Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2

Sorular ve Cevaplar

Kuvve-i gadabiyenin de bir hikmet-i vücudu vardır ve onu yok etmeye çalışmak yerine yüzünü şerden hayra çevirmeye gayret etmek lazımdır. Şüphesiz, hiddet müslümana yakışmayan bir tavırdır. Şu kadar var ki, Cenâb-ı Allah’a, Rasûl-ü Ekrem ve Din-i Mübîn’e bir saldırı söz konusu olduğunda ya da dinî bir esasın korunması meselesinde inanan insanların hiddetlenmeleri de normaldir; hatta mukaddesâtı muhafaza etmenin lüzumu açısından öyle bir durumda mü’minlerin makul ve ölçülü bir şekilde kızgınlıklarını ifade etmemeleri yanlış olur.

İbn Hacer hazretleri, gazabın Allah için olanını anlatırken, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtu vesselâm) şahsî meselelerde sabredip hiç öfkelenmediği halde, dini ilgilendiren mevzularda gazap izhar ettiğine dikkat çekmekte ve bu hususu bazı misallerle te’yit etmektedir. Serdettiği örneklerden birisi şöyledir:

Câbir b. Abdullah’ın (radıyallahu anh) anlattığına göre; Muâz ibn Cebel (radıyallahu anh), Peygamber Efendimiz’in arkasında namazını kılar, sonra da kendi kavmi olan Benû Selime’ye gidip, onlara namaz kıldırır ve namazda da Bakara Sûresi’ni bitirecek kadar uzun okurdu. Bir defasında bir adam kendi başına kısa bir şekilde namaz kılmıştı. Bu adamın cemaatten ayrılıp tek başına namaz kıldığı haberi kendisine ulaşınca Hazreti Muâz, “O bir münafıktır!” deyivermişti. Muâz ibn Cebel’in bu sözünü duyan o adam, hemen Rasûl-ü Ekrem’e geldi; “Yâ Rasûlallah! Biz ellerimizle işleyen, su çeken ve develerimizle sulama yapan bir topluluğuz. Muâz, dün bize namaz kıldırırken Bakara Sûresi’ni baştan sona okudu. Onun için bu defa namazımı hafif kılıp gittim. Bundan dolayı Muâz benim bir münafık olduğumu iddia etmiş!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -kızgın bir ifade tarzıyla- üç kere: “Ya Muâz! Sen bir fettan mısın (fitne mi çıkarıyorsun)? “Ve’ş-şemsi ve duhâha”, “Sebbih isme Rabbike’l-alâ” ve benzeri sûreleri okusana!” buyurdu. Evet, insanın kendi adına kulluk çıtasını yüksekte tutması güzel ve makbuldü ama başkaları söz konusu olunca dinin özündeki kolaylık (yüsr) prensibi esas alınmalıydı; Şefkat Peygamberi Hazreti Muaz gibi bir ibadet aşığının şahsında işte bu hususa işaret ediyordu.

Hâsılı, mü’min Allah için sevmeli, Allah için buğzetmeli, Allah için hüküm vermeli.. ve öfkelenecekse Allah için öfkelenmelidir. İnanmış bir insan neye ne ölçüde gazaplandığına çok dikkat etmelidir. Kendisiyle alâkalı en küçük bir meseleden dolayı kıyametler kopardığı halde, dini, diyaneti ve ümmet-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hal-i pürmelalini ilgilendiren mevzularda hiçbir hiddet alâmeti göstermeyen kimselerin öfkelerinin ne kadar nefsanî ve şeytanî olduğu açıktır. Oysa, muvahhid bir mü’min olmanın ve hakiki ihlasa ermenin yolu nefsin hissesi bulunan her işi terketmekten geçmektedir. Bu konuda -Yirmiikinci Mektup’ta da değerlendirilen- şu hâdise ne kadar ibretliktir:

Bir vakit, İmam-ı Ali (radıyallahu anh) kendisine karşı savaşan bir kâfiri yere sermiş. Kılıcını çekip tam başını keseceği zaman, hasmı ona tükürmüş. Hazreti Ali, kâfiri bırakmış, onu öldürmemiş. O inançsız adam, Hazreti Ali’ye (kerremallahu vechehu) “Neden beni kesmedin?” diye sorunca, Haydar-ı Kerrâr, “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. İşe nefsimin hissesi karıştığından ihlâsım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.” demiş. Bu cevabı alan adam Hazreti Ali’nin civanmertliğine şöyle mukabelede bulunmuş: “Sana tükürmekteki maksadım, beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; öyleyse, o din haktır!..”

Gazap hissine yenik düşmemek, ancak ihsan şuuruyla dolu bulunmakla mümkün olur. Nitekim, gayza sevkedecek hâdiseler meydana geldiği zaman bile öfkesini yutabilen sabırlı kulların anlatıldığı ayetin sonunda meâlen “Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” denilerek, bu insanların birer muhsîn olduğuna ve hiddeti yenmenin ihsan duygusuna bağlı bulunduğuna işaret edilmektedir.

Bu beyan-ı ilahîdeki ihsanın da yine iki manası melhuzdur:

Birincisi; kötülük yapana karşı iyilikte bulunmaktır. İslâm ahlâkına göre, kötülüğe bile iyilikle mukabele etmeye çalışmak esastır ve bu ancak sabredenlere mahsus bir meziyettir. “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş! Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” (Fussilet, 41 /34-35) mealindeki ayet-i kerime bu hakikati vurgulamaktadır. Bu mevzuda, bir hadis-i kudsîde de şöyle denmektedir: “Faziletlerin en büyüğü; aranızdaki akrabalık ve dostluk bağlarını koparanı senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve bir de zulmüne maruz kaldığın insanı affetmendir.”

İkinci manası itibarıyla ise, ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler plânlama, iyi işlere bağlı kalma ve kullukla alâkalı bütün davranışları Allah’ın nazarına arz ediyor olma şuuruyla ortaya koyma; her zaman Allah’ı görüyormuş gibi hareket etme ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olmanın hakkını verme demektir.

Meseleye bu açıdan yaklaşılırsa, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz’in öfkelenen kimseye şeytandan istiâze etmesini söylemesindeki sır da ortaya çıkar. Zira, öfkeyi yenme ihsan duygusuna, yani Allah’ı gönülden hatırlamaya ve O’na sığınmaya bağlıdır ki, “istiâze” de Allah’tan yardım ve iltica talep etme manasını taşıyan sözlerden biriyle O’na sığınmak demektir.

Öfkeyi bastırma konusundaki ikazlarından birisi de susmaktır. Rehber-i Ekmel Efendimiz, “Sizden biriniz kızdığında hemen sussun.” buyurmuştur. Gazap halinde söylenen nice çirkin laflar vardır ki, insana bir ömür boyu vicdan azabı yaşatır. Bu itibarla, öfke anında sükut etmek en akıllıca davranışlardan biridir.

Ayrıca, manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde inşirah kaynağı olabilecek hususlardan bir diğeri psikolojik tavır ve durum değişikliğidir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntıyı atabilmesi için bir hal ve tavır değişikliğini salık vermektedirler. Rasûlullah’ın, “Sizden biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun, öfkesi geçerse ne âlâ, öfkesi geçmezse uzansın.” nasihati de bu zaviyeden değerlendirilebilir.

Şayet, istiâze, sükut ve oturma ya da uzanma gibi bir durum değişikliği de öfkeyi bastırmaya yetmezse, o zaman hemen abdeste koşmak icap eder. Habib-i Edib “Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın.” buyurmuştur. Kızgınlık anında abdestin salık verilmesinin hikmetlerinden biri de yine bahsi geçen tavır değişikliğini temin etmektir. Nihayet, kötü sözden ve dünyevî kavgalardan bütün bütün uzaklaşmanın biricik yolu olan namaz da gazabı söndüren bir iksir olarak Rehber-i Ekmel’in tavsiyeleri arasındadır: “Her türlü öfke ve ağız kavgasının ilacı, iki rekat namazdır.”

Örtülü ve kapalı olarak söylenen “zımnî yalan” diyebileceğimiz sözler vardır ki, bir mü’min onlardan kaçınmalı ve lisanını hep nezih tutmalıdır. En yaygınları mübalağa, mazeret döktürme ve târiz olan bu örtülü yalanlar da sıdka kilitlenmiş bir insan için büyük mahzurlar taşımaktadır.

Mübâlağa; bir şeyi ifade ederken olduğundan çok fazla (ya da bazen çok noksan) göstermek, bir şeyin etkisini artırmak için onu abartarak anlatmak demektir. Mesela; bazen başkalarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek bazen de yapılan işi büyük göstermek için yüz kişinin katıldığı bir programa “yüzlerce” insanın katıldığını söylemek, bin kişilik bir salona “binlerce” insan doldurmak (!), hatta o program hakkında görüş beyan eden birisinin “güzeldi” demesini “çok müthişti, muhteşemdi” şekline büründürerek nakletmek; daha bir köye bile tesir edemeden kendi mefkûresi adına kasabalar, şehirler fethedilmiş gibi anlatmak türünden bütün mübâlağalar birer zımnî yalan sayılırlar. Bunlar muhatabın gönlünde müsbet tesir hasıl etmeyeceği gibi gayretullaha da dokunabilir ve yapılan işin bereketini bütün bütün alır götürür. Dahası, o türlü mübâlağalar, yapılan iş hakkında takdir hislerini coşturmak bir yana, tereddüt ve şüpheler hasıl eder ve hassas gönüllerde kötü izler bırakır. Nitekim, Nur İnsan bu konuda da bizi uyarmış ve şöyle demiştir: “Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası zemm-i zımnîdir.”

Diğer bir örtülü yalanın adı olan “mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Kanaatimce, suç sayılacak bir şey yapmak, bir kabahat işlemek ya da günaha girmek kötüdür, çirkindir. Fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Bir hatanın hoşgörülmesi ya da bir suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle olmuştu” diyerek mazeretler ileri sürme vebali katlama demektir. İşte, o türlü bahanelerin arkasına sığınanlar kendilerini paka çıkarma kasdıyla ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Belki, sarfettikleri kelimelerin doğru olmasına dikkat ederler; fakat, karşı tarafı kendilerinin masum olduğuna inandırmaya çalıştıkları için söz ve hallerinin vâkıaya tam mutabık olmasını sağlayamazlar; mazeret ve bahanelerini muhataplarını kandırmaya mâtuf birer kuru laf olmaktan kurtaramazlar. Dolasıyla, yalana düşmüş ve kalbî hayatlarını yaralamış olurlar. Aslında, öyle bir durumda en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Hevâ ve nefse uydum, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi” diyebilmek ve hemen af dilenmeye koşmaktır.

“Târiz” ise; kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, konuşurken muğlak bir ifade kullanarak muhatabın bir meseleyi olduğundan farklı anlamasını sağlama ve açık olmayan bir beyanla asıl maksadı gizleme manalarına gelmektedir. (Edebiyattaki târiz sanatı bundan başkadır.) Diğer bir ifadeyle, târiz, bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması şeklindeki mecazlı anlatımdır. Selef-i salihîn, bunu da zımnî yalan kategorisinde ele almış ve insanın dini, hayatı, aklı, nesli, vatanı, ırz ve namusu söz konusu olmadan târize de asla başvurulmaması gerektiğini belirtmişlerdir.

Böyle bir sual Hazreti Üstad’a tevcih edilince, o “Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma zaman onu neshetmiş.” diyerek meseleyi kesip atmıştır. Aslında, bazı alimler haddi aşmamak ve zaruret sınırında durmak şartıyla, dargınları barıştırmak, hanımla beyinin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla söylenen hilâf-ı vâki beyanların mübah olduğunu ve yalan sayılmayacağını söylemişlerdir. Fakat, Bediüzzaman hazretleri, bazı alimlerin maslahat ve zaruret için verdikleri o fetvanın muvakkat olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir.

Evet, günümüzde yalan çok revaçtadır ve insanlar hiç olmayacak meselelerde bile yalana başvurmaktadırlar. Bir sürü kezzâbın, müthiş yalanlarıyla yeryüzündeki asayişi ve umumi emniyeti mahvettiği zamanımızda, bu kötü ahvâlden mü’minler de etkilenmişlerdir ve maalesef çokları hemen her şeye bir bahane uydurur hale gelmişlerdir. Böyle bir dönemde öyle net bir ifadeyle ve kesin bir hükümle radikal tedbirler alınmazsa, o muvakkat fetvanın sû-i istimalini engellemek mümkün olmayacaktır.

Hâsılı, şayet biz dava-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan birer hak eri olmayı arzuluyorsak, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve sadâkat hususlarına çok dikkat etmek zorundayız. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluğu bir âbide gibi başımızda taşımaya ve onu namusumuz gibi korumaya mecburuz. Özellikle de başka toplumlar içinde yaşıyorsak ve kendi öz değerlerimizi onlara da anlatmayı düşünüyorsak her halimizle doğru olmaya daha da özen göstermeliyiz. Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vâki beyana tenezzül etmemeli ve asla “Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor” dedirtmemeliyiz. Yalanı çağrıştıran tek bir sözümüzün ya da halimizin, bütün inananlar hakkında “bunlar da yalan söylüyor” kanaati oluşturabileceğini ve ondan sonra –farz-ı muhal– gökten kitap indirip o insanların önüne koysak yine de onlara müessir olamayacağımızı unutmamalıyız.

Evet, bizim için yol ikidir, ya doğru söylemek ya da sükût etmek. Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok.

“Eledd-i hısâm” ne demektir? İman nuruyla dolu gönüllerde de kin, nefret ve düşmanlık duygularının bulunması mümkün müdür? Mü’min ahlakında “afv u safh”ın yeri nedir?

Dinin ruhunda sevgi vardır. Çünkü, kâinat bir sevgi şiiri olarak yaratılmış, yeryüzü de bu şiirin kâfiyesi yapılmıştır. Tabiat kitabını iyi okuyanlar her zaman sevgi besteleri duyarlar. Mahlukâtı kuşatan bu sevgi, insanî münasebetlere de kendi boyasını çalar. Öyle ki, ulvî mahiyetini keşfedip, özüne yerleştirilen muhabbet çekirdeklerini fark eden ve Yaratıcı’sıyla olan münasebetini duyabilen bir insan, diğer insanları da Allah’ın sanatı olarak görür, çevresine alâka duyar, herkesi sever ve hatta bütün varlığı şefkatle kucaklar.

İman nuruyla aydınlanamamış bir talihsizin gönlünü ise, kin, nefret ve düşmanlık duyguları istila eder. Üstad hazretlerinin ifadesiyle, küfür karanlığındaki bir insan, kâinatı umumî matemhâne, mevcûdatı da birbirine yabancı ve düşman varlıklar olarak görür. O, her şeyi birbirine hasım zannettiğinden dolayı, kendisi için de çeşit çeşit düşmanlar icad eder; bir savaş meydanında ve hasımlar arasındaymışçasına tedirgin yaşar ve hemen her şeye karşı teyakkuza geçer. Dolayısıyla, imandan nasipsiz insanlar, pek çoğu itibariyle, sürekli paranoya yaşarlar. İçlerindeki endişe ve korku sebebiyle samimi olmayan tavırlara girer, ikiyüzlülük yapar; kalblerinde kin ve düşmanlık kaynadığı halde birer sevgi kahramanı gibi davranırlar. Sözlerine kendileri de inanmadıkları halde, iyilikten, yardımseverlikten ve ıslahtan öyle bahsederler ki, ağızlarından bal damlıyor gibi bir görüntü sergilerler. Sözlerinin inandırıcılığını arttırmak için de samimiyetlerine Allah’ı şahit gösterirler. Kur’an-ı Kerim, bu tür münafıkları anlatırken, “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır.” (Bakara, 2/204) buyurmakta ve onları “Eledd-i hısâm” olarak tavsif etmektedir.

En Amansız Düşman

“Eledd-i hısâm”, gönlünde sevgi ve merhametin kırıntısına bile yer olmayan “en amansız düşman” demektir. Bu âyet, aynı vasıfları taşıyan münafıkların hepsine şamil olsa da, tefsir kitaplarında onun Sakîf Oğullarından Ahnes b. Şurayk hakkında indiği nakledilmektedir. Bu münafık, Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelmiş, müslüman olduğunu söylemiş; muhabbetten dem vurmuş, yeminler etmiş; fakat, daha huzur-u risaletpenâhiden ayrılır ayrılmaz müslümanlara ait bir çiftliğe uğramış, ekinleri yakmış ve hayvanları telef etmiştir. İşte, mü’minlerin ekinlerine ve hayvanlarına bile tahammül edemeyen, her şeyi yakıp yıkan Ahnes ve onun gibiler hakkında Kur’an “Eledd-i hısâm” ifadesini kullanmış; onların düşmanlıkta aşırıya giden, af ve merhametten bütün bütün nasipsiz kimseler olduklarını belirtmiştir.

İnkâr-ı uluhiyete sapanların çoğunda kalb katılığı o dereceye ulaşmıştır ki, onların affetmeleri ve bağışlamaları mümkün değildir. Onlar, dünyalarını kin, nefret ve öc alma üzerine kurmuşlardır. İğne ucu kadar da olsa hatayı mutlaka görür; asla özür kabul etmez ve sürekli öfkeyle köpürüp dururlar. Onlar adeta büsbütün enaniyet kesilmişlerdir; bencillik ruhlarına sinmiştir; dolayısıyla, her meseleyi kendilerine bağlı götürmek ister, sadece kendilerini hakiki manada sever ve başka insanlara karşı kinle, nefretle dolu bir ömür geçirirler. İşte, kin ve düşmanlık sıfatları, hususiyle ve gerçek manada bu iman mahrumlarının şiârıdır.

Bir de izafî olarak aynı nasipsizliği yaşayanlar vardır: Bunlar, din görünümlü bazı organizasyonlara dahildirler; fakat, ne sağlam bir uluhiyet telakkisine, ne tutarlı bir Peygamber anlayışına ve ne de doğru bir ahiret inancına sahiptirler. Bir yönüyle, meditasyonla ve yortularla teselli olurlar; belki haftanın bazı günlerinde, ibadethâneye mukabil bir kubbe altında biraraya gelir, musikî dinler ve stres atmaya çalışırlar. Ayrıca, günümüzde sıkça gördüğümüz gibi, bazı şovmenlerin din adına konuşmalarına, -hâşâ- Allah’ı kendi hesaplarına konuşturmalarına, Hazreti Mesih’i hevâ ve heveslerinin sözcüsü yapmalarına ve yine çarpık kanaatleriyle yorumladıkları dini insanları tesir altına almak için bir vesile olarak kullanmalarına şahitlik ederler. Bazen onlarla beraber gülüp eğlenir; bazen de teessür duymuş bir insan edasıyla trans haline girmiş gibi bir hal alır ve rahatlamaya çalışırlar. Böylece, eğlenmenin ve iyi saatler geçirmenin tesellisiyle avunurlar. İşte, dine yakın görünen bu insanların ruhlarında da çoğu zaman onlardan olmayanlara karşı kin, nefret ve gayz vardır.. sadece kendilerini ortaya koyma, kendilerini anlatma ve her meseleyi kendilerine bağlama ruh haleti nümayândır.

Mü’mindeki Kâfir Sıfatı

Evet, kin, nefret ve düşmanlık duyguları çoğunlukla imandan nasipsiz kimselerde; mahlukâta karşı alâka, sevgi, herkesi bağra basma, her şeyi sineye atma, affetme ve kin tutmamayı da genellikle mü’minlerde görmeye alışmışızdır. Ne var ki, bazen bunlar da yer değiştirebilirler. Bakarsınız ki, küfür içinde debelenen bazı kimseler de muhabbet ve müsamahayla dopdolu.. onlar da varlığa karşı derin bir alâka duyuyor, herkese sevgiyle yaklaşıyor ve dostluk köprüleri kurmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, hiç beklemediğiniz ve yakıştıramadığınız bir şekilde, bazı mü’minlerin de kin, nefret ve adavetle oturup kalktıklarını görürsünüz.

Bediüzzaman hazretleri, her müslümanın her vasfının müslümanca olması icap ettiği halde bunun her vakit vaki olmadığı gibi, her kâfirin her vasfının da küfründen neş’et etmesinin gerekmediğini beyan etmekte ve bazen mü’minde kâfir sıfatı olabileceği gibi, bazen de kâfirde mü’min sıfatı bulunabileceğini söylemektedir. Mesela; gıybet, yalan ve iftira birer kâfir fiilidir; fakat maalesef, bazı mü’minler de bu çirkin günahlara girebilmektedirler. Aynen öyle de, kin, nefret, öc alma duygusu ve düşmanlık da kâfire ait hususiyetlerdir ve mü’minlerde bulunmaması gerekmektedir ama bazı müslümanlar da yakalarını bu şeytanî tuzaklara kaptırmışlardır. Bunun aksi de mümkündür; yani, imanı tatmamış bazı insanlar da vardır ki, başkalarına karşı çok saygılıdırlar; yalan söylemez, hiç kimse hakkında iftirada bulunmaz ve saygısızca davranmazlar; varlığa karşı da ciddi alâka duyarlar. Allah, Peygamber ve ahiret hesabına sağlam bir bilgileri yoktur ama bilebildikleri kadarıyla her mahluka “Yaratıcı’nın sanatı” olarak bakar ve hayranlık beslerler. Âyât-ı tekvîniyeyi çok iyi okur, kainât kitabını anlamaya çalışır ve ciddi bir araştırma aşkıyla adeta eşyayı hallaç ederler. Bütün bunlar birer mü’min sıfatıdır ve bu sıfatlar kâfirde de olsa güzeldir, makbuldür. Haddizatında, Allah Teâlâ sıfatlara göre hüküm verir. Dolayısıyla, bu güzel sıfatlara sahip olanlar kâfir de olsalar, rakiplerine muvakkaten galebe çalar ve işlerinde muvaffak olurlar. Buna, sıfatın sıfata galebesi de denebilir; yani mü’min sıfatı kâfir sıfatına galip gelir. Demek ki, mü’minde kâfir sıfatı görmek, kâfirde de bir mü’min vasfına rastlamak her zaman mümkündür.

Afv u Safh

Bununla beraber, hakikî mü’min bir afv u safh insanıdır. Afv; hata, kusur, kabahat ve günahı bağışlamak, suç işleyeni kınamamak ve ondan dolayı cezalandırmamak demektir. Bazı ayetlerde, “afv” kelimesiyle beraber “safh” kelimesi de zikredilmiştir. “Safh” da, affetme, bağışlama ve müsâmahalı davranma manalarına gelmektedir. Şu kadar var ki, bazı müfessirler, “afv”ı, bir hata ya da kabahattan dolayı ceza vermeme; “safh”ı da o hata ve kabahati hiç olmamış gibi sayma ve kalbde ona dair en küçük bir kırgınlık izi bırakmama olarak yorumlamışlardır. Affetmek, ilahî ahlakın bir derinliğidir. Cenâb-ı Allah, mücrim kullarını bu dünyada hemen cezalandırmadığı gibi, şirk haricinde kalan diğer suç ve günahlarından tevbe edenleri de hesap gününde affedebilir. Biz de, amellerimizdeki eksik ve kusurlarımızı bağışlayarak günahlarımızı affetmesini Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz. Madem kendi hesabımıza böyle bir af beklentisi içerisindeyiz ve madem “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” önemli bir esastır; öyleyse, kusurlarının deşelenmesini istemeyen, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakılmasını dileyen ve ötede af fermanı almayı uman biz mü’minlerin de ilahî ahlakın gereğini yapıp başkalarını bağışlamamız, kin ve nefret duygularından uzak kalmamız icap eder. Nitekim, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), “İnsanlara borç veren bir tacir vardı. Darda kalan bir müşterisini görünce adamlarına “Onun borcunu bağışlayın; belki Allah da bizi bağışlar” derdi. Bu davranışından ve recasından dolayı, Allah da onu bağışladı.” buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim, müslümanları affetmeye ve bağışlamaya teşvik etmiş ve bu teşviği geniş bir çerçevede ele almıştır. Mesela, mü’minleri, kısasla alakalı mezvularda da affetmeye özendirmiş ve “Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına keffaret olur.” (Mâide/45) buyurmuştur. Bir başka ayet-i kerimede, “Unutmayın ki haksızlığın karşılığı, ancak yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz. Bununla beraber kim affeder, bağışlarsa onun mükafatı Allah’a aittir. Şu kesindir ki Allah zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40) denmektedir. Ayrıca, Allah’ın engin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete davet edilen müttakîlerin özellikleri sayılırken, “Onlar ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar; kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayetle, Allah indindeki mükafatı elde etmek için öfkesini yutan, gayz ve kine teslim olmayan, bağışlamayı tabiatının bir buudu haline getiren insanlar nazara verilmiştir. Kötülükler karşısında bile iyilikten ayrılmama ve hasımları dahi candan dost yapabilecek tavırlar içinde bulunma hedefi gösterilmiş ve denmiştir ki, “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) Diğer bir ilahî beyanda da, “Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav! Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını pek iyi biliriz.” (Mü’minun, 23/96) denmek suretiyle kabalıklar karşısında dahi ihsan şuurundan ayrılmama tavsiye edilmiştir.

 Evet, kötülüğün kökünü en keskin kılıçlardan daha güzel kesecek olan şey ihsanla muamelede bulunmak; Allah’ı görüyormuşçasına ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla kötülüklere bile iyilikle karşılık vermektir. Mesela; bir insan size, “falanın oğlu” dese ve babanızı inkar ederek hakarette bulunsa; size düşen vazife, onun babasını en güzel yanıyla zikrederek, “Sen şerefli bir babanın oğlusun, namuslu ve çok iffetli bir annenin çocuğusun. Seni de onlar gibi şerefli ve iffetli olarak biliyordum; nasıl oldu da ağzından böyle yakışıksız bir söz çıktı, anlayamadım” demekten öte mukabelede bulunmamaktır. Zannediyorum, sizin bu tavrınız muhatabınızı kendi saygısızlığının altında bırakacak ve meselenin büyümesine mani olacaktır. Bazen hasma karşı tebessüm etmek onu ve ondan gelebilecek zararı defetmeye kâfîdir. Hazreti Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, hasmı mağlûp etmenin en kısa ve emin yolu, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmektir. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edilse, aradaki husumet artar. Hasımlardan biri zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti devam eder. Fakat, eğer iyilikle mukabele edilirse, karşıdaki de pişman olur, belki dost halini alır. Öyleyse, mü’minler “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72) ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Tegabün, 64/14) gibi Kur’an’ın kudsî düsturlarına kulak vermeli ve bu emirleri tatbik etmelidirler.

İstemez misiniz Allah da Sizi Affetsin!..

Mevzumuzla alakalı ayetlerden biri de İfk hadisesi üzerine nazil olmuştu. Zira, Hazreti Aişe annemize iftira eden münâfıkların dedikodu ve bühtanlarına kendilerini kaptıran üç müslümandan biri, Hazreti Ebû Bekir’in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Üsâse idi. Hazreti Ebû Bekir efendimiz kızına yapılan iftiraya karıştığı için Mıstah’a vermekte olduğu yardımı kesmiş ve artık onun ihtiyaçlarını görmeyeceğini söylemişti ki şu mealdeki ayet indirildi: “İçinizden fazilet ve imkân sahibi olanlar, akrabaya, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler. Affedip müsamaha göstersinler. Siz de, Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nur, 24/22) Bu kelâm-ı ilâhî, Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) faziletine vurguda bulunuyor; sonra da, onu afv u safha çağırıyor; onun gibi şânı yüce, nâmı celîl, yâdı cemîl olan bir insana affetme ve bağışlamanın daha çok yakışacağını ifade ediyor ve “İstemez misiniz Allah da sizi affetsin!” cümlesiyle bir kurtuluş yolu gösteriyordu. Bu soruda çok önemli bir espri vardı. Herkes kendi kusurunun affedilmesini ister; hatalarının hoş görülmesini ve günahlarının yarlıganmasını arzu eder. Bekler ki, kendisine nazar-ı müsamaha ile bakılsın.. diler ki kusurları görülmesin.. ve ümit eder ki, ona da “Hadi geç, sen de affedildin” denilsin. Öyleyse, böyle bir af ve müsamaha bekleyen insanın aynı muameleyi başkaları için de düşünmesi gerekmez mi? Bağışlanma uman bir insanın önce başkalarını bağışlaması icap etmez mi? İşte, bu espriyi kavrayan Hazreti Ebû Bekir, “Allah’ın beni yarlıgamasını elbette arzu ederim. Vallahi, artık Mıstah’tan hiçbir yardımı eksik etmeyeceğim” demiş ve onun nafakasını vermeye o günden sonra da devam etmişti.

Evet, istemez misiniz Allah da sizi affetsin? Şahsen, hem Allah’ın beni affetmesini diler, O’nun rahmetinden af u mağfiret dilenirim, hem de insanlar tarafından da bağışlanmayı isterim. Hepimiz insanız, her zaman kusurlarımız olabilir. Otururken kalkarken, yerken içerken, konuşurken hatta susarken, hal, tavır ve mimiklerimizde bile değişik kabalıklarımız bulunabilir. Arzu ederiz ki, insanlar bunları hoş görsün, affetsin ve beşerî boşluklarımıza versinler. Biz, çoğumuz itibariyle, boşlukta yetişmiş, üst üste kopuklukların yaşandığı bir dönemin çocuklarıyız. İyi bir insanın yetişmesinin adeta imkansız olduğu bir devirde, dikenler arasında gül cilveleri gösterme gayretleriyle büyümüş zavallılarız. İyi insan olmak için şartların hiç el vermediği zor bir dönemi idrak etmiş yarım insanlarız. Elbette kusurlarımız olacak ve çok sürçeceğiz. Sadece lisan sürçmesine maruz kalmayacağız, elimiz çarpacak, ayağımız tökezleyecek, gözümüz kayacak, kulağımız kirlenecek. Bütün bunlar karşısında çok arzu ederiz Allah bizi yarlıgasın, Rasul-ü Ekrem bağışlasın, Kirâmen Kâtibin “Acı bunlara yâ Rabbi” deyip hakkımızda mağfiret dilesin ve mü’min kardeşlerimiz de affeylesinler. Hata ve kusurlarımızdan dolayı bizi bütün bütün kara görmesinler; meseleye imanın aydınlığında baksınlar.. baksınlar, dikkatle bir kere daha baksınlar.. arasınlar, mercekle arasınlar.. ve sonra, “Evet, bu insanın sağı-solu hep karanlıkla kaplı ama bir yanında küçük bir iman ışığı var.” deyip gözlerini o ışığa teksif etsinler, nazarlarını orada derinleştirsinler. O küçük parıltıyı gözlerinde büyütsünler; öyle ki, bütün karanlıkları o minnacık ışıkla boğsunlar. Zannediyorum, kendi hakkımızda böyle bir muameleyi hepimiz arzu ederiz. Öyleyse, kendimiz için istediğimiz bu müsamahayı, herkes için de arzu etmeli ve bu mevzuuda cimri davranmamalı değil miyiz?

Haddizatında, mü’minlerin ruhunda iyilik duygusu hakimdir; dolayısıyla, onlar, güzel düşünür, iyi görür, doğru konuşur ve kötülükleri iyilikle savarlar. Hatta birilerini tutarken ve onların haklarını savunurken bile dengeyi kaçırıp meseleyi başkalarına düşmanlık şekline çevirmezler. Hiç kimseye kin ve nefret duymazlar; şahıslara değil, sadece kötü sıfat ve fiillere karşı hasmâne tavır alırlar. Onlar, nezih ve güzel ahlaklı insanlardır; nezihlere ince tavırların, hoş davranışların ve temiz sözlerin yakıştığını bilir, bütün düşüncelerini o nezâhete uygun olarak ortaya koyarlar. Kötü düşünce, çirkin söz ve kaba davranışlarla hiç kimseyi rencide etmezler.. rencide etmezler; çünkü, onlar birer afv u safh insanıdırlar.

Hakkımı Helal Ettim

Bediüzzaman hazretlerinin hayatına bakarsanız, bir müddet ona talebe olma nimetini yakalamış kimselerden Üstad’ı bırakarak ayrılıp giden insanlar görürsünüz. Fakat, Üstad, o insanları kötüleme manasına gelebilecek tek kelime söylemez; siz onun sözlerinde sadece müjdeleri duyarsınız. Birisi Nurlar’ı yazmayı terk etse ve çekip gitse; o kat’iyen “Falan ayrıldı, gitti” demez. Eğer, o gidenlerden biri sonra tekrar dönüp gelir ve kalemini yeniden eline alırsa, işte o zaman “Şu kardeşimiz Haşir risalesini okumuş, çok beğenmiş ve on nüsha teksir etmiş; beni çok sevindirdi, adeta bütün dünyalar benim oldu; binlerce maşaallah, barekallah” der, onu takdir ve tebcil eder. Siz de düşünmeden edemez; kendi kendinize “O ne zaman ayrılmıştı ki?” dersiniz. Negatif noktaları görme yoktur Üstad’ın hayatında; o bütün mülahazalarını pozitif hususlara bağlamıştır. Öyle ki, gözünün menfi hadiseleri gören yanına perde çekmiştir adeta. İnsanlarda çok küçük de olsa bir parıltı aramış; karanlıklara hiç bakmamış. Bütün görüş ufkunu o ışıkçığa bağlamış. Sadece mü’minleri, dost ve yakınlarını değil, hasımlarını bile affetme ufkunda yaşamış ve şu sözleriyle bize de o ufku göstermiş; “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.”

Ayrıca, muhatabımız kâfir bile olsa, ona veryansın etme, sınır tanımadan saldırma ve acımasızca sövüp sayma bir ibadet ve fazilet değildir. Peygamber Efendimiz, kendisine sürekli hakaret eden ve hep saygısızlıkta bulunan Ebu Cehil hakkında bile kötü söz söylemeyi tavsiye etmemiş; mesela, “Ebu Cehil’e on defa lanet okursanız, benim şefaatimi haketmiş olursunuz” gibi bir söz söylememiştir. Yani, Peygamber’e hakaret eden ve saygısız davranan insanlara bile lanet okumak ve gidip her yerde onların kötülüğünü anlatmak gibi bir ibadet olduğuna dair dinde herhangi bir kayıt göstermek mümkün değildir. Bir insan selim kalb taşıyorsa, çirkin sözler ne maksatla söylenirse söylensin onun ruhunda yara yapar. İnanmış bir gönül, fenalık hangi zaviyeden gelirse gelsin, kötü duygu ve tutkular hangi enstrümanla seslendirilirse seslendirilsin onlardan rahatsız olur ve o türlü şeylere karşı hep kapalı kalır. Kur’an-ı Kerim’in ta’lim ettiği ahlak çerçevesi içinde Rasûl-ü Ekrem Efendimiz öyle davranmıştır. Ebu Cehil öldüğü zaman, bir rivayete göre, sadece “Bu ümmetin firavunu öldü” demiş ama Mekke’nin fethinden bir müddet sonra Müslüman olan Ebu Cehil’in oğlu Hazreti İkrime’nin de bulunduğu bir mecliste, Ebu Cehil aleyhinde bazı sözler söylenince, “Babalarını kınamak ve haklarında kötü söz söylemek suretiyle çocuklarını rencide etmeyin” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz bu beyanıyla, hem mü’minlere lüzumsuz sözler sarfetmemeleri tembihinde bulunmuş hem de yanında babasına hakaret etmek suretiyle oğuldaki cibilli duyguları harekete geçirmemeleri hususunda ashabını ikaz etmiştir.

Allah Rasûlü’nün afv u safh ve müsamahasına bir misal de Abdullah b. Ubey b. Selül’e karşı tavır ve davranışlarıdır. Bildiğiniz gibi, o bir münafıktı, hatta münafıkların başıydı. İfk hadisesi gibi pek çok fitnede onun parmağı vardı. Fakat, oğlu Abdullah çok güzel bir mü’mindi. Bir gün bu nezih oğul Peygamber Efendimize gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü, kulağıma geldiğine göre, babam Abdullah b. Ubeyy’i öldürtecekmişsiniz. Allah’a yemin ederim, Hazrec kabilesi içinde benden daha fazla babasına hürmet eden bir kişi yoktur. Eğer kararınızı vermişseniz, bana emredin de, onu ben öldüreyim. Çünkü, korkarım ki, babamı başkası öldürürse, babamın katili halkın arasında gezerken nefsim beni rahat bırakmaz ve onu öldürmem hususunda benimle uğraşır. Böylece bir mü’mini bir kâfir yerine öldürmüş olurum ve Cehenneme müstahak hale gelirim!” demişti. Peygamber efendimiz de ona, “Hayır, biz babana merhamet ederiz. Bizimle beraber kaldığı müddetçe ona ihsanda bulunuruz” buyurmuştu. Ve Allah Rasûlü, Abdullah b. Ubeyy’in münafık olduğunu bildiği halde onun cenazesine iştirak etmiş; oğlu Abdullah’ın ısrarı üzerine kabri başında onun için mağfiret talebinde bulunacağı sırada “Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, Peygamberin de, müminlerin de yapacağı bir iş değildir.” (Tevbe, 9/113) mealindeki ayet-i kerime nazil olmuş ve ondan sonra Peygamber Efendimiz müşrik ve münafıkların cenaze namazlarını kılmadığı gibi onlar için istiğfarda da bulunmamıştır. Bununla beraber, o gün sırtındaki temiz gömleğini çıkarıp Abdullah b. Ubeyy’in oğluna vermiş ve “Bunu babana kefen olarak giydir” demiştir.

Allah Düşmanını Affedemezsin

Rasûl-ü Ekrem Efendimizin bu davranışında da başka bir nükte vardır: Allah Teâlâ, “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme.” (A’raf, 7/199) gibi ayet-i kerimelerle afv u safhı emir buyurmaktadır; dolayısıyla, mü’minler, hataları büyütmemeli, elden geldiğince kusurları örtmeli ve en affedilmeyecek kabahatları bile bağışlamalıdırlar. Fakat, hiçbir mü’min, Allah’a ait hukukun söz konusu olduğu yerde, dine ve dindara düşmanlık edenler hakkında “Ben her şeyi affettim; Allah’ım, Sen de affet” diyemez. Ömür boyu Allah’ı inkar etmiş, dine hakarette bulunmuş, İnsanlığın İftihar Tablosu aleyhinde ağza alınamayacak sözler söylemiş, Kur’an’a dil uzatmış bir insanın affını dilemek kimsenin haddi değildir; öyle bir istek, her şeyden önce Allah’a karşı saygısızlıktır. Bu konuda mü’minler sadece “Ben diğer hakları hak sahiplerine havale ederek kendi hakkımdan vaz geçiyorum.” diyebilirler. Nitekim, Allah Rasûlü de Abdullah b. Ubeyy’e karşı kendi hakkından vazgeçmiş ama onun için istiğfarda bulunmamıştır.

Affetmek, Rasûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkıdır. O hayatı boyunca bu ahlakın gereğini ortaya koymuş; Mekke’de kendisine eziyet edenleri ve Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında müslümanlara saldırıp onları yok etmek isteyenleri bile sonradan İslâm’a girince affetmiştir. Kur’an-ı Kerim, Efendimizin bu güzel huyunu sena sadedinde, “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159) buyurmuştur.

Evet, Allah Rasûlü ve selef-i salihîn efendilerimiz afv u safh yörüngeli bir ömür sürmüşlerdir ama güzel ahlaklı olmak, kusurları görmemek, hataları affetmek ve insanları bağışlamak bazen çok zordur. Öyle ki, biri gelir, size arkadan bir tekme vurur. Sonra hıncını alamaz, karnınıza da bir yumruk atar. Bakar ki, siz mukabele etmiyorsunuz, bu defa da yüzünüze bir tokat aşk eder. Bütün bu saldırılara bedel, adalet ve ruhsat aynıyla karşılık vermeye müsaade ediyorken, insanın af ve müsamaha yolunu tutması ve azimeti tercih etmesi ancak kulun kendisini unutması, enaniyeti terk ufkunda yaşaması ve bütün ağyar mülahazalarından kalbini arındırmış olmasıyla mümkündür.

Belh’i Unutmak Gerek!

Rivayetlere göre; İbrahim Ethem Hazretleri, Belh’de hükümdarlık sırası bekleyen bir prens iken tahtı, saltanatı ve dünyevî meşgaleleri terk ederek hakikat yolunda seyr u süluka durur; bir üstada el verir. Bir gün üstadı onu imtihan etmek için bir müridini görevlendirir. O da gider, ayağına geçirdiği mahmuz gibi bir şeyle İbrahim Ethem’in ayaklarına vurup durur. Ayaklarından kanlar akan İbrahim Ethem bize göre çok kâmilâne olan şu sözü söyler: “Dostum, biz nefis davasını Belh’te bıraktık, beyhude uğraşıyorsun.” Bu söz imtihan için gönderilen müridin de çok hoşuna gider; muhatabının kötülüğü iyilikle savma alicenaplığını takdir eder. Sonra üstadının yanına varır, olup biteni anlatır. Üstad anlatılanları dinledikten sonra hükmünü verir, “Demek ki, o hâlâ Belh’i unutamamış.” der.

İşte, afv u safh yolu bazen kendini unutmayı gerektirir. Kendini unutan insan çok geniş bir alanı hatırlamış olur. Hep nefsini gören ve sürekli onu öne çıkaran kimse ise, çok büyük bir alanı nisyana mahkum eder. Kendi nefsine ve cemaat enaniyetine karşı panjurları kapatan bir insan, bütün İslam alemine, hatta topyekün insanlığa açılan çok geniş bir pencerenin perdelerini kaldırmış ve mahlukâtın umumuna karşı sevgi ve alâka duyacağı bir koridora girmiş bulunur.

Hâsılı, kamil mü’minler, gönlünde merhamete yer bulunmayan ve düşmanlık duygusunu besleyip duran insanlar gibi olmamalı; Allah ahlakıyla ahlaklanarak, Cenab-ı Hakk’ın muamelesini esas almalıdırlar. Allah Teâlâ’nın, yılan-çıyan, arslan-kaplan, mü’min-müşrik ayrımı yapmadan bütün varlıklara rızık verdiği gibi; onlar da, Yaratan’dan ötürü, herkese ve her şeye karşı bir nevi alâka duymalıdırlar. İnsanları mahçup etmemeye azami gayret göstermeli, başkalarının en büyük hatalarına bile müsamahayla yaklaşmalı, onlardan özür beklemeden ve onların suçluluk psikolojisi içine girmelerine fırsat vermeden mümkünse maruz kaldıkları kötülüklere makul mazeretler bulmalıdırlar. Muhataplarının hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırmamalı, suçluluk psikolojisine sürükleyerek kendilerini müdafaa etme zaafına düşürmemelidirler. Kendi hal ve davranışlarının bazı yanlış mülahazalara sebebiyet vermiş olabileceğini düşünmeli, bunu ikrar ederek muhataplarını rahatlatmalı ve ne yapıp etmeli, onları kin, nefret, adavet, gıybet, iftira gibi şeytanî tuzaklardan ve bu günahlara girerek ahiretlerini kaybetme talihsizliğinden korumalıdırlar.

Haset dediğimiz şey, Türkçesi itibarıyla insandaki kıskançlık hissidir. Bunun en düşük seviyede cereyan eden mahzursuz şekline gıpta, en üst seviyede ve gayri meşru olanına da kıskançlık, çekememezlik deriz. Arapçada her iki mânâ da haset sözüyle anlatılır.

Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Yalnız iki kişiye haset edilir. Biri, Allah’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allah’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yani ilmini infak eden) kimsedir.” Burada Efendimiz, hasedi, gıpta mânâsına kullanmıştır. Gıpta mânâsına gelen bir diğer kelime de “tenâfüs” sözcüğüdür ki, فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ[1][1] âyeti hayırda yarışmaya teşvik anlamıyla bunu ifade eder. Yani insan, ilim sahibi birisinin ilmini neşrettiğini gördüğünde “Keşke ben de böyle olsaydım ve neşr-i hak yapsaydım!” duygu ve düşüncesiyle o kişiye gıpta ile bakabilir. Veya bir kimsenin olabildiğine serveti vardır, bu kişiye Allah, hem servet, hem de serveti değerlendirme, yani cömertlik vermiştir. O da malını tebzire girmeden hak yolunda saçar savurur, îsâr yapar ve sehavette bulunur. Bunu gören birisi: “Keşke benim de servetim olsaydı da böyle sarf ediverseydim.” duygu ve düşüncesiyle o kişi hakkında gıpta edebilir. Asr-ı Saadet’te, ensar-ı kiram ve muhacirîn-i izâm fukarâsı (radıyallâhu anhüm), “Yâ Resûlallah! Zengin kardeşlerimiz, bizimle beraber namaz kılıyor ve oruç tutuyorlar. Ayrıca servet sahibi olduklarından infak da edebiliyorlar. Bizim ise infak edecek bir şeyimiz yok.” derler. Allah Resûlü de onlara namaz tesbihatını tavsiye eder.

Evet, hasedin gıpta şeklinde olanı mahzursuzdur. Fakat bunun sınırı ayarlanamadığı takdirde bazen mahzurlu olan kıskançlık derecesine girebilir. Meselâ bir kimse, beğendiği, takdir ettiği ve gıptayla baktığı bir ehl-i ilim hakkında, daha sonraları, “Niye onda ilim var da bende yok!” duygu ve düşüncesi içinde olursa sınırı aşmış olur. İşte arada böyle ince bir fark vardır. Bundan tevakki etmek, dikkatle basmak ve o noktada batmaktan korkmak lâzımdır. İnsan, “Gıpta sınırındayım.” derken, farkına varmadan haset sınırına girmiş olabilir. O bakımdan mü’min kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek de, gıpta edilecek hâlde bulunan kimselere düşen bir vazifedir.

Allah’ın sevmediği ve büyük günahlardan sayılan hasede gelince, bunun, insanın hem şahsî ve dünyevî, hem de uhrevî hayatı adına büyük zararları vardır. Zayıf bir hadis-i şerifte, “Haset, tıpkı ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi ameli ve hasenatı yer bitirir.” buyrulmaktadır. İnsan, amel yapar yapar da -Allah muhafaza buyursun!- döner haset ederse, her şeyi birden gider. Böyle açıktan açığa hasedin dışında, başkalarını kıskanma hâlet-i ruhiyesi içinde bulunan birinin de, bazen ibadet ü taatin feyzini, bereketini, yümnünü ve hayrını görmemesi söz konusudur. Meselâ böyle bir kimse, birinin namazını kıskanıyorsa, mütemadiyen huzur ve huşu içinde namaz kılan o insanı gördükçe veya tahayyül ettikçe, namazından zevk alamadığı gibi kalben de asla terakki edemez ve Hakk’a yaklaşamaz. Bu yönüyle de o, mânevî huzurunu yer bitirir. Öte yandan da Cenâb-ı Hakk’ın bir insana takdir ettiği şeyi, kaderi tenkit mânâsında istemediğinden dolayı, kadere karşı gelir ve Allah’a karşı da suiedepte bulunmuş olur. Mevlâ, kimine cemal, kimine mal, kimine mansıp, kimine de câh vermiştir. O kimse, Mevlâ’nın onun hakkında kader programıyla takdir ettiği şeye razı olmadığından ötürü, doğrudan doğruya attığı tenkit taşları, kaderedir ve böylece o, -hâşâ- Allah’ın icraatını tenkit etmiş sayılır; evet, o, bu şekilde haset etmesiyle kendisi için öyle felaketli bir yola girmiştir ki, en acınacak birinin durumuna düştüğü hâlde kimse tarafından acınmaz da.

Şimdi de meselenin dünyaya ait yönüne bakalım. Haset eden insan, mahsuddan (haset edilen kişi) evvel kendi kendini yer bitirir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın onun hakkındaki nimet ve takdirlerini gördükçe müteessir olur. Hasta olur, yıpranır. Kalbi zaafa uğrar, bedeninde ciddî bir zaaf hissetmeye başlar. Çünkü bu durum, onun uykularını kaçırır. Meselâ siyasî cephede birisinin adım adım muvaffakiyete gitmesi, şayet haset ediyorsa ötekini öyle kıskandırır ki, o kimse artık muvazeneli hareket etme imkânını da kaybeder ve dengesiz bir şekilde sağa sola saldırır durur. Aynı durum ilimde de söz konusudur; birisi, ilim sahasında ileriye gitmiş, diğeri gidememiş ve kıskançlığa düşmüşse bütün bütün muhakeme kabiliyetleri alt üst olur. O, artık ne düşünebilir, ne anlayabilir, ne de terkip yapabilir. Bu durum servet hususunda da aynıyla söz konusudur. Birilerinin yığın yığın mal kazanması, diğerinin o ölçüde bir şey elde edememesi onu öyle kıskandırır ki, “Ne yapayım, ne edeyim de bu adam böyle kazanmasın.” diye düşünür. Bu kimse zamanla kendini yer bitirir, hatta muvazenesi bozulur da artık ticaret de yapamaz.

Hasetten kurtulma yollarına gelince;

1. Hasetten kurtulmak çok kolay değildir. Çünkü o ahlâk-ı seyyienin insan tabiatında en köklü olanıdır. Eğer insan, hasedin bu kabîl maddî-mânevî zararlarını düşünebilirse ihtimal ondan kurtulabilir.

2. Kişi, Cenâb-ı Hakk’ın herhangi bir insana verdiği nimetlerin encamını düşünmelidir. Bir kimsenin zâil ve fâni şeylere karşı bâkileştirebileceği nimetleri o yolda heder, ifna ve itlâf etmesi kâr-ı akıl değildir. Meselâ birinin nimetler içinde yüzdüğünü gören kimse, haset etme yerine şöyle demelidir: “Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği şeyler de bir nimettir. Ben başkasının nimetlerini kıskanma ile uğraşırken bana verilen bu nimetleri bâkileştirmezsem, işte o zaman kaybetmiş olurum.”

3. Bir insanda gördüğümüz nimetin elde edilme yollarına bakılmalıdır. Zira her şeyin kendine göre bir elde edilme yolu vardır. Bu itibarla, servet sahibi birini gördüğümüzde, o serveti elde etmenin yoluyla onu kazanmaya bakmalıyız. İlim, makam, mansıp gibi şeylerde de aynı şeyi düşünebiliriz. Evet, zannediyorum, “Her şeye yoluyla varılır.” prensibiyle, yoluyla o noktaya varmak ve o durumu ihraz etmek mülâhazası kısmen haset rahatsızlığını izale eder.

4. Şu fâni dünyada fâni şeylere bel bağlayıp gönül vermek, onların bizde olmasını temenni edip başkalarınınkinin de zevalini düşünmek, mü’mine asla yakışmaz. Kişi, Cenâb-ı Hakk’ın bâki nimetlerine hasr-ı nazar ederek bunların zevali ve bâki nimetlerin de bekâsı muvazenesiyle hasedine konu teşkil eden şeyi değerlendirebilir.

5. Ayrıca haset eden, hiç olmazsa bu hissini izhar etmemeye bakmalı ve bu mevzuda kendini zorlamalıdır. Evet kişi, hasedi izhar etmek suretiyle kendini hasede alıştırmamalıdır. Bu noktada kendisini tedip etmeli, elini, ağzını, gözünü, dilini ve kulağını kontrol altında tutmalıdır.

6. Kişi, başkalarının mazhar olduğu nimetleri araştırıp karıştırmamalı ve derinliğine vâkıf olmayı düşünmemelidir. Madem kendisinde böyle bir hastalık var, bunun tedavi ve çaresi, mümkün olduğu kadar onların mazhar oldukları nimetleri görmemektir. Aksi takdirde kendisini kıskandıracak şeyler karşısına çıkarsa rahatsız olur. Nitekim bir âyet-i kerimede, “Sizi rahatsız edebilecek hoşnut olmayacağınız neticeler karşınıza çıkmaması için çok soruşturup durmayın.”[2][2] buyrulmaktadır. Vâkıa bu âyet bu vesileyle değil, Efendimiz’e çok soru sorulmasını men sadedinde nazil olmuştur. Ancak âyet, işârî mânâsıyla bu meseleye de bakmaktadır.

Hasedin izalesi mevzuunda belki galîle-i sadrı izale edebilecek bir şey söyleyemedim. Ancak bir konferans mevzuu olabilecek çapta geniş bir konuyu kısaca arz etmeye çalıştım.[3][3]

[1][1]    Mutaffifîn sûresi, 83/26.

[2][2]   Mâide sûresi, 5/101.

[3][3]  Muhterem Müellif’in bu konuyla alâkalı diğer bazı yazıları için bkz.: İkindi Yağmurları, s. 367-377; Sızıntı Dergisi, Eylül 2005, sayı: 320.

Edep, İslâmiyet’te önemli bir esas, tasavvuf mesleğinde de hassasiyetle ele alınan bir husustur. Pratikte, şimdiye kadar onu daha ziyade erbab-ı tasavvuf ele almış ve o sahadaki büyük mürşit, mübelliğ, mürebbi ve muallimler ısrarla üzerinde durmuşlardır. Kur’ân ruhunun özü ve esası, Sünnet-i sahihanın da ısrarla üzerinde durduğu edep sayesinde, yüzlerce, binlerce Şah-ı Geylânî, Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam Gazzâlî, Ebû Hanife ve İmam Şafiî gibi edep âbideleri ve üstadları yetişmiştir. Bu yıldızları çoğaltmak mümkündür. Hele Allah Resûlü’nün terbiye atmosferinde, gökteki yıldızlara denk, yerde de pek çok edep insanı yetişmiştir.

Edebi bizde, sadece farz ve vacibin dışında teferruata ait oturup kalkmada, âdâb-ı muaşerette, insanlarla muamelelerimizde, çocukların tavır ve davranışlarıyla alâkalı dar alanlı ele alanlar olmuştur. Ama bu, edebi daraltma ve dar bir çerçeve içinde ele alma demektir. Haddizatında edep, Efendimiz’in hayatının gayesi ve bütün hayatıyla bize talim buyurduğu hakikatlerin umumudur. Bir ehl-i tahkikin de dediği gibi: “Edep, Allah Resûlü’nün vaz’ettiği hudutlara riayet etmek demektir.”

Evet, edep, din sahibinin, Allah’tan aldığı şeyleri bize tebliğde tespit buyurdukları hudutlardır. Binaenaleyh, Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyesinde gaye edindiği şeylerin hudut ve sınırlarına riayet etmek bütünüyle bir edeptir. Meselâ, farzlara dikkat etmek, Allah’a karşı edepli ve saygılı olmanın bir ifadesidir. Yine vaciplere titizlikle riayet etmek, Allah’a ve Resûlullah’a karşı saygının göstergesidir. Efendimiz’in hayat-ı seniyyesiyle bir yol olarak ortaya koyduğu ve “Sünnet” dediği, -Sünnet Arapça’da tutulup gidilen yol anlamına gelmektedir- ve bizim de onu en nurlu bir yol olarak benimsediğimiz o yolun prensip ve âdâbına riayet etmek, edeptir. Bütün bunlara riayet eden edeple serfiraz sayılır. Riayet etmeyen de O’nun nurundan, feyzinden ve bereketinden mahrum kalır; kalır ve karanlıklara sukut eder.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuşurken, sözünün muhtevasının derin ve coşturucu olması, o coşturucu mânâ ve muhtevaya çok güzel kalıplar bulması, zarfı mazrufa muvafık kullanması, kendisine mahsus ayrı bir beyan edebidir. Arabın en edib ve beliğleri dahi O’nu dinlerken hayranlık duyarlardı. Ebû Süfyan’ın hanımı Hind, Efendimiz’in tebliğ buyurduğu Kur’ân ve O’nun sözlerindeki câzibedarlık ve çarpıcılık karşısında pervaneler gibi herkesin, o Söz Sultanına koşuşunu hayretle seyretmiş ve şöyle demişti: Hiçbir şey bilmeyen ve öğrenmeyen ümmî bir insan, etrafını sözleri ve hareketleriyle büyülüyor ve insanlar, kelebeklerin ateşe koştukları gibi O’na koşuyorlar.

Evet, bunu anlayamıyorlardı. Zira Efendimiz’in mübarek beyanına akseden her şey, feyz-i akdesten gelen esintilerdi. Bu esintiler, O’nun ruhuna çarpıyor ve beyanında nurdan kelimeler hâline geliyordu. Aynı zamanda O’nda çok engin bir muhteva zenginliği de vardı. Bir gün Allah Resûlü, bu muhteva zenginliğini en tatlı, en çarpıcı ve en ölçülü kelimelerle ifade ederken, sözden çok iyi anlayan Hz. Ebû Bekir, hayran hayran Efendimiz’in yüzüne bakmış ve “Seni bu seviyede terbiyeye kim ulaştırdı? Seni böylesine kim olgunlaştırdı?” mefhum ve mânâsına gelen مَنْ اَدَّبَكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ demişti. Bu soru karşısında Allah Resûlü fahirlenmemiş, konuyu sağa sola çekmemiş, o sadıklardan sadık sıddık dostu Hz. Ebû Bekir’e şöyle cevap vermişti: اَدَّبَن۪ي رَبّ۪ي فَاَحْسَنَ تَأْد۪يب۪ي “Beni Rabbim edeplendirdi; hem en güzel şekilde edeplendirdi.” Efendimiz bu sözleriyle, hem kendisine ait güzellikleri inkâr edip nankörlüğe düşmüyor -nankörlük O’ndan serâ-Süreyyâ farkıyla uzaktır- hem de o mazhariyetiyle fahirlenmiyor ve onu Allah’a havale ediyordu. Bu, üzerinde durduğumuz konunun bir yanını teşkil etmektedir.

Diğer yanına gelince; her mü’min, Efendimiz’in edebinden, O’nun talim buyurduğu edep anlayışından, tabir caizse edep felsefesinden istifade etmekle mükelleftir. Burada dikkatlerinizi ayrı bir noktaya istirham edeceğim: O Zât, sadece kulluğu talim etmek için değil, tepeden tırnağa (eskilerin ifadesiyle mine’l-bâb ile’l-mihrâb) bütün bir hayatı talim etmek üzere gelmiştir. İşte Allah Resûlü’nün talim etmiş olduğu bu esasları hayata tatbik etmek de bir mânâda edeptir. Meselâ, Efendimiz’in insanlara Allah’ı anlatmasını göz önünde bulunduralım. Bu, çok dakik bir mevzudur ve pek çok düşünür ve filozof, onca kabiliyetlerine rağmen Zât-ı Ulûhiyet, sıfât ve esmâ hakkında tenasübe riayet edememiş, bir yandan O’nun kudretini itiraf etmekle birlikte, diğer yandan da O’na acz isnat edebilmişlerdir. Kadim Yunan ve Roma’dan günümüze kadar pek çok filozof ve düşünürün Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki beyanlarına bakıldığında çok ciddî muvazenesizliklere şahit olunmaktadır. Efendimiz’e gelince O, bir dağın zirvesinde Allah’tan ders alan bir ümmîdir; muallimi, Ezel ve Ebed Sultanı Allah olan bir ümmî. Allah Resûlü, O’nun o mübarek isimlerinden bir tanesini, suyu dudağa götürmek keyfiyetinden alın da, insanın ahsen-i takvîme mazhar olmasına bâdi olan mübarek isim ve sıfatlarına kadar her şeyi anlatmasında ve sonra da, “Seni hakkıyla bilemedik ey her şeyden önce bilinen Zât! Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey herkesten kulluğa müstahak olan Zât! Sana hakkıyla şükredemedik ey herkesten daha ziyade şükre layık olan Zât!” derken, esmâsından sıfatlarına, sıfatlarından Zât-ı Ulûhiyetine kadar öyle bir Zât-ı Ulûhiyet telakkisi ortaya koyar ki, bu telkin ve terbiyenin arkasındaki farkın; Cenâb-ı Hak olduğu hemen anlaşılır. Nitekim Allah, O’nu böyle terbiye etmeseydi, O, Zât-ı Ulûhiyet hakkında bir tek kelime bile söyleyemezdi.

Evet, Allah Resûlü, bize sağlam, arızasız ve kusursuz bir Zât-ı Ulûhiyet telakkisi kazandırmıştır. İslâm’da pek çok mezhep ortaya çıkmış ve bu mezheplerin arkasında, ne İbn Sinalar, ne Farabîler, ne İbn Miskeveyhler, ne İbn Rüşdler gibi ilim adamları, düşünürler yetişmiştir ama bu devâsâ insanlardan hiçbiri, hatta onların üstadları böylesine arızasız ve kusursuz bir ulûhiyet telakkisi ortaya koyamamışlardır. Farabî, ayrı bir noktada kayıp gitmiştir ki, onu İmam Gazzâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, en küçük bir mü’min mertebesinde dahi görmez. Çünkü o, Allah ve Resûlü hakkında yanlış telakki ve sapık düşüncelerden kurtulamamıştır. O, el-Medînetü’l-Fâdıla’sında Allah Resûlü’ne gelen vahyi, hayalinde kurduğu ve sonra âyâna aksettirip âyânda temessül ettirdiği, sonra dinlediği, yani kendi konuştuğu ve kendi dinlediği şeklinde izah etmektedir ki, bir Müslüman olarak bunu kabul etmek mümkün değildir.

Efendimiz’in Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki anlayışına, tarz-ı telakkisine gelince o, çok derindir. Zaten O, bize bunu talim etmek için gelmiştir. İnsan, ışık hızıyla trilyon seneler ötelerdeki mekânları, bir insanın kalbinin atışlarıyla beraber idare eden Allah’ı tasavvur edemez. Cenâb-ı Hak öyle bir Zât’tır ki, Allah Resûlü, O’nun sadece emirlerinin infaz mevkii olan Arş hakkında mübarek düşüncelerini beyan ederken, “Bütün kevn ü mekânlar O’nun Arşına nispeten çöle atılmış bir halka gibi kalır.” der. Bu, ulûhiyet hakikati, keyfiyet ve kemmiyet ötesi bir büyüklük ifade eder demektir. Yani meseleyi, bizim keyfî ve kemmî ölçülerimiz içinde ele almamak gerekir. Çünkü mevzu, kemmiyetsiz ve keyfiyetsiz bir büyüklük ifade etmektedir. Allah budur ve biz O’nu kat’iyen tasavvur edemeyiz.

Allah Resûlü, muamelatta da biricik rehberdir. O bize alış-verişi de talim etmiştir. Günümüzün insanını ticarette ve iktisatta kıskıvrak sıkıştıran, perişan ve derbeder eden problemlere karşı çıkış yollarını gösteren ve ilk talebelerinin şahsında bütün çağlara bir şeyler söyleyen, dün kadar bugünün de müşkillerini halleden bir Üstad-ı Küll’dür. Bunların yanında ve belki her şeyin önünde Allah’a karşı nasıl kulluk yapılması gerektiğini de yine O talim etmiştir. Esasen bu da bir edeptir. Her mü’min, O’nun talim buyurduğu daire içinde şöyle bir duygu ve düşünce içinde olmalıdır:

Yâ Resûlallah! Ben, ancak senin talim buyurduğun şekilde Allah’a kulluk yapabilirim. Sen tarif etmeseydin, benim ne yapacağım belli değildi. Çünkü senin irşad nurundan istifade edemeyen senden evvel pek çok akıllı kimseler geldi-geçti ama hiçbiri sadre şifa verici bir ulûhiyet ve kulluk anlayışı ortaya koyamadılar. Ne ilim adamları, ne filozoflar, ne saf kalbli büyük hanif Hz. Ömer’in amcası Zeyd gibi kimseler Zeyd, henüz cahiliyenin hükümferma olduğu bir dönemde yeğeni Seyyidina Hz. Ömer dahil kendi evlâtlarına ve yakınlarına son sözlerini söylerken şu mânâya gelen irşadda bulunuyordu: “Ufukta bir nur görüyorum. Onun zuhurunun çok yakın olduğunu sanıyorum. Bu nur, bütün kâinatı aydınlatacak ve hepiniz bu aydınlığı göreceksiniz.” Daha sonra Zeyd, derin bir inkisar içinde gözlerini sonsuzluğa çevirir ve mealen şöyle der: “Yıldızların seyrinde, zeminin şu tavrında kendisini sezip duyduğum ama adını bilemediğim, her şeyi yarattığına inandığım ama “Sen şusun.” diyemediğim Rabbim! Seni bilseydim ve arzuna muttali olsaydım, Sana o yolda sonuna kadar kullukta bulunacaktım.”

Evet, biz kulluğu da Aleyhissalâtu vesselâm’dan öğrendik. Namazda metafizik gerilime geçmeyi O’nun arkasında bulunmakla elde ettik. Elde edemeyeceği şeyleri ancak dualarıyla elde eden insan, dua sayesinde öylesine gerilir ve öylesine Allah’tan ister ki, her matlub ona musahhar olur. İşte bütün bunları bize öğreten Hz. Muhammed’dir (aleyhissalâtü vesselâm). Bunun gibi Allah Resûlü’nün, yatarken sağ elini başının altına koyup yatmasına kadar hayatın her ünitesiyle alâkalı düsturları bizim için birer örnektir. O, bize bütün bir hayatı soluklamış ve bu soluklar, nefes nefes O’ndan gelip bizim ruhumuzu sarmış ve inananların sinelerinde mâkes bulmuştur. Rabbim, O’nun hayatı ve soluklarıyla canlanma ve dirilmeye bizleri muvaffak kılsın.

İşte bu geniş dairede, Efendimiz’in talim buyurduğu her şey edeptir. Buna riayet etmemek ise Allah’a, Resûlullah’a, sonra da Kur’ân’a karşı saygısızlık demektir. Mü’min, bütün bunlara riayet etmeli ve edep içinde yaşamalıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi günümüzde edep; farzı, vacibi ve Efendimiz’in umumî talimini bir tarafa bırakarak, daha ziyade küçük şeylerdeki; meselâ, bıyık kesmenin, saçları taramanın, urba giymenin ve yürümenin edebi gibi meselelere münhasır görülmüş ve bir mânâda her şey daraltılarak dinin ruhuna kastedilmiştir.

Son söz olarak, edebin olması gerekli olan tarifini yapıp mevzuu noktalayalım: Edep, O Edep İnsanı’nın temsil buyurduğu ve din-i mübinin emirleriyle temessül edip karşımıza çıkan şeylerin bütünüdür.

Günümüzde idarî, siyasî ve politik mes’elelere yaklaşılırken daha ziyade tenkit ve eleştiri yegâne kriter olarak ele alınıyor. Böyle bir yaklaşım doğru mudur? Değilse neler tavsiye edersiniz?

“Et-tahrîbü eshel” sözü Araplar arasında deyim haline gelmiş bir sözdür. Mânâ olarak kısaca, “tahrip kolaydır” diyebiliriz. Evet, tahrip, tenkit ve yıkma çok kolaydır. Ne var ki, aynı ölçüler içinde yapmaya gelince, o kolay değil aksine çok zordur. Onun için yıkma adına ortaya çıkanlar öncelikle “yapma” nın yollarını araştırmalı, tesbit etmeli sonra “yıkma” ya başlamalıdırlar. Aksi halde meydana gelecek boşluklar kat’iyen doldurulamaz. Evet, bazı mes’eleler vardır ki, alternatif düşünce ortaya koymadan tahribe, tenkide ve yıkmaya tahammülü yoktur. Zannediyorum peygamberlerin ve hususiyle İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en önemli vazifelerinden biri de, işte bu hususla alâkalı dengeyi gerçekleştirmektir. Evet O, toplum içinde yer etmiş bütün yanlışlıkları ortaya koyuyor ve milletin gözünün içine baka baka, mertçe, ikna edici bir üslupla “bu yanlıştır” diye haykırıyordu ama, ardından alternatif doğrular vaz’ederek, kaos içine düşülmesine ve boşlukta yaşanmasına meydan vermiyordu. Yani her şeyi dengeliyor, müsbet ve menfî yönleri ile ele alıyor, fikrî ve hissî boşluklara meydan vermiyordu. Bu davranış tarzının bize anlattığı çok şey var: Bir kere sağlam bir zemine, sağlam bir blokaja oturmayan “yapma” plân ve projeleri olmadan, ulu orta “yıkma” ve “tahrip” teşebbüsleri cinayettir.

Nitekim bu düşünce hayata geçirilmediğinden dolayı, yapılan hataların büyüklüğü ve çapı nisbetinde, bazen fert, bazen aile, bazen de devlet ciddi boşluklar yaşamış ve kaosa sürüklenmiştir. Bu mes’elenin örneklerini devlet ve millet çapında ele aldığımızda, ilk defa Osmanlı aklımıza gelir. Bazen padişahlara tavır alınmış, alaşağı edilmiş, yerine daha iyisini bulunuz denmiştir ama, bulunamayınca, daha olumsuz durumlara girilmiş ve eski de, eskiler de mumla aranır hale gelmiştir. Meselâ; Cennetmekân Sultan Abdülhamit Han’ın, hal’ edilmesinde öncü rol oynayan, ardından alkış tutan Talat, Cemal, Enver Paşalar, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, Mehmet Akif ve ona “Kızıl Sultan” diyen daha niceleri, sonradan onun hakkında ne takdirkâr sözler söylemişlerdir ama, iş işten geçmiştir. Cemal, Talat, Enver Paşalar “neden neye kaldık ey gazi hünkâr!” demiş inlemiş; Rıza Tevfik, Yunanlılar, İzmir’i işgal edince, cami şadırvanında hıçkıra hıçkıra ağlamış ve onun ruhaniyatından istimdat şiiri yazmıştır.. evet böyle demişler ama, “ba’de harabi’l-Basra” Devlet-i Âliye yıkılmış, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Mısır, Balkanlar gitmiş ve bu altın kuşakta huzur yoklara karışmış; ondan sonra akılları başlarına gelmiş. Dünya şimdilerde bunun bedelini hem de çok pahalı olarak ödemekte. Zira Devlet-i Âliye, Orta Doğusu, Kafkasları, Balkanları ile bir muvazene unsuruydu. Heyhat, böyle bir misyonu ancak yıkıldıktan sonra anlayabildik…

Ne acıdır ki, bu tarihî hatalar şimdilerde de işlenebiliyor. Alternatif doğru plân ve projeler ikame edilmeden, devlet veya hükümetler tahrip ediliyor. Şöyle ki; “şu kararlara iştirak etmiyorum” veya “dış politika, iç politika böyle yapılmaz… vs.” gibi sadece tenkit ağırlıklı sloganvari sözlerle muhalefet yapılıyor. Böylelerine, nasıl olması gerektiğini söyleyin, yazın, çizin dendiğinde de, “o engin bir malumat, çok ciddi bir tecrübe ister, bu da bizde yok” diyorlar. Rica ederim, devletin veya hükümetlerin yanlışları olabilir. Ama bu kat’iyen: “Hele önce bir yıkalım, sonra nasıl yapacağımızı düşünürüz” felsefesi ile yapılmamalı. Böyle bir düşünce, devleti zaafa uğratır ve içte-dışta itibar kaybına yol açar.. hatta bütün bütün kredilerini kaybetmesine yol açar. Meselâ; coğrafî konumu sebebiyle, stratejik bir yere sahip olan ülkemiz, çevremizde yaşanan siyasî çalkantılar içinde şayet bugün biraz daha güçlü olsaydı, bütün bir Orta Asya’yı arkasına alabilir ve “ilelmerkez” bir güç ve bir vakumla onları yanına çekebilirdi. Hatta İslâm ülkelerini etrafında toplayabilirdi.

Zaten şanlı mazimizde de böyle olmamış mı? Alparslan, Fatih, Yavuz o güçlü kabulün verdiği güven ile ortaya çıkmış, ve milletin içinde ümit olup çınlanmamış mı? Ve bu çınlamaya da çokları müspet cevap vermemiş mi?

Evet, yanlış hesaplar peşinde olanlarla alâkamız yok. Bizler var olduğumuz günden bu yana bazen ağlayarak, bazen de gülerek ama hep dudağımızda ümitten tebessüm, bu milletin kaderi etrafında destanlar koşup durduk. Bu ülke ve bu milletin yeni bir sarsıntı yaşamaması için, kalbimizin korunmasına gösterdiğimiz ihtimamı gösterdik. Maruz kalınan tehlikeler karşısında her zaman yapmamız gerekenleri aradık, araştırdık.. ve senelerce köy köy, kasaba kasaba bizi takip eden, her türlü kötülüğü yapanlara “herkes karakterine göre amel eder” deyip geçtik. Devlet kademelerini işgal eden zatların bu davranışları karşısında, devletimize, milletimize küsmedik, darılmadık.

Evet, bu hususta, denge çok önemlidir. Ve kanaatimizce, bugün bu alanda çok yanlışlıklar yapılmaktadır. Halbuki başta da örnekler vererek arz ettiğimiz gibi, bu türlü davranışlar öyle komplikasyonlara ve beklenmedik arızalara sebebiyet verir ki, onlardan bir tekini bile tamire gücümüz yetmeyebilir.

Bu yaklaşım tarzı bir kısım radikal görünümlü kimseleri rahatsız edebilir. Ancak bu konu bana göre olduğundan da nazik. Aslında ben, hiçbir zaman Müslümanca düşüncenin rencide olmasını istemem ve hiçbir Müslümanın kırılmasını arzu etmem. Fakat karşımızda çok farklı İslâmî anlayışlar var. Müslümanım diyor, elinde bomba, belinde silah adam vurmak için sokakta. Bunu anlamak ve İslâmî düşünce ile te’lif etmek oldukça zor. Tabiî herkesi memnun etmek de mümkün değil. O bakımdan şahsen, su-i istimale uğrayacak, yanlış yorumlanacak düşünce ve beyanlardan çok endişe duyuyorum. Buna rağmen hak ve hakikati anlatmak da vazifemiz.

Hâsılı, her şey kendi tâbî olduğu kurallar içinde yapılmalı. Yapalım derken de hepten yıkmamaya âzâmî özen gösterilmeli. Maziden, tarihî hâdiselerden ders alınarak, mantıkî boşluklar içine düşülmemeli; millet ve devlet bir mâceraya kurban edilmemelidir.

İnsanoğlu hayra da açık şerre de açık bir kısım kabiliyetlerle donatılmış bir varlıktır. Ondaki bu kabiliyetler âdeta iç içedir. Cenâb-ı Hak, bütün bu kabiliyetleriyle insanı dengelemiş ve her şey olmaya müstait yaratmıştır. “Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra çocuğu anne ve babası Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.” hadis-i şerifi bu hakikati ifade bakımından fevkalâde mânidardır. Yani her doğan çocuk, fıtrat itibarıyla Müslüman olmaya daha meyyaldir; ama içinde bulunduğu çevrenin onun üzerindeki tesiri bazen birinci derecede belirleyici olabilir.

İnsan fıtratındaki duygu, istidat ve kabiliyetler çeşit çeşittir. Ayrıca, bu istidat ve kabiliyetler, onun fıtratına çok güzel ve ölçülü bir şekilde yerleştirilmiştir. Burada önemli olan, onun terbiyesi ve yetiştirilmesi yolunda bu hissiyatın mükemmel şekilde değerlendirilip potansiyel değerlerinin üstünde bir kıymete ulaştırılmalarıdır. Meselâ, insanın mahiyetine bir “irade kabiliyeti” yerleştirilmiştir ki, eğer insan, bu iradesini iyiye kullanabilirse o, cemadat ve hayvanatı çok geride bırakacağı gibi, bazen meleklerin önüne de geçebilecektir. Yine insanın içine “latîfe-i rabbâniye” ya da İmam Gazzâlî’nin ifadesiyle “akl-ı meâd” yani öteleri görme aklı ve idraki vaz’edilmiştir. Bununla beraber insana “akl-ı meâş” yani dünyayı idrak ve onu iyi kavrama aklı da verilmiştir.

Aynı zamanda insanın mahiyetine şehvet, öfke, hırs, inat ve haset gibi değişik duygular da konulmuştur. Şimdi bu konuda önemli olan, insanın bu istidatları ya bir ölçüde baskı altına alması veya onları ıslah edip onlardan da istifade etmesidir. Meselâ bir insan, “vicdan”ın erkânı diye mütalâa edeceğimiz irade, his, zihin, latîfe-i rabbâniye gibi duygularını inkişaf ettirdiği takdirde bir hamlede insan-ı kâmil yoluna girer ve sesini ötelere duyurabilir. İşte böyle bir ufka ulaşmış insan artık şehvet, makam, şöhret… gibi nefsanî duygular karşısında asla dize gelmez.. nefretlerle büyük günahlara girmez.. hasetlerle amelini yakıp bitirmez.. ve herhangi bir meselede inat göstererek zamanını zayi etmez…

Ve yine böyle bir insan şehvetini tenasül mülâhazasıyla meşru dairede kullanırsa, “Evleniniz, çoğalınız! Zira ben (kıyamet günü diğer ümmetlere karşı) çokluğunuzla iftihar edeceğim.” hadisiyle amel etmiş sayılır ve ötede iltifat görür. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadisiyle âdeta şunları ifade etmektedir: Ben, meşru dairedeki zevk ve lezzete kanaat eden ümmetimin çoğalmalarıyla iftihar ederim. Zira onlar âdeta benim ümmet fabrikalarım gibidirler ve bu fabrikalarda ehl-i tevhid insan yetişir; ben de onunla iftihar ederim.

İşte, böyle bir yaklaşım sonucu, şehvetin bütün güç ve kuvvetiyle iradeye teslim olduğunu görürüz. Bu mülâhazadan hareketle, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Herkesin bir şeytanı vardır, benim de vardır, fakat benimki bana teslim olmuştur.” hadis-i şerifini daha iyi anlamak mümkündür. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözleriyle, “Yemeye, içmeye ve tenasüle ait şehevî duygular ve diğer hisler bütün derinlikleriyle tamamen benim irademe teslim (veya Müslüman) oldu.” demek istemektedir. İşte böyle bir şehvetin artık insana verebileceği herhangi bir zarar söz konusu değildir.

İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz ve böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek Muhammedî ruhtan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta sebat, hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirecektir.

Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir. Şimdi gelin, inadını iradesiyle teslim almış kimselerden biri olan Ukbe b. Nâfi’e (radıyallahu anh) bakalım: O, inadını cihad yolunda kullanmış ve hep cihad yörüngeli bir hayat yaşamıştır. Berberilere karşı büyük mücadeleler vermiş ve Afrika’yı bir baştan bir başa fethetmiş bu büyük insanın en ızdıraplı günleri, Muaviye tarafından eline zincir vurulup cihaddan men edildiği günler olmuştur. Daha sonra Ukbe’nin elindeki bu zincirler kırılmış ve o, bir hain el tarafından şehit edilinceye kadar hep i’lâ-yı kelimetullah yolunda koşmuştur. O, açılmasının bir faslında atını denize sürdüğü zaman şöyle demişti: “Allahım! Şu zulmet denizi karşıma çıkmasaydı, Senin aydınlık kaynağı ismini o karanlık âlemlere de götürme niyetindeydim.” Abdülhak Hamid, “Tarık Piyesi” isimli eserinde Ukbe b. Nâfi’nin bu sözü karşısındaki hayranlığını şu ifadelerle dile getirir: “Bilmiyorum Ukbe b. Nâfi’nin bu sözü mü, yoksa semalarda duyulan ruhanîlerin sesi mi daha yüksekti!”

İşte Ukbe’nin bu tavrı, hakta sebatı ve hak uğrunda ölmeyi, yaratılışının gayesi hâline getirip, böylece nefis mekanizmasına ait mühim bir rüknü, iradenin eline teslim etmesi demekti.

Evet, devamlı ibadet ü taatle meşgul olan bir insanın hisleri zamanla öylesine inkişaf eder ki, böyle biri, başkalarının rüyada gördükleri şeyleri yakazaten müşâhede edebilir. İnsanları irşadın birinci iş hâline geldiği bir dönemde, hakka omuz veren bir cemaatte böyle mazhariyetler sık sık görülebilir. Aslında, hiss-i kable’l-vukuları ve değişik ilâhî ikramları da bu kabîlden saymak mümkündür. Öteden beri İslâmiyet’e hizmet edenlere, Allah’ın ihsanları yağmur gibi yağagelmiştir. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın bu ihsan ve ikramlarından ayrı bir ikramı daha vardır ki, o da, ferdî gurur ve kibirden korumak için, Allah’ın bu ihsanlarını ona hissettirmemesidir. İbadet ü taate ve mücahedeye devam edip de yön değiştirmeyen ve dünden bugüne hep mevziini koruyup ileriye doğru atılmak için başka mevziler kollayanlar, çok büyük ihsan ve ikramlara mazhar olur ve başkalarının görmediği pek çok vâridâtı, vicdanlarında bir esinti ve nur hâlinde müşâhede edebilirler. Ama, bunların mutlaka keşif ve keramet şeklinde zuhur etmesi de şart değildir.

Vicdan mekanizmasına ait hislerini inkişaf ettirmiş birinin nazarında şehvet hislerinin tesiri çok da önemli değildir. Böyle biri, memnu bir manzara karşısında vicdanını dinleyerek, “Nazar, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benden korktuğundan dolayı terk ederse onu imana çeviririm ve o kimse bunu kalbinde derin bir zevk olarak hisseder.” kudsî hadisini hatırlar ve haram işlememek için gözünü kapar. Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak, gözünü haramdan çeviren bir insanın kalbinde, imana ait öyle bir lezzet vermektedir ki bu lezzet, o insana âdeta her türlü iştihayı unutturmaktadır. O kişinin haram karşısındaki bu tutumu daha sonra Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede gibi mühim bir neticeyi de semere verecektir. Bu müşâhede ötede olabileceği gibi bu dünyada da olabilir. Zira insanın kalb ve vicdanında “kenzen” Allah’ı duyması her zaman mümkündür. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin

                “Sığmam dedi Hak arz u semaya,

                Kenzen bilindi dil madeninden.”

sözleri bu hakikat adına söylenmiş önemli sözlerdendir. Dil unvanıyla ifade edilen kalb, esasen esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin madenidir. Bu maden, Zât-ı Ulûhiyet’in tezekkür ve tefekkürü için hayret ufku ile aranan bir madendir. Ne var ki Cenâb-ı Hak, tasavvur ve tezekkür edilmez; zira O, her şeyin verâsındadır.. ve kalb bu hususta önemli bir rasat ufkudur. Kalbine yönelen kişi yeni yeni adımlar atar, devamlı ilerleme azmi yaşar ve his dünyasında derinleşebilirse, her zaman bir kısım müşâhedelere mazhar olabilir. Zaten insan, nasıl yaşarsa öyle öleceği ve nasıl ölürse öyle dirileceği mülâhazasına binaen, onun şuuraltı ve vicdanında mayaladığı şeylerin öbür âlemde inkişaf edeceği açıktır; evet, orada mü’minler, keyfiyeti meçhul ve herhangi bir misalle anlatılması mümkün olmayacak şekilde Cemal-i ilâhîyi görmeye muvaffak olacaklardır.

İnsanda vicdanî sistemin gelişmesi, tamamen nefsanî mekanizmanın rağmına bir harekettir. Vicdanî mekanizma geliştikçe, nefse ait mekanizma zamanla teslim-i silah etme zorunda kalır.. ve derken nefis mertebelerini kateden bir insan, artık fenalıklardan dolayı nefsini kınar hâle gelir ki bu durum, nefs-i emmarenin ordularının mağlup olması, yani karanlığın ışık karşısında bozguna uğraması demektir. Artık böyle bir insan, işlemiş olduğu her günahtan dolayı kendisini inceden inceye hesaba çeker.. devamlı vicdan azabı duyar.. ve Everest tepesini sırtında taşıyormuş gibi hep büyük bir yükün altında olduğunu hissetmeye başlar. Bunlar, “nefs-i levvame”ye yani kendi kendini kınamaya dair tavırlardır. İşte vicdan mekanizmasını bu şekilde çalıştıran insan bir gün öyle bir seviyeye gelir ki, artık o her zaman,

                “Gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa;

                İkisi de câna safa, lütfun da hoş kahrın da hoş.”

yamaçlarında pervaz eder ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)  “Biz, Rab olarak Allah’tan razıyız.” ifadelerini terennümde bulunur ve sürekli sekîne ve itminan soluklar. Bu mısralar, aynı zamanda “Allahım! Her tasarrufuna razıyız.” anlamına da gelmektedir. Daha sonra insan zamanla bu makamın üstünde öyle bir ufka ulaşır ki, gayri onun her hâl, hareket ve sözleri çevresindekilere devamlı Allah’ı hatırlatır. Aslında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu makamı temsil etmektedir. Nitekim “O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne zaman secde etse O’nda ‘bî kem u keyf’ Allah tecellî ederdi.” sözü bu hakikati ifade etmektedir. Bu hâl, vicdanla sezilebilecek, his dünyasıyla duyulabilecek ve latîfe-i rabbâniyeyi inkişaf ettirmekle fark edilebilecek bir ufuktur.

Vicdan ve nefis gibi hâsseler, bir yönüyle mücerret mânâlar olduğundan insan bunları ancak seyr-i ruhanîsi ile sezebilir. Bunların inkişaf etmesi de kişinin ameliyle mümkündür. Onun için bu meselenin gerçek vuzuh ve inkişafını, insanların kendi sa’y ve gayretleri neticesinde, kendilerinde meydana gelecek olan inkişafa bırakmak gerekmektedir.

Hüsn-ü zan insanlar hakkında iyi fikirli olma, güzel düşünme manalarına gelmektedir. Adem-i itimad ise; insanın zaaflarına karşı tedbirli olma demektir.

Adem-i itimad meselesini üç kategoride değerlendirebiliriz.

1-    İnsanın kendisine karşı adem-i itimadı: Yani, insanın kendi nefsine güvenmemesi. Zira, potansiyel insan nefsi, kötülüğü ister. (Yusuf Suresi, 12/53) Öyleyse insan kendisine verilmiş güzel kabiliyetleri hayırlı yollarda kullanmanın yanı başında nefsine karşı da tedbirli olmalı, ben etkilenmem, ben bozulmam, ben kaymam diyerek kendini emanette görmemelidir. Emanette görerek günaha açık işlerden uzak durmalı ve kaymaya müsait yerlerde dolaşmamalıdır.

2-    İnsanın bir Müslüman kardeşine karşı adem-i itimadı: Müslümanlar arasında hüsn-ü zan esastır. Ancak bir beşer olarak herkeste günaha açık taraflar vardır. Hele bazı insanların öne çıkan öyle zaafları vardır ki, bunlarla kayıp gitmeleri her an söz konusudur. Öyleyse bu insanları, kayacakları zemine yaklaştırmamak gerekir. Mesela, para zaafını bildiğimiz bir insanı maliye işleriyle vazifelendirmemeliyiz. Mesela, benim çocuğum akıllıdır ne yapacağını bilir deyip tedbirsiz zeminlerde dolaşmasına, kötü arkadaşlarla içli dışlı olmasına müsaade etmemeli, takibi ve tedbiri elden bırakmamalıyız. Evet, özellikle idarecilerin, anne babaların ve insanlar üzerinde söz sahibi olanların bu hususa çok dikkat etmeleri gerekir.

3-    Bir de, art niyetli insanlar vardır. Nifak sıfatları taşıyordur üzerinde ve bu sıfatlar onda faal haldedir. Bunlarla iyi geçinme yollarını araştırmalıyız ama hiçbir zaman tam itimad etmemeli ve sırlarımızı vermemeliyiz.

4-    Son olarak düşman kesime karşı durumumuz söz konusudur ki, bu zaten bilinen bir meseledir. Evet, düşmana hiçbir zaman hüsnü zan da edilmez itimad da.

Hasılı, hüsnü zanla adem-i itimad arasındaki dengeyi korumak, insanın kendisi de dahil herkes için geçerlidir. Ne zaman nasıl davranılacağı ise, insanın basiretine ve firasetine bağlıdır.

Mü’min başına gelen her türlü felaket ve sıkıntının kimden geldiğinin şuurunda olur ve bu süreci sabırla geçirirse sevap kazanacağını ve bu sıkıntıların kişinin günahlarının affına vesile olacağını muhtelif hadisi şerifler bize müjdelemektedir. Hatta Efendimiz (s.a.s) müminin ayağına batan bir dikenin bile onun günahlarına kefaret olacağını ifade buyurmuştur.

Diğer yandan eğer kişi başına bir felaket geldiğinde, sabır göstermeyerek kaderi tenkit eder ve olmadık itirazlarda bulunursa, bunun kişiye sevap getirmesi bir tarafa o kişi bu yaptığıyla günaha girecektir. Bundan dolayı bizler uğradığımız her sıkıntıyı imtihanın bir buudu olarak görmeli ve o sıkıntının arkasında Allah’ın rahmet elini görmeliyiz. Böylece zahirde aleyhimize gibi görünen bir takım hususları lehimize çevirebiliriz. Bununla ilgili bazı hadis-i şerifler şöyledir:

“Kendisine bir musibet gelen Müslüman Allah’ın emrettiği: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn, allahümme ecirnî fi musîbetî vahluf lî hayran minhâ: “Biz Allah’a aidiz ve ancak O’na döneceğiz. Allahım, bana bu musibetim için ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını nasib et” derse Allah o musibeti alır ve mutlaka daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz 3)

“Allah Teâlâ hazretleri şöyle demiştir: “Ben kimin iki sevdiğini almışsam ve o da sevabını umarak sabretmişse, ona cennet dışında bir mükâfaat vermeye razı olmam.” (Tirmizî, Zühd 58)

“Kul hastalandığı zaman Allah Teâlâ hazretleri ona iki melek gönderir ve onlara: “Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!” der. Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allah’a hamdediyor ve senalarda bulunuyor ise, onlar bunu, her şeyi en iyi bilmekte olan Allah’a yükseltirler. Allah Teâlâ hazretleri, bunun üzerine şöyle buyurur: “Kulumun ruhunu kabzedersem, onu cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günahlarını da affetmem üzerimde hakkı olmuştur.” (Muvatta, Ayn 5)

“Mükâfatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah bir cemaati sevdi mi onları musibete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da ondan razı olur, kim de razı olmazsa Allah da ondan razı olmaz.” (Tirmizî, Zühd 57)

“Mü’min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah’a kavuşsun.” (Muvatta, Cenâiz 40)

Bugün çok yaygın olan bazı tavır ve hareketler vardır ki, dinde bunlar mezmum sayılmış, sevimli bulunmamış ve yerilmiştir. Hatta, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bunlardan bazılarını zikrederek, ellerini kalçaya koyma ve kolları arkaya atıp elleri sırtta birleştirme gibi hareketleri kibir alameti saymıştır. Bir bacağı diğeri üzerine atmak, bir ayağı öbürünün üstüne koymak da bir kibir işareti olarak kabul edilmiştir. Ayak ayak üstüne atarak oturmak, bizim geleneğimizde ve terbiye sistemimizde hiç yoktur. Başkalarının yanında yatmak, uzun oturmak, ayaklarını uzatmak, bacak bacak üstüne atmak bizim kültürümüze uygun olmadığı gibi birine karşı yüzdeki ekşime, bakıştaki sertlik, lüzumsuz el kol hareketleri yapmak ve dudak bükmek de bizim edep anlayışımıza çok terstir. Bir mü’min bu tür davranışlarla asla başkalarını hafife almamalı ve o manaya gelebilecek her hareketten sakınmalıdır. Bazıları, biraz dinlenmek için ayak ayak üstüne atıyor olabilirler ama Hak dostları gece yatarken bile öyle yapmamaya çalışırlar. Bazen unutarak bir ayaklarını diğeri üzerine azıcık koyacak olsalar, hemen toparlanır, “Estağfirullah Ya Rabbi, Sen görüyorken benim böyle yapmam ayıptır.” der ve kendilerine çekidüzen verirler. Fakat, o tür hareketler, bazı insanlarda tabiat haline gelmişse, onlar da bir büyük tarafından ikaz edilmeli; doğrudan söylemek onları rencide edecekse, umumun içinde ve umuma hitap edilerek dolaylı yoldan onların da nasiplenmesi sağlanmalı.

 

Ne var ki, bu hususun da istisnaları olabilir. Mesela, bazen bizim devlet büyüklerimizin başka ülkelerin temsilcileriyle görüşürken bacak bacak üzerine attıklarını ve rahat oturduklarını görüyoruz. O şekilde oturmayı kaba bulsam ve tek başımayken dahi öyle oturmasam bile, ne zaman o tabloyu görsem çok hoşuma gider. Zira, mütekebbire karşı gösterilmesi gereken tavır kibir tavrıdır. Onların gurur ve kibir ifade eden hareketleri karşısında bizimkiler de ezilmemeli, bilâkis onlardan da rahat olmalıdırlar. Hem tabiatında tevazu bulunan bir insanın bir mütekebbire karşı o şekilde davranması iradîdir ve genel karakterini yaralayıcı bir durum değildir. Zannediyorum, muhatapları saygılı davransa bizimkiler de tabiatlarının gerçek rengini ortaya koyacak ve yüksek bir edeple mukabele edeceklerdir.

Hâsılı, biz nasıl bir edebin çocuklarıysak, nasıl bir edep ortamında ve nasıl bir edep kültürüyle neş’et etmişsek onu canlandırmalı ve ona göre yaşamalıyız. Bizim kendimize ait kültür kaynaklarımız vardır. O kaynaklara bağlı olarak gelişip olgunlaşmış olan edep anlayışımız da Allah’ı hoşnut edecek, Peygamberimiz’i sevindirecek ve insanlar arasında da rahatsızlığa sebebiyet vermeyecek şekilde düz çizgili bir kültürdür ve saf bir edep telakkisidir. Biz, bir edep toplumunun ve sağlam bir kültürün çocuklarıyız. Öyleyse, tavır ve davranışlarımız bu özümüzü yansıtacak keyfiyette olmalıdır.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers
%d bloggers like this: