Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1

Sorular ve Cevaplar

En Hayırlı Kişi

İnsanlara göre üstünlük ölçüleri farklıdır. Kimine göre zenginlik, kimine göre soy-sop, kimine göre ırk, kimine göre makam-mevki vs.. Ancak Cenab-ı Allah’a (c.c.) göre hayırlı ve üstün olma, Kur’ân’ı öğrenme ve öğretme meselesine bağlanmıştır. Bu önemlidir, çünkü Kur’ân okunup anlaşılmadan üstün olmanın yolları bilinemez, hayırlı olmaya götüren ve hayırlı olmayı engelleyen hususlar tespit edilemez. Bu meselelerin aynı zamanda başkalarına aktarılması da istenmiştir ki, iyiler ve iyilikler çoğalsın, kötüler ve kötülükler Kur’ân’ın altın ikliminde yok olup gitsinler. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s), şu vecîz ifadeleriyle anlatmaktadır: “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buharî, Fedailü’l-Kur’ân, 21; Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân, 15)

Kur’ân-ı Kerim “..Şunu unutmayın ki, Allah’ın nazarında en üstün olanınız, içinizden takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olanınızdır…”(Hucurât 49/13) beyanıyla, Allah katında insanların değer kazanma ölçüsünü bildirmiştir. Belirtilen bu takva sahibi olma hususu ise, ancak Kur’ân’ı okuma ve anlamadan geçer. Demek ki bu okuma ve anlama işi yapıldığında takva yakalanılıyor, takvayla da insan en hayırlılar kervanına katılmış oluyor.

Kıyâmette Şefâat

En küçük bir iyiliği dahi karşılıksız bırakmayan Cenab-ı Hakk (c.c.), insanın bu dünyada değer verip meşgul olduğu Kur’ân’ı, kişinin ona sahip çıkması ve onunla samimi bir alâka kurması oranında insana şefaatçi yapar. Bununla insan, belki de en muhtaç olduğu bâdirelerden kolaylıkla kurtulmuş olur. Hz. Peygamber’in bu hususla ilgili beyanları oldukça dikkat çekicidir. O (sas), şöyle buyurur: “Kişi kabrinden kalkınca Kur’ân, o kimseyi, rengi değişmiş ve zayıflamış bir halde karşılar ve: ‘Beni tanıyor musun?’ der. O da: ‘Hayır’ cevabını verir. O zaman: ‘Ben senin arkadaşın olan ve seni şiddetli sıcaklarda susuz, geceleri uykusuz bırakan Kur’ân’ım’ der. Sonra o şahsa vakar tacı, anne-babasına da iki değerli elbise giydirilir. Anne-baba bunun sebebini sorunca, çocuklarının Kur’ân’la olan meşguliyeti gösterilir.” (İbn Mace, “Edeb”, 52: Darimî, Sünen, 2/451) Diğer bir hadislerinde de Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır: “Kur’ân okuyun! Zira Kur’ân, kıyamet günü okuyana şefaatçi olarak gelir.” (Müslim, Müsafirûn, 252)

Kıyâmette Nûr

Kur’ân’ın isimlerinden birisi de “Nûr”dur. Nurun anlamlarından biri de, etrafı aydınlatan ve görmeye yardım eden ışıktır. (İbn Faris, Mu’cem Mekâyis Fi’l-Luğa, 368; Rağıb, Müfredât, 508) Kur’ân, insana maddi-manevî bir ışıktır. Ona yol gösteren bir lambadır. Bu dünyada içinden çıkamayacağı konularda bir rehberdir. Nitekim

يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir delil geldi, size açık bir Nûr indirdik.” (Nisâ 4/174) âyeti de bunu vurgulamaktadır.

Kur’ân’ın aydınlatması ve insana yol göstermesi sadece bu dünya ile sınırlı olmayıp, âhirette de devam edecektir. Hz. Peygamber (sas), Kur’ân’ın ahirette insanlara bir Nûr olarak gelmesini şöyle ifade buyurmuştur: “Her kim Allah’ın kitabından bir âyet öğrenirse, o öğrendiği kıyâmet günü kendisine bir nur olacaktır.” (Darimî, 2/444)

Kur’ân’la Yükselme

Kur’ân-ı Kerim’de Cennet’ten bahsedilirken, her zaman tek bir cennetten bahsedilmez. Özellikle Cennet’in farklı derece ve mertebelerine vurgu için çoğul sıygasıyla “cennât”(cennetler) olarak ifade edilir. Yani nasıl dünyada insanlar sahip oldukları imkânlar açısından aynı seviyede değillerse, ahirette de bunun benzeri olacaktır. Burada yaptıkları işler, kazandıkları sevaplar ölçüsünde orada farklı bir konum, farklı bir mertebe kazanmış olacaklardır. Kur’ân’a sahip çıkma, onu okuma, anlama ve yaşama ölçüsünde Cennet’teki makam ve dereceler de farklılaşacaktır. Resûlullah (s.a.s), Kur’ân’ın insana kazandıracağı bu yönü şöyle ifade buyurmuşlardır:”Kur’ân’ı okuyup ona sahip çıkan kimseye (âhirette): “Oku ve (Cennet’in derecelerine) yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku. Zira makamın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.”denir. (Ebu Davud, Vitr, 20; Tirmizî, Sevabü’l-Kur’ân, 18)

Bitmeyen Ticaret

Kur’ân’a sahip çıkıp onu vird haline getiren ve onunla amel eden kimseler anlatılırken, onların, batması, tükenmesi ve iflası mümkün olmayan bir ticaret kazancına sahip oldukları ifade edilir. Tükenmeyen zengin bir ticaret nitelemesinde bulunma, verenin, her şeyin sahibi ve mâliki Allah (c.c.) olmasındandır. Bu husus, Kur’ân’da şöyle belirtilmektedir:

إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللهِ وَأَقَامُوا الصَّلَوةَ وَأَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ

“Allah’ın Kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan gizli ve âşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.”(Fâtır 35/29)

Zorlanana İki Sevap

Kur’ân, İlâhi bir hazinedir. O, her yönüyle bir hayır deryasıdır. Şânına yaraşır bir şekilde okunduğunda, meleklere denk bir makama ulaşılır. Tam manâsıyla eda edilemediği, okunmasında veyahut da öğrenilmesinde zorlanıldığında ise verilen derece iki katıdır. Özellikle yeni başlayanlar veya belli bir yaştan sonra okumaya başlayıp zorlananlar için Allah Resûlü’nün bu husustaki müjdesi şöyledir:”Kur’ân-ı Kerim’i maharetle okuyan bir insan, Kirâmen Kâtibin melekleri seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen fakat halis bir niyet ile okumağa çalışan, okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur’ân’ı okumak ona zor geldiği halde okuyan insana da iki sevap vardır.” (Buharî, Tevnid, 52; Müslim, Müsafirûn, 244)

Her Harfine On Sevap

Rahmeti sonsuz Yüce Yaratıcı (c.c.), insanlara verdiği sayısız nimetler yanında, ayrıca yaptıkları iyi işlere de kat kat sevap ve mükâfat vermektedir. Kötülükler bir misliyle karşılık gördüğü halde, iyiliklerin karşılığı on, yüz veya daha fazla katını bulabilmektedir. Nitekim

مَنْ جَاسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَءَ

“Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez.” (En’âm 6/160) âyeti bu gerçeği ifade etmektedir. Şüphesiz ki işlerin en hayırlısı ve değerlisi, Cenab-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim’in okunup anlaşılması ve yaşanmasıdır. Onun her bir cümlesi, kelimesi, hattâ harfi Allah Teâla katında ayrı bir kıymeti haizdir ve karşılığı en üst seviyeden verilecektir. Bu hususu Allah Resûlü şu açık beyanlarıyla ifade etmişlerdir:”Kur’ân-ı Kerim’den tek bir harf okuyana bile bir sevap vardır. Her hasene on misliyle değerlendirilir. Ben “Elif lâm Mîm”bir harf demiyorum. Aksine “Elif”bir harf, “Lâm”bir harf, “Mîm”de bir harftir.” (Tirmizî, Sevabü’l-Kur’ân, 16)

Kur’an-ı Kerim, pek çok ayetinde dünyaya talip olanları, ahiret nimetlerini isteyenleri ve hem dünya ve hem de ahiretteki hayır ve bereketten istifade yolları arayanları anlatıyor. Bu üç grub için de birer misal verebiliriz:”Kim ahiret mahsülü isterse, onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama âhirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ, 42/20)”Kim dünya hayatını ve dünyanın zinet ve şatafatını isterse, Biz orada onların işlerinin karşılığını kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada asla haksızlık yapılmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyada yaptıkları bütün işler hatta iyilikler bile, heder olmuştur; bütün yaptıkları boşa gitmiştir. (Hûd, 11/15-16)”Bazı kimseler: “Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver”derler. Bunların ahirette nasipleri yoktur. Bazıları da, “Ey bizim Kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver; ve bizi cehennem ateşinden koru”derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı çok çabuk görür.”(Bakara, 2/200-202)

Aslında, istenmesi ve arkasına düşülmesi gereken şey bellidir. Altmış-yetmiş senelik bir ömür boyunca elde edilecek iyilik ve güzellikle, sonsuz bir hayattaki nimet ve ihsanlardan hangisinin daha çok arzu edileceği açıktır. Tabiî ki, akıl ve şuuru yerinde olan bir insan, “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmeti ve mertebe-i huzuru”ndaki nimet ve ihsanlara iştiyak duyacak, ahiretteki iyilik ve güzellikleri arzulayacaktır.

Ne var ki, insan acelecidir. Peşin ücrete meyillidir. Bu meyil, bir de imansızlıkla kuvvet kazanırsa, ademoğlu dünyanın geçici lezzetlerini hedef edinecek, onların arkasında gafilâne bir yol takip edecektir. Bir insan sadece dünyayı isteyince, Cenâb-ı Hak o kulun istediklerini bütünüyle verebilir. Fakat, o insan, yalnızca dünyayı talep etmiş, ahirete ait bir arzu ve istek ortaya koymamışsa kendi fıtratına ters hareket ediyor demektir. Çünkü, insanın tabiatı ahireti istemeye açıktır; bunu görmezlikten gelip bir tek dünya için dua eden kendi tabiatına ihanet etmiş olur. “İnsan ebed için yaratılmıştır, ebede meb’ustur ve ebedden başka hiçbir şeyle tatmin olamaz.”şeklindeki vicdanî sesi duymuyor ve bu ses çizgisinde istekler ortaya koymuyorsa tabiatını seslendirmemiş, özüne yabancı düşmüş olur. Bu yanlışının bedeli de ahiretteki nasipsizliğidir.

Diğer taraftan, ahiret ve ahiret ötesi şeyler, biraz insanın kabullenmesine vâbeste hususlardır. Hani şimdilerde üç boyutlu resimler var. Onlara ilk kez bakan insan sadece düz bir satıhla karşılaşıyor, anlamsız bazı şekiller görüyor. Eğer, daha başka şeyler görebileceğine inanırsa, bakışını o satıh üzerinde yoğunlaştırıyor, belli bir açı yakalıyor ve üçüncü boyuttaki şekilleri görebiliyor. Fakat, sadece o sathı görme niyetiyle baksa, nazarını yalnızca düz zemine hasretse, o zemin haricinde herhangi bir şey göremiyor. Aslında, o düz satıhta bir üçüncü, bir dördüncü buudu görmek mümkün olsa da, o insan bir şey göreceğine inanmadığından dolayı, onun için üçüncü buud, dördüncü buud sözkonusu olmuyor ve düz sathın ötesi hep perdeli kalıyor.

Burada istidrâdî bir şey arzedeyim: mesela şu mekanda iyi baktığınız zaman dört buudlu görebileceğiniz şeyler vardır. Çok defa o buudları ayırdetmeye çalıştım ve o nazarla baktım; bir noktadan sonra onlarda dördüncü buudu müşahede ettim. Birinci kıt’ada görülen şeyler, daha arkada daha genişçe görülen şeyler, bir sonraki perdede de ziyadesiyle derin görülen şeyler.. İşte bu görme, im’an-ı nazara ve biraz da kabule bağlıdır.

Evet, ahiret ve ahiret ötesi perdeler de bir kabul ve im’an-ı nazarla bilinir ve aşılır. Ahirete, öldükten sonra dirilmeye, mahşere, Cennet ve Cehenneme inanmayan insan, öbür tarafta işin hakikatını göreceği ana kadar sürekli bir berzah yaşayacaktır. Bin sene kabirde kalsa da berzahta gibi olacaktır. Ahirete inanmadığı için sürekli bir yok olma korkusu yaşayacak; orada, yok olmanın ızdırabını dünyada duyduğundan daha fazla duyacaktır. Dünyada değişik şeylerle teselli olsa da, orada sadece ebedi yokluğu duyacak ve herhangi bir teselli kaynağı da bulamayacaktır. Daimî yok olmanın demir parmaklıkları arasında kalacaktır. O insanın itikadı ötede yokluk olarak inkişaf edecektir. Çünkü, orada itikadın, kabul ve iz’anın inkişafı mahiyetinde bir yaratma olacaktır. O insanın dünyadaki itikadı yokluk yörüngeli olduğundan dolayı, ötede de yokluk olarak inkişaf edecek ve o derin bir yokluk duyacaktır.

İşte, “iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”sözünü sadece dünyada imanın insana verdiği huzuzât-ı nâmütenahiye (bitip tükenmez lezzet ve hazlar) ve küfrün insanın içinde hasıl ettiği ızdırap şeklinde anlamamak lazım. İmandaki Cennet çekirdeği de, küfürdeki zakkum tohumu da bir gün inkişaf edecektir. İman bir Cennet bahçesi gibi inkişaf ederken, o zakkum çekirdeği de bir gayya meydana getirecek ve sahibini yutacaktır.

Ahirete inanmayan ve ahiret nimetlerini, iyilik ve güzelliklerini istemeyen insan bir yokluk tohumu taşıyordur ve ötede bu tohum inkişaf edecek, sahibine de yokluk hicranı yaşatacaktır. Bundan dolayı, ahirete inanıp onun arkasına düşmeyen insan bu yanlış itikadının adem olarak inkişaf etmesiyle nasipsizlerden olacaktır.

“Yokluk” getirilip yok edilince, kâfirin iflahı kesilecektir. Cehennem azabının dehşetini görüp tadınca da şoke olup dengesini yitirecektir. İşte bu azab şoku karşısında o toprak olmak isteyecek ama “Heyhât!” Âyetin ifadesiyle “Keşke toprak olsaydım!” bir çaresizlik ifadesidir.. ifadesidir ama, yine de “yok olsaydım” değildir. Çünkü evvelâ yokluk korkunçtur. Saniyen yokluğun yok edilişini gözleriyle görmüştür.

İnançsız kâfir, çok defa dünyada da böyle bir kısım tesirlerden dolayı aynı “şok”u yaşayabilir. Bakarsınız bir adam, hayatın bin türlü zevk u safası içinde yaşıyor.. yiyor, içiyor, çalışıyor ve aynı zamanda herşeye mâlik fakat sadece bir zevk buuduna erişemiyor; bu kadar zevk varken gelip gidip sadece ona takılıyor. Ulaşamayınca da intihar edip hayatına son veriyor. Oysa ki elde edemediği cismanî zevklerinden sadece birisi idi. Ama cinnet geçirircesine işte böyle bir dengesizlik yapıyor. Eğer bu insan imân sahibi olsaydı, meşru zevkler ona da kâfi gelecek ve kalbi itmi’nân bulup zevk budalası olmayacaktı.

Enâm sûresinin 51. âyeti iki şekilde tefsir edilmektedir. Buna göre, iki yorumu yansıtan meâlin her ikisini de kaydetmekte fayda vardır:

  • a- “Allah’tan başka birtakım tanrıların, Allah’ın huzurunda kendilerini kurtaracaklarına inanan o kimseleri sen Kur’ân’la uyar ki, O’nun huzurunda kendilerini savunacak ne bir hâmîleri, ne de bir şefâatçileri olmayacaktır.
  • b- “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar.

Taberî, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: Ey Muhammed! Rablerinin huzuruna haşrolunacaklarından korkanları, sen, sana indirdiğimiz Kur’ân ile uyar. Çünkü onlar Allah’ın vâdettiği mükâfat ve cezayı tasdik ediyorlar. Allah’ı hoşnud edecek ameller yapıyorlar ve âhirette kendilerini kurtaracak çalışmalara devam ediyorlar. Onlar için Allah’tan başka –azab ettiği taktirde– Allah’ın azabından kurtaracak hâmileri ve şefâat edenleri yoktur. İşte sen onları kendi nefisleri hakkında Allah’tan sakınmaları, Rab’lerine itaat etmeleri ve ona isyan etmekten sakınarak, öfkesinden emin olmaları için uyar.” Ayrıca Taberî, âyete şu anlamın da verildiğini kaydeder: “Haşrolunacaklarını bilenleri uyar.” Buna göre âyette geçen الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ yani ‘korkanlar’, ‘bilenler’ makamında zikredilmiştir.”

Âyetin iniş sebebi hakkında şu rivâyet zikredilmektedir: “Müşriklerden Utbe, Şeybe ve Mut’im ibn Adiyy gibi ileri gelen kişiler, Ebû Tâlib’e gelerek şöyle dediler: ‘Eğer yeğenin şu bizim köle ve hizmetkârlarımızı yanından kovsa çok rahatlayacağız ve ona tâbi olmamız da kolaylaşacak.’ Ebû Tâlib Hz. Peygamber’e gelir ve bu söylenenleri ona iletir. Orada bulunan Hz. Ömer: “Onların dediklerini bir yapsan da niyetlerini ve bu sözleriyle hangi hedefe ulaşmak istediklerini bir anlasak” diye öneride bulunur. İşte bu olay üzerine Allah, yukarıdaki mezkûr âyetleri indirdi. Hz. Ömer ise yaptığı tekliften dolayı Hz. Peygamber’den (s.a.s.) özür diledi.

Bu âyetle ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır’ın yorumu, âyeti tüm açıklığıyla izah etmektedir:

  • “Ve bu vahiyle, o kimseleri inzar et ki, Rab’larının huzuruna çıkmaktan korkarlar. O halde ki, kendilerinin Rabbülâlemîn’den başka ne bir velîleri, ne de bir şefâatçileri yoktur. Gerek vukûuna iman ile olsun ve gerek imkân ve ihtimal üzerine şekk ü tereddütle olsun kalplerinde böyle bir haşir korkusu, bir âhiret hissi bulunduğu halde korunmayan veya korunmasını bilmeyen gayr-i müttakîleri inzar eyle. Yani bunlar içinde, bu sayede ittikâ edecek, korunacak olanlar vardır. Gerçi haşir ve ahireti külliyyen inkâr edenler, yahut ahirete inanmakla beraber Allah’ın azabından kendilerini katiyyen kurtarabilecek Allah’dan başka velîleri ve şefâatçıları bulunduğuna kesin itikad etmiş bulunanlar, meselâ putlarının vesâir ilâh tanıdıklarının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve Allah’ın izni olmadan Peygamberlerinin Allah’a karşı kendilerine sahib olup şefâat edeceğine inanmış olanlar, kâbil-i inzar değil iseler de, Allah’dan başka velî ve şefîleri olmadığına inanan veya ihtimal verenler kâbil-i inzar ve teessürdürler.”

Âyet hakkında iki farklı tefsir görüyoruz: Birincisinde uyarılmak istenen insanlar müslümanlardır. Elmalılı’nın ifadesiyle, “kalplerinde zayıf olsun kuvvetli olsun bir şekilde âhiret hissi bulunup da korunmayan veya korunmasını bilmeyenlerin uyarılması” söz konusudur. İkincisinde ise, Ebu’s-Suûd ve Şevkânî gibi âlimlerin yorumuna göre, âhirette Allah’tan başka birilerinin kendilerini kurtaracağına veya yardım olunacaklarına inanan müşriklerin ve kitap ehlinin uyarılması sözkonusudur. İkinci yorum, âyetin lafzî örgüsüne pek uygun düşmemektedir. Bizim kanaatimizce, âyette, uyarılmak istenen kimseler, haşre ve neşre inandıkları halde, eskiden sahip oldukları şirk inancını tamamen gönüllerinden silememiş veya tevhid inancını henüz tam hazmetmemiş bulunan bazı yeni Müslümanlar olmalıdır. Böylelikle, eskiye ve câhiliye dönemine âit yanlış inançlar, müslümanların kalbinden tamamiyle ortadan kaldırılmak istenmiştir.

Diğer bir uyarı ise şu âyetle yapılmaktadır:

  • “Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence hâline getiren, kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri kendi hallerine bırak. Sen, onlara yalnız Kur’ân ile öğüt ver ki, Allah’tan başka yardımcısı ve şefâatçisi bulunmayan hiçbir nefis, işlediği günahlar yüzünden helâke sürüklenmesin. O, her türlü fidyeyi denkleştirse bile, yine ondan kabul edilmez. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve acı veren bir azap vardır.”

Bu âyette çok açık bir üslup ile inkârcılara hitab edilmiş ve inkârcılar âhiretteki zorluklardan kurtulmaları için dünyada iman etmeleri hususunda ciddi bir şekilde uyarılmışlardır.

Dünya nimetleri ahiret nimetlerini azaltır mı? Bir insan dünya nimetine şükrederse, dediği Elhamdülillah ahiret nimeti olur diye biliyorum. Ama ayni zamanda o nimet ahirette alacağını azaltır mı?

Öncelikle sorunuza isnat teşkil eden ayeti hatırlayalım:

“Gün gelecek, kâfirler cehennem ateşinin karşısına tutulurken şöyle denilecek: Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz.”(Ahkâf Suresi, 46/20)

Bu ayet hakkında müfessirlerin yorumlarını kısaca özetleyecek olursak: Bu ayet kâfirlere yönelik olarak inmiştir. Yani siz dünyada iman etmeyip Allah’ın nimetlerine karşı şükürde bulunmadınız, iman ve itaati bırakıp dünya arzuları ve onun zevkleri ile meşgul oldunuz. Gençliğinizi ve size verilen nimetleri inkâr ve isyan içerisinde yok ettiniz. Dolayısıyla buraya hiçbir şey bırakmadınız.

Fahreddin Razî şöyle der:Bu ayet nimetlerden yararlanmanın yasak olduğunu göstermez. Çünkü bu ayet kâfirler hakkında gelmiştir. Kâfir dünya nimetlerinden faydalanıp da iman ve itaat ederek bunlara şükretmediği için Yüce Allah onu kınamıştır. Mü’mine gelince, o iman etmek suretiyle, nimeti verene şükrünü eda eder. Dolayısıyla, nimetten faydalanıyor diye kınanmaz. “De ki, Allah’ın, kulları için verdiği süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? (A’raf sûresi, 7/32) mealindeki âyet bunun delilidir. Evet, refah içinde yaşamaktan sakınmanın daha iyi olduğu inkâr edilemez. Hz. Ömer’in (r.a.) şu sözü de bu manaya yorumlanır: “İsteseydim, elbette en güzel yemekleri yiyeniniz ve en güzel giyeniniz olurdum. Fakat ben güzel nimetlerimi âhiret hayatıma bırakmak istiyorum.” (Tefsîr-i Kebîr, 28/25)

Bu ayet, takva sahibi mü’minler için öğüt verici niteliktedir ve her ne kadar kafirler hakkında inmiş olsa da mü’minlere fısıldadığı şeyler de vardır.

Yani bir Müslüman kendi konum ve seviyesine göre bu ayeti ölçü alarak, kendisini bu ayete muhatap kabul ederek Hz. Ömer’in davranışında olduğu gibi dikkatli olabilir. Zira O, Efendimiz’den (s.a.s) böyle görmüştü. Müslim’in Sahih’inde ve başkalarındaki rivayete göre Hz. Ömer (r.a), Peygamberimiz (s.a.s), hanımlarından ayrılıp odaya çekildiği sırada huzuruna girmiş ve ona şöyle demişti: Ey Allah’ın Rasûlü! Sen Allah’ın Rasûlü ve en seçkin kulusun. Diğer taraftan Kisra ve Kayser’in ince ve kalın ipekler içerisinde olduklarını görüyoruz. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s) doğrulup, oturdu ve şöyle dedi: “Sen şüphe içinde misin ey Hattab’ın oğlu? Onlar, hoş ve temiz şeyler dünya hayatında kendilerine acilen verilmiş olan kimselerdir.” Ben: Benim için mağfiret dile dedim, O (s.a.s) da: “Allah’ım onu mağfiret buyur” diye duada bulundu. Evet, onlar böyle bir terbiye çerçevesinde yetişmişler ve bunu da hayatlarına uygulamışlardı.

Nimetlerden ihtiyaç fazlası istifade etmekten kaçınmanın daha evla olacağı inkâr edilemez. Çünkü nefis nimetlerden istifadeyi alışkanlık haline getirdiğinde, artık onlardan uzak durması ve kendini gemlemesi zorlaşır. Bu durumda insan, kendini tatmin etmek için hoş ve güzel olmayan şeylerden istifadeye meyleder. Bu da insanı günaha sürükler.

Semerkandî, tefsirinde şöyle söylemiştir: Aklı olanlar bu ayetten ibret alıp dünyayı bir gaye olarak değil, bir vasıta olarak kabul etmelidirler. İşte o zaman insan bu dünyada ahireti kazanır, oranın nimetlerinden istifade eder, cehennemin korkusundan emin olur.”

Hasılı, dünya ahiretin tarlasıdır. Ne ekilirse o biçilir. Şükreden, daha fazla nimetlerle karşılaşır. Şükretmeden yaşayan, elindekini de kaybeder. Hem dünyada hem ahirette rezil olur. Bu, dünyayı, ahiret merkezli yaşayan ve elindeki imkânları dinin gösterdiği istikamette kullanan Müslüman, hem dünyada hem de ahirette nimetlere nail olur ve hiçbir zaman mahcub edilmez..

Öyleyse, dünyayı ahiretin tarlası olarak görüp ahiret merkezli bir hayat yaşamaya çalışmak mü’minin karakteri olmalıdır.

Kur’an-ı Kerim ve kainat kitabının okunması birer vecîbedir. Kur’ân-ı Kerim’in yanında, kâinatın ve tekvinî emirlerin de çok iyi tahlil edilmesi, hayatın bütün kanunları ve kurallarıyla bu Kur’ânî ve tekvinî emirlere göre şekillendirilmesi şarttır. Bununla beraber, teşriî emirlerin karşılığı büyük ölçüde ahirette verilir. Yani, Kur’ân-ı Kerim’le gelen emirlere uymanın ücreti öteye bırakılır, riayet etmemenin cezası da yine ahirette verilir. Tekvinî emirlerin cezası ise büyük ölçüde dünyada tatbik edilir, kısmen de ahirete bırakılır.

Tekvinî emirlere uymamanın ahirette de cezası olduğunu sürekli söylüyorum. Çünkü onları iyi okuma, değerlendirme ve uygulama; terakkiyat-ı hâzıranın, dünyadaki zenginliğin önemli yanlarından, esaslarından ve argümanlarından biridir. Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri de çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, size saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizin-bizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet, İslâm’a ve Kur’ân’a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi, onun yanında teşriî kurallara da hassasiyetle riayet edilmesi çok önemlidir.

Ayrıca biz, “takvâ” mülâhazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur’ân-ı Kerim’den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakikî muttakî olur.

Kâmil mü’min, bu iki kitabı beraberce mütalâa edip emirlerine uyan mü’mindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, mü’minliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibarıyla sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicrî üçüncü dördüncü asır, bir yönüyle belki bizim Rönesans’ımız sayılır; o tedvin dönemi çok göz alıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (celle celâluhû) mü’minlere, “Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?” diye sorabilir. “Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?” diye sorabilir. Çünkü bu mevzudaki eksiğimizin gediğimizin hepsi İslâm’a fatura edilmiştir/edilmektedir.

Evet, biz tekvinî emirleri de tahlil etmeli ve sebeplerin hakkını da vermeliyiz. Bu mevzudaki ölçümüz de şu olmalı: Sebeplere öyle riayet edeceksin ki, dıştan bakanlar seni bir determinist sanacaklar. Fakat her işin sebeplerini yerine getirip neticeyi öylesine Allah’tan (celle celâluhû) bekleyeceksin ki; öyle bir tevekkül, öyle bir teslim sergileyeceksin ki; hatta öyle bir tefviz ve öyle bir sikaya tutunacaksın ki; bu halini görenler “Bu adamın sebeplere saygısı hiç yok” diyecekler. Yani, bu iki hususun bir yönüyle kesiştiği nokta mü’minin duracağı noktadır; sebeplere riayette hiç kusur etmemek ve her işin neticesini Allah’tan beklemek, ona vermek.

Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de bize talim buyurduğu,

رَبَّنَا آَتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآَخِرَةِ حَسَنَةً

“Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de hasene ihsan eyle!” (Bakara, 2/201) duası umumi bir yakarıştır. Bu şekilde hem dünyanın hem de ahiretin güzelliklerini isteyenler Allah’ın lütf u keremiyle niyet ve gayretlerinin semeresini hem dünyada hem de ahirette göreceklerdir. Dolayısıyla insan sadece dünyasını değil, aynı zamanda ahiretini, hatta dünyanın fani ve geçiciliği, ahiretin ise ebedî ve sonsuzluğunu nazar-ı itibara alarak, dünyanın çok çok ötesinde ahiretini düşünmelidir. Evet, o, her iki âlemin de güzelliklerini istemeli, dünyasını imar ederken ahiretini berbat etmemelidir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, sadece dünya peşinde koşanların,

رَبَّنَا آَتِنَا فِي الدُّنْيَا

“Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!” şeklinde talepte bulunduklarını zikreder ve

وَمَا لَهُ فِي الْآَخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ

“Böyle diyenin ahiretten nasibi yoktur.” (Bakara, 2/200) diyerek, sadece dünya hayatı için talepte bulunanların elemli âkıbetine dikkatleri çeker.
Böyleleri Cenab-ı Allah’ın vermiş olduğu nimetleri,

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

“Bütün zevklerinizi dünya hayatında kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz” (Ahkaf, 46/20) fehvasınca yemiş bitirmiş olurlar. Bu durum ulvî gayeler için yaratılmış bir insan için başka değil sadece bir sukûttur. Kendi seviyesinin altına düşmektir. Çünkü sadece dünyasını düşünüp, hayatını yeme ve içmeye bağlamak insan dışındaki mahlûkatın yapacağı şeydir.

Bir kere daha ifade edecek olursak, insan Allah’ın (celle celâlühü) kendisi hakkında takdir ettiğine razı olmalı, Allah’tan hakkında hep hayırlısını dilemeli, her zaman, “Allahım, hakkımda hayırlı olanı ihsan eyle. Eğer Sen’in bana ihsan edeceğin daha başka nimetler benim baştan çıkmama sebebiyet verecekse ben onları istemiyorum. Kût-u lâ yemûtla, ölmeyecek kadar bir rızıkla yaşamaya razıyım. Ben Senden sadece Seni istiyorum. Bana Seni gerek Seni” demelidir.

Hadis diye Allah Resûlü’ne isnat edilen bu söz, Efendimiz’in sözü değildir. Ancak bu lafızlarla olmasa da, buna benzer ifadelerle, meselâ, “hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış. Yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” şeklinde rivayet edilen başka bir hadis vardır ki, o da yine zayıf olarak nitelendirilmektedir.

Evvelâ, hadis kriterleri bakımından, bu hadisin senedi tenkit görmüş, bu sebeple itibar edilmemiş ve zayıf bir hadis olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla isnat açısından, uydurma olma ihtimaline binaen itibar edilmemesi gerekir.

İkinci olarak, hadisin ifade ettiği mânâ, Kur’ân-ı Kerim’in nasslarına da aykırıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim’de,“Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî ahiret yurdunu mamur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77) buyrulmaktadır.

Bu âyet-i kerimeden açıkça anlaşılacağı gibi Kur’ân, dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar çalışılmasını istemektedir. Vâkıa, mü’minlerin dünyaya ait işleri de ahiret hesabına olduğundan o da bir mânâda ahiret sayılır. Yani onlar, dünya için çalışırlar, kazanırlar ve kazandıklarıyla Allah yolunda işler yaparlar. O da ahiret için olur ve ahiret hesabına geçer. Ancak burada esas olan husus, bütün himmetin ahrete tevcih edilmesi ve dünyanın ahiret hesabına işlettirilmesidir. Yoksa hadis diye söylenen sözde ifade edildiği gibi dünyanın zatına değer vermek şeklinde değil.

Son söz olarak şunu ifade etmekte fayda var:

Hadis diye rivayet edilen bu söz, hem rivayet ve hem de dirayet bakımından tenkide açık bir sözdür. Ne var ki, günümüz insanının, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerefsüdur olan pek çok sahih hadis-i şerif dururken, itibar edip daima elden ele dolaştırdıkları bu ve buna benzer sözler gösteriyor ki, ihtimal bunlar bazı insanların dünya düşüncelerine muvafık geldiği için ısrarla üzerinde durup bunları yaymaktadırlar.

Allah’ın dinine hizmet yolunun çeşitli dönemeç ve virajlarında, insanı hizmet duygu ve düşüncesinden alıkoyan engeller çıkıp onun önünü kesebilir. Meselâ, gençlik yıllarında hevesat-ı nefsaniye, bir dev gibi insanın karşısına dikilip onu yolundan alıkoyabilir. Bu dönemde yolda kalıp dökülen bir hayli insan vardır. Ne var ki, gençliğin beraberinde getirdiği yiğitlik, çocukluk, macera ve bir şeye samimî bağlanma gibi hislerle bu engellerin aşıldığı görülmektedir.

Gençlikten sonra diğer tehlikeli bir his, insanlardaki makam sevgisidir (hubb-u câh). Daha sonra içtimaî hayata girdiğinde veya çoluk çocuk sahibi olup memuriyet hayatına atıldığında dünyaya karşı bir tama ve tûl-i emel baş gösterir; insan “şunu da edeyim, şunu da işleyeyim, biraz da şuraya bir şey koyayım, şu hususta da bir yatırımım olsun..” gibi düşüncelerle hareket eder ve farkında olmadan aldanıverir. Bazen de korku, onun önünü keser ve ona hizmet-i imaniye adına pek çok şeyi kaybettirebilir.

Evet, bu konuda bizim kolumuzu ve kanadımızı kıran, bizi bulunduğumuz yerden alaşağı eden ve yolumuzu kesen pek çok şey vardır. İnsan bunlardan birini aşsa da her zaman diğerine takılabilir… Aslında bu tür engeller, bize ait olmayıp, Allah yolunda mücadele eden herkes için beklenen şeylerdir. Bu konuda mühim olan, vazife şuuruyla her zaman duyarlı olabilmektir. Evet, asıl tehlike, insanın sorumluluğunu duyup hissetmemesidir. Şimdi bütün mukayeselerimizi kendileriyle yaptığımız o güzel sahabe cemaatine intikal edip konuyla alâkalı bir misal vermek istiyorum:

Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar:

“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[1] Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der: “Ey cemaat! Siz bu âyeti yanlış anlıyorsunuz. Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Bir vakit biz, etrafımızdaki düşmanları sindirince şöyle düşünmeye başladık: ‘Bizler hicret ettik, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile gazvelere katıldık. Ensar olarak bu uğurda mal ve mülkümüzü, hatta her şeyimizi feda ettik. Din yolunda aç ve susuz kaldık. Bu arada da maddeten sefalete dûçar olduk. Şimdi biraz çalışıp kazanalım da bu eski boşluğu dolduralım.’ İşte okuduğunuz âyet bu mülâhazalara cevap mahiyetinde nazil oldu. Sonra devamla âyetin tamamını bu bütünlük içinde okudu: Ey iman edenler! Allah yolunda her şeyinizi sarf edin ve kendi elinizle, -mallarınızı harcamamak suretiyle- kendinizi tehlikeye atmayın.”

Yine sahabe efendilerimiz diyorlar ki: Daha Kur’ân yeni nazil olmaya başlamıştı. İhtimal bizde bir kasvet oldu ve ülfet bastırdı ki, bu hâlimizden ötürü ikaz sadedinde çok geçmeden Kur’ân’da şu âyet nazil oldu: “İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirileceği vakit gelmedi mi?”[2]

Demek ki, o devirde yaşayan insanlar için dahi, “Biz şu kadar harcadık, âdeta kendimizi feda ettik. Biraz da kendimize bakalım” gibi bir düşünce belirebiliyor. Ancak, onların böyle bir düşünceye kapılmalarının hemen arkasından âyet geliyor ve o düşünce silinip gidiyor. Sanki âyet onlara, “Hayır! Eğer hayatınızın sonuna kadar, dünyada da ahirette de azizler ve fâizûn (kazanmışlar) olarak haşr olmak istiyorsanız, yol budur; canınızı, malınızı, hatta düşünce ve ilim adına neyiniz varsa onu Allah yolunda harcayınız ki, elinizle kendinizi tehlikeye atmış olmayasınız.” diyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın sözünü yanlış anlamamalı ve din uğrunda her şeyimizi harcayıp müesseseler kurmalı, gençliğe sahip çıkmalı, Allah’ın dinine hizmet ettiğimizi, hayatın her karesinde bütün varlığımızla göstermeli ve kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamalıyız.

İnsanlarla beraber yaşarken dünya-ahiret muvazenesi kuramayıp bu türlü düşünce inhiraflarına kapılma, sahabe devrinde olduğuna göre, bu devirde de evleviyetle olabilir. Ayrıca kendimizi bu mevzuda ashab gibi sorgulayabilmek de çok önemlidir. Onlar, böyle bir fikre kapıldıkları zaman anında pek çok problemi hemen halledivermişlerdir. Biz gençliğimizde koşmuş, çalışmış ve çabalamış olabiliriz ama, ashab efendilerimizin içinde olduğu bu durum, Taif’te ve Mekke’de küffarın burnunu kırıp onları hâkimiyetleri altına aldıktan sonra olmuştu. Onlar Bizanslılara karşı korkutucu, ürkütücü ve onların kuvve-i mâneviyelerini kırıcı seferler tertip etmişlerdi. Bir yönüyle İslâm, hayatın her sahasında kendini hissettiriyor ve Müslümanlar da huzur içinde mesudâne bir hayat sürüyorlardı. Bize ne oluyor ki, yapılacak onca iş varken bu tarz düşüncelere saplanıyoruz!..

Günümüzün insanı da dünyanın neresinde olursa olsun, dünyaya gereğinden fazla ehemmiyet verdiğini anladığı anda ilk yapması gereken iş, yanlış bir düşünce içinde olduğunu kabullenmesidir. Kur’ân’ın ilk muhatabı olan sahabe efendilerimizin o müstesna durumlarına rağmen, bu duyguya girdiklerinde onları kınayıp ayıplaması ve bu durumu, mü’minin kendini kendi eliyle tehlikeye atması olarak kabul etmesi, bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu anlatması açısından fevkalâde mânidardır. Öyleyse öncelikle, daha yapılacak çok işimiz olduğunu, insanımıza daha ciddî bir hizmet götürmemiz gerektiğini ve henüz tohum atma döneminde bulunduğumuzu düşünerek, kendimizi sorgulayarak, bu uğurda kurulan müesseselerin ve o müesseselerden beklenen semerenin henüz elde edilemediği şuuruyla hareket etmeliyiz.

Şimdi münferit olarak, bizim atmosferden, duygumuza ve düşüncemize yakın bazı insanların uzaklaşması söz konusu ise, bunlar, yukarıda sözü edilen virüslerden bir şey kapmışlar demektir. Bize düşen bu arkadaşlarımızın olgunlaşması istikametinde ne gerekiyorsa onu yapma, aranın açılmasına fırsat vermeme ve onları takip ederek boşluğa düşmelerine meydan vermemektir. Evet, bu kadar çok vazife üst üste bizi beklerken, bizim bir kenara çekilip yatmamız söz konusu olmamalıdır. Hayatımızın günleri, haftaları ve ayları arasında din ve iman hizmetlerine ayıracağımız zamanı kemal-i ciddiyetle ona tahsis etmeli ve buna bağlı olarak, o hizmetlere müteallik meseleleri biraz daha hassasiyetle ele almalıyız.

Hizmet ederken her devrin, kendisine göre bir hizmet biçimi olduğu gibi, her anlayışa göre Allah’ın istediği bir hizmet şeklinin olduğunu bilerek, hizmet etme adına belli bir anlayışa ulaşmış insanların, o anlayışın gerektirdiği hizmeti eda etmedikleri takdirde, Cenâb-ı Hak tarafından tokat yiyebilecekleri ihtimalini de hatırdan çıkarmamalıyız.

Meselâ, bir insan gençliğinde şuurlu veya şuursuz olarak hisleriyle hareket edip hizmet vermiş olabilir. Daha sonraları belli bir seviyeye geldiğinde, daha şuurlu bir şekilde hakikatleri görmüş ve inanmış ise, artık o insan bu hizmeti eskiden olduğu gibi ele alamaz/almamalıdır da; çünkü ondan, geçmişteki durumu üzerinden değil, şu anki durumu itibarıyla hizmet beklenmektedir. Bu bihakkın eda edilmediği takdirde onun tokat yemesi kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Allah’ın dini uğrunda karşısına çıkan engelleri göğüslemede belli seviyeye gelmemiş Müslümanlar için şefkat tokadından bahsedilmemektedir. Şefkat tokatları, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye içine girmiş ve o mevzuda sadakatinde fütur getiren kimseler için söz konusudur. Evet, Allah’ın kanunu gereği bir insan, bir mevki veya seviyeyi ihraz ettikten sonra sadakatle o mevkiinin hakkını vermezse tokat yer.

Bu itibarla inananlar, iman ve Kur’ân hizmetlerini kesen âfât kabîlinden şeylere karşı biraz daha titiz ve tetikte olmalıdırlar. Hayatlarının her döneminde, hizmete ayırdıkları zamanlarını kemal-i hassasiyetle ayırıp hizmet etmelidirler. Bizler yeryüzünde Allah’ın şahitleriyiz/olmalıyız.[3] Cenâb-ı Hak bize bakar ve bizim sözümüze değer verir. Çünkü biz en yüce divanda en şerefli işi yapmaktayız. Öyle ise bu mevzuda, ne dünya, ne de ahiret bizi hizmetimizden alıkoymamalıdır.

Bu konuda sahabeden Sa’d b. Muaz’ın Allah yolunda savaşırken yaralandığı zaman söylediği ifadeler çok önemlidir:

“Allah’ım! Habîb-i Edib’inin önünde mücadeleme devam edeceksem, hayatımı uzat da mücadele edeyim. Yok, eğer mücadele kapısı kapandıysa, benim yaşamamın da bir mânâsı yoktur. Emanetini alabilirsin.” Bu sözler aynı zamanda ele aldığımız konuda mü’minin düşüncesini ve felsefesini de ifade etmektedir. Öyleyse, hayatın gayesi ve fıtratın neticesi, bu mücadelenin devam ve temadisidir. Mücadele devam etmiyorsa, bizim varlığımızın da hiçbir mânâsı yok demektir.

Netice itibarıyla içtimaî hayatla çok münasebet içinde bulunan inananlar, sık sık kendilerini kontrol etmelidirler. Aslında servet sahibi olmak, Allah yolunda olduğu takdirde güzel bir şeydir. Netice itibarıyla dünyalığa taalluk eden işlerin fizibilitesi Allah yolunda ise, o takdirde bu işler mukaddes bir ibadet hükmüne geçer. Fakat onlar, bizi bağlayıp Allah’tan alıkoyuyorsa, bunun da çaresine bakılmalıdır. Şu dünyadan nasıl olursa olsun mutlaka yaşanıp ahirete göçülecektir. Önemli olan bu dünyada iken Rabbimiz’in bizi hizmetten dûr etmemesini istemektir. Evet, dünya ve ahiret muvazenesini -inşâallah- kendimizin ve başkalarının bizi kontrol etmesiyle ve sık sık yenilenme yollarını kullanmakla temin edebiliriz.

[1] Bakara sûresi, 2/195
[2] Hadid sûresi, 57/16
[3] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/135

Kalb inceliği bir iman emaresidir. Kalb inceliğinin dili olan gözyaşı da, bağrı yanık, ciğeri dağlı sevgi kahramanlarının bir boşalma ameliyesidir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

  • “Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, ‘Bu ne?’ diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: ‘Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.” Evet, gözyaşları ötede cehennem alevlerini, burada da hasret ve hicran yangınlarını söndürebilecek tek iksirdir.

Kur’ân-ı Kerim de, yer yer kalb inceliğini tebcil ve takdir ederek “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsrâ, 17/107) buyurur. Bir başka yerde ise “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe, 9/82) ihtarında bulunur. Ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allah’ım!” diye yalvarır.

İnce bir kalb, ürperen bir gönül, muhasebe ve murakabeye açık olur. Kendisini sık sık sorgular. Elde ettiği başarıları kendinden bilmediği gibi yaptıklarını da sürekli az görür. Hayır ve hasenat adına doyma bilmeyen bir “Hel min mezid” daha yok mu?… kahramanı olur.

Kalbi ince bir insan için ibadetler konusunda da doyma ve yeterli bulma diye bir husus söz konusu değildir. Farzları yerine getirdikten sonra, daha ne kadar ibadet edeceği şahsın kanaatine kalmış bir meseledir. Bir insan, kıldığı namazlar hakkında “Ben şunları huzur-u kalble kılamadım, gereğince edâ edemedim, bâri yerlerine nafile kılayım veya dikkatsiz kıldığım bu namazları kaza edeyim.” diyebilir. Belli miktarlar tayin eder. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığı için kısa zamana sıkıştırır ve mesela her gün birkaç günlük de kaza namazı kılarak eksiğini gediğini kapatır.

Nafile ibadetler için “cebren li’n-noksan“, yani, “kırıkçıkık için sargı” ifadesini kullanıyor; onlarla farz ibadetlerimizdeki eksiği gediği kapama, kırığı çıkığı yerinde sarmayı hedefliyoruz. İşte, bu husus şahsın vicdanına kalmış bir şeydir. Mesela, bir şahıs belli bir müddet, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tam tevcih edemeden farza durmuştur. Bir gün niyetin hakikatini anlar, niyete kalbin kastı ve teveccühü şeklinde bir tarifle yaklaşır. Teveccühü de, mâsivâyı tamamen kalbden silme, o anda her şeyi unutup sadece Allah (celle celâluhû) mülâhazasına girme olarak anlar. Niyeti böyle anlayan birisi, bu şekilde bir niyetle namaza durmamışsa namaza hiç durmamış, namaz kılmamış sayılır. Bu meselede herkesin kendi seviyesine göre davranması gerekir. Bazı Hanefî kitaplarında, nereden çıktığı belli olmasa da, “Niyeti ağızla söylemek daha evlâdır” diye kaydedilmiş. Konuşurken kalbin tevcihi nasıl olacak onu da bilemiyorum; ama bu âdet haline gelmiş, insanlar namaza dururken “Neveytü en usalliye lillahi” diyerek sesli niyet ediyorlar. Eğer bu şekilde kalbin Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sağlanabiliyorsa ne âlâ ama lâfızda kalınıyor ve ne dendiğinin bile farkına varılmadan bazı kelimeler söylenip namaza duruluyorsa ve kalb, yönelmesi gereken tarafa yönelmemişse namazın olmama ihtimali vardır. İşte, niyeti bu şekilde öğrenen ve böyle bir irtibat içinde yaşamaya başlayan bir insan “Namaz vakitlerini boş geçirmemişim, fakat ibadetin hakkını verebildim mi bilemiyorum. ‘Cebren li’n-noksan’ yapmalıyım, nafile kılmalıyım” diyebilir. Allah (celle celâluhû) bir otuz sene daha ömür verirse, her gün bir günlük kaza kılar ve eksiğini gediğini kapamış olur.

Ayrıca, Hanefîlerde beş vakit farz namaz çok dikkatle kılındığı gibi, beş vakit namazın sünnetleri de kılınmalıdır. Bunların on iki rek’atı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından te’kitle emredilmiş, müekked sünnettir. İkindinin sünneti için böyle bir te’kit yoktur. Ama o da fedâildendir. Yatsının ilk dört rek’at sünneti de fedâildendir. O da Kütüb-ü Sitte’de yoktur; fakat Ali el-Kâri’nin Fethu Babi’l-İnâye adlı kitabında, Said b. Mansur’un Sünen’indeki bir hadise dayanarak kaydettiği üzere, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yatsıdan önce de dört rek’at sünnet namaz kılmıştır.

Teheccüd namazı da çok önemlidir. Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanların berzah hayatları da ışıl ışıl olacaktır. Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüd ise, berzahın zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır.

Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir. Mesela:

  • Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb’inin seni ‘Makam-ı Mahmûd’a eriştireceğini umabilirsin” (İsrâ, 17/79);
  • “Teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkar; cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümid içinde olarak Rabb’lerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar” (Secde, 32/16);
  • Sabah akşam Rabb’inin adını zikret! Gecenin bir kısmında da ona secde et, geceleyin uzun bir süre ona tesbih ve ibadet et” (İnsan, 76/25-26).

Teheccüd namazı iki rek’at kılınabileceği gibi, sekiz rek’at olarak da kılınabilir. Buharî ve Müslim’in rivayetine göre, Abdullah İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa!” şeklinde tabir ve tevcihde bulunurlar. Allah, rüyasında İbni Ömer’e cehenneme ait bir berzah levhasını göstermiş ve ona hazırlık yapmasını iş’ar buyurmuştur.

Bunlara ilaveten, “duhâ” ve “evvâbîn” namazları gibi diğer nafile namazlar da farz namazlardan kalan eksik ve gediklerimize sargı vazifesi görecek, onları tamamlayacaktır. Allah (celle celâluhû) farzlardaki boşluklarımızı nafilelerle dolduracaktır.

Bunu teyit eden bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, ahirette ilk defa soru sorulacak konuların başında namaz gelir. Cenâb-ı Hak “Kulumun namazı tamam mı?” diye sorar. “Tamam” derler, “O zaman o geçsin” buyurur. Eğer “Namazları eksik” denilirse, “Nafileleri var mı?” diye sorar. “Var” denilince “Nafileleri farzlar yerine koyun” buyurur. Rahmet-i ilâhî olarak, nafileler farzlardan noksanların yerine konur. Bunu da isterseniz, “Cebren li’n-noksan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın iradesi ve meşîetiyle oluyor; yani, sargıyı ahirette Allah (celle celâluhû) sarıyor” diye yorumlayabilirsiniz.

Hâsılı, kalb inceliğimiz ve farzıyla nafilesiyle namazlara dikkat etmemiz, bu dünyada kulluk vazifesini yerine getirmemiz için bir aşk, şevk, güç ve moral kaynağı; ötede de ölümle başlayan ve cennete uzanan hatarlı yolda sadık bir yol arkadaşı ve şefaatçi olur. Namaz, bizi Yüce Yaratıcı’ya yaklaştıran bir vesile ve yerimizde durmamız için tutunacağımız kopmaz bir ip, çok sağlam bir tutamak ve bir kulptur. Namazın bizler için nezih hayat kaynağı ve fuhşiyâttan alıkoyan bir sur olduğunu da hatırlatıp, bunu ifade eden ayet-i kerimenin meâliyle bu bahsi kapatalım: “Sana vahyedilen ‘Kitab’ı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifâ et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir” (Ankebût, 29/45).

İlkel kabilelerde hala bazı eski inançlar sürmekte (ateşe tapma, tabiat kuvvetlerine inanma vs.) bu insanlar şu an değil dini bilgi vermek, onlar yaşamaktan acizler ve okuma yazmaları yok. Bu insanlar öldükten sonra ahirette nasıl bir hesap sürecinden geçecekler..

İslâm akaidinde “fetret”diye bir kavram vardır. Fetret dönemi ise insanların bir peygamberin getirdiği dinden haberdar olmadıkları zamana denir ve bunun üzerine bazı hükümler bina edilir. Bu devir, Allah Resulü gelinceye kadarki dönemde olduğu gibi, O’ndan sonra da olabilir. Soruda bahsettiğiniz şekildeki bir kabile hakkında onlar fetret dönemi insanları olarak muamele görürler diyebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hak, “Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) buyuruyor. Bu insanların ise Efendimiz son peygamber olduğu için bir peygamber görme şansları yoktur. Ancak o yörede yüzyıllar önce gelen bir peygamberin anlattığı hakikatlerden kalıntılar olabilir ki, asliyeti kaybolduğundan insanlar onu inanılmaz bulabilirler. Nitekim bazı yerlerde bunu görüyoruz.

Esasen günümüz insanı da bir nevi fetret devri yaşamıştır. Bazı memleketlerde İslâm güneşi tamamen söndürülmeye çalışılmış, Allah Resulü’nün ismi silinmiş, gürül gürül Allah’ı anlatan şeyler inkarcıların elinde Allah’ı inkarda kullanılır hale gelmişti. İmanı takviye etmek için binlerce hikmeti muhtevi ilim, imanı insanların kalbinden alma aleti olarak kullanılmıştı. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerinde, Darvinizm sanki bir gerçekliği olabilirmiş gibi sunulmuştu. İnsanları ifsat etmede sefahet, serserilik ve baş kaldırma bir felsefe durumuna gelmişti. Bütün bunlarla muhatap olan insanlar yavaş yavaş bir kıskaca alınmış, zehirlenmiş ve özlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştı. Bütün dünyada yıllarca bir baştan bir başa gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksini düşünmek, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

Cennet havariliği yapmak kimsenin hakkı olmadığı gibi hiç kimse de cehennem zebaniliği yapmaya girişmemelidir. Bu konuda son sözü söyleyecek olan “Rahmetim, gazabımı geçmiştir”buyuran Allah’tır. Fetret ehlinin akıbetini hakkıyla sadece Allah bilir. Biz şimdi genel olarak fetret ehli insanların dini yönden durumlarını inceleyebiliriz:

Maturidî mezhebine göre, akıl belli konularda karar verebilir. Mesela, kendisinin yaratılmış olduğunu, hiçbir şeyin kendi kendine olamayacağını, her ne kadar ismini bilemese bile bir yaratıcının olduğunu kabul eder. Kısaca o temel doğrularla temel yanlışları ayırt edebilir. Akın iman konusunda böyle olduğu konusunda amelle ait hükümleri bilemez. Bu yüzden fetret ehli ibadetlerden sorulmayacaktır. Onlar sadece genel olarak imandan sorulacaklardır. Yani ağaca, taşa, yıldıza.. tapanlar bundan sorumludurlar.

Eş’ariler ise onları imanla sorumlu tutmazlar. Zira onlar ayette anlatıldığı şekliyle onlara bir peygamber gelmemiştir. Bu konuyu ele alan Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta kendisine Peygamberimiz’in ebeveyni ile alakalı olarak onların bir dine tabi olup olmadıkları sorusuna onların Hz. İbrahim’den kalan bir dinin bakıyyelerini yaşadıklarına dair rivayetlere dikkati çektikten sonra şöyle bir açıklama yapar: “Zaman-ı fetrette ve “Peygamber göndermedikçe bir kavmi helak etmeyiz” (İsra, 17/15) sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatalarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, geçmiş peygamberlerin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.” (28. Mektup)

Evet, ehl-i sünnet vel cemaatin anlayışına göre onlara dinin teferruatına dair hükümler sorulmayacaktır. Onlar sadece Allah’tan başka şeylere tapıp tapmadıklarından, bir Yaratıcıya inanıp inanmadıklarından sorulacaklar. Hatta İmam Eş’ari onların bundan da sorumlu tutulmayacaklarını söyler.

İşlenen bir günahın akabinde yapılabilecek hayırlı bir amelin o günahı sileceğine dair hadisler mevcuttur. Günahın arkasından yapılacak bir tevbe, duyulacak bir pişmanlık, günahtan dönüş, yapılabilecek bir infak, kılınacak bir namaz günahların silinmesine sebeptir.

“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Furkân Suresi, 25/70)

Ebu Zerr, Cündüb bin Cünade ve Muaz ibni Cebel (r.anhüm) demişlerdir ki,  Rasulullah  (s.a.s.) şöyle buyuruyordu: “Her nerede olursan ol, Allah’tan kork, günahın ardından bir iyilik yap ki o günahı silsin. Halka da güzel muamele et.” (Tirmizi, Birr 4/355)

Yine dünyada insanın başına gelen hastalık ve sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günahların affedilmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların affedilmesi ayrı ayrı zikredilmiştir diyoruz. Bakın Şûrâ sûresinde Rabbimiz bu hususu nasıl beyan ediyor: “Başımıza gelen her hangi bir musîbet ellerimizle işlediklerimizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ Suresi, 42/30)

Evet, anlıyoruz ki zerre kadar da olsa karşımıza çıkacak kötülüklerimizden bazıları, başımıza gelen musibetlerle siliniyor. Ancak, bazı ayetlerde de beyan ediliyor ki, insanın her yaptığı amel defterinde yazılmış olarak karşısına çıkacak. O halde, bütün yaptıklarımızın önümüze çıkacak olmasıyla bazı günahların silinecek olmasını telif edeceğiz? Bu konuda İbni Mesud efendimizin bir izahı var: “Kıyamet günü kişiye amel defteri arz edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak. Sonra kula denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci bakışında o günahlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.” (Ali Küçük, Beşairü’l-Kur’an, Zilzal süresinin tefsiri)

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Hangi günahlarımızın affedilip hangilerinin affedilmeyeceğini biz bilemeyiz. Biz bize düşeni yapar, gerisini Allah’a bırakırız. Bize düşen de öncelikle günaha girmeme hususunda kesin bir kararlılık ve azim içinde bulunmaktır. Yani günahın Allah’a karşı gelme, onun emirlerini çiğneme olduğunu bilerek, küçük olsun büyük olsun her bir günahtan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmaktır. Buna rağmen insan olmamız hasebiyle nefis ve şeytanın tuzağına düşerek bir günah işleyecek olursak, hiç vakit kaybetmeden hemen tevbe ve istiğfar etmek ve günah kirlerinden kurtulmaya çalışmaktır. Evet, günahlarımızın ardından tevbe eder, bir iyilik yapar ve ibadet ü taata koşarız. Allah’ın rahmet ve mağfiretini düşünerek onların affı hususunda kuvvetli bir ümit içinde oluruz.

Hz. Ömer (r.a) Hudeybiye antlaşması sırasında Peygamberimiz’e karşı biraz sesini yükselterek konuştuğu için, ömrü boyunca sadaka verip, köle azat ettiğini anlatıyor. Buna göre tevbe ve istiğfarımız devamlı olmalı ve bir taraftan da Allah’a karşı hep bir korku içinde olmalıyız; olmalı ve günahlarımızdan dolayı kendimizi affettirmenin yollarını aramalıyız. Hazreti Ömer’in gayreti de böyle bir arayıştı.

Biz bu ölçüler içinde hareket ettiğimizde inşallah Cenab-ı Hak da günahlarımızı bağışlayacaktır. Zaten bir müminin Allah’ın rahmet ve mağfiretini anlatan hadis ve ayetleri düşündüğünde ümitsizliğe düşmesi mümkün değildir.

Nasıl ki, burada herkes seviye, makam ve mansıbına göre istikbal edilmektedir; misafirin konumuna göre bazen müsteşarlar, bazen bakanlar ve bazen de başbakan karşılama heyetinde hazır bulunmaktadır. Hatta, kimi zaman bizzat cumhurbaşkanı, misafirini tören kıtasıyla karşılamakta ve ona daha uçaktan iner inmez “hoşgeldiniz” demektedir. Bir manada, misafire bu ülkede göreceği i’zaz u ikram daha giriş kapısında hissettirilmektedir. Aynen öyle de, Mevlâ-yı Müteâl, saadet yurdunda ebedî misafir edeceği kullarına orada lütuf buyuracağı nimetleri daha kapıdan içeriye girerken hatırlatmakta ve melekleri onlara teşrifatçı yapmaktadır. Bu kutlu istikbali haber veren ayetlerin birinde meâlen şöyle denilmektedir: “Rabb-i Rahim’e karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük Cennet’e sevkolunurlar. Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca Cennet bekçileri şöyle derler: Selam olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, giriniz buraya, ebediyyen kalmak üzere!” (Zümer, 39/73)

Bu karşılamanın kendisi başlı başına bir lütuftur; onda insanın iliklerine kadar duyabileceği zevkler mevcuttur.. ve bu zevkler gelip geçici de değildir; onlar, üzerinize sürüldükten sonra güzel kokusu hiç kaybolmayan ve senelerce kendisini hissettiren bir misk gibi mütemadî lezzetlerdir. Evet, Cennet kapılarının herbirinde, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizler vardır; her mü’min, derecesine göre, onları duyacak, sezecek ve zevk edecektir.

Ayrıca, Cennet’in belli bir kapısından giren insan, öbür kapıların ardındaki nimetlerden de mahrum kalmayacaktır. Farklı hususiyeti, oturmuş karakteri, gelişmiş cibilliyeti ve bir yönüyle kemalâtının istihkakı zaviyesinden onun için bir kapı takdir edilmiş olsa da, o kapıdan geçip o şekildeki istikbale has ihsanlara erdikten sonra, diğer kapıların anahtarları olan amellerin mükafatını da alacaktır. Mesela; bir insan namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin hepsini bihakkın eda etmiş olabilir; fakat, şayet onu asıl zirveye çıkaran vesile i’lâ-yı kelimetullah yolundaki gayretleri ise, o, Cihad kapısından Cennet’e dahil olacaktır; öncelikle bu kapının hususi lütuflarından yararlanacaktır ama diğer kapıların herkese açık nimetlerinden de pay alacaktır. Bir kapıdan girerken oranın güzelliklerinden asliyet planında istifade edecek, diğerlerini ise zılliyet planında duyup tadacaktır. Bu itibarla da, bir kapıdan geçiyor olma diğerlerinden mahrumiyet manasına gelmemektedir.

Ahiretteki hesaplaşmada -karşılıklı alıp vermelerde- kişinin bizatihî kazandığı sevaplardan verilir; fazlî olarak kazandıklarından verilmez. Meselâ, bir sadaka mukabilinde on misli sevap kazandınız. Bunun bir tanesi alacaklınıza verilir de geriye kalan dokuzu verilmez. Çünkü o dokuz taneyi siz bizzat kazanmadınız. Onlar doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın fazlından geldi.

Güneş, Cenâb-ı Hakk’ın “Nûru’n-Nûr”, “Münevviru’n-Nûr”, “Musavviru’n-Nûr”, “Hâliku’n-Nûr”, “Mukaddiru’n-Nûr”, “Müdebbiru’n-Nûr”.. gibi isimlerinin madde âlemindeki bir cilvesidir. Aslında, bütün varlığın özü-esası da yine nurdur. Efendimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde “Allah’ın ilk yarattığı şey (yani yokluğun bağrına atılan ilk varlık tohumu), benim nurumdur.” buyurarak bir müteşabih hakikati dikkatlerimize takdim buyurur. Nûr mahluktur. Bu açıdan nûrdan yaratılmış bir varlık olan güneş de bir mahluktur ve onun yaratılışı Efendimiz’in (s.a.s) plân ve programından çok sonra olmuştur. Evet, Nûr isminin bir tecellisi olarak, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlukât içinde yarattığı ilk varlık, hakikat-i Ahmediye’dir. Bu, Efendimiz’in (s.a.s) cismî değil berzahî ve ilm-i İlâhîdeki vücududur ki, bu kabil vücutlara “âyân-ı sâbite” denilmektedir. Dolayısıyla ilk zuhur ve ilk tecelli, hakikat-i Ahmediye’dir.

İnsanlar âhirette, güneşin nûru ile değil Cenâb-ı Hakk’ın nûrunun gölgesinin gölgesi bir ziya ile aydınlanacaklardır. Nitekim bir hadis-i şerifte, âhirette Cenâb-ı Hakk’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı ifade edilmektedir. Evet, orada ziya da gölge de O’na aittir. “Cenâb-ı Hakk’ın gölgesi” sözcüğüyle anlatılan gerçeği, yakıcı şeylere karşı nûrunun ayrı bir televvünü ve ayrı bir buudu şeklinde izah etmek mümkündür.

Değer itibarıyla ne güneşin, ne de başka bir yıldızın insanın sahip olduğu değere ulaşması mümkün değildir. Zira hilkat-i âlemden maksat insandır. Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir. Üstad Bediüzzaman, bir şairin “Güneş mahbûbumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için, bulut perdesini başına çekiyor.” sözüne karşı ciddî bir tepki gösterir ve: “Ey âşık efendi! Ne haddin var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nûranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun?” diyerek şaire serzenişini ifade eder. Evet güneş de diğer mahlukat gibi kendi değerleri içinde kabul edilmelidir. Bütün varlık insana nispeten çok küçük kalmaktadır. Bu açıdan güneşin âhiretteki fonksiyon ve vazifeleri o kadar da önemli değil. Vakıa bazı hadislerde güneşin mahşerde insanlara yaklaşacağı ifade edilmektedir. Kanaat-i âcizânemce orası cennetin berisinde olduğu için oradaki güneş de berzahî bir keyfiyette olacaktır.

Evet, âhiretin kendine mahsus kıstasları vardır. Dolayısıyla güneş de dünyanın değil âhiretin kıstasları içerisinde ele alınıp mütalâa edilmelidir.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers
%d