Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2

Sorular ve Cevaplar

Allah, Kuran ve diğer iman esaslarında Müslümanları şüpheye düşürmek için eskiden olduğu gibi şimdi de bazı iftiralar yapılmaktadır. Bir müslüman asırlardır Ümmet-i Muhammed’in kabul ettiği bir davada hemen şüpheye düşmemelidir. Ancak bu iddialara cevap vermek de gerekir:

1- Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin benzerini niçin yazamıyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapça’nın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.

Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de Kur’ana misil getirememiştir. Zira, Kur’anda Arapça’nın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’anın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.

Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur.

2- İslam hakikat ve hikmet dinidir. Her bir davası delil ve ispat üzeredir. Kur’an’ın değişmediği ve günümüze kadar sıhhatli bir şekilde geldiği o kadar aşikar ki bunu az bir dikkat ile görmek mümkündür. Mesela, Hz. Osman (r.a) zamanında mevcut hafız topluluğunun birleşimi ve yardımıyla hiçbir vesveseye imkan bırakmayacak şekilde yazılan Kur’an, şu an elimizde bulunan Kur’an’ın ta kendisidir. Yani ilk inen Kur’an ile şimdi piyasada var olan veya her an yazılan kur’anların hiçbiri arasında ihtilaf yoktur. Herhangi bir dünya ülkesinden bir Kur’an alın bunu 300 veya bulabilsek 1000 yıl önce yazılan bir Kur’an ile karşılaştırsak, arada bir farka rastlamayacağız. Harfi harfine aynı olduğunu göreceğzi.

Allah’ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur’an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur’an’ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur’an’ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu.

Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur’an’ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur’an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber’in sağlığında Kur’an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit’in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur’an’ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur’an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur’an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur’an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.

Bugün elde mevcut olan Kur’anlar, işte bu Kur’an’dan çoğaltılmıştır.

Kur’an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur’an’ın edebî icaz ve i’câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a’zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur’an’ı Cenâb-ı Hakk’ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu’cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: «Muhakkak ki bu Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz.:.» (Hicr, 9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur’ anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur’an’dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah’ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur’an’ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

Kuran’a iki ayrı yönden bakmak gerekir.

a- Kur’anın maddi ve mahluk olan yönü ki, şu anda elimizde mevcut olan Kur’anların kağıdı, mürekkebi, kabı, sesi, mahreci ve kılıfı gibi gözle görülüp, kulakla işitilen ve elle tutulan şeylerdir.

b- Kur’anın manevi ve İlahi bir sıfat olan Kelam ile ilgili olan yönü. Bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Çünkü madem Allah mahluk değil ve ezelidir. Elbette sıfatları dahi mahluk değildir. Sıfatlarından biri de kelam sıfatıdır. Ve Kur’ana biz ‘ kelamullah’ demekteyiz. Kelamullah yani Allahın kelamı bir sıfat-ı ilahidir. Bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Bir sıfat-ı ilahidir ve Allahın bizden isteklerini anlamak için tecelli etmiş bir tenezzülat-ı ilahiyedir.

Kur’an-ı Kerimde değişik ayetlerin ifadeleri, gök ile yerin yaratılış sırasının farklı anlaşılmasına müsait bir şekildedir. Bu sebeple eskiden beri müfessirler bu konuyu özellikle Bakara suresinin 29. ayetinin tefsiri çerçevesinde incelemeye tabi tutmuşlar.

Taberî (Taberî Tefsiri, I/192-195.), kendi görüşünü belirtmeksizin farklı görüşler yansıtan düşüncelere yer verirken; Kurtubî, değişik görüşleri belirtmekle beraber, ‘Katade’nin dediği gibi, Allah önce göğü duhan (gazlar) halinde; arkasından yeri yarattı. Daha sonra göğü düzenleyip, ardından da yeri düzene soktu’ (Kurtubî Tefsiri, I/256) demek suretiyle kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Dikkat edilirse, bu açıklamada, bir yönüyle yerin, bir yönüyle de göğün daha önce yaratıldığına işaret edilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi de, adı geçen Bakara sûresinin 29. âyetinin tefsirinde aynı konuyu ele almıştır. Ona göre:

‘O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya yöneldi. Onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir’ mealindeki Bakara sûresinin 29. âyeti, yerin önce yaratıldığını; ‘Ondan sonra da yeri döşedi’ mealindeki Naziat sûresinin 30. âyeti, göğün önce yaratıldığını; ‘İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden koparıp ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Yine de inanmazlar mı?’ mealindeki Enbiya sûresinin 30. âyeti ise, gök ile yerin birlikte yaratıldığını göstermektedir.

Konuyu müspet ilim doğrultusunda değerlendiren Bediüzzaman’ın görüşü-özetle- şöyledir:

Müspet ilmin yer ve göğün yaratılışı konusunda kabul ettiği nazariye şu merkezdedir: Görmekte olduğumuz ve manzume-i şemsiye/güneş sistemi olarak tabir edilen güneş ve güneşe bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevher imiş; sonra bir nevi buhara dönüşmüş; sonra o buhardan, mayi-i narî (sıvı-ateş) hâsıl olmuş; sonra o mayi-i narî, soğuyarak katılaşmıştır. Sonra şiddetli hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmış; sonra o parçalar yoğunlaşarak, gezegenler olmuşlar. Üzerinde yaşadığımız yerküresi de onlardan biridir.

Bu açıklamalar ışığında Kur’an ayetlerini açıklayan tefsircilerin yorumları ile müspet ilim adamlarının yorumları arasında mutabakat hâsıl olabilir. Şöyle ki: ” Yer ile göğün ikisi de birbirine bitişikti, sonra onları ayırdık” mânasına gelen âyetin ifadesinden anlaşıldığına göre, Yerkürenin de içinde bulunduğu güneş sistemi, İlâhî kudret tarafından esir maddesinden yoğrulmuş bir hamur şeklinde imiş. Esir maddesi, diğer varlıklara göre daha akıcı ve su gibi bütün varlıkların aralarına nüfuz eden bir maddedir.

“Allah’ın Arşı daha önce su üzerindeydi” (Hud, 11/7) mealindeki âyette su, esir maddesine işaret etmektedir. Demek ki, Cenab-ı Hakk’ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Yüce Yaratıcının ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Sani-i Zülcelâl esir maddesini yarattıktan sonra, o esir maddesini elementler şekline dönüştürmüş; sonra onlardan bir kısmını yoğunlaştırıp katı maddeler haline getirmiştir. Bunlardan da birer meskûn mahal olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Yer de bunlardan biridir. İşte yerin -hepsinden evvel yoğunlaşıp katılaşması ve hızlı bir şekilde kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri hayata kaynak olması itibariyle, yaratılış ve teşekkülü göklerden evveldir.

Fakat yerküresinin mükemmel bir hale gelmesi, insanların yaşamalarına elverişli bir vaziyete gelmesi, göklerin tesviye ve tanziminden/en son şeklinin verilmesinden sonradır. Bu yönüyle yaratılışı, göklerden sonra başlar.

Bununla beraber, yukarıda ifade edildiği üzere güneş sistemi olarak tabir edilen güneş ve güneşe bağlı yerküresi ve diğer yıldızlar topluluğu aynı cevher imiş, yani gökler ile yerin ikisi beraber imişler. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, yukarıda mealleri verilen konuyla ilgili ayetler arasında ilk etapta çelişki gibi görülen konunun, gerçekte bir çelişki değil, bilakis, yaratılış safhalarının değişik şekillerine işaret etmek için kullanılan bir i’caz üslubunun yansımaları sözkonusudur. (bk. Nursi, İşârâtu’l-İ’caz, 286-287. Ebû’s-Suud efendi de benzer ifadelerle aynı konuyu işlemiştir, bkz. İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ila Mezâye’l-Kur’ani’l-Kerîm, IX/102-103).

Özetlersek: Bediüzzaman, sözkonusu ayetleri yorumlarken, konuyu müspet ilimlerdeki yeni keşifler doğrultusunda değerlendirmiştir. Yer ile göğün birlikte aynı maddeden yaratıldığını, ancak yerin soğuyup kabuk bağlaması, göklerden önce olmakla beraber, insanoğlunun hayat şartlarına uygun bir duruma gelip, bir döşek şeklinde düzenlenip son şeklini alması, göklerin son şeklini aldığı düzeninden sonra olduğunu belirtmiştir.

Buna göre konuyla ilgili ayetler, bu farklı durumdan her birini ayrı ayrı açıklamaktadır. Bir yönüyle semaların bir mânâda teşekkülü ve meydana gelmesi daha evveldir. Küre-i arzın onlardan kopması ve ayrılması daha sonradır. Ardından küre-i arz hayata müsait hale getirilmiş ve dördüncü derecede semaların tesviyesi olmuştur. Yani mesele, bir taraftan semalardan başlayıp âdeta bir kavis çizer gibi gidip yine semalarda bitivermiştir.

Bakara Suresi, Ayet 213: ‘İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberleri gönderdi; onlar aracılığı ile anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek için gerçeği içeren kitabı indirdi. Ancak kendilerine apaçık gerçekler geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden, o kitap hakkında, sadece onun verildiği kimseler anlaşmazlığa düştüler. Sonra Allah kendi iradesiyle, onların, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeği müminlere gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.’

Ayetin Açıklaması:

Ümmet “bir din üzerinde birleşen topluluk” demektir. (Taberî, II. 335; ayrıca bk. Bakara: 2/134) Ayetteki ümmet kelimesinin aralarında ortak inanç ve değerlerin bulunduğu, birlik ve beraberlik içinde yaşayan bireylerden oluşan topluluğu ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Burada iki konu kapalı bulunmaktadır:

a) Bu ilk ümmetle hangi dönemdeki hangi topluluk kastedilmiştir?

b) Bu ilk topluluğun ortak inanç ve yaşayışları hak mı yoksa bâtıl mı idi?

Bazı miifessirler âyetin lafzından yola çıkarak ilk insan topluluğunun hak üzerinde değil, bâtıl üzerinde olduğunu ileri sürmüşlerse de, tefsirlerde bu ilk topluluğun hak üzerinde olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Bu çerçevede yukarıdaki sorularla ilgili olarak ileri sürülen görüşlerin başlıcaları şöyledir:

1. Bu ümmet Hz. Âdem’le Hz. Nuh arasında yaşamış olan on nesildir. Bunların inanç ve yaşayışları düzgündü; sonradan sapmalar ve farklı inançlar ortaya çıkınca Allah peygamberler gönderdi.

2. İnsanlardan maksat Hz. Âdem ve onun çocukları, ümmetten maksat da onların inandığı hak dindir. Âdem aleyhisselâm doğru din üzerindeydi. Sonradan nesillerinde çekişmeler, kıskançlık ve sapmalar baş gösterince Allah Teâlâ peygamberler gönderdi.

3. Âyette somut bir insan topluluğundan değil insanların fıtratlarında, yaratılışlarının özünde bulunan hak dîne, doğru inanç ve yaşayışa yatkınlıktan bahsedilmektedir. Buna göre insanlar yaratılıştan iyidirler; bir tek ümmet oluşturacak fıtrat ve tabiata sahiptirler. Sapmalar ise dış sebeplerin etkisiyle sonradan ortaya çıkmakta olup bu sapmaları önlemek veya düzeltmek için peygamberler gönderilmiştir. Nitekim “Her doğan fıtrat üzere doğar; daha sonra ana babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar” (Buhârî, “Cenâiz”, 80,93; Müslim, “Kader”, 22-25) anlamındaki hadiste de bu gerçek ifade edilmiştir (Taberi, II, 334-337; İbn Atıyye, 1,285-287)

4. Âyet genel insanlık tarihiyle değil, özel olarak Hz. Musa’dan sonraki yahudilerle ilgilidir. Buna göre yahudiler başlangıçta bir tek ümmet olarak Musa’ya inanıp onun izinden gidiyorlardı. Fakat sonradan kıskançlık ve isyankârlık duygularına kapılarak ihtilâfa düştüler; Allah da tekrar durumlarını düzeltmelerini sağlamak üzere peygamberler gönderdi.

Sonuç olarak âyetten anlaşıldığına göre insanlar, temelde temiz bir yaratılışa (fıtrata), hakkı kabul edip uygulamaya yatkın bir tabiata sahip olarak yaratılmışlardır ve -belki- başlangıçta, basit de olsa uyumlu ve düzenli bir topluluk olarak da yaşamışlardı. Fakat iptidai hayat şartları karşısında dayanışma ve paylaşmanın hayatî önem taşıdığı ilk devirlerden sonra zamanla insanların zihinsel yetenekleri ve ihtiyaçları geliştikçe, belki sayıları çoğaldıkça, insanlar kavim ve kabilelere bölündükçe, tabiatın zorluklan karşısında başarılar kazandıkça aralarında çatışma eğilimleri de gelişmeye başladı; sürtüşmeler arttı. İnsanlar yanlış düşünmeye, kişisel çıkarlarını hak ve adalet ölçülerinin üstünde tutmaya başladılar; böylece doğru olmayan görüş, inanç ve davranışlara saptılar.

Nihayet insanlar arasında geniş çaplı çözülmeler, toplumsal ihtilâflar ve çekişmeler ortaya çıktı. Bunun üzerine yüce Allah tarafından peygamberler gönderildi, kitaplar indirildi. Bu peygamberler iyi yolda olan insanlara dünya ve âhirette kazanacakları güzellikleri müjdelediler; kötü yoldan gidenleri uğrayacakları sıkıntılar ve cezalar konusunda uyardılar.

Allah Teâlâ, bu peygamberler silsilesinin son halkası olmak üzere insanlığa Hz. Muhammed’i ve onunla birlikte son kutsal kitap olmak üzere Kur’an’ı gönderdi. Hz. Muhammed pek çok bakımdan ihtilâfa düşmüş ve çözülmüş olan insanlığı yeniden toparlamak, aslî fıtratına döndürmek, onları hidayete yöneltmek, doğru inanç ve davranış ilkelerinde birleşmiş “bir tek ümmet” haline getirmek için çalışmıştır.

“Ey iman edenler! Hep birden barışa (barış, itaat, teslimiyet ve kurtuluş dini olan İslâm’a) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır” mealindeki âyet de Kur’an’ın insan oğluna aslî fıtratını, özündeki iyiliği koruma, kötülüğe başkaldırma yolundaki çağrısıdır.

Müslüman âlimlerin İslâm’ı insanlığın fıtrî dini ve dolayısıyla Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin özü ve esası olarak kabul etmeleri de aynı düşünceye dayanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de buna işaret eden pek çok âyet vardır. (meselâ bk. Bakara 2/131-132,136; Nisa 4/163; Mâide 5/69; Hac 22/78)

Allah Teâlâ geçmişte, insan oğlunun cehaleti yüzünden ortaya çıkan yanlış inanç ve yaşayış tarzlarını ortadan kaldırmak için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, bu suretle insanlar yeniden hidayete kavuşmuşlar; fakat zamanla kitap indirilen kavimler arasında da ihtilâflar çıkmıştır.

Bu ihtilâflar iyi niyete dayalı mâkul ve meşru anlayış farklarından kaynaklanacağı gibi kötü niyetle de çıkarılmış olabilir. Âyette “aralarındaki kıskançlık yüzünden” ifadesinden anlaşıldığı üzere, ikinci türden ihtilâfların kınandığı görülmektedir. Burada “kıskançlık” kelimesiyle açıklanan “bağy”, zulüm ve haksızlık gibi daha başka olumsuzlukları da içerir.

Şu halde insanlar kıskançlık, haksızlık, kin ve öfke gibi olumsuz duyguların esiri olarak ihtilâfa düşüp haktan sapmışlar; sonunda yüce Allah, onları yeniden hakka döndürmek üzere İslâm dinini göndermiş, Kur’an’ı indirmiş; izni ve iradesiyle bu dine inananları bütün dinlerin özü olan hakka ulaştırmış, sırât-ı müstakime kavuşturmuştur.

Şuara Suresi, Ayet 3 ve 4:

‘İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!’

‘Biz istesek onlara gökten bir mucize indiririz de derhal ona boyun eğerler.’


Ayetlerin Açıklaması:

Bu âyetlerde müşriklerin Kur’an’a inanmamalarından ve ona karşı gösterdikleri düşmanca tavırdan dolayı üzülen Hz. Peygamber (sav) ve müminler teselli edilmektedir. (krş. Kehf 18/6; Fâtır 35/8)

Çünkü Peygamber’in görevi onları zorla iman ettirmek değil, Kur’an’ı tebliğ edip doğru yolu göstermektir. (Nahl, 16/82)

4. âyette ifade edildiği üzere Allah Teâlâ isteseydi inkarcıları iman ettirecek bir mucize, bir felâket göndererek onların boyun eğmelerini sağlardı. Ancak böyle bir zorlama, imtihan hikmetine aykırıdır. Allah dünyayı, hayatı ve ölümü imtihan için yaratmıştır. İnsanın bu imtihanı kazanması serbest ve özgür iradesiyle Allah’a inanmasına ve itaat etmesine bağlıdır. (bk. Diyanet Tefsiri,  Kur’an Yolu: IV/156-157.)

Cenâb-ı Hak bu âyetle, bir diğer önemli hususu hem Peygamber’e (A.S.), hem de mü’minlere öğretiyor. Şöyle ki : Boyunları eğecek, inatları kıracak, taassubu yenecek, gururları kaldıracak büyük bir âyet, yani bir mu’cize indirebilirdi. Ama indirmedi. Çünkü o zaman serbest düşünmenin, aklı yeterince kullanmanın anlamı kalmaz; ihtiyarî bir imâna değil, ıztırarî bir imana kapı açılmış olurdu. Oysa Cenâb-ı Hak, kullarına verdiği akıl, idrâk ve benzeri yeteneklerle akıl ve düşünce yolundan hareketlerini sağlamayı dilemiştir. Bunun için de ihtiyarî imânı kabule lâyık görmüştür. Öyle ki, sünnetullah bu yolda tecelli etmiştir ki, bazı istisnalarla sünnetullahın değişmesi söz konusu değildir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4354.)

‘Biz dilesek onlara gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğip kalırlar.’

Çünkü senin endişen ne, ey Resûlüm? Eğer insanların Müslüman olmalarıysa derdin, yâni hakkın galip gelmesini gözlerinle görmekse endişen, bak bu çok basit: Eğer biz isteseydik bir âyet indirirdik semadan da onların hepsi boyun eğerlerdi mecburen. İsteseler de istemeseler de onlar boyun eğerler teslim olurlar, Müslüman olurlardı. Ama bu istenen bir şey değil ki. Ben onların böyle iman etmelerini istemiyorum ki. Bak böyle iman eden meleklerim var benim. Halbuki ben onları melek değil insan olarak yarattım. Eğer ben isteseydim melekler gibi onların da boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu doğuştan elime alır serbest bırakmazdım. Ama ben irade verdim onlara, iradeleriyle iman etmelerini istiyorum onların, diyor Allah.

Yâni ey peygamberim, onların seni dinlememeleri, sana karşı gelmeleri, âyetlerimize karşı kulak vermemeleri, emirlerimize boyun eğmemeleri, adam olmaya yanaşmamaları eğer senin ağırına gidiyorsa, sen takma kafana! Biz öyle bir âyet göndeririz ki bu göze yönelik bir âyet de olabilir, kulağa yönelik bir âyet de olabilir, o zaman mecbur iman ederlerdi. Meselâ ne gibi bir âyet? Tufan gibi, sayha gibi, racfe/şiddetli sarsıntı gibi, melekler gibi bir âyet göndeririz de o zaman hepsi iman ederler onların. Ama ne faydası olacak da bu imanın? Hattâ pişmanlıkları bile Firavun örneğinde olduğu gibi hiç bir fayda vermeyecektir onlara.

Yâni Allah için bütün kâfirlerin teslim olup boyun bükecekleri bir âyet göndermek hiç de zor değildir. Allah’ın böyle bir âyet göndermemesi Allah’ın hâşâ âciz olduğu anlamına gelmez de, zorla kabul edilen bir imanın Allah katında makbul bir iman olmadığı anlamına gelir. Eğer Allah insanları iman ve itaate zorlama yöntemini benimsemiş olsaydı, o zaman insanlardaki iradenin de imtihanın da mânâsı kalmazdı. Üstelik bu amaçla âyetler göndermeye de gerek kalmazdı. Bunun yerine insanı doğuştan melekler gibi günâh işlemeyen bir varlık olarak yaratır ve biterdi. Ama murad-ı İlâhî bu değildir.

Maide Suresi, Ayet 103:
“Allah, ne “bahîre”yi, ne “sâibe”yi, ne “vesile”yi ve ne de “hâm”ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah’a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.”

Ayetin Açıklaması:

Allah, ne bahîre ve sâibe, ne vasîle, ne hâm, hiçbirini meşrû kılmamıştır. Allah’ın şeriatınde bunların aslı yoktur. Cehalet devri halkı, bir dişi deve beş kere doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını yararlar ve salıverirlerdi. Artık onu ne sağarlar, ne binerler, ne kullanırlardı ki “bahîre” budur.

İkinci olarak: Bir adam, başına bir dert geldiği ve mesela hasta olduğu zaman, “İyileşirsem devem sâibe olsun” diye adar ve bahire gibi salıverir, ondan faydalanmayı haram ederdi.

Üçüncü olarak: Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa, “kardeşine ulaştı” derler. Bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi ki, vasile de budur.

Dördüncü olarak: Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa, onun sırtını haram sayarlar ve hiçbir sudan ve otlaktan menetmezler, “onun sırtı yasaklandı” derlerdi ki “hâmî”, “hâm” da budur.

Bunlar Hakk’ın meşrû kıldığı şey değil, ve fakat kâfir olanlar Allah’a karşı din, şeriat adına böyle yalan uydurur, iftira ederler.

Tefsirciler demişlerdir ki: Amr b. Lûhayyi’l-Huzaî Mekke’ye hükümdar olmuştu. İsmail dinini ilk önce değiştiren de bu idi. Putlar yaptırmış ve diktirmiş, bahire, sâibe, vasîle, hâm âdetlerini koymuştur.

Bunun hakkında Peygamberimiz (sav): “Ben onu ateşte gördüm, cehennem ehlini ‘bağırsak kokusu’ ile incitiyordu.” buyurmuştur ki “aksâb” bağırsaklar demektir.

İşte kâfirlerin ileri gelen seçkinleri, reisleri böyle yalan ve batıl şeyler uydurarak halkı sapıtırlar ve peygamberleri de kendileri gibi hesap ederek Allah’a iftira ederler. Ve bu kâfirlerin çoğunun, özellikle cahil halkının akılları da ermez, onlara uyar giderler. (bk. Elmalılı Tefsiri)

Allah, insanların akıllarına göre konuşuyor. İnsan olarak biz, ‘gök’ten güneş, ay, yıldız gibi şeylerden başka bir şey mi anlıyoruz?

İlkel akılla bakanların Kur’an’ın bu ifadesini ilkel bulmaları normaldir. Çünkü, Kur’an’ın bütüncül bakışını kavramayacak kadar ön yargılı ve at gözlüklü olanların başka seçenekleri yoktur.

Kur’an’ın bu ifadesi, sonsuz  bir ilim ve kudrete işaret etmek üzere bize şu mesajı veriyor: “milyonlarca cisimlerin, galaksilerin, sistemlerin ortak adı olan ‘gök’, havada, boşlukta, bir dayanağı olmadığı halde dönüp duruyor. Bu -âdeta- sonsuz ebatta olan göğün boşlukta durması, bir serçe kuşu gibi havada kanat çırpması ve yere düşmemesi, ancak Allah’ın sonsuz ilim ve kudretiyle mümkündür. Yoksa her zaman düşüp yerin üstüne kapanabilir.  Son cümlenin, insanın aklına göre bir ifade olduğu düşünülmelidir.

Gök ifadesinden güneş sistemini anlamak da mümkündür. Çünkü, genel olarak insanların gökten anladığı dünyanın da içinde bulunduğu güneş sistemidir.  Bu açıdan bakıldığında, ayetin açıkça itim ve çekim kanunlarına işaret ettiği görülmektedir. Çünkü, güneş sistemini ayakta tutan bu kanunlardır. Bu kanunları yapan, ancak bütün evreni bütün detaylarıyla dizayn edip düzenleyen bir ilim ve kudret sahibi olabilir ki o da ancak Allah’tır.

‘Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, yerinden kayıp yok olmaktan koruyan Allah’tır.  Şayet onların onlar yerlerinden kayıp yok olmaya yüz tutarlarsa, onları Allah’tan başka kimse tutamaz.’(Fatır, 35/41) mealindeki ayette ise, göklerin yanında yerküresinin de havada boşlukta olduğuna, Allah’ın iradesi olmazsa her an yerinden kayıp, yörüngesinden çıkabileceğine işaret edilmiştir.

Başka bir ayette, ‘Göğü de korunmuş bir tavan yaptık. Yine de onlar gökyüzünün âyetlerine aldırmıyorlar.’ (Enbiya 21/32) buyurularak göğün bir tavan olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetin ve soruda geçen ayetin, bazı ilmi buluşlara da işaret ettiği söylenebilir:

Dünyamıza uzaydan sadece gün ışığı gelmez. Onun yanı sıra, gerek Güneşten, gerekse uzayın başka yerlerinden, sürekli olarak ve gama ışınları, kozmik ışınlar ve göktaşları gibi, öldürücü ışın ve maddeler yağar. Ancak bir yandan atmosferin yapısı, diğer yandan Dünyanın manyetik alanı, bu tür zararlı şeyleri ya eleyecek, yahut yönünü değiştirecek şekilde düzenlenmiş ve böylece yeryüzünde hayat son derece özenli bir şekilde koruma altına alınmıştır. Fakat bu mucize önlemlerden birine, kâşifine izafeten Van Allen Radyasyon Kuşağı adını veren insanlar, gökyüzünün âyetlerine aldırmıyor ve kendilerine yeri ve göğü hizmetkâr eden Rableri hakkında aynı kadirşinaslığı göstermekte zorlanıyorlar.

İşte Troposfer tabakası, yeryüzünden yükselen su buharının yoğunlaşıp yağış olarak yere geri dönmesini sağlarken, 25 km yükseklikteki Stratosferin alt tabakası olan Ozonosfer, uzaydan gelen radyasyon ve zararlı ultraviyole ışınlarını yansıtarak, yeryüzüne ulaşamadan uzaya geri dönmelerini sağlar.

İyonosfer tabakası da yeryüzünden yayınlanan radyo dalgalarını bir uydu gibi yeryüzünün farklı bölgelerine geri yansıtarak, telsiz konuşmalarının, radyo ve televizyon yayınlarının uzak mesafelerden izlenebilmesini sağlar. Manyetosfer tabakası ise, Güneş’ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları, yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür.

Şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Kainattaki Mucize Dinamik: Hız

Dünyamız kendi etrafındaki dönüşünü biraz daha yavaş gerçekleştirseydi ya da vücudunuzdaki kan şu andakinden biraz daha yavaş bir şekilde damarlarınızda dolaşsaydı ne olurdu? Peki ya Güneş’ten gelen ışık yeryüzüne bu kadar yüksek bir hızla ulaşmasaydı? Belki bu konular hakkında hiç düşünmemiş olabilirsiniz, ancak tüm bu olayların en uygun hızla gerçekleşiyor olması, hayatımızı sürdürebilmemiz için vazgeçilmez bir unsurdur.

Bizler hiç farkında değilken hem kendi vücudumuzda hem de çevremizde hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan işlemler, tam da olmaları gereken süratle gerçekleşirler. Bu hızı örneğin beyin hücrelerinin hızla birbirleriyle iletişim kurmalarında, gözden, kulaktan, burundan, dilden ve deriden gelen sinyallerin hızla elektrik sinyaline çevrilip sinir hücreleri aracılığıyla beyne ulaşmasında, bitkilerin fotosentez gibi son derece kompleks bir işlemi gerçekleştirmelerinde, bizden milyonlarca kilometre uzakta olan Güneş’in ışığının olağanüstü bir hızla bize ulaşmasında, sesin hızında ve daha pek çok olayda görebiliriz.

Bu işlemlerdeki olası bir saniyelik bir gecikme bile insanlara büyük zararlar verebilecekken böyle bir gecikme hiçbir zaman yaşanmaz. Tüm işlemler -Allah’ın izni ile- en uygun süratle, kusursuzca gerçekleşir. Bizler de bu sayede hayatımızı hiçbir aksaklık yaşamadan sürdürebiliriz.

Evrendeki Hız

Sürat Evrenin Yaratılışında Başlıyor: Atomdaki Hız

Yaşamdaki sürati öncelikle evrenin en küçük yapıtaşı olan atomda inceleyelim. Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin uzağındaki yörüngelerde dönen elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır. Elektronların atom çekirdeği çevresindeki dönüşleri, yörünge adı verilen yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Elektronlar çok çeşitli hızlara sahip olabilirler. En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, çekirdeğin çevresinde farklı yörüngelerde dönerler ve saniyede 1000 km. gibi olağanüstü bir hıza sahiptirler. Bu sürat, bir saniye içinde İstanbul’dan Antalya’ya gidebilmek anlamına gelir. Ayrıca bu yüksek hıza rağmen elektronlar birbirleriyle çarpışmazlar.

Gezegenlerin Dönüş Hızı

Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, her detayda çok hassas bir denge ve ince bir ayar ile karşılaşırız. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkün olabilirdi. Eğer gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de Güneş’in çekim gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler uzaya savrulacaklardı.

Oysa çok hassas olan bu denge, her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir. Ayrıca söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları da kütleleri de çok farklıdır. Bu nedenle, hepsinin ayrı birer dönüş hızı vardır.

Rabbimiz tüm yaşamsal faaliyetlerde muhteşem bir hız var etmiştir. Allah’ın dilemesiyle bir anda kesilebilecek olan bu sürat sayesinde tüm evren varlığını devam ettirir. Bir ayette Rabbimiz’in yarattığı tüm varlıklar üzerindeki sonsuz gücü şöyle bildirilmektedir:

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar (yok olurlar) diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 35/41)

Dünya’nın Dönüş Hızı

Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlar ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Dünya’nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı yeryüzündeki ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Böylece pek çok canlının yaşayabileceği ideal ısı ortamı oluşur. Eğer bu hız gereken seviyede olmasaydı, canlılar için yeryüzü yaşanması olanaksız bir yer haline gelecekti.

Yağmur Damlasındaki Hız

Her yağmur damlası Allah’ın rahmeti ile yeryüzüne rahatsızlık vermeyecek bir hızda iner. Oysa yağmur damlası büyüklüğünde ve ağırlığında herhangi bir cisim, 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanır ve yere yaklaşık saatte 558 km. hızla düşer.

Ancak yağmur damlasının yeryüzüne iniş sürati saatte 8 ile 10 km. arasındadır. Yağmur damlalarını inceleyen araştırmacılar, bu damlaların atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere düşüşünü yavaşlatan bir şekle sahip olduğunu bulmuşlardır.

Eğer yağmur damlaları saatte 558 km. hızla gökten yağmış olsaydı, çarptığı herşeyi yıkacak ve Dünya üzerinde canlıların yaşaması imkansız hale gelecekti.

Vücuttaki Hız

Gözdeki Hız


Siz bu cümleyi okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Saatte 500 km hızla beyne mesaj ileten 600 bin sinirle beyne bağlı olan göz, aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve beyne gönderir.

Göze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Saydam tabakanın bükümlü üst yüzeyi ve mercek, ışınları kırar ve nesnenin (resmin) görüntüsü ters çevrildikten sonra retinaya ulaşır.

Işığa duyarlı hücreler (reseptörler; koni ve çubuk hücreler) ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak yollarlar. Retinadan gelen görüntü orjinaline göre baş aşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin yeniden yorum yaparak görüntünün düz olmasını sağlar. Bu elektriksel uyarılar beyne nesnenin çeşidi, büyüklüğü, rengi, uzaklığı hakkında haber götürürler ve tüm bu dizi işlemler saniyenin onda biri kadarlık bir sürede gerçekleşir. Görme gerçekleşirken bir saniyede meydana gelen işlem sayısı şu an mevcut hiçbir bilgisayarın yapamayacağı kadar yüksektir.

Kalpteki Hız

Bizler hiç farkında değilken vücudumuzdaki 100 trilyon hücre, damarlarımızda dolaşan kan ve tüm organlarımız muazzam bir hızla görevlerini yerine getirmektedirler.

Kalp dakikada 70 kere ve her yıl yaklaşık 37 milyon kereden fazla hareket eden bir kastır. Bir insanın ortalama hayatı boyunca ise yaklaşık 2.5 milyar vuruş yapar ve yaklaşık 300 milyon litre kan pompalar. Kalp, uyuduğunuz zaman bile saatte yaklaşık 340 litre kan pompalar. Bir başka deyişle kalbimiz bir arabanın yakıt deposunu saatte 9 kere doldurur. Bedensel hareketler sırasında, örneğin koşarken, temposunu daha da artırır ve saatte yaklaşık 2 bin 270 litre kan pompalar. Eğer kalp böyle hızlı çalışmasaydı ve bu kadar çok işi bu kadar kısa aralıklarda gerçekleştirmeseydi kan vücudun dört bir yanına gereken zamanda pompalanamayacak bu da tüm organların işlevlerini yapmasını engelleyecekti.

Kanın Pıhtılaşmasındaki Hız

Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda yaranın bulunduğu bölgedeki proteinler, enzimler ve hormonlar hızla kendi aralarında haberleşip pıhtılaşmayı sağlayacak mekanizmayı oluştururlar. İlk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. “Von Willebrand” isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Bu arada, vücutta yer alan 20’ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler.

Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp hızla olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerine getirir.

Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde büyük bir hızla çalışmaktadır. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı, kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık.

Sonuç

Burada çok küçük bir bölümünü incelediğimiz, fakat tüm yaşamımızı kuşatmış olan bu son derece dengeli hız,Yüce Allah’ın insanlara rahmetinin delillerinden sadece biridir. Hem kendi vücudumuzda hem de evrenin her köşesinde yaşam için gerekli olayların olması gereken en uygun süratle gerçekleşmeleri, belki de hiç farkında olmadığımız bir nimettir. Meydana gelen her olayın hızının ihtiyaca uygun olarak son derece hassas bir şekilde ayarlanmış olması sayesinde yaşam mükemmel uyumuyla devam eder. Allah her şeyi yoktan var etmiştir ve her şeyi her an koruması altında tutmaktadır. Bu ve buna benzer gerçekler soruda geçen ayette şöyle bildirilir:

“Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde O’nun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Hac Suresi, 22/65)

Musa aleyhisselam, Mısır’da iken İsrailoğulları’na, Allah düşmanlarını helâk ederse kendilerine bir kitap getireceğini vaad etmiş ve Firavun helâk olunca Musa, o vaad olunan kitabı Allah’tan niyaz eylemiş, Allah Teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emreylemiş idi. Oruç tutacağ ay Zilka’de idi ve Zilhicce’den tutulacak on günle kırk güne erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün tutulan oruçla ve daha başka Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir riyazat olmuş ve sonraki o günde de Tevrat’ın nüzulü ve kelâm olayı meydana gelmiştir. (Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Bu konuda değişik yorumlar da yapılmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

a. Hz. Musa zilkade ayında 30 gün oruç tutmakla emrolundu. Otuz günü tamamladıktan sonra, ağzının kokusunun iyi olmadığını düşünerek, ağzını misvakla temizledi. Ancak, bu temizlikle oruçtan dolayı var olan güzel kokusu bozuldu ve melekler de bundan şikayetçi oldular. Bunun üzerine Allah, -nezd-i uluhiyetinde oruçlu kimsenin ağzından gelen kokunun miskten daha güzel olduğunu hatırlattıktan sonra- 10 gün daha oruç tutmasını emretti. Böylece 40 gün oruç tutmuş oldu.

b. Allah Musa’yı huzuruna almadan önce 30 gün oruç tutmasını ve bu zaman diliminde daha fazla Salih amel işlemesini emretti. Bunu bitirdikten sonra, kendisine Tevrat’ı vahiy etti ve onunla tekellüm buyurdu. Bu süre 10 gün de tamamlandı. Bu iki farklı zaman dilimine işaret etmek için, 30 ve 10 gün süresi ayrı olarak ifade edilmiştir.

c. Hz. Musa Allah’ın emri doğrultusunda oruç ve daha sıkı ibadetle geçirdiği 30 gün süresini tamamladıktan sonra, Allah’ın manevî huzuruna varmak üzere Tur-i Sina’ya çıktı. Kalan 10 günü de orada hususî ibadet ve oruçla geçirecekti. Ancak Allah tarafından kendisine Samirî fitnesi ve kavminin buzağıya taptıkları haberi verilince -40 günlük süresini tamamlamadan- kavminin yanına geri döndü. Ardından bu süreyi tamamlamak üzere 10 günlük bir süre için yeniden Tur-i Sina’ya çıktı. Bu iki farklı çıkışa işaret etmek üzere, 30 ve 10 günlük süreler ayrı olarak belirtilmiştir.

d. Allah, Musa’yı huzuruna alacağına dair iki defa vaat etmiş olabilir. Bunlardan vaat edilen 30 günlük süreden sonra Hz. Musa tek başına Tur-i Sina’ya çıktı. İkinci vaat da yer alan 10 günlük sürede ise, kavminin seçkin adamlarıyla birlikte çıktı. Bu ayrı çıkış olaylarına işaret etmek için, 40 günlük süre, 30 ve 10 günlük parçalar olarak ifade edilmiştir(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).

e. Allah, fazla sıkıcı olmasın diye, Hz. Musa’ya 30 gün süreyle –hususî ibadelerle-münacatta bulunmasını emretti. Fakat, Hz. Musa, bu 30 günlük sürede kazandığı manevî mertebelerden ötürü, daha çok hususî münacat yapmaya rağbet gösterdi. Bunun üzerine Allah da onun bu arzusunu yerine getirmek üzere 10 günlük daha bir münacat süresini verdi. Bu sebeple, bu sayılar farklı verilmiştir(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bu kırk günün gündüzleri de dahil bulunduğu halde, ayette yalnızca ‘leyleten-gece’ buyurulması, gök ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk gece hesabıyla tamam olması hikmetine bağlı olduğunu tefsir âlimleri beyan etmişlerdir.

Bundan özellikle şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. İlâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Ve bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Hz. Musa’nın bu çilesinde kırk, sanki tek başına tam bir gece, son on da onun seher vakti gibidir. Bu seherin fecr-i sadık (doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Musa, Allah Teâlâ’nın kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir: ‘Vakta ki Musa, kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabb’i kelâmıyle onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelâmı gibi aracısız fakat perde arkasından ona söz söyledi “onu, özel konuşmak için yaklaştırdık”(Meryem, 19/52). (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Soruda ‘insanların belini doğrultmaya sebep kıldı’ diye meali verilen ifadenin Arapça aslı ‘Kıyamen li’n-nas’ şeklindedir. Buradaki anahtar kelime ‘Kıyam’dır. Kıyam, ayakları üzerinde durmak demektir. Fakat, bu kelime aynı zamanda dinçlik, zindelik, herhangi bir şeyin düzeltilmesi, bir durumun dizayn edilip düzene sokulması, yararlı hale getirilmesi anlamında da kullanılır(bk. Razî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

‘Allah Kâbe’yi, o hürmete layık evi/mâbedi din ve dünya hayatları için yararlı bir nizam vesilesi kılmıştır; o hürmetli ay’ı da, Kâbe’ye gönderilen gerdanlıksız veya gerdanlıklı kurbanlıkları da..’ ayetinde bu kelime, düzeltme, düzene koyma, yararlı hale getirme anlamında kullanılmıştır (a.g.y.). Bunu özetle ‘yararlı bir nizam/bir düzenleme’ olarak değerlendirebiliriz.

Aslında, ‘kıyamen’ vasfı, Kâbe’nin varlığına yönelik olarak kullanılmıştır. Ayette, bu kelimenin ‘o hürmete layık ev/mâbed’ mealindeki sözcükten sonra kullanılması bunu göstermektedir. Ardından zikredilen ‘hürmetli ay, Kâbe’ye gönderilen gerdanlıksız veya gerdanlıklı kurbanlıklar’ ise, Kâbe’nin yararlı yönlerinden birer örnek olarak zikredilmiştir. Çünkü, onların hepsi Kâbe’nin varlığı sayesinde bir değer ifade etmişlerdir.

Ayette yer alan ‘Nas’ kelimesinden maksadı, önce ilk muhatap olan Arapları anlamak mümkündür. Çünkü, Kâbe’nin varlığından maddî-manevî değer kazananların ilki onlardır. Kur’an’da, Kureyş suresinde de işaret edildiği üzere, Kureyşliler, Kâbe sayesinde diğer insanlardan farklı bir statü kazanmış, her tarafta saygı görmüş, iktisadî konumlarını düzeltmiş, güvenli bir ortama kavuşmuşlardır. Bu ayette de onların bu konumlarına işaret edilmiştir. Diğer insanlar ise, ikinci derecede ayetin muhataplarıdır. Çünkü, bu gün dünyanın her tarafından hacca gidenler, kültürel, ekonomik, sosyal alanlarda yararlı bazı şeyler kazanıyorlar.  Bu, işin maddî faydaları açısındandır. Bir de –Kâbe’nin varlığı sayesinde- bütün insanların manevî açıdan, dinî hayatlarını düzeltmeleri, dünyevî hayatlarını din endeksli bir rotaya koymak suretiyle huzurlu bir nizama girmeleri söz konusudur(krş. A.g.y).

İşte bu ayet, diğer ayetlerle ilgisi de düşünüldüğünde, bize şunları açıklıyor:

‘Allah Kâbe’yi insanların ayakta durmalarına vesile kıldı. Halk bununla tutunur kalkınır, din ve dünyaları bununla ayaktadır. Dünya ve ahiretlerinde kalkınmalarının sebebidir, korkanlar buraya sığınır, zayıflar burada eminlik bulur. Hacılar ve ziyaretçiler buraya gelir, namaz kılanlar buraya döner. “Nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya toplayacaktır.” (Bakara, 2/148) âyetinin sırrı bununla açık olur. Haccın yerine getirildiği haram ayı, kurbanlığı ve gerdanlıkları da böyle yaptı, bütün bunları insanların maddî, mânevî hayatlarının kalkınma vesilesi kıldı. Allah’ın bunları böyle yapması şunu bilmeniz içindir, ki hiç şüphesiz ki Allah göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsini bilir. Ve hiç şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir. Ve bu ibadetlerin vukuundan önce zararları defeden ve gerekli menfaatleri celbeden hükümlerin konması, insan hayatının böyle birtakım açık ve kapalı hikmetleri içine alan gizli hükümler ve intizamlı düzenle ayakta durması, Allah Teâlâ’nın hikmetine ve noksansız ilmine delildir. Şu halde bunu kısaca bilesiniz ve bunların açık hikmeti sizin eksik ilim ve kısa aklınızla kavranılabilmekten çok yüksek olduğunu anlayasınız da bu ibadetlerin, bu haram ve helal etmelerin gizli hikmetlerini ve sırlarını Allah’ın ilmine bırakıp, gerekleriyle amel edesiniz.’ (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Ayetlerin meali şöyledir:

“Sen onların söylediklerine sabret ve güçlü kulumuz Davud’u hatırla. O, Allah’a yönelmiş bir kimseydi. Dağları Biz onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu halde onun emrine vermiştik; hepsi birden ona yönelirdi.”
 (Sad Suresi 38/17-19)

Bu konuda farklı yorumlar yapılmıştır. Bazılarına göre, Allah onlarda bizzat tesbih edebilecek bir kabiliyet yaratmış olabilir. Daha başka yorumlar da vardır.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Davud aleyhisselam Allah’ı tesbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun tesbihine katıldıkları, şeklindeki mucizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazî anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Hz. Dâvûd Zebur okuyarak Allah’ı tesbih ettiği gibi, kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah’ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisan-ı halleriyle Allah’ı tesbih etmektedirler. (bk. Enbiyâ 21/79) Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah’ı tesbih etmesine dağlar, canlı varlıkların tesbihine de kuşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli tesbihine örnek de Hz. Davud’un tesbihidir.

Ayetlerde geçen ‘dağlar ve kuşların itaat etmesi’, ‘gerek dağlar gerekse kuşlar, Hz. Davud’un etrafında toplanıp ona itaat ederlerdi’ veya ‘Hz. Dâvûd tesbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı” şeklinde de açıklanmıştır. (bk. Taberî; Râzî,; İbn Âşûr; Kuran Yolu, ilgili ayetlerin açıklaması)

Bizim bu asırda anlayacağımız şu yorum önemlidir: Hz. Davud’un sesi o kadar güzel idi ki, Allah’a tesbih ve zikrettiği zaman sesi dağlarda yankılanıyordu. Oradaki kuşlar da onun zikir halkasına girip değişik nağmelerle bir armoni meydana getiriyorlardı. Bu sahnede, Hz. Davud âdeta bir orkestra şefi, dağlar o güzel sesin yankılarıyla ve barındırdığı kuşların ötüşleriyle onun komutlarını tekrar ediyor ve yeri-göğü zikirle velveleye veriyorlardı.

Hz. Davud (a.s)’un mucizelerinden bahseden “Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, dedik.” (Sebe, 34/10) âyeti gösteriyor ki, Cenab-ı Hakk Hz. Davud (a.s)’un tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir seda vermiştir ki, dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misüllü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı.(Sözler, 269; ayrıca bk. İşârât, 312)

Acaba böyle bir şey gerçekten mümkün müdür, hakikat midir? şeklindeki bir sorunun cevabı Bediüzaman’a göre, ‘evet hakikattir.’ Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Meselâ: Bir insan bir dağın önünde “Elhamdülillah” dese, dağ da aks-i sada vasıtasıyla aynen onun gibi “Elhamdülillah” diyecek.

Mâdem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenebilir.

Hz.Davud (a.s)’u hem bir peygamber, hem yeryüzünün bir halifesi yapan Allah, o iki vazifeye münasip bir mucize olarak dağların fıtrî kabiliyetlerini inkişaf ettirmiş ve O’nun zikir halkasında oturtmuştur. O koca dağlar, bir asker gibi ona itaat ediyor. Bir mürit, bir şâkirt gibi O’nun, insan olarak yaptığı zikirlerini aynen kendi diliyle tekrarlıyorlardı. Bununla beraber, her dağın kendine mahsus bir mânevî şahsiyeti vardır. Onunla yaratıcısına karşı kendi özel diliyle tesbih edip ibadet ediyor. Demek dağların, bir aks-i sada, bir de kendi özel dilleriyle yaptıkları iki çeşit tesbihleri vardır.

Sizin bu sorunuzdan hareketle diyebiliriz ki, bu konuların Kur’an’da yer alması, imanı sağlam olanlarla imanı zayıf olanların test edilip birbirinden ayırt edilmesi içindir.

‘İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 
‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.’(Ankebut, 29/2-3) mealindeki ayetlerde bu gerçeğin altı -kalın çizgilerle- çizilmiştir. Bu sebeple, şeytanın tuzaklarına düşmemek için dikkatli olmak zorundayız. Aklımızın almadığı her şeye hurafe deyip geçiştiremeyiz. Her şeyi bilmemiz de mümkün değildir.

Dinin iki temel unsuru vardır. Birincisi; imandır. İman inanmayı, Allah’a ve Resülüne güvenmeyi, onları yakından tanımak için gereken bilgileri araştırmayı gerektirir. İkinci unsur ise, İslam’dır. İslam ise, Allah’a ve Resulüne teslim olmayı gerektirir.

Kur’an’a iman eden elbette Allah’a ve Resulüne de iman etmek zorundadır. Bunlara iman ise, onların hileye, yalana, ahlak dışı şeylere tenezzül etmeyeceklerine inanmak demektir.

‘Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!’(Nur, 24/50) mealindeki ayette, Allah ve Resulünün her türlü yanlıştan uzak olduklarına işaret edilmiştir.

Bununla beraber, bir iki yerin dışında öyle abartıldığı gibi, Hz. Peygamber (a.s.m)’in evliliğinden söz edilmemiştir. Bazı ayetler, Efendimizin kutsal ailesini bir canlı iffet timsali olarak gösterilmiştir. Diğerlerinden daha farklı konumlarına işaret edilmiştir. Ahzab suresinde, Hz. Peygamber (a.s.m)’in çok evliliği -onun keyfine bağlı olarak değil- Allah’ın hikmetli izni ve zımnî emriyle gerçekleştiğine işaret edilmiştir. Aynı ayetin arkasından gelen ayette onun bir daha evlenemeyeceğine kesin hüküm verilmiş, böylece -dolaylı olarak- onun bütün evliliklerinin ilahî emirler doğrultusunda cereyan ettiğine vurgu yapılmıştır.

En çok konuşulan Hz. Zeyneb’le evlenmesi ise, -bize göre- başlı başına bir mucizedir. Arapların soyluluğa çok önem verdiği, kölelere hiç değer vermediği bilinmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m) halasının kızı Zeyneb’i, o istemediği halde, sırf Hz. Peygamber (a.s.m)’i kıramadığı için, evet dediği azatlı kölesi Zeyd’le evlendirmesi, sonra Zeyd’in boşamasından sonra kendisinin onunla evlenmesi, özellikle ‘evlatlık aldıkları kimsenin kendi çocuğu olarak telakki edildiği’ bir bölgede bunu yapması, başlı başına bir mucizedir. Kur’an’ın da işaret ettiği gibi, kendisi böyle bir sahnede yer almayı asla istemediği için, Zeyd’in boşanma isteğini hep geri çevirmiş, sabır tavsiye etmiştir. Üstelik, Kur’an’da onun bu endişesine de işaret edilmiştir.

Bütün bunları alt altta, üst üstte koyun ve insanların en akıllısı, en onurlusu, en hikmetlisi, en şereflisi, en saygını, dostları kadar düşmanları da en çok olan Hz. Muhammed (a.s.m) gibi afif ve nezih bir insanın kendi isteğiyle böyle dostlarını üzen, düşmanlarını sevindiren bir sahnede rol alması düşünülebilir mi? Ama realite, bu sahnede yer aldığını göstermektedir. Demek ki, bu işler onun isteği dışında, yukarıdan gelen emirlerin bir sonucu olarak cereyan etmiştir. Bu ise, onun hak peygamber olduğunun belgesidir. Tabii ki düşünebilenler için..

Maide Suresi, Ayet 106-108:

106. Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki âdil kişi, şayet seyahatte iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan başka iki kişi aranızda şahitlik etsin. Eğer (vasiyeti uygularken) içinize bir şüphe düşerse, bu iki şahidi namazdan sonra alıkorsunuz; “Bunu yakınımız hatırına da olsa hiçbir bedel karşılığında satmayız ve Allah’ın buyruğu olan bu tanıklığı asla gizlemeyiz, aksi halde apaçık günahkârlardan olacağımızda kuşku yoktur” diye Allah’ın adına yemin ederler.

107. Şayet bu ikisinin günah işledikleri 
(yeminlerinin gerçeği yansıtmadığı) ortaya çıkarsa, bunların haklarını gasp ettiği kimselerden iki kişi onların yerini alır ve “Kesinlikle bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur ve biz hak tecavüzünde bulunmadık, aksi halde biz de zalimlerden oluruz” diye Allah’ın adına yemin ederler.

108. İşte bu, şahitliği gereğince yapmalarını sağlayacak veya yemin etmelerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarını önleyecek en uygun usuldür. Allah’a âsi olmaktan sakının ve iyi dinleyin. Allah yoldan çıkmış topluluğu doğruya eriştirmez.


Ayetlerin Açıklaması:

Bu âyetlerde vasiyet konusuna değinilmesiyle önceki âyet arasında bağ kuran âlimler bulunduğu gibi bunu yeni bir konunun ele alınması olarak düşünenler de vardır. Önceki âyetle irtibat kuranlardan bir kısmı bu bağı şöyle açıklar: Yüce Allah önceki âyette canın ve yaşama hakkının korunmasıyla ilgili buyruğunu bildirmiş, burada da insan hayatındaki önemine işaret için malın korunmasına ilişkin bir buyruğa yer vermiştir. (Râzî, XII, 114.)

Mekkî b. Ebû Tâlib’den, müfessirler arasında bu âyetlerin, cümle yapısı, anlamı ve hükmü bakımından Kur’an’ın en çetrefil âyetlerinden sayıldığı yönünde bir söz nakledilmiştir,( İbn Atıyye, II, 250.)

Râzî de (108. âyetin tefsirinin sonunda) bu âyetin zorluklan hususunda müfessirlerin görüş birliği içinde olduklarını belirtir ve Vâhidî’nin el-Basît isimli eserini kaynak göstererek Hz. Ömer’den de bu anlama yakın bir söz nakledildiğini hatırlatır (XII, 121).

İbn Atıyye bu sözün bu âyetlerin tefsiri hakkında söylenenleri tatminkâr bulmamaktan kaynaklandığını belirtir ve kendi tercihlerini de ortaya koyarak belli başlı yorumları özetler (II, 250 vd.).

Bu âyetlerin nüzul sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay zikredilir:

Temîm ed-Dârî, Adî b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem (veya Ebû Mâriye) ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz Müslüman olmamıştı; (bazı kaynaklara göre kardeşi olan) Adî de Hristiyan idi. Büdeyl ise Müslümandı. Şam’a vardıklarında (veya -bir rivayete göre- yolda) Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler.

Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah (sav)’e arz etti. Bunun üzerine ilk (106.) âyet indi.

Hz. Peygamber ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Sorun bir süre çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adî b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arz edildi, bu kez ikinci (107.) âyet nazil oldu.

Hz. Peygamber (sav) ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar.

Diğer bir rivayete göre: Temîm ve Adî bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm Müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adî aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. Konuya ilişkin rivayetlerde ifade farklılıkları bulunmakla beraber olayın ana hatları böyledir. (bk. Tirmizî, “Tefsir”, 6; Taberî, VII, 115-117; İbn Atıyye, II, 250-251.)

Vasiyet ölüme bağlı bir tasarruf olup Bakara sûresinin 180 ve 240. âyetlerinde bu kavram yer almış ve Nisa sûresinin 11-12, âyetlerinde terekenin paylaştırılmasına geçilmeden önce müteveffa tarafından yapılmış vasiyet varsa onun yerine getirilmesi gerektiği bildirilmiştir.

Câhiliye döneminde de bilinip uygulanmakta olan vasiyet konusunda insanların olabildiğince saygılı davranmaları ve vasiyetin icaplarını yerine getirmeye önem vermeleri nedeniyle fazla bir niza meydana gelmiyordu. O yüzden bu tasarrufun belirli bir şekil şartına bağlanması cihetine gidilmemişti.

Vasiyet edecek kişi genellikle vârislerinin ve yakınlarının huzurunda bu konudaki iradesini açıklıyor, onlar da buna uyuyorlardı. Bununla beraber vasiyet, sözleşmelerden farklı olarak tek taraflı bir hukukî muamele olduğundan, bu işlemin içeriğini yanlış anlamak ve hatırlamak veya gerçeği saptırmak isteyenlerin bulunması durumlarında bazı kimselerin, özellikle vasiyetten yararlanma durumunda olanların hak kaybına uğraması kaçınılmazdır.

Bu âyetlerde, ölüm sonrasında geride kalanların ihtilâfa düşmelerini olabildiğince önleyen bir tedbir alınması istenmekte, bu tedbirden sonra da çıkabilecek bir ispat sorunu için özet bir prosedür getirilmektedir.

106. âyette, ölüm anının yaklaştığını hisseden bir Müslüman’ın vasiyet etmek istediği takdirde bunu âdil oldukları bilinen, kendi yakın çevresinden veya dindaşlarından -en az- iki kişi huzurunda, şayet seyahat esnasında ise ve bu vasıfta kişiler yoksa başka iki kişi huzurunda yapması istenmektedir. Vasiyet uygulanacağı zaman bu tanıkların verdiği bilgi kuşkuya yol açmaz ve itiraz ortaya konmazsa bu tedbir yeterli olacaktır.

Ancak, bu şartlarda yapılan bir vasiyette ispat sorunlarının yaşanması da uzak ihtimal değildir. Bu takdirde tanıklardan ağır bir manevî sorumluluk hissedecekleri şartlar altında (özelliği olan bir zamanda, mekânda veya ağır ifadelerle) yemin etmeleri istenecektir.

107. âyete göre, eğer bu yeminin dahi onların doğruyu söylemelerine yetmediği ortaya çıkarsa, bu yüzden hak kaybına uğrayanlardan iki kişi, karşı bir yeminle kendi iddialarını ispatlamış sayılacaklardır.

108. âyette, tanıklığın ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun prosedür olduğu belirtilmektedir.

Buna göre âyetlerden çıkarılabilecek başlıca sonuçlar şunlar olmaktadır:

Kişi ölmeden önce üzerinde hak ve borçlar varsa, bu konuda geride kalanların ihtilâfa düşmelerini ve hak sahiplerinin zarara uğramalarını önleyecek tedbirler almalıdır. İster bu hak ve borçların açıklanması isterse geride kalanlardan -ölümünü takiben- yerine getirmelerini istediği meşru çerçevedeki talepleri konusunda karışıklığa ve çekişmeye yol açacak fiil ve beyanlardan kaçınmalıdır. Geride kalanlar da ölenin bu yöndeki emanetlerine ve isteklerine saygılı davranmalıdır.

Normal şartlarda bu hususlarda ispat sorunlarını asgariye indirecek önlemler alınabilirse de, kişinin ölüm anının yaklaştığını hissettiği için aniden vasiyet yapmak durumunda kalması veya seyahat halinde olduğundan başka ispat kolaylıkları sağlamasının mümkün olmaması gibi durumlarda bile vasiyetle ilgili ilkelere uyulacak, bu konuda bilgi ve emanet üstlenen kimseler de olağan dışı usullerin icaplarına katlanacaklardır.

Her halükârda ilgililer bu konudaki emanete riayetin ilâhî buyruğun gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin bilinci içinde günahtan kaçınma çabası içinde olmalıdır.

İslâm âlimleri Kur’an’ın gerek bu, gerekse benzeri konuları düzenleyen diğer âyetlerdeki mesajını dikkate alarak, genelde vadeye bağlanmış hak ve borçların özel olarak da vasiyet içeriğinin kayda geçirilmesi konusuna ayrı bir önem vermişler, bunun sonucu olarak günümüzdeki noterlik kurumunun işlevini üstlenen bir teşkilât ve bu alandaki meseleleri inceleyen özel bir literatür oluşmuştur.

106. âyetin “içinizden iki âdil kişi” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında başlıca iki yorum yapılmıştır:

a) Sizin dininizden olan, Müslümanlardan,

b) Sizin ailenizden, yakın çevrenizden.

Taberî, bu yorumların kendilerinden rivayet edildiği ilk dönem bilginlerinin isimlerini zikrettikten sonra, âyetteki hitap tarzı dikkate alındığında birincisinin tercih edilmesinin gerektiğini söyler (VII, 100-102).

Yine, âyetin “sizden olmayan, başka iki kişi” diye çevirdiğimiz kısmıyla ilgili olarak başlıca iki yorum nakledilegelmiştir.

Bunlardan birincisine göre, burada maksat “sizin dininizden olmayan iki kişi”dir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmı, bunu sadece Ehl-i kitap’la, özellikle Yahudiler ve Hristiyanlarla sınırlı tutmuşlardır.

İkinci yoruma göre burada maksat “sizin ailenizden, yakın çevrenizden olmayan iki kişi”dir.

Taberî, bu yorumların kimlerden rivayet edildiğini aktardıktan sonra kendisi birincisini üstün bulur ve bunun da herhangi bir dine mensubiyetle sınırlandırıl maması gerektiğini savunur. Çünkü âyette Müslüman olmama özelliği belirtildikten sonra başka bir sınırlandırma yer almamıştır, o halde putperestler dahi bu kapsamda sayılmalıdır (VII, 103-107). Âyetteki bu ifadeler dolayısıyla İslâm bilginleri, gayrimüslimlerin Müslümanlarla ilgili davalarda şahitlik yapıp yapamayacakları konusunu ele almışlardır. Bu âyetin Bakara sûresinin 282 ve Talâk sûresinin 2. âyetleriyle neshedildiği kanaatinde olanlara göre zaten onların bu davalarda tanıklık yapabilecekleri sonucuna ulaşılamaz. Mezhep imamlarından Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şâfıî bu kanaattedir. Bu âyetin neshedilmemiş olduğu görüşünü savunanlardan “sizden olmayan, başka iki kişi” ifadesini “sizin dininizden olmayan iki kişi” şeklinde anlayanlar da bu konuda olumsuz sonuca ulaşmışlar, sadece yolculuk halindeki vasiyeti bu hükümden istisna etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel sefer halindeyken vasiyete kıyasen diğer hukukî muamelelerde de gayri müslimin şahitliğinin kabul edileceği görüşündedir. İbn Teymiyye buradaki gerekçenin zaruret olduğu hususundan hareketle, seferîlik durumu olsun olmasın zaruret bulunduğunda aynı hükmün uygulanabileceğini savunur.

Buradaki “sizden olmayan, başka iki kişi” ifadesini “sizin akrabanızdan, yakın çevrenizden olmayan iki kişi” şeklinde anlayanların bakışı esas alındığında ise, bu âyette gayrimüslimlerin şahitliğini engelleyen bir anlam bulunmamaktadır. Bu yorumu benimseyenlerden söz konusu meselede olumsuz sonuca ulaşanlar, başka delillere dayanmaktadırlar. (bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/282; İbn Âşûr, VII, 95-96; Zühaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, VII, 102-103; Ateş, III, 79-80.)

Taberî, âyetin nüzul sebebini teşkil eden olay ve Nûr sûresinin 24. âyetindeki kullanım dikkate alınırsa bu âyette geçen ve “şahitlik etsin” diye çevirdiğimiz “şehâde” kelimesi ile yargılama hukukunda bilinen anlamıyla tanıklığın değil, yeminin kastedilmiş olduğuna hükmetmek gerektiğini savunur (VII, 102, 117-118); fakat bu görüş sonraki dönemlerde genellikle kabul görmemiştir.

Tefsirlerde, âyetin “namazdan sonra” diye çevirdiğimiz kısmında geçen salât kelimesiyle ikindi namazının kastedildiği kanaati hâkimdir. Bu görüşe, anılan kelimenin başındaki belirlilik takısı ve Resûlullah döneminde bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibadet olarak anlamışlardır. Taberî, ikindi namazı anlamını daha kuvvetli bulma gerekçeleri arasında, Allah’ı inkâr edenler nezdinde de bu vaktin -güneşin batışına yakın olması sebebiyle- ayrı bir değer taşıdığı ve tazim edildiği olgusunu da zikreder (VII, 110-111). Bu konudaki yorumların ortak noktası, bu tanıklığın, tanığı -ibadet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi- ağır bir manevî sorumluluk hissi altında tutan şartlarda yeminle pekiştirilmiş olmasıdır. Bazı bilginler bu ifadeden hareketle, yeminin sadece zaman değil mekân ve ifade biçimi bakımından da pekiştirilebileceğini, yani kutsal mekânlarda veya daha özel sorumluluk yükleyen ifadelerle yaptırılabileceğini ileri sürmüşlerdir. (İbn Âşûr, VII, 97.)

İbn Âşûr, 106. âyette geçen ve “içinize bir şüphe düşerse” diye çevirdiğimiz cümlenin şahitlerin sözünün bir parçası olarak anlaşılmasının ve âyete şöyle mâna verilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindedir: “Eğer bizim tanıklığımız hususunda kuşku duyuyorsanız, işte Allah üzerine yemin ediyoruz ki…”

107. âyette, hakkı gasp edilen taraftan iki kişinin günah işledikleri yani gerçeğe aykırı bilgi verdikleri ortaya çıkan tanıkların “yerini alacağı” hükmünün getirilmiş olması, tanıkların doğruyu söylemeleri için güçlü bir manevî baskı oluşturmaktadır. Buna rağmen, tanıkların gerçeğe aykırı beyanda bulundukları objektif delillerle sabit olursa hak kaybına uğrayan taraftan iki kişi tanıkların yerini alacak ve yeminli olarak yapacakları beyan bu konuda yeterli delil sayılacaktır.

Burada böyle bir manevî baskı amacının bulunduğuna dikkat çekmek üzere bazı müfessirler, yeminin teyitli hale getirilmesi ve yeminin reddedilmesi yani geçersiz sayılması hükümlerinin birlikte teşrî kılınmasının hikmeti hakkında şöyle bir açıklama yapmışlardır:

Yeminin ağırlaştırılması âhiret endişesini, yeminin reddedilmesi ise insanların önünde rezil olma gibi dünya ile ilgili endişeleri harekete geçirir. Bu iki endişe bir arada bulunursa tanıklığın hakikati tam olarak yansıtacak biçimde gerçekleşmesi sağlanmış olur. (Elmalılı, III, 1837.)

İhsan itaatin üstünde, daha ötesinde bir şeydir. İyilikte bulunmak, iyi davranışlar sergilemek anlamına gelir. İyi davranış, sevgi ve saygıyı içine alan bir kavramdır. Saygı ve sevgiyle yaklaştığınız ve iyilik yaptığınız bir kimseye, zaten itaat etmeyi çoktan yapmışsınız demektir.

Ayrıca Kur’an’da ‘anne-babanıza öf demeyin’ deniliyor.

‘Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, “öf!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: “Ya Rabbî, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!” (İsra Suresi, 17/23-24)

‘Öf’ demeyi yasaklayan Kur’an-ı Hakim, bu ifadesiyle, en ufak bir itaatsizliğe bile müsaade etmediğini ortaya koymaktadır.

Yine aynı ayetlerde, ‘onlara karşı tevazu kanatlarınızı gerin’ denilmek suretiyle onlara karşı saygıda kusur etmemize asla müsamaha gösterilmeyeceğine işaret edilmiştir.

Evet, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olmayan konularda onlara itaat etmeliyiz. Şayet hikmete aykırı gördüğümüz müdahaleleri veya tavsiyeleri varsa, onları yumuşak bir üslupla ikna etmeye çalışmalıyız. Şartlar elvermediği zaman meselenin şekli değişir. Allah bile ‘hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz’ (Bakara Suresi, 2/286)

Bizim varlığımıza sebep olan anne-babalarımızın, çocukluğumuzda bize yapmış oldukları izzet-ikrâmı, koruyup yetiştirmek için olan çırpınmaları, bu yolda çekmiş oldukları zahmet ve meşakkatleri, göstermiş oldukları şefkat ve merhameti düşünüp, onlara kul-köle olmalı, ikrâm ve ihsanda kusur etmemeye çaba göstermeliyiz.

Allah, onlara karşı -yukarıda mealini verdiğimiz İsra Suresi’nde geçen ayette- beş vazifemizi sıralıyor ve sanki şöyle buyuruyor:

1. Kendilerine karşı gücenip de ‘öf’ demenize bile razı değilim! Sizden, onların bütün ezalarına-cefalarına, sıkıntı ve meşakkatlerine karşı sabretmenizi istiyorum!

2. Onların bir emri, bir teklifleri-istekleri olduğunda; gücün yettiği kadar onları yerine getir. Ve sakın onları reddedip, isteklerini, arzularını geri çevirme!

3. Anne-babanıza güzel ve tatlı sözler söylemekle, onların gönlünü hoş ediniz. Güler yüzlü ve tatlı sözlü bulununuz. ‘Anneciğim! Babacığım!’ gibi hürmet ve nezaket ifade eden sözlerle onların gönüllerini fethediniz. Bu nedenle onları üzecek ifadelerden ve konuşmalardan sakının.

4. Onlar için şefkat ve merhametten doğan tevazu kanatlarınızı yere sererek/döşeyerek, onlara karşı kibir ve gururdan uzak olunuz.

5. Sadece bunlarla yetinmeyip yine de ki: Ey Rabbim! Ne olur, anneme-babama Sen merhamet et! Çünkü onlar, en aciz ve zayıf olduğum çocukluk dönemimde beni bağırlarına basıp terbiye ettiler! Beni, himaye edip büyüttüler. Allah’ım! Sen de yüce lütuf ve ihsanlarınla muamele buyurarak, onlara merhamet eyle!

Fakat bütün bu dikkat, riayet, hassasiyet ve hizmetler, onların gözlerine girip, itimatlarını kazanıp, onların servetlerini elde etmek veya diğer varislerden mal kaçırmak için olmamalı… Yalnızca rıza-i İlâhi‘yi kazanmak için olmalıdır. Hizmetlerimizin dış görünüşü içimize uygun olmalıdır. Yani bu hizmetleri menfaat için değil, Allah rızası için yapmalıyız.

Süleyman (A.S.)In Tahtının Üzerine Atılan Ceset:

“And olsun ki biz Süleyman’ı bir imtihandan geçirdik; tahtının üstüne bir ceset atıverdik, o da Allah’a yönelip O’na gönül bağlılığını devam ettirdi.” 
(Sad, 38/34)

Bu âyet üzerinde klâsik tefsirlerimiz senedi olmayan birçok rivayetlere yer vermişlerdir. Aynı zamanda Sahîh-i Müslim’deki, namazda iken Hz. Peygamber’in (A.S.) yüzüne ateşten bir şihab atmak isteyen şeytan olayıyla ilgili rivayeti, Süleyman Peygamber’in (A.S.) tahtının üstüne konulan ceset olayıyla bağdaştırmaya çalıştıkları da dikkatleri çekmektedir. (Bilgi için bak: Sahîh-i Müslim/mesâcid: 40- Nesâî/sehv: 19)

Şöyle ki: Süleyman Peygamber’e (A.S.) musallat olan bir ifrit şeytanın, sonunda Onun mührünü ele geçirerek tahtına oturduğu nakledilir. Şüphesiz bu ve benzeri rivayet ve yorumların ilmî hiçbir değeri yoktur. Çoğu Tevrat’ın I. Krallar bölümünden aktarılmadır. Ne yazık ki, muharref Tevrat’ta muhtelif yerlerde, peygamberlerin «ismet sıfatı» inkâr edilir şekilde, onların cok uygunsuz davranış ve fiillerde bulundukları anlatılır. Nitekim sözü edilen krallar bölümünde, Süleyman Peygamber’in (A.S.), yaşlanınca, putperest olan eşlerinin arzularına boyun eğerek putlar yaptırdığı iddiası da bu cümledendir.

Diğer yandan Süleyman Peygamber’in (A.S.) yüz veya doksan veya yetmiş eşiyle bir gecede cinsel temasta bulunacağına ve hepsinin de hâmile kalıp birer mücahid doğuracağına dair yemin etmesi ve bu arada «inşaallah» dememesi sebebiyle sadece bir eşinin gebe kaldığı ve onun da felçli yarım bir çocuk doğurduğu ve işte Süleyman (A.S.)’ın tahtının üstüne atılan cesedin bu olduğu rivayetine gelince: Bu da diğerleri gibi bizi sağlıklı bir neticeye götürememektedir. Zira dört hadîs kitabında nakledilen üç farklı rivayeti akl-i selimle ve doğruyu bulan ilimle bağdaştırmak çok zordur. O bakımdan sadece hadîsin senedinin sahîh olması bu konuda yeterli sayılmamaktadır. Aynı zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz’in bu olayı ne maksatla söylediğini de tesbit etmemiz mümkün görülmüyor. Bu sebeplerden dolayı sözünü ettiğimiz hadîsle ilgili âyeti tefsir etmemizin pek uygun olmayacağı kanaatini taşımaktayız. Allah daha iyisini bilir. (Bilgi için bk : Buharî/cihâd: 23, nikâh: 119, enbiyâ: 40, eymân: 3- Müs-lim/eymân: 23, 25- Nesâî/eymân; 40, 43- Tirmizî/nüzûr :  7- Ahmed:  2/229, 279, 506)

O halde Süleyman (A.S.)’ın tahtının üstüne konulan ceset meselesi kinaye yoluyla olup yorum isteyen bir konudur. Şöyle ki:

a) Filistin’den Mısır’a, Suriye’den  Irak’a kadar geniş topraklar üzerinde hükmeden Süleyman (A.S.)’ın başta kardeşleri olmak üzere, birçok iç düşmanları bulunuyordu. Onların bir ihtilâl çetesi hazırlayıp kısa bir süre tahtı ele geçirdikleri, bu sebeple Süleyman (A,S.)’ın ölü gibi hareketsiz bırakılıp yetkilerinin elinden alındığı söz konusu olabilir.

b) İsrailoğullan’na altın devirlerini yaşatan Süleyman  (A.S.)’ın, oğlu bu geniş ülkeyi idare edecek yeteneğe sahip değildi. Nitekim Süleyman (A.S.)’ın vefatından sonra oğlu, yürüyen ölü misali, tahtı koruyamadı ve kısa zamanda ülkenin parlak dönemi yön değiştirdi. Nitekim Tevrat’ta da bu hususa geniş yer verildiğini görmekteyiz. (Bilgi için bk: Tevrat/I. Krallar:  9/1-14 ve 11/1-21)

c) Süleyman Peygamber’in (A.S.) bir ara ağır bir hastalığa yakalanıp ölmüş ceset gibi kıpırdayamaz duruma geldiği, sonra ilâhî lûtfa mazhar kılınıp iyileşerek eski güç ve kuvvetini bulduğu söylenir. Nitekim Müfessir el-Merâğî kendi tefsîrinde daha çok bu yorum üzerinde durmuştur. Hastalıktan sonra Allah’tan bağışlanma dilemesi ise, hastalıklı günlerinde daha iyi ve verimli amellerde bulunamadığına işarettir.

Bütün bu yorumlarda az-çok hakikat payı bulunmakla beraber, [b)> maddesindeki yorum, Kur’ân’ın siyak ve sibakına daha uygun düşmektedir. Allah daha iyisini bilir.

De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 10/59)

Rızık, kısaca “insanların istifade ettiği nimet ve imkânlar” demektir. Allah’ın nzık vermesi, bir lütuf ve ihsan olduğu için 59. âyette bu husus, “rızık in­dirme” olarak ifade edilmiştir. Ayrıca meyve, sebze, hububat gibi besinlerin yağ­mur sayesinde yetişmesinden dolayı da bu ifade kullanılmış olabilir.

Taberî’ye göre burada putperest Araplar’ın, En’âm sûresinde (6/136) bir örneği zikredilen temelsiz anlayış ve uygulamalarına işaret edilmekte­dir. Meselâ onlar, ziraat ürünleriyle hayvanlarından bir bölümünü, şefaatini umdukları putları için ayırarak bunu kendileri veya başka insanlar için harcamanın haram olduğunu ileri sürer, sadece âyin ve putların bakımı gibi hizmetlerde kullanırlardı. Buna göre âyetin asıl maksadı, putperestlerin bazı rızıkları keyfî olarak haram saymalarıdır. Halbuki ilke olarak Allah’ın verdiği rızıkların hepsi helâldir (Zemahşerî, II, 194); haram hükmünü koyma yetkisi Allah’a aittir. Eğer Allah haram sayılmasına izin vermediyse onun haram olduğunu söyle­mek 59. âyette “Allah adına hüküm uydurmak” şeklinde değerlendirilmiş; 60. âyette de bunu yapanların kıyamet gününde başlarına gelecekleri iyi düşünmeleri uyarısında bulunulmuştur.(Diyanet Tefsiri, Kuran Yolu, Yunus Suresi 59. ayetin Tefsiri)

Cahiliye döneminde Araplar, normalde Allah’ın helal kıldığı bazı şeyleri birtakım mânâsız Örf ve âdetlerine uyarak kendilerine haram kılarlardı. Mesela bazı develeri bazı sebeplerle serbest bırakır, onlara binmez, sütünü sağmaz ve onları kendilerine haram kılarlardı. İslâm gelince bu tür anlamsız örfleri kaldır­dı. Allah’ın, kullarına helal kıldığı şeyleri, kimsenin haram kılamayacağım hük­me bağladı.

Allah’ın helal kıldığı şeyleri kulların, kendi düşüncelerine göre haram kıl­malarının yanlış olduğunu ve böyle davranışların mânâsız olduğunu ifade bakımından şu Hadis-i şerif i zikretmek mümkündür: Bu hususta Mâlik b. Nadle di­yor ki:

“Bir gün, kıyafetim perişan bir halde Resulullah’ın huzuruna gittim. Resulullah bana dedi ki:”

– Senin malın var mı?

– Evet

– Ne cins malın var?

– Her cins mal. Deve, köle, at, koyun.

– Allah sana bir mal verdiğinde o malın eserini senin üzerinde görmek ister. Resulullah sözlerine devamla buyurdu ki:

– Sen, kavminin develeri sağlam olarak doğurduklarında eline usturayı alıp onların kulaklarını kesip “Bunlar bahirelerdir.” veya kulaklarını yahut deri­lerini yarıp “Bunlar sadmelerdir.” diyor ve onları kendine ve ehline haram kılı­yor musun?

– Evet.

– Allah teala’nın sana verdiği bu şeyler helaldir. Allah’ın bileği senin bile­ğinden daha güçlü ve onun usturası senin usturandan daha keskindir.

-Ey Allan’ın Resulü, ben bir adama gitsem de o bana ikram etmese ve beni misafir etmese o bana gelince ben ona aynen bana davrandığı gibi mi dav­ranayım? Yoksa onu misafir edeyim mi?

– Misafir et” buyurdu.(Ahmed b. Hanbel. Müsned, C: 3, S: 473)

Görüldüğü gibi Resulullah (s.a.v.) Allah’ın helal kıldığı develeri, cahiliye âdetlerine uyarak kendilerine haram kılan Mâlik b. Nadle’yi bu kötü âdetten men ediyor ve Allah’ın helal kıldığı şeyleri kimsenin haram kılamayacağnı be­yan ediyor. Bu bir misaldir. Benzer olaylar da bunun gibidir.(Taberi, İlgili ayetin tefsiri)

İlgili Ayetlerin Meali:

13.
  Onlara, o kasaba halkından misal getir; hani onlara peygamberler (veya peygamber elçileri) gelmişti,

14.  Hani kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Bunun üzerine o ikisini bir üçüncüsüyle destekleyip güçlendirmiştik. «Şüphesiz biz size gönderilen elçileriz!» demişlerdi.

15.  Onlar ise, «hayır, dediler, siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahman bir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.»

16.  Elçiler de, «Rabbimiz bilir ki biz gerçekten size gönderilen elçileriz.

17.  Bize gereken, sadece açık tebliğdir» dediler.

18. Kasaba halkı onlara: «Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü. Eğer (bu iddia ve uyarınızdan) vazgeçmezseniz herhâlde sizi taşlarız ve elbette bizden size elem verici bir azap dokunur» dediler,

19.  Elçiler dediler ki: «Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir; size öğüt verilse de mi? Hayır, siz (inkâr ve sapıklıkta, inat ve azgınlıkta) aşırı giden bir milletsiniz.»

20.  Şehrin en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve «Ey kavmim! Gönderilen bu elçilere uyun;

21.  Uyun sizden ücret istemeyenlere. Bunlar doğru yol üzerinde bulunuyorlardır.

22.  Hem beni yoktan yaratıp varlık alanına getiren Allah’a ne diye tapmayayım? Hepiniz ancak O’na döndürüleceksiniz.

23.  Artık ben, O’ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dîlese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar da.

24.  O takdirde ben, mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.

25.  (Ey elçiler!) şüpheniz olmasın ki ben sizin Rabbinize imân ettim, beni işitiniz..» dedi.

26, 27. Ona, «Gir Cennet’e!» denildi. O da, «Ah keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi» dedi.

28.  Onun ardından, milleti üzerine gökten hiçbir (yok edici) asker indirmedik, indirecek de değildik.

29.  Sadece bir haykırış (yetti); hemen sönüverdiler.

30.
  Yazık, çok yazık o kullara ki, kendilerine ne kadar bir peygamber geldiyse, mutlaka onunla alay ederlerdi.

31.  Görmediler mi kî, kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik ki onlar(dan hiç biri) bunlara (bir daha) dönüp gelmiyorlardı.

32.  Hepsi de istisnasız huzurumuzda bir araya getirileceklerdir.

İlgili Hadîs:

Sakafî Kabilesi’nden Mes’ûd oğlu Urve, Peygamber (A.S.) Efendimiz’e gelerek, «Ya Resûlullah! beni kendi kavmime gönder de onları İslâm’a çağırayım» dedi ve aralarında şu konuşma geçti:

— Seni öldürmelerinden endişe duymaktayım.

— Onlar beni uyurken bulsalar uyandırmazlar.

— O halde gidebilirsin.

Bu ruhsat üzerine Urve (R.A.) kendi kavmine gidip önce Lât ve Uzzâ adındaki putlara uğradı ve «yarın sizi kötü duruma düşüreceğim» diye mırıldandı. Onun bu düşüncesini öğrenen Sakifli’ler öfkelendiler. Buna rağmen Urve (R.A.) onlara şöyle seslendi: «Ey Sakifliler! Lât artık Lât değildir; Uzzâ da Uzzâ değildir. İslâm’a girin, selâmete erin» dedi ve bu sözü üç defa tekrarladı. Sakifli’lerden biri ona bir ok atarak öldürdü.

Bu haber Resûlullah (A.S.) Efendimiz’e ulaşınca, üzüldü ve şöyle buyurdu: «Doğrusu Urve’nin misâli, Yâsîn Sûresinde geçen kimsenin (Habib En-Neccar) misâline benzer.» (İbn Ebî Hatim – îbn Kesîr : 3/568)

Kasaba Halkı Ve Öldürülen Mü’min:

«Onlara o kasaba halkından misâl getir; hani onlara peygamberler (veya peygamber elçileri) gelmişti.»

Kıssada mü’minleri aydınlatır anlamda altı safha işleniyor. Şöyle ki:

1. Kasaba halkına önce iki elçinin gönderilmesi,  

2. O ikisini destekleyen bir üçüncü elçinin gönderilmesi,

3. Kasabanın bir ucunda oturan şuurlu bir mü’minin yardıma koşması ve elçileri tasdik etmesi,

4. Bu yüzden o mü’minin zulmen öldürülmesi.

5. Tebliğ ve irşadı kabul etmeyip işi tehdide döndüren ve sonra da masum bir insanın kanına giren inkarcı azgınların karakter yapısı, 

6. Öldürülen o sadık mü’minin sağ kalanlar hakkındaki temennisinden haber verilmesi.

Anlatılan üç resul (elçi) konusu bütünüyle Musa (A.S.), İsa (A.S.) ve Muhammed (A.S.) peygamberlere mi işarettir; yoksa Romalılara gönderilen, uyarı, tebliğ ve irşat göreviyle yükümlü bulunan üç peygamber elçisi mi veya üç ayrı peygamber mi misal anlamında kastedilmektedir?

Önce şunu belirtelim ki: Gönderilen üç elçi hakkında «murselîn» kavramına yer verilmiştir ki bu daha çok peygamberler hakkında kullanılmaktadır ve bazen de onlar adına teblîğ ile görevli elçiler hakkında da kullanıldığı vâkidir. O bakımdan büyük bir peygamberin dini yaymakla görevli üç yakın arkadaşı hatıra gelebilir. Nitekim müfessirlerin çoğu sözü edilen elçilerin, İsa Peygamber’in (A.S.) havarileri olduğu ihtimali üzerinde durmuşlardır. Kasabanın ise, Antakya, öldürülen yerlinin de Habib en-Neccar adında bir zat olduğunu yazmaktadırlar. Ancak bunların hiçbiri sahîh bir rivayete dayanmamaktadır, yani güvenilir bir dayanakları yoktur. Bu sebeple son asırda yetişen müfessirler bu rivayetin İsrâiliyattan olduğu şüphesini izhar etmişlerdir.

«Üç büyük peygambere işarettir» şeklinde yorumda bulunulmuştur. Bu da kesin değildir, ama gerçeğe pek yakındır. Bu takdirde Musa (A.S.) Mısır’ı Fir’avn’dan ve yandaşlarından kurtarıp temizlemiş ve zamanla ilâhî dinin o ülkede yayılmasına ortam hazırlamıştır. İsa Peygamber (A.S.) Romalılar arasına ilâhî kıvılcımı atıp ayrılmış ve zamanla o kıvılcım ortam bulup genişleyerek kralları dize getirmiş, ülkeleri aydınlatmıştır. Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz de o iki peygamberin arkasından üçüncü resul olarak gönderilmiştir. O, önce Arap Yarımadası’na, sonra da kıtalara baş eğdirmiş ve Allah’ın dinini yayıp, Allah’ın son mesajını insanlara tebliğ etmiştir.

Bu yoruma göre, öldürülen yerli mü’min, canını Allah ve Resûlüllah yolunda seve seve feda eden ilk Müslümanlara misaldir.

Peygamberlerin Tavrı:

İsmi anılmayan, kasabaya gönderilen üç peygamber veya üç peygamber elçisinin herkes gibi insan oldukları ileri sürülerek, kasaba halkı tarafından tasdik edilmemişlerdir. Bu, gönderilen her peygambere inkarcı sapıkların, putperest müşriklerin söylediği klasik bir sözdür. O halde gönderilenlerin uyarıcı peygamber olması ihtimali daha da kuvvet kazanmaktadır.

Hadîste, İbn Ebî Hâtim’in rivayetini sahîh kabul edersek, gönderilenlerin üç peygamber elçisi olduğu ağırlık kazanır. Ancak sözü edilen hadîsin sıhhati üzerinde şüphe izhar edenler olmuştur.

Gönderilen Peygamberlerden Sonra Sıkıntılı Günlerin Başlaması:

«Kasaba halkı onlara: «Doğrusu sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü…..» dediler.»

Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç yerinde bir kasaba veya ümmet ve millete peygamber gönderildikten ve hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve tartışma baş gösterdikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın o yer halkını daha çetin sınavdan geçirmek ve bir bakıma ayrı bir yoldan da uyarmak için üzerlerine kıtlık, zelzele, kasırga, lav, sel baskını ve benzeri bir afet oluşturup gönderdiğine dikkatler çekilmektedir. Nitekim Resûlullah (A.S.) Efendimiz hem Mekke’de peygamberliğini ilân ettikten birkaç yıl sonra Mekke’de; hem de Medine’ye hicret ettikten sonra Medine’de kuraklık ve sıkıntı baş göstermişti. O kadar ki bu durum gerçek Mü’minlerin imân ve bağlılığını artırmış; inatçı kâfirlerden bir kısmının yumuşamasına, bir kısmının da büsbütün küfür ve tuğyanını artırmasına sebep olmuştur.

Gönderilen üç peygamberin veya peygamber elçisi üç kişinin sözü edilen kasabaya gelmesiyle birlikte orada sıkıntı baş göstermiştir. O yüzden kasaba halkının çoğu inkâr ve azgınlığını artırarak, «sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk çöktü» demişlerdir. Oysa uğursuzluk kendilerinin kalbinde, niyetinde ve vicdanlarında yuvalanmış bulunuyordu ki onu bir türlü anlayamıyorlardı. Peygamberlerin veya elçilerin gelip tebliğ ve irşatta bulunmasıyla yuvalanan uğursuzluk meydana çıkmış oldu.

Kur’ân’ın bir başka yerinde bu konuya açıklık getirilerek şöyle buyurulmaktadır:

«Hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye birtakım sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup (hırpalamışızdır),» (Geniş bilgi için bak : A’raf Sûresi: 94 ve En’âm Sûresi: 42. âyetin tefsiri)

Fedakâr Mü’minin Uyarı Ve Tavsiyesi:

«Şehrin en uzak kesiminden bir adam koşarak geldi ve «ey kavmim, gönderilen bu elçilere uyun; uyun sizden ücret istemeyenlere. Bunlar doğru yol üzerinde bulunuyorlar» dedi.»

Peygamberleri veya gönderilen elçileri tasdik eden yerli halktan bir mü’minin uyarı ve tavsiye mahiyetindeki bu sözleri incelendiğinde, yedi kadar önemli gerçeği yansıtmaktadır. Şöyle ki:

1.
 Hakk’a davette sür’at ve cesaret esastır. Aynı zamanda peygamberlerin kişiliğini ve görevlerini, yardımcı olup halka anlatmak büyük bir hizmettir.

2. Hakka, doğruya, iyiye çağrıda bulunurken ücret istenmez. Bu kutsal görev tamamen hasbîdir, fahrîdir. Nitekim hiçbir peygamber bu hususta ücret talebinde bulunmamış; aksine hakka davet doğrultusunda yapılan tebliğ ve irşadın ücretsiz olduğunu özellikle açıklamıştır.   Nitekim Şuarâ sûresinde bu konuda yeterli açıklama yapılmış bulunuyor.

Unutmamak gerekir ki, davanın büyüklüğünü ve yüceliğini kişisel çıkarlara alet etmek, o davaya bütünüyle ihanettir. Aynı zamanda davanın kutsallığına ters düşer.

3.
 Peygamberlerin veya onları temsil eden gerçek mürşitlerin doğru yolda bulunduklarına dikkatleri çekmek; hiçbir makam, mevki, servet ve baş olma sevdasında bulunmadıklarını söylemek ve bu açıdan hareketle onların nasıl ferağat-i nefisle yola çıktıklarını anlatmak her mü’minin görevidir.

4. Yoktan yaratıp var kılan ve her şeyi insanın hizmetine veren Allah’a kulluk ve ibâdette bulunmanın akıllıca bir düşünce ve sağlam imândan kaynaklanan bir davranış olduğunu belirtmekte; her şeyin O’nun kudretinin eseri olduğunu isbat etmekte; eninde sonunda o yüce kudrete döndürüleceğimizi, ölümün bunun giriş kapısı bulunduğunu haber vermekte sayısız yararlar vardır.

5.
 Allah’ı bırakıp yarar ve zarara muktedir olmayan basit cisimlere, canlı – cansız eşyaya tapmanın akıl ve idrâk dışı olan cehaletin ürünü olduğunu anlatarak düşünceleri yönlendirmeye çalışmayı ihmal etmemek oldukça lüzumludur.

6.
 Allah’ı bırakıp başka şeye tapan insan, şüphesiz kendinden daha aşağı derecede bulunan şeylere tapmak gibi bir küçüklük ve aşağılık sergilemekte ve bütünüyle sapıttığını ortaya koymaktadır.

7.
 Âlemleri yaratıp terbiye eden, her şeyi düzen ve dengede tutan O Yüce Rabbe kulluğun en üstün şeref ve meziyet olduğunu çekinmeden ilân etmekte mutlak hayır vardır.

İşte irşat ve teblîğin tartışmalı, çekişmeli safhalarında mürşitlerin durumunun yedi madde halinde açıklanması, onların gerçek tavrını, sadık mü’minler olduklarını simgeler. Gerisi Allah’a aittir. Dilediğini korur, dilediğini doğru yola eriştirir, dilediğini sapıklığıyla bocalar halde bırakır, dilediğini de bu yolda şehadet mertebesine eriştirir.

Nitekim Hz. Muhammed’in (A.S.) ashabı da bu yedi maddeyle ortaya çıkıp kendilerine düşen hizmeti lâyıkıyla yerine getirmişlerdir.

Böylece Kur’ân-ı Kerîm, beyân ettiği kıssa ve misallerle bu gibi mü’minleri hem övmekte, hem de onları kıyamete kadar gelecek olanlara örnek ve model göstermektedir.

Hak Uğrunda Şehadet Şerbetini İçmek:

«Ona, «gir cennete» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rabbımın beni bağışladığını ve beni ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi» dedi.»

Kur’ân-ı Kerîm hak uğrunda canını vermek suretiyle şehitlik mertebesine yükselen gerçek bir mü’minin ne kadar aziz ve şuurlu olduğunu bize öğretirken, hak uğrunda öldürülen, kasabanın yerli halkından o mü’mini misal vermekte; öldürüldükten sonra da onun, sağ kalanlar hakkındaki güzel temennisini naklederek Allah’ın gerçek bir mü’mine olan geniş lütuf, inayet ve rahmetini bir defa daha hatırlatmaktadır.

Mekkeli Putperestler Uyarılıyor:

Üç elçi ve öldürülen sadık mü’minin kıssası, Hz. Muhammed’in (A.S.), hak yolunda mücadelesini sürdürürken birkaç sadık mü’minin şehid edilmesiyle başarıya erişeceğine işaret etmekte; aynı zamanda küfür ve azgınlıkları, zulüm ve tuğyanları sebebiyle içlerindeki uğursuzluğun Mekkelileri kuşattığına, Hakk’a baş eğmezlerse, bu uğursuzluğun kendilerini perişan edeceğine dolaylı şekilde değinmektedir. Nitekim Bedir Savaşı’yla Allah’ın bu va’di yerine geldi; uğursuzluğu içlerinde taşıyan azgınların çoğu savaş meydanında leş kargalarına yem oldular.

«Onun ardından, milleti üzerine gökten hiçbir (yok edici) asker indirmedik, indirecek de değildik. Sadece bir haykırış (yetti); hemen sönüverdiler.»

Böylece sadık bir mü’mini haksız yere öldürmek suretiyle inkâr ve azgınlıkta ileri giden o kasaba halkının yok edilmesi için bir haykırış yetti. Bu haykırış yüksek derecede bir deprem olabileceği gibi, çok şiddetli bir kasırga da olabilir.

Âyetlerde, hakka davet edilmeleri amacıyla kendilerine üç peygamber veya elçi gönderilen kasaba halkı konu edildi ve bu arada fedakâr ve sadık bir mü’minin ortaya çıkarak onlara, gelen elçilere uymalarını tavsiye ettiği ve o yüzden öldürüldüğü anlatıldı ve böylece yaşamakta olan mü’minlere güzel misal verildi.

Bu âyet Hudeybiye senesi nazil olmuş ve bu imtihan o sene vuku bulmuştur. Resulullah (s.a.v.), Ten’ûm denilen yere vardıklarında av hayvanları (âhû ve diğer çeşitli vahşi yaratıklar) müminlerin etrafına fazlasıyla dolmuş, yüklerinin aralarına varıncaya kadar sokulmuş, mızraklarını dürtseler yetişecek ve elleriyle tutsalar tutulabilecek derecede yaklaşmışlardı. Halbuki müminlerin hepsi ve bir rivayette bazısı ihramlı olmakla, bunlara el uzatmaktan yasaklanmış olduklarından, bu hâl onlar için önlerine gelen ve hırslarını gıcıklayan bir dünya nimetine karşı ondan meneden Allah’ın emrine uyma derecelerini gösterecek, yani Allah’tan korkanla korkmayanları ayıracak bir deneme olmuştur.

Gerçekte içki ve kumar gibi doğrudan doğruya zarar olduklarından dolayı haram kılınan şeylerde Allah’ın emrine uymak nisbeten çok kolaydır. Fakat bu gibi sebep ve hikmeti açık ve bilinen şeylerde emir veya yasağa uymada nefsin zarar ve çıkarı bulunduğundan, Allah sevgisi veya Allah korkusu hâlis ve samimi olamaz. Bunlar Allah için değil, nefis için tapınma demektir.
“O kimseler ki gayba inanırlar” (Bakara, 2 /3); “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için canını verir” (Bakara, 2/207);
“Her kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse…” (Bakara, 2/112)
âyetleri gereğince tam ihlas ve teslim olma ise, yaptığını sırf Allah için, Allah rızası için yapmaktadır. Tevhid, ancak bundadır. Bu ise bütün nefse ait isteklerden sıyrılmaya bağlıdır. Bu da nefsin, zarar veya menfaati açık olmayan, diğer bir deyişle açıkta mânâsı makul bir sebep ve hikmeti görünmeyip, bütün hikmeti yalnız Allah’ın emrine itaatten ve O’nun rızasına uymaktan ibaret olan ve bundan dolayı görünüşte faydasız ve zararlı görünse bile yerine getirilmesi gereken, kısaca Allah ve Allah’ın rızasının herşeyin ve her menfaatin başı olması iman ve itikadıyla yapılan amellerle ortaya çıkar ki, bunlara ibadetle ilgili işler denilir. Ve bizzat hayır olan ihsan (iyilik) ancak bununla ortaya çıkar. Ve insan nefsin şirkinden ancak bununla kurtulur. Yoksa insanın kalbinde kendine tapmak hissi silinmemiş ve gerçekten “Allah’dan başka ilâh yoktur” denilmemiş olur. Ve Allah’ın dışında kendi iyilik ve çıkarını düşünmek iddiasında bulunanlar da, hakikatte hayır ve menfaat düşünmemiş olurlar.

Bunun içindir ki, mesela sarhoş edici şeyleri Allah’ın yasakladığı ve haram ettiği için değil, sırf kendilerine zarar olduğu için terkedenler, bu terkedişlerinden dolayı dünyada o zarardan kendilerini kurtarsalar bile, ahirette bundan dolayı bir sevaba nail olamazlar. Zira onu Allah rızası için terketmemişlerdir.

Ve yine bunun içindir ki, namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin, nefsinize şu şu faydaları vardır gibi nefisle ilgili bir maksatla değil, sırf Allah rızası için ve Allah’ın emri olduğu için, yalnız bir ibadet etme fikriyle ve sırf Allah’a yaklaşmak için samimi ve ihlaslı olarak ibadet niyetiyle yapılması gerekir. Ve öyle olmadıkça makbul olmaz. Çünkü o zaman Allah’a değil, nefse ibadet edilmiş olur. Nefis ise hangi arzuları üstün gelirse onun peşinde koşar. Böyle demek, bunların hadd-i zatında hiçbir faydası yok demek değil, tersine faydaları ve menfaatları sayılamayacak ve tayin edilemeyecek kadar genel ve sonsuz demektir. Fakat Allah ve Allah’ın rızası kavramına göre “umûmî” ve “sonsuz” kelimeleri bile ufak olduğundan, ibadette nefsine az-çok bir mabudluk hissesi düşüncesi vermekten uzak olmayan genel menfaatler ve sonsuzluk fikirlerinden de sıyrılarak Allah sevgisini ve Allah korkusunu her menfaat ve zarardan öne almak, ancak ve ancak Allah’ı ve Allah’ın emrini düşünmek aslî bir şarttır.

İşte birtakım helalleri geçici olarak haram ve yasak etmek demek olan ihram da Allah’ı böyle halis bir niyyet ile tanıyıp tanımayanları ayırdedecek soyut bir ibadet hikmetiyle emredilmiştir ki, bunlarla insanların fazilet terbiyeleri kemâle erecek, Allah için dindar olanlarla, dünya ve nefisleri için dindar olanlar ayrılacaktır.

Fakat bilinmektedir ki, elde bulunmayan bir nimetten vazgeçmekle, nimetin karşısında nefsi menetmek arasında fark vardır. Birincisi kolay, ikincisi zordur. Mesela dağ başında kalmış bir kimsenin açlığa sabrederek Allah’a ibadet etmesiyle, kurulmuş bir sofranın karşısında açlığa sabrederek ibadet etmesi arasındaki fark düşünülsün. Elbette öncekinde fazilet mânâsı az, ikincisinde ise çoktur. Birincide başarılı olanların çoğu ikincide olamaz. Ruhbanlık terbiyesiyle İslâm terbiyesinin arasındaki fark da bu misalden ortaya çıkar. Bu âyette Allah Teâlâ ihrâmın hikmetini göstermek üzere müminleri böyle bir denemeye tâbi tutacağını açıklayarak buyurmuştur ki:

Ey inananlar, elbette Allah sizi av cinsinden bir şeyle -yani can ve bilfiil elde bulunan mal feda etmek kadar zor ve büyük değil, oldukça kolay bir şeyle – deneyecek, öyle bir şey veya o şekilde bir av ki elleriniz ve mızraklarınız onu yakalayıverecek bir halde, yani av hayvanları o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız tutulabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişilebilecek bir vaziyette bulunacak, bu hâl içinde siz ise ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu da sizin nimetler karşısında Allah’ı ne kadar saydığınızı ve emirlerini ne kadar tanıdığınızı ve O’nun azabından ne kadar korktuğunuzu isbat edecek bir imtihan olacaktır. Herhalde Allah sizi böyle bir şey ile imtihan edecek ki, Allah kendisi gıyabında tanıyıp azabından korkanları bilsin. Yani başkalarından ayırıp meydana çıkarsın da ilerde kendilerine nice nice büyük nimetler verilecek ve büyük büyük ilâhî emanetlere ehil olacak kimselerin ehliyetlerini ortaya çıkarsın ve tahakkuk ettirsin. Şu halde bu denemeden ve Allah’ın haber verdiği bu av imtihanının tahakkukundan sonra her kim sınırı aşar, yasaklandığı şeye elini sunarsa, ona acıklı bir azab vardır. Böyleleri geleceğin büyük nimetlerinden mahrum olduktan başka, dünya ve ahirette acıklı bir azap da göreceklerdir. Zira böyle bir durumda kendini tutamayan ve Allah’ın hükmüne riayet edemeyenler, nefislerin daha çok meyledici ve daha çok hırslı olacakları şeylere karşı nasıl sabredebilirler? Ve öyle büyük nimetlerin emanetlerini nasıl edâ ederler? Ve o halde böyle kimseler canların, ırzların, hazinelerin, Allah’ın hakları (hukûkullah) ve kulların haklarının başına geçmek ehliyet ve selahiyetini nasıl yüklenebilirler?

Görülüyor ki, bu âyet ihramdaki ibadet hikmetini açıklamak için müminlere ileride yönelecek büyük ilâhî nimetleri av şeklinde bir öncü misal teşkil eden olağanüstü bir bolluğun vuku bulacağını haber vermiş ve bununla müminlerin en büyük ilâhî emanetlere ehliyet temin edecek bir deneme ve düzeltmeden geçirileceklerini hatırlatmış ve iman ehline büyük bir ders ve yüksek bir fazilet terbiyesi veren bir mucizeye işaret etmiştir. Şu halde müminin öyle bir fazilet ile yükselmesi gerekir ki, her zaman haram ve çirkin olan şeyler şöyle dursun, aslı helal olan her türlü nimetler etraflarına saçılmış, önlerine konulmuş olsa bile, Allah’ın izni ve şer’î cevazı olmadan onlara el uzatmayacak, haksız, selâhiyetsiz (yetkisiz) hiçbir şeye dokunmayacak, kendine sahip, nefsine mâlik, eğilimlerine hâkim, Allah’ın emirlerine bağlı olacak. Bu şekilde her türlü emanetlere yetkili, ahlâkî bir fazilet ile başkalarından ayrılacaktır. Hudeybiye senesi Müslümanlar böyle bir imtihan ve ıslah ile seçilmiş ve Hudeybiye barışının kendisi de bu imtihanın başka bir şekilde tekit ve teyidi olmuş ve bundan sonra İslâm sofrası gelişmiş de gelişmiştir. Ve ihrâm işte böyle bir seçim hikmetiyle meşru kılınmıştır. (Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri)

‘Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek ‘haram olsun’ dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir. Bunlar sizin kendi iddianızdır; hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir.’(Ahzab, 33/4)

Ayetin Açıklaması: Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhiliyye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”

Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, inanmış gözüken ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm’a aykırı olduğundan münafıklar da inkarcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için Müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. (Nisa 4/145)

Keza bir İnsanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, -eski Arap geleneğine göre- “anam olsun, anamdır, bana haramdır” diyerek yemin eden kimsenin eşi onun anası ve dolayısıyla kendisine haram olmaz.

İslâm’dan önce Araplar eşlerine “Sen bana anamın sırtı gibisin.” derler ve bu yemin yüzünden onları mağdur ederlerdi. Zıhar denilen bu âdeti İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir. (Bilgi için bk. Mücadele 58/1-4)

Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların kendi soy kütükleriyle ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir fıtrat kanunu ise A’nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B’nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat kanunudur.

Ayrıca İslâm’ın koyduğu örtünme, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların -yakın akraba olmayan ailelerde- ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat içinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, “…babalarının soyu ile anın.” emri ile bu uygulamaya son verilmiştir.

Tefsir kitaplarında bu münasebetle Hz. Peygamber (sav)’in evlâtlığı Zeyd b. Hârise’den söz edilir ve âyetin inişine, onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirilerek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice’ye gelmişti. Hatice annemiz Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i ona hediye etmişti. Peygamberimiz onu azat etti ve evlât edindi. Zeyd’in ailesi, daha önce Medine’ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah’ın Resulü’nü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Muhammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nispet ederek Harise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, Müslümanların din kardeşi, Hz. Peygamber’in sâdık bir bağlısı idi. (İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İbnü’1-Arabî, III, 1504 vd.)

İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek, sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz (sav) “Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım.” buyurmuştur. (Müslim, “Zühd”, 42)

Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak hakkı olmadığı gibi, kanuni mirasçıların arasına katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak doğru ve gerekli de değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektedir. (ayrıca bk.Şûrâ 42/49-50)

Bu kısa sûre, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu “Ashab-ı Uhdûd” oluşturuyor.

İslâm’dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler. Fakat müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler. Bunun üzerine, inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar. Topladıkları büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar. Eğlenmek maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler. Halbuki yakılanlar kendileri gibi insandırlar. Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar.

Kur’an, bu olayı şöyle dile getirmektedir:

“Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurarak, onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı çıksın. ” (Buruc, 85/4-7)

Hicr Suresinin ikinci ayeti Müslümanların nail olacakları her türlü nimete işaret etmektedir. Günahkar müminlerin cehennemden kurtulmaları da bu ayetin kapsamında değerlendirilebilir.

Hicr Suresi, Ayet 1 – 2 :

1. Elif-lâm-râ. Bunlar kitabın ve apaçık bir Kur’an’ın âyetleridir.

2. Zaman olacak, inkâr edenler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ diye hayıflanacaklar.


İlgili Ayetin Açıklaması:

İnkarcıların ileride, İslâm ve Müslümanlar karşısındaki tutumlarının haksız ve yanlış olduğunun farkına vardıklarında ve bu tutumun kendilerini götürdüğü kötü akıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlık dile getirilmekte, ama bunun boşuna bir hayıflanma olacağına işaret edilmektedir. Bu suretle dolaylı olarak, muhataplara, “Şimdi Allah’ın âyetlerini dikkatle dinleyip onların ışığıyla inanç ve amel hayatınızı aydınlatmazsanız sizin başınıza gelecek olan budur!” denilmektedir.

Tefsirlerde inkarcıların bu pişmanlığı ne zaman ve hangi olay veya olaylar karşısında yaşayacakları konusuyla ilgili, “ölüm sırasında”, “kıyamet saatinde”, “âhirette Müslümanların cehennem ateşinden kurtuldukları vakit” şeklinde üç değişik görüş İleri sürülmüştür. Ancak Râzî’nin Zeccâc’a isnat ettiği ve benimsediği “İnkarcı kişi, bir azap manzarasıyla karşılaştığında, Müslümanların güzel bir durumunu gördüğünde hep kendisinin de Müslüman olmadığına hayıflanacaktır” şeklindeki yorum en isabetli olanıdır. Aslında, âyetin ilk muhatapları Hz. Peygamber’e karşı ilk direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke’yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin Müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz âhirette Müslümanların nail olacağı nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır. Kur’ân-ı Kerîm’de inkarcıların âhirette hissedecekleri pişmanlığı anlatan ifadelerin birinde şöyle buyurulmaktadır: “İşte o gün gerçek egemenlik Rahman’ındır ve o gün inkarcılar için çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyadayken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: “Keşke Peygamber’le birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!” (Furkan 25/26-29)

İlgili ayetlerin mealleri:

‘Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.’ (Mülk Suresi, 67/3-4)

‘Gözünü çevir de bir bak’ emri, yedi gökten çok, ‘Allah’ın yaratışı/ Allah’ın bütün varlıklarda kendini gösteren yaratma sanatı’na bakar. Herkes, bu ayetin muhatabıdır ve herkes kendi, bilgisi, görgüsü ve kapasitesi nispetinde Allah’ın bu yaratışını/harika sanat tablolarını seyredeceği bir çevre bulabilir. Birileri, teleskopla gökleri temaşa eder, birileri mikroskopla atomları, birileri de gözleriyle gördüğü dağı, toprağı, ağacı, meyveyi inceler. Hepsi de ‘gördüğüm bu yaratılmış sanat tablolarında asla bir kusur görmedim’ demek zorunda kalır.

Mülk Suresinin ilk ayetlerinde Allah’ın yüceliği, kudreti, evrendeki hükümranlığı ve her şeyin kendisinin kudret elinde olduğu, evrende istediği gibi tasarrufta bulunabileceği ifade edilmiş, sonraki âyetlerde ise O’nun kudretinin eserlerinden örnekler verilmiştir. Yüce Allah’ın kudret ve tasarrufunu en açık bir şekilde gösteren delilleri içermekte; Allah’ın, dünyada insanların güzel işler yapma hususunda birbirleriyle rekabet etmelerini sağlamak, kimlerin kendi emir ve yasaklarına uyarak daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için hayatı ve ölümü yarattığını bildirmektedir.

3-4. âyetlerde evrenin eksiksiz-kusursuz yaratılışına, mükemmel işleyişine ve düzenine dikkat çekilmekte, böylece bu muhteşem varlık düzeninin kör bir tesadüfle meydana gelmiş olamayacağı ve devam edemeyeceği; bunun ancak üstün bir ilim, irade ve kudret sahibinin yaratması ve yönetmesiyle mümkün olduğu belirtilmektedir.

Rahman Suresi’nde geçen konuyla ilgili ayetlerin mealleri şöyledir: ‘İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman Suresi, 55/22-23)

İkisinden de inci ve mercan çıkar.

Ayette, tuzlu sudan çıkan inci, yakut ve mercan gibi değişik güzellikteki süs eşyalarını nazara veren Allah’ın hârika sanatına dikkat çekilmiştir. (1)

Ayette geçen “Lü’lü”kelimesi, inci ( özellikle iri inci) anlamındadır. Lisanımızda da aynen kullanılan “Mercan”ın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir. (2)

Topraktan hububat, meyva, yaprak ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi, sudan da sizin için hem birer süs eşyası hem de – Alûsî’nin bildirdiğine göre- kalp hastalıkları, çarpıntı, lepra, cüzzam, sedef gibi hastalıklarınıza şifa olacak inci ve mercan çıkaran, Rahman olan Allah’tır. (3)

İbn Abbas’a göre, lü’lü küçük inci, mercan ise büyük incidir.  İbn Mes’ûd’dan gelen rivayete göre “mercan”,  elmas  ve yakut gibi kırmızı mücevherattır. (4) 

İnci İle Mercan Nereden Çıkar?

İnci ve mercanın sadece tuzlu denizlerden çıktığına dikkat çeken âlimler, âyetin “İkisinden.. çıkar” ifadesini değişik şekillerde şöyle yorumlamışlardır:

a) “ikisinden” demek, her ikisinden demek olmayıp, tağlip sanatı çerçevesinde tatlı ve tuzlu iki denizin birisinden çıkar demektir. Bu da tuzlu denizlere işarettir. “Ben ekmek yedim ve süt içtim” tâbiri yerine, “Ben ekmek yedim ve sütü de.” cümlesinde olduğu gibi. Halbuki süt içilir, yenmez. (5)

b) “İki deniz” tâbiri, tuzlu ve tatlı denizlerin ikisini de ihtiva ettiği için, bir tek deniz gibi tasvir edilmiştir.  Bu açıdan, “ikisinden çıkar” tâbiri,  birisinden çıkar anlamındadır. (6) 

c) Arapça’da bir tek şeye âit bir zamir, cemi veya tesniyeler için de kullanılabilir.  Nitekim, “Allah yedi gök içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir çerağ yapmıştır.” (7) âyetindeki üslup böyledir. Çünkü ne güneş ne de ay, yedi gökte değil, göklerden birindedir. (8)

d) Burada bir muzaf olan “Ahad” kelimesi takdir edilir; “minhümâ” (ikisinden) tâbiri, “min ahadihimâ” (iki denizin birisinden) anlamındadır. (9) 

e) İbn Abbas ve İkrime’den yapılan rivayete göre: inci ve mercan gökten yağan yağmur damlalarının sadef denilen canlı istiridye tarafından yutulmasından sonra teşekkül eder. Bunun içindir ki, incilerin teşekkül ettiği bu iki denize gök ve yer denizleri denilmiştir. (10)

f) Bazı âlimlere göre âyetin zâhiri, incilerin hem tuzlu hem de tatlı denizlerden çıktığına delâlet etmektedir. Bunların sadece tuzlu denizlerden çıktığına dâir iddialar ise, dalgıçların tecrübelerine dayandırılır. Allah’ın sözü ise, dalgıçların tecrübelerinden daha çok itibar edilmeye değer. Faraza dalgıçlar,  gerçekten şimdiye kadar incileri sadece tuzlu sudan çıkarmış olsalar bile, bu  yine de incilerin tatlı suda  bulunmadığına delil olmaz. Çünkü bütün her şey,  bu dalgıçların mâlûmatına münhasır değildir. Bunların şu andaki bilgileri, ileride tatlı sulardan da inci çıkarılabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz. (11)

“İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız.” şeklindeki Fâtır Sûresinin 12. âyeti de,  çok açık bir şekilde süs eşyalarının  tuzlu ve tatlı suların her ikisinde de bulunduğunu göstermektedir. Denizlerdeki süs eşyasının en meşhuru ise, inci ve mercandır. (12)

Son dönemlerde yapılan bazı araştırmalar, inci ve mercanın deniz ve nehir sularında bulunduğunu ortaya koymuştur. İncilerin en bol şeklide Umman Yarımadasından Katar Yarımadasına kadar uzanan büyük körfez açıklarındaki sularda bulunduğuna dikkat çeken kaynaklar, bunların kuzey yarı küre ılıman kuşağındaki tatlı sularda bulunduğunu belirtiyorlar. Özellikle Mississippi ve onu besleyen ırmaklarda çok değerli incilerin bulunduğu kaydedilmektedir. Yine bu kaynaklara göre Asya, Avrupa ve Amerika’nın bazı ırmak ve  akarsularında inci bulunduğu belirtilmektedir. Mesela Avrupa kıtasında çıkan en kıymetli incilerin kaynağı, Bavyera ormanlarındaki akarsulardır. Çin’de ırmak inciliği çok öncelerden beri bilinmektedir. (13)

Reşid Rıza’nın bildirdiğine göre, bazı Hint nehirlerinde incilerin bulunduğu kesin olarak tespit edilmiştir. İngiliz asıllı müsteşriklerden ve Kur’an’ın meşhur ingilizce mütercimlerinden biri olan George Sale (1697-1736), Kadı Beydâvî’nin bu ayetin tefsiri ile ilgili açıklamasına ek bilgi çerçevesinde yaptığı incelemede, söz konusu tespitlerin doğru  olduğunu ifade etmiştir. (14)

Dr. İbrahim Avd da, bu konuda değişik araştırmalar yaptığını ve netice itibariyle inci ile mercanın, Kur’an’ın ifade ettiği şekilde tuzlu sularda olduğu gibi,  tatlı  sularda da, – özellikle İngiltere, İskoçya, Çekoslovakya ve Japonya’nın tatlı sularında- bulunduğunun tespit edildiğini ifade etmektedir. (15)

Kur’an’ın on dört asır önce, tatlı ve tuzlu suların her ikisinde de süs eşyalarının bulunduğunu ve bunları özellikle inci ve mercan adları ile ifade etmesi, onun semâvî kimliğini ispat edecek kadar güçlü bir i’caz belgesidir.

Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Sadece sizin ve hayvanlarınızın rızkını vermekle kalmayıp, hoşunuza giden kokulu bitkileri ve inci gibi takıları da sizin için yaratan Allah’ın hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?

Dipnotlar:

1.    bk. es-Sabûnî, es-Safve, III/296.
2.    bk. Yazır, VII/372.
3.    krş. el-Alûsî, XXVII/ a.g.y.
4.    bk. el-Alûsî, XXVI/106.
5.    krş et-Taberî, XIII/130-132.
6.    bk. el-Beydâvî, VI/140.
7.    Nûh, 71/16.
8.    krş. el-Alûsî, XXVII/106-107.
9.    bk. el-Alûsî, a. g.y.
10.    bk. et-Taberî, XIII/132; el-Hâzin, VI/140;  el-Alûsî, XXVII/106-107.
11.    krş. er-Râzî, XXIX/101;  el-Alûsî, XXVII/ a. g.y.
12.    krş. İbrahim Avd, Masdaru’l-Kur’an (mahtut), 278.
13.    bk. The Encyclopedia  Americana, 1973, “pearl” mad.; The World Book Encyclopedia, 1978, “pearl” mad.; Encyclopedia  of Science and Tachnology, 1971, “perl” mad.; Ana Britanica, 1992, (inci) mad.
14.    bk. Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menâr, VIII/106.
15.    bk. İbrahim Avd, Masdaru’l-Kur’an (mahtut, 1986), 278-281. Ayrıca: “el-Muntehab fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim” adlı tefsirde Fâtır Suresinde, onikinci âyetin açıklamasına da bakılabilir.

Kur’an’daki ayetlerin sayısı, ayetin nerede başlayıp nerde bittiği, Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından -gayr-ı sarih vahiy ile- tespit edilmiştir.

Kur’an ayetlerinin sayısı ve tertibi/sıralanışı, tıpkı elimizdeki Mushaflarda olduğu gibi, vahiy ile tespit edilmiştir. Alimlerin çoğu, değişik hadis rivayetlerini göz önünde bulundurarak bu sonuca varmış, bu görüşü benimsemiştir. Son zamanlarda yapılan yeni çalışmalar da bunu desteklemektedir. Öyle ki, ayetlerin vahy ile tespit edildiğine dair,  alimler arasında her hangi bir görüş ayrılığının bulunmadığına dair bilgiler söz konusudur.(bk. es-Suyutî, el- İtkan,  I/76-83, ez-Zerkanî, Abdulazim, Menahilü’l-İrfan, I/340-341; el-Kattan, el-Mebahis, 139; Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, 56)

Hz. Peygamber (a.s.m)’in vahiy kâtiplarine, ayetlerin yerlerini, büyük bir titizlikle öğrettiğini gösteren sahih rivayetler vardır.(Misal olarak bk. Buharî, Tefsir, 18; Ahkâm, 97; Ahmed b. Hanbel, III/120; IV/381;  Suyutî, İtkan, I/80-82;  Subhi Salih, Mebahis, 69-71). 

Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle burmuştur: ‘Cebrail bana şu : ‘Şüphesiz Allah, adalet ve iyiliği emreder’ (mealindeki) ayeti, şu surenin şurasına (Nahl, 16/90) koymamı emretti.’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/218)

Abdullah b. Abbas’ın bildirdiğine göre, Hz. Cebrail, Hz. Peygamber (a.s.m)’e, ‘Allah’a döneceğiniz bir günden sakınınız!’ mealindeki ayeti, Bakara Suresinin 280. ayetinin yanı başına (281. ayete) koyun’ diye tembih etmiştir. (Kurtubî, I/61)

Diğer bir rivayette ise  ‘Bu ayeti, riba ayeti ile deyn/müdayene ayetinin arasına koyun.’ (Suyutî, el-İtkan, I/83) ifadesine yer verilmiştir.

Son zamanlarda, bazı kimseler, Kur’an ayetlerine verilen rakamların yeni olduğunu, dolayısıyla, ayetlerin sayısı ile ilgili bilgilerin doğru olamayacağı iddiasını ortaya atmışlardır. Halbuki, bir şeyin sayısı, onun rakamla belirtilmesinden çok farklıdır. Bir yerde elli kişi görseniz, yakalarına sayıyı gösteren rakamları olmadığı için, onları inkâr mı edeceksiniz? Eğer böyle bir mantıkla hareket edilse, insanlar, -yakalarında yazılı olmadığı için- kendi çocuklarının sayısını veya kendi ellerinin parmaklarının kaç tane olduğunu söyleyemezler! Tefsir usulü kaynaklarında belirtildiği üzere, Hz. Peygamber (a.s.m)’in hayatında, sure ve ayetlerin sayıldığını gösteren bir çok misal vardır. Bizzat Kur’an’da Fatiha suresinin yedi ayetli olduğu belirtilmiş ve hadiste de ilgili ayetin açıklaması yapılmıştır.

Dünyada, bütün Mushaflardaki ayetlerin tertibi aynıdır. Bu Kur’an’larda -Fatiha’nın başındaki hariç- Besmeleler sayılmamıştır. Bu yazılım, Küfî ekolü alimlerinin Hz. Ali’den rivayetle Peygamberimiz (a.s.m)’e dayandırdıkları bir tertiptir. Bu Kur’an’daki mevcut ayet sayısı, 6236’dır. Ayetlerin sayısı, sahabiler dahil birçok alim tarafından tespit edilmeye çalışılmıştır.

Basra ekolü alimlerinin tespit ettikleri tertipte de Besmeleler ayet olarak sayılmamıştır. Yalnız mukattaat harflerinden birkaç tanesi -ekstra- ayet sayılmıştır.

Elbette Kur’an’ın ifadeleri ile sosyal realiteler, gerçekler arasında hiçbir zaman çelişki olmaz. Çelişki gibi görünen şeyler, ya ayetleri, ya da sosyal, ontolojik realiteleri yorumlayanın algılamasından kaynaklanmaktadır.

İlgili ayetin meali şöyledir: ‘Aşılayıcı Rüzgârlar gönderdik. Derken gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. Halbuki o suyu hazinelerde depolayan da sizler değilsiniz.’ (Hicr, 15/22)

Bu ayette -konumuzla ilgili- anahtar kelime, ‘suyun hazinelerde depolanması’dır.

Ayette geçen ‘SU’dan maksat, yağmurdur. ‘HAZİNE’den maksat, yer altında bulunan su mahzenleri, su yataklarıdır. Bütün dünyada geçerli ve bütün canlılar için hayat-memat meselesi olan suların toprak altındaki mahzenlerde -harika bir mekanizmayla- depolanması nerede, büyük oranda yine yeraltı tabii/ilahî mahzenlerden beslenen barajların mahzeni nerede!

Bu tasavvur,  yağmurun, denizlerden buharlaşmayla yukarıya doğru devam eden onlarca ilgili ameliyeleri düşünmeden, kolaycı bir yargıyla ‘yağmur buluttan yağar’ demek gibi olur.

‘De ki: ‘Söyleyin bana: şayet suyunuz çekilir, yerin dibine giderse, o akan tatlı suyu, kim getirebilir size?’ (Mülk, 67/30) mealindeki ayette de, konumuzla ilgili ufkumuzu açacak manidar bir hitap/sunum vardır.

Diğer taraftan her şeyi yaratanın Allah olduğunu da unutmamak gerekir. Rüzgar, bulut, yağmur gibi sebepleri yaratan Allah olduğu gibi, bizi, bizdeki kuvveleri ve yaptıklarımızı yaratan da Allah’tır. İsteyen ve irade eden insan ise de, istediklerini yaratan Allah’tır. İnsanlar da birer sebeptir. Bu açıdan bakıldığında, suları yaratan, onları toplayan, her nerede olursa olsun onları depolayan da yine Allah’tır.

Örneğin içtiğimiz suyu yaratan Allah olduğu gibi, bunları içimizde, midemizde, kanımızda ve hücrelerimizde depolayan da Odur. Sebepleri de ve sebeplerin sonuçlarını da yaratan Odur. Kanımızı depolayan damarlarımızı ve onu pompalayan kalbimizi biz yapmadığımız gibi, içindekileri depolayan da biz değiliz. Aynı durum dünyamız ve içindeki sular için de geçerlidir.

Bitkileri aşılayan rüzgârlar, canlıların su ihtiyaçlarını karşılayan yağmurlar da O’nun hazinelerinden gelen nimetlerdir. Rüzgâr esmese aşılanma olmaz, yağmur yağmasa canlılar su bulamaz ve hayat sönerdi. Bunları insan depolamış da o depolardan geliyor değildir. Hepsinin hazinesi Allah’a aittir. Her gün her saat içinde yaşadığımız için bu olaylar bize normal ve sıradan geliyorsa da her birinde Allah’ın sonsuz kudretini, akıllara durgunluk veren hikmetini yansıtan nice tecelliler vardır. Sadece arzdaki suyun önce güneşten gelen yeterli ölçüdeki ısıyla buharlaşması, buharların uygun meteorolojik şartların yardımıyla, keza esen rüzgârların, fırtınaların denizlerden kaldırdığı tuz zerrecikleri ve karalardan kaldırdığı toz zerreciklerinden oluşan “yoğunlaşma çekirdekleri” sayesinde üst atmosfer tabakasına taşınması ve burada uygun fiziksel ortamda tekrar yoğunlaşarak kazandığı ağırlıkla, -yukarıdan aşağıya düşen diğer bütün cisimlerin aksine- hızında ivme olmadan, tahribata yol açmayacak ölçüdeki sabit bir hızla (limit hız) yere inmesi; ardından insanlar ve diğer canlılar tarafından kullanılabildiği kadarının kullanılması, bir kısmının da yerin üstünde (denizler, göller) veya altında depolanması ve nihayet bütün bu olup bitenlerin bağlı bulunduğu sayısız çeşitteki diğer doğal şartların gerçekleşmesi, ince ince ayarların yapılması, bunların hepsi gören göze, hisseden kalbe, düşünen akla sürekli Allah’ı hatırlatmaktadır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’de bunlara “Allah’ın âyetleri” yani O’nun varlığının işaretleri, delilleri denmektedir.

Zahirdeki sebepler ne olursa olsun evrendeki her şeyi yapıp yaratan Allah’tır. Gökten indirdiği su ile yer yüzünü canlandıran, vakti geldiğinde bitkileri sarartıp solduran doğal güçlerin arkasındaki en büyük kudret de O’dur; şu halde can veren ve yaşatan da O’dur, hayata son verip öldüren de O’dur. Mülkün (canlısıyla cansızıyla bütün varlığın) asıl mâliki Allah olduğuna göre, insanın kendi varlığının ve bu dünyada kendisinin bildiği diğer bütün şeylerin, kısaca top yekûn mevcudatın hakiki sahibi de O’dur.

Cevap 1:

Ahzab Suresi’nin 23. ayetinde savaşa girmiş olup da şehit olan bazı kimselerle hayatta kalan kimselerden söz edilmektedir.

Bir çok hadis kaynaklarında belirtildiği üzere, Enes b. Nadr adındaki sahabî, Bedir Savaşı’na katılmadığı için çok üzülüyor ve ara sıra şunu söylemekten çekinmiyordu: ‘Resulullah’ın (a.s.m) ilk gazvesine katılamadım. Eğer Allah bundan sonra böyle bir fırsatı bana verirse, elbette neler yapacağımı görecektir.’

Nihayet Uhud Savaşı oldu ve bu zat da savaşa katıldı. O kadar şahadeti arzuluydu ki, bir ara Sad b. Muaz’la karşılaştı ve ona ‘Oh, ne güzel! Vallahi ben Uhud’un yamaçlarında cennetin kokusunu alıyorum.’ demişti.

Savaş bittiğinde yetmiş şehit arasında bulunan Enes b. Nadr’ın vücudunda 80’den fazla kılıç, mızrak ve ok darbesi bulundu. İşte Ahzab Suresi’nin 23. ayetinin ilk cümlesinde onun -ve benzerlerinin- sadakatine işaret edilmiştir. Sahabelerden bir çoğu hep şahadeti arıyordu, fakat ecel gelmediği için hep onu bekliyordu. Ayette yer alan ‘kimi de şehitliği gözlemektedir’ mealindeki ifadesi de bu yiğitlere işaret etmektedir. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Ayetin meali şöyledir: ‘Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler.Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.’(Ahazab, 33/23)

İnsanlar dünyada amaçlarına ulaşabilmek için uygun örnek ve rehberler edinirler, bunların yollarını izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip istediklerini elde etmeye çalışırlar. Allah’a iman edip O’nun rızâsını isteyen, âhirette lütfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek, O’nun sevgili kulu, elçisi, rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed Mustafa (sav)’dir. Onun örnekliği yalnızca Hendek Savaşı’ndaki davranışlarında değil müminlerin bütün hayatlarında geçerlidir.

Hendek Savaşı’nda müminler, Hz. Peygamber (sav)’i örnek almışlar, ona itaat ederek dünyada önemli bir zafer kazanmışlar, âhirette ise büyük bir ödülü hak etmişlerdir.

Cevap 2:

Ahzab Suresi’nin 35. ayetinin meali:

‘Allah’a teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, İslâm dinine iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, dürüst erkekler ve dürüst kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, hayır yolunda infak eden erkekler ve infak eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar var ya, işte Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.’
 (Ahzab, 35)

Aslında bu ayette verilen mesaj, erkeklerle kadınların hak-hukuk açısından aynı pozisyonda oldukları, eşit statüyü paylaştıklarıdır.

Ayette yer alan hususların bir kısmı iman ve İslam’ın temel unsurlardır. Onlar olmadan dinden bahsedilemez. Bir kısmı ise, İmanın şartı olmamakla beraber, ayetin sonundaki ilahî vaade layık olmanın garantisi gibidir. Bununla beraber, bütün insanların aynı seviyede olduklarını düşünmek mümkün değil ve doğru da değildir. Örneğin kimin ‘sabır, sadakat, huşu’dan nasibi fazla ise o kimse o nispette yüksek dereceler kazanır.

Bu âyette iki nokta dikkat çekicidir:

1. İbadet, iyilik ve erdem sahibi olmak, bunlar sayesinde kulluk imtihanını kazanmak, yüksek manevî dereceler ve ödüller elde etmek, hâsılı kâmil insan olmak bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur; her iki cins kemal için fırsat eşitliğine sahiptirler.

2. Allah’ın ve Resulü’nün (sav) rızâsına ermek, âhirette eşi benzeri görülmemiş nimetler elde etmek için Peygamber eşi veya Ehl-i beyt olmak şart değildir. Onların özel bir yerleri bulunmakla beraber bütün müminlerin önünde ilâhî lütuf ve nimet kapıları açıktır; yeter ki insanlar, bu âyette sıralanan iman, İbadet ve ahlâk kemaline sahip olmak için gayret etsinler.

Her müminin bu sayılan vasıflardan az-çok payı vardır. Ancak, ayetin ‘Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır’ alindeki son cümlesi, -Peygamberlerden başka- insanların masum olmadıklarının da kanıtıdır.

Cevap 3:

Bu ayetin iniş nedeni hakkında farklı rivayetler olmakla beraber temel olarak sahabi kadınlardan gelen: ‘Ya Resûlellah! Kur’ân’da daha çok erkekler hayır ile anılmaktadır; yoksa biz kadınların hayır, ibâdet ve itaatimiz kabul edilmeyecek mi?’ sorusudur. (bk. Lübabu’t-te’vil; Câmiu’l-beyân, 22/8; İbn Kesîr, 3/487; Kuran Yolu; İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri)

Fazîletlerin tamamını kendinde toplayan on özellik:

Cenâb-ı Hak önce kadınlarla ve dolayısıyla aile yuvasıyla ilgili aydınlatıcı ve yönlendirici emir ve tavsiyelerde bulunduktan, uyulması lüzumlu birtakım kuralları açıkladıktan sonra, hayata gözlerini açan her insanın, hem dünyasını, hem de âhiretini mutluluğa eriştirmesi için şu on vasfı, diğer bir anlatımla, on özelliği kendinde taşımasını konu edinerek en doğru yolu göstermektedir:

1. İslâm: İslâmiyet Cenâb-ı Hakk’a inanarak teslim olmak, baş eğip itaat etmektir. Bu manayla, diğer dokuz özelliği kendinde taşıyan kişiye, gerçek anlamda ‘Müslüman’ denir.

Hakk’a teslimiyet, gösterip baş eğen kimse, çevresindeki insanlara da güven ve huzur verir; herkes onun elinden ve dilinden emin olur. Zira dinin özü ve mayası, ‘Tevhîd İnancı’ doğrultusunda Cenâb-ı Hakk’a kayıtsız, şartsız baş eğip teslimiyet göstermek ve selâmet yolunu tutup çevreye güven ve huzur vermektir.

2. İmân: İmân, şartlara uygun olarak dil ile ikrar, kalp ile tasdîkten ibarettir. Kendini bu düzeye getiren kimseye ‘mü’min’ sıfatı lâyık görülür. İslâm, bir bakıma zahirî bir teslimiyeti andırdığından, ‘Müslüman’ sıfatından hemen sonra ‘mü’min’ sıfatı getirilmiştir.

3. Kânit: İman ve teslimiyet havasında Hakk’a ibâdetle O’nun yüce huzurunda boyun eğip sadakatte bulunmak anlamına delâlet eden ‘kânit’ çok yönlü bir kavramdır. Edeple durmak, duâ etmek, baş eğmek, namazda uzun süre ayakta durmak gibi mânalara da delâlet eder.

Böylece İslâm ve İmân, sadakatle kulluğu gerektirdiğinden, o iki sıfattan sonra bu sıfat anılmıştır.

4. Sadakat: Sözünde, özünde, davranışında doğru olup, aleyhine bile olsa doğruluktan ayrılmayan kimseye ‘sadık’ denir. Her şeyin başında. Kelime-i Şehadet’i söyleyen müslüman mü’min, iki şehadetin gerektirdiği hususları yerine getirme konusunda Rabbine söz vermiş olur ve bu sözüne sadık kalması gerekir, İşte Cenâb-ı Hak, yüce huzurunda boyun eğip itaat üzere ibâdet eden kulunu ‘sadık’ sıfatıyla anmaktadır.

5. Sabır: İman ve İslâm’ın gereğini yerine getirirken dayanma gücünü ortaya koyan, karşılaştığı üzücü olaylara göğüs geren, başa gelen dert ve musibetlere katlanıp kazaya rıza gösteren; ibâdet, meşru iş, ilim ve hayırlı konulara yönelirken azimle devam eden kimseye ‘sâbir’ denilir. Sabreden kimseyi; bela ve musibetlere karşı sabırlı olan, ibadetleri yapmada ve devam etmede sabır gösteren, günahlardan sakınmada da sabır ve metanet gösteren, diye özetlemek mümkündür.

6. Huşu’: Allah’ın huzurunda sükûnet, gönül huzuru, sevgi, tevazu’ ve saygı ile durup edep ölçüleri içinde korkmak anlamına gelen ‘huşu” da geniş kapsamlı bir kavramdır. Kendini kulluğun bu çizgisine getiren mü’mine ‘Hâşi” denir. İslâm’ın va’dettiği selâmet yolunda sadakat ve sabrını ortaya koyan mü’mine yakışan güzel vasıflardan biri de, şüphesiz ki ‘huşu”dur. O bakımdan sadakat ve sabırdan sonra bu sıfata yer verilmiştir.

7. Sadaka: Sadaka, ‘sıdk’ kökünden türetilmiştir. Gelir kaynağı ve yeterli işi olmayan, kazanma imkânı çok sınırlı bulunan fakir ve muhtaçlara; dost ve yakınlara Allah için yardım etmek suretiyle sadakatini ortaya koyan mü’mine ‘mutasaddık’ sıfatı verilir. Böylece mü’min bedenî ibâdetin yanında malî ibâdette de bulunmak suretiyle doğruluğunu tazelemiş olur. Sadaka, çok yönlü bir yardımı ifade eder. Şöyle ki, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyi gidermekten tutun da, kişinin kendi eşinin ve çocuklarının ağzına koyduğu bir lokmaya ve insanlara karşı güler yüz, tatlı dil izhar etmesine kadar yapılan her iyilik bu kelimenin kapsamına girer. Şüphesiz Allah’tan saygı ile korkup O’na teslimiyet gösteren mü’min, mal ve servetin amaç değil, gerçek amaca erişmek için araç olduğunu bilir ve kazandığı nimetleri yalnız kendi inhisarı altında tutmaz, fazlasını muhtaç durumda olan din kardeşlerine vermek suretiyle yalnız kendisi için yaşamadığını ve kendisi için kazanmadığını ortaya koyarak toplumdan kopmaz bir parça olduğunu her vesileyle ispatlar.

8. Oruç: Oruç, daha çok bedenî bir ibâdettir. Hayvanî sıfatı zayıflatıp melekî sıfatı kuvvetlendirmek; nefse karşı hâkimiyet sağlayıp irâdeyi en iyi şekilde kullanmak demektir. Mü’min sadaka vermek suretiyle malını, oruç tutmak suretiyle de bedenini temizler.

9. İffet ve namusu korumak: Bu da oruç ibâdeti gibi, nefsanî arzulara karşı üstünlük sağlamayı; her şeye rağmen meşru’ sınırları aşmamayı gerektiren bir sıfattır. İnsanı kemal derecesine yükselten hasletlerden biri de, şüphesiz ki, namus ve iffeti, emredildiği şekilde korumak; şehevî duyguyu meşru olan yana çevirip kanalize etmektir. O bakımdan oruç ibâdetinden hemen sonra iffet ve namusu koruma anılmıştır.

10. Allah’ı çokça anmak: Yukarıda sıralanan dokuz vasfı kendinde toplayan mü’minler nefis ikliminden uzaklaşır, İblîs’e sırt çevirerek rahmânî aydınlığa doğru yönelirler. Böyle olunca da her gün Allah’a biraz daha yakın olma bahtiyarlığına kavuşurlar. Artık kalpleri daha çok Allah ile dolup taşar, O’nun sevgi ve korkusuyla süslenir de oradan dile taşarak kalbî zikirle birlikte dil ile zikretmeye yönelirler. Bundan derunî zevk duydukları için gece ve gündüz Allah’ı anmayı unutmazlar; işe başlarken, evden çıkarken, oturup kalkarken hep O’nu hatırlarlar.

İşte dünya uğrağına gelip ebediyet yolculuğuna devam eden mü’min erkeklerle mü’mine kadınlar bu on sıfatla kendilerini donatıp yönlendirme basîretine eriştiklerinden dolayı, Allah onlara mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.

Diyebiliriz ki, dengeli, düzenli bir toplum ve aile için ideal sıfatlar bunlardır. Yetişmekte olan kuşakların ruh ve dimağlarına, bu son derece faydalı hasletleri işlemek ciddi bir eğitim meselesidir. O bakımdan Cenâb-ı Hak bu sıfatları sıralarken hem erkeklerden, hem de kadınlardan söz ederek dinde, ahlâk ve fazilette eşit durumda mükâfatlara sahip olduklarına işarette bulunmuştur.

İlgili ayetin meali şöyledir:

‘Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır. Kendilerine zıhar yaptığınız eşlerinizi anneleriniz kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız kılmamıştır. Bunlar ağızlarınızla söylediğiniz mânasız sözlerden ibarettir. Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir. Öyleyse evlatlara babalarını esas alarak isim verin! Böyle yapmak Allah nezdinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, bu takdirde onları kardeş veya mevlâ olarak kabul edin! Yanılarak isimlerde yaptığınız hatalardan ötürü size vebal yoktur, ancak kalpleriniz kasıt gözeterek yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah gafurdur/affedicidir, rahîmdir/çok merhametlidir.’ (Ahzab, 33/4-5)

Ayette ifade edilen husus, insanların yanılarak veya -bir nesep iddiası olmaksızın- yaşlı bir insanın bir çocuğa ‘evladım’ veya küçük yaştaki bir kimsenin saygısından ötürü yaşlı birine ‘baba’ demesinde bir sakıncanın olmadığıdır.

Kur’an’ın başka ayetlerinde de benzer durumlar için de ‘insanlar, -kalplerinin kasıt gözeterek- yaptıklarından sorumlu oldukları ifade edilmiştir. Bakara suresinin 225. ayeti bunlardan biridir:

‘Allah sizi yeminlerinizdeki yanılmadan dolayı kınamaz, fakat bilerek/ kalplerinizin kasıt gözeterek yaptığınız yeminlere uymazsanız sizi sorumlu tutar. Allah çok affedicidir, cezayı çabuklaştırmaz (tövbe için fırsat tanır).”

Kur’an’ın, kişilerin yaptıklarından sorumlu olmaları için ‘kasıt arayan’ bir yargıyı ön görmesi, onun hükümlerinde ne kadar toleranslı olduğunu göstermektedir. Bu hükümler, ancak insanın her zaman yanılgıya veya kasıt aramadan yapacağı hatalara müsait olduğunu bilen Yaratıcısının hükümleridir.

Bu soru, konulara yüzeysel bir bakışla bakmanın insanı ne vartalara düşürdüğünün canlı bir misalidir.

Ayetin mealini yeniden görelim:

‘Allah, gerçeği açıklamak için bir sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise ‘Allah böyle misal vermekle ne kastediyor?’ derler. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.’(Bakara, 2/26).

İbn Abbas’tan yapılan rivayetlere göre, biraz sonra mealini vereceğimiz ayetlerde ‘sinek-örümcek’ten misal verilince, müşrikler ‘Allah böyle misal vermekle ne kastediyor?’ dediler. Bu ifadeleriyle gerçekten bunun hikmetini öğrenmek istiyor değillerdi. Maksatları, Kur’an’ın belagatı karşısında uğradıkları hezimeti, onun manasında -akıllarınca- buldukları kusurları bahane ederek bunu fırsata dönüştürmek istiyorlardı. Bazı rivayetlere göre, bu gürültüyü koparanlar Yahudilerdir.(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Söz konusu olan Hac Suresi Medine’de, Ankebut Suresi Mekke’de inmiştir. Bu duruma baktığımızda, bu rivayetlerin ikisi de doğrudur, denilebilir. Mekke’de müşrikler, Medine’de ise Yahudiler aynı konuya itiraz etmişlerdir.

Ey insanlar! İşte size bir misal veriliyor, ona iyi kulak verin: Sizin Allah’tan başka yalvardığınız bütün sahte tanrılar güç birliği yapsalar da, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi kurtarıp geri alamazlar. İsteyen de, kendinden istenilen de, kaçan da kovalayan da ne kadar güçsüz!’ (Hac, 22/73)

‘Allah’tan başka hâmi, sığınacak tanrı edinenlerin durumu, tıpkı kendine yuva yapan örümceğin haline benzer. Halbuki en çürük yuva, örümcek ağıdır. Keşke bu gerçeği bir bilselerdi!’ (Ankebut, 29/41)

Bu iki surede verilen sinek ve örümcek misali o kadar açıktır ki, daha fazla açıklamaya ihtiyacı yoktur. Bu ayetlerin ifadeleri, batıl tanrıların ve tanrıcıların durumunu, gerçeklerden uzaklıklarını, ilke bazında dayandıkları çürük temellerini çok açık bir benzetme sanatıyla tasvir edip ortaya koymuştur.

Bu hikmetten olsa gerektir ki, Kur’an-ı Hakim, onların soruları doğrultusunda bu misalden neyin kastedildiği hususuna değinmemiş, sadece bu inadî küfürlerine karşı bir hakikatin altını çizmiştir. O da; dalalet ve hidayetin bir imtihan malzemesi olduğu gerçeğidir. Böyle misaller, bir kez daha bir imtihan  sahnesini açmış ve insanlığa sunmuştur. Bazıları, bu misal penceresinden imanlarını arttırırken, bazıları şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşarlar. Fakat, şaşkın olanlar, aklı kullanma, ön yargı fanatizminden uzak durma, niyetlerinde hakkın hatırını esas alma, düşüncelerini gerçeği bulmaya yoğunlaştırma k gibi yol-yordamlardan sapağa saptıkları için sapıklığa düşmek onlar için mukadder oldu. ‘Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.’ mealindeki ayetin ifadesi bu gibi hakikatlere işaret etmektedir.

Yoksa, Kur’an’ın onlarca yerinde yer alan ‘Neden gerçeği düşünemiyorsunuz? Neden aklınızı kullanmıyorsunuz? ‘Kur’anı hiç düşünemiyorlar mı?’ mealinde ifadeler gibi çağrılar, İslam dininin bütün mesellerini akla kabul ettiren bir din olduğunu göstermektedir.

“Gerçekten Biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.”(İsra,17/70)

Bu âyetler, şunu hatırlatmak istiyor: “Canlı ve cansız bütün kâinatı, güneşten, aydan, yıldızlardan, atmosfer küresinden, topraktan, sudan madenlerden, kuşlardan, balıklardan, koyunlardan, ineklerden, meyvelere, zerrelere kadar bütün kâinatı insana hizmet ettiren, ne insanın kendisi, ne başka insanlar, ne cinler, ne başka varlıklar ve ne de kör tesadüflerdir. Belli ki rahmeti nihayetsiz Yaratıcının rahmeti ve iradesi bunu dilemiştir. Şu halde insanı bu derece yücelten O iken, nasıl olur da insan O’na değil de, başka âcizlere kulluk eder, nihayetsiz aptallık edip kendi değerini düşürür.”

Âyetin birinci bölümünde “kerramnâ” yani “tekrîm, şerefli kılma” gündeme getirildiği halde, son bölümünde “faddalnâ” yani “üstün kılma” anlamına gelen “tafdil” kelimesi kullanılmıştır. “Şerefli kılma” ile “üstün kılma” arasında elbette bir fark olması gerekiyor. Râzî bu farkı şöyle açıklamaktadır: Yüce Allah insana akıl, konuşma kabiliye­ti, yazı yazma, güzel bir şekil ve ayakta yürüme özelliklerini vermekle onu şerefli kılmıştır; diğer taraftan akıl ve anlayışı ile, doğru inanç ve ahlâkî güzellikleri elde etmesini teklif etmiştir. Bu da onun üstünlüğünü ifade etmektedir. (Râzî, Tefsir, XIV, 543.)

Genel manada bakınca şerefli olmak daha çok yaratılıştan, üstün olmak da sonradan kazanılanlarla elde edilmektedir. Bunu kesin bir çizgi ile ayırmak mümkün değildir ama ana hatları ile böyle söylememiz mümkündür.

Mesela insanlar, cin­den ve diğer canlılardan üstündürler. Onların faziletli olanları da meleklerden, melekler ise sıradan insanlardan daha üstündürler.

“Ey iman edenler! Belirli bir vâdeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın. Aranızda doğrulukla tanınmış bir kâtip onu yazsın…” (Bakara Suresi, 2/282) mealindeki ayette geçen “yazın” emrinin bağlayıcı bir emir (âmir hüküm) olup olmadığı tartışılmış­tır.

Dört mezhebin imamlarının içinde bulunduğu çoğunluğa göre burada, borcu güvence altına almak için öngörülen tedbirleri ihtiva eden emirler tavsiye niteli­ğindedir, yapılırsa daha iyi olur (mendup) kabilinden bir hüküm getirmektedir.

Taberî, Dâvûd ez-Zâhirî, Atâ gibi fıkıhçı ve tefsircilere göre bu emir bağlayıcı hüküm getirmektedir; yazmak farzdır, terkeden günahkâr olur.

“Yazın” emrinden sonra gelen “Bir kâtip yazsın” emri, “Taraflar okuma yaz­ma biliyorlarsa kendileri yazsınlar ve her biri yazdığını karşı tarafa versin; ayrıca hukukî işlem için tanık bulundursunlar. Eğer taraflar okuma yazma bilimyorlarsa aralarındaki borcu, yazmayı bilen birisi doğru dürüst yazsın” şeklinde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Yazma emri aynı zamanda İslâm hukukunda yazının delil olduğuna, yazılı vesikanın ispat vasıtası olarak kullanılacağına dayanak kılınmıştır.

Kendine başvurulan yazıcının borç vesikasını yazmaya mecbur olup olmadğı konusunda da farklı görüşler vardır. “Yazması mutlak olarak farzdır” diyenler yanında “Farz-ı kifâyedir, vakti müsaitse farzdır” diyenler de vardır. Hanefî fıkıhçısı Cessâs’a göre yazmanın aslı bile farz olmadığına göre kâtibin yazmasının farz olması düşünülemez. Ancak hakkın zayi olmaması için kendilerine yazmayı öğret­mesi veya kendi yerine bir yazıcıyı göstermesi gereklidir. (Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 484) 

Yazma karşılığında ücret almanın caiz olması da yazmanın hükmüne bağlıdır. Din yönünden farz olan amellerden ücret almak caiz değildir, farz olmayanlardan ücret alınabilir. Âyetlerin lafız ve ruhuna bakılırsa, yazma imkânı bulunan kimselerin, özellikle başkası bulunmadığında ve hakkın zayi olması ihtimali de söz konusu olduğunda yazmaktan geri durmalarının caiz olmadığını söylemek isa­betli olsa gerektir.

Evvela ateist ‘kâfir’ kavramında dahildir. Her kâfir ateist değil, fakat her ateist kâfirdir.

İslam alimleri, Allah’ın sıfatları konusunda ‘bila teşbihin ve la temsilin ve la ta’tilin…’ derler. Bununla Allah’ın bir benzerinin olmadığını ifade etmekle beraber, onun varlığını yok sayan bir anlayışın da (Ta’tilin de) doğru olmadığını anlatmak istiyorlar. Bu sebepledir ki, İslam literatüründe ateistler ‘Muattıla’ sözcüğüyle ifade edilmiştir.

Aslında İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın varlığının inkârı meselesi yok denecek kadar azdır. Bundandır ki, Kur’an-ı Hakim’de üzerinde durulan konu Allah’ın varlığının ispatından ziyade, Allah’ın birliğinin ispatı meselesidir. Çünkü, kâfirler Allah’ı inkâr etmiyor, sıfatlarında yanlış yapıyorlar. Hatta müşrikler bile Allah’ın varlığını inkâr etmiyorlar.

Bu hastalık, materyalist felsefe akımının ortaya çıktığı bu son üç-dört asrın ürünüdür.

Bediüzzaman Said Nursi’nin açıklamasına göre (Sözler, Yirmi Beşinci Söz ikinci Suret Beşinci Nokta), Tur suresinin 29-43. ayetlerinde yer alan ve ‘Yoksa’ anlamına gelen ‘EM’ istifham edatıyla başlayan ayetlerden her biri, inkârın, dalâletin ve dinsizliğin her çeşidini susturan, son derece yoğun, etkili bir hitap harikası ortaya kor. Bedâhetleri, âşikâr gerçekleri inkârcıların tepelerine füzeler gibi indirir. On beş defa “Yoksa?” lafzı ile yapılıp pekiştirme ifade eden soru üslubu (istifham-ı inkârî ve teaccubî) ile “Nasıl olur da bu gerçekleri reddedebilirsiniz, şaşılır sizin aklınıza!” diyerek şüphenin bütün çeşitlerini çürütür ve her bir cümlede inkâr gruplarından bir bölümünün iddialarının hülasasını iptal eder.

Misal olarak konumuzla ilgili olan ateistliği ‘Onlar bir Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar?’ mealindeki ayetlerin ışığında şu cümlelerle ortaya koymuştur:

‘Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.”

“Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan her şeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubudiyetten istinkâf ederler? Demek kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, bir tek şeyin hâlıkı, her bir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan daha aşağıdırlar. Öyleyse bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme’
(Nursi, a.g.y).

Diğer ayetlerin açıklaması için de ilgili eserin ilgili yerine bakılabilir.

Tur Suresi’in ilgili ayetlerinin mealleri:

29. Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatına devam et. Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.

30. Ne o, yoksa onlar senin hakkında: “Ne olacak? Şairin biri! Feleğin onun başına neler getireceğini göreceğiz” mi diyorlar?

31. De ki: “Bekleyin bakalım! Ben de sizin fecî âkıbetinizi bekliyorum.”

32. Akılları mı kendilerinden bunu istiyor, yoksa onlar azgın bir toplum olduklarından mı böyle yapıyorlar?

33. Yahut Kur’ân’ı “kendi uydurdu” mu diyorlar? Hayır! Onlar bu iddialarında samimî değiller. Onların inanmaya niyetleri yok da onun için bu kabîl sözler sarfediyorlar. (Vicdanları ağızlarından çıkan bu iddiayı kabul etmez. Zira Araplardan bir ferdin bütün Arapları âciz bırakacak bir eser ortaya koyamayacağını kesin bilirler.)

34. O halde bu iddialarında tutarlı iseler Kur’ân gibi bir söz getirsinler bakalım!

35. Onlar bir Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar?

36. Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiye ulaşmaya gitmezler.

37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların mı yanında? Yoksa kâinatı onlar mı yönetiyorlar?

38. Yoksa onların yükselmelerini sağlayan bir merdivenleri, kuleleri var da o sayede mi göklerin haberlerini dinliyorlar? Öyleyse o haber dinleyenleri kim ise, meleklerin sözlerini dinlediğine dair kesin bir delil getirsin!

39. Yoksa kız çocukları O’nun da, erkekler sizin mi?

40. Yoksa onlardan vahyi tebliğ, risalet ve irşad hizmetlerinden ötürü bir ücret istiyorsun da, onlar ağır bir borç yükü altında eziliyorlar mı?

41. Yoksa gayba dair bilgiler kendilerinin elinin altındadır da, onlar oradan istedikleri tarzda yazıp kopyalıyorlar mı?

42. Yoksa onlar bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Şunu bilsinler ki: Asıl kapana kısılacak olanlar, o kâfirler olacaklar.

43. Yoksa onların Allah’tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların iddia ettikleri ortaklardan münezzeh ve yücedir.

44. Şayet kendilerinin kötü bir maksatla istedikleri gibi gökten bir parçanın düştüğünü görseler, inatlarından ötürü “Bunlar üst üste yığılmış bulutlardır” derler.

45. O halde sen onları, darbe yiyip çarpılacakları güne kadar kendi hallerine bırak! (Bu âyetin işaret ettiği hadiselerin birincisi, Bedir zaferidir.)

46. O gün hile ve tuzakları kendilerine asla fayda sağlamaz ve yardım da görmezler.

47. Muhakkak ki o zalimlere bundan başka azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler.

48-49. Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Çünkü sen Bizim himayemiz altındasın. Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O’na ibadet edip tenzih et. (Namaza kalktığında:”Subhanekellahümme ve bi hamdike” demek, mânası mümkün olduğu gibi, “Uykudan kalktığında” veya “herhangi bir meclisten, bir yerden kalktığında” mânasına da gelebilir.)

  • Kur’an nedir?
  • Kur’an’ın anlamı nedir?
  • Kur’an’ın tefsiri nedir?
  • Kur’an’ın indirilişi nasıl gerçekleşti?
  • Kur’an’ın dil yapısı
  • Kur’an’da kaç sure ve ayet bulunur?
  • Kur’an’ın temel mesajları nelerdir?
  • Kur’an’ın toplumsal hükümleri
  • Kur’an’ın ahlaki öğretileri
  • Kur’an’ın bilimsel ayetleri
  • Kur’an’ın tarihsel bağlamı
  • Kur’an’ın mucizeliği
  • Kur’an’ın farklı yorumları
  • Kur’an’ın hukuki hükümleri
  • Kur’an’ın çeşitli temaları
  • Kur’an’ın insan hayatına etkisi
  • Kur’an’ın İslam kültüründe yeri
  • Kur’an ve hadis ilişkisi
  • Kur’an’ın toplumsal ve siyasi rehberliği
  • Kur’an’ı anlamak için nasıl bir yaklaşım izlemeli?
  • Kur’an’ın öğretileri nelerdir?
  • Kur’an’ın manevi değeri nedir?
  • Kur’an’ın tarihi ve nüshaları
  • Kur’an’ın toplumsal etkileri
  • Kur’an’ın hikmetleri
  • Kur’an ve bilim ilişkisi
  • Kur’an’da duaların yeri
  • Kur’an’ın günlük hayata uygulanması
  • Kur’an ve insan psikolojisi
  • Kur’an’ın dil ve üslubu
  • Kur’an’da geçen peygamberler
  • Kur’an’da geçen melekler ve cinler
  • Kur’an’da geçen kıssalar
  • Kur’an’da geçen ahlaki öğretiler
  • Kur’an’ın nazil olduğu olaylar
  • Kur’an’da adalet ve merhamet vurgusu
  • Kur’an’da cennet ve cehennem tasvirleri
  • Kur’an’da geçen ibadetler
  • Kur’an’da geçen aile ve evlilik hükümleri
  • Kur’an’ın eğitim ve öğretim yaklaşımı
Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers