Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)

Sorular ve Cevaplar

Melekler gibi cinler ve şeytanlar da beşere ait zahiri duyu organlarıyla algılanamayan, varlığı gerek Kur’an’da gerekse hadislerde açık bir biçimde haber verilen varlıklardır. Bu itibarla onların varlığını inkar etmek, anlamları gayet açık olan ayet ve hadisleri inkar anlamına gelir.

Madde ve fizik ötesi varlıklardan biri de ‘cin’lerdir. Cin, kelime olarak ‘örtülü ve kapalı’ anlamlarını ifade eder. Istılahi manası ise şöyledir:

Muhtelif şekillere girebilen, kendilerinden acip (insanlar açısından olağanüstü bulunan) fiillerin zuhur ettiği, ateşten yaratılmış latif cisimlerdir.

Onların insanlar gibi, hem mü’min olanı hem de kafir olanı vardır. Kur’an-ı Kerim’de, yaratılışlarının söz konusu edildiği yerde, cinler ve insanlar birlikte ele alınmıştır. Mesela, bir ayette şöyle denir: “Allah insanı pişmiş bir çamurdan yarattı. Cinni de halis bir ateşten (maric bir nardan) yarattı.” (Rahman suresi, 55/14-15) Bu ayetteki ‘halis ateş’ veya ‘ateşin özü’ olarak tercüme edebileceğimiz (min mâricin min nâr) ifadesinden hareketle cinler, bir çeşit ateşten yaratılmıştır ama; bu ateş ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş ne de sadece kömür gibi siyah bir dumandır.

Bu ateş, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateştir. İşte cinler böyle bir ateşten yaratılmışlardır. Sorumlulukları açısından insanlarla olan benzerliklerine gelince: Cinler de aynen insanlar gibi kulluk için yaratılmışlardır. Nitekim bir ayette Allah (c.c.) “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat suresi, 51/56.) buyurmaktadır[1] ve yine cinler de insanlar gibi Allah’a muhatap olan iradeli varlıklardır.

Onlara da emir ve yasakları ihtiva eden ilahi mesajlar gelmiştir, dolayısıyla onlar da, bu mesajlarla sorumludurlar. Rahman suresinde, gerek “ey cin ve ins topluluğu … “(Rahman suresi, 55/33. Keza bkz. En’am suresi, 6/130) şeklindeki ifadeyle, ilahi hitaba birlikte muhatap edilmeleri, gerekse “O halde Rabbinizin hangi nimetini yok sayabilirsiniz” (Rahman suresi, 55/34) ayetleriyle sorumluluklarının birlikte hatırlatılması, bu hususu yeterince aydınlatıcı mahiyettedir.

Cinler gaybı bilmezler. Onların gaybı bilmediklerini Kur’an, -emri altında çalıştıkları Hz. Süleyman’ın (aleyhissalatu vesselam) vefatından söz açtığı- bir ayetinde şöyle beyan eder:

“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde (onlar onun ölümünü fark etmemişlerdi), onun ölümünü onlara, ancak ( dayandığı) asasını yiyen bir ağaç kurdu fark ettirdi. O ölmüş olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, cinler gaybı bilmiş olsalardı kendilerini küçük düşüren bir azap içinde kalmaya devam etmezlerdi.“ (Sebe’ suresi, 34/14)[2]
Cinlerle alakalı son olarak vurgulanması gereken bir husus da şudur: Cinler bizim görüş alanımızda bulunan varlıklar değillerdir. Şu halde bizim onları asıl mahiyetleriyle görmemiz mümkün değildir. Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş (yani bizim algılayabileceğimiz bir boyuta girmiş) şekilleridir.

Cinler, insan suretinde görünebildikleri gibi diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Nitekim Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), muhtelif hadislerinde -evlerde görülen yılanlara işaretle- ilk önce “Cin isen dışarı çık!” denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa, bunun üzerine öldürülmelerini emretmesi (Müslim, selam 139; Ebû Davud, edeb 174) bu gerçeğe ışık tutan bir delildir.

Dipnotlar
⇡1 Burada cinlerin insanlardan önce zikredilmesini, onların insanlardan önce yaratıldığının bir işareti olarak değerlendirebiliriz.
⇡2 Bu ayetten, vefat eden Hz. Süleyman’ın naaşının bir süre asasına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır. Cinler, çeşitli işlerde istihdam edilmek üzere Hz. Süleyman’ın emrine verilmişti. Bu ayette geçen ‘küçük düşüren azap’ ifadesinden onların, bu istihdamı kendilerine layık görmeyen inkarcı cinler olduğunu söyleyebiliriz. Bu cinler, Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için, -o hayattaymış gibi- istemedikleri işlerine bir süre daha devam etmişlerdi.

Madde ve fizik ötesi varlıklardan biri de ‘Cin’lerdir. ‘Cin’ Arapça bir kelime olup lügat manası itibariyle örtülü ve kapalı manasına gelir. Aynı kökten iştikak etmiş (türemiş) daha pek çok kelime mevcuttur. Bu cümleden olarak:

1) Cenân, gece demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örttüğünden ona bu isim verilmiştir. ‘Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü…’ (En’am, 6/76) ayetindeki ‘Cenne’ fiili, bu manaya gelmektedir ki, karanlık bastı demektir.

2) Cenen. Bu kelime de Arapça’da kabir ve kefen manasına gelir. Ölüyü örtmeleri sebebiyle onlara bu isim verilmiştir.

3) Cenân, kalb demektir. Nice manalar onda ve o da cesedde gizlendiğinden dolayı kalbe de ‘cenân’ denir.

4) el-Micennü, kalkan demektir. O da ‘Cin’ kökünden gelen bir kelimedir. Sahibini örttüğü için kalkana ‘el-Micennü’ denilmektedir.

5) el-Cünnetü, sütre manasınadır. Sütre ise örtü demektir.

6) Cenân, insanı örten elbise manasına da gelir.

7) İctinân, istitar, yani örtünme demektir.

8) Cenân, her gizli işe verilen bir isimdir. Emr-i hafi (gizli iş) demektir.

9) el-Cünnetü. Bu kelimenin bir manası da zırhtır. İnsanı koruyan her şeye bu isim verilir. Kadının başını yüzüyle beraber örttüğü örtüye de ‘el-Cünnetü’ denilir. Bu manadandır ki, hadiste ‘es-Savmü cünnetün; Oruç koruyucudur’ [1] denilmiştir. Oruçta insanı şehvete karşı koruyan bir özellik sözkonusudur. Yine bu mana kasdedilerek imam koruyucudur, [2]denilmiştir. Zira imam, kendisine tabi olanları dünyevî-uhrevî felaketlerden korumakta ve muhafaza etmektedir.

10) el-Cennetü. Cennet kelimesi de yine aynı kökten gelen bir kelimedir.

Cennet, ağaçları boy boy bahçeye denir. Eğer bahçede ağaç yoksa oranın adı Arapça’da ‘Hadîka’dır. Bu yönüyle Cennete bu ismin verilmesi, ağaçların sıklığı ve dalların birbirine girmesi ile bir örtü meydana getirmesi sebebiyledir. Diğer taraftan ebedi aleme ait Cennetin şu anda bizim zâhiri duygularımıza kapalı olması hikmetine dayalı olarak da Cennet’e bu isim verilmiştir.

11) Son olarak aynı kökten gelen bir başka kelimeye daha dikkatlerinizi çekelim: ‘Mecnun.’ İsm-i mef’ul kalıbında bir kelimedir ve ‘Cin’ kökünden gelir. ‘Mecnun, aklını bir şeye kaptırmış ve bu yönüyle de aklı örtülü insan demektir. [3]


[1] Buhari, Savm 2; Tevhid 35; Müslim, Sıyam 161, 162; Ebu Davud, Savm 25; Tirmizi, Cumua 79; Savm 54; İman 8; Nesei, Sıyam 42
[2] Müslim, Salat 88; İmaret 43; Buhari, Cihad 109; Ebu Davud, Cihad 151
[3] İsfehani, Müfredat, 203; İbn-i Manzur, Lisanü’l-Arab, 13/93-100

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde, cinler ve insanlar yaratılış itibariyle eşit tutulmuş ve her iki taife de hilkatleri itibariyle tafsil edilmişlerdir. Şimdi, bu ayetlerden bazılarını beraberce mütalaa edelim:

“(Allah) İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı. Cinni de hâlis ateşten yarattı.” (Rahman, 55/ 14-15)

Buradaki “hâlis ateş”, zihne yaklaştırma esprisi olarak zikredilmiştir. Bu itibarla da o, radyasyonların terkibi veya bir iyon çorbası olabileceği gibi, anti madde veya partiküllerden meydana gelen bir bulamaç da olabilir.. olabilir ama bunlardan her hangi biri olduğuna dair hüküm vermemiz mümkün değildir. Zira biz, “mâric” ve “nâr”ın ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ki böyle bir hükme varabilelim. Ancak şurası da bir gerçektir ki, melekler nasıl nurdan yaratılmış ve istediklerinde temessül edip görülebilmektedirler; aynen öyle de cin taifesi de “nâr”dan yaratılmış ve temessül edip görülebilmektedirler.

Bu konuda başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun biz, insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince onu da (insandan) daha önce, nüfuz eden kavurucu ateşten yarattık.” (Hicr, 15/26-27)

İnsan, mahiyeti itibariyle bir protein çorbasından; cin de “nârı semûm” dan yaratılmıştır. “Nârı semûm”, “vücudun bütün gözeneklerine giren ateş” manasına geldiği gibi “zehirleyen ateş” manasına da gelir. Ancak bizim için böyle bir ateşin keyfiyeti meçhuldür! Meçhuldür; zira bugün için mevcut laboratuvarlarımız böyle bir ateşi tahlile yeterli değildir.

Cinler de aynen insanlar gibi kulluk için yaratılmışlardır. Nitekim bir ayet-i kerimede Allahu Teâlâ: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 51/56) buyurmaktadır. “Cin” kelimesinin “ins”den önce zikredilmesi de cinlerin, insanlardan önce yaratıldığına dair bir işaret olabilir. Onlarda da ‘marifet-i İlahi’ şuuru vardır. Zira kulluk ancak böyle bir şuurla olur.

Yukarıda da görüldüğü gibi bu ve benzeri ayetler, cin ile insanı beraber ele almaktadır. Evet, cinler de aynen insanlar gibi Allah’a muhatab olan iradeli varlıklardır. Onlara da emir ve nehiyleri ihtiva eden İlahi mesajlar gelmiştir. Dolayısıyla onlar da bu mesajlara karşı mes’ul ve mükelleftirler.. onlar da yaptıkları iyi şeylerin mükafatını ve işledikleri kötülüklerin cezasını görme müjde ve tehdidi altındadırlar.

Cinler görülmeyen varlıklardır. Bizim, asıl mahiyet ve hüviyetleriyle onları görmemiz imkansızdır. Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş şekilleridir. Zaten yukarıda da izah ettiğimiz gibi “cin” kelimesinin kökünde mana olarak bir kapalılık vardır. Dolayısıyla cinler gözle görülemeyen latif yapılı varlıklardır. Bu husus, cinden, şeytandan bahsedilen bir ayette şöyle anlatılmaktadır: “Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.” (A’raf, 7/27)

Bu hakikatten dolayıdır ki cin taifesi ve şeytanlar, bizim onları göremediğimiz noktalardan bizi görürler. Hiç beklemediğimiz yerden, hiç beklemediğimiz anda ve hiç ihtimal vermediğimiz oyunlarla karşımıza çıkar ve zehirli oklarını sinelerimize saplarlar. Bazen onların bir bakışı batırır bizi; bazen bir lokma, bir söz, bir işaret ve bir başka pozisyon. Bir “dane”de yıkılıp giden nice selvi boylar, nice Herkül endamlar vardır. Onun için insan, daima ihtiyatlı davranmalı ve tetikte olmalıdır. Zira şeytan, insanın içine girip her zaman onu avlamak için hep tarassut halinde ve fırsat kollamaktadır.

Ayrıca, cinlerin temessülünü de anlatan pek çok ayet ve hadis-i şerif vardır.. ve bunların temessül keyfiyetleri de çeşit çeşittir. Bazen bir insan, bazen da herhangi bir hayvan şeklinde görülebilirler.

Bazı müfessirler, zikrettiğimiz ayete dayanarak cinlerin asla gürülemeyeceğini söylerlerse de cinler yapıları latif olmaları sebebiyle tıpkı melekler gibi temessül edebilirler. Bu açıdan cinlerin asli hüviyetlerini olmasa bile, temessül etmiş hallerini her zaman görmemiz mümkün ve de vâkidir.

Cin, ruh nevindendir ve şuurlu bir kanundur. Kütleler ve küreler arasındaki câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, Kürre-i Arz’ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle elektronların dönüşü gibi onun çevresinde dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ile’l-merkez (merkez çek) çekime karşılık, bir de ani’l-merkez (merkez kaç) kuvveti var. İşte bütün bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…

Şimdi, ortada hiçbir şey yok deseniz; yani o da kütle, bu da kütle; biri diğerinin etrafında dönmekte.. vs. demagoji yapmış olursunuz. Evet, şayet ortada birşey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstain’e göre hayyiz olsun, netice değişmez.

Hem mesela, bir tohumu ele aldığımızda, onda bir ‘ukde-i hayatiye’nin var olduğunu görüyoruz. Bir de bakıyorsunuz, hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden birşey oluyor. Bunda bir nümüvv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu da yine itibarî, izafî bir kanun… Ama bu kanun olmadan neşv ü nemayı da düşünemiyoruz. Mesela, taşı bir yere diktiğimiz zaman, bu kanun olmadığı için bir büyüme ve gelişme de sözkonusu olmuyor.

İşte bütün bunlar Allah’ın birer kanunudurlar; cin ve ruh dediğimiz şeyler de bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe(çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakiki birer mahiyete sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle ortaya koyar: ‘Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî vücud-u hârici giydirilmiş, câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u hâricî giydirse, herbiri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.’ [1] Aslında, işte bu tarifle herşey anlatılmıştır.

Ruh, bizim en küçük alemden en büyük aleme kadar hemen hepsinde kabul ettiğimiz kanunlar gibi bir kanundur; tabii şuurlu bir kanun. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddialarına göre, otlar bile büyürken bir şuurluluk emaresi gösterir, bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar verir; çevre ile tanışma, kaynaşma veya yadırgama gibi münasebetleri olur. Ağaçlarda da öyle… Bir dergide mevzuyla alakalı kaleme alınmış bir yazının hülasası aynen şöyle, yazar diyor ki: ‘Benim kanaatime göre buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar akıllıcadır ki, arpa, buğday vs’de bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden, bu hareketleri izah etmeye imkan yoktur. ‘

Mesela, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Şayet havalar iyi gidiyor, rutûbet kâfi, güneş şuaları da besleyici ise, o iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Hatta üç adet sap çıkınca, biz de şartların onları beslemeye yeterli olduğunu anlarız. Eğer şartlar müsait görülmezse, o zaman bir başak çıkar. Sanki ‘Ben ancak bir tane besleyebilirim’ der gibidir..

Diğer bir misâl: Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Ziraatle uğraşan çiftçi ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil ağaçtır. Yani, ağaç hâl diliyle; ‘Ben meyvelere bakamayacağım, kusura kalmayın. Şu durumum itibariyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben bana lazımım’ demektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.

Zaten hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderir, (RNA) da bir mühendis ve bir kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışır.

Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i İlahi ile haraket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında yine Allah’ın (cc) iradesi vardır. Evet herşeyi belli bir noktaya sevk eden, herşeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada, inkar edemeyeceğimiz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar vardır. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bu kanunlara uzaktan baktığı zaman onlara ‘şuur’ diyesi gelir…

Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkar ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkar edenlere ‘galiba cinnet getirmişler’ diyesi geliyor.


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 29. Söz, 231-232.

Cin taifesinin mevcudiyeti, insanın varlık alemine intikalinden öncelere dayanır. Abdullah b. Amr b. Âs’dan gelen bir rivayette, Hz. Adem’in yaratılmasından 2000 sene önce cinlerin yeryüzünde bulunduğuna işaret edilmektedir. Abdullah b. Amr ki, her sözünü kılı kırk yararak söyleyen şerefli bir sahabidir. Şüphesiz o bu mevzuda, Efendimiz’den (sav) bir şeyler duymuş ve söylediklerini de bu ölçüler içinde söylemiştir. Ancak, bütün bunlara rağmen yukarıdaki ifadeyi hadis kriterleri bakımından Efendimize (sav) dayandırmak oldukça zordur. Evet biz, büyük sahabi Abdullah b. Amr b. Âs’ın (ra) söylediklerinin isabetine kanaat getirmekle beraber, bu 2000 senenin miktarı hususunda kesin bir şey söyleyemeyiz; söyleyemeyiz zira bu seneler bizim ölçülerimize göre olan 365 günden ibaret seneler mi, yoksa, her biri 1000 veya 50.000 seneden müteşekkil Kur’an günlerinden ibaret olan seneler midir, bilemiyoruz.

İbn-i Abbas’ın (ra) konu ile ilgili değerlendirmesi ise şöyle: Allah (cc), yeryüzünün zimamını önceleri cin taifesine vermişti.. (Evet, ilk önceleri Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olma ve İlahi icraatı alkışlama işini onlar yapıyordu.) Fakat onlar, isyan edip peygamberlerini öldürdüler. Daha sonra gökten melekler geldi ki, aralarında cinlerin kendi cinslerinden olan İblis de vardı, bu isyankârları yeryüzünden sürdüler. Onlar da denizlere kaçtı ve oralara taht kurdular…’ (1)

Yukarıda da arzettiğimiz gibi hadis kriterleri açısından bu ve benzeri ifadeleri Rasulü Ekrem’e (sav) isnad etmek zordur. Bununla beraber, İbn-i Abbas (ra) gibi ümmetin en büyük alimlerinden olan bir sahabinin, bunu Efendimiz’den (sav) duymuş olması da muhtemeldir. Onun için bu tür ifadelerin manalarını anlamasak bile, hakikatını kabul ve tasdik etmekte bir mahzur olmasa gerek.

Cinlerin, bizlerden önce yaratılmış olduğu ise Kur’an ve hadislerde ifade edilen bir gerçektir. Kemmî ve keyfî buudlarını bilemediğimiz bu gerçeği, en azından bu şekliyle kabullenme ise bir mü’minlik şiârıdır.

Hz. Adem (as), daha toprak ile su arasında iken, esma-i İlahinin cilvelerine ayinedarlıkta bulunan cinlerdi ve bizim gibi sorumlulukları vardı. Bu sebepledir ki melekler, insanın halife kılınacağını duydukları zaman: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi halife kılacaksın?’ (Bakara, 2/30) demişlerdi. Zira cinler, bu mevzuda bir misal teşkil ediyordu ve insan da bir manada bunlarla aynı tabiatı paylaşıyordu.

Cinler, yeryüzünde bozgunculuk yapmış ve kan dökmüşlerdi. Öyle ise, yeni halife olacak insan da aynı şeyleri yapabilirdi. Melekler doğru söylüyorlardı; zira beşer fıtratı, peygamberlerin getirdiği nurla kendini bulmaz ve ona göre tabiatını şekillendirmezse, hemen anarşiye meyledebilir, kan döker ve değişik haksızlıklar irtikap edebilirdi. Nitekim daha sonra meydana gelen binlerce hadise, bir manada meleklerin endişelerini doğrular mahiyette cereyan etmişti. Tabii bu arada, aynı beşer içinde, kendisini ve Rabbini bilen, fıtratını vahiy ile şekillendirenler ve tam anlamıyla halifeliği temsil edenler de az değildi. Meleklerin o anda bilemedikleri ve perde arkasına muttali olamadıkları husus da meselenin işte bu yönüydü ki, Cenab-ı Hakk meleklere: ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ (Bakara, 2/30) ikazında bulunmuştu. Bu ikazla da melekler, hemen kendilerine gelmiş ve: ‘Sen yücesin. Bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen Alîmsin, Hakîmsin.’ (Bakara, 2/32) demişlerdir ki, bu onlar için bir tevbe ve yenilenme demekti.

Cinlerin mevcudiyetini ve karakterlerini dolaylı yoldan anlatan meleklerin ifadelerinden de anlıyoruz ki cinler, daha insanlar yokken yaratılmışlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparak kan dökmüş ve anarşinin temelini atmışlardı.


[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 1/50.

Cin, “Cenne”kökünden gelen bir kelimedir. “Cennet”ve “Cinnet”de aynı kökten gelir. “Mecnun”kelimesi ise, ism-i mefuldür ve cinnet utulmuş gibi bir mânâya gelmektedir. Biz ona, delirmiş deriz. Cinnin lügat mânâsına gelince, “mestur”demektir. Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun”diyoruz.”Cennet”de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu â’lem- bütün bu işler için esbap planında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.

Cinlerin varlığı, öteden beri münâkaşası yapıla gelmiş bir husustur. Tabii, ruhla, melekle beraber. Aslında, Enbiya-ı izâm, onları görüp müşahede ettikten; Asfiya ile onların mülâkatları olduktan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka bir şey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki… Bilhassa,görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insâfsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka bir şey olmasa gerek…

Hele cinin, dünyanın dört bir yanında, milyonların iştigal mevzuu haline geldiği, günümüzde… Ve hele hele, erbap-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!…

Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki; cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların, dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tespit etmeye çalışıyoruz. Meselâ; makro-âleme müteallik olanlar teleskopla, mikro-aleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır…

Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gâyb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhâniler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir… Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında cazibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güne, Küre-i Arz’ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya-Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken,.Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilelmerkeze (merkez çek) karşılık, bir de anilmerkez (merkez kaç) var. Bunlar birer kanundur; izâfî, itibari değerleri olan kanunlar…

Şimdi ortada hiç bir şey yok derseniz; o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte… Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstein’a göre hayyiz olsun, netice değişmez…

Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu itibârî, izâfî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşvünema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz…

İşte bunlar Allah’ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur:

Çekim kanununun aklı, irâdesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idrâki olduğu gibi, ayrıca izafî itibârî ve nispî olmayıp hakiki birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmii, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: “Ruh zişuur bir kanun-u emridir.”De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir”(İsra/85) hakikatını, bu kadar veciz takdim etme adeta imkânsızdır.”Ruh, ziyahat, zîşuur, nurânî, vücud-u harici giydirilmiş câmî, hakikat dar, külliyet kesb etmeye müstait bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Halık,vücud-u harici giydirse, her biri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.”Aslında bununla her şey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ; bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar; çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşahede edilmiştir. Ağaçlarda da öyle… Size, bir dergide, bu mevzuuyla alakalı, kaleme alınmış yazılardan birinin hülâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki: “Benim kanaatım buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vs. de bir şuur, bir akıl, bir idrâk düşünmeden, bu hareketleri izâh etmeye imkân yoktur. “

Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfî, güneş şuaları da besleyici mâhiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsâit olursa, üç tane bile çıkarabilir. Uç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsâit görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim”der gibidir… Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Zirâatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yâni, ağaç; “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibâriyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım “demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebâtların, içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır. Hem nasıl hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderiyor, (RNA) da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.

Bize göre şuurlu mahlûk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhi ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verasında da, yine, Allah (cc) vardır. Evet her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikâmette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada, inkâr edemeyeceğiniz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermâdır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir… Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “galiba cinnet getirmişler”diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Mesela, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz… Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Cinni mâric ve nârdan yarattık”(Rahman/15) diyor… Fotonlarla ve Partiküllerle izah edilebilecek gibi bir şey… Amma, ne foton ne de partikül, maricu nardan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlâtif varlıklar… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddiâ etmek, bir bakıma mûkâbere ve mantıksızca bir iddiâdır.

Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır.

Lâtif şeyler olan cinler, madde âlemine ait “nar ve maric”ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sâhiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrâklılar, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak; zekât vermekle mükelleftir: Yalnız, mâric ve nardan yaratılan cinler, bir çok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun… kezâ, berzah aleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, dâima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir. göründükleri insanların mir’at-ı ruhlarına aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Onun için, cinleri, Hz. Ömer (ra) başka, Ebu Hureyre (ra) başka, Ebu Zerr’de (ra) başka şekilde müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn-i Mes’ud, Resulullah’ın (sav) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hz.Ömer, zaif nahif bir insan şeklinde, Ebu Zerr ise, daha başka surette… Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.

Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve ünvanlarla, bu işle iştigâl eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapisişik cemiyetler, daha ziyâde cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri “Ruh ve madde”daha sonra “Ruh Dünyası”dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddiâ ediyorlar: ‘Cinler ve ruhlar bizim hakimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değil mi?”Bunların her zaman münâkaşası yapılabilir…

Cinleri çağırıp teşhir etme meselesine gelince, âhir zamanda cinlerin içine girme çok daha ileri seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yâni, âlem-i şehâdete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezler- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme; cinlerle alâkalı istihbârat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.

Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele haline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle âlâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa “O kitabı kabul etmememi istiyorlar”diye bağırıyor. Keza hasta kitabın içinde ne olduğunu bilmediği halde, kitabı koynuna koyarken: “Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi? diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hz. Hamza’nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabının isimlerini ihtivâ ediyordu…

Kezâ; hayır müesseselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın, kaldığı binada, zaman zaman eşyânın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşahedeler olmuştu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pek çok hadiseye şahit olmuştu…

Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şâhit olduğu bir vak’a yı bana şöyle anlatmıştı: “Bir yerde, fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. “-Kimsin?”dedik. “Şeytan!”diye yazdı ve ürperdik. Hazret-i Adem’den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi; dedim: Sana Meyvenin altıncı meselesini okusam dinler misin?

– Dinlerim, dedi ve okumaya başladım.

– “Hem nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası sekiz bedahetle elektriği idâre eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mucize kâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir.”Nasıl buldun?

– Evet, güzel. Ben okumaya devam ettim.

– “Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bu misâfirhane-i Rahmâniyye’de bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmâyan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı Kâinâtın Sultânı’nı Münevveri’ni, Müdebbirini, Sânii’ni, o nurâni yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.”Buna karşı çok şiddetli şekilde “- Hayır hayır”yazdı.

– Şimdi iyi dinle: “Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryâklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.”Tamam mı?

– Tamam.

– “Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat,ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryâklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczası olan Hakim-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”Bir şey sormama lüzum kalmadan itirâzı bastı:

– Hayır, hayır…

Ben okurken, misâllere “Evet”misallerin gösterdikleri hakikatlara “Hayır”çekip durdu. Ve sonra, kendisine’Cevşeni okuyayım mı?’diye teklif ettim. “Oku”dedi. Ben Cevşen’ül-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zabt edemiyordum. Bir aralık düştü. Bir ara da “Bırak şıı gırgırı”diye yazıverdi..

Bu hususta büyük bir zât diyor ki: “Şu asırdâ bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar. “İnsan ve cin şeytanlarının dikkat edildiği zaman tabirleri, ifâdeleri, idiyomları hep aynıdır. “Bırak şu gırgırı”… Ne kadar da insan suretinde olanlarınkine benziyor!.

Bazıları “Ruh çağırıyoruz”diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka bir şey değil…

‘Bunlar nasıl mikroplardır ki, Cenab-ı Hak onlara namaz, oruç, zekat ve hac gibi mükellefiyetler yüklemiştir. Ve yine bunlar nasıl mikroplardır ki, insanlar gibi onların da ölecekleri ve bütün yaptıklarından ahirette hesap verecekleri kendilerine ihtar edilmektedir.’ Öte yandan cinleri insana ait, şehvet ve gadap gibi bazı duygular olarak kabul edenlere ne demeli? Allah bizi bırakıp, duygularımızı muhatap ediniyor; ediniyor da emir ve nehiylerini onlara veriyor! Böyle düşünenlere ‘Allah insaf versin’ demekten başka insanın elinden ne gelir ki!..

Hem bunlar nasıl mikrop veya vehimlerdir ki, Hz. Süleyman (as) bunları emri altında çalıştırıyor ve onlara nice işler gördürüyor.

Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafeden getirme mevzuunda cinlerden bir ifrit, Hazreti Süleyman’a: ‘Sen makamından kalkmadan ben onun tahtını sana getiririm’ diyor. (Neml, 27/39)

Bir başka ayette de cinlerin yaptıklarından şöyle bahsediliyor:

‘.. Rabbinin izni ile cinlerin bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan çıksa ona alevli bir azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı…’ (Sebe, 34/12-13)

Ve şimdi farklı düşünenlere soralım: Bütün bunları vehimler ve mikroplar mı yapıyorlardı? Bunu bu şekilde ifade, acaba Kur’an’a ait bir hakikatı inkâr olmaz mı? Onun için biz diyoruz ki, cin ve şeytan ile ilgili ayetler, mutlak surette Kur’an’ın anlattığı, hadislerin şerh ve izah ettiği birer hakikat olarak ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Aksi halde hakikatten uzaklaşılmış olunur ki, bu da ancak dalalet ve sapıklığı netice verir. Aman Allah’ım, din adına birşeyler söylerken dinden çıkmak ne kötü akibet!..

Günümüzde cinlerle alakalı bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Ancak cinler, metafizik varlıklar olduklarından gerçek hüviyetleri hakkında bugüne kadar sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Bazılarınca sadece ‘enerjidir’, ‘ışıktır..’ vb. ifadeler kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.

Ne nasıl olursa olsun, onlar da birer ruha sahip varlıklardır. Ve bir kısım hususiyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle dumansız ateşten yaratılan cinler, insan gibi fiziki bir bedene sahip değil; aksine şeffaf bir varlık olup değişik şekillerde temessül edebilmektedirler ki, buna çokları şahit olmuştur. Hadis kitaplarında da bu gibi rivayetlere rastlamak mümkündür. Mesela, Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: ‘Ben zekat mallarını bekliyordum. Bir gece, birinin gelip bu malları karıştırdığını gördüm.. gördüm ve yakaladım. Ona, ‘seni Rasulallah’a götüreceğim’ dedim. O ise kendisinin, ihtiyaç sahibi olup aile fertlerine başka bakan kimsenin olmadığını, bundan dolayı da kendisini serbest bırakmamı istedi. Ben de bu haline acıyıp onu serbest bıraktım. Ertesi gün Allah Rasulü’nün (sav) yanına geldim. Ben daha bir şey söylemeden Efendimiz (sav): ‘Ya Eba Hureyre! Dünkü esiri ne yaptın?’ diye bana o geceki macerayı sordu. Ben de ‘Ya Rasulallah! Onu size getirecektim; ancak kendisinin fakir olduğunu ve ailesine bakacak kimsesinin olmadığını söyleyince ben de vazgeçtim’ deyince, Allah Rasûlu ‘yalan söylüyor, o yine gelecektir’ buyurdular. O akşam ben yine nöbet tuttum. Aynı şahıs yine geldi ama bu sefer kararım kesindi; ne kadar yalvarıp dil dökse de dinlemeyecek, onu tutup Allah Rasulü’ne götürecektim. O da, bu kararlı tavrımı görünce: ‘Şimdiye kadar söylediklerimin hepsi yalandı. Eğer beni bırakırsan sana, okuduğun zaman ben ve emsalimin şerrinden korunabileceğin bir dua öğretirim’ diyerek kendisinin yalancı olduğunu itirafla Allah Rasulü’nü tasdik etmişti. Ben ise söyleyeceği duanın ne olduğunu merakla onu hemen bırakıverip dinlemeye başladım. Bunun üzerine o bana, ‘Ayete’l-Kürsi’yi okumaya devam ettiğin müddetçe, bütün insî ve cinnî şeytanların şerrinden emin olursun’ dedi. Ben de sabah Allah Rasulü’nün huzuruna geldim ve Efendimiz yine: ‘Esirine ne yaptın?’ diye sordu. Ben de olup-bitenleri anlattım. Sözümü bitirince de: ‘Yalancı ama, sana doğruyu söylemiş’ buyurdular. Ardından: ‘Onun kim olduğunu biliyor musun?’ diye sordu. Ben, ‘hayır, Ya Rasulallah!’ dedim. Bana, onun şeytan olduğunu haber verdi. (1)Bu, hayret edilecek bir durumdu! Şeytanın zekat ve sadaka mallarıyla ne işi vardı ve onun ihtiyacı bu değilken niçin gelmişti?.. Belki de onun bereketine müdahele etmek istiyor veya şirretiyle onu kirletmeye çalışıyordu. Daha başka mülahazalar da sözkonusu olabilirdi. Ama, o mutlaka kendi fıtratının gereği şeytanlık adına bir şeyler yapıyordu.

Bu tür vak’alar, Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Kâ’b, Ebu Eyyub el-Ensârî.. gibi seçkin sahabi efendilerimiz tarafından da zaman zaman müşahede edilmiştir. Bu da cin veya şeytanların temessülünün tevatüre yakın bir keyfiyetle nakledilmesi demektir ki, o da bu hususu şüphe vermeyecek derecede gözler önüne sermektedir.

Cinler, insan suretinde temessül ettikleri gibi, diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Efendimiz’in (sav), değişik hadislerinde evlerde görülen yılanlara evvela: ‘Cin isen çık’ denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa bunun üzerine öldürülmelerini emir buyurmaları, (2) bu gerçeğe ışık tutan başka bir ifadedir.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, cinler, bazen insan, bazen yılan veya başka bir haşerat şeklinde temessül edip, onların şekillerine girebilirler. Hatta bazen de bu canlıların içlerine girip, adeta onların damarlarındaki kan gibi dolaşarak onları ifsad ve istedikleri istikamete sevk edebilirler.


[1] Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 3; Müsned, 5/423;6/52

[2] Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ’tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2

Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenab-ı Hakk, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: ‘Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?’ (En’am, 6/130) mealindeki ayetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.

Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir: ‘Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler.’ (En’am, 6/130)

Ayetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, ‘Hak din’i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hazreti Peygamber (sav) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümûl bir peygamberdir. ‘Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik’ (Enbiya, 21/107) ayeti de bu hakikati ifade etmektedir.

Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimize karşı merbutiyet ve medyuniyetleri sözkonusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir ‘Söz Sultanı’dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; Cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve herşey onun arkasında ve onun tekliflerine ‘evet’ demektedir. Zira, O Sultan-ı sakaleynin dudaklarından dökülen her söz, arz, sema ve bütün varlığı alakadar etmektedir. Gönüller bütünüyle onu duymakta, onunla dolup taşmakta ve adeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.

O’nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hadisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve adeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batha’ya uğramış ve Allah Rasulü’nün (sav), Ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur’an dinlemişlerdi..(1) dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur’an bu vak’ayı bize şöyle nakleder:

‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) ‘susun (dinleyin)’ demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş: Ey kavmimiz! Biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah bağışlanacak günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun’. (Ahkaf, 46/29-31)

Kur’an burada sanki şöyle diyor: ‘Onlar Kur’an’a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke’ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddi bir kulluk anlayışı içinde, adeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: ‘Sesinizi kesin, dinleyin dediler’. Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da Kur’an’a karşı edepli olmaktır. Çünkü Kur’an’ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvela ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur’an çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalplerine boşaltır. İşte bu durum cinler için de aynıyla geçerlidir.

Evet, cinler, Kur’an’ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip adeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir saffet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan herbiri kendi mesuliyetini hissedip, Kur’an uğrunda irşada koyulmuş ve Kur’an’dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.

İhtimal bunlar, Hz. Musa’ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur’an’ı dinler dinlemez, onun ‘Kelamullah’ olduğunu anlamış ve Allah Rasulü’ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istîdatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.

Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sav), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alakalı İbn Mes’ud, Ebu Zerr, Muaz b. Cebel ve Hazreti Enes’in (ra) bizlere kadar ulaşan pek çok müşahedeleri vardır; (2) vardır ama, Efendimiz’in cinlerle münasebetini gösteren bu hadiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.

Sure-i Rahman’da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatab kılınmaktadırlar. Bir rivayette Allah Rasulü (sav), bu sureyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi Ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri halde cinler, ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?’ ayetini işitince: ‘Rabbimizin hiçbir nimetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Rasulü’nün (sav) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu halini Ashab’a örnek gösterip ve: ‘Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ ayeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: ‘Rabbimizin hiçbir ayetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ karşılığını vermişlerdi’ diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.

Esasen Rahman suresi, insanlarla cinlerin yaratılış sorumluluk, mükafat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet o surede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz’ edilen ‘mizan’, bu ‘mizan’la beraber kanunlar, nâmuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, herşeyin zimamdarının Cenab-ı Hakk olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akibetleri dile getirilmektedir.

Vücud nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: ‘İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatab olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevkedilmektedir.

Yine bu surede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre ‘iki mağrib ve iki meşrık’in tanzim edildiği ifade edilmektedir. Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı manaya geldiği keyfiyettir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekan hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.

Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekanlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.

Rahman sûresi, nimetlerin ta’dadı ve nankörlerin tehdidi açısından ayet ayet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevketmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet her ikisi de hususi yaratılmış ve O’na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabii ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükafatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.

Rahman suresinde: ‘Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır’ (Rahman, 55/46) denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet insanlarına, içiçe cennetlerin vadedildiği dile getirilmektedir. Aynı surede hûrilerden bahsedilirken ‘onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.’ (Rahman, 55/56) buyurularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükafat görüp cennete gidecek ya da ikaba maruz kalıp cehenneme sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mes’ul bulunmanın gereği olabilir.

Cinlerin mesuliyeti hususunda pekçok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:

‘Şimdi onlar da kendilerine (azab) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.’ (Ahkaf, 46/18)

Bu ayet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükafatını, ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girerken, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle..

Ancak, İslam alimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları sözkonusudur. Bunun yanında İbn-i Ebi Leyla, İmam Malik, İmam Şafii, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf gibi alimler ise: ‘İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet sefil ve alçak olanlar cehenneme, ulvî ve yüce olanlar da cennete gidecekler’ (3) demişlerdir.

Yukarıdaki ayetler de bu görüşü teyid eder mahiyettedir. Şayet Cenab-ı Hakk, onları muhatab kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de sözkonusu olmazdı. Madem ki onlara sorumluluk yüklemiş, o halde neticede karşılığını da verecektir.

Rahman sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur’an bunu şu ayetiyle anlatır: ‘İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar’ (Rahman, 55/19-20) Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan.. gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.

Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hale getiren ise Allah’tır (cc).

Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir aleme kapı açılacak ve bütün beka buudlu eşya, beka damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkar edilemeyecek ayrı bir nimettir.

O bâki alemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırd edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet halini alacaktır.

Nimetlerin en büyüğü olan cemalullahı temaşa ise, ancak Cennette elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken O’nun hangi nimetleri inkar edilebilir ki! O’nun ismi, şanı ne yücedir..!

İşte bütün bunlara karşı O’na şükretmek gerekmez mi?


[1] Buhari, Ezan, 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir-i Sureti’l-Cin, 2; Müsned, 1/252

[2] Müslim, Salat, 149,150; Tirmizi, Tefsir, 3254; Ebu Davud, Taharet, 42; Buhari, Menakibu’l-Ensar, 32; Salat, 75

[3] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1407; Kurtubi, el-Camiü Liahkami’l-Kur’an, 7/85,86; 17/165

Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, “Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.” (En’am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen “Şeyâtîn” kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.

Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar. (1) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü’min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü’minler üzerine salarlar. Bu hususu te’yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav), Ebu Zer’e (ra) sorar: “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Rasulü cevabında: “Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” (2) buyurur.

İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis’in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır. (3)

Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimizden (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nispette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan’dır.” (4)buyururlar.

Bir başka defasında Efendimiz (sav), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: “Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!..” (5)

İşte bunlar gibi daha pekçok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya “Şeytan” demiştir.

Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalp ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalp ile kalıbı birbirinden ayırmış ve “Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan” demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:

Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü’ne: “Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?” Allah Rasulü: “Evet” dedi. Ben de: “Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?” diye sordum, yine “Evet” dedi. Bunun üzerine ” O nasıl olacak?” deyince Allah Rasulü de: “Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalp, şeytan kalbi!..” cevabını verdi. Allah Rasulü’nün bu izahı üzerine “O zaman ben nasıl hareket edeyim?” diye sorunca da: “Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!..” (6) buyurdu.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313

[2] Müsned, 5/178

[3] Razi, 13/154; Alusi, Ruhu’l-Meani, 8/5

[4] Buhari, Bedu’l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davud, Salat 107

[5] İbni Mace, Edeb 44; Ebu Davud, Edeb 57; Müsned, 2/345

[6] Müslim, İmare, 52

Elimizdeki nasslara bir bütünlük içinde baktığımızda görürüz ki, cinle ins arasında esas itibariyle ciddi bir fark yoktur. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.

Hayat tarzı olarak böyle olduğu gibi, düşünce ve fikir açısından da her zaman bir paralellik sözkonusudur. Cin suresinde, onların bu durumu, kendi ifadeleri içinde şöyle anlatılır: ‘Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler de) var. Biz çeşitli yollara ayrıldık.’ (Cin, 72/11)

‘Biz çeşitli yollara ayrıldık’ ifadesinin tefsiri sadedinde Ahmed b. Hanbel, Süddî’den şu değerlendirmeyi nakleder: ‘Her zaman Cinler içinde, tıpkı beşerde olduğu gibi, ‘Kaderiyye’, ‘Mürcie’, ‘Müşebbihe’.. vardır.’[1] (Haliyle Yahudi, Nasrâni, Mecûsi, Putperest.. de var demektir. Hatta bunu Müslümanlar arasında zuhur eden hak ve batıl meslek, meşrep ve mezheplere teşmil etmek mümkündür. Evet, bunların kimisi Cebriye mezhebindendir, ‘insanın iradesi yoktur’ der.. kimisi, ‘Allah, insanın işine karışmaz; kul fiilini kendi yaratır..’ der, Mu’tezile mezhebini temsil eder.. kimisi ‘Mürcî’dir, amelin tesiri mevzuunda belli bir saplantıyı mırıldanır.. kimisi de ‘Müşebbihe’dir, Allah’ı (cc) başka şeylere benzetip, O’na mekan ve hayyiz isnad eder.)

İmam Süddî Hazretleri, Tâbiin’den bir zattır. Onun devrinde, cinler arasında bu kadar tefrika ve ayrılık sözkonusu ise, kimbilir o iftiraklar bugün ne haldedir! İhtimal, bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tâbi varlıklardır. Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Rasûlü’nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhanîler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.

Böyle olduğu için, Ümmet-i Muhammed’in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmemiz, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.

Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler alemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar. Cin Sûresi’nde, onların, bizimle aynı şeyleri paylaştıkları gayet veciz olarak şöyle anlatılır: ‘Bizden Müslümanlar da var, Hak yoldan sapanlar da. Kimler Müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır.’ (Cin, 72/14-15)

Bu ayetlerde de açıkça görülmektedir ki, cinlerin de, tıpkı bizim gibi, bir kısım mülhid, muannid ve mütemerridleri olduğu misüllü, dupduru, saf ve muhlis olanları da vardır.


[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 19/15

İnsanların, cin taifesini kendi emrine alıp kullanabilmeleri mümkün olduğu gibi, bazen de cinlerin insanın emrinde gibi görünüp, onu oyuncak ve maskara haline getirmeleri de mümkün ve vâkidir. Mazide bunun birçok örneğine şahit olduğumuz gibi, bugün de buna ait pek çok örnekler gösterebiliriz. Şeytanın en büyük hilesi, kendisini kendi tâbilerine inkar ettirmesidir. O, topyekün beşer üzerinde bir hükümranlık kursa bile, ‘beşeri yine beşer idare ediyor’ der ve insanları buna inandırıp, kendisini inkar ettirebilir..

Ehl-i keşfin müşahedelerine göre, eskiden şeytanın hükümranlığı, direkt inkar-ı Uluhiyet adına olurdu. Şimdi ise bu husus, dolaylı yollardan ve materyalizm, komünizm vb. batıl sistemlerin vesayetinde gerçekleşmektedir. Bu açıdan, bu sistemler hayatta kaldıkları müddetçe, şeytanın hükümranlığı devam ediyor demektir. Bu sistemler uğrunda çaba veren insanlara gelince; onlar ruhları şeytan işgaline uğramış ve melekî yönleri sıfırlanmış kimselerdir. Böylesi kişiler, şeytana oyuncak ve mel’abe olmuşlardır ama işin farkında değillerdir.

Evet, günümüzde birçok zavallı insan, gurur ve kibrin birer heykeli, müstehcenlik ve fuhşun âzat kabul etmez kölesi, hayvanları çok geride bırakacak denaetin en çirkeflerine gömülmüş olmasına rağmen, yine de kendisini bir nezahet kahramanı görmekte ve bu nezaheti kimseye bırakmamaktadır.

Aslında bütün bunlar, şeytanın bir hükümranlığı ve kendini inkar ettirerek insan üzerinde saltanat kurmasının ifadesidir. O, böyle bir saltanat uğruna dünyanın dört bir yanında devletler kurdurmakta ve bu devletler vasıtasıyla yine insanlığın huzuru, saadeti adına milyonlarca insanı katlettirmekte ve bütün bunları meşru göstermektedir. Oysa yeryüzünde, böylesine bir tenakuz ve canavarlığın başka bir örneği görülmemiştir.

Cinler ve şeytanlar, tesir altına aldıkları insanlara fert veya sistem adına her âdiliği yaptırtabilir ve bunları yaptırırken de suret-i haktan görünerek insanları yaptıkları şeylerin güzelliğine ikna edebilirler.

Yer yer Uluhiyet’i inkar edip; (haşa) İlahlık iddiasında bulunan, nebileri inkar ederek peygamberlik taslayan, manayı inkar ile maddeciliği ikame etmeye çalışan insanların varlığına şahit oluruz. Aslında bunlar, zımnî olarak herşeyin kendi emir ve sultaları altında olduğuna inanırlar. Oysa onlar, cinlerin ve şeytanların elinde oyuncak haline gelmiş bir kısım habislerdir ki, yapmak istedikleri herşeyi onlar vasıtasıyla ve onların rehberliğinde yaparlar ama, bunun farkında değillerdir.

Ebu Bekir el-Kureyşî anlatıyor: ‘Abbas b. Mirdas (ra), halim, selim, temiz kalbli, ufku geniş bir insandı. Cahiliye devrinde bile pırıl pırıl bir hayat yaşamıştı. Ashab içinde sanki ikinci bir Ebu Bekir’di. Daha sonra gelip Allah Rasulü’ne Müslüman olduğunu bildirip teslim olan bu sahabi, başından geçen bir hadiseyi bize şöyle nakletmişti: ‘Bir öğle vaktiydi. Kapımın önünde duruyordum. Birden bire karşımda devekuşu gibi birşey belirdi. Evet, karşımda üzerinde bembeyaz elbiseler içinde birisi vardı. Bana: ‘Galip b. Fihr evladından biri, Mekke’de önemli bir misyonla zuhur etti’ dedi. Bu söz üzerine ben adeta şaşkına dönmüştüm. Moralim altüst olmuştu. Hemen kabilemizin putu olan ‘Dimar’ın karşısına varıp, yüzünü-gözünü öptüm ve ona gerekli ta’zimi gösterdim. O anda bir çığlık duydum. Sanki bu çığlık karşımdaki puttan geliyor gibiydi.. evet, sanki o konuşuyordu. Kulağımı dolduran sesin içinden şunları seçebildim: ‘Dimar helak oldu. Bundan sonra Dimar yoktur. Mescit ehli, Dimar’a galebe çaldı..’ Ben iyice yıkılmıştım. Oradan ayrılarak bitkin bir vaziyette kavmimin yanına geldim. Neden sonra anladım ki, artık Dimar’ın söyleyecek sözü kalmamıştı. Demek ki, asıl Söz Sultanı çıkmış ve şu anda Medine’de bulunuyordu. Kavmimden bazı insanlarla bineklerimize binip Medine’ye doğru yola koyulduk. Geldiğimizde Allah Rasulü’nün mescitte olduğunu öğrendik. Ve mescide vardığımızda O’nu kapının önünde bulduk.. o, bize tebessüm ediyordu. Bana ismimle hitap ederek: ‘Ya Abbas, başından geçenleri bize de anlatır mısın?’ dedi. Olanları Allah Rasulü’ne ve Ashabı’na birer birer anlattım..’ [1]

Dimar zaten yıkılıp giden demektir. Onun akıbeti esasen yeryüzünde çeşitli ad ve ünvanlarla ayakta durmaya çalışan bütün ‘Dimar’ların da akıbetidir. Artık hakk gelmiş, batıl da zail olmuştu.. ve zaten batıl, ömrü ne kadar olursa olsun, mutlaka birgün yıkılıp gitmeye mahkumdu. Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus, bütün bu yıkılıp gitmeye mahkum Dimar’ların içinde bir şeytan veya cinnin bulunma keyfiyetidir. İnsanları bu mevzuda saptıran mutlaka bir cinnin veya şeytanın var olduğu hiçbir zaman kulakardı edilmemelidir.


[1] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 8/246-247

Mü’min olarak Efendimizi (sav) görüp O’nun sohbetinde bulunan kimselerin ‘Sahabi’ kabul edilmesi gibi, O’nu gören her cin de ‘Sahabi’ kabul edilmiş ve aralarında hiçbir fark gözetilmemiştir.

Hatta müfessirler, ‘Cinlerden bir grubu Sana yönelttiğimizde..’ (Ahkâf, 46/29) ayetinde anlatılan cinleri isim isim saymış ve onların, cin taifesinin en büyük ‘Sahabileri’ olduklarını söylemişlerdir. Bizim tesbitimize göre de, sayıları yedi veya dokuz olarak kabul edilen bu cinler, tıpkı Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’un siyanetleri gibi, şer ve şerirlere karşı kendileriyle tevessül edildiğinde koruyuculuk yaparlar ki, onlar, -Kur’an’da anlatılan şekliyle- Allah Rasulü’nü ilk defa görüp dinleyen, ardından da kavim ve kabilelerine birer ‘münzir’ olarak dönen cinlerdir. Binaenaleyh, bu yönüyle de onları, onlar arasındaki Sahabe’nin ileri gelenlerinden kabul edebiliriz.

Süheyli, Ömer b. Abdülaziz’le alakalı bir vak’ayı anlatırken, bu cinlerden de bahseder. Vak’a şöyledir: Ömer b. Abdülaziz, birgün kırda dolaşırken, ölü bir yılan görür. Atından iner ve mendiline sararak o ölüyü toprağa defneder. (İhtimal o büyük insan, ‘gayb-âşinâ’ gözleriyle bu meyyitin bir cin olduğunu keşfetmiştir) O esnada etraftan bir ses: ‘Saraka öldü, Saraka öldü..’ diye etrafı çınlatır. Ömer b. Abdülaziz, bu ses sahibinin kim olduğunu sorar. Bu soru üzerine: ‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere Sana yöneltmiştik..’ (Ahkâf, 46/29) ayetinde anlatılan cinlerden biriyim’ der ve sözlerine şöyle devam eder: ‘O gün Allah Rasûlü’nü dinleyip kavmine ‘uyarıcı’ olarak dönenlerden hayatta sadece Saraka ile ben kalmıştım. Bugün kâfirlerle harbederken, Saraka da şehid oldu. Şu anda, sadece ben varım.. sana müjdeler olsun ey mü’minlerin emiri! Zira biz Allah Rasûlü’nün huzurunda iken, bir aralık dönüp: ‘Sizlerden Saraka bir yerde şehid olacak. Onu ümmetimin en hayırlılarından biri kefenleyip defnedecek’ buyurdular. İşte o haber bugün aynen cereyan etti. Ne mutlu sana ki, sen O’nun müjdelediği o hayırlı insansın!’ [1]

Hz. Aişe validemiz anlatıyor: ‘Bilmeyerek, evde dolaşan bir canlıyı (muhtemelen bir yılanı kastediyor) öldürmüştüm. O gece rüyamda beni yüksek bir mahkemeye çağırdılar ve benim cinayet işlediğimi söylediler. ‘Hayır, ben kimseyi öldürmedim..’ dediysem de, ısrarlarından gündüz öldürdüğüm canlıyı kastettiklerini anlamıştım. Meğer o bir cinnî imiş. Kendimi müdafaa için: ‘O niçin eve gelip beni gözetliyor?’ deyince: ‘Hayır, o asla sana bakmak için gelmezdi. Hele saçın-başın açıkken, kat’iyen odana girmezdi. Fakat o, bir Kur’an aşığı idi. Rasûlullah’tan ilk dinlediği Kur’an zevki, onu o kadar sarmıştı ki, Allah Rasûlü’nden sonra o manevî zevki, hep senin Kur’an’ında arardı. Evine gelişi işte de bu sebepleydi..’ dediler. Hz. Aişe validemiz diyor ki; ‘uyandığımda rüyanın dehşetinden kan-ter içinde kalmıştım. Hatamı affettirmek için de, sadaka dağıtıp, bazı köleleri hürriyete kavuşturdum…’ [2] Evet, anlaşılan Kur’an dinlemek için o eve gelen, cinlerden bir Sahabi idi ve Hz. Aişe validemiz, yanlışlıkla böyle bir Sahabiyi katletmişti ve bundan dolayı manevi bir mahkemede hesaba çekilmişti.

Görülüyor ki, kim İki Cihan Serveri’yle irtibata geçse, hemen evc-i kemâle yükseliyor. Nasıl ki insanlar, O’na dilbeste olup gönülden bağlanmakla bir anda O’nun arkadaşları oluyor ve ‘Sahabe olma’ şerefiyle serfiraz kılınıyorlar; öyle de, O’nun getirmiş olduğu o kutlu mesaja kulak veren cinler de aynı noktaya ulaşabiliyorlar. İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şayet onlar da bizim gibi bir ümmet ise, bizim Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’umuz olduğu gibi, onların da Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud’u vardır. Bizim aşere-i mübeşşeremiz; hatta üçlerimiz, yedilerimiz, kırklarımız olduğu gibi; onların da aşere-i mübeşşeresi, üçleri, yedileri, kırkları olduğu söylenebilir.


[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/214

[2] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/214,215

Cinler, maddeye nüfuz edebilecek mahiyette varlıklardır. “Cin şudur” diyemiyorsak da, her hâlukârda cinlerin lâtif, görülmeyen, tesir ve nüfuz kabiliyetine sahip varlıklar olduğu açıktır. En basit misâliyle, röntgen şuâları insan bedeninde rahatlıkla yol alabiliyor ve belli ışın çeşitleri maddeyi eritip yapısını değiştirebiliyorsa, bu ışınlardan daha latif olan cinler, insan bedenine neden nüfuz edemesin ki!. Evet, cinler insanın fizyolojik yapısına te’sir edip, çeşitli zararlara yol açabilir; damarlara ve beynin merkezî noktalarına müdâhale edebilirler.

Lazer ışını, 1960’lara kadar bilim-kurgu romanlarının hayâl silahı idi. Ancak T. Warman’ın ilk kırmızı lazer ışınını tespitinden sonra geliştirilmiş olup, bugün bilgisayardan haberleşmeye, nükleer silah sanayiinden polisiye araştırmalara, hattâ tıbba kadar pek çok sahada kullanılmaktadır. Meselâ 40 yıl önce işlenmiş bir cinayetteki hiç bir âletin tesbit edemediği parmak izleri lazer ışınlarıyla ortaya çıkarılabilmekte ve çok âletlerin göremediği şeyler görülebilmektedir. Bundan daha önemlisi de, damarlarımızda adeta kanla beraber akıp gitmekte ve tıkanmış damarların açılmasında da kullanılmaktadır ki, göz ameliyatlarında kullanılması, bunlardan sadece biridir. Diğer taraftan, ciğerlerimize çektiğimiz havadaki bir miktar oksijen kanı temizlemekte ve damarlarımıza sirayet etmektedir. Tam bu noktada sözü yine Söz Sultanı’na bırakalım: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır!” ; sanki alyuvarlaşır veya akyuvarlaşırmış gibi…

Şu halde, başta şeytan olmak üzere, bütün cin tâifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşarak, maddî-mânevî tahribata yol açabilmeleri mümkün görünmektedir.

Şeytan ve cinler, doğrudan doğruya fizyolojik hastalıklara da sebep olabilirler. Alyuvarlarımıza binip, damarlarımızın içinde dolaşabildiklerinden dolayı, bu her zaman mümkündür. Ne biz bu mevzûda mübâlağaya kaçalım, ne de hekimler bu gerçeği reddetsinler. Sözgelimi,  biri kalkıp, “İhtimal, kanser hadisesinde hücrelerin anarşisine sebeb olan da bu habis ruhlardır” iddiasında bulunur, buna karşılık siz de “olamaz” derseniz, bu takdirde peşin hükme saplanmış olursunuz. Durum, gerçekten belki de böyledir; en azından, mülâhaza dairesini açık tutmak gereklidir. Kanser hakkında bugüne kadar söylenen sözler ve yapılan tariflerin en makûlü, onun bir hücre anarşisi olduğudur; vücudumuzdaki en küçük parçaların anarşisi.. Yani, vücudun normal nizam ve âhengine başkaldırma ve normal hücre gelişme faaliyetini bozma. Bu, hem iç, hem de dış uzuvlarda olabildiği gibi, kanserli hücrelerin yavaş üreyeni de vardır, serî üreyeni de. Cinlerin kanser bölgesine yerleşip, bir örgüt çalışması gibi hücre anarşisi oluşturmaları, her zaman mümkündür. Cinler nasıl görünmeyen varlıklarsa, kanser de çok kere baştan belli olmayıp, kendini geç hissettirmekte, hissettirdiği zaman da, artık ilaçlar fayda vermemektedir.

Kanser gibi sara hastalığında da habîs ruhların tesirini kabûl etmek, mâkul bir yol olsa gerek.. kim bilir belki de cinler, beyinde bir kısım guddelerin normal çalışmasına ve fonksiyonlarını icra etmelerine mâni olmaktadırlar.

Yine, habîs ruhlar, insan aklını bozma ve sinir sistemine tesir edip, cinnete yol açmada da tesirli olabilirler. Gerçi, hekimler şizofreninin bütün çeşitlerini maddeye vermekte ve bazılarını da irsî görmektedirler ama cinlerin damarlara girip kişinin muvazenesini bozmaları, sinir sistemini harap ederek, zaman zaman dengeli olunurken, bazen de çılgınlığa yol açmaları da mümkündür. Yanlış anlaşılmasın; ne sara ne de şizofreni mutlaka cin eseridir demek istemiyorum; fakat, “olması mümkündür” diyorum. Çünkü bu hastalıklar, çok defa duâlı bir ağzın ciddî bir okumasıyla geçmektedir.

Arkadaşlarımızdan biri, yaşlı bir kadının dua isteğini getirdi. Bu yaşlı kadıncağız için doktorlar, “Kanser metastaz yapmış ve her yanını kaplamış; bir hafta kadar ya yaşar, ya yaşamaz… Götürün, son günlerini evinde geçirsin” demişler. Kadıncağızın şahsıma büyük hüsn-ü zannı varmış; arkadaşımızı araya koyup ısrarla, “Dua etsin, şifa bulurum” demiş. O masumeye nasıl dua ettiğimi şimdi hatırlamıyorum. Altı ay sonra arkadaşıma “O kadına ne oldu?” diye sordum; “Yaşıyor” dedi. Sonra aradan iki yıl gibi bir zaman geçti, “ne oldu?” diye yine sordum; “Hacca gitti geldi, torunlarını büyütüyor” cevabını aldım.

Yine, bir saralı hasta getiriliyor; devamlı rahatsız ve nöbeti olan bir adam. Bir hoca efendi açıyor Kur’ân’ı ve üç-beş ayet okuyor; hasta şifa bulup gidiyor. Bu vak’aları maddenin fonksiyonlarıyla izah etmek mümkün değildir. Hap vermek suretiyle beyinde belli bir temas temin etmeğe muvaffak olabilirsiniz.. Bunun bir te’siri de olabilir ama okuma da şifaya sebep olabilir.

Bir misal daha arz edeyim: Teyzem, cinnet getirdi ve her şeyi yakıp yıkmaya başladı. Zincirlerle ancak zapt edilebiliyordu. Kendini hastanenin dördüncü katından aşağı attı, bir şey olmadı. Kocası bir hoca efendiye gitti, bir şeyler yazdırdı getirdi ve bıraktı. “Beni niye böyle zincirlere bağladınız?” dedi, sızlanmaya başladı.. Hayret, teyzem iyileşmişti…

Tıbbın ve doktorların altından kalkamadıkları öyle vak’alar, öyle misaller var ki, hemen her gün bir tanesini duyar veya yaşarsınız. Son olarak, yıllar önce Balçova karakolunda bekçilik yapan bir zâtın bizzat yaşayıp anlattığı bir vak’ayı nakletmek istiyorum: Bu adamcağızın ilk yedi çocuğu doğumlarının 17. gününde boğulup ölmüşler. Sonunda, ağzı dualı bir hoca efendiye bir şeyler yazdırmış ve artık sekizinciden itibaren çocukları yaşamaya başlamış…

Nasıl şimdi, Avrupa ve Rusya’da görünmeyen kuvvetleri haberleşme gibi bir kısım hizmetlerde istihdam etmeye başlamışlarsa, büyük ihtimal ilerde de cinnî hastalıklara karşı duâ ve benzeri tedavi yollarını kullanır hale gelecekler, hattâ, belki de cinlerle tedavi popülerlik kazanıp, üniversitelerde ayrı bir kürsüye bile kavuşacaktır! Bugün bile ülser tedavisinde telkin yolunu kullanan hekimler var; ayrıca mûsikî dinletip, hastanın moralini yükseltmekle tedavi denemeleri de yapılıyor. Bütün bunlar ruhun varlığını ve tedavide bile mananın ne derece önemli olduğunu göstermektedir. O halde, şuurlu habis ruhların ve hastalıklara yol açan cinlerin mevcudiyetlerini inkârda ne mana  var?!..

Soru: Arkadaşlar bana “tavara” adlı bir cin olduğunu ve insana farklı şeyler yaptığını söylediler, doğru mudur?

Tavara, bildiğimiz kadarıyla bazı yörelerde cin, karabasan gibi varlıklara verilen isimdir. Biz genel olarak sorunuza cevap olarak cinlerle ilgili birkaç meseleye temas edelim.

Cinlerle temas kurulabilir mi? Cinler, insanlara hangi hallerde zarar verir?

Bazı insanların ruhları cinlerle temasa müsaittir; çabuk trans haline geçebilir, çabuk bizim buudlarımızın dışına çıkabilir ve onların âlemi, onların buudları, onların dilleri ve haberleşmeleriyle mayalanabilirler. Bu bir fıtrat mes’elesidir.. Ancak, bundan bir insanî üstünlük manası da çıkarılmamalıdır. Evet, görülmeyen bu kuvvetlerin tâbi oldukları belli prensipler vardır. Dolayısıyla insan, her arzu ettiği yerde bunlara iş yaptırtamaz.. Zira onlar, Allah (c.c.)’ın tayin ettiği buudun dışında iş yapamazlar. Kişi, mazhar olduğu bir kısım esmâ ve kelimeleri sırlı kilitleri açar gibi kullanıp cinlerle temasa geçebilir ama cinler kendilerine verilmeyen imkânı kullanamazlar. Bu itibarla her insan, cinlerden istifade edemez,  eden de, onları her arzusunda kullanamaz. Bununla birlikte, bazı kelimeleri cinlere ait birer kod, birer telefon numarası gibi çevirip, belirli şekillerde ve belirli sayıda tekrarlayarak, onlarla irtibat kuran insanlar da az değildir.

Birtakım yolları ve usulleri olmakla beraber cinlerle irtibat kurma, mürşid ve rehber ister ve o işin ehli olmayı gerektirir. Usûl, prensip ve rehber olmazsa, hata ve yanlışlıklar yapıp paçayı kaptırma ihtimali de vardır. Bu tür şeylerle meşgul olanların gözleri mana âlemine açık değil ve kendileri ayaklarını basacakları yeri bilemiyorlarsa, o zaman habis ruhların saldırısına uğrar, onların hâkimiyeti altına girer ve onların oyuncakları olurlar. Neticede cinler, böylelerini bazen gurur ve kibre sevk eder, okşayıp şımartır; yeri, zamanı gelince de korkutup tehdit ederek tesirleri altına alır ve kendi hesaplarına konuşturup, iş yaptırırlar. Nitekim 20. asırda Hindistan’da Gulam Ahmed Kâdıyânî, böylesi habis ruhların kurbanı olmuştur. Hind Yogizmine karşı Fakirizm yolunda İslâm adına mücadele etmek istemiş, fakat habis ruhların saldırılarına uğrayıp, oyuncakları haline gelmiş.. Habis ruhlar, önce kendisine müceddid olduğunu kabul ettirmişler; sonra da Mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- “Allah bana hulûl etti ve bende göründü” demeye kadar gitmiştir. Habis ruhlar, habis olanlarla çabuk kontak kurar ve cinnete kadar götürebilirler.

Cinler, ehl-i imana daha çok cünüplük ve hayız-nifas hallerinde, abdestsiz-namazsız hayat sürenlere de yine bu hallerde musallat olup, onları değişik şekilde ve değişik seviyede baştan çıkarabilirler. İşlenen her bir günah, şeytan ve habis cinlere açılan bir kapı ve pencere durumundadır. Bilhassa hassas tipler, bozuk ruhlular, duadan ve dualıların atmosferinden uzak lâubali hayat yaşayanlar, çabuk cinlerin tesirine girerler. Tabiî ki, cinlerin hayat sınırlarını ve hukuklarını ihlâl ve besmele çekmeden evlerini ve yurtlarını işgal de, cinlerden zarar görmede mühim faktörlerdir. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s.), bize pis yerlere girerken dua etmemizi öğretiyor ve onların bulundukları mezbelelik, çöplük, hamam, otluk, helâ ve hatta kabirlerde namaz kılmamızı yasaklıyor. Bu yerler, şeytanın ve kötü ruhların uğrak yerleridir. Evet, Efendimiz, helâya girerken, “Allahümme innî eûzü bike mine’l-hubsi ve’l-habâis” dememizi tâlim buyuruyor ve ilerde geleceği üzere, hayatımızın her safhasında duâlı olmamızı, bu kabil zararlı oklara hedef olmaktan korunmamızı temin edecek bir kale ve kalkan sayılabilecek temiz muhitlerde bulunmamızı, temiz insanlarla düşüp kalkmamızı, dualarla bir atmosfer oluşturmamızı ve ibadetle korunmamızı emrediyor. Öyleyse, cinlerin her türlü kötülüğünden emin olmak isteyen, her şeyden önce günahlardan şiddetle kaçınarak, onların girecekleri delikleri kapamalıdır.

Habis ruhların ve cinlerin şerrinden korunmak için ne yapılmalı ve ne okunmalıdır?

 a. Evvelâ, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.s.) ile iyi münasebet kurup, İslâm’ın prensiplerine uyulmalıdır.

Bu işin birinci ve en sağlam yolu, Allah (c.c.) ve Rasûlüyle (s.a.s.) çok iyi münasebet kurmak, Din-i Mübin-i İslâm’ın prensiplerini hayatımıza hayat yapmak, gönülde derinleşmek ve tertemiz havamızla kendi âlemimizi yaşamaktır. Bir yandan bunları yaparken, bir yandan da habis ruhların sızabileceği hiç bir boşluk ve günah penceresi bırakmamak gerekir. Ruhta açılacak bir gedik, onların sızmasına zemin hazırlayabilir.

b. Fiilî ve kavlî duâ ile Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) ilticâ edilmelidir.

Cinlerin ve habis ruhların şerlerinden korunmada ikinci önemli bir unsur, hususiyle duanın kulluğumuzun bir parçası ve silahımız olarak dilimizden düşmemesidir. Evet, korunmamız, hâl-kâl, iç-dış, fiil-dil bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır.

Dua, fiilî ve kavlî olmak üzere iki şekildedir. Çiftçinin tarlayı sürmesi, tımar etmesi, ekmesi, sulaması fiilî dua; sonra da el açıp, “Ya Rabbi, bereket ihsan eyle, rahmetini bol bol ver” diye yalvarması da kavlî duâdır. Birinci dua olmaksızın ikincinin yapılması, insana herhangi bir şey kazandırmayacaktır. Buna karşılık, sadece fiilî dua ile yetinilmesi ise, yümün ve bereketi, hele hele kulluğu eksik bırakacak ve bütün yaptığı, başında bir olmayan sıfır yığınından ibaret kalacaktır.

Diyelim ki bir mü’min, “Ya Rabbi, mü’minleri muzaffer eyle” diye duâ eder; bu güzeldir ama, kâfi değildir. Çünkü tek kanatla kuş uçmaz. Efendimiz (s.a.s.)’in Bedir Savaşı öncesi eksiksiz hazırlık yapması ve sonra da bütün benliğiyle Allah’a yönelerek dua etmesi gösteriyor ki, fiilî dua yapılacak, yani, sebepler dairesinde yapılması gerekli olanlar yapılacak ve elden geldiğince sebeplere riayet edilecek, sonra da kavlî duâ için eller açılacaktır.

Bunun gibi, vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde hekime gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından, şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk’a el açıp, şifa dilememiz de kavlî duâdır. Bazen yalnız Allah’a teveccüh ve  kavlî duâ ile hastalıklarımız, baş ve diş ağrılarımız geçebilir ama, bazen de murad-ı İlâhî başka olur ve hekime müracaatımız istenir. Efendimiz (s.a.s.): “Allah her derdin devasını yaratmıştır, tedavi olunuz” buyurmakla, bu fiilî duaya bizi teşvik etmektedir. Şu kadar ki, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, şifayı Allah (c.c.)’dan bilerek ve bir kulluk vazifesi olarak kavlî duâmızı her hal û kârda yaparız. Ne var ki, bazen münhasıran kavlî duânın yetmediği gibi, fiilî duânın yetmediği de olur. Ve Allah (c.c.), şifayı bazen iki duâya birden, bazen de sadece birine bağlar. Her şey O’nun elindedir. Niceleri vardır ki, kavlî duâ nedir bilmedikleri halde sıhhat içinde, zevk dolu bir hayat yaşarlar; buna karşılık, ilaç kullandıkları ve duâyı da bir ân için olsun ağızlarından düşürmedikleri halde, Allah (c.c.)’a gönülden bağlı insanların hayatlarını dertlerle kıvrım kıvrım sürdürdükleri görülür. Böyle durumlarda biz, duamızın kabul olmadığını sanırız. Halbuki kabûl etmek ayrı, cevap vermek ayrıdır. Her dua işitilir ve icâbet edilir fakat bu icâbet, istenilenin aynen verilmesi şeklinde olabileceği gibi, te’hir edilip sonra verilmesi veya dünyâda verilmeyip, Ahiret’e bırakılması şekillerinde de olabilir;  tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine bağlıdır bu. Siz doktoru çağırdığınızda o, icâbet eder gelir; fakat “Bana şu ilaçları ver” dediğiniz zaman, doktor o ilaçları size aynen vermeyebilir;  neyi uygun görüyorsa onu verir ve uygun görmediğini de vermez, ya da daha iyisini, daha faydalısını verir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hakk da kulun dualarını her zaman duyar, duyduğunu duyurur ve onun kalbine huzur verir; çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Fakat hikmetinin muktezası olarak, kulunun her istediğini vermeyebilir; bu vermeyiş, bazen kulun yararına olacağı, bazen de ileride daha faydalı şekliyle vereceği içindir. Sonra, mülkün sahibi O’dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.. lûtfu da hoştur, kahrı da. O, abes iş yapmaz; her yaptığında bir değil, bin hikmet vardır.

Ayrıca kat’iyyen bilinmelidir ki, dua da namaz gibi bir kulluktur; sâfiyane, hâlisane, garazsız, ivazsız, karşılıksız ve dünyada peşin bir netice beklemeden yapılmalıdır. İnsan, saf ve dupduru bir gönülle O’na teveccüh edip, rızasını aramalıdır. Ama O, bazen lûtuf ve keremiyle ihsanlarda bulunup kulunu hoşnut edebilir… Bu sebeple de, hemen neticesi alınsın ve çarçabuk hedefe nail olunsun diye yapılan dualar kabul görmeyebilir; hâlis ve safî olmadıkları için, kabul noktasına yükselmeleri mümkün olmayabilir…

Peşin ücretler için ısrarla dua edilmemeli, ama Hakk kapısında devam ve sebatta mutlaka ısrarlı olunmalıdır. Rabbine ilticadan bir ân dûr olmamak, daima hayırlı olanı istemek, günahların yaprak gibi döküldüğü, fazilet ve insanî değerlerin ziyadeleştiği o kapıda sadakatta bulunmak, sebat etmek ve imtihanda olduğumuzu unutmayarak neticeleri Ahiret’te beklemek, samimî kul olmanın gereğidir.

Cin ve şeytanların sultasından korunmanın tek çaresi, manevî donanım ve iç-dış bütünlüğüne ermektir. Böyle bir donanımı gerçekleştiremeyen ve böyle bir bütünlüğe eremeyenlerin bir yanları mutlaka şeytanların hakimiyeti altındadır ve o insan eksiktir. Dış ve iç bütünlüğünün manası bir anlamda kalb ve davranış birliği ile çok ciddi alakalıdır. İnsan, inandığını tam yaşadığı zaman bu vahdete kavuşmuş olur. Zaten Vâhid ve Ehad olan Allah’a (cc) kulluk da, böyle bir vahdeti gerektirmektedir. Evet, Tevhid-i kıble ve teveccüh-ü tam ile O’na yönelenler, cin ve şeytanların sultasına karşı kesinlikle muhafaza altına alınmış sayılırlar. Dual yaşayan iki yüzlüler ise, böyle bir garantiden mahrumdurlar.

Cin ve şeytanların sultasından korunmak için dilden dua eksik edilmemelidir. Kalb, Rabb’in zikriyle itminana ulaştırılırken, kafa da, hep İlâhî cilve ve tecellileri düşünmeli.. girdaba düşmekten kaçınmalı.. ve insanın tek emeli, ‘başkalarını kurtarmak’ olmalı.. olmalı ve hep taze gül kokulu bir iklim ve bir atmosfer meydana getirmelidir. ‘Gül, gül içinde biter’ felsefesiyle hareket edip, ferdî manada da daima ‘istiaze’ süllemiyle (merdiveniyle) Yüceler Yücesi’nin sığınağına ulaşma gayreti içinde bulunmalıdır. Çünkü şeytan ve habis cinler oraya giremez ve o kutsi otağa ulaşamazlar.

‘Eûzü’, Allah’a karşı bir yönelme ve bir dehalettir. Evet o, her şeyi, yine onun seviyesine göre terbiye eden Âlemlerin Rabbi’ne bir iltica ve bir sığınma demektir, zira O, Rabb’dir, her şeyin hakkından geldiği gibi, şerir cin ve şeytanların hakkından da gelir. Şeytanlar, sığınılması gereken her şeyden ‘Eûzü bikelimâtillâhittâmmeti min şerri mâ halak; Mahlukâtının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım. [1] diyerek Rabb’e sığınan insana ulaşamaz ve ona zarar veremezler. Bu, Allah Rasulü’nün bir duasıdır ve o, sığınılması gereken her şeyden, kendi kerem ve cömertliğine şâyeste şekilde kendisini koruması ve muhafaza etmesi için Rabb’ine böyle yalvarmıştır.

Bu mevzuda diğer bir düstur da Ayet’ül-Kürsî’yi (Bakara, 2/255) okumayı ahlak edinmektir. O da İlahî bir kalkandır ve insanı cinlerin, şeytanların şerrine karşı korur ve muhafaza eder. Aslında, bu ayette anlatılan vasıflarla muttasıf o Rabb’ı Rahime yönelme, insanın his ve duygularını tatmin eder ve teminat altına alır.. alır da, artık onun gözlerine yabancı hayaller giremeyeceği gibi kalbini ve gönlünü de şeytan işgal edemez. Yeter ki o, iradesinin hakkını versin ve elinden geldiğince istikamet içinde yaşamaya gayret etsin. Ne var ki insan, her zaman bu gerilimini muhafaza edemez. Bazen geçici de olsa ufkunu gaflet bulutları sarabilir. Bu gibi durumlarda onu uyku basar ve adeta iradesi devreden çıkar. İşte o zaman insan da, uyumayan ve asla uyuklamayan Allah’a yönelir, ona sığınır.. sığınır da, artık şeytan, onun ruhuna yol bulup giremez. Zira Âyetü’l-Kürsî, koruyucu bir atmosfer gibi onun ruhunu sarmıştır ki, böyle bir mahfuz yere cin, şeytan giremez.

Ne dediğini duyarak ve sürekli içine doğru derinleşerek, derinleşip bütün beşerî hislerini aşarak Âyetü’l-Kürsî’yi vird edinip Allah’a iltica etmek, bir bakıma, ‘Ey Rabbim! Ben kendimi Sana emanet ediyorum.’ demektir ki, böyle bir iltica, dua ve yalvarış arş-ı Rahmet’e ulaşınca gök ehli o kişinin etrafını sarıp adeta onun çevresinde pervane kesilir. Hangi şeytan ve şerir cinnin haddine ki, böyle bir nur halesini aşabilsin ve ışık hüzmeleriyle sarılı bulunan nezih ruhlara dokunup onları soldurabilsin? Hayır, bu mümkün değildir. Zira onu, artık emri her şeye galip olan Rabb’i himaye etmektedir ve o, Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu eve cin ve şeytanın girmesine müsaade etmeyecektir.

Son olarak, cin ve şeytanların sultasından korunma için, iç ve dış bütünlüğüne kavuşulması; dilden duanın eksik olmaması ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunmasının âdet, ahlak edinilmesi gibi bir kısım prensiplerden bahsetmiştik. Şimdi de -müsaadenizle- bu düsturları yaşıyarak onların şer ve sultalarından uzak kalabilmiş kişilerin hayatlarından misaller vermek suretiyle mevzumuzu biraz daha tavzih edelim.

1) İbn-i Ebi’d-Dünya, Urve b. Muğîre’den (Urve b. Muğîre (ra), tabiînin büyüklerinden, şanlı Sahabi ve büyük siyasi dâhi Muğîre b. Şu’be’nin oğludur.) naklediyor:

Urve (ra) diyor ki: ‘Bahçemde oturuyordum. Derken çardağın etrafını bazı karartıların sardığını gördüm. Çardağın üstünden bir ses yükseliyordu. Bu Ses: ‘Urve’nin hakkından gelecek kimse yok mu?’ diyordu. İçlerinden biri ileri atıldı ve ‘Ben varım, ben onun hakkından gelirim’ dedi. Biraz sonra mahzun, mükedder, boynu bükük geri döndü. Ona niçin bir şey yapamadığını sordular. Cevap verdi: ‘Sabah-akşam okuduğu dua ona yaklaşmama mani oldu..’

Urve b. Muğîre (ra), sabah-akşam şu duayı okuyordu: ‘Âmentü billâhi vahdehû ve kefertü bi’l-cibti ve’t-tâğûti ve’stemsektü bi’l-urveti’l-vüskâ; Vâhid ve Ehad olan Allah’a inandım. Ne kadar sanem ve put varsa hepsini inkar ettim. Ve ben, kopmayan ipe (Kur’an’a) sarıldım.’

İşte sabah-akşam bu şekilde ahd u peymanını yenileyen ve okuduklarını yaşayan insanlara, kötü niyetli cin ve şeytanların yaklaşmaları ve onlara herhangi bir zarar vermeleri mümkün değildir. Zira bu dua onların korunmaları için bir vesile teşkîl etmektedir.

Bütün insî ve cinnî şeytanların deryalar dolusu şerleri olsa dahi, bu şerlerin kendilerine ulaşamayacağı nice yüce ve yüksek kâmetler vardır! Zaten bizi teselli eden ve en kötü durumlarda, gönüllerimizde itmi’nan vesilesi olan da budur.

2) Ebu Musâ el-Eş’arî (ra) anlatıyor: ‘Hz. Ömer devrinde Basra’da vali olarak bulunuyordum. Aylar geçip gitmiş olmasına rağmen halifeden en küçük bir haber alamamıştım. Onun durumunu merak ediyordum. Cin işleriyle uğraşan birisine gittim. Cinleri vasıtasıyla bana halifeden bir haber getirmesini istedim. (Bu gaybı bilmek değildir. Cinler gayet süratli varlıklar oldukları için, çok uzak mesafelere çok kısa zamanda gidip gelebilirler ve gittikleri yerlere ait bazı haberleri normal olarak getirebilirler. Bu açıdan da buna dense dense cinleri haber toplamada kullanma denebilir.) Cinin Yemen’de olduğunu ve biraz sonra geleceğini söyledi. Derken cin geldi. Ona Ömer (ra) hakkında malumat istediğimi tekrar ettim. Acaba şimdi nerdedir ve ne yapıyordur? dedim. Cin, biraz düşündükten sonra şu cevabı verdi: ‘Vallahi biz, Ömer’in yanına sokulamaz, ondan bir haber alamayız. Çünkü o, nasiyesinde Ruhu’l-Kudüs’ten bir nur taşıyor. Onu gören şeytan dahi olsa emrine râm olur ve Ömer’e itaat eder hale gelir.’ (Evet Ömer, İslam’a girdikten sonra hiçbir şeytan ona yaklaşamamıştır.) Cin bunları söyledi ve Ömer’den herhangi bir haber getirmesinin mümkün olmadığını gayet açık bir dille itiraf etti…’

Evet biz, yeniden bir Hz. Ömer neslini, mescid, mektep ve ev üçlüsünde İslam ruhunu örgüleyen aydınlık çehre, yavru güneşler intizar ediyoruz. Gözlerimiz, ufukta, eteklerine yirminci asrın tozu, toprağı ve eracifi bulaşmamış, melek yapılı, melek Cibril karakterli insanların geleceği günü bekliyoruz. İnşaallah şeytan, onların yanına da sokulamayacak ve temizler de temiz ruhlarını kirletip bulandıramayacaktır.

Ve işte bu nesil, bütün dünyaya ümit ve güven kaynağı olacaktır. Onlar, 14 asır önceki saadet dolu günleri yeniden günümüze çekip getirecektir ki, insanlık, şayet yeni bir dirilişe erecekse işte bunlarla erecektir. Yeter ki bizler, temsil keyfiyetimizle bu işe mani olmayalım; olmayalım ve arkadan gelecek nesl-i cedid’in önünü tıkamayalım.

3) Aşere-i mübeşşere’den olan, Hz. Ömer (ra)’in, vefat edeceği anda yanında bulunanlara ‘Keşke Ebu Ubeyde hayatta olsaydı da yerime onu bırakıp Rabbimin huzuruna öyle gitseydim’ dediği, Amvas’ta vebaya yakalanarak orada şehid düşen şanlı Sahabi Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) ile karıştırdıkları Ebu Ubeyd’dir (ra). Ebu Ubeyd (ra), tabiînden olup genç yaşta İslam ordusunun başına kumandan olarak tayin edilmiş cesur bir askerdir.

Hz. Ömer (ra), Sasanilere karşı bir ordu göndermek istiyordu ancak, ordunun başına kumandan tayininde zorlanıyordu. Çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Hz. Hâlid’le birlikte savaşmak istiyorlardı. Halbuki Hâlid (ra), o sıralarda Bizans’a karşı savaşıyordu. İşte bu kritik anda Ebu Ubeyd, ileriye atıldı ve bu kumandanlığı kabul edebileceğini söyledi. Onun bu davranışı Hz. Ömer’i çok sevindirmişti. İçinde pek çok Sahabenin de bulunduğu orduya bu 20-21 yaşlarındaki delikanlı kumanda edecekti. Ebu Ubeyd (ra), ordusuyla Sasanilerin üzerine yürüdü ve çok zorlu bir savaş oldu. Bir ara Kumandan atından düştü ve fillerin ayakları altında kaldı. Filler, onu çiğneyip geçerken o bütün gücüyle ric’at içindeki askerlerine şöyle sesleniyordu: ‘Askerlerim, gitmeyin, ben buradayım, ben buradayım..’ ve onları belli ölçüde de olsa geri çevirmeye muvaffak oluyordu. Ebu Ubeyd, orada şehit düşmüştü. Diğer taraftan Halife, Medine’de Ebu Ubeyd’den haber bekliyordu. Nihayet Tâif tarafından birisi geldi ve halifeye şu haberi getirdi. ‘Bir vadiden geçiyordum. Kadın-erkek, genç-ihtiyar toplanmış feryad içinde ağlıyorlar ve şöyle diyorlardı: ‘Kahramanca savaştılar. Cansiperane kavga verdiler. Allah için öldüler ve niyetlerine göre de Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ulaştılar’ sözlerinin sonunda da, hep bir ağızdan söyledikleri ‘Vah Ebu Ubeyd, vah Ebu Ubeyd.!’ çığlıkları yükseliyordu.’

Hz. Ömer (ra), işi anlamıştı. Vadiyi dolduran ve feryad ile ağlayan Müslüman cinlerdi. İslam ordusu için gözyaşı döküyor ve şanlı kumandan için ağıt yakıyorlardı. Nitekim bir kaç gün sonra bir ulak geldi. Ve olanları bir bir halifeye nakletti. Ebu Ubeyd, fillerin ayakları altında can vererek şehit olmuştu… [2]

Evet, cin ve şeytanların şerrinden korunmak için Ebu Ubeyd şuuruna sahip olmak gerekir. Bu da, her halde cihad ruhuyla bütünleşme, dava uğruna candan cânandan geçme şuurudur ki, öyle olanlar bu amellerinin mükâfatını, cin ve şeytan iğvasına karşı korunmuş olmakla görürler. Zira cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir insanı, ne insî ne de cinnî şeytanlar asla kandıramaz.

Cinler ve şeytanlar, insanların günahlarıyla açtıkları menfezlerden girer.. girer ve insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu menfezler kapanmalıdır ki, onlar içeri giremesinler ve insan da, onların şerrinden korunmuş olsun.

Ehl-i keşfin müşahedesiyle cin ve şeytanların mü’minlere musallat olmaları, daha ziyade onların bazı manevi yönlerden açık ve zayıf olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da; cünüplük, hayız, nifas halleri, abdestsizlik, su-i edep içinde gafilâne davranışlar sergileme gibi durumlardır ki, ruh bozuklukları ve fizyolojik olmayan cinnetler, ekseriyetle böyle boşlukların ardından insana ârız olurlar. Eğer bunlarda cin ve şeytanın parmağı varsa -ki vardır- onlar, mü’minin içine mutlaka, onun bir günahından yol bulup girmişlerdir.

Evet, eğer sen bir kale gibi isen, bu kalenin kapıları açık olursa ezeli düşmanın elbette o kapılardan girecek ve senin vücud kaleni teslim almaya çalışacaktır. Eğer böyle bir akibete düşmek, ma’ruz kalmak istemiyorsan, mutlaka günahlardan kaçınmalı, dikkatli bir hayat yaşamalı ve kalenin içten fethedileceğini de asla unutmamalısın…

Habis cinler ve şeytanlar, her çeşit günahı alet olarak kullanırlar. İçki, kumar ve fuhuş, onların sıkça kullandıkları aletlerdir. Bu günahları irtikab edenler, şeytan tuzağına düşmüş sayılırlar.

4) Abdullah İbn-i Abbas’ın (ra) talebelerinden Katade b. Diâme (ra) anlatıyor: ‘Şeytan, Allah tarafından tardedilip huzurdan kovulunca sordu:

Şimdi ben ne yapacağım?
Cenab-ı Hakk, hikmet diliyle cevap verdi:- Sihir yapacaksın! (İnsanları büyüleyecek, bakışlarını bulandıracak, kalb ve kafalarını dumura uğratacaksın. Böylece onların muvazene ve dengeleri bozulacak. Akılları hükmünü tam icra edemeyecek. Ve kalblerinin Allah’la olan alakası kesilecek ve te’sirsiz kalacak.)
– Ben ne okuyacağım?
– Şiir. (Yani dil dökerek, edebiyatı bu işte kullanarak, fuhşa ait kitap ve dergi neşretmeyi insanların kafasına sokarak onları büyülemeye çalışacaksın.)
– Ne yiyeceğim ben?
– Bütün murdar şeyleri. (Hem yiyecek hem de sana tabi olanlara yedireceksin. Besmelesiz etler, murdar tavuklar, doğrudan doğruya eti haram kılınmış hayvanlar, helal-haram demeden çeşitli spekülasyonlarla kazanılan ticari gelirler, faizler, rüşvetler…)
– Ben ne içeceğim?
– Sekir (sarhoşluk) veren her şeyi. (Şarap içeceksin veya şarabın adını değiştirecek, ona başka bir isim bulacak ve onu içeceksin. ‘Alkolsüz bira’ diyecek ve su yerine onu içeceksin. Diğer taraftan yeni yeni uyuşturucular icad edecek ve onları kullanacaksın. Afyon, morfin, kokain, kafein v.b… İşte sen bunları içeceksin.)
– Benim yurdum neresi?
– Hamamlar. (Çırılçıplak, haya ve edebten mahrum yıkanılan yerler, saunalar, plajlar…)
– Benim meclisim neresi?
– Çarşılar, pazarlar, sokaklar.
– Benim münadim kimdir?
– Davullar, zurnalar ve rûhî heyecan uyarmayan her şey.
– Benim silahım nedir?
– Fuhşıyât.
Evet, şeytan huzurdan kovulunca bunları soruyor ve ona Cenab-ı Hakk’tan bu cevaplar geliyor.

Madde madde bu hususları izaha gerek var mı bilemiyorum? Dünyanın haline ve hâssaten İslam aleminin yürekler acısı vaziyetine bakıldığında Katade b. Diame’nin naklettiği bu sözlerin haklılık derecesi daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için isterseniz gözümüzün önünden filim şeridi gibi Müslümanların utandırıcı hallerini geçirebilirsiniz.. geçirin, ve düşünün, cin ve şeytanların günah menfezlerinden tâ nerelere kadar girdiğini anlamaya çalışın!. Sonra bir de yüzünüzü Batı dünyasına çevirin. İnsanların ekseriyetinin ruhen dengesiz olduklarına bakın. İntihar olaylarının her geçen gün nasıl korkunç buudlara ulaştığını görün.. görün ve ürperin.

Bugün İnsanlar, sırf düşünmemek için ne çarelere başvurmaktalar batı hayatında.. Öyleki, hiç adı sanı duyulmadık kumar çeşitlerinin sergilendiği kumar masalarında ömrünü bitirip tüketen insanlar var. Batı hayatında bunların pek çoğu kendilerinden kaçmak için bu gibi illetlere sığınmaktalar.. ve bu yerlerde başka değil ancak şeytan saltanatı hükümferma. Bu ülkelerde insanlar, bütünüyle mefistoya yenik düşmüşlerdir. Şeytan önce onların dengelerini bozmuş, sonra da yanlış çarelerle onları iyice sersemleştirmiştir. Bu da şeytanın en klasik oyunu ve en eski hilesidir. Zira Feodalizm, Kapitalizm ve Komünizmin hepsinin altında, şeytanın bu hilesi ve oyunları vardır. Evvela o, insanları tatmin olamayacakları noktalara sürüklemiş ardından da çeşitli isimler altında (işçi hareketi, proletarya diktatörlüğü vs. gibi) hortlattığı insanlara, yanlış çareler takdim etmiş ve onları büsbütün şirâzeden çıkarmıştır. Gerek Marks’ın ve gerekse Engels’in eliyle insanlığa takdim edilen çareler, hep şeytana ait birer hile ve oyundan ibarettir. Nitekim bu oyunun sona erişini bizimle beraber şimdi bütün dünya da seyretmektedir. Cin ve şeytanın bu tür iğva ve oyununa düşmemek için inanan bir dünyanın kurulması şarttır. Çünkü iman, insanlığı kurtaracak tek çaredir.


[1] Buhari, Enbiya: 10; Müslim, Zikir: 54-55; Dârimî, İsti’zân: 48

[2] İbni Kesir, el-Bidaye, 7/28

Kur’ân’da, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşlardan ve cinlerden ordularının olduğu, cinlerin kaleler, havuzlar ve kazanlar yaptıkları, içlerinde bina ustalarının ve denizlere dalan dalgıçların bulunduğu, ayrıca birkaç bin kilometre uzaktan Belkıs’ın tahtının anında getirildiği anlatılır.[1]

Âyetler, bizi fizik ötesi âlemlere götürmekte ve metafizik vak’alarla tanıştırıp, cin, şeytan ve ruhanîlerle kalbin ve hissin diliyle konuşabileceğimiz bir âlemde gezdirmektedir. İnsanlık, şu anda bu işin henüz elif-basında ve emekleme devresinde bulunmaktadır. Telepatinin, ruhlarla konuşmanın, cin ve şeytanlarla en geniş sahalarda haberleşme yapmanın ve onları emir altına alıp iş gördürmenin perdesi yeni yeni aralanmaktadır. Maddeyle alâkalı laboratuvarlarda halledilemeyen meseleler olacak, görülmeyen âlemlere ve canlılara müracaat lüzumu duyulacak ve başka âlemlerden gelen şifreleri çözmek için nezih veya habis ruhlara, cinlere ihtiyaç baş gösterecektir. İrtibat arttıkça, onları kullanma sahalarına temayül de artacaktır.

Yukarıdaki âyetlerde ifade edildiği gibi cinler, Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) hizmet ediyorlardı. Her nebi, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birine mazhardır; aynı zamanda nebiler, kendi isimlerinin de mazharıdırlar. Süleyman ismindeki remiz ve mânâ, şehadet ve gayb âlemleri üzerinde hüküm sürmektir. Böyle bir ismin muktezası olarak, o nebinin bir eli görünen, diğer eli ise görünmeyen âlemde tasarruf yapabiliyor ve muhaberede bulunabiliyordu. Bu, sair enbiyâda ara sıra ve mucizevî oluyordu ama, Hz. Süleyman’da (aleyhisselâm) ileri derecedeydi. Ayrıca burada, imana ve Kur’ân’a hizmet eden cemaatlerin sahip olmaları gereken yol ve usullere de işaretler vardır.

Nebi, alet u edevatsız ve maddî sebepler olmaksızın cinleri teshîr edip emrine bağlamış, onlar vasıtasıyla haberleşmiş, onları çalıştırmış ve bu sahada nihaî sınırı göstermiştir. Âyetin ifadesiyle, emrinde bulunan cinler, Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) kendilerinden yapmalarını istediği şeyleri yaparlardı. Çok muhteşem hüsnü sanat eserleri ortaya koyarak, bu sanatın gelişmesi ve ihyası hususunda insanlara büyük destekleri olmuştur. İleride cinler, aynı sahada daha geniş çapta kullanılacak ve onları istihdam edenler, son sınır taşlarını yerlerine koyacaklardır.

Yine Kur’ân’da, -yukarıda ifade edildiği gibi- Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) cinleri denizlerin diplerine dalma ameliyesinde istihdam ettiği de belirtilmektedir.[2] Telepatinin bu işle alâkası vardır veya yoktur; fakat her hâlükârda, bir gün iaşeleri temin edilerek, cin taifeleriyle deniz altında üç-beş ay kalınabilecektir. Zira Allah’ın bir Peygamberi, bize bu mevzuda da son ufku göstermektedir.

Muhabere sahasında da cinlerin büyük çapta kullanılabileceğine âyet işaret etmektedir. Büyük devletler, teknik ve teknolojik sahada verdikleri kavga ve mücadelede cinleri kullanıp, -haberleşmede dinlenme ihtimali ortadan kalktığı ve çok seri hareket ettikleri için- telsiz ve telgrafın çalışması ve kod, şifre ve anahtarlarının ele geçirilmesi hususunda cinlerden faydalanacaklardır. Gariptir; bu mevzuda bugün en fazla gayret gösterenler de, mânâya karşı en kapalı milletlerden olan Rusya ve Çin’dir.

Cinler ile konuşmanın sağlanması, emniyet teşkilatlarının da işine yarayabilir. Meydana gelen veya gelişme safhasında olan faaliyetler ve grup olayları anında merkeze bildirilip, kontrol altına alınabilir. Kim bilir belki o zaman, cinlerden de komiserler ve emniyet müdürleri olacaktır.

…Ve gün gelecek, milletlerin gizli bir şeyi kalmayacak, cin ve şeytanlar bütün kapalı şeyleri, milletlerin sırlarını ve gizli yanlarını açığa çıkararak, herkesin en gizli yönlerine muttalî olma imkânını sağlayacaklardır. Ne var ki beşer, her şeyi ruhanîlerin ve cinlerin yaptıklarına inanacak ve bu sahadaki gelişmeler sonucunda cinlerin bu şekilde kullanılması, bir bakıma Allah’ın (celle celâluhu) ve Kur’ân’ın inkârına yol açacak; neticede de insanlar, ruhlarını tatmin için bunları kullanabileceklerdir.

Enbiyâ sûresinin 82. âyetinde, cinlerin daha başka işler de gördükleri belirtilerek, belki cinlerin ileride bizim bilemediğimiz ve tahmin edemediğimiz daha pek çok işlerde de kullanılabileceğine işaret olunmaktadır. Siz bunu, ister bin senelik hâdiselerin kitaplaştırılması, ister yerin altına ve yer altındaki madenlere ıttılâ ve isterseniz deniz dibinde asırlardır bulunamayan batık gemilerin tespiti, yeni zenginlik kaynaklarının keşfi veya cinleri uzay dalgıçları ya da cin uydular şeklinde istihdamla değişik bilgiler edinilmesi olarak düşünebilirsiniz. Fakat, her zaman olduğu gibi bu sefer de, verdiğimiz bu malumatın sonunda yine “Her şeyin doğrusunu Allah bilir.” demeyi ihmal etmemeliyiz.

[1] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/82; Neml sûresi, 27/17, 39; Sebe’ sûresi, 34/12; Sa’d sûresi, 38/37.
[2] Enbiyâ sûresi, 21/82.

Bulunduğumuz beldede cinlerle teması olan birisi var. Elimize temas edip bir takım hastalıklarımızı bize söylüyor ve bitkisel ilaçlar hazırlıyor. Cinin müslüman olduğunu söylüyor irtibata geçmek caiz mi? Bu tür bir işten medet umulabilir mi?

Bu tür kabiliyeti olan zatlar olabiliyor. Allah’ın verdiği özel bir kabiliyet bu. Eğer kendinizde bu noktada ciddi bir rahatsızlık duyuyorsanız tedavi maksadıyla, o şahsa herhangi bir güç, kudret vermeden, onu bir vesile olarak görüp aynen doktora gidiyor gibi gidebilirsiniz, neticeyi de Allah’tan bilirsiniz. Tabi bu arada o şahsın, ufak tefek masraflarını almakla beraber, para peşinde koşan birisi olmamasına da dikkat edersiniz. Zira bazı hoca kılıklı insanlar insanların bu noktadaki zaaflarını kullanarak onları korkutmak suretiyle bu meseleyi suistimal etmekte ve bu işi ranta dönüştürmektedirler. Allah şifalar versin…

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 30.0K other subscribers
%d bloggers like this: