Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)

Sorular ve Cevaplar

 İmam Rabbanî Hazretleri: “Mübarek Ramazan ayı, bütün hayırları ve bereketleri câmîdir. Kim Ramazan ayını çok iyi değerlendirip hayır ve bereketinden nasipdâr olursa, bütün senesini o câmiiyet içinde geçirmeye muvaffak olur.” buyuruyor. Bu tespitin bir tahlilini lütfedip, mübarek Ramazan ayını en rantabl şekilde değerlendirme adına neler tavsiye edersiniz?

Bilindiği gibi bazı mübarek ay, gün ve gecelere ait bir kısım faziletlerden bahsedilmiştir. Meselâ Kur’ân’ın ifadesiyle, Kadir Gecesini ihyâ eden bir insan, bin ayı ihyâ etmiş gibi sevap alır. Yine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle, vatanı korumak gayesiyle bir saat nöbet tutan insan, bir sene ibadet yapmış gibi sevap kazanır; keza bir saat tefekkür eden insan, bir sene ibadet yapmış gibi olur.. demek bu türlü az ve dar bir zaman dilimi içinde, yine hayatî önem taşıyan bir mekânda bir insanın yapacağı bazı hususî, cüz’î, zıllî şeyler, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbediyor, zılliyetten çıkıp asliyete inkılâp ediyor ve Cenâb-ı Hakk’ın katında aslı eda edilmiş gibi kabul ediliyor.

İmam Rabbanî Hazretlerinin Ramazan’la ilgili değerlendirmesine gelince; en başta meselenin teşvik yanı söz konusu. Yani bir insan, Ramazan-ı şerifi, gecelerini kıyamla, gündüzlerini de oruçla geçirirse, Kadir Gecesi’nde vaad edilen ilâhî lütuflar onun için bahis mezvuu olabilir. Dolayısıyla bütün bir seneyi câmî bir mü’min olarak geçirmiş olur ve böyle bir insanın sakatatı da olmaz. Bu da, o insan için bir salih (doğurgan) dairenin teşekkül etmesi demektir ki, böyle bir durumda her hayır, başka bir hayrı doğurur ve derken o insan için bir hayırlar dairesi teşekkül eder.

Evet, bir insan gecesiyle gündüzüyle bir Ramazan-ı şerifi ihyâ etmekle, bütün sene hayırlara açık olabilir ve hep hayır yollarında dolaşabilir. Tabiî böyle potansiyel bir lütf-i ilâhî herkes için söz konusudur. Ramazan-ı şerifi tastamam ihyâ eden bir insan için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

  • İnanarak ve aynı zamanda sevabını da Allah’tan bekleyerek tutarsa, işlediği bütün günahları Allah (celle celâluhu) affeder.” buyurur.

Demek bu türlü mübarek ibadetlerde insanın niyeti, hulûsu, yakîn mülâhazası çok önemli ki, bunların derinliğine göre Allah (celle celâluhu) bazen bire on, bazen yüz ve bazen de milyon veriyor. Tabiî böyle bir sevap katlaması, o insanın ömrünün senelerini aşar.

Bunu küçük bir misalle anlatmak gerekirse, diyelim ki Ramazan-ı şerifte Kadir Gecesi’ni yakaladınız. Bu, bin ay hesabına göre seksen sene yapar. Buna göre, o insan sanki seksen sene yaşamış gibi sevap kazanır; başka bir ifadeyle, bin ay namaz kılmış, bin ay oruç tutmuş gibi olur. Bu ise, bir insanın ömrünü aşkın bir şeydir; zira ümmet-i Muhammed’in en uzun yaşayanları bile seksen yaşını biraz aşkın yaşamışlardır/yaşıyorlar. Yine bu öyle bin ay ve öyle seksen sene ki, içinde riya yok, süm’a yok.. meselâ siz namaz kılar, rükua gidersiniz ama içinizden, “Çevredeki insanlar da gördü ki iyi bir rüku çıkardım.” diye geçirseniz; yine secdeye gider, Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’in secdesini tarif ederken “Secde edenler arasında kıvrım kıvrım halini Allah görüyor..” (Şuarâ sûresi, 26/19) ifadesinde olduğu gibi, kıvrım kıvrım bir secde eda edersiniz ama aklınızın köşesinden, “Nasıl secde edilirmiş insanlar bir görsün.” diye geçirseniz, sizin bu düşünceniz o secdeyi de, rükuu da ve onların önündeki şeyleri de alır götürür. Sadece yatıp kalkmanız ve bir de yorgunluğunuz yanınıza kâr kalır. Ama Kadir Gecesi’nde kazandığınız şey, öyle bir netice verir ki, gecenin bir ânında ve kimsenin olmadığı bir ortamda yaptığınız ibadet ü taati riya, süm’a fırtınaları alıp götürmez. Yine onun içinde başka günahlar da yoktur; meselâ harama bakmamış, yalan söylememiş, din-i mübin-i İslâm’ın esaslarına aykırı hareket etmemişsinizdir.

Bir ehl-i tahkikten bu geceyle ilgili şöyle bir değerlendirme duymuştum; bu zat derdi ki, meselâ birinin malını yemişsiniz, birine sövmüşsünüz ya da birinin gıybetini etmiş, çekiştirmişsiniz. Bütün bunların karşılığını ötede sizin sevabınızdan alır, ona verirler. Ancak bu verilecek şeyler, sizin yaptığınız şeylerden verilir; fazlî olan, yani Allah’ın (celle celâluhu) size fazlından verdiği şeylerden verilmez. O hâlde, eğer Cenâb-ı Hak bir gecede size seksen senelik bir ecir vermişse, seksen bin adama borcunuz da olsa, eğer sizin sadece o geceniz varsa, o geceniz alınıp onlara taksim edilir ama Allah’ın fazlî surette size verdiği şey, seksen seneye muâdil olarak bitevî size kalır…

İşte Ramazan ayı, böylesine hayırlara, hasenata açık ve aynı zamanda önemli hayırlar doğuran bir aydır. Ancak hususiyle Kur’ân hizmetkârlarının Ramazan’ı da, başka zamanları da ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü günümüzde hiç kimsenin yapamayacağı her mevsime ait işleri, Allah (celle celâluhu) bu hizmet insanlarına yaptırıyor. Böylece onlar sadece Ramazan ayını değil, âdeta bütün ömürlerini mücahede ruhu ile bir dantelâ gibi örüyorlar. İşte bu durum, İmam Rabbanî Hazretleri’nin dediği, münhasıran bir Ramazan’ı ihyâ etmeyi, onu değerlendirmeyi ve Ramazan’ın değerlendirilmesiyle çok engin, çok geniş hayırlara açılma işini çok çok aşar. Çünkü bu insanlar, göz doldurucu ve çok çalımlı işler yapıyor ve belki şu anda gerçek değeriyle değerlendiremeyeceğimiz şekilde bir tarih yazıyorlar. Bu açıdan da eğer bir Ramazan ayı ihlâslı bir insana seksen senelik ömür kazandırıyorsa, her hâlde onlarınkini hesap etmek mümkün olmayacaktır.

Ramazan ayında şeytanlar zincire vurulduğu halde niçin bazı zamanlarda vesveseler geliyor ve erkekler ihtilam oluyorlar?

Şeytanların zincire vurulduğu hadis-i şerifte ifade buyuruluyor. Orada beyan buyurulan “merede” kelimesi, şeytanın bir sıfatıdır ve inatçılar, direnenler demektir. Demek ki, bütün şeytanlar değil, en inatçı şeytanlar bağlanmaktadır. Hadis-i Şerif’ten anlaşıldığına göre şeytan tamamen etkisiz hale getirilmiyor., büyükleri, en azılıları bağlansa bile diğerleri belli bir alanda icraatlarını devam ettiriyor.

Eğer insan, onların icraat alanına girmezse bir şey olmaz. Şeytanlar ona yaklaşamaz. Mesela, barlar pavyonlar şeytanın kol gezdiği yerlerdir. İnsan buralara gider içki içer, eğlenir, kendinden geçer de, silahıyla bir adamı vurursa, “hani şeytanlar bağlanmıştı” diyemez. Şeytan, ölmüyor ramazanda, sadece sınırları daraltılıyor, tesir gücü azaltılıyor, faaliyet alanı küçültülüyor. İnsan da bu arada dikkatli olmalı, onun sahasına girmemeli ve ramazanda büyük bir ivme kazanarak, ramazan sonrası şeytanların her yanda avını kurup beklediği zamanlar için manevi gerilim elde etmeye çalışmalıdır.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Ramazan’da herkes, az çok kendini günah ve kötülüklerden alıkor. Önceden yaptığım günahları bari Ramazan’da işlemeyeyim diye kendine çeki düzen verir. Her tarafta coşkun bir maneviyat yaşanır. Namazlar, oruçlar, iftarlar, sahurlar, teheccüdler, teravihler..vs. derken bütün inananlar adeta bir maneviyat dopingine tabi olurlar.

İşte bu cennet gibi iklimde şeytanlar homurdanır dururlar ama yapacakları pek fazla bir şey yoktur. Zira, mü’minler ellerinden geldikçe bu mübarek zaman diliminin sürükleyici akımına katılırlar ve her an binbir ruhani zevk yaşarlar. Bu manzara karışısında şeytan, inanmış gönüllere hükmedemez hale gelir ve hıncından adeta kudurur.

Bahsettiğiniz vesvese meselesi, ayrıca üzerinde durulmalıdır. Pek çok yönü var. Ancak, ramazanda vesvesenin gelmesi de yine şeytanın tamamen yok edilmemesiyle irtibatlı olarak düşünülmelidir. Şeytan zincire vurulsa da içimizdeki nefis ve bazı duygular, bizi bu türlü vesveselere sürükleyebilir. Vesveselerin tamamen kalkması, imtihan sırrına ve insanın inkişafı hakikatine zıttır. Az da olsa olacaktır. Olacaktır ve insan vesveselerle boğuşarak Ramazan’da daha da kuvvetli bir imana erişecektir.

Zaten vesvese de, imanı olan insana gelir. İhtilam meselesine gelince, bunu tamamen şeytana bağlamak doğru değildir. İnsan manen iyi olduğu zamanlarda da ihtilam olabilir. Ayrıca işin sıhhi tarafı da unutulmamalıdır. Soğuk, ağır kaldırma, aklı aşırı derecede kullanma gibi insan vücuduyla alakalı boşalmalar da olabilir.

Kur’an’la meşguliyetin derecesine göre sevabı vardır. Kur’an’ı okumak, dinlemek, gözle takip etmek gibi fiillerin her biri sevaptır. Tabii ki Kur’an’ı CD’den dinlemek güzeldir ve kişiye sevap kazandırır. Ancak bizzat okuyandan dinlemek daha güzeldir. Bu açıdan imkanı olanların CD yerine bizzat mukabele dinlemeleri tavsiye edilebilir.

Ancak bir kişinin buna imkânı yoksa Kur’an’ın nurundan ve feyzinden mahrum kalmaması için en azından CD’den veya televizyondan takip etmesi de tavsiye edilir. Tabii ki bütün bunların yanında bizim bizzat kendimizin Kur’an okumamız hatta onu meal ve tefsirlerden öğrenmeye çalışmamız en güzelidir.

Birer disiplin insanı haline gelebilmemiz için Ramazan ayının ne gibi katkıları olabilir? Ramazan-ı Şerif bizde ne türlü alışkanlıklar hasıl etmelidir?

Disiplin, frenkçe bir kelimedir; intizamın te’mini için uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek için lazım gelen zihnî, ahlâkî, ruhî terbiye ve “düzen ruhu” manalarına gelmektedir. Disiplin insanı ise, belli kaide ve prensipler çerçevesinde yaşayan, tertip ve düzen hususunda hassas davranan insan demektir.

Aslında, bir mü’minin hayatı her zaman çok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, nelerle meşgul olması ve hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini önceden bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Onun, hangi işi önce yapacağını belirleme ve bir programa göre çalışma niyeti haricinde “Acaba şimdi ne yapsam?” şeklinde bir düşüncesi olmamalıdır. O, hem Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alakalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini ve bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka önceden tayin etmeli; her haliyle bir düzen ve intizam örneği sergilemelidir. Haddizatında, ibadetler iş tanzimi ve vakit taksimi için çok önemli birer köşe taşıdır ve inanan insan çoğu zaman işlerini o ibadet takvimine göre ayarlar: “Öğle namazından sonra; akşam namazından önce..” diyerek gününü belli dilimlere ayırır ve hiçbir anını boş geçirmemeye çalışır.

Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, yeme içmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi zabt u rabt altına alırlar; hiçbir meselelerini dağınıklık içinde ve sürüncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki, hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır.

İşte, Ramazan ayı, yemek-içmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyaç ölçüsünde ve hamd ü şükür duyguları içerisinde gidermek suretiyle hayatı disipline etmeyi öğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete geçirip iradeyi güçlendirerek sürekli istikamet üzere olabilmeyi ders verir.

Ramazan-ı şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-içme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Adeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek için mutlaka yemeye, içmeye ihtiyaç vardır. Ne var ki, sağlık prensipleri hesaba katılmadan yenip içilen her şey beden için zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar güçlenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet çukurlarına düşürmesi de bir felakettir. Evet, vakitli vakitsiz sürekli bazı şeyler yiyip içmek ve mideyi hep dolu bulundurmak, hem bedene zarardır hem de Cenâb-ı Hakk’ın hoşlanmadığı bir davranıştır.

Bu mübarek ay boyunca tutulan oruç, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kaçınma, hem beden hem de ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda mutlaka helâl dairesinde kalarak harama asla el uzatmama hususlarında temrinat yaptırır; Ramazanlaşan insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.

Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine göre bir sadâkat eri haline getirir. Oruç tutan ve ondaki sırrı kavramaya çalışan bir mü’min, hem Hakk’a teveccühünde hem de halkla münasebetlerinde hep vefa ve sadâkat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yürür ve bütün gününü kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyor olma duygusuyla yaşar. Dünyevî eğilimlerden ve cismanî temayüllerden birazcık sıyrılınca, kendini Cenâb-ı Hakk’a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir önünde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, hep Allah için düşünme, Allah için konuşma, Allah için muhabbet duyma, “lillah, livechillah, lieclillâh” dairesi içinde kalma ve her zaman Hakk’a müteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gün biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadâkat insanı olur.

Zaten oruç, vefa duygusunun en güzel bir alametidir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir anlaşmadır: Kul, belirli süreler dahilinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gösterir; Cenâb-ı Hak da onun mükafatını bizzat Kendisinin vereceğini vaat eder. Allah’a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve içtimaî hayatında da tam bir “vefa abidesi” durumuna yükselir. Bu duyguyla, sıla-yı rahimi gözetir, herkese yardım eli uzatır; zekatını ödemekten asla kaçmaz, hatta sadaka vermeye ve infak etmeye hiç doyamaz.

Hak’la münasebetin önemli bir şiarı da Kur’an okumak, dua dua Cenab-ı Allah’a yalvarmak ve sürekli O’na teveccühte bulunmaktır. Ne var ki, Kur’an-ı Kerim’in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar arasındaki hapsine son verip, onu dil ve gönüllere şeker-şerbet yapmak da pek çokları için bir manada ancak Ramazan-ı Şerifte mümkün olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur’an tadı çalmakta ve insanlara bir evrad ü ezkar disiplini de aşılamaktadır.

İşte, bir ay boyunca, yeme-içmeden yatıp kalkmaya, ibadet ü taatten evrad ü ezkâra kadar hayatın hemen her alanıyla alakalı bazı kaide ve kurallar çerçevesinde davranan, bir ölçüde disiplin ruhuna kavuşan ve düzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan’dan sonra da aynı nizam ve intizamı korumalı, devam ettirmelidirler. Mesela, bir ayın her gecesinde uykuyu bölüp sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mü’minler, bu otuz geceyi bir temrinat süresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hiç olmazsa bir kaç rekat teheccüd namazıyla aydınlatmalıdırlar.

Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim, tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve çizgilerini de dinimiz çok önceden belirlemiştir. Mesela, Allah’a ve Rasûlü’ne iman bizim için en önemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yönünü de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i herkese anlatmakla mükellefiz. Dinimizi neşretmek bizim görevimizdir. Dolayısıyla, gönüllere girmeye çalışırız; çok güzel olan İslam’ın güzelliklerini sergilemek için onu güzelce temsil etmeye gayret gösteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gönül verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak için, şer’an katî haram olan meselelere girmeme kaydıyla, o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen bütün vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için çabalarız. Aynı zamanda, disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; içinde yaşadığımız zamanın şartlarını göz önünde bulundurma, kendi kültür ortamımızın gerçeklerini gözetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve üslupla hitap etme gibi hususlara da azami özen gösteririz.

Şayet, kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da Zât-ı Uluhiyeti duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, acizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Zira, “Bahar gelsin, hava ısınsın, çiçekler açsın, bülbüller ötmeye başlasın… işte o zaman ben de şakırım!” şeklindeki bir düşünce bir disiplin insanının mülahazası olamaz. O kışta da şakımalıdır, yazda da; baharda da güle türküler söylemelidir güzde de. O, her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğu hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıdır.

Tabii ki, böyle bir gönül yüceliği ve bu denli bir disiplin ruhu -hususî bir inayet olmazsa- bir anda kazanılmaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi temrinat ister. Şu kadar var ki, Ramazan bir başlangıçtır ve o güzel hasletlere ulaşmak için çok bereketli bir ekim mevsimidir.

Aslında, inananlar için, insan ömrü bir Ramazan, büluğ çağı imsak vakti ve ölüm de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir ömür süren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz günde kazandığı güzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, onlar, burada biraz aç ve susuz kalmaya bedel, ötede “Kullarım, çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna Benim için katlanıyordunuz. O geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yiyin, için.” hitabını duyacak ve işte o gün asıl iftarı yapacaklardır.

Teravih, Arapça’daki “tervîha” kelimesinin cem’î (çoğulu) olup “teneffüs etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek” gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rekâtının sonundaki oturuş, “tervîha” olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin çoğulu olan “teravih” sözü, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan’da birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan namazını (teravihi) ikâme ederse onun geçmiş günahları bağışlanır.” diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın önemini ve sünnet olduğunu şöyle ifade buyurmuştur; Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sünnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlas ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) günahlarından arınır, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olur.

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sünnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekâtta bir selâm vererek kılınması en faziletli olanıdır. Aralarda salat u selâm, Esma-ı ilahî ve “Hizbu’l-hasîn”, “Hizbu’l-masun” gibi dualar okunabilir.

Günümüzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’in Ramazan’da yirmi rekât ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiili icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre yirmi rekâttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır; yirmi rekât olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, çok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata güç yetirebiliyorlarsa, hiç olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gücü ve kuvveti yerinde olan mü’minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikâme etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikâme etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihîn, Ramazan boyunca teravihte Kur’an’ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da tadil-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde ayetleri okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirmek kat’iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında “jet imam” tabir edilen kimseler türemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mü’minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil üzere okunmasına ve tadil-i erkanın gözetilmesine dikkat etmelidirler.

Teravih namazının dışındaki nafile namazlarda olduğu gibi, tedai (birbirini davet etmek) yolu ile olursa kerahet vardır. Bir kişiye yine vitir kılacak bir veya iki kişi uyarak cemaat olsalar bunda kerahet yoktur. Peygamber Efendimiz (s.a.s), bazı günlerde vitir namazını kılarken Hz. Aişe’ye (r.a) imamlık yapmıştır. Hazreti Ömer (r.a), Hazreti Ebu Bekir’in (r.a) vefatında onu defnettikleri gün vitri cemaatle kılmışlardır. Bunlardan anlaşılmaktadır ki vitri, Ramazan dışındaki günlerde devamlı olarak cemaatle kılmak mekruhtur. Ara sıra ve insanlar özel olarak cemaatle kılmak için çağrılmadan olursa bunun mekruh olmayacağı görüşü hâkim bulunmaktadır. (Nimetü’l-İslam, Namazla ilgili bölüm, s. 360)

Sadaka-i fıtır, Ramazan Bayramı’nın birinci günü tan yerinin ağarmasıyla vacip olmakla birlikte, Ramazan ayının girmesinden itibaren ödenebilir. Âlimler, Peygamber Efendimizin (s.a.s) hadislerinde ifade edilen yoksulların ihtiyaçlarının karşılanması amacına uygun olarak fitrenin bayramdan bir-iki gün önce ödenmesini teşvik etmişlerdir.

Ancak Bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise, Bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Fitrenin bayramın birinci gününden sonraya bırakılması uygun değildir. Bununla birlikte bayramdan sonraya kalması durumunda fitre mükellefiyeti devam eder ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir. Şafiî mezhebine göre, fitreyi bayram gününden sonraya özürsüz olarak geciktirmek haramdır.

İmam Rabbanî Hazretleri, “Mübarek Ramazan ayı, bütün hayırları ve bereketleri câmidir. Kim Ramazan ayını çok iyi değerlendirip hayır ve bereketinden nasipdâr olursa, bütün senesini o câmiiyet içinde geçirmeye muvaffak olur.” buyuruyor. Bu tespitin bir tahlilini lütfedip, mübarek Ramazan ayını en rantabl şekilde değerlendirme adına neler tavsiye edersiniz?

Bilindiği gibi bazı mübarek ay, gün ve gecelere ait bir kısım faziletlerden bahsedilmiştir. Mesela, Kur’ân’ın ifadesiyle, Kadir Gecesi’ni ihya eden bir insan, bin ayı ihya etmiş gibi sevap alır. Yine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle, vatanı korumak gayesiyle bir saat nöbet tutan insan, bir sene ibadet yapmış gibi sevap kazanır; keza bir saat tefekkür eden insan, bir sene ibadet yapmış gibi olur…

  • Demek bu türlü az ve dar bir zaman dilimi içinde, yine hayatî önem taşıyan bir mekanda bir insanın yapacağı bazı hususi, cüzî, zıllî şeyler, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbediyor, zılliyetten çıkıp asliyete inkılap ediyor ve Cenab-ı Hakk’ın katında aslı eda edilmiş gibi kabul ediliyor.

İmam Rabbani Hazretleri’nin Ramazan’la ilgili değerlendirmesine gelince; en başta meselenin teşvik yanı söz konusu. Yani bir insan, Ramazan-ı şerifi, gecelerini kıyamla, gündüzlerini de oruçla geçirirse, onun için Kadir Gecesi’nde vaat edilen İlahi lütuflar bahis mezvuu olabilir. Dolayısıyla bütün bir seneyi câmi bir mümin olarak geçirir ve böyle bir insanın sakatatı olmaz. Bu da, o insan için bir sâlih (doğurgan) dairenin teşekkül etmesi demektir ki, böyle bir durumda her hayır, başka bir hayrı doğurur ve derken o insan için bir hayırlar dairesi teşekkül eder.

Evet, bir insan gecesiyle gündüzüyle bir Ramazan-ı şerifi ihya etmekle, bütün sene hayırlara açık olabilir ve hep hayır yollarında dolaşabilir. Tabii böyle potansiyel bir lütf-u İlahi herkes için söz konusudur. Ramazan-ı şerifi tastamam ihya eden bir insan için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim inanarak ve aynı zamanda sevabını da Allah’tan bekleyerek oruç tutarsa, işlediği bütün günahları Allah (celle celâluhû) affeder.” buyurur.

  • Demek bu türlü mübarek ibadetlerde insanın niyeti, hülusu, yakîn mülahazası çok önemli ki, bunların derinliğine göre Allah (celle celâluhû), bazen bire on, bazen yüz ve bazen de milyon veriyor. Tabii böyle bir sevap katlaması, o insanın ömrünün senelerini aşar.

Bunu küçük bir misalle anlatmak gerekirse, diyelim ki Ramazan-ı şerifte Kadir Gecesi’ni yakaladınız. Bu, bin ay hesabına göre seksen sene yapar. Buna göre, o insan sanki seksen sene yaşamış gibi sevap kazanır; başka bir ifadeyle, bin ay namaz kılmış, bin ay oruç tutmuş gibi olur. Bu ise, bir insanın ömrünü aşkın bir şeydir; zira ümmet-i Muhammed’in en uzun yaşayanları bile seksen yaşını biraz aşkın yaşamışlardır/yaşıyorlar. Yine bu öyle bin ay ve öyle seksen sene ki, içinde riya yok, süm’a yok.. mesela siz namaz kılar, rükua gidersiniz ama içinizden, “çevredeki insanlar da gördü, iyi bir rüku çıkardım” diye geçirseniz; yine secdeye gider, Cenab-ı Hakk’ın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) secdesini tarif ederken “Secde edenler arasında kıvrım kıvrım halini Allah görüyor..” ifadesinde olduğu gibi, kıvrım kıvrım bir secde eda edersiniz; ama aklınızın köşesinden, ‘nasıl secde edilirmiş insanlar bir görsün‘ diye geçirseniz, sizin bu düşünceniz o secdeyi de, rükuu da ve onların önündeki şeyleri de alır götürür. Sadece yatıp kalkmanız ve bir de yorgunluğunuz yanınıza kâr kalır. Ama Kadir Gecesi’nde kazandığınız şey, öyle bir netice verir ki, gecenin bir ânında ve kimsenin olmadığı bir ortamda yaptığınız ibadet ü taati riya, süm’a fırtınaları alıp götürmez. Yine onun içinde başka günahlar da yoktur; mesela harama bakmamış, yalan söylememiş, din-i mübîn-i İslam’ın esaslarına aykırı hareket etmemişsinizdir.

Bir ehl-i tahkikten bu geceyle ilgili şöyle bir değerlendirme duymuştum; bu zat derdi ki, mesela birinin malını yemişsiniz, birine sövmüşsünüz ya da birinin gıybetini etmiş, çekiştirmişsiniz. Bütün bunların karşılığını ötede sizin sevabınızdan alır, ona verirler. Ancak bu verilecek şeyler, sizin yaptığınız şeylerden verilir; fazlî olan, yani Allah’ın (celle celâluhû) size fazlından verdiği şeylerden verilmez. O halde, eğer Cenab-ı Hak bir gecede size seksen senelik bir ecir vermişse, seksen bin adama borcunuz da olsa, eğer sizin sadece o geceniz varsa, o geceniz alınıp onlara taksim edilir; ama Allah’ın fazlî surette size verdiği şey, seksen seneye muâdil olarak bitevî size kalır…

İşte Ramazan ayı, böylesine hayırlara, hasenata açık ve aynı zamanda önemli hayırlar doğuran bir aydır. Ancak hususiyle Kur’ân hizmetkârlarının, Ramazan’ı da, başka zamanları da ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü günümüzde hiç kimsenin yapamayacağı her mevsime ait işleri, Allah (celle celâluhû) bu hizmet erlerine yaptırıyor. Böylece onlar, sadece Ramazan ayını değil, adeta bütün ömürlerini mücahede ruhu ile bir dantela gibi örüyorlar. İşte bu durum, İmam Rabbani Hazretleri’nin dediği, münhasıran bir Ramazan’ı ihya etmeyi, onu değerlendirmeyi ve Ramazan’ın değerlendirilmesiyle çok engin, çok geniş hayırlara açılma işini çok çok aşar. Çünkü bu insanlar, göz doldurucu ve çok çalımlı işler yapıyor ve belki şu anda gerçek değeriyle değerlendiremeyeceğimiz şekilde bir tarih yazıyorlar. Bu açıdan da eğer bir Ramazan ayı ihlaslı bir insana seksen senelik ömür kazandırıyorsa, her halde onlarınkini hesap etmek mümkün olmayacaktır.

(Ey kocalar), oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde, eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz. Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp, size bu lütufta bulundu. Artık bundan böyle onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun. Şafak vaktine, günün ağarması gecenin karanlığından fark edilinceye kadar yeyin için. Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz sırada eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın yasak sınırlarıdır, sakın o hudutlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah insanlara, zararlardan sakınıp korunmaları için âyetlerini iyice açıklar.” (Bakara, 2/187)

Ayet-i kerimede açıkça ifade edildiği gibi, Ramazan ayının gecelerinde -itikafta olanlar hariç- kişinin eşiyle ilişkiye girmesi helal kılınmıştır. Yani oruçlu bulunduğumuz esnada geçerli olan cinsel ilişki yasağı, iftarla birlikte ortadan kalkar ve bu, imsağın kesilmesine kadar devam eder.

Kur’an-ı Kerim’de: “Ar­tık siz­den kim ra­ma­zan ayı­nın hi­lâ­li­ni gö­rür­se, o gün oruca başlasın” (Bakara, 2/185) buyrulmakta, Allah Resulü (s.a.s.) de, “Hilali gördüğünüzde oruca başlayın, yine hilali gördüğünüzde iftar edin/bayram yapın” (Buharî, Savm 15) şeklinde beyanda bulunmaktadır.

Fıkıh kitaplarımızda bu konuda müneccim hesabına yani takvime itimat edilmeyeceği kayıtlıdır. Dört mezheb de, matematik hesabıyla, takvim hesabıyla aylar tespit edilmek suretiyle ramazan-ı şerîf tutulmaz, bayram da yapılmaz derler.

Ramazan-ı şerîfin tutulmasında, bayramın kabul edilmesinde esas, hilâlin görülmesidir. Hilâli gözetme esasen Cenaze namazını kılma gibi farz-ı kifâyedir. Normalde hilal en ince şekliyle bile görülse ramazan orucu tutulur. Takvim hesabı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hilâl bir günlük olarak da görülebilir, yarım günlük olarak da çeyrek gün olarak da görülebilir, hatta daha az bir parça da görülebilir. Oruç için hilalin tam bir günlük olması şart değildir; yarım günlük ve daha az zaman için de oruç tutulur.

Ulema hilalin görülmesinde ısrar eder ve bu konuda matematik hesabı -doğru bile olsa- ona itibar edilmeyeceğini söyler. Bunun yanında az sayıda buna itimat eden âlim de vardır. Genel kanaat, hilalin görülmesidir.

Kişinin Ramazan orucu kazayı ya da kefareti gerektirecek şekilde bozulduktan sonra, cinsel ilişkiye girmesi veya yiyip-içmesi ayrıca bir kefaret gerektirmez. Çünkü zaten o esnada oruçlu değildir. Kefaret gerektirmemesi, rahatlıkla cinsel ilişkiye girebilir, yiyip içebilir manasına gelmez elbette. Vaktin oruç vakti olmasına binaen o vakte saygının gereği yeme içmesini keser, cimaya girmez ve akşama kadar herkes gibi sabreder.

Oruç, niyet edip tutmaya başlamakla mükellef üzerine borç olmuştur. Bu sebeble, meşrû’ (hastalık, yolculuk gibi) bir mâzeret olmadıkça, başlanmış orucu bozmak günahtır. Ayrıca bozulan orucun sonradan gününe gün kazâ edilmesi de lâzımdır.

Farz olan Ramazan orucunu kasden bozmakta ise kazâ ile birlikte bir de kefaret denilen, iki kamerî ay (yaklaşık 60 gün) aralıksız oruç tutma cezası vardır.

Kazâ: Hiç tutulmayan veya tutulmaya başlanıp da bozulan bir orucu sonradan günü gününe tutmaktır.

Keffâret: Kasden bozulan bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak iki ay birbiri ardınca oruç tutmaktır.

Oruç kefaretinin dayanağı, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) döneminde vuku bulan bir olay karşında Peygamber Efendimizin uygulamasıdır. Hâdise şöyledir:

Ashabtan birisi “Mahvoldum!” diyerek Allah Resûlü’ne (aleyhissalatu vesselâm) gelmiş ve Ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

-Köle azat etme durumun var mı?

-Hayır yok.

-Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?

-Hayır. Zaten bu işte sabredemediğim için başıma geldi. -Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı?

-Hayır.

Bu sırada Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sepet hurma getirildi. Resûlullah bu hurmayı adama vererek, yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam: “Bizden daha muhtaç kimse mi var?” deyince, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gülümseyerek: “Al git, bunları ailene yedir.” buyurarak adamı gönderdi.”(Buhârî, savm 30; Müslim, sıyam 81; Ebû dâvûd, savm 37.)

Ramazan ayında herhangi bir özür bulunmaksızın oruç bozmak, büyük günahtır. Bundan dolayıdır ki, Ramazan ayının bu saygınlığını ihlâl ettiklerinden dolayı bu ağır cezayla karşı karşıya kalmış olurlar ki, işte buna kefaret adı verilmektedir.

Kefaret yerine getirilirken yukarıda belirtilen üç seçeneğin uygulanmasıyla ilgili olarak, sıranın mı gözetileceği, yoksa herhangi birisinin mi tercih edileceği hususunda farklı görüşler vardır. Hanefilere göre tercih söz konusu olmayıp, sıralamanın gözetilmesi gerekir. Günümüzde kölelik bulunmadığı için, öncelikle iki ay peş peşe oruç tutulması, oruca güç yetiremeyecek durumda ise, o zaman da bir günde altmış fakiri veya bir fakiri altmış gün doyurmak suretiyle kefaret yerine getirilmesi gerekir.

Kefaret aynı zamanda toplumdaki fakirlerin gözetilmesi, onlara yardımda bulunulması için önemli vesilelerden birisidir. İslâm, oruç ibadetini ihlal edenlere böyle bir cezayı vermekle, hem onları önemli bir ibadeti ihlal ettiklerinden dolayı cezalandırıp uyarmış, hem de bu vesileyle toplumdaki bir ihtiyacı gidermiş oluyor.

Bu cezayı, yaşlılık, zayıflık ve hastalıktan dolayı yerine getiremeyen kimse, 60 fakiri sabah ve akşam olarak iki öğün doyurur. Doyurmak; yedirmek suretiyle olacağı gibi, yemek parasını fakirin eline vermekle de olur. 60 fakir yerine bir fakiri, 60 gün doyurmak da câizdir.

Oruç tutmaya bedenî gücü yetmediği gibi fakiri doyurmaya da mâli gücü kâfi gelmeyen bir kimseden ise, kefaret cezası kalkar. Artık onun yapacağı şey, Allah’tan af ve mağfiret dilemektir.

İster aynı Ramazan ayında, ister ayrı ayrı Ramazan aylarında olsun, değişik zamanlarda Ramazan orucunu bilerek bozmuş olan kişinin bir tek kefâret orucu tutması yeterlidir.

Ben ramazanda bir gün oruca niyet etmedim ve o gün oruç tutmayıp yiyip içtim. Gününe gün tutarım diye biliyordum. Aksini söyleyenler oldu. Şimdi bana 61 gün kefaret mi gerekiyor yoksa gününe gün kaza mı icab ediyor?

Bir gün kaza etmeniz yeterlidir, kefaret gerekmez. Ancak burada bir hatırlatma yapmak istiyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde, Ramazan ayından bir gün oruç tutmayan kişinin, bütün seneyi oruçlu geçirse bile sevap bakımından o bir güne denk gelmeyeceğini ifade etmiştir.

Diğer yandan bir müslümanın mazeretsiz olarak Ramazan orucunu terk etmesi büyük günah sayılmıştır. Bu durumda siz bir gün kaza orucu tutmanın yanında işlediğiniz bu günahın affı için de Cenab-ı Hakk’a tevbe ve istiğfar etmelisiniz.

Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hangi sadakanın daha faziletli olduğu sorulduğunda “Ramazan’daki sadaka” cevabını vermiştir. Günümüzde de genellikle Müslümanların zekâtlarını Ramazan ayında verdiklerine şahit oluyoruz.

Kişinin zekâtını Ramazan ayında vermesinin birkaç ihtimali vardır. Birincisi o kişi için Ramazan ayı zekâtın farz olduğu zamana denk gelir ki, bu durumda zaten yapılması gereken zekâtı o zaman vermektir. İkinci ihtimal ise, zekâtın Ramazan ayından sonra farz olmasına rağmen, kişinin zekâtını önceden vermesidir. Zekâtı önceden vermek caiz olduğu için bunda da bir sakınca yoktur. Üçüncü bir ihtimal ise, kişiye zekât daha önce farz olduğu hâlde zekâtını vermeyip Ramazan ayına kadar geciktirmesidir. Bir maslahat veya zaruret bulunmaksızın zekâtın geciktirilmesi doğru olmadığından, bu kişinin yaptığı uygulama uygun olmaz.

O hâlde bu hususlara dikkat etmek şartıyla zekât Ramazan ayında verilebilir.

İçki içmek her zaman için günahtır ve içki büyük günahlar arasında sayılmıştır. Cenab-ı Hak, Maide Suresinde: “Ey iman eden­ler! Şa­rap, ku­mar, put­la­ra kur­ban ke­si­len su­nak­lar, fal ok­la­rı, şey­ta­na ait mur­dar iş­ler­den baş­ka bir şey de­ğil­dir. Bun­lar­dan ge­ri du­run ki fe­lâh bu­la­sı­nız.” (Maide Suresi, 5/90) buyurmak suretiyle içki içmeyi yasaklamıştır.

Diğer yandan Ramazan ayının kendine mahsus bir hürmeti ve saygınlığı vardır. Bir insanın orucu bir şekilde bozulmuş olsa bile. bu ayın hürmetine o kimse yiyip içmeye devam etmemsi ve Ramazan ayının bu saygınlığına zarar vermemesi tavsiye edilmektedir.

Buna göre her zaman günah olan içki bir de Ramazanın saygınlığını ihlal olduğundan dolayı Ramazanda daha çirkin karşılanmış ve herkesin oruç tuttuğu bir dönemde içki içmek hem Allah’a asi olmak, hem de oruç tutanlara saygısızlık olarak kabul edilmiştir.

“Ramazan’da orucu fasit olan kimseye, fecrin doğmasından sonra temiz olan hayızlı ve nifaslıya, iyileşen deliye, bülüğa eren çocuğa ve mühtedi olana o günün geri kalan kısmını vaktin hakkını kazaya benzeterek imsak etmek (oruç tutmak), sahih olan kavil üzere vacip ve bir kavle göre müstehap olup son ikisinden başkasına kaza dahi lazım gelir.”[1]

Görüldüğü gibi Ramazan ayında gün içinde bir kadının âdeti kesilecek olsa, günün geri kalan kısmında yeme-içmeyi terk etmeli ve sonradan o günün kazasını da tutmalıdır.

Dipnotlar
1Nimetü’l-İslam, s.671

Âdetlinin ve loğusanın her türlü orucu tutmaları haramdır. Ancak bu durumda tutmadıkları oruçlarını sonradan kaza ederler. Hatta oruçlu iken akşam olmadan az önce kan gelse o günün orucu bozulur ve onun da kazası gerekir.

Bu oruç eğer farz ise, âdetle geçen farz oruçların kaza edilmeleri gerekli olduğu için, nafile ise, nafileye başlamak onu bitirmeyi gerektirdiği için kaza edilir. Adetli olan kadının Ramazan orucunu daha sonra kaza etmesi şu hadisler gereğince onun üzerine farz olur:

  • Bir gün Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınlara yaptığı bir konuşmasında onlara hitaben şöyle dedi: “Siz hayız olduğunuzda oruç tutmaz ve namaz kılmazsınız değil mi?” Onlar da: “Evet” dediler.” (Buhari, Hayz 6).
  • Bir başka hadis de şöyledir: Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)’nın anlattığına göre, bir kadın kendisine: “Temizlendiğimiz zaman kıldığımız mutad namaz bize yeter mi (hayızlı iken kılamadıklarımızın kazası gerekir mi?)” diye sormuş, o da şu cevabı vermiştir: “Sen Harûriyyeli (Hâricî) misin? Biz Resûlullah ile (aleyhissalâtu vesselâm) beraberken ay hali gördüğümüzde, bize tutamadığımız oruçları kaza etmemizi emrederdi, fakat namazların kazasını söylemezdi.” (Müslim, Hayz 69).
  • Ebu Davud’un aynı rivayetinde yine Hz. Aişe’den şöyle bir ziyade de bulunmaktadır: “Biz orucu kaza etmekle namazı ise kaza etmemekle emrolunduk.” (Ebu Davud, Tahare 104).

Alimlerimiz, yukarıda zikredilen ve Hz. Aişe’den gelen rivayetlere binaen bayanların özel hallerinde oruç tutamayacaklarını, tutanların adet olduklarında bozmaları gerektiğini söylemişlerdir. Aslında kadınların hayız günlerinde oruç tutmayıp sonradan kaza etmeleri gerektiği, Kur’an’ın açıklayıcısı olan hadislerde açıkça belirtilmiştir. Bazı kişiler, sadece Kur’an’la hüküm verdiklerini zannetmeleri, Kur’an’ın tebliğcisi ve açıklayıcısı olan Allah Resulü’nü görmemeleri veya görmek istememeleri sebebiyle bu tür hiçbir mesnedi olmayan meseleleri biraz da meşhur olma niyetiyle gündeme getiriyorlar. Halbuki ne Aişe validemiz ne de diğer annelerimiz (Müslim, Hayz 68) ve o günkü kadınlar, özel günlerinde Ramazan ayında oruç tutmamışlardır.

Hasılı, adetli kadınların Ramazan’da oruç tutmamaları ve sonradan kaza etmeleri gerektiği, dinimizin iki kaynağından biri olan Allah Resulü’nün hadislerinde açıklanmaktadır.

Ramazan Ayı’nda, öğleden sonra âdeti bitip temizlenen kadının, akşama kadar bir şey yemeden durması müstehaptır. Hatta buna vacip diyenler de vardır. Bu görüş dikkate alındığında bir şey yiyip içmemek daha bir ehemmiyet kazanmaktadır. Dolayısıyla aç durmayı tercih etmelidir. Bu, oruca ve Ramazan’a saygının gereğidir. Bu durumdaki bir kadın, o günün kazasını sonradan tutmalıdır. (Mehmet Zihni Efendi, Nimetü’l-İslâm, s. 671.)

Âdet hâlindeki kadınlara oruç tutmak farz olmadığı için bunların açıktan veya gizli yiyip içmelerinde şer’î bir mahzur yoktur. Ama yine de onların durumunu bilmeyenler nazarında töhmetten uzak kalmaları, oruca ve oruç tutan müminlere duydukları saygı gereği gizlice yiyip içmeleri edep açısından daha uygun bir davranıştır.

Âdeti geciktirmek için Ramazan’da ilaç kullanılması caiz değildir çünkü âdet, Allah’ın yarattığı bir kanundur, bu haldeyken oruç tutmamak da O’nun bir hükmüdür. Allah’ın yarattığı fıtrata, koyduğu hükme tâbî olmak varken, bunlara razı olmayarak fıtratı değiştirmeye kalkmak, itaat çerçevesinin dışına çıkmak demektir. Evet, oruç tutmak Cenâb-ı Hakk’ın emri olduğu gibi kadınların özel günlerinde oruç tutmamaları da O’nun emridir. Öyleyse kadın, her iki hâlde de Allah’ın emrine uymuş olmaktadır. Hem bu mesele hac ve umrede olduğu gibi zaruret oluşturan bir durum da değildir çünkü tutulamayan oruçların kazası bir sene boyunca tutulabilir.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers
%d