Akla takılan sorulara kısa cevaplar-2

Dua ederken sakın ola gökyüzüne “dilek feneri” salar gibi bir duyguyla dua etmeyin. Öylesine, boşluğa salar gibi. “Ucu nereye varır bilemem” düşüncesiyle…

Dua ederken, karşınızda “buradayım!” diyen bir Zülcelâl’in bulunduğunu bilerek. Siz daha dilinizi kıpırdatmadan, elinizi kaldırmadan kalbinizden geçenleri O’nun bildiğini düşünerek dua edin.

Dua ettiğinizde, aslında O’nun zaten bildiği bir isteğinizi bir de O’nun huzurunda dile getirdiğinizin farkında olarak…
 
O’nun verdiği dili kıpırdatıp, O’nun verdiği eli kaldırıp, O’nun verdiği yürekle duygulanıp, O’nun öğrettiği kelamla fısıldadığınızın farkında olarak…
 
Tam da bu bilinçle rahmetin oluk oluk aktığı bu gecede Rabbin duymaktan en çok hoşlandığı şu duayı okumalı:
 
“Allah’ım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.”
 
Hani Hz. Âişe (r.a.) peygamberimize sormuştu: “Ey Allah’ın Resûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?” diye.
Allah Resûlü ona uzun uzun, kafiyeli, yapmacık, bitmek bilmeyen dualar öğretmedi! Basit bir cümle! Tek cümle!
Çünkü Cenab-ı Hakk’ı en iyi tanıyan Allah Resûlü, O’ndan Kadir gecesinde neyin nasıl istenileceğini de en iyi bilendi.
 
İnsan, kirlenen varlıktı. Vücudumuza bulaşan kirler içinde bazıları bir iki yıkamada gider. Bazıları ise ancak banyo yaparak giderilebilir. Bu gece, ruhların yıllık banyo yapma zamanı. Geçen yıldan bu yana işlenmiş olan günahların ruhlara bıraktığı “inatçı lekeler” için en etkili formül, yukarıdaki duada gizli.
 
Elverir ki bu duayı, sırf dil ve dudakla değil kalp ve yürekle de edebilelim.
 
Hem bu gece duanızda yalnız değilsiniz. Siz dua ettikçe “âmin!” diye haykıran kimbilir kaç varlık var her biri nur’dan. Hem kim bilir, belki de onların arasında Rûh da (Cebrâil) vardır.
 
“Hadi canım sen de!” dediğini duyar gibi oluyorum. Öyleyse söyle: Böyle olmayacaksa Rabbin ne diye Kadir sûresinde “o gece Ruh ve melekler, inerler de inerler” diyor?
 
“Duama Cebrâil’in âmin demesi uzak ihtimal!” deme! Rabbimiz bir kulunu sevince Cebrâil’i çağırır ve ilk olarak ona “ben falan kulumu seviyorum, sen de sev” diyor. Sonra Cebrâil, bunu diğer meleklere söylüyor ve böylece yeryüzüne kadar melekler ordusu sırayla o kulu seviyor! (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 20)
Bir kulu seven, onun duasına âmin demez mi?
 
Öyleyse duamıza icabet edileceği şuuruyla ve “âmin” demesini istediklerimizin hazır olduğu bilinciyle bir kere daha edelim kutlu duayı:
 
“Allah’ım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.”
Söz, ünlü Fransız düşünür Montaigne’ye ait. O, Denemeler adlı eserinin bir yerinde şöyle diyor:
“Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek
bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.” (Montaigne, Denemeler, s. 106)
Bu söz bana şunları düşündürdü:
Şu dünyada başkalarına göre nimet bakımından çok daha iyi durumda olan nice insan, kendilerinden daha kısıtlı imkânlara sahip kimselerden çok daha mutsuzdur. Maddi durumu yerinde olan, dışarıdan bakıldığında son derece lüks bir hayata sahip olan nice kimseler, bu imkânları rüyasında bile göremeyecek olanlarla kıyas edildiğinde psikolojik anlamda bir darlık ve sıkıntı içinde olabilirler.
Musibetlere dûçar olmuş nice insan, o musibetleri hiç yaşamamış, o imtihanlarla hiç sınanmamış kimselere göre çok daha metanetli, sabırlı, dirençli ve güçlü olabilir.
Hayatında herhangi bir şey istediği gibi olmadığında yaygarayı koparanlar, kadere sitem edenleri bir düşünün… Bir de hayatında neredeyse hiçbir şey yolunda gitmediği halde yine de gönlündeki umudu dipdiri tutan, tevekkülü elden bırakmayan, gözünü sağ salim açtığı her bir günü kendisine bahşedilmiş bir lütuf olarak görüp Rabbine şükreden insanları düşünün…
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) buyurduğuna göre şuurlu bir iman, insanı hayatta karşılaştığı her türlü olay içinde bile kazançlı çıkarma potansiyeline sahiptir.
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
Bizler bu hadiste belirtilen hususları hayatımızda her zaman uygulayabiliyor muyuz? Her sevinç anında şükür, her sıkıntı anında sabır göstererek yaşadığımız her durumu hakkımızda hayra çevirebiliyor muyuz?
Bunu iddia etmek büyük bir laf etmek olur. Çünkü hayat imtihanımızın bugüne kadarki bölümünde burada belirtilen hususlara ne kadar uyduğumuza kendimiz karar veremeyeceğimiz gibi henüz sınanmadığımız konularda da büyük konuşmaktan Rabbimize sığınmamız gerekir. Şu var ki bizler, bu hadiste belirtilen hususu bir hedef olarak önümüze koyup Rabbimizden bizleri de bu kutlu müminler zümresine dahil etmesi için dua etmeliyiz.
Rabbimiz bizleri âfiyetten ayırmasın, zor imtihanlarla karşılaştırmasın. Şimdilik sınanmadığımız imtihanların masumları olarak, sanki imtihanları geçmişiz gibi düşünmekten muhafaza buyursun. Mutluluğun sırrının sağlam bir imanda, şükür duygusunda yattığını kavramayı bizlere nasip eylesin.
Konuya ilişkin bir âyet bu konuda önemli bir açıklama sunuyor.
Âyetimiz şu:
“Eğer hak onların arzularına uysaydı, gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şereflerini (Kur’an’ı) getirdik. Onlar ise bu şereflerinden yüz çeviriyorlar.” (el-Mü’minûn 23/71)
Kendi adıma âyetten şu mesajları alıyorum:
1. Neyin hak neyin bâtıl olduğunu, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlemenin ölçüsü insanların arzularına, keyfine, görüşlerine bırakılamaz. Çünkü insanların düşünceleri birbirinden farklıdır. Düşüncelerimize etki eden pek çok şey var. Her şeyden önce duygularımız, hırslarımız, nefislerimiz düşüncelerimize etki ediyor. Çoğu zaman duygularımızın esiri olup mantıklı karar veremiyoruz. Bugün “hak ve doğru” dediğimiz şeye yarın “yanılmışım, doğru değilmiş” diyebiliyoruz.
2. Allah’ın evrene koyduğu bir nizam var. Her şey öyle ince hesap edilmiş, öyle hassas bir yapıya kavuşturulmuş ki… Nitekim bu hususu Rabbimiz “biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” (el-Kamer 54/49) diyerek açıklıyor.
Rabbimiz yağmuru belirli bir ölçü ile yeryüzüne indirdiğini (Müminûn 18), rızkı belirli bir ölçü ile yeryüzüne yaydığını (Şûra 27) söylüyor.
Bütün bu hassas ölçüler yeryüzündeki yaşamın devam etmesi için zorunlu. Bunlar bizim keyfimize bırakılmış olsaydı yeryüzünde yaşam biterdi. Çünkü bizle “keşke şu dağlar şöyle olsaydı”, “keşke denizler böyle olsaydı”, “keşke yağmurlar şöyle yağsaydı”, “keşke şu hayvandan şu kadar yaratılsaydı” şeklinde temennilerde bulunuyoruz ama işin sonunun nereye varacağını hiç bilmiyoruz. Mesela bize sorsalar, yeryüzünde rızkın bol olması, her tarafta yaygın olmasını isterdik, çalışmak zorunda olmamayı isterdik. Ama Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.” (Şûrâ 27)
3. Aynı şey Allah’ın hükümleri hakkında da geçerlidir. Bize sorulsa “keşke Allah şu âyeti böyle indirseydi”, “keşke İslam’da şu hüküm olmasaydı”, “keşke şu hüküm olsaydı” gibi temennilerde bulunuruz. Oysa hakkımızda neyin hayırlı neyin şerli olacağını en iyi Rabbimiz bilir. Nitekim bir âyette O, şöyle buyurur:
“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Sonuca gelelim:
Rabbimiz sonsuz ilim sahibidir, merhameti bütün varlığı kuşatmıştır. Her işi adaletlidir, her işi hikmetlidir. Öyle ise O’nun gerek evrendeki yaratma sistemi gerekse indirdiği hükümler karşısında bir mümine düşen bunların hak ve doğru olduğuna, her şeyin olması gerektiği gibi ayarlandığına iman ederek teslimiyet göstermektir. Ele aldığımız âyetin son bölümünde “biz onlara şereflerini getirdik ama onlar yüz çeviriyorlar” buyuran Rabbimiz, Kur’an’a uymanın insanı şeref sahibi kılacağını belirtiyor.
Rabbimiz hakkı hak olarak bilip ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak bilip ondan sakınmayı bizlere nasip eylesin.
Allah’a inanmak, şu üç bakımdan insanı ahlaken olgunlaştırır, fazilet ve erdem sahibi kılar:
1) Fazilet olarak görülen özelliklerin kaynağı Allah’tır.
İnsanların üstünlük atfettiği değerlere bakalım: Merhamet sahibi olmak, vefâlı olmak, adaletli olmak, doğru olmak, sabırlı olmak, yardımsever olmak, bağışlayıcı olmak…
İnsanların bir eksiklik ve ahlakî zaaf olarak gördükleri hususlara bakalım: Zulüm, yalan, haset, nankörlük, döneklik, sabırsızlık, hıyanet…
İslam inancı bize Allah’ı tanıtırken tek tek O’nun hangi üstün vasıflara sahip olduğunu, hangi noksan sıfatlardan uzak bulunduğunu anlatır. Bir mümin Allah’a inanırken O’nun merhametli olduğuna, yapılan iyiliklere kat kat karşılık verdiğine, bağışlayıcı olduğuna, doğru olduğuna, yardımsever olduğuna inanır. Allah’ın zerre miktarı haksızlık yapmayacağına, O’nun asla yalan söylemeyeceğine, yapılan bir iyiliği asla karşılıksız bırakmayacağına inanır.
Bu demektir ki mümin Allah’a inanırken ve Allah’ı severken, O’nun zatı ile birlikte adaleti, merhameti, vefayı, sabrı, hilmi, ihsanı da sever. Yine O’nu severken zulümden, gaddarlıktan, yalancılıktan, nifaktan nefret eder.
Allah’a inanıp O’nu seven birinin adalet, merhamet, vefa gibi değerleri sevmemesi; zulüm, yalan gibi düşüklükleri sevmesi kendi inancı ile ters düşmesi anlamına gelir.
2. Allah, ahlakî erdemleri sevip emretmekte, ahlakî kötülüklerden nefret edip yasaklamaktadır.
Kur’an’ın her bir emri, Allah Resûlü’nün her bir hadisi bize ahlakî erdemleri emretmekte, kötülükleri yasaklamaktadır. Bir başka deyişle Allah, kendisi üstün vasıflara sahip olduğu gibi bu üstün vasıflarının kullarında da tecelli etmesini istemekte, emir ve yasaklarını bu şekilde yönlendirmektedir. Biz buna “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak” diyebiliriz.
3. Allah, ahlakî erdemlere sahip olanları ödüllendirecek, ahlaken kötü durumda olanları cezalandıracaktır.
Bir mümin, zerre miktarı iyiliğin ve zerre miktarı kötülüğün karşılıksız kalmayacağına, yalnızca amellerimizin değil bu amellerimize yönlendiren niyetlerimizin de dikkate alınacağına inanır. İç dünyasını, huylarını, karakterini, davranışlarını buna göre şekillendirmek için gayret eder.
Görüldüğü üzere işin üç boyutu var: 1) Allah’ın kendisi bütün ahlakî üstünlükleri sahiptir. 2) Allah, insanların da bu üstün ahlakî özelliklere sahip olmasını talep etmektedir. 3) Allah, ahlakî üstünlüklere sahip olanları ödüllendirecek, bunun aksine davrananları cezalandıracaktır.
Şimdi, dosdoğru bir Allah inancına sahip olmayanlar açısından şu soruları soralım:
Bir mümin için iyiliklerin temelinde ve kaynağında Allah vardır. Allah’a inanmayan bir kimse açısından en büyük sorun, bu iyilik ve erdemleri nereye dayandıracağı meselesidir. Bu soruya “vicdan” diye cevap vermek isteyenler çıkabilir. Ancak ne olduğu, sınırlarının nerede başlayıp bittiği bilinmeyen bu soyut kavram bu soruya tam bir cevap teşkil etmez. Her şeyden önce yeryüzünde kötülük yapan, erdemli ve faziletli davranıştan uzak duran insanlarda bu vicdan var mı yok mu? Vicdan denilen şey insanı nasıl harekete geçirecek, kötülüklere karşı nasıl frenleyecek?
Sözün burasında Mehmet Akif’in şu dizelerini hatırlayalım:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın…
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.
Sözü uzatmamak adına burada bir dua ile kapatalım:
Rabbimiz kendisine hakkı ile iman eden, O’nun taleplerine boyun eğen, kötülükten uzak duran, iyiliklere koşan kullarından eylesin.
Kim istemez ki? Bugün tam da bu konuda çok güzel bir açıklama gördüm. İşin aslı şu: Sabah Nahl sûresi okurken daha önce defalarca okuduğum bir âyet üzerine tefsirlerde bir araştırma yaptım. Araştırma yaptığım âyet şu idi:
“Erkek veya kadın her kim mümin olduğu halde salih amel işlerse ona güzel bir hayat yaşatırız ve onlara ecirlerini yapmakta oldukları şeylerin en güzeli ile veririz.” (Nahl, 97)
Fahreddin Râzî’nin tefsirinde çok hoşuma giden açıklamalar gördüm. Şahsen çok istifade ettim. Ancak bu açıklamaları o haliyle sunmak birçok kimse için anlaşılmaz olabilirdi. Bu sebeple o açıklamaları kendimce yorumladım, değiştirdim, günümüze uyarladım, örneklendirdim.
İki mesele üzerinde duralım:
1. Âyetteki “güzel / hoş hayat” ile ne kastediliyor?
Sokakta bir röportaj yaparak insanlara “güzel / huzurlu hayat nedir?” diye sorsanız çok farklı cevaplar alırsınız. Ama duyacaklarınızın çok büyük bir kısmı maddî şeylerden ibaret olur: Bol maddî imkânlar, fiziksel güzellik-yakışıklılık, fiziksel bakımdan güzel-yakışıklı eş, lüks ev, son model araba, sağlık, evlatlar…
Bizim âlimlerimiz, âyetteki “güzel / hoş hayat” ile yukarıdakileri anlamamışlar. Onların belirttiğine göre güzel hayat şunlardan oluşuyor: Cenab-ı Hakk’ın yolu üzere olmak, helal rızık, kanaatkâr olmak, hırs ve kıskançlık gibi kötü duygulardan uzak bulunmak.
2. Güzel / hoş hayat yaşamanın sebepleri nedir?
Fizikî görünümü, maddî durumu, toplumsal şartları ne olursa olsun şuurlu bir müminin psikolojik durumu her zaman bir kâfirden veya şuursuz bir müminden daha güzel ve hoştur. Bunun sebeplerini şu şekilde ortaya koyabiliriz:
a. Mümin, şu dünyada herkesin rızkının Allah tarafından tayin ve takdir edildiğini, dünyada Allah’ın bilgisi, iradesi ve gücü dışında bir yaprağın bile kımıldamayacağını, Allah’ın rahmet, hikmet ve adalet sahibi olduğuna iman eder. Bu yüzden Allah’ın her türlü takdirine razıdır. Kendisi için hayır ve maslahatın Allah’ın takdirinde olduğunu bilir, inanır. Kâfir veya şuursuz mümin ise bunlara inanmadığından veya inansa bile bunlardan gafil olduğundan sanki dünyadaki olaylar Yüce Allah’ın kontrolünde değilmiş de kendiliğinden oluyormuş gibi düşündüğünden sürekli bir üzüntü, sıkıntı, psikolojik baskı altındadır. Sürekli bir yalnızlık duygusu içindedir. Şuurlu mümin Allah’a iman, O’na sığınma, O’na tevekkül etme, O’ndan razı olma, O’na dua ve iltica etmesi sebebiyle hiçbir zaman kendisini yalnız, sahipsiz, güvensiz hissetmez.
b. Şuurlu mümin, dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu, bu hayatta herkesin hayırla da şerle de imtihan edileceğini, tarih boyunca en çetin imtihanlara peygamberlerin ve sâlih insanların tutulduğunu bilir. Kendisinin de bu imtihanın dışında olmadığını, bir gün kendisinin başına da bir takım musibetlerin gelebileceğini bilir, buna hazırlıklı olur. Başına geldiğinde de buna razı olur. Kâfir veya şuursuz mümin bu bilgiden gafil olduğundan başına bir musibet geldiğinde buna hazırlıksız yakalanır, dünyası yıkılır, hayata kahreder.
c. Kalp ancak Rabbini bilmek ve anmakla huzur bulur. Şuurlu müminin kalbi Rabbinin marifet nurlarıyla aydınlanmıştır; çünkü o Rabbini tanımaya çalışan kişidir. O’nun isim, sıfat ve fiillerini Kur’an ve Sünnetin belirttiği şekliyle benliğine nakşeder. Baktığı her şeyde Rabbinin isim ve sıfatlarının yansımalarını görür. Rabbinin marifetiyle iç dünyası dolu olan bir kimsenin kalbinde hüzün ve hayal kırıklıklarına yer kalmaz. Yaşadığı her şeyi Rabbinin takdiri bildiği için Rabbinin takdirinden yine O’nun kaderine sığınır, O’ndan O’na kaçar. Kâfir veya câhil Rabbini tanımadığından onun kalbi boştur. Kalbi Rabbinden boş olan bir kimsenin kalbi her türlü hüzün, stres, hayal kırıklığı ile dolmaya müsaittir.
d. Şuurlu mümin âhiret odaklı yaşar. Ebedî ve katıksız mutluluğun yalnızca âhirette olduğunu bilir. Dünya mutluluklarının gelip geçici olduğunu bildiğinden kalbini bunlara bağlamaz. Dünyada bir iyilik ve güzellikle karşılaştığında buna şükreder ama bunu gözünde büyütmez; çünkü hiçbir dünyevî mutluluk kalıcı değildir. Şuurlu mümin asıl bedbahtlık ve mutsuzluğun âhirette olduğunu bilir, dünyadaki musibetleri gözünde büyütmez. Kâfir veya şuursuz mümin âhiret odaklı yaşamadığından tüm mutluluk planlarını dünya üzerine yapmıştır. Bu sebeple dünyada bir iyilik ve güzellikle karşılaştığında bundan dolayı aşırı sevinir. Tüm mutsuzluk ve bedbahtlığı dünyada zannettiğinden dünyada karşılaştığı bir musibeti en büyük musibet gibi görür.
Bu âyet, iman edip de sâlih amelde bulunanlara birbirinden değerli iki müjde veriyor:
1) Ona güzel bir hayat yaşatılacak.
2) Onlara mükâfat verilirken, yapmış oldukları amellerinin en güzeli üzerinden mükâfat verilecek.
Bir kimseye mükâfat verilirken “yaptıklarının en güzeli ile verilmesi” ne demek? Bu konuda tefsir kitaplarında farklı yorumlar var. Ancak bu yorumlar içinden bir tanesi öteden beri benim dikkatimi çekiyor. Bu yorumu dikkate aldığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Bir ömür boyunca kıldığınız namazları düşünün. On binlerce vakit namaz… Bunları yaparken her zaman aynı standardı tutturamıyoruz. Bazen öyle huzurlu, sâkin, dingin, huşûlu bir şekilde kılıyoruz ki… Namazın her bir anını ruhumuz ve kalbimiz hissediyor. Tüylerimiz diken diken oluyor. Hatta ruhunuzun damağında o namaz öyle bir tat bırakıyor ki “ben daha önce hiç namaz kılmamışım” diyorsunuz. İşte Rabbimiz yukarıdaki âyette diyor ki: Eğer siz iman eder ve sâlih amel işlerseniz ben sizin namazlarınıza mükâfat verirken, ömür boyu kıldığınız namazlar içinden en üstün olanını baz alacağım. Yaptığınızın en güzeli üzerinden bütün namazları değerlendireceğim.
Aynı şeyi oruç, zekât, kurban, hayır hasenat yani her türlü salih için düşünebilirsiniz.
Şöyle bir şey akla gelebilir: Bunu bilmek kişiyi rehavete sevk edebilir. Hayatındaki her bir sâlih amel, onlar içindeki en iyisi üzerinden değerlendirilince bu durum kişinin işini ciddiye almamasına yol açabilir.
Buna şöyle cevap veririz: Hayır! Tam tersine, bir mümin, Allah’ın kendisine vereceği mükâfatları, yaptığı en üst kalitedeki amel üzerinden vereceğini duyunca hep en iyisini, daha iyisini yapma gayreti içinde olur.
Kim bilir, belki de bu sebeple Rabbimiz “O, ölümü ve hayatı hanginizin daha güzel/en güzel amel işleyeceğini denemek için yaratmıştır.” (el-Mülk 67/2) buyururken bunu kastetmiştir. Çünkü âyette “kötü/çirkin” amelden veya “güzel amel”den söz etmiyor. “En güzel amel”den söz ediyor.
O zaman buradan şu sonuç çıkıyor:
Bir kimsenin bir ameli ne kadar yaptığından daha önemlisi nasıl yaptığıdır. Bir elmas parçası nasıl ki bir kamyon camdan daha değerli ise bu da öyle.
Huşû kılınan bir namaz, huşûsuz kılınan bin namazdan daha faziletlidir.
İhlas ile tutulan bir oruç, ihlassız bütün ömrü oruçlu geçirmekten daha hayırlıdır.
Kalbini ve aklını vererek okunan bir âyet, gaflet içinde Kur’an’ı defalarca hatmetmekten daha üstündür.
Rabbimiz amellerimizi en güzel şekilde yapmayı ve böylece mükâfatlarımızı da en üst şekilde elde etmeyi nasip eylesin. Bizleri Allah için gayret gösterirken tembellik, gevşeklik, riya, gayretsizlik ve gafletten muhafaza buyursun.
Bu düşünce tarzı bu şahsa özgü olmayıp bir zihniyeti ortaya koyuyor. Bu zihniyete göre “Allah’a inanmak”, tamamen zihinsel, soyut bir kavrama indirgenmiş. Sanki Allah’a inananlar, matematikteki pi sayısı gibi zihinsel bir kavramın varlığını kabul etmişler, hepsi o kadar.
Oysa Allah’a inanmak demek, Allah dediğimiz varlığın zihnimizde bir kavram olarak veya zihnimiz dışında bir gerçeklik olarak var olduğunu kabul etmeye indirgenemez. Bu, İslam’ın Allah inancı olmayıp olsa olsa deizmdeki veya tahrif edilmiş dinlerdeki tanrı inancı olabilir.
İslam’ın Allah inancı, sadece Allah diye bir varlığın var olduğunu kabul etmek değildir! Bunu, İslam’ın geldiği topraklardaki Mekke müşrikleri de kabul ediyordu!
İslam’ın Allah inancı, Allah’a bütün sıfatlarıyla birlikte inanmaktır. Bu sıfatların her biri insan hayatına, yaşantısına, ahlakına, tavır ve davranışlarına yön veren sıfatlardır.
Ben Allah’ın Rahman ve Rahîm olduğuna inandığımda O’nun rahmetine erişebilmek için davranışlarımı O’nun istediği kıvama çekmek zorunda olduğumu kabul ediyorum demektir.
Ben Allah’ın her şeyi gören, her sözü işiten, kalplerden geçeni bilen bir ilah olduğuna inandığımda davranışlarıma, sözlerime, iç düşüncelerime dikkat etmem gerektiğini düşünüyorum.
Ben Allah’ın adalet sahibi olduğuna inandığımda, yaptığım her bir davranışımdan hesaba çekileceğime, zerre miktarı hayır ya da şer işlemişsem bunun karşılığını göreceğime inanıyorum. Nefsimizin ölçüsüz arzu ve isteklerine gem vurmam gerektiğini, heva ve arzularıma set çekmem gerektiğini kabul ediyorum.
Allah’ın hangi sıfatını ele alırsanız alın bu sıfatların her birine inanmak benim hayatımda inançlarımı, tutum ve davranışlarımı doğrudan etki eden şeylerdir.
Sadece Allah inancı değil, diğer iman esasları da böyle.
Ben “melek” diye bir varlığa iman ettiğimde sadece soyut bir şeyin varlığını kabul etmiş olmuyorum. Görünen âlemin gerisinde bir de görünmeyen âlemin var olduğunu, bu âlemde yapıp ettiğim her şeyin melekler tarafından kayıt altına alındığını, hiçbir zaman yalnız olmadığımı düşünüyorum. Hiç kimsenin görmediği bir yerde bile takip altında olduğumu düşünüyorum, davranışlarıma buna göre yön veriyorum.
Ben peygamberlere inandığımda, hayatımda kendilerini örnek, önder ve rehber edineceğim kimseler bulunduğunu, onların davranışlarına göre hayatımı düzenlemem gerektiğini kabul etmiş oluyorum.
Ben kitaplara inandığımda hayatımda uymam gereken kurallar bulunduğunu kabul etmiş oluyorum.
Âhiret gününe inandığımda bir sınavda olduğumu, her davranışımın karşılığının bir gün görüleceğini kabul etmiş oluyorum.
Kadere iman ettiğimde, evrende meydana gelen her şeyin bir ölçüye göre yaratıldığını, Allah’ın bilgisi, iradesi ve kudreti ile meydana geldiğini, yaptığım iyilik ve kötülüğün sorumluluğunun bana bırakıldığını, tercihlerimden sorumlu olduğumu kabul etmiş oluyorum.
Hangi iman esasını alırsanız alın bunların hiçbirisi zihinsel, soyut, hayata yansımayan kabuller değil. Bunların tamamı hayatımın her bir anına yön veren ve beni faziletli, erdemli davranmaya sevk eden hususlar.
“Eğer öyle ise niçin iman edenlerde bu değerleri, üstün davranışları göremiyoruz?” diye sorulabilir.
İmanı hayata yansıtmada problemler olabilir. Bu durum, imanın kendisinin yanlış olduğunu göstermez. Siz bir yemek tarifi kitabındaki yemeği doğru dürüst yapmayı beceremediğinizde bunun suçlusu o kitap olmaz, siz olursunuz. Uygulamadaki yanlışlardan hareket ederek bir kuralı, teoriyi, yapıyı eleştirirsek yeryüzünde hiçbir kurum, yapı ve kural kalmaz. Çünkü uygulamada illa ki başarısızlıklar olur.
Her gün trafik kazaları meydana geliyor ve onlarca kişi yaralanıyor, ölüyor, maddî hasarlar meydana geliyor. Bu durum karşısında siz, “demek ki trafik kuralları kazaları önlemede başarısız” diyebilir misiniz? Tabi ki hayır! Bu durumda biz ne diyoruz: “Lütfen trafik kurallarına hassasiyetle uyalım” diyoruz değil mi? İşte aynı şey İslam’ın hükümleri için de söz konusu.
Rabbimiz, bizlere kendisinin razı olacağı şekilde iman edip salih ameller işlemeyi nasip eylesin. Bizleri imandan, İslam’dan ve ihsandan ayırmasın.
Eğer iman ediyorsanız öyle bir hazineye sahipsiniz ki…
Rabbimiz, inanan kimselerin hayatlarında karşılaştıkları bir takım acıları ve sıkıntıları inanmayan kimselerle mukayese ederek şöyle buyuruyor:
“Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah’tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz.” (Nisâ 104)
Hayat bir imtihan… Bu hayatta insanlar iyiliklerle sınandıkları gibi zorluklar, sıkıntılarla da sınanıyor. Bu durum bütün insanlar için geçerli. İnanan bir kimse nasıl hasta oluyorsa inanmayan da oluyor. İnanan bir kimse nasıl açlık çekiyorsa inanmayan da çekiyor. İnanan bir kimse nasıl maddî kayıpla karşılaşıyorsa inanmayan da karşılaşıyor.
Demek ki hayatın acı-tatlı olayları, nimet ve sıkıntıları iki taraf için de müşterek.
Ama arada çok önemli bir fark var!
İman eden kimsenin Rabbine itimadı, O’nun vaadine güveni var. Bir umudu var onun. Attığı her bir adımda mutlu bir sona doğru yaklaştığını düşünüyor. Bu hayat öyle ya da böyle bitecek ama bunun ardından sonsuz bir hayat başlayacak. Üç günlük dünyada sıkıntı da çeksem, sonsuz hayatım mutlu olacaksa dert değil. Eğer iyileşeceğinizi ümit ediyorsanız ilacın acılığına katlanabilirsiniz. Eğer iftar edeceğinizi ümit ediyorsanız oruçlu iken yaşadığınız açlığa sabredebilirsiniz.
Peki ya ümidi olmayan inançsız bir insan? Onun kendisine sığındığı bir Rabbi yok! Onun sonsuz bir hayata kavuşma, cennete gitme ümidi yok! Onun, ölüp giden yakınlarıyla bir gün bir araya gelme gibi bir beklentisi yok!
Geçen her bir gün ölüme bir adım daha yaklaştırıyor onu. Ağaran her bir saç teli, buruşan her bir deri ona dönülmez yolculuğu hatırlatıyor.
Eğer bu âlemin bir Rabbi varsa -ki var- ve siz Ona iman ediyorsanız, O’nun da size bir vaadi varsa -ki var- o zaman bu hayat çekilebilir bir hayattır. Eğer bu âlemin bir Rabbi olduğuna inanmıyorsanız o zaman her şey boş, her şey karanlık, her şey anlamsız ve amaçsızdır. Yaşadığınız her mutlu an, solmaya mahkûm bir çiçek, ölmeye yazgılı bir kelebek gibidir.
Rabbimiz var ve Onun da bize vaadi var. Bu ümit, bizim kendi hayal dünyamızda yarattığımız bir avuntu ve kuruntu değil. Fıtratlarımızn en derininden, benliklerimizin kökünden kopan bu ses bir züğürt tesellisi değil. Biz, kendi zihnimizde yarattığımız bir cennetin tesellisi ile avunuyor değiliz. Biz, Rabbimizin insanlığın ilk ana-babaları olan Hz. Âdem ve Havva’yı içine koyduğu, nimetlerinden tattırdığı, vasıflarını yüzlerce âyette tarif ettiği bir cennetin varlığına iman ediyoruz.
Sonsuz âlemi var edene hamdolsun. Bizi imanımız sayesinde ümit sahibi kılan Allah’a hamdolsun.
Rabbimiz bizleri imanımızdan ve ümidimizden ayırmasın.
Kur’an’ın en sarsıcı ifadelerinden biri, Hz. Nuh’un kavmine söylediği şu sözdür:
“Size ne oluyor da Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?” (Nuh 71/13)
Gelin bu âyetin verdiği mesaj üzerinde kısaca duralım:
Âyet, Rabbine karşı boyun eğmekten geri duran her bir insana mealen şöyle diyor:
Ey insan! Sende Rabbine karşı bu dikbaşlılık da neyin nesi? Yoksa büyüklüğü Ona yakıştıramıyor musun? O senin Rabbindir, rakibin değil ki!
Sen, kendi hemcinslerin olan insanları kıskanabilirsin. Onlara büyüklüğü yakıştıramayabilirsin. Nefsine ağır geldiğinden, gururuna yediremediğinden, kendisiyle rekabet halinde olduğundan senin gibi etten ve kemikten olan bir insana itaat etmekten geri durabilirsin. Her ne kadar bu konuda haksız olsan da bu tavır bir yere kadar anlaşılabilir.
Gelgelelim âlemlerin Rabbi olan Allah karşısındaki bu kibrin, dikbaşlılığın da neyin nesi? Yoksa hâşâ Ona büyüklüğü yakıştıramıyor musun? Yoksa Ona boyun eğdiğinde alçalacağını, onurunun iki paralık olacağını mı düşünüyorsun? Yoksa Ona başkaldırdığında onurlu olacağını mı düşünüyorsun? İblis de aynı şeyi yapmadı mı?
Yoksa sen Allah ile insanları bu konuda bir mi tutuyorsun?
Seni yoktan yaratan O değil mi? Seni şu anda yaşatan O değil mi? Kalbinin atışlarını, damarındaki kanın dolaşımını Ona borçlu değil misin?
Gözünü yaratan O, görmeyi yaratan O, görülecek varlıkları yaratan O değil mi?
Kulağını yaratan O, işitmeyi yaratan O, sesleri yaratan O değil mi?
Sahip olduğunu zannettiğin her şey aslında Onun değil mi? Elin ve ayağın, dilin ve dudağın, gözün ve kulağın sana mı ait Ona mı?
Seni yolculuğuna bir damla su halinden başlatan, anne rahminde aşamalardan geçirerek besleyen, sonra dünyaya getiren, annenin göğsünde senin için sütü yaratan, sonrasında ağzında dişleri var eden O değil mi?
Zora ve dara düştüğünde ilk Onun adı aklına gelmiyor mu?
Bir gün ölüp gittiğinde Onun huzuruna gitmeyecek misin? Ona hesap vermeyecek misin?
Öyleyse ey insan, seni sonsuz cömertlik sahibi olan Rabbine karşı aldatan nedir? (İnfitar 6) Onun büyüklüğünü kabul ve itiraf etmekten alıkoyan nedir?
Daha ne kadar zaman Ona boyun eğmeksizin bekleyeceksin?
Şunu bil ki son nefes geldiğinde her insan Onun büyüklüğünü kabul etmek zorunda kalacak. İstersen Firavun’a bak! “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diye tanrılık iddia eden Firavun, suda boğulurken “ben iman ettim, O’na teslim oldum” demedi mi? Peki Allah ona ne dedi: “Şimdi mi (iman ettin)! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus 91)
İş işten geçtikten sonra kıymeti yok ki! Can tende iken, ruh bedende iken yapacaktın!
Ey insan, yol yakınken, can kuşu tende iken gel Rabbine dön. “Şimdi mi?” denilenlerden olma!
Rabbimiz! Biz senin büyüklüğüne iman ettik, her daim “Allahu ekber (Allah tek büyüktür)” dedik. Bizleri can tende iken, ruh bedende iken sana itaat edenlerden eyle. Bizleri dünyadan göç ederken aklı başına gelen ve geç kalanlardan eyleme. Şimdi ve burada bizleri Sana teslim olanlardan eyle!
Bir gün peygamberimiz otururken bir adam gelerek “Ey Allah’ın Resûlü! Bana bir öğüt ver ama [aklımda tutabileceğim şekilde] kısa olsun” dedi. Bunun üzerine peygamberimiz ona şöyle söyledi:
“1. Namaza kalktığın zaman, [hayata] veda edecek olan kimsenin namaz kılması gibi namaz kıl.
2. Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü konuşma.
3. İnsanların ellerinde olandan tam anlamıyla ümidini kes [onlara gözünü dikme].”
(İbn Mâce, Zühd, 15)
Peygamberimiz, kendisinden az ve öz tavsiye eden bir mümine öyle güzel üç tavsiyede bulunuyor ki… Bir kimse hayatında bu üç ilkeyi yerine getirse başka bir şeye ihtiyaç kalmaz. Bunlara kısaca bakalım:
1) Son namazını kılıyormuş gibi namaz kıl!
Namaz dinin direği, Allah ile kul arasındaki irtibat, hayatımızın çivisi.
Diyelim ki yoğurt yapmak istiyorsunuz. Güzel bir yoğurt için mayanızın sağlam olması gerekir. Küçük bir maya, kocaman bir sütü yoğurda dönüştürdüğü gibi rükün ve şartlarına riayet edilerek kılınan bir namaz da hayatımızı o şekilde mayalar.
Namaz, Allah ile ilişkimizde gömleğimizin ilk düğmesi gibi. O düğmeyi doğru iliklemişsek gerisi de düzgün olur. O düğme yanlış iliklenmişse gerisi de bozuk olur.
Namaz hayat trenimizin lokomotifi, hayatımızdaki diğer şeyler ise vagonlar gibi. Lokomotif düzgün giderse vagonlar da düzgün gider.
Böylece peygamberimiz, kendisinden öğüt isteyen kişiye, Allah ile ilişkisini düzgün hale getirmesi için en temel uyarıyı yapmış oluyor.
2. Özür dilemek zorunda kalacağın şeyleri konuşma!
İnsanlarla ilişkimiz büyük ölçüde dilimizden çıkanlara bağlıdır. Yalan-dolan, dedikodu, iftira, küfürlü sözler insanlar arasını en çok bozan şeylerdir. İnsanlar, doğru sözlü, az ve öz konuşan, ne söylediğini bilen, lafını ölçüp tartıp konuşan kimseleri severler.
Peygamberimiz verdiği öğütte bu şahsa (ve hepimize) sözü söylemeden önce iç dünyasında ölçüp tartmasını söylüyor. “Bu söz başıma ne getirir? Yarın özür dilemek zorunda kalır mıyım?” diye düşünmeli… Ağzına geldiği, aklına estiği gibi konuşmamalı insan.
3. İnsanların ellerindekine göz dikmemek.
İnsanlarla ilişkinin ikinci altın kuralı onların sahip olduğu mal-mülk, makam-mevki gibi şeylere göz dikmemek, onları kıskanmamaktır. Herkesin rızkı, nasibi kendisine özeldir. Eğer karşımızdaki kişi, sahip oldukları şeylere helal yoldan sahip olmuşsa bunda göz dikip kıskanacak bir şey yoktur. Bunun için ancak o kişiye bereket duasında bulunulur. Eğer karşımızdaki kişi sahip olduklarını haram yoldan elde etmişse bizim buna göz dikmemiz, haram olan bir şeye heves etmemiz zaten söz konusu olamaz. Hiç kimse kimsenin rızkını yiyemez. Her insana ayrı özellikler bahşedilmiştir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin.” (Nisâ 32)
Bu hadis üzerine bir kitap yazılabilir ama biz bununla yetinelim.
Peygamberimizin (s.a.v.) hayatı ve olayları ne kadar güzel kavradığı, kısacık bir cümleye bir hayat felsefesi yerleştirdiğini başka pek çok olay ve hadiste gördüğümüz gibi bu hadiste de görüyoruz.
Rabbimiz, kendisinin razı olduğu, elçisinin tarif ettiği gibi duyarlı, şuurlu müminlerden olmayı cümlemize nasip eylesin.
Âhiretteki cennet ve cehennemi biliyoruz. Ancak bir de dünyada bunun yansımaları var. Kur’an’da iki âyet var ki bunlardan biri bize dünya cennetini, diğeri ise dünya cehennemini tanıtıyor.
“Dünyadaki cennet” ile ilgili Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain (huzurlu) olur.” (Ra’d 28)
Hayatı çekilir kılan şey insanın kalbinin yatışmış, dingin, huzurlu olmasıdır. Zaten hayattaki bütün çabamız bunun için değil mi? Eğer kalbinizde huzur yoksa kalıbınız neye sahip olursa olsun hiçbir kıymeti yoktur. Ağız tadıyla yiyemedikten sonra yemeğin güzel olması, rahat uyuyamadıktan sonra yatağın ortopedik olmasının, huzurlu yaşayamadıktan sonra evin geniş olmasının bir yararı olur mu?
İnsana kalp huzurunu, iç dinginliği sağlayacak olan şey imandır. İman hayatımızdaki bütün belirsizlikleri giderir. Sonsuz ilim, hikmet, kudret, merhamet ve adalet sahibi Rabbe inanmak, elinden geldiğince O’nun yolunda gayret sarfetmek insanın moral ve motivasyonunu güçlü kılar.
Bir de dünya cehennemine bakalım:
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ” (Taha 124)
Allah’ı anmayan, Allah’ın öğütlerine kulak asmayan, O’nun hayat rehberi olarak gönderdiği kitabını dikkate almayan ve bütün bunların sonucunda hayatında Allah yokmuş gibi yaşayan bir kimse açısından hayat darlıklar, sıkıntılar ve bunalımlarla doludur. Bu sıkıntı ille de maddî problem vb. bir şey olması gerekmez. Böyle bir insan açısından hayatın bir anlam ve amacı yoktur. Hayatında bir hedef, rota, kıble yoktur. Meşhur bir sözde denildiği gibi “pusulası olmayan bir gemiye hiçbir rüzgar yardımcı olamaz.”
İmam Gazâlî’nin çok güzel bir sözü var:
“Kişi, üzerinde tefekkür etmeye muhtaç olduğu bir âyeti, yüz kere bile olsa tekrar tekrar okumalıdır. Çünkü bir âyeti düşünerek ve anlayarak okumak, düşünmeden ve anlamadan bir defa hatim indirmekten daha hayırlıdır. Öyleyse kişi anlamak istediği âyeti bütün gecesini bile alsa inceleyip düşünmelidir.”
(İhyâu ulumiddîn, 4/431)
Şimdi gelin, büyük İmam’ın söylediğini yaparak Kur’an’ın bir âyetini -hem de ne âyet!- bir başka büyük İmam’ın yorumuyla aklımıza kazıyalım, gönlümüze nakşedelim.
“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle (Kur’an’la / Allah’ı anmakla / Allah’ı hatırlamakla) tatmine kavuşur.” (Ra’d 28)
Fahreddin Râzî bu âyetin tefsirinde mealen şöyle diyor:
“Kalp her ne zaman bir şeye ulaşsa mutlaka ondan daha başka ve şerefli bir hale intikal etmek ister. Çünkü cisimler âleminde hiçbir mutluluk yoktur ki lezzet alma ve arzulama bakımından ondan daha üst bir mertebe bulunmasın. Ancak kalp ve akıl, Cenab-ı Hakk’ı tanıma, O’na dair bilgileri elde etme, O’na sığınıp anma bahtiyarlığına erişince artık kesinlikle bu mertebeden daha öte bir mertebeye gitmeye gücü yetmez. Çünkü bundan daha mutlu kılan ve mükemmel olan başka bir mertebe yoktur. İşte bundan dolayı Rabbimiz: “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur” buyurmuştur. (Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 19/40)
Bunu kendi ifadelerimizle daha anlaşılır hale getirelim:
İnsan bu dünyada neyi elde etmiş, hangi makama ulaşmış, hangi başarıları kazanmış olursa olsun asla ama asla tatmin olmaz, kalıcı bir huzura ulaşmaz.
Şöyle bir hayatınıza bakın: Kendinize hedef olarak koyduğunuz yerlere geldiğinizde her şey bitiyor mu? İstediğiniz arabayı, evi aldığınızda, istediğiniz işe girdiğinizde, istediğiniz kariyeri yaptığınızda kalıcı bir tatmin ve huzur duygusu oluşuyor mu? Yoksa ulaştığınız her bir hedef bir zaman sonra anlamını yitirip sizin daha ötelere bakmanıza, yeni hedefler belirlemenize mi yol açıyor?
Bu şuna benziyor: Yoğun okul ve iş temposundayken “şu tatil bir gelse!” diye heves ediyorsunuz. Tatil gelip geçiyor ama siz beklediğiniz tatminkârlığa kavuşmamışsınız. “Şu bayram bir olsa” diyorsunuz, bayram gelip geçiyor. “Ah bir kar yağsa” diyorsunuz, kar yağıyor ve onun erimesi ile sizin beklentiniz de ortadan kalkıyor. Böylece hedefleriniz hep bir gölge gibi önünüzde gidiyor, siz gittikçe o da daha uzağa gidiyor, bir türlü yetişemiyorsunuz.
Niye böyle?
Çünkü insanın ruhunu tatmin edecek iksir yalnız ve yalnız o ruhu ona üfleyen Rabbimizi anmak, O’nun sözlerini anlayarak okumak, O’na dua etmek ve sığınmaktır. Çünkü ruh, cismanî hazlarla tatmin olmaz.
Öyleyse şu dua ile bitirelim:
Rabbimiz, ruhumuzu tatmin edecek şeyi yanlış yerlerde arayarak bir ömrü beyhude tüketmekten bizleri muhafaza eylesin. Bizleri Kendi kitabını anlayarak, düşünerek okuyan, Kendisinin isimlerini anlamlarını bilerek anan ve bununla tatmin olan kullarından eylesin.
Bugün bir âyeti okurken daha önce fark etmediğim bir özellik dikkatimi çekti. Bu âyet, kader konusunda son derece önemli bir hususa işaret ediyor.
Âyetimiz şu:
“(Cennette) onların altından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: “Bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bize bahşetmeseydi biz kendiliğimizden elde edemezdik. Hakikaten rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler.” Onlara, “İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık o sizin oldu” diye seslenilir.” (el-A’raf 7/43)
Âyette kadere ilişkin şu nükte var:
Cennetlik olanlar diyor ki: “Biz bu cennete Allah’ın bize hidayeti nasip etmesi sayesinde ulaştık. Eğer o bize bunu nasip etmeseydi biz kendi gücümüzle, kendi bilgimiz ve imkânlarımızla bu nimete asla ulaşamazdık. Dolayısıyla burada övgüye layık olan bir şey varsa o da biz değiliz, Allah’tır.”
Allah da onlara diyor ki: “Evet ben size hidâyet ettim ve siz bu sayede cennete kavuştunuz. Ama şunu bilin ki ben size rastgele hidâyet etmedim. Siz iyi ve güzel ameller işlediniz. Eğer o iyi ve güzel amelleri işlemeseydiniz ben size hidâyet etmezdim ve ben hidâyet etmeyince de siz bu cennete kavuşamazdınız.”
Bu âyet üzerine bir kitap yazılabilir ama lafı çok uzatmadan kestirmeden söyleyelim:
Cennete kavuşmanın bir ucunda kulun gayreti, diğer ucunda da Allah’ın hidâyeti vardır. Kuldan gayret olmadıkça Allah hidâyet etmez. Allah hidâyet etmedikçe kul, kendi ameliyle cennete kavuşamaz.
Bu ikisinden birini yok saymak kaderi anlamamak demektir. Buna göre;
Eğer siz amel etmez, gayret göstermez, kılınızı kıpırdatmazsanız Allah da sizin elinizden tutmaz, sizi cennete giden yola koymaz, ayaklarınızı sabit kılmaz, işlerinizi düzeltmez. Eğer siz gayret gösterir, çabalar ve Allah’tan da hidâyet talep ederseniz Allah sizi sonuca ulaştırır.
Kim ki gayret ve amel olmaksızın cennete gidebileceğini düşünüyorsa o kişi aldanmıştır. Kim ki Allah’ın hidâyeti olmaksızın sadece kendi ameliyle, çabasıyla ve gayretiyle cennete gidebileceğini düşünüyorsa o kişi de aldanmıştır.
Kadere ilişkin bu meseleyi sadece cennete kavuşma konusunda değil her konuda uygulayabilirsiniz. Siz gayret edersiniz, Allah rızık verir. Siz gayret edersiniz, Allah şifa verir. Siz gayret edersiniz, Allah, yer ve göğü seferber eder.
Ne diyordu Rabbimiz?
“Bizim uğrumuzda gayret gösterenlere biz yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut 29/69)
Rabbimiz! Bizleri de senin rızana uygun bir şekilde ameller işleyen, bu sayede senin hidâyetine layık olup cennete giren kullarından eyle.
Rabbimiz Kur’an’da sıklıkla iman ve inkâr, mümin ile kâfir arasında mukayeseler yapar. Her defasında konuyu başka bir noktadan, değişik bir açıdan gözler önüne serer. Şimdi bunlardan birine bakalım. O şöyle buyuruyor:
“Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve o vaad edilen şeye kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçimliklerinden yararlandırdığımız, sonra da kıyamet günü (hesaba çekilmek için) huzura getirilecek kimse gibi midir?” (Kasas 61)
Şimdi iki kişi düşünelim…
Bunların biri kendisini yaratan Rabbini tanımış ve bilmiş, O’na şeksiz şüphesiz iman etmiş. Hiçbir şeyi O’na denk tutmamış. O’nun gönderdiği elçiye, indirdiği kitaba inanmış. Peygamberi bir rehber, Kur’an’ı bir yol haritası bilmiş.
Bu kişinin hayatında hiçbir belirsizlik yok. Kendisini kimin yarattığını, niçin yarattığını, sonunda ne olacağını biliyor.
Hayatında hiçbir boşluk yok. Neleri, ne zaman, nasıl, niçin ve nerede yapması gerektiğini biliyor. Kafasında karanlık nokta kalmamış, Rabbinin nuruyla her nokta aydınlanmış. Yürüdüğü yol açık, hedef belli.
Bir diğer kişi düşünelim… Dünyada niçin var olduğundan habersiz. Kendisini kimin yarattığını bilmiyor. Bilse de O’na önem vermiyor, gaflet içinde yaşıyor. Hayatında ne rehber var, ne de yol haritası. Hayatında hiçbir şey belli değil. Ne için yaşadığını, ne yapması gerektiğini bilmiyor. Rüzgarın savurduğu yaprak gibi, pusulasız bir gemi gibi rüzgar nereden eserse o tarafa gidiyor.
Hayatın yükünü kendi omuzlarına almış, karşılaştığı zorluk ve sıkıntılarda dayanacak noktası yok. Tevekkülü, tahammülü, sabrı, şükrü bilmiyor. Nimet elde ederse azıyor, nimet elden gidince kızıyor.
Allah, o ilk kişiye güzel bir vaadde bulunmuş. Eğer yolundan sapmazsa, düzgün bir şekilde devam ederse hem dünyada hem de âhirette kurtuluş vaad etmiş. O kişi de buna güvenmiş, iman etmiş. “Ben kurtuldum” diye kesin bir düşüncede olmasa da “bu şekilde devam etmem halinde Rabbimin izin ve inayetiyle kurtuluşa kavuşabilirim” diye ümit ediyor. Bir ümidi olmanın ne demek olduğunu bilir misin? Oruçlu iken “akşam iftar edeceğim” diye ümit etmek, gün içindeki açlık ve susuzluğu nasıl dayanılır kılıyorsa müminin “bir gün Allah izin verirse cennete gideceğim, sonsuz kurtuluşa ereceğim” diye ümit etmesi dünyanın bütün sıkıntılarını hafifletiyor.
Şimdi bu kimse diğeri gibi olur mu? Diğeri dünyadaki imkânları tepe tepe kullanıyor. Hesap kitap derdi olmadığından gününü gün etme peşinde. Ama geçen her günün onu ölüme yaklaştırdığının farkında. Bir gün öleceğini düşündükçe, yaşıtlarının birer birer göçtüğünü görünce hiçbir şey teselli olmuyor. Bu kişi bir gün yapıp ettiği her şeyin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna getirilecek. Ama o bunun farkında değil! Farkında olsa da işin ciddiyetini kavramamış! Bütün bunlardan daha kötüsü ise bu kişinin “sonsuz hayatta mutlu olmak” gibi bir inancı ve ümidi yok. Her şey şu fani dünya ile sınırlı, her şey göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden fâni bir ömürle sınırlı…
Hiç bu ikisi bir olur mu?
Bizleri Müslüman kılan, bu rotada devam etmemiz halinde güzel bir vaadde bulunan Rabbimize hamdolsun. Bizleri uçsuz bucaksız çöllerde, engin okyanuslarda kılavuzsuz ve rehbersiz dolaşmaktan ve bocalamaktan kurtaran Rabbimize hamdolsun.
“Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, “Rabbinize inanın!” diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik.
Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.
Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın!” (Âl-i İmran 193-194)
İki kişi düşünelim.
Manzarası mükemmel olan bir yere pikniğe gitmişler. Birisi manzaranın her bir detayına kendini kaptırmış. Gördüğü her bir güzellik, dinlediği her bir ses ruhunu ferahlatıyor, ona sıkıntılarını unutturuyor, stresini yok ediyor.
Diğer kişi ise elinde cep telefonu ile oynuyor. Manzaranın câzibesinin farkında bile değil. Ne gözü etraftaki güzellikleri görüyor, ne de kulağı kuş cıvıltılarını. Bedenen tabiatın içinde ama ruhu sanal dünyalarda.
Bu iki kişinin durumu bir olur mu?
Namaz da manzarası mükemmel bir yerdeki piknik gibidir.
Bir mümin var ki o manzaranın her bir detayına hakkını veriyor. Okuduklarının anlamını öğrenmeye çalışmış, okudukça bunları düşünüyor. Kimin huzurunda olduğunun farkında. Rükû ve secdeyi ne için yaptığını biliyor.
Diğer bir mümin daha var. Bedeni Rabbinin huzurunda ama ruhu değil! Aklı ve fikri sürekli başka şeylerde. Ne okuduğu şeylerin anlamı üzerine düşünüyor, ne rükû ve secdenin hikmetini kavrıyor.
Şimdi bu ikisinin kıldığı namaz bir olur mu?
Rabbimiz Kur’an’da “Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” (Ankebut 45) buyuruyor.
Ama hangi namaz?
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar” (Müminûn 2)
İşte bu şekilde kendini vererek, hissederek, hazmederek kılınan namaz.
O namaz, gönlünde huşû duyguları bulunanlara ağır gelmez. Ne buyuruyordu Rabbimiz:
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o , Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (Bakara 2/45)
Evet… Namaz, müminin hayatının lokomotifidir. Hayatımızın diğer bütün faaliyetleri onun ardındaki vagonlar gibidir. Lokomotif düzgün ve istikametinde giderse vagonlar da öyle olur.
Öyleyse Rabbimiz namazı şuurlu bir şekilde kılmayı bizlere nasip eylesin.
Davranışlarına hiç dikkat etmeyen, günah ya da ayıp gibi şeyleri umursamayan insanlar için kullanılan bir deyim var: “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz.”
Bu deyimimiz, bir insanın Allah ile ilişkisinde korkuyu, kullar ile ilişkisinde ise utanmayı öne çıkarıyor. Ama aslında Allah ile ilişkimizde de utanma diye bir duygu var. Yoksa da olmalı!
Allah’tan utanma diyebileceğimiz bu duygu durumuna “hayâ” adı veriliyor. İşte son zamanlarda Rabbimiz ile ilişkimizde en çok eksikliğini hissettiğimiz duygu bu olsa gerek!
Bir gün peygamberimiz (s.a.v.) ashabına “Allah’tan hakkıyla hayâ edin!” buyurdu. Orada bulunan sahabe “Allah’a hamdolsun biz hayâ ediyoruz” dediler. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Hayır ben bunu kastetmiyorum. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek demek insanın başını ve onda bulunanları (göz, kulak, ağız) [günaha girmekten] muhafaza etmesi, karnını ve onun içerdiklerini [şehvetini] günahtan koruması, ölümü ve toprakta çürüyüp gitmeyi hatırlamasıdır. Âhireti isteyen dünya zinetini terk eder. Kim bunları yaparsa Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî, Kıyamet, 24)
Bir insanda Allah’a karşı hayâ duygusunun oluşması için “Allah ile birliktelik” bilincinin onu kuşatması gerekir. Rabbinin sürekli kendisini gördüğünü, gözettiğini, her an kendisiyle birlikte olduğunu hisseden bir kimsenin davranışları ile bunu hissetmeyeninki bir olur mu? Bir mekânda kameraların sürekli sizi kaydettiğini bildiğinizdeki davranışınızla böyle olmayan bir yerdeki davranışınız bir olur mu?
Âlimler, Allah’a karşı hayâ duygusunu tatmaya başlayan, kalbi uyanan, ruhu dirilen bir kimsenin başka şeylerden önce şu üç şeye dikkat edeceğini söylemişlerdir:
a) Kulluğun zorluklarına katlanmak
Eğer Rabbinizin sürekli sizi görüp gözettiğini biliyor, hissediyorsanız O’nun emirlerini uygulamak size zor gelmez. Ne kadar zorluk olursa olsun buna katlanırsınız. Rabbiniz istediyse namaz kılmak, oruç tutmak, davranışlarınızda helal ve haram sınırlarına riayet etmek artık sizin için yük olmaz. Bunu cana minnet bilirsiniz.
b) Günahı kötü görmek
Rabbinizin sizi görüp gözettiğini, her an yanınızda bulunduğunu bildiğiniz anda günah işlemek size çok çirkin gelir. Nitekim peygamberimiz yukarıdaki hadiste hayâdan söz ederken göz, kulak, ağız, tenasül uzvu gibi organları günahtan korumanın hayâ olduğunu söylemişti.
c) Allah’tan şikâyetçi olmamak
Eğer Allah’a karşı hayâ duygusu bir insana hâkim olursa o kişi Allah’tan dert yanmaz, şikâyetçi olmaz. Bir sıkıntı ile karşılaştığında bunu Rabbine arz eder, O’na dua eder, sıkıntısının giderilmesini O’ndan ister.
Bütün bunlar, hayâ duygusunun daha ilk basamağı! Kim bilir daha ne aşamalar, ne yüce ufuklar var.
Rabbimiz, kendisine karşı hayâ duygusunu kuşanan kullarından eylesin. Hayâ duygusunu yitirmekten, O’na karşı arsız ve umarsız olmaktan bizleri muhafaza eylesin.
Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers
%d bloggers like this: