İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
“Namaz bir yönüyle fertle Allah arasında bir meseledir, başkasını çok ilgilendirmez. Fakat cihad öyle değildir; o terk edildiğinde topluma zarar verecek neticeler hâsıl olabilir. Bunun için cihad birinci plânda gelir. Bu devirde himmetler insanları namaza alıştırmak yerine fiilî mücadeleye sarfedilmedir.” deniliyor. Bu hususta ne dersiniz?
Her ibadetin kendine göre bir yeri ve bir ağırlığı vardır. Mü’minin bütün mükellefiyetleri, usûlden fürûa, en temel konulardan en uzak dala, meyveye kadar bütün ibadet ü taat ciddî bir tenasüp içindedir ve aralarında hiçbir aykırılık yoktur. Namazsız ve oruçsuz bir cihad tesirli olamayacağı gibi cihadsız bir namazın da mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun edası mümkün değildir. Evet, bunlar birbiriyle omuz omuza ve diz dizedirler. Mevcudiyetlerini tıpkı bir kubbede baş başa vermiş taşlar gibi beraber sürdürürler.
Akide de böyledir; imansız İslâmiyet olamayacağı gibi İslâmiyet’siz iman da tam olmaz. [1] İnsan inanması gereken şeylere sağlam inanacaktır ki sağlam Müslüman olabilsin. Bir insan sağlam inanmadan İslâmiyet’in emirlerini yerine getirse bir noktada ya kendisi ya da nesli bırakır o emirleri. İnsan hem sağlam inanmalı hem de tam tekmil amel etmelidir. Amelle desteklenmeyen iman yavaş yavaş zayıflar ve çözülür ki nesl-i hâzır bunun canlı misalidir.
Binaenaleyh cihadla namaz birbirinden ayrılmamalı. Sahabe-i kiram hem Allah yolunda cihad eder hem de namaz kılardı. Çünkü namaz, kulun günde beş defa Allah’a karşı ahd ü peymânını yenilemesi, cihadla beraber sair vazifeler ise Allah nezdinde mükemmeliyete yürümesi demektir. Aslında insan günde beş defa değil, belki beş yüz defa ahd ü peymânını yenilese yeridir.. evet, ancak bu sayededir ki insan aşk u şevk, samimiyet ve ihlâsla cihad vazifesini de yapma iz’anına sahip olur.
Kur’ân-ı Kerim’de salât-ı havf tafsilâtıyla anlatılır. [2] Bu namazla bize, düşmanın bizi oka tuttuğu, savaşın en çok kızıştığı zamanda dahi namazın aksatılmaması gerektiği gösterilir.. evet, düşmanın okları altında dahi namaz kılınacak, hem de cemaat fevt edilmeden. Şöyle ki, cemaatin bir kısmı düşman karşısında dururken diğerleri gelip imam arkasında namaz kılarlar. İmam arkasında ilk rekâtı kılanlar ikinci secdeden sonra ayrılır vazife başına giderler; bu defa da düşman karşısında duranlar gelip imama uyarak namaz kılarlar. Bunlar da imamla bir rekât kıldıktan sonra bu sefer onlar cepheye giderler. Birinci kısım döner gelir, lâhik olduklarından dolayı namazı kıraatsiz olarak tamamlayıp selâm verir, sonra düşman karşısına dönerler. Daha sonra ikinci kısım gelir, namazlarını kıraatle tamamlar. Bu şekilde o iki rekât namaz eda edilmiş olur.
Evet, düşman karşısında savaşırken dahi namaz kılınacak ve hiçbir şekilde Allah hatırdan çıkarılmayacaktır. Yümün ve bereket olması için insanlar bu vazifeyi yerine getirirken bunu O’nun emrinden dolayı yapacaklardır. Evet, namaz ve mücahede birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Sahabe, kanlı elbise ve kılıçlarıyla düşmanın karşısında namaz kılıyordu. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak onları hep teyit ediyordu. Bu itibarla teyit görmeyenler, bunu Allah’la (celle celâluhu) münasebetlerinde aramalıdırlar.
Günümüzde, gece hayatı olmayan, sadece işin lafını yapan bazı insanlar vardır ki bunlar sadece işin edebiyatını yapmaktadırlar. Oysaki bizim daha çok ruh sıhhatine, gönül selâmetine, ledünniyat temizliğine ve saflığına ulaşmaya ihtiyacımız vardır. Kur’ân, عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ “Siz kendinizi düzeltmeye bakın!” (Mâide sûresi, 5/105) diyor. Allah, Kendi rızası istikametinde ibadet yapan ve Rabbine karşı saygılı insanları sever. Kolaycılar ise hem “Ben, Allah’ın kuluyum, Allah’ın bana yüklediği vazifeleri yapıyorum.” derler hem de bin türlü isyan içinde bulunurlar.
Hakikî mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine yüklediği vazifeleri yapmayı başkalarına müessiriyet adına önemli bir esas kabul eder. Çünkü Allah, bu hususta “Benden hayâ et yâ İsa!” [3] diyerek Hz. İsa’ya dahi tembihte bulunur. Bu da “Yapıyorsan anlat, yapmıyorsan Allah’tan utan!” demektir. İnsanın asıl vazifesi, sorumluluklarını önce kendisinin yapması sonra da fırsat buldukça bunları anlatmasıdır. Böyle biri misali başkalarından verse de hep yaptığı şeyi anlatıyor gibi olacaktır. Evet, bir insan meselâ teheccüt kılmıyorsa, ona başlamadan başkalarına tavsiyeden ürpermeli. Zira bunun tesiri olmayacaktır ve o boşuna çene çalacaktır. Keza bir insanın “Haftada pazartesi ve perşembe olmak üzere iki gün oruç tutun!” diyebilmesi için önce kendisinin tutması lâzımdır. Zira Allah “Niye yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saf sûresi, 61/2) buyuruyor. Sanki “Utanmıyor musunuz?!” der gibidir.
Bunun gibi namazı irşaddan ayıramayız. Cihad mühim bir farz olduğu gibi namaz da insanın nefsine karşı en mühim cihadıdır. Allah Resûlü bir savaştan dönerken, “Şimdi küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz!” buyurmuş, bunun üzerine sahabe büyük cihadın ne olduğunu sorunca da Efendimiz, “Nefis ile olan cihaddır.” [4] cevabını vererek asıl büyük cihadın nefisle boğuşma olduğunu ifade etmiştir. Namaz kılmayan insan ise nefsine yenik düşmüş demektir.
Hiç unutulmaması ve asla hatırdan çıkarılmaması gereken bir husus da, sözümüzün karşımızdaki insanda mâkes bulması, bizim, Allah ile irtibatımıza bağlıdır. Zira hüsnükabule mazhar edecek olan Allah’tır. Mü’min, hâl ve hareketleriyle her zaman Allah’a hakkıyla kul olmaktan başka bir ideal ve gayesi olmadığını göstermelidir ki Allah (celle celâluhu) da onu muvaffak kılsın.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken
[2] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/101-103.
[3] Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.
[4] el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.
Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi yaratılışımızın hedefi ve fıtratımızın da gayesidir. Her şeyden önce O’nun yolunda olmak, ancak O’nun tam bilinmesiyle devamlılık kazanır. Onun için öncelikle feı-t plânında gönüllerimizin onarılması, donatılması ve itminana ermemiz hatta zevk-i ruhânî ile kanatlanmamız, sonra da cemaat halinde, o cemaatin hücreleri sayılan aileler plânında huzura kavuşmamız bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sayededir ki insan, kendisi için mukadder olan ufka ulaşabilir. Ancak, bütün bunlar, O’nu azametiyle kavramaya, O’ndan gelen sinyallere devamlı açık bulunmaya, O’nun bu mevzudaki ihtarlarına kulak vermeye bağlıdır. O (c.c), kendi beyan-ı sübhânisiyle anlattığı gibi “külle yeumin hüue fî şe’n; her an O kemmiyetsiz, keyfivetsiz ayrı bir hâl ue avrı bir şe’ndedir.”Yani O, her an yaratmakta, her an, yarattığı şeyleri en mükemmele irca etmekte, onlara yeni yeni suretler, keyfiyetler giydirmekte.. ve tabü her an kendisini değişik dillerle mahlukatına anlatmaktadır. O, bir kere anlatmış da sonra kitabı kapatmış, “bildiğinizle amel ediri’ dememiştir. İnsan, zamanın ve mekanın hangi parçasında bulunursa bulunsun, istediği takdirde, bu kudsî dersten bir kısım paragraflar, cümleler, kelimeler duyabilir, anlayabilir. Bu sayede hayatının gayesi, fıtratının neticesi olan bu yüce hakikati, bir kere daha idrak eder, onunla dolar, itminana erer, kalbî huzura kavuşur, zevk-i ruhanî ile kucaklaşır ve daha dünyadan göçmeden cennetin bir çekirdeğini içinde inkişaf ettirerek daha dünyada iken cennet hayatını -Allah’ın izniyle- yaşayabilir.
Aslında, Zât-ı Uluhiyyet hakkında verilecek her malumat, bilhassa mübtedî insanlar için, onlann elinden tutup ve önlerindeki maniaları bertaraf ederek, onları âdeta güneşle yüz yüze getirme ameliyesi ve gayreti demektir. Güneş, bizim kendisini göstermemizden çok çok muallâ ve mübecceldir. Hemen herkes, gözünü açtığı ve nazarını ona tevcih edebildiği ölçüde onu görebilir ve ondan istifade edebilir. Ancak bazı kimselerin gözleri küsûfa tutulduğundan onların rehbere ihtiyaçları vardır.. ve ellerinden tutulup, güneşi görebilecekleri bir ufka götürülmeleri gerekmektedir. İşte bunun içindir ki bizler çok defa deliller âleminde dolaşırız.. dolaşır ve etrafımızdan Allah’ın varlığına şahitler ararız. Aslında bu da Kuı’anî bir yoldur. Allah, yüce kelâmında, yer yer eşyâ ve hadiseleri ele almış, onun sinesinde kendisine giden yolları bizlere göstermiştir. Yüzlerce yerde, Kur’ân elindeki asasını yere vumıuş, oradan su fışkırtmış ve bu “âb-ı hayati’ çıraklarına, çömezlerine içirmiş ve “unutmayın O’nu’ ihtarında bulunmuştur. Dahası hedefe varılacak yolun en kestirmesini göstermiş ve herkesin “marifetullah” balını ve peteğini kolaylıkla elde edebilmesi için âdeta bir reflektör vazifesi gömıüştür. Aslında bir çiçeğin gamzesinden, bir rüşeyme uzanan yolda Cenâb-ı Hakk’a giden yolu hemen her zaman bulmak mümkündür. İşte, günümüzün irşat erleri de, insanları, güneşi rahat görebilsinler diye delâil ve şevâhid ufkuna götürüyor, hem kendileri hem de başkaları görsün, bilsin diye avaz avaz O’nu (c.c) ilan ediyor, O’nu haykırıyor ve “Biz bu yollarda senin şahidleriniz” diyorlar…
Evet, öteden beri gözleri küsûf tutmuş, bakışlan maddeye takılıp kalmış olan bazı kimseler, göremedikleri şeyleri inkâr edegelmişlerdir. Halbuki “her şeyi maddede arayanlann akıllan gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür.” Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz; her şeyin bir arama yolu vardır. Bizler, maddeyi, duygularımızdan akseden düşüncelerimizle, vicdanlarımızla değerlendirebiliriz; ama madde ötesi şeyler ve metafizik hadiseler, daha başka şeylerle değerlendirilmelidir. Binaenaleyh maddeyi ararken kullandığımız usul ve metodlarla mânâyı anlamak istersek, araştırma adına dökülür, yollarda kalırız. Hatta, delillerle Allah’ı (c.c) anlatırken, maddeyi kendi karakteristiği, kendi hususiyetleri içinde ele alırsak maddeye saplânır kalır, metafizik hadiselere onca ehemmiyet vermemize rağmen, bir çeşit maddeci veya natüralist oluruz. Bu yüzden, önce her şeyin usulünce araştırılması çok önemlidir.
Şimdi, zannediyorum göremediklerini inkâr edenlerin, o delilsiz iddiaları kendiliğinden çürümüştür. Evet onlar, mânâyı, hep maddeci usullerle arıyorlar.. arıyorlar sonra da dökülüp yollarda kalıyorlar. Halbuki bizler, cazibe kanununu göremiyoruz ama kabul ediyoruz. Mıknatıs hakkında mahdut bilgimize rağmen, âsânnı tespit edebiliyor ve onu da kabulleniyoruz.
İnsanoğlunun eliyle tutabileceği, gözüyle görebileceği, kulağıyla duyabileceği şeyler gayet mahduttur. Röntgen ışınlarını göremediğimiz gibi, karıncanın ayak seslerini de duyamıyoruz. Aslında her var olanı görüp her sesi de duysaydık, bu hayat bizim için yaşanmaz hale gelirdi. Mahdut görüş ve duyuşlarımız da, Rabbimizin bize olan lütuflarının ayrı bir derinliği olsa gerek.
Öyleyse bizler, her şeyi kendi yolunda araştıracak, delillere başvuracak ve her objeyi kendi laboratuvarında denemeye tâbi tutacağız ki, Allah marifetine -inşaallah- ulaşabilelim.
Ne var ki -insanlığın talihsizliği- beşer, kadimden bu yana hep aynı vartalarla Allah’tan uzaklaşmış ve küfür bataklığında boşu boşuna çırpınıp durmuştur.
Evet, bir kere daha hatırlatalım ki, neyin, nereden, nasıl alınacağı bilinemediğinden dolayı hep yanılmalar olmuş ve ardı ardına inhiraflar meydana gelmiştir. Biz buna bakış zaviyesinin bozukluğu da diyebiliriz. Evet ilk başta bir sapmanın meydana gelmesi, bunu zulmün, haddi aşmanın takip etmesi ve kendini bilememe gibi hallerin eklenmesiyle hep hak ve hakikat körü körüne inkâr edilegelmiştir. Yani, ta baştan bir yanlış yola girilmiştir ki, yanlış yolun encamı da elbette yanlış olacaktır.
Kur’ân “Allah bizimle konuşmalı değil miydi?” (Bakara, 2/118) diyenleri anlatır ki, bunlar bakış açıları yanlış insanlardır.. girdikleri yol da, ulaştıkları netice de yanlıştır. Biz buradan şunu anlıyoruz; inhiraf sadece bize ve bizim dönemimize has değil; o bugünün ateist ve inkârcıları gibi dünün kafirlerini de benzer şekilde aldatmıştır ki, bu da “küfür tarihî tekerrürleri” demektir. Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (aleyhimüs’salatü vesselam) hep benzer şeyleri söylemiş. Ve tarihî tekerrür açısından aynı cevapları almış, aynı akıbetleri paylaşmışlardır. Evet, Rabb’i tanımaya gidilen yolda, bakış açısının da çok iyi seçilmesi şarttır. Firavun, Allah’ı ararken yüksek kuleler yapıp, çıkıp o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışırken hata ediyor, kendini bir olmazlar “fasit daire”sine salıyordu. Gökyüzüne ok atarak onu vurmaya çalışan Nemrud da aynı varta ile kendi iflasını ilan ediyordu.
Evet O, zâhiren nazarlardan saklıdır ama, her şeyden daha ayandır. O (c.c), yarattığı şeylerin diliyle, rengiyle, şekliyle, haliyle, tavrıyla her zaman kendini bize okutturur.. okutturur ama şiddet-i zuhurundan gizlidir. Aslında her şeyde, O’na ait değişik cilveleri görmek mümkündür. Ancak, öyle bir Hâlık’tır ki, sadece bizim görebileceğimiz şekilde, bizim temas edebileceğimiz şekilde cisim olmadan, herhangi bir yer tutmadan da münezzeh ve müberradır. O, bütün sistemleri, kâinatları elinde tutar, onlara hükmeder ve aynı anda bizim soluklarımıza, teneffüsümüze de nigehbandır.
Binaenaleyh, zerreden sistemlere kadar her şeye hükmü geçen bir Zât’ın -haşa- bir balon gibi yerden müşahedesi mümkün değildir ve böyle bir davranış, yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun göstergesidir. Gagarin, küre-i arzın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım” sözüyle 20. asırda, firavunca bir düşünceyi ifade etmişti. Allah’ın, küre-i arzın etrafında bir peyk olduğunu kim söylemişti ki, böyle gülünç bir yaklaşımda bulunuluyordu..!
Kendini kibre kaptırmış olanların da Allah’a ve Peygambere inanmaları çok zordur. Mekke kâfirleri, kibir ve gururlarından, Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’an, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Efendimiz (s.a.s), maddî açıdan fakir birisiydi. Ebu Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı. Evet, onların kibirleri de inanmalarına mani oluyordu. Zaten kibir, bir cehennem zakkumu gibidir; her gafil gönülde neşv ü nemâ bulup gelişebilir. Öyleyse insan inanmayı düşünüyorsa kibirden de sıyrılmalıdır. Hatta Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla hidayete ermiş kibirli bir insan, şayet kibrini terkedemezse, kat’iyen yükselemez, iki adım öteye gidemez, hakikat ona inkişaf etmez, o imanda derinleşemez, zevk-i ruhaniyi idrak edemez; hatta hadisin ifadesiyle “kalbinde zerre miktar kibir varsa, cennete giremez.”
Rabb’i tam bilip tanımada, insanların zulümden de sıyrılmaları lazımdır. Kur’ân da: “AI/ah zalim kavimleri hidayet etmez” (Saff, 61/7) buyurulur. Haddini aşma, zulmün değişik bir şeklidir. Haddini aşan İsrailoğulları “Allah’ı bize açıktan göstersene” (Nisa, 4/153) derken zulmediyorlardı. Efendimiz (s.a.s), kâfir cemaat tarafından bazı şeylere zorlanıyordu ve sürekli zulme maruz kalıyordu. Evet zulüm de diğer unsurlar gibi insanı, küfre perçinleyen bir marazdır.
Bu olumsuz sıfatlara karşılık bir de, insanı imânâ götüren, onu arş-ı kemalata ulaştıran ilim, akıl, tevazu gibi vasıflar vardır.
Kur’ân birçok ayetinde âyât-ı tekviniyyeden bahseder. Nazarları göklerdeki âhenge, o âhengin, yerdeki nizamla uyumlu bütünleşmesine ve insanın bu âhenkler kuşağındaki zuhuruna çevirir. İnsan-varlık ve kâinat üzerinde düşündürür; sonra da: “İşte bunlarda ilim erbabı için ibretler, dersler vardır” (Al-i İmran, 3/190) der. Kerrat ile kainat kitabının müşahede edilmesini ister. Böyle bir yaklaşım ise ancak ilimle mümkündür. Öyle ise ilim, cehalet ve inhirafa karşı, insanı imânâ götürücü yolların başında gelir.
Bir diğer yol da insanın aklını kullanmasıdır. Üstadın yaklaşımıyla “Allah kelâmı, kainat mescid-i kebirinde, kainatı okuyor.” İnsan, okunan o kitaba, aklıyla bakmalı ve tefekkür etmelidir. Mesela: “Semâvât ve arzın yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için ayetler vardır” (Al-i İmran, 3/190) buyuruyor Kur’ân. Öyleyse insanların yaratılmasından, ayrı ayrı dilleri kullanmalarına, yüz çizgilerinin farklılığından, seslerine her şey muhakeme edilmeli, akıl süzgecinden geçirilmeli ve bir neticeye varılmalıdır. Evet, bütün bunlar tesadüflerle pek de tekevvün edecek şeyler gibi değil. Bilakis, ancak irade ile, meşietle olabilecek şeylerdir.. evet, işte bu mülâhazalar insana, Allah’a ulaşma yollannı açar ve onu marifet semalarında gezdirir.
İnsanın düşünmesi, mevcut ve halihazırdaki vak’alan çok iyi değerlendirmesi, iman adına atılmış çok önemli ayrı bir adımdır. Şöyleki, her zaman vak’alar çok iyi rapor edilmeli, sebepler ve neticeler arasındaki münasebetler araştırılmalı ve bu kabil ameliyelerle sürekli yeni komprimelere ulaşılmalıdır. Ulaşılmalıdır ki imanın va’dettikleri çok iyi bilinsin, iman koridoru hızla geçilsin ve varılması istenilen ufka varılsın.
Bir üçüncü yol, kibrin kalbten çıkarılıp atılması, başka bir ifadeyle tevazudur. Kendini beğenmiş insanların inanmaları çok zordur.. ve bu hüküm Kur’ân’a aittir. “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden uzaklaştıracağım.”(A’raf, 7/146)
Yani bunlar kitabımıza bakmak istedikleri zaman, o kitabı kapatacağız. Bir yerde semayı ve zemini müşahede ettikleri zaman, biz kainat kitabının ifade ettiği mânâları onlara duyurmayacağız. O, arz u semâya hep başka bir mahlûk gibi bakacak, doğruluğa götürücü yolu bulsa bile kat’iyen bu yolda mesafe alamayacaktır. Çiçeklerdeki nağamatı, suların akışındaki hemhemeyi ve demdemeyi duyamayacak, tatlı korolardaki duygulara, ilhamlara.. ulaşamayacaklardır.
Evet, kendi içinde mağlup düşmüş ruhların, kainat baştan sona delil olsa da hatta Nebiler gelse ve gürül gürül konuşsalar da onlar yine inanmayacaklardır. Bilakis taşkınlık ve inkâr yolunu, Allah’ı tanımama yolunu bulduklarında, bu sarp yola revan olacak, “yol budur” deyip kendilerini boşluğa salacaklardır. Zaten ayetin devamında da öyle buyurulmuyor mu? “Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Şayet azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve gafil olmalarından ileri gelmektedir.” (A’raf, 7/146)
Hidayete götüren yollara karşı zulüm, büyük bir mania teşkil eder.. evet hidayet kapıları böylesi zalim insanlara hep kapalıdır. Kur’ân “Allah, kezzap ue inkârcı kimselere hidayet etmez” (Zümer, 39/3) buyuruyor. Aslında Allah (c.c) böylesi insanları asla sevmez. Haddini aşmış, mütecaviz, saygısız, terbiyesiz olanlara karşı o, kapıları sürmelemiş ve onların kalblerini mühürlemiştir. Bu demektir ki, onların içlerine, iman ve irfan adına hiçbir şey girmeyecektir. İman ve irfan sahipleri bu tablo karşısında içlerine akıp akıp gelen ışık hüzmelerini müşahede edecekler ama, ötekiler aynı tablodan hiçbir şey anlamayacaklardır.
Tıpkı zulüm gibi, gaflet de, insanın, inanmaya giden yolunu kesen bir devdir. İnsan bunu aşmadıkça iman ufkuna ulaşamaz. “İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı. HaJ böyle iken onlar gaflet içinde ve yüz çeviriyorlar.” (Enbiya, 21/1) diyen Kur’ân-ı Kerim, sık sık bu canavara karşı bizi uyarır. Evet insan, gaflet içinde ellerini kaldırıp dua ediyorsa, kabul olunmasını Allah bilir, ihtimal böyle bir dua, döner o insanın yüzüne çarpılır. İşin doğrusu, ne dediğini bilmeyen, dediğinin şuurunda olmayan kimselerin duasına cevab-ı savab verilmez. Öyleyse duaların en mühimi, insanın bizzat gafletten kurtulup hidayet için yaptığı duadır. Aksi halde kırık plakta iğnenin hep aynı sesi çıkarması gibi, gaflet içinde bulunan insan da, çok iş yapabilir, çok söz söyleyebilir; ama kat’iyen mesafe alamaz.
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, zahiren ve madde plânında zirveleri tutan pek çok kimsenin niçin hidayete eremediği kendi kendine anlaşılır.
Belli bir noktaya ulaşmış, belli bir makama gelmiş ama aramayı bilememiş; bilip hak yola revan olamamış, olamamış da kalbine mühür vurulmuş ki böylelerinin hidayete ermeleri imkansız olmasa da çok zordur. Bunların, hidayete ermeleri ancak kitle ruh haleti içinde olabilir. Evet İslâm seylapları, birgün her şeyi önüne katıp sürükler ve bu müthiş akış ve vakum karşısında herkes imânâ koşarsa, işte o zaman bu tipler Müslüman olabilirler. Devr-i Risalet Penahide sonuna kadar direnen Ebu Süfyan, Safvan b. Umeyye, Akra b. Hâbis ve hatta Hz. Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhâfe bu şekilde İslâm’la şereflenmişlerdi.
Buraya kadar anlatılanlar ana hatlarıyla Allah’a varmadaki âdâb ve erkana ait hususlardı. Şimdi Allah’ın varlığının canlı misallerinden bir ikisini arzetmek istiyorum ki, bunların birincisi hudûs nazariyesidir.
Hudûs, eşyanın sonradan var edilmesi demektir. “Eşya kadimdir” diyenler Allah (c.c)’a verilmesi gerekli olan ezeliyeti, eşyaya veriyorlar. Ezeliyet ise zamanda sonsuzluğun adıdır.. ve ebediyetle iç içedir.. onda zaman yoktur. Şayet yeryüzündeki bütün kumlar, çakıl taşları sıfır olsa ve bunların sol taraflarına en büyük bir rakam gelse, bu müthiş sayı, ezeliyetin yanında hiçbir şey ifade etmez. Ayrıca eşyaya ezeliyet damgasını vuranlar, her şeyi kadim görmenin yanında diyorlar ki, bir gün kainat sönecek, her şey bir humûdet içine girecek. Halbuki termodinamik kanunu, onların bu hükmünü tekzib ettiği gibi, hareket kanunu da onları yalanlamaktadır. Termodinamik kanununa göre bir gün, kainattaki hareket müsavi hale gelecek. Bir maddenin sıcaklığı, diğerinden fazla olmayacak ve bu umumi bir ölüme sebebiyet verecek ki, varlıkta pozitif-negatif diye bir şey kalmayacak.. ve kâinat işlemeyen bir saate dönecek. Eğer kâinat sonunda yok olacaksa, demek ki, onun ezeli olması mümkün değildir. Evet her şeyin bir mebdei, her mebdein de bir mübdü vardır. Allah (c.c), her mebdein Mübdü’dir.
Hareket kanununa göre eşyada asıl olan atâlettir. Halbuki biz görüyoruz ki, her şeyde bir hareket var. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlardan korkunç büyüklükteki sistemlere kadar müthiş bir hareket, ürperten bir tahavvülat müşahede edilmektedir. Hareket için bir zaman ve bir mekana ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyaçları karşılayan, her şeye gücü yeten de Zat-ı Ecell-i A’la yani Allah’tır. Evet hareket edeni durduran, duranı da hareket ettiren yine O’dur.
Evet, sistemlerden zerrelere kadar her şey Allah’a verilmedikçe hiçbir problem izah edilemez. Eşya, sonradan meydana gelmiştir, hâdistir. Her hâdisin bir muhdisi vardır. O da ezelî ve ebedî Allah (c.c)’tır.. ve O, bütün göklerin ve yerin yaratıcısıdır.
Allah varlığının sabah aydınlığı gibi olan münasebetlerinden bir ikincisi de her şeyin çehresinde bir meşiet ve iradenin müşahede edilmesidir.
İnsanların ağzından çıkan, dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın da bilmeden kullandıkları, eşyanın ortaya çıkışıyla alâkalı -Üstad’ın tabiriyle- 3 kelime vardır ki; eşya ya kendi kendine meydana gelmiştir (abiyogenes) ya onu sebepler icat etmiştir veya her şeyi tabiat yapmaktadır. Aslında bu üç dehşetli kelime, doksan muhâlâtı içine alır. Biz, bu üç kelimenin tersine olarak diyoruz ki, her şey irade ve meşiet sahibi bir zat tarafından, onun program, plân ve hesabına göre vaziyet almış ve yaratılmışlardır ki o da mutlak kudret sahibi olan Allah (c.c)’tır.
Yukarıda zikredilen üç kelimeyi kullanan, bunlara veya bunlardan birine inanan ve bu şekilde kendini teselli edenler, esasen kendilerine karşı tenakuz içerisindedirler. Eşyâyı tesadüflerle yoıumlayanlar, amipe tesadüflerle oldu diyorlar. Halbuki bu hücre, o büyülü yapısıyla ve devlet gibi işleyişiyle bir harikadır. Evet “Hücrenin yapısına şaşakaldık” diyen Engels, kendisiyle tenakuz içindedir. Hücreye tesadüf diyen, güneşe de tesadüf diyor. Şuursuz atom parçacıklarının biraraya gelerek güneş olmalarına, ısı ve ışık kaynağı haline gelmesine “evet” diyenler tenakuzun katmerlisini yüklenmişlerdir. Bütün bunlar, “kendi kendine oldu’ diyenler, kendi kendileriyle müzaaf çelişki içerisindedirler.
Düşünün ki, biri, size bir şiir söylese, meselâ Hüseyin Efendi’nin;
“Derd-i hicrana tabibim bir devâ bilmez misin?
Göz ucuyla bir nigâh-ı aşina bilmez misin?
Hep cefa dersin talim etti üstad sana!
Ey cefa-cû nidüyüm semt-i vefa bilmez misin”
güzel güftesini ele alalım. İster güftesi, ister bestesi kendi kendine, sebepler dairesinde oldu diyenler, “bu şiir, harflerin yuvarlana yuvarlana bir araya gelmesiyle olmuştur.. bestesi, ağaçların nağmelerinden bulunmuş ona göre tespit edilmiştir” demek gibi bir garabet içindedirler.
Halbuki, daha sırrını tam olarak çözemediğimiz göz, bundan daha basit değildir. İnsanın kalbi, beyni hâla tam keşfedilememiş birer muammâ gibidirler. Evet, insanın bir muhteşem abide halinde yaratılışını tabiata vermek, kendi kendine oluyor demek veya sebeplere bağlamak, kâinattaki âhenk ve nizamı görememe değil de ya nedir?..
Atmosferdeki oksijen nisbeti, dünyamızın dönmesi ve dönerken de bir meyille dönmesi, güneşin bize olan uzaklığı.. ve daha neler neler.. hepsi o muhteşem Hâlık’ın, o tesbihe, takdise şâyeste Allah’ın icraatı, O’nun sanatı, O’nun meşieti, O’nun yaratması değil midir?
Hayat da, başlı başına bir muamma ve Cenab-ı Allah’ın varlığının delillerinden bir diğeridir.. evet, hayat, öyle bir muammadır ki, onu da kuru maddiyecilikle izah etmek mümkün değildir. Hayat, bilhassa 3 nokta itibarıyla apaçık Allah’ın varlığına delâlet eder. Birincisi; hilkatin mebdei yani hayatın başlangıcı itibarıyla. Evet, Allah (c.c) Hayy’dır. Hayat kaynağı ve hayatı veren, verdiği gibi de alacak olan O’dur. O, “Yuhyî ve Yumît”tir.. ve aynı zamanda Kayyûm dur. Yani verdiği hayatı âhenk içinde devam ettiren ve her an her şeyi görüp gözeten O’dur. Biz bir organizmanın hayatı gittikten sonra bütün teknik imkanlarımızla seferber olsak bile, onu yeniden hayata döndüremeyiz. Öyle olsaydı herkes, kendi yakını vefat ettiğinde, onu tekrar hayata döndürürdü. Halbuki, etrafımızda devamlı ölümler cereyan ediyor. Ve biz bu geliş-gidişin muamması karşısında, olup bitenleri sadece şaşkın şaşkın seyrediyoruz. Allah (c.c), hayatı, varlığına bir ayna yapmış, kendini bir kere de onda göstermektedir. Zira hayatın mülk ve melekût yönleri, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’a bakmaktadır. Onun için ewelâ, kainatın hilkatı mevzuu, hilkatin nizam, rahmet ve adalet buudu, yeryüzünde hayatın zuhuru sebeplerle izah edilememiştir. Evet, bunları sebepler dairesi içinde izah etmek imkansızdır. Gerçi sebepler vardır ve Allah (c.c) icraatını ona göre yapmaktadır; ancak ilk hilkat, mucizedir.
Bu mevzuda ikinci nokta; tenevvuâttır. Ayrı ayrı varlıkların meydana gelmesi diye ifade edebileceğimiz tenevvûat, hayat muammasının ikinci buudu, Allah’ın varlığının önemli bir delilidir. Allah (c.c), dilediğini dilediği gibi yaratır. O, mahlûkatı farklı farklı yaratmış ve nevilere ayırmıştır. İnsanlar bile ayrı ayrıdır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık” (Hucurat, 49/13) âyeti bunu açık olarak ifade eder.
Bu meselenin bir diğer yönü de ahlâk mevzuudur. Psikolojinin ve pedagojinin ilgi alanı olan bu mesele, insanın faziletiyle alâkalıdır. İnsan, benliğinin sırlarını kavrayarak ubudiyyet şuuruyla kanatlanabiliyor ve cismaniyetinden uzaklaşabiliyor. İnsanlar içinde şehevî duygu ve düşüncelerini arkada bırakabilen öyle rabbâniler var ki melekleri bile geride bırakabiliyorlar.
Evet, hiçbir kabiliyet ve istidadı olmayan cansız ve câmid maddede ahlâkın bu ölçüde bulunması dahi başlı başına bir harikadır ki, o da yine Allah’ın varlığına bakar. Demek ki, etten kemikten ibaret olan insan, bu ölçüdeki ahlâkıyla da yine Rabbinin varlığının delillerinden oluyor. Ahlak mefhumu, insana has bir keyfiyettir..Bunu taşta toprakta bulamayacağımız gibi, etrafımızdaki diğer canlılarda bulabilmemiz de mümkün değildir.
İşte, yukarıda zikredilen bu üç yolla hayat, dediğimiz muamma, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına delâlet eder ki; Allah (c.c) her varlığı, hangi kalıp içinde, nasıl programlamış ve sahneye sürmüş ise, o öyle devam edegelmiştir. Ne evolusyonla, ne mutasyonla, ne de başka bir şekilde bir canlının meydana gelmesi, hatta cins değiştirmesi mümkün değildir. Güvercin, güvercin olarak yaratılmış ve öyle kalmıştır. Tavuk, tavuk olarak yaratılmış ve öyle devam etmektedir. Hatta bunlardan kısmen değişikliğe uğrayan, melezler her zaman akîm kalmış, başkalaşma süreci bir yana, tabii tenasül sistemini bile koruyamamıştır. Bu itibarladır ki Cenab-ı Hakk, bir bakıma meydan okuyor gibi “Eiı insanlar dikkat edin, size bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) onun için biraraya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar” (Hac, 22/75) buyuruyor. Burada, bir tek sineği bile yaratamazlar demek suretiyle hayatın ve hilkatın Allah (c.c)’a ait olduğuna parmak basılmaktadır. Bu mevzuda şimdiye kadarki araştırma ve tecrübeler şunu göstermiştir ki; bu kapı daima kapalı kalacaktır, hayat, bir muammâ ve hem mülk hem de melekût yönleriyle daima Allah’ı gösteren bir ışık kaynağı olarak devam edecektir. O devam edecek, biz de bunlardan istidlâlde bulunarak önümüzdeki perdenin verasında O Ezel ve Ebed Güneşini görmeye çalışacağız.
Ayrıca, rahmet de yine her iki yanının nuraniyeti cihetiyle O’nu gösterir ve O’na îmada bulunur.
Evet Rahmet, gayet geniş olarak Hâlık-ı Azam in varlığına delâlet eder. Bu mevzuya kavlî dua açısından yaklaşılırsa mesele daha iyi anlaşılabilir. Kavlî dua, esbap dairesi dışında Allah’a teveccüh etmek demektir. Dua insanlardan, insanların güçlerinden, esbap ve esbâba isnad edilen her şeyden sıyrılarak, her şeye gücü yeten bir Zât-ı ecell-i âlâ’ya teveccüh etmek demektir. Bakınız Hz. Nuh (a.s) “Allah’ım, yurt ve yuva tutacak şu kafirlerden bir tanesini bırakma, bir tane kalırsa yine kafir, yine facir doğuracaktır” (Nuh, 71/26) diye beddua etmiş. Evet o kavmini şu kadar sene irşad etmesi, hak ve hakikatı anlatmasına rağmen, onların inanmamaları karşısında rahmetten gazaba yönelmiş.. ve neticede ortalığı seller almış.. yer kaynamış.. batan denizler olmuş.. yeni denizler meydana gelmiş.. zirveler dahi insanlara vefa etmemiş.. ve Allah, kulunun duasını kabul buyurmuş.
İbrahim (a.s), çölün ortasına hanımını, çocuğunu bıraktıktan sonra, “Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ue oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbimiz! Ey Sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben; çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Ka’be’nin) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızık ver. Umulur ki, bu nimetlere şükrederler” (İbrahim, 14/35-37) diye dua etmiş. Allah (c.c) bu duayı öyle bir kabul buyurmuş ki, o gün-bu gün insanlık akın akın o emin beldeye gidiyor, Kâ’be yi tavaf ediyor.. ve orası öyle mukaddes bir yer oluyor ki, Sidretül Müntehâya kadar meleklerin ve ruhanîlerin metafı haline geliyor.
Devr-i Risalet Penâhıde de dualar edilmiş ve bu dualara cevap verilmiştir. Daha Efendimiz (s.a.s)’e peygamberlik gelmeden O’nun yüzü suyu hürmetine yağmur istenmiş; istenilmiş ve daha eller aşağıya inmeden bardaktan boşanırcasına yağmur yağıvermiştir. Bi’setten sonra da bu ve benzeri duaların te’siri hep devam edegelmiştir.
Duada azim bir tesir vardır ve dua mahz-ı ubûdiyettir. Evet “Dua edin, icabet edeyim” (Mümin, 40/60) demek suretiyle Cenâb-ı Hakk, bizlere aynı zamanda dua ile kendi varlığına istidlâl yolunu göstermektedir..
Kur’ân, “Darda ka(an, dua ettiği zaman, ona icabet eden kimdir? Düşündünüz mü?” (Neml, 27/62) diyor. “Kullarım beni sana sordukları vakit de ki; ben onlara yakınım, bana dua ettiği zaman dua edenin dileğine karşılık veririm..” (Bakara, 2/186) buyuruyor. Öyleyse insanlar, her zaman Cenâb-ı Hakk’a duada kusur etmemelidirler ki, aslında öyle dua edenlerin alınları ve çehreleri Allah’ı gösteren birer mücellâ ayna haline gelir.
Bazen insanın başından geçen şeylerin, onun kendi nankör nefsini iknâ etmesi bakımından da çok önemlidir. Bakın bir misal arzedeyim; bir yerde arkadaşlar bir araya gelmiş, kitap okuyorlar. Hodfuruş gaddar bir kesimin bazı plânlar çevirdiklerini duyunca da toplânıp dua ediyorlar. Bunlardan bazılan Ashab-ı Bedir’i okuyor. Bedir Ashabı ki, onlar kimsenin kendileriyle boy ölçüşemeyeceği kimselerdir. Şöyle ki, harbin, vuruşmanın ne demek olduğu bilinmediği bir dönemde, kendilerinden kat kat üstün bir düşmanla yaka-paça olmuş ve din-i mübin-i İslâmı, onun yüce peygamberi Efendimiz (s.a.s)’i savunmuşlardır. Ve hele onların arasında, Uhud’da da bu kahramanlığına ayrı bir buud kazandıran Hz. Hamza (r.a) vardır ki, o bir arslanlar arslanıydı.
Evet, işte bu sıkışık zamanda bu insanlar Hz. Hamza (r.a)’ın ruhaniyetine tazimat ve tekrimâtlarını arzediyorlar. Oradakilerden birisi çadırında uyku-uyanıklık arası, birdenbire bir manzarayla karşılaşıyor. Başlarında miğferleri, ellerinde tuğları, sırtlarında zırhlarıyla müthiş bir ordu tarrakalar çıkararak oraya geliyor, kim oldukları sorulunca da Ashab-ı Bedir oldukları söyleniyor. Hatta onlardan biri, Cenâb-ı Hakk’ın kuvvet ve kudretini temsil etme bakımından, elindeki mızrağı, delinmez gibi görünen kapıya vurunca, kapının bir tarafından giriyor, öbür tarafından çıkıyor. Tam o mızrağın atılması esnasında, başka bir yerde başka bir hadise cereyan ediyor. Kötü düşünce ve kötü duyguların esiri bir kısım sefil ruhlar, tam onların bulunduğu yere gelirken, virajda kaza yapıyor ve bu kazada arabaları yanıyor, dolayısıyla da mızrağın nereye atıldığı tebeyyün ediyor.
Bu ve buna benzer hâdiseler o kadar çoktur ki, omuz omuza verip biraraya geldikleri zaman, Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kocaman bir projektör ve bizi O’na bağlayan kocaman bir halat ya da O’na götüren ışıktan bir helezon halini alır. Ve biz bütün bunlardan, rahmetin cilvelerini görüyor, Rabbimizin inayetini müşahede ediyor gibi oluruz.
Rahmetin bir diğer delâlet yönü de; Cenâb-ı Hakk’ın, yarattığı her varlığı, o varlık için hedef olan noktaya sevketmesidir. Allah (c.c) sade yaratmakla kalmaz, aynı zamanda herkesi istidâdı ölçüsünde, onun için mukadder olan hedefine ulaştırır. Bu çizgide, her uzuv âdeta bu şevkle işler. Ağzımıza lokmayı koyduğumuz zaman beyine hemen bir şifre, beyinden mideye ayrı bir şifre gönderilir. Mide yemeği hazmetmeye hazırlanır ve bir kısım asitler ifraz eder. İşte bütün bunlar birer şevktir. İnsanın içinde hissettiği bir kısım duyguların onu belli hedeflere yöneltmesinden, arının gidip çiçeklere konmasına, çiçeklerin özlerini alıp bal üretmesine, bu uğurda mesafeler katetmesi; bu upuzun yollarda şaşırıp kalmadan geriye dönmesine kadar hepsi birer şevk içinde sevktir. Giderken bir hesap için gidecek, dönerken bir hesap içinde dönecek..ve bütün bunları o küçücük kafasındaki programa göre gerçekleştirecek…
İnsan da bu programı koyan eli görür, o programı işletmek için, arının içine bir şevkin atıldığına şahit olur ve “La ilahe illallah” der.
Rahmaniyyetin ayrı bir cilvesi de Cenâb-ı Hakk’ın zemin yüzünü binbir güzelliklerle tefriş edip önümüze sermesidir. Evet, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, en iç açıcı şekilde tanzim edilmiş ve en göz kamaştırıcı haliyle nazarlara arzedilmiştir. Her şey o kadar güzeldir ki, insan başını kaldırıp semalara baktığı zaman şairane ilhamları coşar; dönüp yeryüzündeki güzellikleri görünce de ayn bir ruh haleti yaşar. Denizler çok güzeldir. Onların rüzgârla cilveleşmeleri ondan da güzeldir. İnsanın kaşı, gözü, kulağı, ruhu, ahlâkı çok güzeldir. “Allah yarattığı her şeyi çok güzel yaratmıştır.” (Secde, 32/7) Ve bütün bunlar hiç de tesadüfe verilmeyecek kadar, insanın en ince zevklerini okşayacak ölçüde güzellerden güzeldir. Herşey bir tatlılık ve güzellik içinde iç içedir. İşte bu mükemmel âhenk ve nizâm, bir Nâzım-ı Âzâm’a delâlet etmektedir.
Rahmetin bir diğer buudu da hikmettir. Cenab-ı Hak, abes hiçbir şey yaratmamış, aksine her şeyi yerli yerince halketmiştir. Kainatta ne eksiklik ne de fazlalık vardır.. onun içindeki varlıklarda da her şey tam bir tenasüp içindedir: Denizlerin tuzlu olması, güneşin bize olan uzaklığı, yer kabuğunun kalınlığı, atomların sayılarına göre dizilişi hep hikmettir ve Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin sâdık birer şâhitleridirler.
Gözlerimiz, her yönüyle tam bir harikadır.. ve onlarda her şey yerli yerincedir. Azâmî tasarruf prensibi bakımından hem korunması, hem de insan hayatı için, onlar için bundan daha mükemmel bir konum düşünülemez. Kulak da, burun da, dudak da, yanak da öyledir. Bunlardan bir tanesinin yeri değişse, ahsen-i takvîmin önemli bir buudu olan çehre, sevimsiz bir hal alır. Eller, ayaklar ve vücudumuzdaki bütün mafsallar da böyledir. Onun için Muhbir-i Sadık (s.a.s) “İnsanın vücudunda şu kadar mafsal vardır, hepsi de hamd ü sena ister. Binaenaleyh siz sadaka verdiğiniz zaman, Rabb’in size bahşettiği bu nimetlere şükürle mukabele etmiş olursunuz. Şayet bunları yapamazsanız, kuşlukta kılacağınız iki rekat namaz, bu nimetlerin bütününe karşı iyi bir şükür olabilir” mealiyle bu gerçeği hatırlatır.
Ölüm de yine hikmet buudlu bir nimettir. O olmasaydı, bir evde anne-babalann yanında, nineler, dedeler, bunların da nineleri dedeleri… Onların hastalıklarla mücadeleleri, onlara hizmet edenlerin durumu bu hayatı yaşanmaz hale getirecekti. Bırakın onları, sinekler devamlı yavruladıkları halde ölmeselerdi, bir-iki sene içinde dünyanın etrafını birkaç santim kalınlığında sinek kaplayacaktı. Evet, ölümde bile bir vech-i rahmet vardır. Ölümü de, hayatı da birer nimet olarak yaratan ve varlık içinde onları derin bir hikmetle sürdüren Allah (c.c), hiç abes iş yapmamış; her şeyi yerli yerinde ve tam bir mükemmeliyet içinde yaratmıştır. Bizler neyi tahlil edersek edelim, her şeyin çehresinde engin bir rahmetin parladığını müşahede edecek ve Allah’ın inayet eline şahid olacağız.
Haddizatında inâyet de rahmetin ayrı bir derinliğidir. Allah’ın (c.c), her şeyi bizim emrimize sunması, imdâdımıza koşturması; her hâdisede kendisine giden bir yol açması.. hep O’nun inâyetinin eserleridir. Kur’an, Allah’ın inâyetini anlatırken “Âdetleri üzerine seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize veren yine Allah’tır. O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız! Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 14/33-34) buyurur. Evet bir nefeste iki şükrü eda etmesi gereken insan, bunca nimetler karşısında, Münim-i Hakikiyi vicdanında bulup şükranla iki büklüm olmalı değil midir?
Buraya kadar anlatılanlar, istidlâl yoluyla elde edilen küçük delillerdir. Bize Rabbimizi anlatan 4 mühim unsur vardır ki, esas söz onlara aittir ve bu hususlar Nur’un temel konularıdırlar.
Bunlardan birincisi, kâinat kitabıdır ki, yukarıda tafsilatıyla anlatılmaya çalışıldı. İkincisi Kur’ân-ı Kerimdir. Tebliği, o Nebiyyi Ümmi (s.a.s)’nin esas vazifesi sayılan harikalar kaynağı, erişilmez bir ulu beyandır. Dünden bugüne, varlık ve onun esrarını en mâ kul ve insanın içini okşayıcı mahiyette en tatlı bir dille bize anlatan Kur’an-ı azimüş-şân, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, onu anlatma imkânı olsa, kainat kitabının parlak dili, aydın çehresi gibi, onda da bir parlaklık ve aydınlık zuhur edecek, onunla da herkes “Lailâhe illallâh” diyecektir. Bize Rabbimizi anlatan üçüncü ışık kaynağımız da Nebiyyi Ekrem (s.a.s) Efendimiz’dir. O’nun huzurunda yaşayanlar, her zaman sihirli iklimine kapılarak semada yaşıyor gibi yaşadılar. Biz O’nu (s.a.s), beyanlarıyla, yolunda hırz-ı can eden ashabıyla (r. anhüm) ve ortaya koyduğu sistemiyle, din-i mübin-i İslâm ile tanıyor, ilklerin mazhariyetini paylaşmağa çalışıyoruz. Bir ümminin bu kadar sağlam bir yolu getirip beşere hediye etmesi, başlı başına tam bir hediye olduğundan, Allah’ın varlığına da başlı başına bir delildir. Efendimiz (s.a.s), maddî-manevî bütün hayat-ı seniyyelerinde, ahlâk-ı âliyeleri ve secâya-yı gâliyeleri ile gökyüzüne âdetâ açıktan açığa “La ilahe illallah” yazan bir kalemdir, bir dildir. “Kainata bir kitap nazarıyla bakılsa, Hz. Muhammed’in (s.a.s) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.” “Evet, O ki, onun için varız.”
Bir dördüncüsü de insanı hiçbir zaman aldatmayan, onun vicdanıdır. Evet vicdan bir ibredir ve devamlı Allah’ı gösterir. Kainattaki nizam bize Nâzırıi ı; hayat, hayat sahibi olan Allah’ı; varlık, vücudu olan Allah’ı.. her şeyin görülüp bilinerek yapılması ise bize, Semî ve Basîr bir Zât-ı Ecell-i Alâ’yı anlatmaktadır. Öyleyse bizler, bu delille uğraşırken aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın zatının gereği bir kısım sıfatlan da istinbat etmiş oluruz. Mesela; Allah’ın varlığı, O’nun vücûd sıfatına, işaret eder. Allah’ın varlığının evveli olmaması onun kıdem sıfatını gösterdiği gibi, her şey sona erdikten sonra onun devamı da O’nun bekâ sıfatının göstergesidir. “Herşey fena olup gidecektir ama, fenâ ve zevât şaibesinden münezzeh Allah (c.c), bâkî kalacaktır.” (şuarâ, 26/22) O (c.c), mahlukatta hiçbir şeye benzememektedir. “Onun benzeri gibi birşey bulamazsınız.” (şûra, 42/11) Evet, O’nun gibi birşey yoktur. O’nun zıddı da niddi de yoktur ki, bunlar da “muhalefetün lilhavadis” sıfatının tarifleridir.
Bazen bu sıfatlara, kâinat kitabını mütalâa ile ulaşırız. Şöyle ki; Allah Alîm’dir, her şeyi bilmektedir. Çünkü bu kainat ilimsiz, programsız, düzensiz olacak gibi görünmüyor. Semi’dir, her şeyi duyar. Dua ederiz, icabet eder. Basîr’dir mahiyetlerimize bakar, çeşitli hallerimize göre ihtiyacımız olan lütuflarda bulunur. En küçük bir şey bile O’nun görmesinden gizlenemez. Hadiselerin akışına bakıldığı zaman bunlar, kör ve sağır tabiata verilemez. Evet bunlar, görüp bilen o Zat’a verildiği zaman izah edilebilecek şeylerdir. Bizler etrafımızda her şeyin bir irade ile sevk ve idâre edildiğini görmekteyiz. Bu, bize Allah’ın iradesini gösterir. Aynı zamanda Allah (c.c), kudret sahibidir. Ayrıca, şu muhteşem varlıklar ve yapılan baş döndürücü işler, zerreden seyyârâta kadar ne varsa hepsi, Allah’ın kudretini anlatan delillerdir.
Sadece Allah’ı bilme değil, O’nu evsaf-ı kemâliyesiyle bulma ve idrak etmek, eşyasından istinbat ederek, istidlâl yoluyla O’na ulaşmak, O’nu noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâ görmek, bunların yanında kainat kitabını müşahede etmek için bir de kelam sıfatı vardır. Körler, sağırlar bile anlasın diye, en saf ve en temiz kullarını göndermiş, kitaplarla makâsıd-ı Sübhânî’sini bize anlatmıştır.
Allah’ın varlığına götürücü delillerden veya konu ile ilgili yapılan araştırmalardan maksat önümüze çıkan bir kısım engelleri, maniaları bertaraf etmek, temiz vicdanları, vicdandaki nokta-yı istimdat ve istinadı işlettirmek, onu semt-i ezel ve ebede tevcih etmek, kişiyi vicdanıyla o ışık ve şualarla baş başa bırakmak ve yüz yüze getirmektir. Yoksa deliller Cenâb-ı Hakk’ın zatının ve sıfatlarının kayyimi olamaz. Biz O’nun fiillerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından mevcud-u meçhul olan Zat’ına intikalle, kendisini tanımaya çalışırız. Bununla beraber, Zat-ı İlâhî kat’iyen idrak edilemez. Biz, her zaman “Mâ arefnâke hakka mârifetike ya Maruf” sözüyle bunu itiraf ederiz. O’nun Zat-ı uluhiyetine karşı tam bir ibadet de yapılamaz. “Mâ abednâke hakka ibadetike ya Mabud” beyanıyla da bunu dile getiririz. Verdiği nimetlerin binde birine bile şükredemez “Mâ şekernâke hakka şükrike ya Meşkur” itirafıyla bunu mırıldanırız ve “Mâ hamidnake hakka hamdike ya Mahmud” ebedi ahd-u peymanımızla da aczimizi, fakrımızı, zaafımızı terennüm eder, O’nun dergâh-ı nimet pervânesine sığınırız.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat yolu, cemiyetin her kesimine açık bir şehrâh ve her seviyedeki insana bir mektep gibidir. Bu mektebin talebeleri arasında yaş ve sınıf bahis mevzuu değildir. Meselâ bu mektebe ilk intisap eden talebelerden Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) 37, Hz. Ali (radıyallâhu anh) ise 7-8 yaşlarındadır. Yine bu mektebin müdâvimlerinden Hz. Zeyd İbni Hârise (radıyallâhu anh) -bu zat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir köledir- ilklerdendir. Allah Rasulü, Hz. Zeyd’in kendisini herkese ve her şeye tercih etmesine karşılık onu “evladım” deme gibi bir şerefle şereflendirmiştir. Bunun üzerine de herkes ona “Zeyd İbn Muhammed” demeye başlamıştır. Ahzâb suresindeki evlatlıkların öz oğul gibi olmadığını ifade eden âyet nâzil olacağı âna kadar da Hz. Zeyd bu şerefli unvanı korumuştur. Daha sonraları bu şanlı Sahabi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından “Mute”ye giden orduya kumandan olarak tayin edilmiş ve burada şehadet mertebesine yükselmiştir. Yine ilklerden biri de kadınlık âleminin sultanı Hz. Haticetü’l-Kübrâ vâlidemizdir ki, bu mektebin en büyük talebelerinden biri sayılır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), semâ buudlu bu mektebin kapılarını, fark gözetmeksizin toplumun her kesimine ardına kadar açmıştır. Bu mektebe Bilâl-i Habeşî, Selmân-ı Fârisî ve o gün bir demirci çırağı olan -o çırağa ruhumuz fedâ olsun- Habbab (r. anhüm) devam etmektedir. Efendimiz, Bilâlleri, Selmânları ve Habbabları hemen her zaman toplumun en saygıdeğer insanlarıyla eşdeğerde tutmuş ve onları yanından hiç ayırmamıştır. Hatta bir kısım zengin ve soylu müşrikler, ihtimal Müslüman olma yoluna girince, “Sen bunları yanından ayır. Biz geldiğimiz zaman Seninle husûsî görüşelim.” şeklindeki tekliflerine Nebiler Serveri hiç mi hiç itibar etmemiştir. Her ne kadar bazı yazar ve vak’anüvistler, “Hz. Peygamber bu mevzuda müşriklere biraz temâyül eder gibi göründü.” türünden bazı yakıştırmaları olsa da bunun doğru olması mümkün değildir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Liyağfirakellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar”[1] hakikati ile serfirâzdır. Yani Allah, O’nun geçmişini bağışladığı gibi geleceğe ait yapacağı şeylere karşı da günah yollarını kapamıştır. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil ve Ebu Leheb gibi küfürde topluma öncülük yapan kimselerin inanmalarını ve Müslümanlığa omuz vermelerini çok arzu etmiştir ama, bunlar, bütün istidatlarını körelttiklerinden inanamamışlardır. Zâhirî esbap açısından Ebû Cehil veya Ebû Leheb’in inanması halinde bütün bir Mekke, Urve ibn Mesud’un iman etmesi halinde de bütün bir Taif halkının Müslüman olması muhtemeldi. O, bu mülâhaza ile onların iman etmeleri için farklı şeyler düşünebilirdi. Ama -kanaat-i âcizanemce- Allahu Teâlâ, O’na asla böyle bir şeyi düşünme fırsatını vermemişti. “Sabah akşam seninle beraber Allah’ın hoşnutluğundan başka bir şeyi düşünmeyenleri, sakın yanından kovma!” [2] âyeti böyle bir fırsatın verilmeyişinin en güçlü referansıdır. Bu durum, bütün peygamberler için bahis mevzuu olsa gerek. Meselâ inkârcıların, “Hem sonra senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde.” [3] demelerine karşı Hz. Nuh tutum ve davranışlarıyla alâkalı kararlılığını: “Ben, o iman edenleri kovacak da değilim. Elbette onlar Rabb’lerine kavuşacaklar ama ben sizin cehâlet içinde yuvarlanan bir toplum olduğunuzu görüyorum.” [4] sözleriyle göstermiştir.
Mekke’de fakir bir çoban olan Abdullah İbn Mesud (radıyallâhu anh), İslâm’la şereflendiği andan itibaren hayatının sonuna kadar Efendimiz’in yanından hiç ayrılmamıştır. O kadar ki bazı kimseler onu, Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) aile fertlerinden biri sanırlardı.
Yine bu mektebin talebelerinden birisi de Hz. Selmân’dır. Nebiler Serveri onun için “Selmân ehl-i beytimdendir.” iltifatında bulunmuştu. Hâlbuki Hz. Selmân’ın acem veya Türk olduğuna dair rivayetler var..
Evet Efendimiz, o semâvî mektebinin çerçevesini olabildiğine geniş tutmuştu. İbtida ile intihâyı cem etmiş bu yüce Nebi, talebeleriyle yaptığı derslerde öylesine bir malzeme kullanırdı ki, en aşağı seviyedeki çırağı ile -o çıraklara ruhumuz feda olsun- Hz. Cibrîl o dersten aynı şekilde istifade ederdi. Evet bu derslerden herkes kendi seviyesine göre, yararlanır ve o gül hüzmelerinden peteğine bir şeyler koymasını bilirdi. Dersler o kadar anlaşılır ve derin idi ki, Cibrîl bile bazen o huzurun sadık talebelerinden biri olarak oturup Efendimiz’in sohbetini dinlerdi. Yine Mikâil, bazen sözden çok iyi anlayan Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbetinde bulunurdu. Hatta bir gün sohbet öylesine derinleşip buudlaşmıştı ki, Hz. Ebû Bekir kendinden geçerek hayret ve hayranlık içinde, bakışlarını Efendimiz’e çevirerek, “Sizi böyle kim edeplendirdi?” demişti. Efendimiz de herhangi bir tekellüfe girmeden bu soruya “Benim muallimim Allah’tır. Bana öğretilen şeyleri de O öğretti.” cevabını vermiştir.
Sâniyen Efendimiz tebliğ vazifesinde kendisi için gerekli olan vasıflarla tam muttasıf olarak gönderilmiştir. Evet Allah (celle celâluhu) O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yüce vazifesinde fetânet, ismet, emânet ve sıdkla serfirâz kılmıştır.
Fetânet, cerbezeye gitmeyen, daima insanlar için çok faydalı muhakemeler ortaya koyan ve sırat-ı mustakîmi temsil eden üstün akıl demektir. Efendimiz’de -hâşâ- cerbeze yoktur ama, her meseleyi çok kıvrak şekilde kavrama vardır. Bernard Shaw’un da, “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşer ne kadar muhtaçtır!” sözüyle ifade ettiği gibi, Allah Rasulü en muğlak meseleleri her zaman çok rahatlıkla çözmüştür. O bedeviyetten kurtarıp, küfre ait urbayı sırtlarından çıkararak iman, marifet ve muhabbetle Muhammedî ruh içine girmiş bu insanlardan bütün ahlâk-ı seyyieyi söküp atmış ve ahlâk-ı âliyeyi ruhlarının her noktasına işleyerek örnek ve medenî bir toplum ortaya çıkarmıştır. Evet Efendimiz işte o büyük dâvâ için böyle bir fetânetle hazırlanıp gönderilmiştir. Evet, sırat-ı mustakimi ifade eden mutedil bir zekanın irşat ve tebliğ adına ifâ edeceği mânâ çok büyüktür.
Bu mevzuda diğer bir husus da, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ismetidir. O’nun peygamberliğinden önceki iffet ve ismet yörüngeli hayatı, daha sonraki Peygamberlik vazifesinin bir basamağını teşkil eder. Allah Rasulü ileriye doğru adım adım giderken, kendisinde bulunan bu güzel huy ve hasletler, basamak basamak O’nu daha sonra edâ edeceği o büyük dâvânın kahramanı haline getirmiştir. O, o kadar afif bir hayat yaşamıştır ki, kendisine düşmanlık yapanlar ona, “sihirbaz”, “şâir” gibi iftiralarda bulunmalarına rağmen, O’nun ismet ve iffetine aykırı hiçbir şey söyleyememişlerdir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in irşadının çok güçlü ve tesirli olmasında emin oluşunun da büyük tesiri vardır. O, gerek peygamberliğinden önce ve gerekse peygamberliğinden sonra, insanlara hep emniyet telkin etmiştir. Zaten O, peygamber olmadan önce de “el-Emin” namıyla anılmaktaydı. Doğrusu O, herkese öyle bir emniyet telkin etmiştir ki, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi en amansız düşmanları bile, O’nun emin oluşunu kabulde tereddüt göstermemişlerdir. Zira Allah Rasulü bütün hayatını engin bir emniyet ruhuyla geçirmiştir.
Şu tablo bu hakikate güzel bir misal tekşil eder: Hz. Yâsir (radıyallâhu anh) henüz Müslüman olmamıştır. Bir gün dışarıya çıkan oğlu Hz. Ammâr’a nereye gittiğini sorar. Hz. Ammâr: “Muhammed’in yanına.” cevabını verir. Bunu öğrenen Hz. Yâsir, oğluna şunları söyler: “O, emin bir insandır. Mekkeli O’nu böyle tanır. Eğer O, peygamber olduğunu söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’nun yalan söylediğini kimse duymamıştır.”
Buna bağlı olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir de sıdk sıfatı vardır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında bir kere olsun yalan söylememiş ve her zaman çevresine güven telkin etmiştir. Evet Nebiler Serveri hep doğru yaşamış ve doğruluğu tavsiye etmiştir. Zaten bir hadis-i şeriflerinde de o şöyle buyurur: “Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr’e, o da sizi cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa, Allah katında sıddıklardan yazılır. Yalandan sakının; yalan insanı fücûra (günaha) o da cehenneme götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.”
Hâsılı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat ve tebliğinde bu yüce vasıflarının çok büyük tesiri olmuştur. Günümüzde de irşat ve tebliğ erleri, gönül verdikleri dâvâda muvaffak olabilmeleri için, yukarıda zikredilen bu vasıflarla muttasıf olmak zorundadırlar. Bu vasıfları arzu edilen seviyede olmayanların değişik arıza ve problemler yaşamaları kaçınılmazdır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toplumun her kesimine açık olan mektebinde, büyük ölçüde o mümtâz şahsiyetiyle müessir olmuştur. Günümüzün güzîde nesilleri de, Efendimiz’in bu sıfatlarıyla vasıflanmaları ölçüsünde çevrelerine müessir olup çok kolaylıkla insanları aydınlık ufuklara taşıyabileceklerdir.
——————————————————————————–
[1] Fetih, 48/2
[2] En’am, 6/52
[3] Hud, 11/27
[4] Hud, 11/29
İnsanın yaratılış gayesi, Cenab-ı Hakk’ı bilip, bildirmektir. Bunun dışında hiçbir şey yaratılışa gaye olacak seviyede değildir. Kur’an-ı Kerim: “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsin diye yarattım” (Zariyat, 51/56) beyanında bu mülâhaza açıktır. Ayetteki “Liyâ’büdûn; bana ibadet etsinler” ibaresini, İbn-i Abbas “Liyârifûn; beni bilsinler” şeklinde tefsir etmiştir.
Bu hakikati en iyi şekilde idrak eden Efendimiz ve O’nun sadık yârânı olan Sahabe-i Kiram efendilerimizdir. Dolayısıyla, dine ait bütün hakikatlerin en başta onlardan öğrenilmesi gerekir. Bu mânâda onlara mütabaat, aynı zamanda marz-i İlahi açısından da ayrı bir önem arzeder. Çünkü Cenab-ı Hakk onlar için, “Radıyallahu anhüm ve radû anh; Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı” (Beyyine, 98/8) buyurmuştur. Tasavvufçular, bu ayetten hareketle iki makam ya da ikı mertebeden söz ederler.
1. Râdiye: Bu, kulun Cenâb-ı Hakk’tan razı olması makamıdır. Bu hâl, bir halk şairimizin ifadesiyle şöyle dile getirilir: Gelse celâlinden cefa
Yahut cemâlinden vefa İkisi de cana safa
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.
Buna göre, Cenâb-ı Hakk’tan ne gelirse gelsin; her zaman şükürle karşılık verip kat’iyen şikayet etmeme ve bu yolda karşımıza çıkacak gülü de, dikeni de aynı görme; azbi de azabı da aynı bilme bir esastır.
2. Mardiyye: Bu da Allah’ın rızasına mazhar olma demektir. Mardiyye, râdiyeden daha önemli bir mertebedir. Tâbiîn’ in büyük kadını, Rabia Adeviye ellerini açıp Allah’a dua ederken: “Allah’ım! Benim Seninle olan alâkam hürmetine değil; Senin benimle olan alâkan hürmetine..” der, dua eder. Çünkü kulun, Allah (c.c)’la irtibatı ne olursa olsun, Allah’ın kulla olan irtibatı çok daha derin, daha muhit ve daha önemlidir. İşte, “mardiyye” mertebesi, böyle bir hususa açılmış olma ve ona mazhariyet kesbetme halidir ki, her iki hali de nefsinde cem eden Efendimiz ve Ashab-ı Kiram hakkında, Allah Teala “radıyallahü anhüm ve radü anh” buyurmaktadır.
Bu durum, Allah (c.c)’ın onların hayat tarzlarından, hayatı yorumlayışlarından hoşnut olduğunu gösterir. Öyleyse, onların hayat mertebelerine intibak etmek -ki, o kalıbın içine girmek demektir- bizim için bir gaye ve hedef olmalıdır. Zaten Cenâb-ı Hakk, onlar için bu ifadeyi kullanmakla sanki bize: “Bu hayat tarzı, benim razı olduğum bir tarzdır. Onu yakalayın ve benim hoşnutluğuma mazhar olun ki, ben de sizden razı olayım..” demektedir.
Aslında Sahabe-i Kiram bizim için her zaman örneklerin en güzelini teşkil etmektedir. Bu hususu biraz daha açmakta yarar olacağı inancındayım. Şöyle ki; Sahabe’nin her biri iman adına öylesine derinlerden derindir ki, onların her birine birer iman kahramanı dense sezadır. Tabiî iman derken, bizim küçük yaşlarda duyup ezberlediğimiz; “Amentü billahi ve melâiketihi..” çerçevesinde söylenen ve sadece lafızdan ibaret olan iman değil. Yanlış anlaşılmasın, bu iman değildir, demek istemiyorum. Aksine Kelime-i Şehadet ve Kelime-i Tevhid, Allah indinde en önemli bir hakikattır.. ve O isterse kuluna sadece bu kelime ile necat verebilir. Ancak bizim Efendimiz (s.a.s) ve Sahabe-i Kiram’ da gördüğümüz iman çok farklıdır. Meselâ onlar, bir yerde karşılaştıklarında, birbirlerine: “Hele gel, seninle bir saat Allah’a iman edelim..” derler. Evet, onlar düşünüp tefekkür etme, imanlarını daima taze tutma ve böylece her zaman hayvaniyetten uzak durup cismaniyeti geriye çekerek kalb ve ruhun derece-i hayatına girme adına bitmeyen bir gayret içinde olmuşlardır. Elbette ki bu, basit mânâda bir inanış değildir.
Ayrıca onlar, İslâm’a hizmet adına, birer aşk ve heyecan kahramanıdırlar. Abbas İbn-i Eşyem (r.a), Yermuk’te şehit düşen bir sahabidir. Allah Rasulü (s.a.s), bu sahabi hakkında: “Kılıçlar başından aşağıya inerken başını hiç çevirmedi..” buyurur ve bundan dolayı da onun cennette reftare gezdiğini haber verir. Onun torunlarından biri, Ömer b. Abdülaziz’in huzurunda kendisini tanıtırken: “Ben o zatın torunuyum ki, Yermuk’te savaşırken, bir kılıç darbesiyle bacağının kesilmiş olduğunu, ancak attan inmek istediğinde tepetaklak düşmesiyle farketti” der. Belki bu tür vak’alar, Çanakkale’de, Çaldıran’ da, Sırpsındığı’nda ve daha nice savaşlarda da meydana gelmiş ve yaşanmıştır; ancak Sahabe’nin yaşayışı her zaman farklı olmuştur.
Sâd İbn-i Rebi, Efendimiz tarafından çok sevilen bir sahabidir. Uhud’da, bir an gözlerden ırak olur. Efendimiz yanındaki sahabilere, etrafı bir arayın der. Arar ve onu yaralı bir halde yatıyor bulurlar. O kendisini bulan zata döner ve şu ibret verici sözleri söyler: “Sizin nabzınız attığı müddetçe Efendimiz’e birşey olursa, Allah’a vereceğiniz hesabın altından kalkamazsınız. Allah Rasulü ne benden selam söyleyin, Uhud’un verasından üfül üfül esen cennetin kokularını duyuyorum..”
Evet, iman ettikten sonra, dünya ve ukba saadetine giden yol, İ’la-yı Kelimetullah için mücadele ve mücahededen geçmektedir. Onların hepsi, dâsitanî bir kahramanlıkla kendilerinden beklenen bu mücadeleyi vermiş ve gereken gayreti göstermişlerdir. İbn-i Hacer, Efendimiz döneminde yaşamış yüzotuzbin Sahabe’den bahseder. Oysaki, bütün araştırmalara göre, bugün Medine mezarlığında bulunan Sahabe mezar sayısı onbin bile değildir. Geriye kalan yüzyirmi bin sahabi, inandıkları hakikatleri insanlara ulaştırmak için, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Demek yüzyirmi bin sahabi, Mekke-Medine gibi, insanları büyüleyen güzel yurtlarından ayrılarak, Yahya Kemal’in “Ezan” şiirinde:
Emr-i bülentsin ey Ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî
Sultan Selim-i evvel’i râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi alemi şân-ı Muhammedî
Gök nura garkolur, nice yüzbin minareden
Şehbal açınca rûh-u revan-ı Muhammedî
Ervah cümleten görür Allah-ü Ekber’i
Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî
şeklinde idealleştirdiği, Rûh-u Revan-ı Muhammedîyi, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalansın diye gittiler; gittiler ve bir daha da geriye dönmediler. Mesela, bunlardan biri Ümm-ü Haram’dır. O, Efendimiz’den aldığı beşaretle, yaşlı haliyle çıktığı Kıbrıs seferinde şehit olmuş ve oraya gömülmüştür. Evet, Sahabe’nin hemen hepsi, bu düşünceyle meşbû olduklarından çoğu zaman Allah Rasulü ne gelerek: “Dua etmez misiniz Ya Rasulallah! Allah yolunda şehit olayım..” deyip dua istemiş ve taşıdıkları o ruh ve mânâ ile İslâm’ı dünyanın birinci meselesi haline getirmişlerdir. Dört halife döneminde -ki, tamamı 30 yıldır- fethedilen yer ve Müslüman olan insanlar, daha sonraki Emevi, Abbasi, Karahanlılar, Samanoğulları, Harzemler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde fethedilen ve Müslüman olan insanların sayısına denktir. Hz. Osman döneminde ta Aral Gölüne, Ermenistan’a -ki, Kastalanî bu yerlerin Erzurum’un Palandöken dağlarını da içine aldığını söyler- kadar gitmişlerdir. Hz. Ali döneminde Öküz Nehri aşılmış ve Ahnaf b. Kays gidip Moğollarla savaşmıştır. Tarık b. Ziyad, kendi ismiyle anılan Cebel-i Tarık Boğazını geçerek -eski adıyla Herkül Burcu- İspanyâ’ya ulaşmıştır. Amr b. As ve yeğeni Ukbe b. Nafi, “Zulmet Denizi” denen Atlas Okyanusu’na, Abdülhak Hamid’in ifadeleriyle: “Atı beline kadar suların içinde ve meleklerin gökteki konuşmaları kadar mukaddes şu sözlerle haykırmıştır: “Allah’ım bu karanlık deniz önüme çıkmasaydı senin yâd-ı cemilini denizler ötesi alemlere götürecektim.”
Evet iman; imandan sonra gelen aksiyon ve mücadelenin, muhasebe ve murakabe duygusunun temelini teşkil eder. Dolayısıyla her şey, ondan fışkırır. İşte Sahabe-i Kiram’daki bu mücahede aşk u şevki de, onlardaki imanın derinliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü onlar, Asr-ı Saadet’i idrak etmiş ve Efendimiz’in arkasında yer almış.. dolayısıyla hilkatin gayesi, fıtratın neticesi Allah’a iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî olduğunun şuuruna çok iyi varmışlardı.
Efendimiz, onlar arasında elbette apayrı bir yer tutar. O, tamamen, Cibril’in muallimliğinde yetişmiş ve her şeyi O’ndan öğrenmiş olmasına rağmen, öyle bir ufka ulaşmıştır ki, Miraç’ta kendisine muallimlik, yapan Cibril’i dahi geride bırakmıştır ve cismaniyetine rağmen, Allah’ın en mükerrem meleğini dahi aşmıştır.
Hâsılı; iman ve aksiyon çok önemli bir mevzudur. Bundan dolayı asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Mevdudî ve daha niceleri, kemal-i hassasiyetle iman ve aksiyon meselesi üzerinde durmuş; konuyla ilgili eserler yazmışlardır. -Allah’a binlerce hamdolsun- onlar ve onlar gibilerin çalışmalarıyla günümüz aydınlanmış; hedef olarak insanımıza, imanda derinleşme ve müsbet hareket de diyebileceğimiz aksiyon yolu gösterilmiştir. Bu çerçevede bize düşen şey de, tıpkı Sahabe gibi: “Hele gel, bir saat Allah’a iman edelim” deyip, her fırsatı değerlendirerek imanda derinleşmektir.
Mücadele ve mücahedeye gelince; günümüzde medenilere galebe icbar ile değil; ikna iledir. Dolayısıyla bu uğurda mücadele verilirken, sistemli ve basiret üzere hareket etme esastır. Zannediyorum, bu alanda da Sahabe’ye ait ruhu, şuuru en iyi şekilde kavrayan Bediüzzaman olmuştur. O, Yıllarca: “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin imanını selamette görmezsem, cenneti de istemem, çünkü orası bana zindan olur..” demiş, bir hayat boyu hiç yılmadan, bütün engelleme ve karalamalara rağmen yoluna devam etmiştir. O’nun açtığı çığırda yüründüğü müddetçe, Asr-ı Saadet’tekine benzer yeni bir Altınçağ’ın, bir Akçağ’ın yaşanacağı ümit edilebilir.
Hz. Peygamber (s.a.s)’in dedesi Abdulmuttalib, gökçek yüzlü, pırıl pırıl, temiz nasiyeli ve iyi bir sürgüne esas teşkil edebilecek mahiyette bir kök görünümünde idi. Yani o, İnsanlığın İftihar Tablosu’na dede olabilecek maddî-manevî bir donanımı hâizdi. Efendimiz (s.a.s) hayata gözlerini fakir olarak açmış, fakir olarak büyümüş ve fakir olarak da hayatını idame ettirmişti. Hz. Hatice ile evleninceye kadar da, bu hep böyle devam etti. Zira ne dedesi, ne amcası (Ebu Talib) ona birşey bırakacak imkâna sahip değillerdi. Allah Rasulü (s.a.s) Hz. Hatice Validemiz ile evlendikten sonra. Mekke’nin zengin kişilerinden biri sayılabilirdi ama, peygamberliğinin 5. veya 6. senesinde elinde avucunda hiçbir şey kalmamış ve yine eski hayatına dönüvermişti.
Pekala, Nebiler Serveri bu servetini nerede ve nasıl harcamıştı? Siyer kitaplarında verilen bilgiler ve onların satır aralarından anlayabildiğimiz kadarıyla O bu serveti, halkı iman ve Kur’an’a davet etme yolunda, yemek yedirme, hediyeler verme.. gibi alanlarda harcadı ve tüketti. Evet, insanları Allah’a çağırmada, en uygun metod İlâhî ahlâkla ahlâklanmadan geçer. İlahi ahlâk ise bize hep şunu talim eder: “Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben bir zirâ, o bir zirâ gelirse, ben bir kulaç, o yürüyerek gelirse, ben koşarak gelirim.” Buna göre, önce siz insanlara yaklaşmadan, böyle bir yaklaşma yolunda bazı şeyleri feda etmeden (toplumların örf ve adetleri bu noktada mutlaka dikkate alınmalıdır) onları kendinize doğru bir adım dahi yaklaştıramazsınız. İşte Nebiler Serveri (s.a.s) yemek yedirmek, hediyeler vermek suretivle itidalin çerçevelediği sınırlar içerisinde sürekli tebliğ yapıyor ve o koca servetini bu uğurda tüketiyordu.
Geçenlerde bir vesile ile arz etmeye çalışırken; cihadın, Allah ile insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek, onların AIlah ile buluşmalarını sağlama ameliyesi diye. yeni bir tarifi üzerinde durmuştum. İşin doğrusu bizim, insanların kalbine hem de zorla Allah’a imanı yerleştirecek halimiz yok. Allah dilediği insanın kalbine tecelli eder. Yalnız, insanların gönlünden küfrün baskısını izale etme, onların bakış açılarını düzeltme, gurur, kibir, zulüm gibi imânâ mâni engelleri bertaraf etme gibi bir sorumluluğumuz söz konusu. Bunun için de toplumun her kesimi ile içli-dışlı olmak şarttır. Bu konuda yemek yedirmek, hediyeleşmek veya toplumun yadırgamayacağı daha başka vesileler de mutlaka kullanılmalıdır. Efendimiz (s.a.s) döneminde Hudeybiye sulhu, iki toplum arasında kaynaşmayı sağlamıştı. Ve Kur’an ona “apaçık fetih” diyerek, onun ne bereketli bir başlangıç olduğuna bilhassa dikkatleri çekmektedir.
Evet, artık devir akıl, mantık, muhakeme devridir. Üstad’ın dediği gibi “Medenîlere galebe ikna iledir. Söz anlamayan vahşîlere yapıldığı gibi icbar ile değildir.” Şayet bizler, insanları, sapık anlayış ve sapık dinlerin akıl-mantık ile çelişen esaslarından kurtarmayı düşünüyorsak ve Uzak Doğu da meditasyonlar ile din adına teselli arayan, metafizik duygularını bu yolla tatmin etmeye çalışan insanları kurtarmak istiyorsak -ki bu ortamı hazırlamak ewel emirde bizim vazifemizdir- bunun için mutlaka yukarıda arz edilen esaslar üzerinde ısrarla durulması gerekir.
Bu cümleden olarak bizim hahambaşı, patrik, rahib, vs. demeden ve ayınm yapmadan, onlarla münasebete ve diyaloğa geçmemiz şarttır. Bunu yaparken de onların kendi inançlarını terketmelerini beklemek doğru değildir. Bu onları rencide eder.. ve zaten cihan tarihinin hiçbir döneminde birdenbire böyle seri bir değişim olmamıştır ve olmasını beklemek de hayalperestliktir. Şahsen ben, yukarıda zikrettiğim türden eşhas ile yaptığım görüşmelerde, onları çok sıcak buldum. Eski düşüncem onların Türkiye’ye ve Türk insanına tepeden baktıkları istikametindeydi.. evet, Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere gibi dünya siyasetinde, gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri ile söz sahibi olan, dünya ticaret piyasalarında inkar edilmez ağırlıkları bulunan bu insanların, hakikaten bize tepeden baktıklarını zannediyordum. Ancak beşerî münasebetler açısından onlara doğru, bir-iki adım atınca gördük ki, hiç de diyolağa mani bir yanları yokmuş. Evet, gördük ki, onlar hâlâ, Endülüs’ten Türkiye’ye getirilmelerinin medyuniyetlerini yaşıyorlar. Ve gördük ki, “en az biz de sizin kadar Türküz” diyorlar. Onların bu tavrını görünce, çok duygulandım, gözlerim yaşardı ve şunu demek zonında kaldım: “Bizim atalarımız Orta Asya’dan Ahlat’a oradan doğu Anadolu’ya gelip yerleşmişler ve bunun mazisi en çok birkaç asır. Ama siz beşyüz seneden beri buradasınız.”
Evet, eğer onlar kendilerini bu şekilde bize yakın buluyor ve bunu çekinmeden itiraf ediyorlarsa, bence bunu değerlendirmek gerekir. Sertlik ve düşmanlıkla hiçbir yere varılmaz. Aramızda uçurumlar olursa, onlarla nasıl birarada bulunabilir ve dinimizin müsamaha ufkunu nasıl gösterebiliriz ki!
Biz, yine bu münasebetler sonucu öğrendik ki, problem genelde idarî kesimler arasında. Kitlelerin kendi aralarında hemen hemen hiçbir problemi yok gibi. Zaten yabancılarla yapılan onca sinaî, ticarî belki ziraî ortaklıklar bunu göstermiyor mu?
Bu itibarla, işte böylesi birebir ilişkiler ve daha geniş dâirede ülkeler-devletler arası münasebetler, Hz. Muhammed (s.a.s)’in genel tavrı ve peygamberliğinin en önemli, en gözkamaştırıcı ve en parlak esprisi olması açısından sünnet yolu olsa gerek. Kaldı ki, bunun için ortam da eskiye nisbetle fevkalade müsait durumda. Bizim sahibi olduğumuz sistem ve onun yeterliliği hakkında hiç şüphemiz olmadığına göre, her zaman, olabildiğince açıklık içinde ve rahatlıkla, ister birebir, isterse ülkeler arası müessesevî plânda herkesle münasebete geçebiliriz.
Son olarak bir şeye daha işaret etmek istiyorum; son yıllarda herkesi belli bir kap ve kalıp içine koyarak, kimisini kafirlik, kimisini münafıklık ve kimisini de zalimlik ve facirlikle itham eden çok sert radikal çıkışlar hiç de yararlı olmamıştır. Böyle bir yaklaşım, kitleleri birbirine yakınlaştırmaktan ziyade uzaklaştırmış ve düşman kutuplar meydana getirmiştir. Bu gerçeğin bir an önce görülüp, dine, imânâ zarar verecek düşünce ve çıkışlara son verilmesi, en büyük dilek ve temennimizdir.
Enbiya-ı izamdan öyleleri gelmiştir ki, ya tek bir ümmeti olmuş veya hiç olmamış; ama onlar yine de peygamberlik için gerekli olan vazifeyi yerine getirmişlerdir. İşte bu, benim aklımın alamayacağı ve ona karşı hayret ve hayranlık duygularımı gizleyemediğim peygamber ihlasıdır. Bir insan kırk sene-elli sene hakkı anlatıp da, hiç kimseye bir şey dinletemesin; ama, hiç tavrını değiştirmeden yine anlatsın.. işte bu farklılık irşadda çok önemlidir.
Evet, ısrar ihlâsın bir buududur. Vefa hissi ile hiç sarsılmadan aktif bekleme ise irşad ve tebliğde çok önemlidir. Ehlullahtan birisi, “Beni bir kedi irşad etti; gördüm ki o, yirmi dört saat gözünü kırpmadan farenin deliğine yöneldi ve bekledi. İşte o zaman anladım ki, bu iş öyle ara sıra deliğin önüne uğramakla olmayacak. Ondan sonra gözünü kırpmadan ve hiç yılmadan Hakk’ın kapısını gözetlemeye koyuldum.” der. Hakkı, hakikati bulma, bazılarına kırk haftada, bazılarına kırk ayda, bazılarına da kırk senede nasip olur. Şahsen ben senelerden beri şu tenteneli âlem-i şehadetin arkasında, âlem-i gaybı bir kitap gibi mütalâa edeceğim anı bekledim durdum.. bekleyeceğim de.. ve bulacağım ümidini de hiçbir zaman yitirmedim.
İrşatta diğer önemli bir mesele de sistemdir. Bu mesele hem kemmiyet hem de keyfiyet buudlarıyla oldukça önemli bir husustur. Ancak bazı ihlaslı arkadaşlar, zannediyorum ihlaslarına bir şey karışmasın diye kemmiyetle fazla meşgul olmuyorlar. Bu, bir yönüyle doğru olsa da bazı yönlerden yanlış bir anlayıştır.
Ewelâ, kemmiyet olmayınca, keyfiyeti düşünmek mümkün değildir. Zamanın mekana nisbeti ne ise, keyfiyetin kemmiyete nisbeti de odur. Keyfiyet, kemmiyet plânında var olan bir şeyin bir buudu, bir derinliği ve ayrı bir yanıdır. Kemmiyetin tasavvur edilmediği bir yerde, keyfiyetten bahsetmek muhaldir. Ortada hiçbir insan yoksa insanla alâkalı keyfiyet nasıl tasavvur edilecek ki? Mesela ihlas, mü’minin sıfatıdır; ortada mü’min yoksa, o sıfat nasıl olacak ki?
O halde kemmiyet ve keyfiyet birlikte aranmalı; keyfiyet kemmiyete ya da kemmiyet keyfiyete feda edilmemelidir. Efendimiz (s.a.s)’in tebliğ ve irşat adına cepheden cepheye, panayırdan panayıra koşması, karşılaştığı hemen her insana “Lâilâhe illallah deyin kurtulun” demesi keyfiyet eksenli bir kemmiyet arayışı değil midir? Allah Rasulü (sas) karşısına iki insan alır, akşamdan sabaha, sabahtan akşama Kur’ân okur, onları eğiterek keyfiyet insanı haline getirirdi. İşte böylece o -0’nun için söz konusu olmasa da- kemmiyet hatası içine düşmekten kurtulma yolunu gösterirdi.
İhlas ise sistemde apayrı ve başlı başına bir yer işgal eder. İhlas olmadan bir yere varılabilmesi imkânsızdır.
Hüsrev Efendi’nin mâlâyânî şeylerle meşgul olmayıp, risaleleri yazayım diye, onbeş sene kapısını ördürerek odasını hücre haline getirdiğini anlatırlar. Kaldı ki o esnada çok ciddi takip de söz konusudur. Mesela, o mübarek zat, yazdığı risaleleri rulo yapıp banyodan dışarıya, suyu boşaltmak için kullanılan küçük bir borucuk içine bırakır, birileri de ara sıra gelip, boru içinden ruloları alır, altı saat uzaklıktaki köylere giderek risaleleri yerlerine ulaştırırlarmış. Sonra taş baskılar yapılıp, benzer tabyelerle dağıtım yapılırmış. İşte bu ihlas ve bu sistem sayesinde Üstad, bir avuç talebesiyle Türkiye’nin her tarafına risaleleri dağıtmıştır…
Evet, bütün bu misalleri niçin arz ettim? Aşk ve aksiyona bakın ki, o dönemde Üstad, yirmi talebesi ile Türkiye’de ulaşmadığı yer kalmıyor. O, iman, ilim, irfan, muhabbet ve ihlasta çok derin olmanın yanında bir o kadar da aksiyon insanı. Şimdi eğer bu insan, başkalarına anlatayım diye ciddi bir gayret içinde bulunmakla kemmiyeti keyfiyete tercih ediyor, ihlasından feragatta bulunuyorsa geliniz Allah aşkına bu yanlışlığı hepimiz yapalım, Bediüzzaman gibi kemmiyet hastalığına düşelim!.
Hasılı, ihlas, ısrar ve kemmiyet ile keyfiyet dengesinin birlikte gözetilmesi irşad ve tebliğ vazifesinde çok önemli bir unsurdur.
İslâm’ın evrensel mesajının “âfâk-ı âleme” intikal ettirilmesini, kitle iletişim araçlarına bağlamak -zannımca- doğru değildir. Çünkü yaklaşık bir asırlık mazisi olan bu araçlardan önce de İslâm vardı ve İslâm’ın mesajları, o günkü Müslümanlar tarafından dünyanın dört bir yanına götürülüyordu. Hususiyle, kendileriyle her zaman iftihar ettiğimiz bizim altın cedlerimiz, onu arızasız olarak her tarafa ulaştırabiliyordu.
Yalnız TV, radyo, gazete ve mecmualar yani yazılı ve görsel bütün unsurlarıyla medya, İslâm’ı tebliğ işine sürat kazandırabilir. Evet, Efendimiz’in mucizevî beyanıyla ifade ettiği “tekârüb-ü zaman ve tekârüb-ü mekân”ın yaşanmasına ve böylece dünyanın küçük bir köy haline gelmesine vesile olabilir bu araçlar. Nitekim olmuştur da. Günümüzde bir taraftan dünya küçülürken diğer yandan da zamanın hızı aşılmaya çalışılmaktadır. Evet, insanlar duygu ve düşüncelerini bu vasıtalarla çok daha rahat ve kolay bir biçimde intikal ettirebilmektedirler. İnşâallah, mükellefiyet olarak Rabbimizin üzerimize yüklediği İslâm’ı tebliğ vazifesini bu araçlardan istifade ile bizler de yerine getirebilir ve bu sür’at çağına bizler de birşeyler fısıldayabiliriz.
Ancak burada ayrı bir hususa temasda yarar görüyorum. Gerçi bu husus, soruda doğrudan doğruya ifade edilmiş olmasa da, dolaylı yoldan soruyla irtibatı olduğu için, bence önemlidir ve üzerinde ne kadar konuşulsa israf-ı kelam edilmemiş olur.
Evet bu araçlar, İslâm’ı tebliğ işini kolaylaştırma ve hızlandırmanın yanında, onu temsil işinde yeterli sayılmazlar. Zira İslâmî mesajın, duyguların, düşüncelerin ifade edilmesinde temsil daima tebliğin önünde olagelmiştir. İslâm tarihi boyunca bu, hep öyle olduğu gibi bundan sonra da öyle olmaya devam edecektir. Evet, 14 asırlık İslâm tarihinin kritiğini yapanlar ve Efendimiz (s.a.s)’in hayatına siyer felsefesi açısından yaklaşanlar, İslâm’ı temsil üzerinde çok durmuş, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan sonra İslâm’ın o denli seviyeli olmayışını da hep temsil eksikliğinde görmüşlerdir.
İsterseniz soruda olmamasına rağmen işaret ettiğimiz bu hususu biraz daha açalım: Allah Rasûlü’nün temsil hüviyeti dikkatle incelenmeye değer bir husustur. O, bir Batılının da ifade ettiği gibi, başladığı perdede işi bitirmiştir. 23 senelik peygamberlik hayatında şartların olabildiğine değişmesi, onda her hangi bir değişiklik meydana getirmemiş, getirememiştir. Yaşamadığı şeyi söylememiş, aksine hep yaşadıklarını seslendirmiştir. Öyle ki, dost-düşman O’nu yaşadığı hayatı ile tanımış ve yaşadığı hayatı ile kabul etmiştir. Ayrıca O’ndan hayatın, fıtratın, kâinatın cârî kanunlarına ters birşey sâdır olmamıştır. O’nu takip eden dönemlerde de, Hulefa-i Râşidin hariç, Osmanlılara kadar bu meseleyi iyi anlayan ve anladığını hayata tatbik eden bir başka millet çıkmamıştır. Onun için bu meselenin farkında olan niceleri Osmanlıları hep takdirle yâd eder. Meselâ Muhyiddin İbn-i Arabî, “Şecere-i Numaniye”sinde diyor ki, Sahabe-i Kiram’dan sonra, Allah’ın muradını en iyi şekilde yerine getiren Osmanlılardır.” Evet, Osmanlı bizim şimdilerde hecelemeye başladığımız müsamaha, tolerans, diyalog… vs’yi devlet çapında en mükemmel şekilde temsil ediyordu ve bu engin ufukla, Hristiyan ve Yahudilere varıncaya kadar hemen herkese mesajını rahatlıkla sunabiliyordu. Bakın; Osmanlı’nın yıkılışının ardından onca yıl geçmiş; ama biz bütün dünya ile beraber hâlâ Osmanlı diyoruz. Sırpların zulmü ile ezilen Boşnaklar Osmanlı diyor.. ekonomik, siyasî, kültürel emperyalizme maruz kalan Kuzey Afrika ülkeleri Osmanlı diyor.. Orta Doğu bir türlü durma bilmeyen anarşik hadiselerin diliyle Osmanlı diyor.. hasılı eski Osmanlı coğrafyasında bulunan hemen her ülke, şimdilerde hep onu telaffuz ediyor. Hatta bugün, “yeni dünya düzeni” deyip vizyona koydukları oyunun altında kalan ve bir türlü çıkış yolları bulamayan bütün Batı dünyası da Osmanlı demektedir. Demek ki Osmanlılar, emperyalist düşüncelere girmemiş, o ülke insanlarına karşı asimile faaliyetlerinde bulunmamış, soykırım yapmamış ve İslâm’ın ruhunu çok iyi kavrayarak, onu öyle mükemmel temsil etmişler ki, dünyanın değişik bölgelerinde halen aranan insanlar konumunda bulunuyorlar.
Evet, daha önce de çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi, biz geçmişte engin bir Müslümanlık yaşamışız. Yani İslâm’ın yoruma açık yönlerini fıtratla uyum içinde öyle bir yorumlamışız ki, Asr-ı Saâdet’ten bu yana bizim gibi başka bir millet çıkmamış. Hadiste, fıkıhta, tefsirde, kelamda yetiştirdiğimiz dâhî imamlar sayesinde hep farklı olabilmiş ve hep farklı kalabilmişiz. Öyle ki, Buharî’ler, Müslim’ler, Tirmizî’lerden tutun Ebu Hanife’lere varıncaya kadar, bütün insanlığı kucaklayan bir anlayışın alperenleri hep bizden çıkmış.
İnsan, bu hususun ehemmiyetini, yurt dışına çıkıp, teferruata ait kavgaların verildiğini görünce veya haşîn, sert, katı, bağnaz bir kısım tipleri müşahede edince daha iyi anlıyor. Onun için ben, bazı kesimlerce tenkid edileceği ihtimalini de nazara alarak Türklerin yorumladığı mânâda, o enginlikte bir anlayışa “Bizim Müslümanlığımız” demekte bir beis görmedim ve görmüyorum. Elbetteki, bu düşünceye, İslâm’ın evrenselliğine toz kondurabilir, gölge düşürebilir diye itiraz edenler çıkacaktır. Tekrar ediyorum; bana göre, “İslâm’ın yoruma açık yönlerini evrenselliğe en uygun olarak sadece milletimiz yorumlamıştır” düşüncesi mübalağa olmasa gerek. Evet bizde, Mısır’da, Hindistan’da, Suud’da yetişen âlimler ölçüsünde âlim yetişmemiş olabilir. Ama onun bayraktarlığını yapma bu millete nasip olmuştur. Tabiî ki bu da baskıcı ve dayatmacı bir zihniyetle değil, müsamaha, af, tolerans ve diyalog yolları ile milletlerin gönlüne girmekle gerçekleşmiştir. Bu itibarla da, “Müslümanlık bu ise, hepimiz Müslümanız” demiştir pek çokları.
Şimdi, günümüzün aydın nesilleri, ahirzaman kudsîleri bu dâvâyı İnsanlığın İftihar Tablosu, O’nun Raşid Halifeleri ya da Osmanlılar ölçüsünde temsil ederek, bu uğurda kitle iletişim araçlarını da rantabl kullanabilirlerse, bütün insanlığa Müslümanlık adına söylenmesi gerekli olan şeyleri bir kere daha söyletmiş olacaklardır.
Şahsen ben, bu konuda fevkalâde ümitvârım. İslâm dünyasının büyük mütefekkiri, Mâlik b. Nebi’nin “Eğer İslâm dünyasının batısında Türk toplumu olmasaydı, bugün İslâm dünyası yoktu” diye tebcil ettiği o kutlu neslin torunlarının, bu işi yapacaklarına inancım tamdır. Daha şimdiden bu nesil, değişik kültürlerin birleşmesine ve bir kültür bulamacının meydana gelmesine vesile olacak adımları attı bile.. attı ve Küçük Asya ile Büyük Asya’nın birleşmesinin altyapılarını hazırladı. Evet, iktisadî, sınaî, idarî, ticarî, siyasî, askerî… hemen her alanda büyümemizin, sebepler planında garantisi olan faaliyetleri bu kudsîler kadrosu gerçekleştirme yolundadır. Bunlar, tâ Moğolistan’a varıncaya kadar bütün Orta Asya’da olduğu gibi, Avrupa’nın hemen her ülkesinde, Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde, Afrika’nın bazı bölgelerinde okullar açmışlar ve hatta şimdilerde, Yeni Zelanda, Kuzey Kore, Güney Amerika ve Çin’in kapılarını zorlamaktadırlar. Evet bu çağın kudsîleri dünyanın dört bir yanına dağılarak insanî normlar üstünde bir fevkalâdelikle vazifelerini yapıyorlar. Öyle ki, kendi duygu, kendi düşünce atkıları üzerinde, bütün insanlık tarafından kabul görecek bir dantela örüyorlar ve insanlığa yeni bir kültür anlayışı sunuyorlar. Bu arada, kitle iletişim araçları da -inşâallah- bu işe hız kazandıracaktır. Ama, kat’iyen unutmayalım ki, evvel ve âhir bu iş, gücünü İslâm’ı temsilden alacaktır.
Yazılı ve “görsel” alanda TV, radyo, dergi, gazete vb. iletişim -bizim tabirimizle muhabere ve muvasala- vasıtalarından müteşekkil medyanın, günümüzde kazanmış olduğu boyut, bazı açılardan çok yararlı, bazı noktalardan da bir ölçüde zararlı olmuştur. Mesela, insanların belli zaaflarından dolayı revaç bulan ve bir fantezi olarak çokları tarafından kabul gören çeşit çeşit “izm”ler, bu vasıtalarla, olağanüstü bir sür’atle dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Öyle zannediyorum ki, Marksizım’ in o çiçeği burnunda olduğu zuhur döneminde, şayet medya bugünkü buudlarda hayata hakim olsaydı, o felaketin girmediği hiçbir yer kalmaz ve dolayısıyla her tarafı fitne sarardı. Marksizm belki ömrünü tüketti ama yeni yeni düşünce akımları, aynı yollarla çok hızlı yayılarak, dünya üzerinde, renk farklılığı olsa da, her zaman tahribat yapabilecektir. Bugün pek çok zararlı düşünce, silik söz ve fena görüntüler, maksat ve gayesinin çok çok önünde bir sür’at ile medya vasıtalarıyla yayılmakta ve maalesef taraftar da bulmaktadır. İşte bu yönleri itibarıyla medya hem bizim için hem de bütün insanlık için çok zararlı olabilmektedir.
Bunun karşısında, kendi duygu ve düşüncelerini, aynı vasıtaları profesyonelce kullanarak anlatan sağduyulu kimselere fevkalade ihtiyaç vardır. Böylece hem temiz vicdanlar onların tahribatından, yanlış yönlendirmelerinden korunmuş, hem de asırlardan beri ön kabullerin, şartlı bakış açılarının altında ezilen masum ve mazlum kitlelere ışık tutulmuş ve ümit verilmiş olsun.
Yalnız bu işin bir takım zorlukları olduğu da muhakkak. Herşeyden önce TV, radyo, dergi, gazete.. hemen hepsi çok pahalı projeler. Mevcut yayıncılık mantığıyla hareket etmedikten sonra, bu müesseselerin kâr getirmesi bir yana, yaşaması kat’iyen düşünülemez. O mantıkla hareket etmemiz ise, inançlarımızdan, yıllardan beri savunduğumuz değerlerden taviz anlamını taşır ki, bunu yapmamız da kat’iyen söz konusu olamaz. Öyleyse, olduğumuz gibi kabullenileceğimiz ana kadar, bunun maddî imkanları bir kısım kimseler tarafından desteklenmesi gerekir.
Malzeme boşluğu da bu konuda, önümüzü kesen büyük bir problemdir. İster belgesel, ister film, ister eğlence, isterse kültür programları, hitab ettiğimiz toplum tarafından hemen kabullenilecek şeyler olmayabilir. Onların kültür ve zevk dünyasına uyarlanmış mezkur programlan ise, bizim yayınlamamız mümkün değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu, bazı değerlerden taviz verme demektir ki, hak bir davaya hizmet ederken, böyle bâtıl vesileleri kullanma bilmem ne derece caiz olabilir.
Bu durumda yapılacak şey, arzedilen halin farkında ve şuurunda olarak, sabırla mücadeleye devam etmek olacaktır. Belki 40 yıl, hiç istikamet değiştirmeden, aynı esas ve prensipler doğrultusunda millet ruhuna hizmet etmek.. evet böyle davranıldığı takdirde, bugünkü nesiller olmasa da bizden sonraki nesiller mutlaka netice alacak ve istikbale emin adımlarla yürüyeceklerdir. Yalnız hemen ilave etmeliyim ki, bütün bunlar Rabbin sonsuz inayet ve keremi ile gerçekleşecektir.
Ayrıca bizim, bizimle aynı inancı, aynı düşünceyi paylaşmayan insanlara nisbetle birçok da avantajımız var. Mesela; komünizm, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm… vs birçok sistemin artık insanlığa söyleyeceği birşey kalmamıştır. Bunlardan bazıları fikrî seviyede düşünce insanları tarafından çürütülmüş, bazıları da hayata intikali neticesinde belli bir müddet sonra tarihin çöplüğüne atılmıştır. Dolayısıyla bunların yenilik adına, insanlığa vaad ettiği hiçbir şey yoktur.
Bize gelince, Hz. Sahipkıran in beyanıyla, “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşmektedir.” Bizler Kur’ân ve Sünnet’in herşeye yeteceği inancına sahibiz. Bugün insanlığın çözemediği bir çok ahlâkî ve içtimaî problemleri İslâmın çözeceğinden hiç şüphemiz yok. İşte bu çözüm yolları, her zaman medya ile insanlığa sunulabilir. Bunu -Allah’ın inayetiyle-, onların benimsedikleri usûl ve üslup içinde yapabilirsek, fevc fevc İslâm a dehaletlerin olacağı da muhakkak gibidir.
Bu konuda riayet edilecek hususlardan bir diğeri de; dost-düşman dengesini ayarlamaktır. Bizler belki din ya da din içinde yer alan bazı değerler hariç, birçok ortak payda etrafında birleştiğimiz insanlara da yayın yaptığımızı unutmamak zorundayız. Biz, herkesle beraber bu vatan toprakları üzerinde birlikte yaşamak mecburiyetindeyiz. Öyleyse emin adımlarla yarınlara yürüyebilmek, bunların da gözetildiği bir yayın stratejisiyle mümkün olacaktır. En son söylenecek bir şey varsa, o da, Kur’ân’ın tenzil ve Hz. Muhammed (sas)’in tebliğ sürecine baktığınız zaman bu konuları en ince detaylarına varıncaya kadar rahatlıkla görebiliriz. İnsanlığa birşeyler anlatmada, “zamanlama” ismi de verilebilecek olan bir husus var ki, o da en az anlatılan şeyler kadar önemlidir.
Hâsılı, medya kültürümüz, İslâm’ın insanlığa mal edilmesinde çok önemli bir rol oynayabilir. Bunun için, önce fedâkar insanların destekleriyle daha güçlü hale gelmeye ihtiyaç var. Peşi sıra yayın politikası adına yukarıda kaydettiğimiz birkaç önemli esasa riayet gelir. Bu süreç içinde yol alırken, ihlas ve samimiyetten ayrılmama, Allah ile irtibatın devamlı artan bir grafik seyretmesi ve muvaffakiyetin O’ndan olduğu hakikatı da bir lahza nazardan dûr edilmemelidir ki, İlâhi inâyet kesilmesin.
Metot farklılığından dolayı bizleri tenkit eden fakat kendi metodunun yanlışlığından dolayı başlarına musibet gelen Müslüman kardeşlerimizi kınayabilir miyiz? Bunun için insan, kendi metodunun isabetliliğinden dolayı içinden sevinse mesul olur mu?
Evet, böyle biri niyetinin rengine göre mesul olur. Ancak şunu bilmekte de yarar var; millet ve hizmet konusunda, bizler de mutlak mânâda yolumuzun arızasız olduğunu iddia edemeyiz. Ayrıca musibetler de iyi-kötü herkesin başına gelebilir.
Evet, bazen bir mü’minin tuttuğu yol arızalı olur ama başına musibet gelmeyebilir. Bazen de insan arızasız bir yolda yürüdüğü hâlde pek çok musibet ile karşılaşabilir. Hatta dosdoğru yolda olan insanın başına onu elemek ve imtihan etmek için çok defa bin belânın geldiği de olur. Belânın en şiddetlisinin nebilere, sonra velilere (başka bir rivayette ulemaya), sonra da derecesine göre, diğer insanlara geldiği düşünülürse, musibetin her insana gelebileceği, dolayısıyla belâya maruz kalmanın, kişinin yürüdüğü yolun eğriliği veya doğruluğuyla çok da alâkadar olmadığı görülecektir.
Allah belâ ve musibetler ile doğru yolda olan bir insanı, daha doğru yola ve daha ileriye teşvik edebilir. Eğri bir insanı da doğru yola iletmek için tenbihte bulunabilir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın icraatını anlamak çok zordur. Herkes belâyı seviyesine göre, kendisine gönderilmiş bir sinyal kabul etmeli ve ona göre “Hazır ol!” vaziyetine geçmelidir. Tabiî belirttiğimiz bu düşünce herkesin kendine bakması açısından çok önemlidir. Başkalarının başına gelen belâ ve musibetleri, kendi yoluna uymadığından ve kendi yolunun dışında bir yol takip ettiklerinden dolayı maruz kaldıkları şeklinde kabul etmek en basit mânâsıyla nâmertliktir. Böyle bir düşünce, mü’minin mürüvvetiyle telif edilemez. Hele bunu “Oh oldu!” şeklinde ele alma, –neûzü billah– Müslümanlık ile kat’iyen telif edilemez. –Hafizanallah– Allah o musibeti döndürür de böyle diyenin başına çevirir. Hatta yüzde yüz gittikleri yol arızalı olan insanların başına gelen belâların başka bir sebepten dolayı değil de sadece bu sebepten dolayı onların başına geldiğini düşünmek de yine bir nâmertlik ve kadirnâşinaslıktır.
İnsan bir mü’mine karşı daima mürüvvetli, gönülden olma mecburiyetindedir. Bu zaviyeden bakıldığında gelip evimizi bassalar, bizi dövseler ve hukukumuza tecavüz etseler ve giderken başlarına bir belâ gelse, “Oh oldu!” dememek gerekir. Böyle birinin o anki hislerine mağlup olarak muvakkaten bir sızlanması ve feveranı olsa da, sonra nedamet etmeli ve “Aman yâ Rabbi! Pişman oldum! Sana sığınırım!” demelidir.
Mü’minin başka bir mü’mine karşı olan tavrı hep böyle olmalıdır ve ona düşen şey de budur. Çünkü –inşâallah– bir gün onunla Sırat’ı beraber geçecek, Cennet’e beraber girecek ve yüz yüze bakışacağız. Orada içimizdeki o müzmerâtın hortlaması her zaman bahis mevzuu olabilir. Düşündüğümüz ve tasarladığımız şeyler o gün önümüze bir bir dökülebilir –ki dökülme ihtimali vardır– işte o zaman çok mahcup oluruz. Zira Cenâb-ı Hak, “Gün gelir, bütün gizli haller ortaya dökülür.”[1] buyurmaktadır. Settâru’l-Uyûb olan Hz. Allah, bizim ve başkalarının kusurlarını da setretsin inşâallah..!
Meseleye başka bir açıdan bakıp şunları söylemek de mümkündür: Mü’min, çok kerim ve çok âlicenâp olmalı ki, o da, cenâbı en âlî olan Allah tarafından değişik lütuflara mazhar olsun. Hatta iyi bir mü’min hep şöyle düşünmeli ve demelidir:
Allahım! Bu insanlar bana bazı hususlarda kötülük ve nâmertlik yaptılar. Ben bunları bağışladım. Ben de Sana karşı kulluğumda tam mert olamadım; ey Halîm ve Selîm olan Rabbim! Sen de beni bağışla!”
Evet, Allah’a giderken vesile edinmek gerekir. Mü’min bu meseleyi bile bir vesile ittihaz etmeli, onunla Allah’a dehalette bulunup O’nun gölgesi altında Allah’a sığınmalıdır.
Evet, yol ve metot farklılığının mü’minleri birbirlerine düşürmemesi lâzım geldiği gibi, diğer mü’min kardeşlerimizi bu türlü levme (kınamaya) da götürmemesi gerekmektedir. Dahası diğer kardeşlerimizin başına gelen musibetleri onların tuttukları yolun bir neticesi gibi görmek aynı zamanda kaderi de tenkit etmek demektir. Bu tür düşünceler Müslümanlık akidesine ters olan düşüncelerdir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), “‘Lev’ demeyin, zira o helâktir, o Şeytanın işine kapı aralar.” buyurmaktadır. Dolayısıyla “Onlar şöyle şöyle yapsalardı şunlar başlarına gelmezdi.” gibi düşüncelere kapılmak, şeytanın yoluna girmenin birer işaretidir.
Mü’minler olarak bilmeliyiz ki, bu mânâda geçmişin muhasebesi yapılmaz. Geçmiş sadece ders alınsın ve ileriyi aydınlatsın diye mütalâa edilir. Hele başına musibet gelen bir mü’minin hâline sevinme, kaderi tenkidi de tazammun ediyorsa, kat’iyen tecviz edilemez.
[1] Târık sûresi, 86/9.
Büyük davalar, birtakım mahrumiyetlerin ötesinde bayraklaşmış. Mesela; Serahsî, Hanefi fıkhının en büyük eseri olan Mebsut’u hapsedildiği kuyuda talebelerine dikte ettirmek suretiyle vücuda getirmiş. Yine asrımızın devâsâ çilekeşi, aynı mahrumiyetlerle büyük davasının temelini atmış. Bunun sebeb-i hikmetini izah eder misiniz?
Bütün büyük davalar ve ulvi gâyeler, birtakım mahrumiyet, çile ve ızdırabın gölgesinde bayraklaşır. Hiçbir büyük hakikat ve yüce ideal, sıkıntı görmeden ve bir kısım mahrumiyetlere katlanılmadan elde edilmemiştir. Mesela; Seyyidinâ Hz. Âdem, cennetten çıkarılma, Habil’in ölümü dolayısıyla evlad acısı çekme ve hepsinden öte insanlara hak ve hakikatı anlatma gibi hayatının önemli karelerinde birçok sancı ve ızdırap çekmiştir. Ama bütün bu sıkıntılarının bir semeresi mahiyetinde, Cenab-ı Hak ona “Safiyyullah” ünvanını vermiştir.
Evet, Hz. Âdem’den günümüze kadar gelip geçen peygamberlerin, Sahabenin ve başları yüce şahikalar gibi heybetli ve dumanlı, içlerinde binbir ızdırabın kol gezdiği yüce rehberlerin çile ve ızdırap yüklü hayatları bize göstermektedir ki, muvaffakiyetlere giden yollar, çepeçevre mahrumiyet engelleriyle sarılmıştır.
Günümüze kadar ter ü taze fikirleri ve orijinal tespitleriyle insanlığın ölümsüz rehberlerinden biri sayılan İmam-ı Âzam Ebû Hanife (80-150), zindanlarda inim inim bir hayat yaşamıştır. Ebu Hanife, Abbasi Halifesi Mansur’un başkadılık teklifini, “Halife beni kadılık için davet etti. Ben de ona bu işe layık olmadığımı bildirdim. Ben, ‘beyyine’nin, davacıya; yemin’in de davalıya düştüğünü’ bilirim. Fakat kadılık için bu kadarı yetmez. Kadılığa layık olacak kimse senin aleyhine, oğlunun aleyhine ve senin kumandanlarının aleyhine hüküm verecek cesarette bir adam olmalıdır. Bu ise bende yok. Sen beni öyle bir şeve davet ediyorsun ki, gönlüm ona asla razı değil” diyerek reddetmiş, bunun üzerine de hapse atılmıştı.
Yine Ahmed b. Hanbel (164-241), Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı meselesinin tartışıldığı talihsiz bir dönemde, “Kur’ân mahlûk değildir. Şayet Allah’ın ilmi mahluksa Kur’ân da mahlûktur” dediği için derdest edilmiş, âdi bir insan gibi tartaklanmış, eziyet ve işkencelerle dolu tam yirmisekiz aylık bir zindan hayatına mahkûm edilmişti. Zindanda kaldığı dönemde, “Başına gelenler hakkında ne düşünüyorsun?” diye soranlara Koca İmam şöyle cevap vermiştir: “Akıllarınca, Allah yolunda bir hayır işletmek için beni kırbaçlayanlara Allah’tan hidayet dilerim.” Ahmet b. Hanbel böylesi türlü türlü işkence ve zulümlere maruz bırakıldığı hapis hayatında, içinde kırk bin hadis bulunan o muhteşem “Müsned” isimli eserini yazmıştır. Muasırı, fıkhın diğer bir dev imamı İmam Şafiî (150-204) rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in İmam-ı Hanbel’e bir gömlek giydirdiğini görür. O büyük insan, bu haberi dinleyince sekînet ve itminana erer; erer ve ruhunu Rahman’a teslim eder.
Kendisinden iki asır sonra yaşamış olan muhteşem dimağ Serahsî (? – 483) de aynı mihnet ve eziyete maruz kalarak, kör bir kuyunun dibine atılır ve burada 30 ciltlik “Mebsut” isimli eserini yazar.
İmam-ı Gazalî (1058-1111)’nin ömrünün ilk seneleri ilim tahsiliyle geçmiş, felsefeyle uğraştığı için dönemindeki bazı nâdanlar tarafından “kafir” yaftası yemiş ve onların insafsız taarruzlarına göğüs germiştir. Orta yaşlarında ilmin zirvesine çıkmış ve yine bu dönemde dört yıl Nizamiye Medresesinde başmüderrislik vazifesi yapmıştır. Daha sonra istifa edip iç âlemine dönerek, Şam’da, Emeviye Camii’nin minaresinde toplumdan uzak kalarak 11 yıl inziva hayatı yaşamıştır.
Ve Bediüzzaman (1873-1960).. 20. asrın insanının kendisine muhtaç ve medyun olduğu bu büyük çilekeş, 1925’lerde Barla ya sürgün edilmiş, bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülmüş; hapishanelerde ve tehcir-i mutlaklarda yaşamaya zorlanmıştır. Hatta düşüncelerine ket vurulmak istenerek eser yazmasına bile fırsat verilmemiştir. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu gibi, eserlerini sigara kâğıtları, tahta parçaları gibi ibtidaî malzemelere yazdırmış ve o vâridât, bir yolu bulunup dışarı çıkarılarak çoğaltılmıştır. İmam-ı Âzam, İmam-ı Hanbel ve diğer büyükler gibi Bediüzzaman da, o saf ruha ve ulaşmak istediği rıza ufkuna yükselebilmek ve Efendimiz (s.a.s)’in bıraktığı mirası alıp asrımızdaki muhtaç sinelere taşıyarak devam ettirebilmek için 28 sene çile çekmiştir.
Asrımızın ufkunu süsleyen bu nur insan, “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim.” sözüyle çileyle yoğrulmuş seksen küsur senelik ömrünün kısa bir serencamesini anlatır. Başı yüce dağlar kadar yüksek ve dumanlı bu büyük çilekeşin, çektiği ızdırap ve amansız sıkıntıların verdiği bir ruh haletiyle söylemiş olduğu “Zaman oldu ki, hayattan bin defa bıktım. Eğer dinim beni intihardan menetmeseydi, şimdi Said, toprak olmuştu.” ifadeleri, dünyada iken ukbanın yamaçlarında dolaşan bir çilekeş ruhun çekmiş olduğu çile ve ızdırabın derecesini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Evet, çile ve mihnet çekmek, iman yolunda hizmet etmenin lazım-ı gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir parçası)dır. Gerçi insanın “Allah’ım! Bana mihnet, meşakkat ve sıkıntı ver ki, ben imânâ hizmet edeyim” diyerek bunu istemesi yanlıştır; ama çile ve ızdırapla yoğrulmamış bir davanın da ilelebet payidar kalması mümkün değildir.
Diğer bir husus ise, Cenab-ı Hak, yaptırdığı büyük hizmetleri, nazarların tam olarak âhirete müteveccih olması ve yapılan işlerde Allah’ın rızasından başka bir şey düşünülmemesi için huzûzat-ı nefsaniyeden uzak bir noktada yaptırmaktadır. Mesela, yukarıdaki büyüklerden sadece Bediüzzaman’ı düşünecek olursak, bir insanın harp meydanında, kurşun yağmuru altında yazdığı bir eserin içine riyanın girmesi mümkün değildir. Zaten kendisi de bunu İşârâtü’l-İ’caz isimli tefsirinin başında, “Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur’ân’daki i’cazlı olan îcazı beyan ettiği için kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said’in bütün hatiatiyle beraber şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şâheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyet ile ve belâğatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için hiçbirini cerhedemedim.” ifadeleriyle itiraf etmektedir. Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel Müsned’ini, Serahsî Mebsut’unu ve İmam Gazali de eserlerini hep bu duygu ve düşünce içinde kaleme almışlardır.
Evet, bakışlarında aydınlık, düşüncelerinde hikmet ve beyanlarında hakikat nümâyan olan bu başyüce kametler, diriltici soluklarıyla muhataplarını her zaman aydınlatmışlar ve aydınlatmaya da devam edeceklerdir.
Kulun, Cenâb-ı Hakk katında en makbul davranışlarından biri de hiç şüphesiz onun Allah adına hayırhahlık yapmasıdır. Allah Rasulü (s.a.s)’nün şu hadisi bu durumun tescili mahiyetindedir: “Din nasihattir” buna karşılık sahabi: “Kimin için (nasihattır)?” diye sorar. Efendimiz (s.a.s) de: “Allah için, Kitabı için, Peygamberi için, Müslümanların imamları için ve bütün Müslümanlar içindir” cevabını verir.
Evet, günümüzde Kur’ân talebelerinin, kainat kitabını âfâki, enfüsî istidlâl yollarıyla yorumlayarak, başkalarının keşf, müşahede, murakabe tarîkiyle anlatmak istedikleri Zat-ı Uluhiyet’e ait hakikatleri, birinci derecede bilimin mevzuu haline getirmeleri, böyle bir nush anlayışı içinde değerlendirilebilir. İlk başta sadece bir bilme, bir vicdan kültürü hasıl etme de olsa, bütün bunlar hemen bütünü itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ı tanıtma ve sevdirmeye yönelik şeylerdir ki, Allah Rasulü nün diğer bir hadisinde: “Allah’ı başkalarına sevdirin ki, O da sizi sevsin” hakikatini netice verir.
Bu ölçüde duyarlılık, Allah adına hayırhah olmada bir ilk adımdır ki, her şey onunla başlar. Bundan sonraki safha ise, bu hakikatleri sürekli evirip çevirerek, herkesin kendi seviyesine göre derinleşip kendi letâifi ile onları bir menşûrdan aksettiriyor gibi aksettirmesi; sonra bu hali muhabbete inkılap ettirip aşk u şevkle derinleştirmesi ve her meseleyi getirip O’na bağlamasıdır ki bizim gayret dediğimiz şey de işte budur.
Bı,ınun biraz daha aydınlanması için şöyle bir misal verebiliriz: Meselâ, bir insanın sevimli bir çocuğu var. Bu insan o çocuğun sevgisiyle o kadar doludur ki, birisi daha “ço” dediği anda, o hemen kendi çocuğundan bahse bir girizgâh aramaya başlar. Kim bilir, belki de o insan, daha farklı bir şey söylecekti. Ne var ki, ona söyleme fırsatı dahi vermeden o, çocuğunu nazara verip ondan bahisler açar. İşte bizler de Allah’ı anlatıp sinelerde yerleşmesi adına o hale gelmeliyiz ki, her şey bize O’nu fısıldıyor gibi olmalı.. ve O’nu her şeye tercih etmeli.. boş ve mâlâyanî şeyleri israf-ı kelâm sayarak, Allah deyip her fırsatı o istikamette değerlendirmeliyiz. Evet Cenâb-ı Hakk’a ait meseleler karşısında kıskançlık ölçüsünde duyarlı olmalı.. sürekli O’nu nazara vermeli ve Tevhid’in ilme 1-yakîn, ayne’Iyakîn derecelerinin kalbte duyulmasını sağlamaya çalışmalıyız. Evet işte bütün bunlar bir yönüyle kulun Allah’ı anlatma adına birer gayretidir. Yukarıda zikredilen hadisten kastedilen mânâ da bu olsa gerek.., Gayretin, bir de Cenab-ı Hakk’a ait bir buudu vardır ki bununla kulun gayreti arasında ciddi bir münasebet vardır. Efendimiz (s.a.s): “Allah, herkesten gayûrdur. Gayretinden dolayı da fuhşiyatı haram kılmıştır” der. Hadiste, Cenâb-ı Hakk’ın bu hususiyeti,” gayûr tabiri ile ki, mübalâğa sîgası kullanılarak ifade edilmiştir. Allah’ın kuluna karşı gayreti de işte budur. O, insanı çok seviyor; sevdiğinden dolayı da kulu ve kulluğu her şeyden önde tutuyor. Ve tabiî bu gayret-i İlahî aynı zamanda insanı koruyor; fuhşiyatla onun zayi olmasını istemiyor. Zira fuhşiyat, kulun ruh yapısını ve manevî yönünü bozan bir virüs, tür. Oysaki, Allah, kulunun, o saf ve duru haliyle “bekabillah maallah” sırrına mazhar olmasını istiyor…
Bazıları, Allah (c.c)’ın kula karşı olan gayretinin bu şekilde tevil edilmesini hatalı bulup, O’na zaaf isnat etme şeklinde anlamışlardır. Bu titizce bir yaklaşım olsa da, tam doğru değildir. Bizim anladığımız mânâ açıktır. Bizim, birbirimize karşı olan gayretlerimiz ne mânâya geliyorsa, “münezzehiyet”, “mukaddesiyet” ve “muallâ” keyfiyetiyle, hatta keyfiyet üstü hususiyetiyle İlâhî gayretlerin insan için mânâsı da odur. Bunu belli bir seviyeden sonra, mütekabiliyet prensibine göre de ele alabiliriz. AIlah Rasulü, bir kula terettüp eden şeyleri, haklar sözüyle ifade eder. Yani bir kul, kendisine terettüp eden şeyleri yaparsa, Cenab-ı Hakk da onu bir hak gibi yerine getirir. Bunu, “ahdinizi yerine getirin ki, ahdimi verine getireyim..” (Bakara, 2/40) ayetiyle de irtibatlandırabiliriz. Başka bir ifadeyle, kulum bana böyle davranırsa, ben de ona karşı aynıyla hatta daha fazla bir mukabelede bulunurum şeklinde de anlayabiliriz.
Hasılı, Cenâb-ı Hakk’a ait bu gayretin, mukaddesiyet ve münezzehiyet ölçüleri içinde ele alınıp, bu mânâda kullanılması mümkündür.
İnanıp, inandığı istikamette hizmet eden insanlar olarak karşılaşabileceğimiz en önemli imtihan çeşitleri nelerdir?
Allah Rasulü (s.a.s) döneminden başlamak suretiyle, günümüze gelinceye kadar, İslâm davasına sahip çıkan hemen her ferd, çeşitli imtihanlara muhatap olmuştur. Olabildiğine çeşidi çok olan bu imtihan unsurlarının başında, hiç şüphesiz, ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrün baskısı, müminlere düşünce ve niyetlerini anlatma imkan ve fırsatının verilmemesi, ölüme ve öldürülmeye kadar uzanan eziyet ve işkenceler gibi hususlar gelir. Bu hususlarda mutlak fazilet ve kemal, Sahabe-i Kiram’a aittir. Gerçi Ashab-ı Kiram’dan önce de davaları uğrunda, Efendimiz’in Habbab b. Eret’e ifade ettiği: “İnananlar, sırf inançları yüzünden çukurlara yatırılır, testere ile vücutları ikiye ayrılır, demir taraklarla etleri kemiklerinden sıyrılırdı da, onlar yine dinlerinden dönmezlerdi.” şeklinde resmedilen kahramanlar da vardı ama, ihtimal ki yine de mutlak fazilet ve kemal, Sahabe-i Kiram hazerâtına aittir.
Daha sonraki dönemlerde de, Sahabe misal eziyet ve işkencelere maruz kalanlar olmuştur. Mesela, bizim dünyamızda bir Ebu Hanife, bir Ahmet bin Hanbel bir Serahsi, bir Gazali ve bir Bediüzzaman Hazretleri buna önemli misaller teşkîl ederler. Ve bu zatlarla, aynı çizgide eziyetlere maruz kalan kişiler de, dava düşünceleri, hayat felsefeleri, aksiyon ve fedakârlıkları bakımından aynı arenanın kahramanları sayılabilirler.
İmtihan unsurlarından en önemlisi -bana göre- Kur’ân’ın, “Bazınızı, bazınız ile imtihan ediyoruz.” (En’am, 6/53) ayetinde ifade buyurduğu, hizmet insanlarının kendi aralarında imtihan olmalarıdır. Böyle bir imtihan, imtihanların en korkuncu ve kazanma kuşağında kaybetmeye en yakın olanıdır. Sahabe-i kiram, imtihanın bu türlüsü ile defaatle karşı karşıya gelmiş ve Allah’ın inayetiyle hemen bu imtihanların hepsini de kazanmıştır. Mesela; Mute Savaşında Abdullah b. Revaha, Cafer b. Ebi Talib, Halid b. Velid gibi Arabın soylu evlatları ve askerlik dâhileri varken, Allah Rasulü (s.a.s), azadlı kölesi Zeyd b. Harise’yi kumandan tayin etmiştir. Yine Nebiler Serveri, vefatından az önce, içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi insanların da bulunduğu orduya, Zeyd b. Harise’nin oğlu Üsame’yi kumandan olarak nasbetmiştir. Her iki vak’ada da, bir-iki cılız ses hariç, hiç kimseden itiraz çıkmamış ve Nebiler Sultanı’nın bu tasarrufunu bütün Ashab gönülden kabullenmiştir. Daha sonraki devrelerde bu tür imtihanların ardı arkası kesilmemiştir. Mesela Hz. Ömer, meşhur Cisr Savaşında Müsennâ gibi askerî tecrübesi müsellem, yaşlı-başlı bir zat varken, 20 yaşında bıyıkları henüz terlemeye başlamış Ebu Ubeyd’i komutan intihap etmiştir. Şimdi bunların nedenleri ve hikmetleri bir tarafa, bu hadiselerin bir imtihan olduğunda şüphe yoktur.
Bizler de günümüzde, aynı türden fakat değişik şekilde bu tip imtihanlarla her zaman karşı karşıya kalabiliriz. Mesela çeşitli vazifelerin taksiminde halk tabiriyle “ün görmüş, gün görmüş” nice tecrübeli, yaşlı-başlı insanlar, bir hikmet ve maslahata binaen arka plânda tutulabilirler. Bu, onlar için kaybetmenin de, kazanmanın da bahis mevzuu olduğu bir imtihandır. Hakeza, ön plânda koşan gençler de, yaşlılarla olan münasebetlerinde imtihan olmaktadırlar. Şayet onlar da kalkar, “Bizim her şeye aklımız yetiyor. Zaten bu vazifeye getirilmemiz de onun şahidi. Öyleyse “ne diye işi bitmiş bu kişilere gidip, soracağız?” derlerse imtihanı kaybederler. Bu hizmet içinde herkesin yeri ve o yere göre yapacağı işler vardır. Sedef kakmalı bir kapıda veya kürsüde, ahşaba da, abanoza da ihtiyaç vardır, sedefe de.
İmtihan çeşitlerinden bir diğeri de tenperverlik, hâneperverlik, çocukperestlik, torunperverlik.. vb. şeylerdir. Hizmetin ilerleyen seyri içinde, özellikle bir zamanlar önde bulunan insanlar için her zaman söz konusu olan bu imtihan, şimdilerde çoklarının elenmesine sebep olabilir. “Bizler çok çalıştık. Artık gençler koşsun. Biraz biz, istirahatımıza bakalım. Evimiz, çoluk ve çocuğumuzla ilgilenelim’ düşüncesi, böyle bir imtihanın başlangıcı sayılabilir. Bununla ilgili olarak, Ebu Eyyüb elEnsari(r.a)’nin İstanbul kuşatması esnasında “Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 2/195) ayeti münasebetiyle beyan buyurduğu hakikat her zaman şayân-ı mütalâa olmalıdır.
Kuşatma esnasında bir kısım askerler, kendilerini göz göre göre ölüme atan arkadaşlarına: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” ayetini okuyarak onları uyarırlar. Bunun üzerine Mihmandar-ı Rasul Ebu Eyyüb Hazretleri “Âyeti doğru okuyor, fakat yanlış tevil ediyorsunuz.” der. Ve devamla “Biz Ensar topluluğu, Mekke fethinden sonra “artık İslâm aziz oldu. Biz de mal varlığımızı muhacirin ile paylaşmış, bahçelerimizi bağlarımızı ihmal etmiştik. Şimdi biraz da kendi başımızın çaresine bakalım.” dedik. O esnada bu ayet nazil oldu. Yani “Mallarınızı Allah yolunda infak edin. İnfak etmemek suretiyle kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın.” Görüldüğü gibi Kur’ân’ın beyanıyla, böylesi düşünceler de bir imtihan sayılabiliyor.
Şahsen ben ölümü arzu etmenin de bir imtihan olduğu kanaatindeyim. Kavuşabiliriz, kavuşamayız bu ayrı bir mesele ama, Allah Rasulü (s.a.s), Ashabı, Tabiin, Tebe-i Tabiîn ve günümüze gelinceye kadar nice büyüklerle kavuşmayı arzu etme çok güzel bir şey. Ancak, bunun, hizmetler dolayısıyla çekilen sıkıntılar yüzünden olmadığını nereden bileceğiz! Mesela, benim başımdan geçen son olay. Susurluk hadisesi münasebetiyle açıklanan listede ismimin zikredilmesi… Daha önce de bir vesile ile arzettiğim gibi ben bu olayı İfk Hadisesine benzer bir iftira olarak kabul ettim. Hem üzüldüm hem de öteleri özledim. Hayatım boyunca iffetli yaşamaya çalışmış, bu konuda hassasiyetin zirvesine erme gayreti içinde bulunmuş, bunun için de, öz kardeşlerim “kût-u lâ yemût; ölmeyecek kadar yiyecek”le yaşasın diye Rabbine dua dua yalvarmış bir insan olarak, tutarsız bile olsa bu isnat çok ağır gelmişti. Zira benim için hizmetimin itibarı önemliydi. Şimdi benim, böyle bir ortamda, ölüm arzusunda bulunmam, beni üzüntüden üzüntüye sevkeden bu meş’um hadise münasebetiyle olmadığını nereden bileceğiz! Eğer öyleyse -hafizenallah- kazanma kuşağında kaybediyoruz demektir.
Hasılı; hizmet erlerinin başına musallat olmuş dünya kadar imtihan çeşitleri vardır. Mühim olan, hakikat erlerinin bunun farkında ve şuurunda olarak, kulluğun gerektirdiği tavrı takınabilmeleridir.
Unutmayın! “Vazife cümleden âlâ, nefis cümleden edna.”
Son zamanlarda ülke genelinde meydana gelen diyalog ve hoşgörü ortamının olumlu tesirlerinin yanında, gelecekte çok çetin imtihanlara karşı hazırlıklı olunması gerektiğini ifade ediyorsunuz. Bu imtihanlar neler olabilir ve bunlara karşı nasıl hazırlanmalıdır?
Biz, yıllarca bu ülke topraklarında, Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Arnavut’u ve Boşnak’ıyla.. aramızdan su sızmayacak şekilde ve ütopyalardakinin çok üstünde hep birlik ve beraberlik içinde yaşadık. Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, Batı’da bir dönemde ütopyalar yazılıp duruyordu. Osmanlı ise ütopyalarla uğraşmayı düşünmemiş; batının ütopyalarda yakalamak istediği “Güneş Devleti”ni, ortaya koyduğu sistemle tesis ederek bizzat yaşamıştı. Bu başdöndürücü hayat tarzını ve medeniyeti kaldıramayan düşman güçler, Devlet-i Âliye diye adlandırılan Osmanlı cihan devletini götürüp bir bayıra gömdükten sonra, nihayet Misak-ı Millî ile sınırları belirlenmiş şu vatanda dahi Kürt-Türk, Alevî-Sünnî, Lâik-Antilâik kutuplaşmalarıyla insanımızı karşı karşıya getirerek, birbirine düşürebilmişlerdir. Maalesef, içimizdeki birtakım aklı ermezlerle bazı hainler de, düşmanlarımızın bu çirkin ve kirli emellerine alet olmuşlardır.
Bugün, Allah’ın yardım ve keremiyle insanımız, ülke çapında diyalog ve hoşgörü esintileriyle toparlanıp, yeniden bir diriliş sürecine girmiştir. Küçük ve mütevazî sözlerle ama, samîmî ifadelerle ortaya konan bu,diyalog düşüncesi, kısa zaman içinde çok büyük mesafeler katederek, geniş çevreler tarafından da hüsn-ü kabul göreceği beklenmektedir. Zira, yıllardır ayrılık ve bölünme endişeleriyle canı dudağına gelmiş kitleler, uzun süredir böyle bir ses ve soluğa muhtaçtı. Türkiye’de hüsn-ü kabul gören, ma’şerî vicdanın (kamuoyu) “evet” dediği bu hoşgörü ve diyalog sesi, Kanada’dan Güney Amerika’ya, Britanya Adaları’ndan Afrika derinliklerine, oradan Asya steplerine kadar dünyanın dört bir bucağında, marjinal bir kesim müstesna, saygıyla karşılanmaktadır. Ve bu ses aynı zamanda, bizi bölüp birbirimize düşürmek isteyen ve bunu “Böl, parçala ve idare et” plânıyla başarılı bir şekilde yürüten hasımlarımızın oyununu bozma adına şayan-ı takdir bir sestir.
Evet. Ülkemizi ve milletimizi içten parçalamaya yönelik bu çirkin plân gereği Türk-Kürt, Alevî-Sünnî denilerek insanımız kamplara bölünmeye çalışılmış ve sürekli araya ayrılık ve düşmanlık tohumları saçılmıştır. Biz, Türkü-Kürdü, Alevîsi-Sünnîsiyle yıllarca bu cennet vatanımızda bütün güzellikleri beraber paylaşmış, bütün acı ve ızdırapları müşterek duyup hissetmişizdir. Farz-ı muhal, Çanakkale’deki mezarlar birer birer açılsa, Alevî ile Sünnî’nin veya Türk ile Kürd’ün sarmaş dolaş yan yana yattığı görülecektir. Günümüzde ise, bu birlik ve beraberlik parçalanmış bir kristal gibi sağa-sola saçılıp ve dağılmış gibi bir durum gözlenmektedir. İşte bu hoşgörü ve diyalog esintileri, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi parçaları sağa-sola saçılmış toplumumuzu, yeniden bir araya getirme adına önemli bir hareket olduğu için bundan sonra da düşmanlarımız boş durmayacak ve bizi değişik kamplara ayırıp, bölmeye çalışacaklardır. Zira, ayrılık duygu ve düşüncesi, bir milleti yıkan temel unsurların başında gelmektedir. Nitekim, meşhur bir şairimiz,
Tefrika girmeden bir millete düşman giremez.
Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez
diyerek, bu önemli konuyu vurgular. Beş asır ötede bir Türk serdarı ise,
Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi,
Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni.
İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.
sözleriyle, çağın şairiyle bu endişeyi paylaşır gibidir.
Evet, şimdilerde bu diyalog ve hoşgörü bayrağını taşıyanları günümüzde olduğu gibi çok çetin günler beklemektedir. Zira, diyalogdan rahatsız olanlar, önümüzdeki günlerde de, insanımızı birbirine düşürecek yeni yeni argümanlar araştırıp bulacak ve toplum içinde yeni yeni düşmanlık tohumları ekmeye çalışacaklardır. Menfur emellerine ulaşabilmek için, okullarımızda değişik hissiyatları körükleyerek düşmanlıklar meydana getirecek ve geçmişte olduğu gibi gençlerimizi birbirleriyle vuruşturmaya çalışacaklardır. Ramazan-ı şerif’te, sanki ülkemizde oruç tutanların oruç tutmayanlara karşı bir düşmanlığı varmış gibi, oruç tutuyor görünenler, tutmayanlara saldırıp, üniversitelerde kavga çıkaracaklardır. Evet, içte ve dışta milletimizin büyüklüğe sıçramasını çekemeyen ve kıskançlık içinde bulunan hasım güçler, bugüne kadar yaptıkları gibi, bundan sonra da aynı kötülükleri yapmaya devam edeceklerdir. Dün, bizi bir bayıra gömüp, bir daha kalkamayalım diye üstümüze taş yığanların, bugün de var oldukları gerçeği kat’iyen unutulmamalıdır; unutulmamalı ve bu diyalog süreci kararlı ve ciddî adımlarla her şeye rağmen devam ettirilmelidir.
Bilmem kaç asırlık kin ve nefretlerle bilenmiş haricî ve dahilî bir hasım cephe karşısında aşma mecburiyetinde olduğumuz zaman tünelini emniyetle geçebilmemiz için, akıllı ve mantıklı olunmalı ve aynı zamanda hissî kardeşlik, aklî, mantıkî kardeşliğe dönüştürülerek aradığımız birlik ve beraberlik çağın mantığıyla beslenmelidir. Evet, eğer Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, vatanımız bir, cibilliyetimiz birse, kavga etmenin bir mantığı yok demektir. Biz bu ülkenin vatandaşları olarak hep aynı kaderi paylaştık; aynı mahkûmiyeti, aynı mağduriyeti ve aynı mazlumiyeti yaşadık. Çünkü, içinde bir arada bulunduğumuz gemimizi delenler aynı insanlardı ve biz, asırlarca bu delinmiş gemide aynı kaderi paylaştık. Vatanımız işgal edildiğinde, ırzımızın çiğnenip namusumuzun payimal olduğu o işgal günlerini hep beraber yaşadık ve yine beraberce düşmanı yurdumuzdan kovduk. İşte tarihten gelen bu kaderî irtibatta ve beraberce paylaştığımız bunca bir’lere rağmen “O Sünnî, bu Alevî” gibi bölücü düşüncelere takılıp kalmak çok yanlış bir davranıştır. Kanaat-ı âcizanemce, toplumumuzun genel hissiyatı da bu istikamettedir. Yıllarca değişik provake eylemlerle onu kendi içinde birbirine düşürenlerin, şimdilerde halkın sağduyusu sayesinde oı-taya çıkması da bu düşüncemize bir delil mahiyetindedir. Bugün büyük ölçüde yurdun değişik yerlerinde, Alevî-Sünnî kardeşliğini bozmak isteyenlerin bombaları kendi ellerinde patlamış ve arzuları kursaklarında kalmıştır. Bu konuda şayan-ı takdir bir husus da bizzat Alevî dedelerinin değişik mahfillerde, “Türk milleti bir bütündür. Bu türlü kavgalar şimdiye kadar olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır” türünden yaptıkları açıklamaların olmasıdır ki, bu sağduyu sesi toplumun nabzını düşürmüş ve tansiyonunu aşağıya çekmiştir.
Benim de yer yer Alevî dedeleri ve aydınlarıyla temaslarım oldu. Bu görüşmelerde, gönül rahatlığı içinde onlara hep şu tekliflerde bulundum: Bir kültür lokali yapılsın. Yanında da bir cemevi inşa edilsin ve buraya -kabul görürse- Hacı Bektaş Velî, Ahmet Yesevî, Mevlâna, Niyazî-i Mısri ve Yunus Emre gibi büyüklerin eserleri konulsun. Böylece, sözlü kültürle yaşayan Alevîlik, kendi yazılı kültür kaynaklarından beslenmiş olacaktır. Her şeyi devletten beklemek yanlıştır. Bu ülkenin basiretli vatandaşları olarak, milletimizi kamplara bölecek her türlü olumsuz harekete karşı tedbir almak zorundayız.
Evet, hoşgörü ve diyalog düşüncesini baltalamak isteyenler her dönemde olmuştur ve olacaktır da; ne var ki, her zaman sağduyu ile hareket edilerek, muhtemel problemlerde basiret, feraset ve idrakla çözüm yoluna gidildiği takdirde, hiçbir gaileye meydan verilmediği gibi, mevcut gaileler de rahatlıkla çözülebilecektir. Şer güçlerin tahriklerine kapılıp, toplumda terör havası estirenler karşısında her zaman, “Sen öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben sana öldürmek için el uzatacak değilim” (Maide, 5/28) âyetinin ifade ettiği duygu ve düşünce ile hareket edilerek, ülkemizi parçalamak gayesiyle yurt içi ve yurt dışında çevrilen oyunlara gelinmeyecektir.
Şahsımıza, ailemize ve inandığımız mukaddesata küfür eden insanlara karşı nasıl davranmalı, ne yapmalıyız?
Mukaddesata ve kendimize daha fazla sövdürmeyecek şekilde, doğruyu, güzeli ifade ederek, ifadeden anlamayacaksa oradan uzaklaşmak şeklinde bir tavır belirleyebilirsiniz.
Birinci hususa Kur’an’da şöyle izahlar getirilir:
“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et! Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir” (Nahl Suresi, 16/125)
“Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav! Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını pek iyi biliriz.” (Mü’minûn Suresi, 23/96)
“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak! Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet Suresi, 41/34)
Kötü konuşanlardan uzaklaşmayla alakalı da şöyle beyan edilir:
Allah size kitapta şunu da bildirmiştir: “Allah’ın âyetlerinin inkâr ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir konuya geçmedikçe onların yanında oturmayın!” Böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah münâfıkları da, kâfirleri de cehennemde bir araya getirecektir. (Nisa Suresi, 4/140)
Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, -onlar başka bir konuya geçinceye kadar- kendilerinden yüzçevir, eğer şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, artık o zalimler gürûhuyla oturma” (En’am Suresi, 6/68)
Küfre küfürle karşılık vermek doğru değildir. Zira herkes kendi karakterinin gereğini yapar, konuşur. Kur’an’da bu husus şöyle ifade edilir.
“De ki: Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir.” (İsra Suresi, 17/84)
“Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler.” (En’am Suresi, 6/108)
Allah’ın kendilerine ifade ve beyan kabiliyeti lütfettiği büyüklerimizin, iş sahalarını genişletmeleri dolayısıyla kudsî iman ve Kur’ân hizmetini yavaşlatmaları kendilerini huzur-u ilâhîde mesul eder mi? Yoksa bu maharetli insanlar sadece maddî yardım yapmakla mesuliyetten kurtulurlar mı?
Cenâb-ı Hakk’ın her lütfu, kendi cinsinden bir vazife adına insana verilmiş bir imkândır. Meselâ, sıhhat Allah tarafından bahşedilmiş büyük bir nimettir. İnsan, bu sıhhat nimetini hem oruç tutarak hem namaz kılarak hem de cihad ederek Allah yolunda kullanmalıdır ki, o sıhhat lütfuna karşı şükrünü eda edebilmiş olsun. İnsan, böyle bir şükrü eda ederse, Cenâb-ı Hak da o bedeni ahirette, arızasız hem de bâki bir surette ve bütün duyguları inkişaf etmiş olarak yeniden ona iade eder.
İnsanın aklı da Allah’ın önemli bir nimeti ve lütfudur. Eğer o aklın ufku vahyin ışıklarıyla aydınlanmış ve o sayede isabetsiz kararlardan uzaklaşmış ve her kararı sırat-ı müstakîm çizgisinde verebiliyorsa; artık bu akıl bir mânâda ilham kaynağı demektir. Yani insan, akıl nimetini yerinde kullanıyor ve onunla hak adına, bâtıla saplanmış kimseleri ikna edip Hakk’ı tanıttırıyorsa o, aklın hakkını veriyor demektir. Aksine aklı sadece, akl-ı meaş olarak yalnızca dünyevî işlerde kullanıyor, onun hakkını vermiyorsa, o nimete karşı nankörlük yapıyor demektir.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlara verdiği en büyük lütuflardan biri de beyan kuvvetidir. Öyle ki bunun anlatıldığı sûre Rahmân ismiyle başlamaktadır. Rahmân’ın, İsm-i A’zam’dan olduğuna dair kuvvetli rivayetler var. Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyetinin, yani çok geniş dairede rızık vermesinin, varlığı lütuflarıyla perverde etmesinin tezahürlerinden biri de insana beyan kuvveti lütfetmesidir.
İnsan, ancak beyan sayesinde içinde tecellî eden şeyleri ifade edebilir ve beyan sayesinde Cenâb-ı Hakk’a muhatap olur; olur da Allah’ın sözünü anlar ve aynı zamanda kendi maksadını O’na açabilir. Allah (celle celâluhu) da ona; “Gel, Benim için namaz kıl, huzurumda eğil.” der, o da gider kemerbeste-i ubûdiyet içinde “Elhamdülillah” deyip O’nun huzurunda durur. Bu, bir mânâda Allah’ı anlama ve O’nunla konuşmadır. Tâbiînden bir zat diyor ki: “Kur’ân okuyan bir kimse, ben Allah ile konuştum derse, yalan söylemiş olmaz.” Bu açıdan “Elhamdülillah” diyen Allah ile konuşmuş sayılır ki, böyle bir konuşma da ancak beyan nimetiyle gerçekleşmektedir.
İnsan namazda, “Sen Rahmân u Rahîmsin; bana evvelâ idrak sonra da bu idraki hiç olmazsa beyanla ortaya koymak için kabiliyet ve istidat verdin. Bu, Senin Rahmâniyetinin tecellîsidir. Sen kıyamet gününün Sahibisin; ben de Senin emirlerin çerçevesinde şimdiden o güne göre hazırlanıyorum.” dedikten sonra doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ı muhatap alıyor ve “Kulluğumu yalnız Sana yapıyorum ve bu kulluk yükünün altında ezilmemek için de yardımı sadece Senden istiyorum.” diyerek konuşmasına devam ediyor.
Böyle diyen bir insan, çok şerefli bir pâye ve makama yükselmiş sayılır; ne var ki, çoğu insan ihtimal bunu hiç düşünmüyor. Bir insan gidip bir devlet başkanına muhatap olsa ve onunla bir iki laf etse her yerde bu konuşmayı anlatır; her ortamda bir girizgâh bulup o konuşmadan söz eder. Bir devlet başkanıyla bile konuşma bu kadar önemli görülüp anlatılıyorsa, Allah’ın huzurunda O’na muhatap olma imtiyazının ne demek olduğu derin derin düşünülmelidir.
Buhârî ve Müslim’in ittifakla rivayet ettikleri bir kudsî hadis-i şerifte: “Ben namazdaki kıraati kulumla Kendi aramda bölüştüm, yarısı Bana ait, yarısı da ona; ve kuluma istediği verilecektir: Kul: “Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: “Kulum Bana hamdetti!” der. deyince, Allah: “Kulum Bana senâda bulundu.” ferman eder. “O, din gününün, hesap gününün tek hâkimidir.” deyince, Allah: “Kulum Beni tebcil ve tazîz etti (büyükledi).” buyurur. “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.” deyince, Allah: “Bu, Benimle kulum arasında bir taahhüttür. Kuluma istediğini verdim.” iltifatında bulunur. “Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil.” dediği zaman da Allah: “Bu, kuluma aittir ve ona istediği verilmiştir.” buyrulmak suretiyle Fatiha’nın, kul ile Allah arasında taksim edildiği, sözlerin bazısı kul tarafından söylenirken Allah’ın kulunu muhatap alıp ona cevap verdiği anlatılır ki, bu bir mânâda Allah’la konuşmadan başka bir şey değildir.
Binaenaleyh beyan, Allah’ın insana çok büyük lütuflarındandır ve mutlaka hakkı eda edilmelidir. Beyanın en önemli hakkı, insanı beyanla şereflendiren Allah’ı anlatmaktır.. evet insan, kendisine beyan kabiliyetini veren Rabbini tıpkı bir dellal gibi gezdiği her yerde anlatmak zorundadır. Bir dellala üç-beş kuruş verirler, o da pazarın her yerinde sabahtan akşama kadar dolaşır durur ve ona söylenen beş kuruşluk malı anlatır. Pazarlamacılar da aynı şeyi yaparlar; evlere gider, insanlara yüzsuyu döker ve mallarını pazarlamak isterler. Sonuçta satacakları iki tencere ve birkaç tabaktır. Aynı şekilde bizler de, bize, çok kolaylıkla yapılan işlere karşılık Cennetini verecek, Cemalini görmeye lâyık hâle getirecek ve gösterecek olan bir Sultanı, bize lütfettiği beyanın hakkını eda ederek anlatma konumundayız. Eğer bir gün yeryüzünde anlatılacak kimse kalmazsa, göklere merdiven dayayarak oradaki cinlere ve ifritlere de O’nu anlatma heyecanını yaşama sorumluluğu altında bulunmaktayız. Bir hak dostunun dediği gibi, zindanlara hapsetseler, orada kimse bulunmasa; onu ifritlere, zebanîlere anlatmaya çalışacak ve vefa borcumuzu eda edeceğiz.
Konu, Cenâb-ı Hak insana nasıl bir lütufta bulunmuşsa, O’nun zâtına karşı o lütfu değerlendirmekle mukabelede bulunma meselesiydi. Evet, ancak bu şekilde mukabelede bulunulursa o lütfun şükrü eda edilmiş olur. Cenâb-ı Hak da o lütfunu burada ve öteki âlemde devam ettirir. Aksine, Allah’ın kendisine mal verdiği insan sadece o malın hakkını verse de, aklın, beyanın ve sıhhatinin hakkını vermediği takdirde, nankörlük yapmış olur. Eğer bir insan konuşamıyorsa, kalemi vardır. Böyle biri de kaleminin hakkını vermese; bir diğeri iyi düşünür ve fevkalâde fikrî kabiliyeti vardır, o da bunun hakkını vermezse, bu kimseler haksızlık yapmış ve Allah’a karşı nankörlük etmiş olurlar. Herkes, Cenâb-ı Hak, kendisine ne vermişse, o nispette bunlarla O’nun yolunda olmalı ve O’nu anlatmalıdır.
Bir bişaret olarak şunu da söyleyebilirim: Bir insan diğer lütuflarla alâkalı bir şükür vazifesi yapmıyor da, sadece malî durumu müsait olduğundan malıyla yardım yapıyorsa, o da kendisine düşen vazifenin hiç olmazsa büyük bir bölümünü yerine getirmiş sayılır. Zekâtın dışında yardımlarda bulunuyorsa ki, malla yardım etmek ciddî bir fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlıktır ve bu çerçevede de Allah için vermenin fazileti çok büyüktür; hatta Efendimiz hadiste, “Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü Cennet’te, dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu Cennet’e yükselir.” buyururlar. Bundan da anlaşılıyor ki, cömert bir insan, fâsık da olsa –inşâallah– sonunda Cennet’e girer. Yani bir insan, Allah’ı inkâr etmiyor, ama günahlara giriyor. Eğer cömertse, Cennet’e girer, deniyor. “Cimri, Cehennem’e daha yakındır.”buyurarak cimri adam için de tehditkâr bir ifade kullanıyor Efendimiz. Bu itibarla diyebiliriz ki, cömertlik Allah’ın sıfatı olması itibarıyla, Allah, kendi ahlâkı ile ahlâklanan bir insanı Cehennem’e koymaz.
Sıfatlar çok mühimdir; insanlar Allah’ın kendilerine lütfettiği sıfatların hakkını mutlaka eda etmelidirler. Şöyle ki: İşler hep Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına göre ayarlanmalı, dünya işleri de unutulup ihmale uğramamalı; mü’minler kendi memleketlerinde ticarî ve iktisadî hayatta kâfirlerin esiri ve zebunu olmamalıdırlar. Bu, İslâm’ın haysiyeti adına, önemli bir tavırdır. Kur’ân’dan anladığımıza göre Allah, kâfirlerin, mü’minler üzerinde sulta kurmasından hoşlanmaz.[1]
Mü’min, her zaman dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendi devrinde yaşayan insanların önünde olmalıdır. O bunu yapacak ve hep öne yürüyecektir; bunu yaparken de hayatını tanzim edip düzene koyarak Allah’a ait hakları da ihmal etmeyecektir.
Elhâsıl, mü’min, Allah’ın kendisine bahşettiği bütün kabiliyetleri O’nun yolunda kullanmalıdır; kullanmalıdır ki, bu kabiliyet ve nimetlerin hakkını eda etmiş olsun.
[1] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/141.
Çeşitlilik, bizim toplumumuzun ve coğrafyamızın tabiî bir boyutudur. Anadolu’nun ırkî açıdan safkan ‘Türk olduğunu iddia etmek çok yanlış olur. Çünkü, millet olarak, Harbiye Marşı’ndaki “yıldırımlar saçan bir ırkın ahfadıyız” ifadesinde de görüldüğü gibi, kaç defa Asya’yı çiğnemiş, Anadolu’yu baştan başa aşmış ve Rumeli üzerinden Batı yamaçlarına yayılmışızdır. Dolayısıyla Anadolu, değişik kavim ve kabilelerin yaşadığı bir yer olarak bir renklilik, bir zenginlik coğrafyasıdır. Bu gerçeğin kabûl edilip seslendirilmesi, gelecekte bu çeşitliliğin bizim için bir problem teşkil etmeyeceğine dair nihaî bir çözüm istikametinde atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
Meselenin çözümü bence bir şiirde de ifade edildiği gibi, “bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddi’, yani, “sebebi, problemi, rahatsızlığı öğren ve ona göre tedavide bulun’ tavsiyesi gereğince, çok değişik ırk, din ve dünya görüşündeki onlarca milleti, geçmişte nasıl bir arada idare edebildiğimizin sırrını kavramada yatıyor.
Bu konunun ayrı bir yanı da, bu çeşitliliğin bir zenginlik olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Çok daha eski devirlere gittiğimizde, Anadolu’da Hititler’in, Frigler’in, Lidyalılar, Romalılar’ın daha pek çok topluluğun bıraktığı zenginliklere rastlarız. Bütün bunlar, kültürümüze çok farklı zenginlikler katmışlardır.
Selçuklular ise, Asya ve Anadolu kültürlerinin bileşimi diyebileceğimiz farklı bir kültür bırakmışlardır ki bu kültür, Osmanlı’yla zirvelere ulaşmıştır. Bize sözlü ve yazılı olarak intikal eden bu kültür, milletimizi farklı bir toplum haline getirmiştir. Kanaatimce, bu kültür zenginliğini eşsiz bir hazine ve güç kaynağı olarak gelecekte de çok iyi kullanıp değerlendirmemiz icap edecektir.
Bilhassa son bir-iki asırdır, dünya dengesine hakim büyük güçler, bilerek veya bilmeyerek onlarla birlikte hareket eden bazı iç mihraklar, toplumumuzun bu çeşitliliğini olumsuz şekilde değerlendirip ondan problemler çıkararak, ülke içinde birbirine düşman kamplar oluşturma yoluna gittiler ve belli kesimleri sürekli birbiriyle vuruşturdular.. vuruşturdular ve Türkiye adeta bir kavga arenası haline getirilmek istendi. Şimdilerde zannediyorum artık, hadiselerin cenderesinde pişen ve olgunlaşan insanımız, o türlü oyunlara gelmeyecektir. Nitekim, milletimizin basireti ve sağduyusu, ortaya konmaya çalışılan bazı bölücü örgüt tezgahlarını -Allah’ın yardımıyla- bozmayı başarmış; ma’şerî vicdan (kamuoyu) basiretli davranmış ve hissîlik aşılarak, çok mesele kendi kendine çözülüvermiştir.
Bundan sonra birlik ve düzenimizin devamı ise, hissî kardeşlikten öte, mantıkî esaslarla da beslenmiş bir kardeşlik ortamının oluşmasını gerektirmektedir. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle, Allahımız bir, Peygamberimiz bir, inancımız bir; kitabımız bir, ülkemiz bir, tarihimiz bir, kaderimiz bir.. üzerinde yaşadığımız yer ve altında gölgelendiğimiz göğümüz bir. -Günümüz itibarıyla buna yapacağımız ilâvelerle- düşmanımız bir, mazlumiyetimiz bir, mağduriyetimiz bir, mahkûmiyetimiz bir, üzerimize konmaya çalışılan her türden ambargolar, ortak deı-t ve sıkıntılarımız, çözüm bekleyen problemlerimiz, havamız, suyumuz.. gibi daha pek çok bir’lerimiz var. Tarihimiz bir ve aynı ülkede ve aynı şartlar altında birlikte yürüdüğümüz gelecek de bir; yani, kaderimiz de bir. İşte bütün bunlar çok iyi kompoze edilerek, toplumun değişik kesimleri arasında sürekli üzerinde durulmalı ve eskiden beri hissî ve hamasî duygular üzerinde devam edegelen kardeşliğimiz ve birliğimiz, aklî, mantıkî ve fikrî derinliklere ulaştırılmalıdır.
Bunun ilk adımı da, herkesi kendi konumunda kabûlden geçer. Herkes, her konuda çok farklı düşünüyor olabilir. Meselâ, birileri, ırken kendini tam millî hissetmiyor olabilir veya inanç açısından, dünya görüşü açısından farklı görüşlere, farklı cereyanlara tabi olabilir. Artık demokrasinin belli bir seviyeye ulaştığı toplumlarda, insanların, aralarındaki problemleri, vahşiler arasında olduğu gibi kaba kuvvet ve zorla değil; konuşarak ve ikna yoluyla halletmeleri mevsimi gelmiştir. Evet herkesin paylaşabileceği ortak bir paydanın söz konusu olduğu, herkese çalışma, düşünme, düşündüğünü ifade etme hak ve hürriyetinin verildiği bir dönemde, hoşgörü ve diyaloğa dayalı, kavgasız ve nizasız bir dünya kurma hepimizin özlemi haline gelmiştir. Bugün hepimiz, bu süreci ve onu hazırlayan ortamı azamî ölçüde değerlendirip, herkesin aynı haklardan istifade etmesinin tabiîliğini kabullenmek mecburiyetindeyiz.
Türkiye’de son yıllarda başlayan bu hoşgörü ve diyalog sürecinde toplumun çok değişik kesimlerinden farklı insanlarla konuşma, tanışma fırsatını buldum. Bu diyaloglardan şahsım adına çıkardığım en önemli tesbit, kendi toplumumuza karşı ne kadar kapalı olduğumuz gerçeğidir. Çok defa bizim gibi düşünmeyen biriyle karşılaştığımızda, karşımıza hiç de hoşa gitmeyecek şeylerin çıkacağını zannetmişizdir. Enteresandır ben, hemen hiçbir kesimde, ekşi bir yüz bile görmedim. Hepsiyle çok rahat sarmaş dolaş olabildik.. ve bu farklı zannedilen insanlar birbirlerini sıcak buldular. Hatta bu insanlar birbirleriyle kucaklaşırken gözleri hep dolu doluydu. Bunu yaparken de birilerini idare etme, mümâşaat, yani hislerini okşama düşüncesi söz konusu değildi. Çünkü bir insanı idare ediyoruz düşüncesi,
Selçuklular ise, Asya ve Anadolu kültürlerinin bileşimi diyebileceğimiz farklı bir kültür bırakmışlardır ki bu kültür, Osmanlı’yla zirvelere ulaşmıştır. Bize sözlü ve yazılı olarak intikal eden bu kültür, milletimizi farklı bir toplum haline getirmiştir. Kanaatimce, bu kültür zenginliğini eşsiz bir hazine ve güç kaynağı olarak gelecekte de çok iyi kullanıp değerlendirmemiz icap edecektir.
Bilhassa son bir-iki asırdır, dünya dengesine hakim büyük güçler, bilerek veya bilmeyerek onlarla birlikte hareket eden bazı iç mihraklar, toplumumuzun bu çeşitliliğini olumsuz şekilde değerlendirip ondan problemler çıkararak, ülke içinde birbirine düşman kamplar oluşturma yoluna gittiler ve belli kesimleri sürekli birbiriyle vuruşturdular.. vuruşturdular ve Türkiye adeta bir kavga arenası haline getirilmek istendi. Şimdilerde zannediyorum artık, hadiselerin cenderesinde pişen ve olgunlaşan insanımız, o türlü oyunlara gelmeyecektir. Nitekim, milletimizin basireti ve sağduyusu, ortaya konmaya çalışılan bazı bölücü örgüt tezgahlarını -Allah’ın yardımıyla- bozmayı başarmış; ma’şerî vicdan (kamuoyu) basiretli davranmış ve hissîlik aşılarak, çok mesele kendi kendine çözülüvermiştir.
Bundan sonra birlik ve düzenimizin devamı ise, hissî kardeşlikten öte, mantıkî esaslarla da beslenmiş bir kardeşlik ortamının oluşmasını gerektirmektedir. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle, Allahımız bir, Peygamberimiz bir, inancımız bir; kitabımız bir, ülkemiz bir, tarihimiz bir, kaderimiz bir.. üzerinde yaşadığımız yer ve altında gölgelendiğimiz göğümüz bir. -Günümüz itibarıyla buna yapacağımız ilâvelerle- düşmanımız bir, mazlumiyetimiz bir, mağduriyetimiz bir, mahkûmiyetimiz bir, üzerimize konmaya çalışılan her türden ambargolar, ortak deı-t ve sıkıntılarımız, çözüm bekleyen problemlerimiz, havamız, suyumuz.. gibi daha pek çok bir’lerimiz var. Tarihimiz bir ve aynı ülkede ve aynı şartlar altında birlikte yürüdüğümüz gelecek de bir; yani, kaderimiz de bir. İşte bütün bunlar çok iyi kompoze ona karşı yapılmış en büyük bir tezyif ve tahkirdir; hele bu insan aydın birisi ise o, daha ağır bir saygısızlıktır.
Ben şahsen bu kucaklaşmalarda adeta, hep yitirilmiş cennetimizi bulduğumu zannettim. Ayrıca, toplumumuzun buna hazır olduğunu görmek, benim için ayrı bir sevinç kaynağı oldu. Bu arada sağda-solda marjinal bir kesimin hoşnutsuzluk göstermesini de önemsememek lazım. Bunlar, her dönemde olmuştur ve olacaktır da.
Şimdilerde toplumumuz, özlediği kardeşliği duymaya ve gerçekleştirmeye yöneliyor. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli ve her platformda mutlaka kardeşlik dile getirilmeli ve başlamış bu süreç ne olursa olsun sonuna kadar götürülmelidir.