erkan-ı diniye ve îmaniye için de gösteriyorlardı. Çünkü onlar da Allah Resûlü (s.a.s) gibi birer tebliğ insanıydılar. Öyle ise, dini hayat O’nun gibi ve onlar gibi hassas yaşanmalıdır ki tebliğ de tesirli olabilsin.

Ayrıca, irşâd ve tebliğde bulunma meşgale ve külfeti, hiçbir zaman bizi diğer amellerde gevşekliğe sevketmemeli; aksine şevkimizi kamçılamalı ve söylediklerimizi muhataplarımızdan daha derin bir iştiyakla yerine getirmeliyiz ki, inandırıcı olabilelim. Evet, değişik durum ve davranışlar, sözü amelini doğrulamayan tavırlar, bir aldanmışlık ifadesi ve insanın kendi itibarının tahribi demektir. Bakınız enbiyâlar serveri Hz. Muhammed’e (s.a.s). O, bir sürü meşgalesi arasında, dini yaşamada en küçük bir ihmal göstermiyordu. Yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda koskocaman bir devlet kurmasından ümmetinin bütün fertleriyle yakından alâkadar olmasına, ondan da kendi aile fertlerine ait bütün problemlerle bizzat ilgilenmesine kadar, dünya kadar işle meşgul olmasına rağmen, amelinde zerrece eksilme veya aksama olmuyordu. Hatta, fetih ve muzafferiyetlere karşı Cenâb-ı Hakk O’nun daha çok istiğfar ve duâ etmesini istiyor, O da hep Rabbinin emri mucebince hareket ediyordu.[14]

Hz. Ebu Bekir (r.a), irtidat hâdiselerine karşı en amansız kavgasını verirken ve gece gündüz ızdıraptan şakakları zonklarken, asla gece namazından taviz vermiyor, gözyaşları içinde Kur’ân tilâvetini aksatmıyordu.[15]

Hz. Ömer (r.a), koskocaman Bizans ve Sasani İmparatorluklarını dize getirmişti ama, nefsini dize getirmekten de hiçbir zaman geri durmamıştı.[16]

Hz. Osman (r.a), onca fitne ile uğraşırken, yine nafile orucunu tutuyor, doyma bilmeden Kur’ân’ını okuyordu. Zaten son nefesini de bu hâl üzere vermiş ve şehit olmuştu. Hatta o gün aynı zamanda oruçluydu. Şakaklarından akan kan, okumakta olduğu mushafın varaklarına ebediyet mührü gibi damlıyordu. Zaten kanın, üzerine isabet ettiği âyet de oldukça manidardı. Âyet sanki ona: ‘Allah sana yeter’ diyordu.[17]

Hz. Ali (r.a) harp meydanlarının Haydar-ı Kerrar’ı idi. Bu döne döne savaşan arslan demekti. Ama onun geceleri de hep secdede kıvranmakla geçiyordu. O, ezan okunduğunda sararır, solar ve sıtmalı gibi titrerdi. Ve bütün bu insanlar aksatmadan irşâd vazifesi yaparlardı.[18]

Evet, irşâd ve tebliğ vazifesinde bulunan kimse, hangi yaşta olursa olsun ve hangi mesleği icra ederse etsin, dediğini yapma mevzuunda ciddî ve samimi olmalıdır. Bu insan tekkede bir şeyh, camide bir imam veya vaiz, mektepte bir öğretmen, üniversitede bir öğretim görevlisi olabileceği gibi, bir fabrikada işçi veya bir okulda öğrenci de olabilir. Herkes içtimaî, ilmî ve fonksiyonel durumuna göre bu sorumluluğu yerine getirmeli ve bu vazifeyi kusursuz eda etmelidir.

İrşâd ve tebliğ vazifesi ifa edilirken mevzu ne kadar önemli ise, mürşit ve mübelliğin samimi ve hâlis olması da o kadar önemlidir. Mürşidin samimiyetini gösteren en önemli işaret de, söylediklerini vicdanının derinliklerinde duyması ve onları en kâmil mânâda yaşamasıdır. İhlâs ve amele mukârin olmayan tebliğ, ne denli başarılı olursa olsun sığdır ve tutarsızdır; tesiri de ya hiç yoktur veya kısa vadelidir.

Ayrıca bu işin âhireti alâkadar eden bir yönü de vardır ki, o da Cenâb-ı Hakk’ın azap etmesidir. Allah Resûlü (s.a.s) bu durumla ilgili olarak âhirete ait bir tabloyu bizlere şöyle anlatır: ‘Miraç Gecesi bir cemaate rastladım. Onların dudakları ateşten makaslarla kesildiğini gördüm. Onlara kim olduklarını sordum. Bana şu cevabı verdiler: Biz dünyada iken marufu emreder fakat yapmazdık; münkeri de nehyeder ama yapardık.'[19] Evet, tablo ortada.. irşâd ediyorum derken, kendini unutan ve âleme söylediklerini kendi tatbik etmeyen insanların durumu işte budur. Bugün, diyalektik yapan değil; bildiğini ve söylediğini yaşayan insanlara ihtiyaç vardır. Evet, kurtuluş ufkumuzda düğümlenmiş ukdeleri ancak bunlar çözebilir. Kitap yüklü bineklerin veya gece gündüz konuşan laf ebelerinin, milletin kurtuluşu hesabına verecekleri hiçbir şey yoktur. Osmanlı yıkılırken kütüphanelerde yüzbinlerce cilt kitap vardı. Ama bu kitaplar koca bir devletin yıkılmasına mani olamadı. O kütüphanelerdeki kitaplarla, bir insanın hafızasına istif edilmiş malumatlar yükü arasında keyfiyet açısından hiçbir fark yoktur. Esas olan, bir insanın bildiklerini tatbik edip etmediğidir.

Bir hadîste bu hususa işarette bulunulmaktadır. İki Cihan Serveri (s.a.s) şöyle buyururlar: ‘Ümmetim için en çok korktuğum, âlimlerin nifakı (sürçmesi), münafıkların da cidalidir.'[20] Evet, alim ikiyüzlülük yapar, münafık da cerbeze ve diyalektikle etrafındakilerini aldatırsa, işte o zaman bu ümmetin sonu gelmiş demektir.

Mürşit ve mübelliğ durumunda olan herkesin bu noktaya çok dikkat etmesi lazımdır. Maalesef irşâd vazifesinde, gerek fert ve gerekse müesseseler olarak çok defa gözden kaçırdığımız en önemli açığımız da işte budur. Allah’ın (c.c) bizlerle olan muamelesini düşünürken, bunu hatırlamada da yarar olacak.


 [1] Gazâlî, İhyâ, 1/78; er-Risâletü’l-Kuşeyriye, 216 [2] Müsned, 1/44 [3] Tefsir-ü İbn-i Kesir, 2/164 [4] Buhari, Ezan, 51,82 [5] Buhari, Teheccüd, 9; Müslim, Müsafirîn, 204; Müsned, 1/385-396 [6] Buhari, Ezan, 51; Müslim, Salat, 90 [7] Müsned, 2/381; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/215; 4/96; Vakidî, Mağazi, 2/446 [8] Buhari, Rikak, 17; Müslim, Zühd, 28; Ebû Davud, Libas, 42 [9] Buhari, Zekat, 60; Müslim, Zekat, 161 [10] Müsned, 2/183,193 [11] Tefsir-ü İbn-i Kesir, 8/166 [12] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/295; İbn-i Sa’d, Tabakat, 3/350,351 [13] Ebû Davud, Sünne, 25; Müstedrek, 4/578 [14] Nasr sûresi, 110/1-3 [15] Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 3/143; Ebû Nuaym, Hılye, 1/30 [16] Ebû Nuaym, Hılye, 1/48,49; İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 4/157; İbn-i Sa’d, Tabakat, 3/293 [17] Müsned, 1/72; İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 3/594; Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 3/286 [18] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 1/128 [19] Müsned, 3/120,231,239 [20] Müsned, 1/22,24; Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 1/221; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/186

Safvet ve Samimiyet 11 dk.

Tebliğ adamı, mutlaka ‘hâli muhafaza’ etmelidir. Bununla; millet ve insanlık yolunda hizmet ederken kişinin hangi makam, mevki ve seviyede bulunursa bulunsun ilk günkü halini muhafa etme manasını kastediyoruz. Zaten tevazu, İslâm’ın özünde ve esasında vardır. Oysa diğer sistemlerde fertlerin birbirleriyle münasebetleri, umumiyetle ‘ben’ etrafında merkezileşir. Bu insanların ‘ben’i, daima gizli bir tekebbür besler. Dolayısıyla da tevazunun yerini gurur ve kibir, mahviyetin yerini de kendini beğenme ve kendinden başka kimseyi görmeme alır.

Her insanın tabiatında ‘ben’ yörüngeli bu tür zaaflar mevcuttur. Bunlar usûlünce terbiye edilip, bu zaaflar birer birer yerlerini faziletlere terketmezler ise, insan manevî yönleri itibarıyla delik deşik bir hâl alır. Bu sebeple de şunu kesin bir dille söylemeliyim ki, içinde gurur ve kibir besleyen kimse, her şey olabilir, her makama yükselebilir fakat, asla tebliğ adamı ve mürşit olamaz. O tebliğden, tebliğ de ondan fersah fersah uzaktır.

Evet, tebliğ adamı, her zaman ve zeminde her türlü şartlar altında hâlini koruyan, değişikliğe uğramayan, muvaffakiyetlerle başı dönüp, bakışı bulanmayan ve ele aldığı işi, başladığı gün gibi bitiren insandır. Öyle ki, onun hasır üzerinde başlayan hayatı yine hasır üzerinde devam eder. Öldüğünde de onu aynı şekilde hasır üzerinde bulurlar. Cihanı değiştirse ve cihan çapında inkılâplar yapsa ve bir gün gökteki yıldızlar onun ayağının altına parke taşı gibi serilse, onun tavır ve davranışlarında zerre kadar kayma görülmez.

İşte, günümüzde en çok muhtaç olduğumuz da bu vasıftaki tebliğ adamları ve mürşitlerdir. Kitleleri peşinden sürükleyebilecek, sesini soluğunu duyurabilecek, gönlünün esintilerini etrafında estirecek olan güçlü mürşitler…

Samimî ve hâlis bir mü’minin en çarpıcı vasfı, onun tevazuu ve alçak gönüllülüğüdür. Onun, hayatı gayet sadedir. Gönlü gözü hep sadelikle doludur. Evi barkı ve muhiti yine bu manzara ile çevrilidir. Bu güzel vasfı o, Kur’ân’dan ve Resûlullah’ın (s.a.s) eşsiz hayatından almıştır. Zira; Efendiler Efendisi (s.a.s) hep böyle davranmış ve hep böyle yaşamıştır. O, Mekke’de ilk tebliğe başladığı gün nasıl tevazu içindedir; Medine’de hazırladığı ordu ile, sekiz sene evvel çıkarıldığı Mekke’ye fatih bir kumandan olarak girdiği gün de yine aynı tevazu içindedir. Mekke’ye girerken bindiği hayvanın yelesine değen başı, O’nun mahviyette, gün geçtikçe daha da derinleştiğinin en güzel örneğidir. Susamıştır, bir bardak su ister. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardakları kullanmaktadır. Sahabi, en yakın evlerden birine koşmaya ve temiz bir su kabı getirmeye çalışır. Hemen Allah Resûlü (s.a.s) onu durdurur ve herkesin kullandığı bardaktan su içmek istediğini söyler. Evet, O, hiçbir zaman insanlardan ayrıcalıklı olmak istememiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Ben de insanlardan bir insanım. Herkesin içtiği kaptan içmeliyim.’ Zaten O, hayatını hurma lifinden bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukbaya hicretini de yine o hasır üzerinde yaptı. Üzerinde yattığı hasırı kaldırdılar ve O’nu o hasırın altına gömdüler. Ve bizler için cennetten daha mukaddes, O’nun Ravzası işte bu hasırın mekan tuttuğu yerden ibarettir. O’nun hayatında hiç zikzak yoktu; tebliğ yolu da bence böyle olmalıdır.

Hz. Ömer (r.a) halife olduğunda genişliği bugünkü Türkiye’nin altı-yedi katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen O da, İslâm’a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemişti; değiştirmemişti ve halife olduğunda Medine’nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi. Üzerindeki elbisede -rivayete nazaran- otuzdan fazla yama vardı.[1] O’nu arayanlar ekseriyetle ‘Baki-i Garkat’ta başını bir mezar taşına yaslamış, öyle düşünüyor bulurlardı.[2] Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu!.. Ve bu O’nun aynı zamanda en tesirli tarafıydı. Buna, hâl dilinin gücü ve tesiri de diyebiliriz.

Hadîs ilminin büyük imamlarından Hatemü’l-Esam, yine kendisi gibi hadîs ve tefsir ilminin devlerinden Muhammed b. Mukatil’in rahatsız olduğunu duymuştu.. dostlarından birinin teklifi üzerine onu ziyarete karar verdi. Dostuyla beraber Muhammed b. Mukatil’in evine gittiler. Ancak burası ev değil; âdeta küçük bir saraydı. Hatem önce eve girip girmemekte tereddüt etti. Ancak arkadaşının ısrarına dayanamayarak girdi; girdi, fakat girdiğine pişman oldu; zira evin içi dışından da müdebdebdi. Muhammed b. Mukatil, göz kamaştıran bir yatak odasında, yatağına uzanmış yatıyor ve başucunda duran bir hizmetçi de onu serinletmek için durmadan yelpaze sallıyordu. Bu manzarayı da gören Hatem’in hayreti dehşete dönüştü. Muhammed b. Mukatil sıradan bir insan değil, büyük bir âlimdi. Geceleri mutlaka teheccütle süslü ve seccadesi gözyaşlarıyla ıslaktı. Ama lüks hayat yaşama mevzuunda zaafı dolayısıyla onun da irşâda ihtiyacı vardı. Hatemü’l-Esam bu vazifeyi yerine getirecek bir seviye insanıydı ve ona bir şeyler anlatabilirdi. Anlatmak için de söze şöyle başladı: ‘Naklettiğiniz hadîsler size hangi senetlerle ulaşıyor?’ Muhammed b. Mukatil bunu sıradan bir hadîs usûlü sorusu zannederek: ‘Benim rivayet ettiğim ricalin hepsi de sika’dır’ dedi. ‘Meselâ ben falandan rivayet ederim. Bu insan sözüne itimat edilir birisidir.’ Ve ilave etti: ‘Benim şeyhim falan şahıstır.’ Hatemü’l-Esam sormaya devam etti:

– Ya onun şeyhi kimdir? O kimden rivayet eder?
– O da filan zattan.
– Ya o kimden?
– O da Hz. Ali’den.
– O kimden?
– O da Efendimiz’den (s.a.s).
– Peki Efendimiz (s.a.s) kimden?
– Elbette Cibril’den.
– Ya O?
– O da hiç şüphesiz Rabbimizden.

Ve işte bu sözün burasında Hatemü’l-Esam taşı gediğine koydu ve ‘Demek ki, hadîsler size bu kadar sağlam senetlerle geliyor. Şimdi bana söyler misiniz, size gelen bu hadîsler arasında böyle bir köşkte, böylesi hizmetçiler arasında ve böyle sıcak bir döşekte yaşamanın faziletine dair hiç rivayet var mı?’

O söyledikçe Muhammed b. Mukatil renkten renge girdi. Hastalığı birden şiddetlendi. Yanındakiler Hatemü’l-Esam’a ‘Sus artık adamı öldüreceksin’ dediler ama o daha sert bir dille ‘Esas böyle davranmakla onu siz öldürüyorsunuz’ karşılığını verdi.[3]

Evet, irşâd ve tebliğ adına yola çıkanların, daha sonra teveccüh-ü nâsla hayat çizgilerini değiştirmeleri karşısında susmak, onları öldürmek ve onlara kötülük yapmak demekti. Hatemü’l-Esam ise o anda, yapılması gereken en güzel işi yapmıştı.

Bir gün de Hatem, İmam Tenafisi’nin ziyaretine gider. O da, devrinin büyük âlimlerindendir. Aynı zamanda devlet ricaliyle de yakın teması olduğu için, hayat standardı lüks denecek seviyededir. Hatemü’l-Esam: ‘Efendim, der, ben sizin huzurunuzda bir abdest alsam da siz de bir baksanız. Yanlışım varsa beni ikaz etseniz.’ Bir ibrik ve leğen getirtilir. Hatemü’l-Esam abdest almaya başlar. Ancak yüzünü yıkarken dört defa yıkar. Tenafisi, ‘Üç defa yıkayacaksın. Dördüncüsü israftır..’ diye hemen müdahale eder.

Zaten o da bu sözü beklemektedir. Abdest almayı bırakır ve: ‘Benim yüzümü bir kere fazla yıkamam, yani bir avuç fazla su kullanmam israf oluyor da, senin bu sarayda, bu debdebe ve ihtişam içinde, şöyle halılar üstünde bütün bir hayatını geçirmen israf olmuyor mu? Yoksa İslâm bize israfı sadece abdest için mi haram kılmıştır?’ der.[4] Tenafisi de büyük bir alim ve aynı zamanda faziletli bir insandır. Ancak, devlet ricaliyle olan yakın teması onu böyle bir hayat anlayışına sevketmiştir. Yaşadığı bu hayat, tebliğ ve irşâd adamının hayat tarzına uymadığı için Hatemü’l-Esam onu da ikaz ve irşâd etmeyi düşünür.

Günümüzde ise böyle lüks hayat yaşayanlar, maalesef, ekseriyetle yanlış bir telâkki yüzünden bu öldürücü zemine kaymaktadırlar. Kendileri farkına varmasalar da, görülen o ki, özlerini bulamamış bu insanlar, şahsiyetlerinde yarım kalan yerleri lüks hayatla tamamlamak istemektedirler. Bu ise, tamamen aşağılık kompleksinden kaynaklanmaktadır. Şahsiyetiyle bütünleşmiş bir insan, böyle basit vesilelere tenezzül etmez. İrşâd ve tebliğ adamı her şeyden önce şahsiyetiyle bütünleşmiş bir insandır. Bu itibarla da onun böyle lüks bir hayata talip olması düşünülemez.

Mahviyet bir büyüklük alâmetidir. İnsan, sıradan bir insan olmasını öğrendiği zaman insan olmasını da öğrenir. Ârizî sebeplerle büyüyenler, o sebeplerin ortadan kalkmasıyla hiçleşmeye yüz tutarlar. Bir insanı büyüten zenginliği, malı, mülkü ve makamıysa, bunların elinden gitmesi onun için tamamen bitiş ve tükeniş demektir. Halbuki insanın değeri kendi iç ve öz varlığından kaynaklanmalıdır ki, arızî durumlar onun şahsiyetini zedelemesin; o hep kendi olarak kalsın. Kendi olan bir insanı, ârızî sebepler aşındıramaz. Hatta ölmesi ve insanlar arasından ayrılıp gitmesi de onu bitiremez. Yüzbinlerin gönlü ona ebedî bir otağ olur. İsterse onun dünyada evi barkı olmasın. Hatta o, isterse bir hasır üstünde hayat sürsün. O, burada ve ötede bir ziyaretgâhtır; isterse onun kabrini belli eden bir kabir taşı dahi bulunmasın…

Hulâsa; mürşit ve mübelliğler sade ve duru bir hayat yaşamalıdırlar. Neticede ulaştıkları nokta ve içtimaî hayatta vardıkları seviye ne olursa olsun, onlar bu sadeliklerini bozmamaya ihtimam göstermelidirler.



[1] Şiblî Numânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/393 [2] Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 3/587 [3] Ebû Nuaym, Hılye, 8/80,81 [4] Ebû Nuaym, Hılye, 8/81
 

Devlet Adamları ve Zenginlerle Olan İlişki Adına Ölçüler 5 dk.

Tebliğ ve irşâd adamı, devlet yetkilileriyle ve entel denilen sınıfla, tebliğ ve irşâd zaruretlerinin dışında içli-dışlı olmamalıdır.

Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde, mürşit ve alimin en şerlisinin ümerâ kapısına gidenler; ümerânın en hayırlısının da ulema kapısından ayrılmayanlar olduğunu ifade etmektedirler.

İrşâd ehlinin hiç kimseye karşı minnet borcu olmamalıdır. Zengin sofralarında midelerine takılanlar, devlet yetkililerinin kapılarını aşındırıp onlara temellükte bulunanlar, ne onlara ne de başkalarına müessir olamazlar. Çünkü insan hep ihsanın kulu olagelmiştir. Zenginler ve devlet yetkilileri, mürşit ve mübelliğlerin huzuruna gelirse, her türlü istismara kapalı kalmak şartıyla bu onlar adına takdirle yâd edilecek bir davranış olur. Çünkü hakikî mürşit, onların elinden tutar ve onlara kendi ikliminin öteler buudlu soluklarını duyurabilir. İçtimaî, ticarî ve idarî hayatın içinde bunalmış bir ruh için bu da bir nefes aldırma demektir.

Ömer b. Abdülaziz halife iken, yanında her zaman âlimlerden bir grup bulunurdu. Ömer, onlardan daha zâhidâne bir hayat yaşıyor olmasına rağmen, onlarla istişâre etmekten geri kalmazdı. Reca b. Hayve de bunlardandı. Bir de sohbetlerini dinlemek için ayaklarına gittiği kimseler vardı. Bizzat kendisi: ‘Ben, Ubeydullah b. Abdullah’ın yanında geçirdiğim bir saati, bütün ömrüme bedel sayarım’ derdi. Büyüklerin sözlerine kulak kesilir, onların hayatbahş olan beyanlarını büyük bir dikkatle dinler ve sohbet meclislerinden de, imkân nisbetinde istifadeye çalışırdı. Halbuki Ömer b. Abdilaziz, en az sohbetlerine gittiği bu insanlar kadar bir ilim ummanıydı. Zaten onu Ömer b. Abdilaziz yapan da buydu. Bu itibarla da o, iki küsur sene hilafette kalmış olmasına rağmen en az yarım asırlık icraatta bulunmuştur.

Ama bazıları da vardır ki, irşâd mazeretiyle ümerâ kapısına gidip geldiklerini söylemiş fakat, kısa bir müddet sonra değil ümerâyı irşâd etmeleri, kendileri dahi zebil olup gitmiş ve bütün mevhibelerini kaybetmişlerdir. Halbuki genel anlamda entel insanlarla düşüp kalkma ve meclislerini sadece onlara hasredip sırf onlarla görüşme Allah Resûlü (s.a.s)’nün yolu değildir. Belki zaruret anında bu da yapılmalıdır ama, özden taviz vermeyecek şekilde aradaki mesafe de korunmalıdır. Bakınız, daha Mekke devrinde, Kureyş’in ileri gelenleri Allah Resûlü (s.a.s)’ne mürâcaat ederek, kendilerine bir gün ayırmasını istemişlerdi. O gün mecliste Ammar, Bilal, Suheyb (r.anhüm) gibi kimseler bulunmayacak; Allah Resûlü (s.a.s) sadece bu entellerle muhatap olacaktı. Hemen âyet gelip, hatır ve hayalin kapılarını dahi bu işe kapayarak:

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذيِنَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيَّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا

‘Sabah-akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber bulunmaya sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine tabi olan kimselere uyma!’ (Kehf sûresi, 18/28) tenbihinde bulunmuştu.

Zaten, O’nun âli ruhu, böyle bir düşünceyi kabul etmekten fersah fersah uzaktı. Kaldı ki sabır, içinde bulunulan durum üzere devam mânâsına gelir. Böyle olunca da Cenâb-ı Hakk, Efendimiz’e, içinde bulunduğu durumun müspet olduğunu ve bu vaziyetine devam etmesi gerektiğini bildirmiş oluyordu. Yoksa Allah Resûlü (s.a.s)’nün içinde, Mekke müşriklerinin teklifini kabul etmeye dair herhangi bir meyil söz konusu değildir.

Hulâsa; Efendimiz (s.a.s) bir mürşit, Kur’ân da en mükemmel mürşidin şahsında bize usûl ve prensip öğreten bir kitaptır. Kur’ân’ın tâlim ettiği prensiplerden biri de, cemiyet içinde, zengin, idareci ve entel sayılan sınıflara karşı müstağni davranma, onlara temenna çekmeme ve ruh istiklâlini zedelemeden tebliğ ve irşâda devam etme prensibidir. Eğer insanımız böylesi mürşitler bulursa, çok şey bulmuş olacaktır. Aksine, yığınlar mürşit taslaklarının iğfalinde kaldığı sürece, bu millet daha nice seneler mürşit ve mübelliğ bekleyecektir.

Israrlı Olmak 5 dk.

Israr, rıza-yı İlâhî’nin celbine vesiledir. Aynı zamanda o, tebliğ adamının samimiyet nişanı ve anlatılanların da vicdanlarda makes bulmasının sırrıdır. Israr, anlatılan meselelerin, azametine uygun bir hassasiyetle ele alınmasının en açık emaresidir. Bunun mânâsı şudur: Cenâb-ı Hakk insanların, ‘La ilâhe illallah Muhammedü’r-resûlullah’ demelerine ehemmiyet veriyor ve bu cümlenin gönüllerde yer etmesini istiyor. İşte tebliğ adamı, Cenâb-ı Hakk’ın ehemmiyet verdiği bu meseleye hayatını adayıp, kelime-i tevhidin gönüllere yerleşmesi için sürekli uğraşması itibarıyla, Rabbinin büyük gördüğü şeye, yine o şeyin azametine uygun şekilde mukabele etmiş oluyor. Evet onun ısrarı, işte böyle bir mânâya gelmektedir.

Ayrıca, Allah’ın tazim ettiği ve büyük gördüğünü, tazim edip büyük kabul etmek, kalbte takva alâmetidir. Kur’ân bu hakikate işaretle:

ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَائِرَ الله فَإِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ ‘Bu böyledir. Kişinin, Allah’ın şeâirine saygılı olması kalbin takvasındandır.’ (Hac sûresi, 22/32) demektedir.

Zaten Allah Resûlü (s.a.s) de, Cenâb-ı Hakk’ın büyük gördüğü tevhit kelimesinin söylenmesini, ‘Kalbi tasdik ederek ‘lâilâhe illallah’ diyen, muhakkak cennete girer'[1] buyurarak yüceltiyor ve ashabına da dâima bunu telkin ediyordu. Meselâ Efendimiz (s.a.s), Halid bin Velid (r.a)’e, ‘Allah’ın Kılıcı’ ünvanını vermişti. Bununla Allah Resûlü (s.a.s), Hz. Halid (r.a)’in istikbalde kazanacağı fetihleri, âdeta daha işin başında tebrik ediyordu.

İşte bu Halid, bir gün her ne sebeple olursa olsun harpde ‘La ilahe illallah’ diyen birini öldürmüştü. Efendimiz, Halid’in bu davranışına o kadar üzülmüştü ki, ellerini kaldırmış ve: ‘Allah’ım! Halid’in yaptığından Sana sığınırım’ diye Rabbine ilticada bulunmuştu.[2]

Hiç unutmam, bir gün kendisini cihat yapıyor kabul eden birisi bana aynen, ‘Biliyor musun? Bir gün İslâm hakim olursa, evvela camileri dolduran şu miskin insanların kelleleri kesilmelidir..’ demişti ve ben, bir bekleyiş, bir intizar değil; sadece dalâletin ifadesi olan bu söz karşısında donup kalmıştım. Bu zavallı, sarfettiği bu sözü İslâm adına söylediğini zannediyordu…

Öyle ise mürşit ve mübelliğ, Allah’ın tazim ettiği şeyde ısrar etmelidir. Bu, onun dâvâsında ne kadar samimî ve hasbî olduğunu gösterir. Evet, dâvâsı uğruna bütün bir ömrünü vermeyen mürşit olamaz. Böyle olmayanlara zaten mürşit demek de doğru değildir. Mürşit, anlattığını yüz defa anlatacak, dinlemezlerse ‘yüzbirinci’ deyip yine anlatacaktır. Şartların olgunlaşmasını bekleyecek, muhatabının kabul göstereceği anı yakalamaya çalışacak; darılmadan, gücenmeden bir ömür boyu hep anlatacaktır.. tıpkı nebiler gibi. Zira onların hayatı bütünüyle ısrardır. Evet onlar, hakkı ısrarla tebliğ etmişlerdir. Allah Resûlü (s.a.s)’nün nübüvvetle serfiraz olmasından sonraki yirmiüç senelik hayatı, bu derinlikte hep tebliğle geçmiştir. Anlatmış, hem de durmadan, dinlenmeden anlatmıştır. Ebu Cehil’e kim bilir kaç kere gidip gelmiş ve ‘İslâm’ demiştir! Mekke’nin ileri gelenlerine sayısız denecek kadar çok ziyafetler vermiş ve yemek esnasında, fırsat buldukça onlara dini telkin ve tebliğ etmiştir.[3]

Sahabe de, sürekli aynı metafizik gerilim içindeydi.. evet ısrar onların da ayrılmaz vasıfları olmuştu. Onları takip eden bütün ulu kişiler de ısrarı kendilerine şiar edinmişlerdi.

Israr, insanın tebliğ adına kendi vazifesini idrak etmesinin tabii bir neticesidir. Zira her tebliğ adamı kendi vazifesinin, sadece anlatmak olduğunu çok iyi bilmelidir ki, Hakk’a karşı saygısızlık, halka karşı da haksızlık etmiş olmasın. Evet, insanları hidayete ulaştırmak ne onun gücünün yeteceği bir iştir, ne de onun vazifesine dahildir. Muhatabı hidayete erse de ermese de, tebliğ eden kişi, tebliğ sevabını kazanmıştır. Diğer taraftan onun bu davranış ve düşüncesi, tebliğ ettiği hakikatlerin kabul görmesinin de sırlı bir şifresi durumundadır. Neticeyi Allah (c.c)’tan bekleme, ihlâsa ermişlik demektir. İhlâs ki, bütün ibadetlerin özü ve hayat kaynağıdır.



[1] Müslim, İman, 52; Tirmizi, İman, 17; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/18 [2] Buhari, Ahkâm, 35; Cizye, 11; Neseî, Kudât, 17; Müsned, 2/151; İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 2/110 [3] Müsned, 1/111; 1/159; Tefsîr-ü İbn-i Kesir, 6/178,179; Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 1/108,109; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/179,180

Basiretli Olma ve Fıtrat Kanunları İle Çatışmama 16 dk.

Tebliğ ve irşâd adamı, fıtrat kanunlarıyla kat’iyen çatışmamalı; tebliğ ve irşâdında hep basireti esas almalıdır. Zira fıtrat, tekvinî âyetlerle tespit edilmiştir. Öyleyse insanlara sunulacak teklifler, tespit edilen bu kanunlar nazar-ı itibara alınarak sunulmalıdır. Yani tebliğde, insanın yaratılıştan getirdiği bazı hususiyetler nazara alınmalı ve söylenecek sözler bu ölçü ve prensipler içinde söylenmelidir. Aksi hâlde söylenen sözler ne kadar çarpıcı, ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, muhatabımız tarafından kabul görmeyebilir. Çünkü o, bütün bunları ya hiç anlamaz veya fantezi ve ütopik bulur.

Bu hususu biraz açmakta fayda var. Meselâ; her insanda sevme ve muhabbet etme duygusu vardır. Bu duyguyu hiç yokmuş gibi görmemezlikten gelmek yanlıştır.. ve insanlara ‘sevmeyin’, denmemelidir. Zaten dense de, hem faydası olmaz, hem de böyle bir teklif hakikat açısından doğru değildir. Oysaki mürşit ve mübelliğ, muhatabında potansiyel olarak var olan bu muhabbeti, yapacağı telkinlerle müspete kanalize etmeli; ona fani ve geçici mahbuplara bedel, sermedî ve dâimî bir sevgiliyi sevmesini öğretmelidir. Zira ondaki bu muhabbet duygusu, fanilere sarf edildiğinde bir bela olmasına mukabil, Allah (c.c)’a tevcih edildiğinde, insanın o istikamette kanatlanıp pervaz etmesinin vesilelerinden biri hâline gelebilir. Demek ki, ‘sevmeyin’ değil; ‘sermedî ve dâimî bir mahbubu veya her şeyi ondan ötürü sevin’ demek doğru. Evet böyle olunca, O’ndan dolayı diğer mahlûkatı sevmek de mahzursuz olur. Buna Yunus diliyle: ‘Yaratan’dan ötürü yaratığı sevmek’ denir.

Keza, her fertte inat vardır. İnat bazen insanları birbirine düşürür ve onları birer canavar hâline getirir. Günümüzde boğuşma ve didişmelerin arkasında, inadın menfî tesiri açıkça görülmektedir. Bu duygunun hakim olduğu yerde, hiddet ve şiddet; olmadığı yerde ise, denge ve ölçülü hareket vardır. Dış görünüşü itibarıyla birçok olumsuz yanları olan bu duygu, insana belli bir gaye ve hikmete binaen verilmiştir. Meselâ inat, hakta sebat edebilmek için önemli bir dinamiktir.. evet inat duygusu olmasaydı, az tazyik gören herkes, hak ve hakikatten döneklik edebilirdi. Demek ki, bu duyguyu müspete irca ettiğimiz zaman çok güzel neticeler almak mümkündür. O hâlde insanlara, ‘inadı terkedin’ demek yerine, ‘onu hak ve hakikatte sebat etmede kullanın!’ demek herhalde daha faydalı bir yoldur.

Yine insanda ebediyet duygusu vardır. Halbuki insan, maddesi itibarıyla ebedî değildir. Onun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Anne karnında sperm ve yumurtanın ilkahıyla başlayan hayat; daha başlar başlamaz ölüm sinyalleri verdiği hâlde o, bütün bunlara rağmen içinden ebediyet duygusunu söküp atmaya gücü yetmez. O hâlde bu duygu ona yüce bir gaye için verilmiştir. Hiç şüphesiz bu gaye ise, ebedî hayatı kazanmaktır. Öyleyse insan, ebedî hayatı kazanması için kendisine verilen bu duyguyu yerinde, yani ebedî olarak cennette kalabilmek ve Cenâb-ı Hakk’ın cemalini seyredebilmek için kullanmalıdır. Evet o, ebet duygusunu mutlaka bu yönüyle işletmelidir. Aksine bu duygu insana, daima çaresizliğini ve hiçliğini hatırlatan bir azap kamçısı olacaktır. Bu azap kamçısı altında kıvranıp duran bir insanın da, ne dengeli olması, ne dengeli davranması ve ne de huzur bulabilmesi söz konusu değildir.

Keza, insanda makam ve mevki sevdası vardır. Hiç durmadan yükselme ve hedeflediği gayenin zirvesine tırmanma veya sıçrama, pek çok insanın önü alınamaz zaaflarındandır. Öyleyse mürşit, insandaki bu duyguyu da keşfedip, o insana bu duygu ile hedeflenen ufku göstermelidir ki, sözleri aksülamel yapmasın. Evet bu duygu, insana ‘cennet mertebelerinde zirveleşmeye bir teşvik olsun’ diye verilmiştir. Ayrıca insan, dünyada da faziletli davranışların en üst seviyesine yine bu duygu vasıtasıyla yükselecektir; yükselecektir ama, bu duyguyu ve duyguları bulma, ortaya çıkarma, onların gücünü, irşâd adına ele aldığı kimselerin yararına kullanma, mürşidin idrak ve basiretine bağlıdır.

Evet, ızdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî dâvânın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma mânâsına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir.

Hz. Nuh (a.s) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (a.s) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s)’nın İsrailoğulları’ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih’in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dâvâ ağırdır, bu dâvâ zordur ve bu dâvâda iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler…

Hâris b. Hâris (r.a) anlatıyor:

‘Babamla Beytullah’a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah’a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. ‘Bir Sâbiî’yi’ cevabını verdi. Ben o gün için bunun mânâsını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resûlü (s.a.s) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: ‘Ey insanlar ‘Lâ ilahe illallah’ deyin kurtulun’ diyordu.'[1]

Haris b. Haris (r.a)’in, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vak’alar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (s.a.s) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti.. evet onların her günü hep böyle geçiyordu.

Bir defasında yine Allah Resûlü (s.a.s)’ne saldırmış ve O’nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (s.a.s) o hâlinde dahi kızını teselli edip, ‘Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir’ diyordu.[2]

Bir başka gün Allah Resûlü (s.a.s) Kâbe’de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakisi idi- arkadan geldi ve Allah Resûlü (s.a.s)’nün boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebû Bekir (r.a) oraya koştu ve: ‘Rabbim Allah’tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?’ diyerek Allah Resûlü (s.a.s) ile onların arasına girdi.

Ve Hz. Ebu Bekir (r.a).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü: ‘Allah Resûlü’nün durumu nasıl?’ şeklinde olmuştu!..[3]

Ammar bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı.[4] Bilal (r.a), taşlar altında: ‘Ehad, Ehad..’ diye inlerken, sanki bir gün Allah Resûlü (s.a.s)’nün müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu.[5] Talha b. Ubeydullah (r.a), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken,[6] Zübeyr b. Avvam (r.a), hasıra sarılıp yakılırken[7] hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.

Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü’s-Sehmî (r.a), Romalılar’a esir düşmüştü. O’na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: ‘Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm.'[8] demişti.

Birinci rivayet, O’nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor:

Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)’ye hitaben, ‘Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir..’ dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu:

‘Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm’ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!..’

Papazla beraber orada bu sözleri dinleyen herkesin çenesi bir karış aşağıya düşer. Zira ondaki bu tebliğ aşkına hiç- biri akıl erdiremez.

Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Iztırarî çile bittiği zaman da, ihtiyarî çile başlar. Misal mi istiyorsunuz? İşte misali;

Medine’de, beytü’l-mal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resûlü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebû Hureyre (r.a) anlatıyor: ‘Bir gün Allah Resûlü’nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: ‘Ya Resûlallah, hasta mısınız?’ diye sordum. ‘Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)’ buyurdular. Ağlamaya başladım. ‘Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez’ diyerek beni teselli ettiler.'[9]

İşte bütün ihtişamıyla İslâm, böyle bir hayatın temelleri üzerine kurulmuştu. Ve yeniden o gönüllere taht kuracaksa, yine aynı ruhu yaşayan ve temsil eden alperenlerin omuzları üzerinde kurulacaktır. Yoksa bu büyük iş, kalem efendilerinin, bürokrasi beylerinin ve çilesiz nevzuhurların yapabilecekleri iş değildir.

Bu küllî hakikati Hz. Lokman (a.s)’ın oğluna yaptığı tavsiyede, daha doğrusu büyük dâvânın büyük temsilcisi olan gençlere yaptığı tavsiyede görebiliriz. Kur’ân, O’nun bu öğüdünü ebedî bir düstur olarak tespit eder ve bizlere sunar:

يَا بُنَيَّ أَقِمْ الصَّلاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأمُورِ

‘Ey oğul! Namazını dosdoğru kıl. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yap. Başına gelen belalara da sabret. Muhakkak bunlar dayanılması gereken zor işlerdir.'(Lokman sûresi, 31/17). Demek ki âyetin ifadesiyle namaz kılan, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapanın başına bela ve musibetin geleceği muhakkak.. evet bir bakıma bunlar, aynı hakikatin ayrı yüzleri gibidirler. Bunlardan birini yapan, bu hakikatin sadece bir yüzünü, ikisini birden yapan da her iki yüzünü yakalamış ve Hakk’a ulaştıran doğru yola koyulmuş demektir. Buradaki hakikatin ise, üç yüzü var ve tam tekmil insan olma da bu üçünün birden temsiline bağlıdır. Bence, büyüklerin yolu da işte bu yoldur. Bu itibarla da, nebilerin dâvâsını omuzlamaya namzet olanlar, aynı yolun yolcusu olmalıdırlar. Başka türlü davrananların yaptıkları ise, sadece bir maceradan ibarettir. Ne zaman, nerede ve kimin hesabına biteceği belli olmayan böyle maceralara sürüklenmekten her zaman Cenâb-ı Hakk’a sığınılmalıdır.

Fıtrat kanunları ile çatışmama, basiret ve firaseti esas alarak tebliğ ve irşâd yolunda yürüme, o işte istihdam edilecek şahısları bilip tanıma çok önemli hususlar olduğunu hatırlatmıştım. Bu mevzuda bize en güzel örnek de yine Allah Resûlü (s.a.s)’dür. O’nun nübüvvetine delil olan hususlardan biri -ki mevzumuzla da yakından alâkalıdır- her insanı, o insanın istîdadına uygun bir hizmette kullanmasıdır. Bu da O’nun, insanları tanımadaki firaset ve fetanetinin alâmetidir. Kime ne vazife vermişse, o hususta hiç geriye adım atmamıştır. Bütün hayatı boyunca gösterdiği bu isabet, O’nun risaletinin en önemli şahitlerindendir. Meselâ Hassan b. Sabit (r.a)’i, kâfirlere karşı söz düellosunda kullanmıştır.[10] Hassan, her mısrasını zehirli bir ok gibi fırlatmış ve karşısındaki insanları her defasında mat etmiştir. O aynı Hassan b. Sabit (r.a), harp meydanında kullanılsaydı ve orada ona kumandanlık verilseydi, belki mısraların kavgasında bunca başarılı olan bu sahabi, kılıçların kavgasında hezimete sebebiyet verebilirdi.

O’nun irşâd için gönderdikleri ise Mus’ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Hz. Ali (r.anhüm) ve benzeri sahabilerdi. Onlar da gittikleri her yerde irşâd adına baş döndüren bir muvaffakiyet sergiliyorlardı. Ama aynı iş Halid’e verilseydi, ihtimal Halid bu işi o ölçüde temsil edemeyebilirdi. Çünkü O, harp meydanlarında arslanların ödünü koparmak için yaratılmıştı. Allah Resûlü (s.a.s) de onu hep öyle yerlerde istihdam buyurmuşlardı.

Fertleri kabiliyetlerine göre kullanma, bir mürşidin en mühim hususiyetlerindendir. Bu da insan fıtratını yakından bilmeye bağlıdır. İnsanı zaaf ve faziletleriyle tanıyıp ona göre davranmayanların muvaffakiyetleri her zaman münakaşa edilebilir… Ayrıca, her insanı yerli yerinde kullanmadıkça, insan israfının önünü almak da mümkün değildir. Mürşit, basiretiyle bu işin üstesinden gelen insandır. O, fıtrat kanunlarına uygun hareket etmekle hem en ağır işlerin üstesinden gelebilir, hem de başarılarında, güç ve kuvvetinin çok önünde bir hıza ulaşır.



[1] İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 1/384; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/275 [2] Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 1/252 [3] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/29,30 [4] İbn-i Hişam, Sîre, 1/342; İbn-i Sa’d, Tabakât, 3/246-248 [5] İbn-i Hişam, Sîre, 1/339,340 [6] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 3/410 [7] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/545; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9/151 [8] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 2/296,297; İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 3/212 [9] Kenzü’l-Ummal, 7/199; Ebû Nuaym, Hılye, 7/109 [10] Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 151-156

Fedakârlık 4 dk.

Başlı başına ele alınıp tahlil edilmesi gerekli olan böyle bir konuda sırf sizlere fikir mülâhazasıyla bir-iki buuduna dikkatlerinizi istirham edip geçmek istiyorum. Evet, fedakârlık da tebliğ adamının en mühim hususiyetlerinden birisidir. Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dâvâ insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlad ü iyal, makam, mansıp, şöhret.. vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terketmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir.

İşte Allah Resûlü (s.a.s) de Mekke’de dâvâsının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da yakın çevresinden başlayarak, dâvâsına gönül veren bütün insanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve yaşayarak da göstermiştir. Mesela, Hz. Hatice (r.anha), Nebiler Serveri’nin ilk eşi, dünya ve âhiretin sultanı Hz. Muhammed (s.a.s)’e daha isteme sıkıntısını bile yaşatmadan, varını-yoğunu inandığı o kudsî dâvâ uğruna harcamıştır. Mekke müşriklerine İslâm’ı anlatmaya yönelik verilen ziyafetlerin tüm masraflarını O karşılamıştır.. ve İslâm öncesi Mekke’nin en zenginlerinden biri olan bu şanlı kadın, vefat ettiğinde her hâlde kefen bezi alacak kadar bile olsa imkânı kalmamıştı.

Her dâvâ insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarfetmesinin yanında, doğup büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı bir buududur. Bakın, başta Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) olmak üzere zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdir. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da, Mekke’nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdir. Evet, Muhacirler inandığı, gönül verdiği dâvâlarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine’de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan Ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermiştir. Evet, Ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalade civanmertçe davranmışlardır.

Günümüzün irşâd ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu sayılan Ashab-ı Kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez.

Mantık ve Realite 3 dk.

Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite adamıdır. Hem hadiseleri değerlendirirken, hem de muhatabına birşeyler anlatırken o daima karşısındakinin seviyesine göre meseleleri anlatıp onu öyle ikna etmeye çalışmalıdır.

Tebliğ insanı mantıkîliği ölçüsünde toplum içinde yadırganmaz ve söyledikleri de o ölçüde kabul görür. Bunları söylerken, onun kuru bir mantık insanı olmasını teşvik ediyoruz sanılmasın; ancak yukarıda anlattığımız hususiyetleriyle beraber tebliğ insanı mutlaka mantıklı olmalıdır. İşte Allah Resûlü’nden (s.a.s) çarpıcı bir örnek:

Cüleybib (r.a) kadınlara karşı zaafı olan bir gençti. Onun bu durumu diğer sahabileri üzüyor, fakat bir türlü Cüleybib’e söz anlatamıyorlardı. Bir gün bu durumu Allah Resûlü’ne (s.a.s) bildirdiler. Efendimiz, onu huzuruna çağırdı. Biraz sonra da ikisi arasında şöyle bir konuşma cereyan etti. Allah Resûlü (s.a.s) sordu, Cüleybib de cevap verdi.

– Cüleybib! Duydum ki kadınlara sarkıntılık yapıyormuşsun. Şimdi bana söyle aynı şeyin senin annene yapılmasını ister misin?

– Hayır, ya Resûlallah istemem!

– Unutma senin sarkıntılık yaptığın da birisinin annesidir! Aynı şeyin senin kız kardeşine yapılmasını ister misin?

– Hayır, ey Allah’ın Resûlü!

– Unutma, senin sarkıntılık yaptığın da birisinin kız kardeşidir!.. Ve Allah Resûlü, Cüleybib’e daha birçok yakınını sayar. Halana, teyzene böyle şeyler yapılmasını ister misin, der. O da hepsine: ‘Hayır’ cevabını verir. Allah Resûlü (s.a.s) de yine sözünü tekrar eder:

– Senin sarkıntılık yaptığın da birinin halasıdır, teyzesidir..

Cüleybib (r.a), mantıken iyice doymuş ve ikna olmuştur. Sonra da Allah Resûlü (s.a.s) ellerini kaldırır ve Cüleybib için duâ eder. Sahabi kasem ederek der ki: “Cüleybib o andan itibaren Medine’nin en iffetli gençlerinden biri olmuştu.”[1]

O, kısa bir müddet sonra iştirak ettiği bir muharebede şehit olur. Harp meydanında herkes bir yakınını ararken, Allah Resûlü’nün (s.a.s) de birini aradığı gözlenir. Yanındakilere: ‘Hiç kaybınız var mı?’ diye sorar. ‘Hayır, ya Resûlallah!’ cevabını alınca da, gözyaşlarını tutamadı ve ağlayarak, ‘Ama benim kaybım var!’ der; der ve eliyle Cüleybib’i gösterir. Cüleybib (r.a), yedi kişinin arasında yatıyordu. Allah Resûlü (s.a.s) oradakilere hitaben: ‘Evvelâ o yedi kişiyi öldürdü, sonra da onu öldürdüler’ buyurur. Ve ardından Cüleybib’in kıyamete kadar gelecek bütün nesline yetecek bir müjde verir: ‘Cüleybib bendendir. Ben de Cüleybib’tenim.'[2]

Mantık ile duâ, Cüleybib’i öyle kanatlandırmıştı ki, o bu iki kanatla artık öbür âlemin bir üveykidir.



[1] Müsned, 5/256,257. [2] Müsned, 4/420,421; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9/368

Hassasiyet 4 dk.

Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah’ın emirlerini çiğneyip O’na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır.

Kur’ân, Efendimiz’e (s.a.s) hitaben:
أَلاّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ

‘Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın’ (Şuara sûresi, 26/3) derken, Allah Resûlü’nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.

İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.[1] Ne var ki, hiçbir mü’min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm’ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü’min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.

İşte Halid b. Velid (r.a)’in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)’nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)’ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak:
اللّهم إني أبرأ إليك مما صنع خالد

‘Allah’ım Halid’in yaptığından sana sığınırım’ diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticada bulunur.[2]

Allah Resûlü (s.a.s)’nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma’kes bulmuştur. Mesela Yemame’den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, ‘Ona ne yaptınız?’ diye sorar. Adam, ‘Öldürdük’ deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, ‘Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?’ der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: ‘Allah’ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım.'[3]



[1] Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü’s-Sanaî, 7/134 [2] Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72 [3] Muvatta, Akdiye, 58

İç Derinliği 6 dk.

Tebliğ adamı, aynı zamanda iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Zira mürşidin sözleri, ancak kendi iç derinliği nisbetinde makes bulur. O, Allah’a yaklaştıkça, Cenâb-ı Hakk da onu kendine yakın kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur. Yani artık, o mürşidin her hareketi, Allah’ın teyidi altında cereyan etmeye başlar; o bildiğiyle amel ettikçe, Allah (c.c) da ona bilmediğini öğretir.. ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri en girift ve en mudil meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Devamlı böyle olunca da cemiyet içinde temayüz eder ve sırat-ı müstakimin bir temsilcisi hâline gelir.

Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hakk’tan, akdes ve mukaddes feyizler akıp gelmeye başlar. O, bu feyizlerle hasıl olan manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşâdlarını sürdürdükçe, onun çevresi binlerin, yüzbinlerin koştuğu bir ilâhî gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır. Bu hâle gelen bir mürşit, yakîn-i tâmm’ı elde etmiş ve yakînin büyüleyici gücüne sahip olmuş sayılır. Yakîni elde etmek ise, îmandaki kemal noktasını yakalamak demektir. Zira Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde: ‘Yakîn bütünüyle îmandır'[1] buyurmaktadır. Yakîn; insan aklının bürhanlarla donatılması, zihnin tefekkürle imar edilmesi, düşünce ve fikirlerin ilhamla ışıldaması, nefsin ibadet ve taatle erimesi, kalbin de murâkabe ve müşahede ile Hakk’a nâzır bir mirat-ı mücellâ olmasıdır.

Yakîn, tevhide ermektir. Yakîne eren bir insanın ne başkasından korkusu, ne de başkalarından ümit ve recası olur. O’nun her şeyi Allah’tandır. Çünkü o, hayır ve şerrin bütünüyle Allah’tan geldiğine artık her hâliyle nigahbandır.

İşte, bu yönüyle yakîne eren bir insan, fütursuzdur, pervasızdır. O ölümü gülerek karşılar. Öyle ki o daha dünyada iken âhireti yaşamaktadır. Özlediği bazı yerleri de ölüm burakına binince göreceği inancındadır. Onun için de hep sevinçlidir. Bir hadîs mealinde yakîn ehli şöyle anlatılır: ‘Benim ümmetimin içinde öyle mert insanlar vardır ki, onlar halk içinde mütebessim dururlar. (Bu Allah’ın nimetlerine tercüman olmanın ifadesidir.) Gecelerini de âh u vah içinde geçirirler. (Bu da Allah’ın azabından korkmalarının ifadesidir.) Onların kalıpları, maddî yapıları dünyada, mânâ yapıları ise semadadır.'[2]

Dünya ve âhireti beraber mütalâa eden ve böylece vahdet şuuruna eren yakîn ehli olabilmek, her mürşit için gaye-i hayal hâline gelmelidir. Bizim beklediğimiz ve özlediğimiz mürşit tipi işte budur. O mürşit ki, dünyaya dünya cihetiyle zerre kadar temayülü yoktur ve yine o mürşit ki, irşâd vazifesi olmasa, şu denî dünyada bir an bile kalmayı düşünmez. İşte Mesîh soluklu, Muhammedî ahlâklı mürşitler bunlardır. Ve her mürşit de aslında böyle olmalıdır.

Mesnevi’yi şerh eden Tahirü’l-Mevlevî anlatıyor: ‘İskilipli Âtıf Efendi ile hapishanede beraberdik. Hoca, devrinin kültürüne vakıf, kalem erbabı bir insandı. Son duruşma için çok ciddî bir müdafaa hazırlamıştı. Ertesi gün mahkemeye çıkacak ve hakkında verilecek karar da belli olacaktı. Sabah namazından sonra İskilipli, hazırladığı müdafaa metnini parça parça etti ve götürüp çöp sepetine attı. ‘Ne oldu, niçin yırttın?’ diye sordum. Bana şu cevabı verdi: ‘Bu gece rüyamda Fahr-i Kainat’ı gördüm. Ben oturmuş müdafaa yazıyordum. O da bana hitaben: ‘Âtıf nedir bu tehâlükün? Yoksa bize gelmek istemiyor musun?’ dedi. Ben de: ‘İstemez miyim ya Resûlallah!’ dedim. Artık benim O’na kavuşma vaktim gelmiş demektir, müdafaaya ne gerek var!’

O günkü mahkemede Âtıf Efendi’nin idamına hüküm verilir, ama o derin bir huzur içindedir ve idam fermanını gülerek karşılar. Çünkü verilen hüküm onun Resûlullah (s.a.s)’a kavuşmasını temin edecektir. Altına böyle bir burak çekilen insan niye sevinmesin ki! Doğru bildiği yolda yürüyen, her menzilde Hakk rızasını gözeten, her adımda Allah ve Resûlünün teveccühlerini yakaladığına inanan niye huzur içinde olmasın ki! Böyle bir kahramanı öldürebilirler; ancak asla mağlup edemezler. Evet, tebliğ adamı neticede onu muvaffakiyete götürecek işte bu ruh safveti ve duruluğunu her zaman muhafaza etmelidir.

Kendini Allah (c.c)’a adayan ve sadece O’nun rızasını kazanmaya çalışan, bugün olmasa da yarın ötede mutlaka her istek ve arzusuna kavuşacaktır. O’nu bulan neyi kaybeder ki!.. Aksine bir insan O’nu bulamamışsa bütün dünya onun olsa dahi ne değer ifade eder ki!..

Zaten, esas olan da duru bir gönül ve selim bir kalb ile Rabbe kavuşmak değil midir? Gerisi, bir sürü boş iş ve bir yığın teşviş sayılan işlere niye o kadar önem verelim ki? Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ve temennimiz, gönlümüzü ebede kadar duru ve kalbimizi de O’na kavuşuncaya kadar safvet içinde muhafaza etmesidir. O, bizim Rabbimizdir. Biliyoruz ki, O’nun rahmeti gadabına sebkat etmiştir. Dileğimiz, sadece O’nun rızası ve yine sadece O’nun rahmetidir…



[1] Buhari, İman, 1 [2] Müstedrek, 3/17; Beyhakî, Şuûbü’l-İman, 1/478

Şevk ve İştiyak 5 dk.

Tebliğ adamı, tebliğ işini bir aşk ve iştiyak zemzemesi içinde yerine getirmeli ve tebliğ onun için karşı konulmaz bir tutku olmalıdır. Bu özellik, tebliğ adamında uyarılması gereken en lüzumlu duygudur. Ancak görünen o ki, bu duygunun uyanması hem çok zor, hem de çok geç gerçekleşmektedir.

Eğer Efendimiz (s.a.s), kendi cemaati içinde evvela bu duyguyu uyarmasaydı, yani onları hak ve hakikati anlatma âşıkları hâline getirmeseydi, sebepler açısından ümmetinin bu büyük misyonu gerçekleştirmesi mümkün değildi. İşte Halid b. Velid (r.a). O, Bizans kumandanıyla karşı karşıya geldiğinde ilk defa ona İslâm’ı kabul etmesini teklif eder.[1] Kılıçlar konuşmadan önce böyle bir tebliğ keyfiyeti, tebliğ şevkinin her şeyi aşmasından başka ne ile izah edilebilir? Sahabenin hemen hepsinde, tebliğ için dünyanın dört bir yanına sefer ve hicrette bulunmalarında, bu aşk u şevkin tesiri çok büyüktür. İşte bunlardan biri;

Hubeyb (r.a) yakalanıp Mekke’ye sevkedilmişti. Günlerce zindanda bekletildikten sonra idam edilmek üzere Mekke’nin o günkü hezeyan dolu gürültüleri arasında meşhedine götürülüyordu. Mahzundu, mükedderdi; çünkü Allah Resûlü’nün (s.a.s) onlara tevdi ettiği irşâd vazifesini yapmaya fırsat bulamamıştı. Şimdi de eli ve dili bağlanmış idama sürükleniyordu. Durmadan gözlerini çevresinde gezdiriyor, dini tebliğ edebileceği bir insan arıyordu. Ama karşısındaki insanlar arasında öyle birisini görmüyordu. Gerçi, bunların içlerinde istikbalin sahabileri de vardı. Ancak o gün için henüz gönül gözleri açılmamıştı. Hubeyb iki rekat namaz kıldı ve, ‘Eğer, ölümden korktu da onun için namazı uzattı demenizden çekinmeseydim şu kıldığım son namazı uzatmak isterdim’ dedi. Sonra da idam sehpasına çıkarılıverdi. Beklenen son an gelip çatmıştı. Hareket eden mızrak temrenleri de bunu gösteriyordu. Hubeyb’in gözleri yine çevresinde dolaşıyordu ama, bu gözler kat’iyen kendisini ölümden kurtaracak bir insan aramıyordu. Son anda olsun acaba birinin ebedî hayatını kurtarabilir miyim, diye düşünüyor ve etrafını onun için süzüyordu. Aman Allah’ım, irşâd ve tebliğ adına hiçbir şey yapmadan ölmek, onların nazarında meğer ne pes şeymiş! İşte tam bu esnada beklemediği bir fırsat doğmuştu. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden biri ona bir soru sormuştu ki, sorunun zahiri yönü hiç de mühim değildi. O, onlara hikmet yüklü bir cevap verecek, hem de bu son anında, irşâd ve tebliğde bulunmuş olacaktı. Orada atacağı bir düşünce kıvılcımı, kim bilir istikbalde kaç kişinin gönlünde îman ateşi tutuşturacaktı. Soru şuydu:

‘Ya Hubeyb, şu anda senin kurtulman şartıyla, yerinde Muhammed’in idam edilmesini ister miydin?’

Elbette bir Müslümana, hem de Hubeyb gibi birine bu soru sorulamazdı. Ama o, bu soruyla yakaladığı son fırsatı değerlendirmeye bakıyordu. İçi içine sığmıyor, sevinç-keder arası bir hisle mutlaka bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ve o biliyordu ki, bu soruya vereceği cevap, son kıldığı namaz gibi kısa olmalıydı. Tek cümlelik bir söze bütün bir hayatı sığdırmalıydı. Öyle konuşmalıydı ki, tarih lâl kesilip onu dinlesin ve zaman onu kulağına küpe yapsın. Evet o söyleyeceğini böyle söylemeli, son fırsatı tebliğ adına böyle değerlendirmeliydi. Ve:

‘Hayır, vallahi. Değil benim kurtulmam pahasına O’nun idam edilmesi, benim kurtulmam karşılığında, şu anda Medine’de O’nun ayağına bir diken batmasına dahi gönlüm razı olamaz!'[2] deyiverdi -vefanla yüksel ey yüce ruh!-

Hubeyb (r.a) bunları söyleyince, herhalde içinde, biraz evvel tebliği yapamamaktan doğan sıkıntı da gidivermişti. Artık o, kendisini tüy kadar hafif hissediyordu. Ve yapacağı son bir vazife ile Allah Resûlü’ne (s.a.s) bir ayrılık selâmı verecek ve cennete yürüyecekti. Mekke’den tâ Medine’ye selâm gider mi, gitmez mi diye düşünmedi bile. Çünkü selâm göndereceği şahıs Allah’ın şanı yüce nebisiydi.

İdam sehpasında son sözü: ‘Esselâmü aleyke ya Resûlallah’ oldu. Allah Resûlü (s.a.s), Medine’de ashabıyla oturuyordu. Birden ayağa kalktı ve ‘Ve aleyke’s-selâm ya Hubeyb!’ dedi.[3]

Evet her dâvâ adamı, tebliğ aşk ve şevkinde Hz. Hubeyb’in ufkunu yakalamalı ki, tarihin şu yanlış akışına bir dur diyebilsin ve zamanı gerçek yörüngesine oturtarak yeryüzü mirasçısı olmanın hakkını verebilsin.



[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 7/13 [2] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 4/65; İbn-i Hişam, Sîre, 3/181 [3] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 4/66-69

Kalp Safveti-Ruh Duruluğu 5 dk.

Tebliğ adamı dâvâsını tebliğ ederken, fevkalâde bir ruh duruluğu ve kalb safveti içinde olmalıdır. Yani o, dâvâsının berraklığına denk bir gönül taşımalıdır. Aksi hâlde, ruh dünyasındaki bulanıklık nispetinde Hakk ile olan münasebetleri de kesik kesik olur; dolayısıyla da tesiri hiçe iniverir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz:

Tebliğ adamı tebliğinde rıza-i İlâhî’den başka hiçbir şeyi esas maksat yapmamalıdır. O böyle davrandığı sürece hep arkasında Allah’ı, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın ruhâniyetini ve büyüklerin himmetini zahîr olarak bulur. Bunda hiç kimsenin şüphe ve tereddüdü olmamalıdır. Zaten toprağın bağrına atılan tohumların birinin bin olması arzu ediliyorsa, bunu bu hâle getirecek İlâhî güce dayanmak gerekir. Başka kapılara müracaat ise, sadece ve sadece hasaret getirir.

Esasen bizim tevhit anlayışımız da bunun böyle olmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şerîki olmadığı gibi, ef’alinde de O’nun şerîki yoktur. Hidâyet ve dalâleti yaratacak olan O’dur. O’dur ki istediğini aziz, istediğini zelil kılar ve ancak O’nun istediği mağlup olur ve yine ancak O’nun istediği muvaffakiyete erer.

Evet, duru yaşamanın kavgasını vermek elbet çok zordur; ancak bu aşılmaz tepenin verâsına kurulan otağ da çok kutludur. Bakın Ebu Hanife’ye.. o koca imam, kendisine teklif edilen kadılığı, sırf ruh duruluğunu ve kalb safvetini koruyabilmek için reddetmiştir. Kırbaç altında inim inim inlemiş ama, ruhuna tuzak saydığı teklifi kabul etmemişti.[1]

İmam Şafiî de, böyle bir teklifle karşılaşmamak için elinden gelen her gayreti göstermişti.[2] O, kendi insanı içinde parya gibi yaşamayı kabul etmiş ve bütün zorlamalara rağmen devlet eliyle verilecek her türlü makam ve mansıbı geri çevirmiştir. Onun için de hayatını sıkıntılar içinde geçirme zorunda kalmıştır. Sağa-sola gidip gelirken kimseye görünmeden ve mümkün mertebe bulunduğu yeri belli etmeden yaşamaya çalışmış ve bir ölçüde, İmam-ı Azam’ın başına gelenlere ma’ruz kalmamaya çalışmıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel’in Kur’ân uğruna verdiği mücadele ise, tarihin hafızasından hiçbir zaman silinmeyecektir. O ‘Kur’ân mahluk değildir’ demiş ve bu sözünde ömür boyu direnmiştir.[3] İdare-i kelâm edip tariz denebilecek ifadeler kullansa, işin içinden çıkması gayet kolaydı ama, o bunlardan hiçbirine tenezzül etmemiştir.

O, bize bir hatırasını şöyle anlatır:

‘İlk günlerde sırtıma kamçı vurulurken dayanamıyor ve bağırıyordum. Bir defasında hapishaneye bir şakî getirdiler. O şakî bana şöyle dedi: ‘Yâ imam! Sen buraya, doğru bildiğin bir mesele için getirildin ve kırbaçlanırken bağırıyorsun. Halbuki ben, doğru olmayan bir suçla buraya getirildim. Ve en az sana vurdukları kadar bana da vurdular ve vuruyorlar. Ama ben hiç sesimi çıkarmıyorum.’ Ondan sonra, ne zaman beni kırbaçlamaya başlasalar, hep o şakînin sözü aklıma gelirdi; gelirdi de dişimi sıkar ve kırbaç altında kaldığım en şiddetli zamanlarda dahi sesimi çıkarmamaya çalışırdım.’ Evet, işte bu büyük imam, bu çile ve ızdırap içinde kim bilir nice günler ve aylar geçirdi! Çok defa en güçsüz ve takatsız anlarında bile iradesinin gücünü izhar etmeye çalışırdı. Ve ilk gün söylediği sözden tek kelimelik olsun taviz vermeden dâsitânî bir kahramanlık sergiledi. O günlerde İmam Şafiî de gizli bir hayat yaşamaktaydı. Bir gece rüyasında Efendimiz’i gördü. Allah Resûlü (s.a.s) ona: ‘Ahmed b. Hanbel’e selâm söyle. Biraz daha dişini sıksın. Yakında bana gelecek'[4] demişti.

İmam Şafiî, hemen adamlarından birini hapishaneye gönderdi. Zira kendisinin gitmesi imkânsızdı. Giden zatla bir de gömlek yolladı. ‘İmam bunu çıplak tenine giysin ve mübarek teni bu gömleğe değsin’ dedi. Adam, Ahmed b. Hanbel’e geldi ve olanları bir bir anlattı. Allah Resûlü (s.a.s)’nün selâm gönderdiğini duyan Ahmed b. Hanbel, âdeta çektiklerinin hepsini unuttu ve sevinç gözyaşları dökmeye başladı. Bu arada gönderdiği gömlek geri kendisine gelen İmam Şafiî ise, onu yüzüne gözüne sürerek: ‘İmam Ahmed b. Hanbel’in teninin değdiği bu gömleğe sürülen yüze, inşaallah cehennem ateşi dokunmaz'[5] diye konuştu.



[1] Zehebî, Tezkiratü’l-Huffaz, 1/168; İbn-i Hallikan, Vefeyâtü’l-Âyan, 5/407; Hatip El-Bağdadî, Tarih-i Bağdat, 13/326-328 [2] İbn-i Hacer, Tevâli’t-Te’sis, 77-84; Abdu’l-Ğani, Ed-Dakr, İmam-ı Şafiî, 380,381 [3] Zehebî, Siyer, A’lâmü’n-Nübelâ, 11/239,240; Ebû Nuaym, Hılye, 9/206 [4] İbn-i Asâkir, Tarih-i Dımaşk, 3/250 [5] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 10/331

Sonuç 7 dk.

1) Tebliğ ve irşâd, vazifelerin en mukaddesidir. Zira Allah (c.c), en seçkin kulları olan nebileri bu vazife ile göndermiştir.

2) Tebliğ, normal zamanlarda farz-ı kifaye olsa bile, günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğu için farzlar üstü bir farz konumuna gelmiştir. Onun ihmali kat’iyen caiz değildir.

3) Bu vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir. Çünkü böyle biri, şahsî farzlardan daha büyük ve sevap cihetiyle daha mühim bir vazifeyi terketmiştir.

4) İçinde tebliğ yapılan bir topluluk, semavî ve arzî bela ve musibetlere karşı korunma garantisi altındadır. Eğer bir toplumda üç-beş insan dahi olsa, bu kudsî vazifeyi yapabiliyorsa, Cenâb-ı Hakk o toplumu kendi koruması altına almıştır. Eğer, mesele aksine ise netice de aksi olacaktır. Yani içinde bu kudsî vazife yapılmayan topluluğu Allah (c.c)’ın helâk etmesi muhtemeldir. Geçmiş ümmetlerde meydana gelen toplu helâkler bunun en açık misallerindendir.

5) Bu kudsî vazife, fert, millet ve devletler planında ele alınmalıdır. Müslüman, dünya nizamının ana unsurudur. Onun bulunmadığı dünyada nizam olmadığı gibi, onun varlığının söz konusu olduğu yerde de anarşi ve terör olamaz. Bu ise Müslümanın tebliğ vazifesini hakkıyla edâ edip etmemesine bağlıdır.

6) ‘Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ yapmak, bir mü’minlik şiarıdır. Bu vazife, îmandan ayrı düşünülmemelidir. Zira Kur’ân, mü’minlerin diğer mü’minlere karşı dost olduğunu (Tevbe sûresi, 9/71) söylerken, bu dostluğu ayakta tutan ana umdeye işaret eder ve onun, bu kudsîlerden kudsî vazifeden ibaret olduğunu hatırlatır. Münafıklar ise, birbirlerindendir; (Tevbe sûresi, 9/67) fakat birbirlerinin dostları değillerdir. Zira onlar marufa mani olmakta ve münkere de teşvikte bulunmaktadırlar.

7) İslâm dini, Allah (c.c) tarafından teminat altındadır. Allah (c.c), kendi dinini koruyacaktır. Ama bu koruma, kadın-erkek bütün inananların himmeti ve bir kısım fertlerin dine sahip çıkmalarına bağlıdır. Dine sahip çıkıldığının en belirgin işareti de, Müslüman fertlerin tebliğ vazifelerini yerine getirmeleridir.

8) İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.

9) Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.

10) Tebliğ insanının gönlü Kur’ân’a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur’ân’a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.

11) Tebliğ eri, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son derece dikkat etmelidir. Zira meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Allah Resûlü (s.a.s)’nün ve O’nun kutlu ashabının yolu da budur. Bize, hedefe varmak için her yolu meşru gören militanlar değil; tuttuğu yolun meşru olmasını, kılı kırk yararcasına inceleyen ve sonra da tatbik eden sahabî ruhlu tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak ve onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak bunlardır.

12) Tebliğ adamı, anlattığını muhakkak yaşamalıdır. Aksi durum, bir münafıklık alâmetidir ki, mü’min böyle bir duruma düşmekten fevkalâde sakınmalıdır. Anlattığını yaşamayan insanların söyledikleri sözlerde, tesir ve bereket de olamaz. Onlar saman alevi gibi çabuk parlar ve hemen sönerler. Isıtma adına bir kaloriye sahip oldukları söylenemez.

13) Tebliğ adamı, daima tevazu ve mahviyet hâlini muhafaza etmelidir. Bu, asil insanlara mahsus bir davranıştır. Îman ise, asaletin tâ kendisidir. Öyleyse tebliğ adamı, her mü’min gibi asil davranmalıdır. Allah Resûlü (s.a.s)’nün ahlâkı da budur. Tebliğ adamı işte bu ahlâkı bir karakter hâline getirmelidir.

14) Tebliğ eri, tebliğ vazifesinin dışında, devlet yetkilileriyle ve entel denilen sınıfla, onlar hesabına içli dışlı olmamalıdır. Bu konuda titizlik, onun durumunu ve izzetini korumasının en mühim şartıdır.

15) Tebliğ adamı, tebliğinde çok ısrarlı olmalıdır. Bu ısrar onun kendi dâvâsına karşı hürmet ve saygısının ifadesidir.. ve o, Cenâb-ı Hakk’ın büyük saydığı meseleleri tazîm edip büyük saymak mecburiyetindedir. Aksi hâlde, dediklerini kendisi yalanlamış olur.

16) Tebliğ adamı, fıtrat kanunlarıyla çatışmamalıdır. O, tebliğ ve irşâdında daima basiretli davranmalıdır. İnsanda mevcut bazı zaaf ve arzuları görmezlikten gelmek, asla doğru değildir. Asıl olan, bu zaaf ve istekleri güzele ve iyiye kanalize edebilmektir.

17) Izdırap ve çile tebliğ yolunun değişmeyen kaderidir. Tebliğ adamı, daha yolun başında kaderine razı olmalıdır.

18) Tebliğ adamı, bir şefkat kahramanıdır. Onun kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yola tevessül etmesi hiç mi hiç düşünülmemelidir.

19) Tebliğ adamının en mühim özelliklerinden biri de fedakârlıktır. Zira her tebliğ adamı, havari karakterinde olmalıdır. Doğuştan havari yaratılmayanlar, asla seviyeli bir tebliğ adamı olarak ölemezler. Böyle bir iş ise, her şeyden önce fedakârlık ister.

20) Tebliğ adamı, duâ ile bütünleşen insandır. Duâ ise, ihlâs ve samimiyetin esasıdır.

21) Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite insanıdır. Mantıkîliği ölçüsünde muvaffak olur ve içinde yaşadığı toplumda kabul görür.

22) Tebliğ adamı, insanların îmanı hususunda çok hassastır. Gördüğü küfür ve irtidat hâdiseleri, onun yüreğini parçalar ve o, bu kabil hâdiseler karşısında iki büklüm olur.

23) Tebliğ adamı, tebliğ işini hep bir aşk ve iştiyak içinde sürdürür. Zaten o, tebliğ işinin kara sevdalısı olmayınca, başarıya ermesi de mümkün değildir.

24) İç derinliği, tebliğ adamının ayrılmaz vasfı olmalıdır. İç derinliği bir mânâda onun yakîne ermesi demektir. Yakîne eren insan da, bütün faziletlerle mücehhez olmuş demektir.

25) Tebliğ adamı, dâvâsını tebliğ ederken, ruh duruluğuna ve kalb safvetine sahip olmalıdır. Ve arkasında zahîr olarak Allah’ı ve Resûlü’nü bulabilmesi için, en az dâvâsı kadar berrak bir hayat yaşaması şarttır. Böyle bir hayat ise ancak kalb safvetiyle gerçekleştirilebilir.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 271 other subscribers