İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3

Sosyal bir varlık olan insanın kendini içinde bulunduğu toplumdan tecrit ederek yaşaması mümkün değildir. Aslında Kur’ân-ı Kerim’e dikkatlice bakıldığında, Cenâb-ı Hakk’ın, insanlarla beraber bulunma ve onlarla birlikte yaşamanın dini yaşamaya engel olmadığını bildirdiği görülecektir. Dünyalık işlerin insanı dinden uzaklaştırmadığını Allah Teâlâ; “O yiğitler ki ne ticaretleri, ne alım ve satımları, onları Allah’ı zikirden, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz.”[1][1] buyurarak gayet net ve açık olarak ortaya koyar. Bu itibarla toplum içinde yaşamak, kalben Hak ile birlikte olmaya kat’iyen engel değildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu ifade eden sahih bir hadislerinde, “Toplumun içinde yaşayan ve insanlardan gördüğü ezalara sabreden mü’min, toplumdan ayrılarak uzlette yaşayan mü’minden daha hayırlıdır.” buyurmaktadır.

Başka bir hadislerinde de Allah Resûlü şöyle buyururlar: “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır.” Şüphesiz insanlara faydalı olmak, ancak onların içinde yaşamakla mümkündür.

Efendimiz’i, her konuda olduğu gibi, insanlarla beraber bulunma mevzuunda da örnek almak bizim için çok önemlidir. Nebiler Serveri, çocukluğundan itibaren hep insanların içinde olmuş ve ahiret yurduna göçeceği âna kadar da hayatını bu ahlâk üzere devam ettirmiştir. O (aleyhi salavâtullah) amcalarına ok, yay, kılıç gibi silahlar taşıyarak son Ficâr harplerine iştirak etmiş. Yine faziletlilerin anlaşması (yemini) mânâsına gelen “Hilfu’l-Fudûl” toplantılarına, anlaşmalarına bizzat katılmış, hatta “Bugün bir kere daha olsa ben yine aynı vazifeyi seve seve yaparım.” buyurmuştur. Evet, Nebiler Serveri o dönemlerde, henüz yaşları itibarıyla çocukluk ve gençliğini yaşıyor olmasına rağmen bu derece sosyal hayatın içindeydi. İşte bütün bunlar Peygamberimiz’in çocukluğundan beri insanlarla içli-dışlı yaşadığının birer göstergesidir.

İnsanlarla birlik olup onlarla beraber yaşama adına verilebilecek bir diğer örnek ise Hudeybiye sulhüdür. Hudeybiye, öyle bir sulh ve paylaşma örneğidir ki, Allah bu musalahayı Kur’ân’da: اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُب۪ينًا “Sana apaçık bir fetih ihsan ettik.”[2][2] diyerek tebcil ve tebşir etmiştir. Sahabe efendilerimiz de, bu sûrede geçen “feth” kelimesinin Mekke fethi değil, Hudeybiye sulhü olduğunu ifade ederler. Çünkü Hudeybiye sulhü ile her kesimden insan, bir araya gelmiş, bir arada bulunmuş; müşrik, Hıristiyan, Yahudi ve münafık iç içe yaşama imkânına kavuşmuşlardır.

Burada istidradî olarak şu hususu anlatmanın da faydalı olacağını düşünüyorum. İnsanlarla beraber ve onlarla içli-dışlı yaşamanın, mü’min açısından birtakım olumsuz sonuçlar doğuracağı düşünülebilir. Oysa mü’minin böylesi insanlarla iç içe olma mevzuunda, kendi dinî değerlerinden taviz verme adına bir endişesi olmamalıdır. Çünkü, hiç kimse, Allah ile irtibatı olan insana, olumsuz bir şey bulaştıramaz ve bulaştıramamalıdır da. Bence herkes kendini tam bir murâkabe altında bulundurmalı, nefsinden çok korkmalı ve kendi dininin yenilmez, sarsılmaz gücüne de inanmalıdır. Hiçbir mü’minin, İslâm’ın, Efendimiz’in ve Kur’ân’ın yeterliliğinden bir şüphesi yoktur ve olmamalıdır da. “Acaba bize bir şey bulaştırırlar mı?” diye korkanlar, ancak kendi dinamiklerinden şüphesi olanlardır.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, genel ahlâkı ve misyonu icabı, böyle bir endişeden hâlî olarak herkesin içine giriyor, her sokakta dolaşıyor, herkesle beraber oturup kalkıyor ve her fırsatta temsil ettiği güzellikleri sergiliyordu. Zaten Allah Resûlü’nün vazifesi de, ister istemez O’nu başkaları ile münasebete itiyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebliğ vazifesi gereği en geniş mânâsıyla cihadı -ki cihad, Allah’la insanlar arasındaki engellerin bertaraf edilerek temiz vicdanların Allah ile buluşturulmasıdır- hayatının gayesi hâline getirmişti. Şayet cihad, o engelleri bertaraf etmekse, Allah Resûlü insanlarla Allah arasındaki engelleri kaldırma adına, devamlı insanlarla beraber oluyor ve her fırsatta onlara hak ve hakikati anlatıyordu.

Aslında insanlarla beraber yaşamak aynı zamanda ilâhî ahlâkın da gerektirdiği bir husustur. İnsanlara dinî hakikatleri anlatmak, onlarla iç içe yaşama ve onlara yanaşma ile mümkün olabilecektir. Kudsî bir hadiste, “Kulum Bana bir adım gelirse Ben de ona yürüyerek gelirim; o yürüyerek gelirse Ben koşarak gelirim…” buyrulmuştur. Bu hadisten anlaşıldığı üzere, insanların Allah’a karşı küçük bir teveccühü, Allah’ta büyük bir teveccühe vesile olmaktadır ki, Efendimiz de hep bu ahlâkla hareket etmiştir.

Bu meseleye bir de şu hadisin tedaî ettirdiği mânâ ile bakmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Efendimiz’e nisbet edilen, isnadı açısından hayli zayıf bir sözde: تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللّٰهِ “Allah ahlâkıyla ahlâklanın.” buyrulmaktadır. Bu söz; “Allah size nasıl davranıyorsa, siz de çevrenize öyle davranın.” demektir. Eğer Allah (celle celâluhu) yarım adım atanlara bir adım yaklaşıyorsa, bir adım atanlara yürüyerek geliyorsa, bize düşen şey de, karşımızdaki insan ile anlaşma adına ilk adımı atmamız olmalıdır. Efendimiz’in hayatında bunun birçok misalini görmek, göstermek mümkündür. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), elden geldiğince etrafındaki insanlarla anlaşmaya çalışır, uzlaşıp-anlaşmayı her zaman etrafındaki insanlara hakikatleri anlatmada önemli bir vesile sayardı.

Evet, Efendiler Efendisi hemen her şeyi, Allah’ı anlatma yolunda bir vesile olarak değerlendiriyordu. Allah Resûlü, maddî olarak zengin değildi. Zaten hayata gözlerini fakir olarak açmıştı. Hatta bazı siyer yazarlarının dediğine göre O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) babasından ve dedesinden kalan bir şey de yoktu. Nitekim O, cömertliği dillere destan olan Abdulmuttalib’in ve geniş bir nüfuza sahip bulunan amcası Ebû Talib’in himayesi altında kaldıktan sonra Hz. Hatice ile evlenmiş ve birden Mekke’nin sayılı servetlilerinden biri oluvermişti. Ama ne gariptir ki, yine kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, peygamberliğin 5. veya 6. senesinde, Efendimiz’in elinde avucunda hiçbir şey kalmamıştı. Birçok hadiste ifade edildiği gibi O, çoğu zaman aç yatar, aç kalkardı. Elindeki bu serveti ne yaptığı ile alâkalı çok geniş bilgilere sahip değiliz. İhtimal ki insanları çağırarak, onlara yedirip içirdi ve sonra da dinini anlattı. Zaten bir şey vermeden bir şey almak da mümkün değildir. Nitekim “İnsan ihsanın kölesidir.” demişler.

[1][1]    Nur sûresi, 24/37.

[2][2]   Fetih sûresi, 48/1.

Müzzemmil sûresinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlara Kur’ân mesajını sunarken, önce mutlaka ve mutlaka gece ibadet yapması ve Kur’ân-ı Kerim tilavet etmesi emrediliyor. Buna göre tebliğ ve gece ibadetinin birbiriyle irtibat ve münasebetinin bir tahlilini lütfeder misiniz? Günümüzde tebliği iş edinenlerin bundan alması gereken dersler nelerdir?

İlk nazil olan sûreler arasında yer alan Müzzemmil ve Müddessir sûrelerine, tebliğ ve irşad erlerinin geceleri kalkıp Rabbileri karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde olmaları gerektiği gerçeği etrafında örgülenmiş vahiy nakışları da denebilir.

Gece ibadeti bir ölçüde, inziva, halvet, teveccüh ve tebettül mânâlarını da ihtiva eder. Aslında, bu tabirlerin bazıları Kur’ân’a aittir. Nitekim Kur’ân وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْتي۪لاً[1][1] yani “Allah’tan başka her şeyle bir mânâda alâkanı keserek kendini tamamen O’na ver! Ve sadece O’nun mârifeti, O’nun muhabbeti, O’nunla alâkalı zevk-i ruhanîler ve O’nun tecellîleri ile otur-kalk.” tarzındaki bir üslûpla bu önemli hususa işaret etmektedir. Bu ise, ancak, insanın kendini o işe hazırlaması, iradî olarak uykusunu, sıcak döşeğini terk etmesi ile gerçekleşebilir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), zaten peygamberlik öncesi belli ölçüler içinde inzivada bulunarak, her zaman Rabbisine yakınlaşma yollarını araştırıyor.. iç âlemini, zaten temiz olan duygularını ve sürekli Hakk’a açık gönlünü, tıpkı günebakan çiçekler gibi, mukabele arayışlarına bağlı götürüyor ve rasat ufuklarında gezdiriyordu. Yine o, rüyalarla berzahî derinliklere açılmanın, ledünnî düşüncelerle baş başa kalmanın yanında, ukbâ hayatının kapılarını aralayarak, Rabbisine kurbetini hızlandıracak ve akdes-mukaddes feyizlerin sağanak sağanak üzerine yağmasına vesile olabilecek her şeyi değerlendiriyor ve farklı bir düşünce haritası çiziyordu.

Ayrıca bu sûrede açık iki önemli husus daha var: Birincisi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bir sevk-i ilâhî ile inzivaya yönelmesi. İkincisi de, ileride dava-yı nübüvvet adına önemli bir misyonu ifa edebilmesi için böyle bir ruhî ihzâriyede bulunması.

Bunları biraz daha açacak olursak; Allah (celle celâluhu), başta Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, hemen her büyük insanı, hep sevk-i rabbânîsiyle yönlendirmiştir. Bu durum bütün enbiyâ ve mürselîn için söz konusu olduğu gibi, bütün asfiyâ için de söz konusudur: Meselâ İmam Gazzâlî, belli bir dönemde kendini ulûm-u âliye-i İslâmiyeye vermiş, ömrünü hem tekye hem de medreselerde geçirmiş.. ve derken “İhya” gibi feyyaz bir kaynakla hayatının gayesini noktalamış.. keza İmam Rabbânî, senelerce, Hindistan’ın değişik kesimlerinde gezmiş-dolaşmış, okumuş-düşünmüş riyazet yapmış, ötelere açılmış, Müslümanların itikatlarını sağlam zemine oturtma istikametinde ciddî faaliyetlerde bulunmuş ve yepyeni bir düşünce sistemi kurmuş.. Bediüzzaman, -kendisinin de Lahikalar’da “tahdis-i nimet” nev’inden anlattığı gibi- ömrünün ilk yıllarını tekye ve medreselerde geçirmiş; o üstün dimağ ve zekâsı ile medreselerde okutulan metinler arasında dolaşmış, dinî ilimler ve fennî bilgilerle haşr ü neşr olmuş, tekyenin ruhunu yudumlaya yudumlaya yetişmiş ve bir gün gelmiş kendini, beyan-bürhan-irfan çizgisinde imana hizmet zemininde bulmuş. Yani o, kendi döneminde, birbirinden kopuk gibi gözüken malumatı yoğurarak, tefekkürle besleyerek onu mahz-ı mârifet hâline getirmiş. Bu arada, şartların gereği ülke müdafaasına koşmuş, cephelerde mücadele etmiş ve aynı anda talebeleriyle ders okumuş, derken hapishane, mahkeme ve zindanlarda ömür tüketerek hep bir yüksek iradenin sevkine bağlı yaşamıştır.

İşte, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, bu ihzâriye döneminde sürekli, lâhut âleminin dilini öğrenmeye çalışmış, berzah âlemiyle diyaloğa geçmiş, iç murâkabe, iç müşâhede ve bir nevi riyazetle, eşyanın perde arkasına nüfuz edebilme menfezlerini araştırmış ve bu uzun hazırlığın arkasından da peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılınmıştır.

Şimdi bu ölçüde ciddî ve fevkalâde önemli bir göreve getirilen birinin bütün gece uyuması, böylesine önemli vazifenin gerektirdiği sorumlulukla uyuşmasa gerek. Öyleyse bu vazife ile muvazzaf olan kimse, geceleri kalkıp Rabbisine ibadet etmeli, hem öyle bir ibadet etmeli ki onun Yaratanı karşısındaki tavırları vazife ve misyonuna muvafık düşsün.

İşte, bütün bunlara işaret sadedinde Kur’ân diyor ki: “Az bir kısmı hariç, bütün gece kalk, namaz kıl. Gecenin yarısı veya bunu biraz azalt ya da gecenin çoğu olsun.”[2][2] Neden? Zira böylesi bir misyon, insanî normları aşan bir fevkalâdelik ister ve böylelerinin hayatları hep fevkalâdelikler içinde cereyan etmelidir.. böyle cereyan etme zorundadır. Oysaki bu konuda, eğer bizim gibi düz insanlara bir şey denecekse şöyle denir: Yatsıyı -vitir namazı dahil- kıldıktan sonra, sabah namazına kalkma niyeti ile yatınız, o zaman uykudaki soluklarınız bile ibadet olur. Peygambere ise, “Gecenin pek azı müstesna, kalk, Rabbin huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde dur.” deniliyor; çünkü yüklendiği misyon O’nun öyle olmasını gerektirmektedir.

Âyet-i kerimedeki “نِصْفَهُ”, gecenin yarısı demektir. Âyetin devamında ise, bunun biraz azaltılması veya çoğaltılması emri yer alıyor. Gecenin hesaplanması şöyledir: Meselâ Güneş saat 6’da batıyor, sabah da 6’da doğuyorsa, bu, bütün gecenin 12 saat olduğunu gösterir. Öyleyse gecenin yarısı 6 saat demektir. Ondan azı 5, ondan çoğu da en az 7 saat olur. Ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), vahyin ilk tayflarıyla sonsuza yöneldiği ilk günden, yaşlandığı dönem, hatta hayat-ı seniyyelerinin sonuna kadar bu ölçüdeki ibadet hayatına devam etmişlerdi. O, geceleri ayaklarının altı şişinceye kadar namaz kılar; şayet herhangi bir mazereti sebebiyle, bu şekildeki gece ibadetini aksatacak olsa, bu defa onu gündüz katlayarak kaza ederdi. Bunu ifade sadedinde Bûsîrî ne güzel söyler: “Ben, geceleri ihyâ eden O peygamberin sünnetine karşı vefasız davrandım; zira o ayakları şişmeden yatmıyordu.”

“Kur’ân’ı tane tane oku!” beyanına gelince; yine Kur’ân’ın tabiriyle “tertil” -ki, Kur’ân harflerinin hakkı verilerek ve kalb, ruh ufku itibarıyla duyularak okunması demektir- Kelâmullah’ın öyle tilavet edilmesine denir. Bediüzzaman Hazretlerinin Mesnevî’sinde belirttiği gibi, Kur’ân’ı, Allah’tan dinliyor, Cibril’den işitiyor veya Allah Resûlü’nden ahzediyor gibi okuma ve anlama, Allah Resûlü’nün veya bizlerin kıraat adına memur olduğu üç ayrı buud Bir başka ifadeyle tertil; insanın Kur’ân’ı kendi düşünce, tasavvur ve tahayyül mekanizmalarının üstünde, vicdanında duyarak, lâhûtîliğin yamaçlarında gezerek ve hissederek okuması demektir. Öyle ki insan, okuduğu âyetin her kelimesini telaffuz edişinde, susuz bir insanın suyu yudumladığı zaman hissettiği şeyi hissetmeli ve duymalıdır. Ne var ki, bu bir seviye işidir ve herkese de müyesser olmayabilir.

Bugün çoklarının okuduğu şekilde Kur’ân okuma, tertil değildir ve onun insan vicdanında ürpertiler meydana getirmesi mümkün değildir. Böyle bir okuyuşla, Kur’ân âyetlerinin insana yeni yeni şeyler ilham etmesi, duygu ve düşüncede ya da amel ve aksiyonda bizleri yenileştirmesi de mümkün değildir. Öyleyse Kur’ân’ın hakkını vermek için bizler de bir ölçüde; “Ey örtüsüne bürünen Nebi! Kalk, inzar et.”[3][3] âyetini -peygamberlikten tecrit düşüncesi içinde- kendimize nazil oluyor gibi okumalıyız…

Gecenin ihya edilmesi adına da şunlar söylenebilir:

Gece, melekût âleminin kapılarının aralandığı, semavî birtakım menfezlerin açıldığı ve ötelerin müşâhede edildiği bir zaman dilimidir. Bediüzzaman’ın tespitiyle, teheccütle gecenin ihya edilmesi, berzah âlemini aydınlatan bir projektördür. Abdullah İbn Ömer’in rivayet ettiği bir hadis ve bir hâdise bu mevzua ışık tutar. Bu hadiste Abdullah İbn Ömer mealen diyor ki: “Herkes rüya görür ve gelir Allah Resûlü’ne anlatırlardı. Ben de kendi kendime: Keşke berzah âleminin kapıları bana da aralansa, ben de bir kısım şeyler görsem ve gördüğüm şeyleri gelip İnsanlığın İftihar Tablosu’na anlatıversem; O da bunları tabir etse.. derken, bir gün rüyamda gördüm ki, iki zat beni kollarımdan tutup derdest ederek, derin ve alevli bir kuyunun başına getirdiler. O derince kuyunun içinden âdeta bir hortum gibi döne döne alevler yükseliyordu. Vakumunu bile yutacak kadar korkunçtu. Anladım ki bu, Cehennem’dir. Beni başına getirdiklerinde, oraya atacaklar diye çok korktum. Allah’a sığınıp, “Yâ Rab!” diye yalvarmaya başladım. Birisi bana dedi ki: “Korkma! Senin için endişe edecek bir şey yok. Sen oraya girmeyeceksin.” Sonra uyandım ve ablam Hafsa’ya rüyamı anlattım ve bunun tabirini Resûlullah’a sormasını istedim. Ablam sorunca Allah Resûlü buyurdular ki: “Abdullah İbn Ömer ne güzel bir insandır ama keşke geceleri ihya etse!”

Burada berzah âleminin dehşetinden kurtulma yolunun gösterildiği açıktır. O da geceleri ihya etmektir.. evet gönüllerin diri ve canlı olması, bir yönüyle gecelerin canlı olmasına bağlıdır.

Bu hakikate hayatında erken uyanmış ve o engin ansiklopedik kültürüyle hemen herkesin dikkatini üzerine çekmiş, pek çok alanda söz sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri bu konuda ne hoş şeyler söyler:

                “Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde;

                Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde.

                Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret;

                Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.

                Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,

                Ko gafleti dildârdan utan gecelerde.

                Az ye, az uyu, hayrete var, fâni ol andan

                Bul bekâ ol âna mihman gecelerde.”

Ve sözlerini;

 “Ey Hakkı! Nihan aşk oduna yan gecelerde.” mısraıyla noktalar.

Görüldüğü gibi eşyanın melekût cihetine vâkıf olma, insanlığın irşadıyla yakından alâkalı. Aslında bu; “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zira’ yaklaşırım, o Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” kudsî hadisi zaviyesinden de değerlendirilebilir.

Evet, insanlığın kurtuluşu mesajıyla gelen Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi iradesiyle -çerçevesi her ne ise- Allah’a yaklaşmaya azmetmiş, Allah da kendi azamet ve rahmetinin enginliği ölçüsünde O’na yaklaşmıştır. Ama burada dikkat edilecek bir husus var ki, o da, her zaman insanlığın kurtuluşunu arayan Allah Resûlü bunu, ötelere açılmakta ve eşyanın melekût cihetine ıttılada aramış; aramış ve onun için de her gece, ayrı bir gece yolculuğuyla hep Allah’a (celle celâluhu) yürümüştür. O, her işinde olduğu gibi, bu konuda da yapması gerekli olanı yapıyordu. Evet madem O’nun yükü herkesten fazlaydı, öyleyse O her gece ayrı bir “isrâ” yaşamalı ve Kur’ân’ı da hem duya duya hem de doya doya okumalıydı…

O’nun yükü çok ağırdı; Zira Kur’ân O’na “Senin üzerine çok ağır bir söz yükleyeceğiz.”[4][4] diyordu ki, buradaki ağırlıktan maksat, peygamberlik misyonu olduğunda şüphe yoktu. Allah O’na, muhatapları anlasa da anlamasa da, hatta anlamak istemese de, hep anlat diyordu. Böyle bir hizmette müessir olmak da her zaman Rabbiyle irtibatının kavi olmasına bağlıydı.

Kur’ân gece kalkışının hikmeti adına, şu değerlendirmeyi de yapar: “Şüphesiz gece kıyamı, daha tesirli ve sağlam bir kıraat adına da daha elverişlidir.”[5][5] Evet, geceler o büyülü enginlikleriyle, insanın ayağını yere sağlam basması, dediğini duyması, yaşadığını hissetmesi adına önemli bir ortam ve gönüllerin Allah’a (celle celâluhu) açılacağı birer halvet koyu gibidirler.. ve mutlaka değerlendirilmelidirler. Gündüz insan değişik işlerle meşgul olur, zâhirî duygularının dünyasında dolaşır ve onların tesirinde yaşar. Böyle bir şey, İnsanlığın İftihar Tablosu için, hele bizim anladığımız mânâda asla söz konusu olmasa da, bendeleri gibi sıradan insanlar için her zaman bahis mevzuu olabilir. Öyle ise, burada âyeti şöyle yorumlamak yerinde olur zannediyorum: Evet, sanki bu tenbihle Allah, Resûlü’nün şahsında bize: “Siz gündüz şununla bununla meşguliyet içinde gafilane yaşıyor, kendi iç derinliklerinize yönelemiyor ve ötelerle irtibat kuramıyorsunuz; kuramazsınız da; zira bu hususta esas olan gecelerdir. Yani hiç kimsenin olmadığı bir zemin ve zamanda, insanın Allah’a yönelerek hicranla yanıp yakılacağı ve seccadesine baş koyup, gözyaşı dökeceği bereketli zaman dilimi gecelerdir. Bir O, bir de siz; içinizi dökerken sadece O bilecek ve siz de O’nun bilip görmesine göre bir tavır alacaksınız.

Ayrıca, soruda “Günümüzde tebliği iş edinenlerin bundan alması gereken dersler nelerdir?” deniliyor. Peygamberlik Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. Ama O’nun davası, ilelebet devam edecektir. Kimlerle? Dava-yı nübüvvetin vârisleriyle.. Hz. Sahipkıranların: “Biz onlara zemin hazırlıyoruz.” dedikleri ve bizim de işaret ettiğimiz vârislerle. Bunlar atalarınız olabileceği gibi sizler de olabilirsiniz. Eğer bunlar sizler veya muasırlarınız ise, nebilerin eda ettiği misyonu eda edebilmek için, onların geçtiği köprüden geçmek zorundasınız ve zorundayız. Bu aynı zamanda bir vecibe ve bir zarurettir.

Öyleyse geceler ihya edilecek, melekût âleminin kapıları aralanacak ki, o yüce söz ve beyanlar beyanı etrafında dönüp duran bu ağır yük de ifa edilebilsin. Her zaman kayma zemini üzerinde bulunan, beşerî hırslarının, kaprislerinin, nefretlerinin ve kinlerinin tesirinde olan kimseler, bu olumsuz huylardan sıyrılarak değişik sahalardaki imtihanlara karşı mukavemet edebilsin; edebilsin ve kazanma kuşağında kaybedenlerden olmasınlar..!

Evet, Allah öteden beri peygamberlerle temsil edilen bu davayı ve bu kudsîler hizmetini, terütaze ve yeni insanlara temsil ettirmiştir; ölü ya da pörsümüş ruhlara değil. Yani hep işin önünde göründüğü hâlde bir türlü önde olamayan -olma ile görünme arasında serâ-Süreyyâ ya da yer-gök farkı var- insanlara değil. Keza bazı şeylere karşı tepki gösterse de aksiyon ve hamle insanı olamamış kimselerle de değil; kalb ve ruh kahramanlarıyla temsil ettirmiştir. Aksine bu dava kalbsizlere, ruhsuzlara kalınca, Allah (celle celâluhu) “Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven bir toplumu getirecektir.”[6][6] “Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.”[7][7] âyetleriyle ifade buyurduğu gibi, onları alır-götürür ve terütaze, gecesi ve gündüzü ile bu işi, hayatının gayesi yapmış, gözlerini her açıp kapayışında insanlığın irşadını düşünen nesiller getirir. İnşâallah bugün böylelerinin sayısı binlercedir, milyonlarcadır…

Öyleyse, dava-yı nübüvvetin vârisleri de gece ibadetlerini, Müktedâ-i Küll, Rehber-i Ekmel Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi yapmalı.. ve herkes kendi vicdanında;

                “Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,

                Ko gafleti dildardan utan gecelerde”

demeli ve şayet geceyi ihmal etmişse, o günü kaybedilmiş bir gün saymalıdır; saymalı ve Hz. Âdem’in, cürüm işlediğini zannettiği andan itibaren yaptığı gibi, hep aşağıya bakmalı.. süt dökmüş kediler gibi iki büklüm olmalı ve “Kalkıp bu geceyi ihya etmedim, öyle ise sırtımda ölü bir gece var.” demeli.. birkaç daha böyle ölü gece olursa, “Galiba ben de ölüp gidecek ve ölülerden bir ölü de ben olacağım.” düşüncesinde olmalıdır. Bence işin doğrusu da budur; zira sırtında bunca cenazeyi taşıyan birinin iflah olması oldukça zordur. Biraz ürpertici olsa da, benim, Allah’ın (celle celâluhu) en sevgili kuluna söylediği bu sözleri, Kur’ân hadimlerine karşı söylemem fazla görülmemelidir.

Barla’daki o yaşlı kadının sözünü hep hatırlarım: Üstad Hazretlerinin evini ziyaretine gittiğimizde o kadın aynen şöyle demişti: “Ah Hocaefendi, ah Hocaefendi! (Üstad’ı kastediyor) Sabahlara kadar o çınar ağacının başında arı gibi vızıldar dururdu. Biz sabaha kadar onun uyuduğuna şahit olmazdık.”

Eğer sevdiğiniz, saygı duyduğunuz insan bu ise, öyle davranmayanlara sözüm şudur -müsaade eder misiniz:- فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ “Öyleyse nereye gidiyorsunuz?..”

Ve son bir husus: Bin bir tecrübe ile sabittir ki, gecelerini ihya edenler, gündüzleri de küheylanlar gibi koşarlar. Benim şimdiye kadar bu vasıflarıyla hiç çizgi değiştirmeden hayatlarını sürdüren, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de tanıdığım dünya kadar insan oldu. 24-25 senedir başlarını bu eşikten hiç mi hiç kaldırmadı ve gece hayatlarını hiç mi hiç aksatmadılar; tabiî, millete hizmetten de hiç dûr olmadılar.

Aksine gece hayatında zikzak yapanlar, gündüzleri de hizmet hayatlarında hep zikzak çizdiler. Böyleleri bazen hizmette önde koşar gibi gözükseler de, zorluk ve sıkıntılarla karşılaşınca hemen geri durmuşlardır. Evet, bunlar tazyik, meşakkat ve sıkıntının en küçüğüne bile dayanamamışlardır. Diğerlerine gelince, onlar tanıdığım günden beri, geceleri hep engin bir ruh hâli içinde, ırmaklar gibi çağlamış, gündüzleri de küheylanlar gibi çatlayıncaya kadar koşmuşlardır. Bugün Asya bu papatyalarla baharını yaşıyor. Balkanlar bu kır çiçekleriyle bahar solukluyor. Pasifik ülkeleri, Avrupa ve Amerika.. hâsılı dünyanın dört bir yanı bu kar çiçekleriyle baharı yaşayıp yaz rüyaları görüyor.

Rabbimden dileğim, hepimizi böyle birer kır çiçeği ve kardelen yapsın, yamaçlarımızı, ova ve obalarımızı milletimizin geleceği adına bu ufuk noktayı yakalayanlarla güzelleştirsin, ard arda baharların sökün etmesine bizi ve onları vesile kılsın. Âmin!

[1][1]    Müzzemmil sûresi, 73/8.

[2][2]   Müzzemmil sûresi, 73/2-4.

[3][3]   Müddessir sûresi, 74/1-2.

[4][4]   Müzzemmil sûresi, 73/5.

[5][5]   Müzzemmil sûresi, 73/6.

[6][6]   Mâide sûresi, 5/54.

[7][7]   Fâtır sûresi, 35/16.

Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi manâlara gelir. Ancak bu kelime, İslâm’la birlikte, “Allah yolunda kavga verme” nin adı olmuştur. Bugün, cihad denince akla gelen tek manâ budur.

Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk’ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Hazret-i Adem’den bu yana, nebî olsun, velî olsun Allah’ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe büyük ölçüde kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.

Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.

Hiçbir mazeretleri olmadığı halde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömürünü bu uğurda tüketen insanlar arasında başka amellerle kapatılması mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu manâyı ifade eden âyette meâlen şöyle denilmektedir: “Mü’minlerden geçerli bir özrü olanlar dışında oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenlerin derecelerini oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) va’detmiştir ama, mücâhidleri oturanlara nazaran çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır”. (Nisâ/95)

Cihadın önemi mevzûunda Allah Rasûlü de şöyle buyurmaktadır: “Ah, ne kadar arzu ederdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim ve sonra yine diriltileyim…”Eğer söz uzamayacak olsaydı, Allah Rasûlü bu ifâdeyi kim bilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen burada kasdolunan da, Allah yolunda sonsuzca öldürülüp diriltilme arzusunu ifade etmektir. Düşünün ki, bunu talep eden de, Nebîler Sultanı Aleyhisselâm Efendimiz’dir; cihadın kıymetini biz ancak Allah’tan ve O’nun Rasûlü’nden öğreniriz. O yine buyuruyor ki, “Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelecek tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan ve bir gedikten gelecek muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen kişinin yaptığı, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır”.

Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten bir felâket sızacak diye tetikte bekleyen ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe’den daha hayırlı bir iş yaptığını söyleyip, yemin etse, yemininde yalancı olmaz. Zira, “Dünyanın içinde bulunan her şeyden” tabirine Kâbe de dâhildir.

Allah Rasûlü, bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücâhade edenin ameli, bundan müstesnâdır. O, kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden Allah onu emîn kılar.”

Bu tamamen müstakil bir mevzû mâhiyetinde anlatılması gereken hususlardan biridir ki, daha önce silsile halinde, münhasıran sahâbenin, mevzû ile alâkalı yönünü arz etmeye çalışmıştım. Esasen her sohbet, konuşma ve yazıda onlardan bir iki misâl vermeyi o mevzûnun ruhu ve hayatı kabul edenlerdenim. Benim için sahâbî bir ölçüdür ve ben bütün hükümlerimi onlara benzeme nispetine göre veririm… Bütün hayatım boyunca onları, aydınlık yolda birer trafik memuru kabul ettim. Onların iş’âr ve işâretleriyle yürünen bir yolda, en büyük aydın insanın kapısına varılacağına inandım. Ve imkân dâhilinde bu düşüncemi hayatımın gâyesi haline getirdim. Şayet müminleri de bir tasnife tâbi tutmak gerekiyorsa, onlara yakınlık veya uzaklıklarını birer miyâr kabul ederek, böyle bir tasnife girişilmesini her zaman yakın arkadaş ve dostlarıma ifâde ettim. Tekrar tekrar anlatılmış bu mevzûyu, şu satırların okuyucuları belki ruhlarında kim bilir kaç kere hallaç etmişlerdir ve onları çok ileri seviyelerde bilme ufkuna ulaşmışlardır. Bunu kabulle beraber, sorulduğu için teberruken bir şeyler demeye çalışacağım.

Başta Allah Rasûlü sonra da onun ashâbı, dînî düşünce ruhlarında mayalandığı andan itibaren, başkalarına dînî mevzûları anlatmayı, dini, hayata hayat yapmayı ve bu yolla insanları hakiki kurtuluşa ulaştırmayı hayatlarının gaye ve ideali haline getirdiler. Zaten dine hizmet yoksa, hayatta kalmanın da bir manâsı yoktur. Biz Allah’ın halifeleri olarak yeryüzünde bütün hâdiselere dînî duygu ve düşünceyle müdâhale etmek mecburiyetindeyiz. Şayet bir su aşağıya doğru akıyor ve dinimiz de bize, onun yukarıya doğru akmasını emrediyorsa, dinin dediği oluncaya kadar çalışmakla mükellefiz. İşte bu mükellefiyetimizi idrâk edebiliyorsak varlığımızın bir hikmeti ve yaşamamızın bir manâsı vardır. Durum aksiyse, yaşamamız abes ve mevcûdiyetimiz de lüzumsuzdur.

Bu şuur ve düşünce Allah Resûlünde en üst seviyedeydi. Kur’ân-ı Kerim birkaç yerde hem onu ikaz hem de onun yüce ve muallâ kametini bizlerin nazarına vermek için “Felealleke..”(Kehf/6; Şuarâ/3) ile başlayan âyetlerini serd ediyordu. Neredeyse kendini bitirip tüketeceksin. Neredeyse kendini öldüreceksin..”Sabah kalkıyor, inanmayan çehreler görüyor, akşam yatarken onların hayâlleri nazarında beliriyor… duyup hissettiklerin karşısında, insanlarla alâkana göre ızdırâp ve kalak içinde iki büklüm oluyorsun. Sana ait ulvî hayatı unutuyor ve neredeyse intihâr edecek duruma geliyorsun. Evet, şu sözler sözü ve ilâhî mesaja gönül verip onun aydınlatıcı ikliminde şekillenmiyorlar, durmadan inliyor ve inanıp onunla bütünleşemediklerinden dolayı da öyle üzülüyor, ve kıvranıyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip biteceksin. Bu âyetlerde hem “işi kadere bırak, Allah’a teslîm ol, kendine o kadar eziyet etme”manâsı vardır, hem de çok ciddi ve ulvî bir iltifat. Burada sanki şöyle denmektedir: Ey Nebî! Senin yüce bir ruhun var. Bu ruh ilerde öyle bir kaynak haline gelecek ki tasını eline alan herkes o kaynağa koşacak ve doyup dolacaktır. İşte,ilerde olacak o büyük iş adına hayatına kıyıp, düşünce dünyanı bu kadar sarsma. Sen lâzımsın. Öyle ise vazifeni yap. Sen, Rubûbiyetin gereğine karışma! Daha kim bilir bizim hissedemediğimiz ve ancak onun hissedebileceği iltifatlarla dopdolu ne manâlar ifade ediyor bu âyetler…

Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlünün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatları insanlara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bulut gibi hep bu dert ile mahmûl bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebî için, “Sarhoş”tabirini kullanmam mümkün değil. Fakat bir başkasını anlatmak isteseydim ona “Bu derdin sarhoşu”derdim. Bu büyük davâdan başka, onun düşünce ufkuna misafir olan hiç bir mesele yoktu. Onun içindir ki kendisine yapılan ezâ ve cefâlardan sanki haberi bile olmuyordu. Çok kere yanındaki sâdık dostlarına ne olduğunu soruyor ve hâdiseye onların hıçkırıklarını duyunca fakat yalnız ve yalnız dostlarını tesellî için kısa bir müddet atfı nazar edip geçiyordu.

Meleklerin bakmaya kıyamadığı o yüze uygun olmayan şeyler atılıyor, arşta gezen başına işkembe konuyor, bastığı yerlerdeki tozu toprağı gözümüze sürme diye çekmeyi canıma minnet bildiğim o mübârek ayaklarının altına dikenler serpiliyor veya taşlanarak, o mübârek ayaklar kan revan içinde kalıyor (Kim bilir onun ayağına değen her taş karşısında gökteki melekler nasıl feryat edip semâyı ihtizâza getiriyorlardı..?), bütün bunlar oluyordu da fakat sanki bütün bu olup bitenlerden habersiz yaşıyordu. Neden sonra, Ömer’de bir hıçkırık duyunca “Niçin ağlıyorsun ya Ömer’; Ebû Hureyrenin iki büklüm ağlayışını görünce “Ey Ebâ Hüreyre seni ağlatan nedir?”Veya canından bir parça kızı Fâtıma’nın billur gibi gözyaşlarının yüzünde inci dâneleri gibi süzülmeye başladığını görünce “Kızım seni ağlatan nedir?”soruyor ve her defasında kendisiyle a1âkalı bir derdin onları ağlattığını anlayınca teselli ediyor: “Ağlamayın Allah bu dini aziz kılacaktır”, “Ağlama! Allah senin babanı zâyi etmeyecektir”tesellîsiyle iktifa ediyordu.

Evet, Allah onu zâyi etmedi. O her inanan gönülde bir gül bir cennet çiçeği gibi bugüne kadar yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır. Onun sâdık dostları da aynı şekilde davranıyorlardı. Yeryüzünde herkesin her kesimin ittifakla kabul edip kendilerine rehber edinecekleri tek cemaat sahâbeler cemaatıdır. Biz onların sâdık kapı kullarıyız. Ümîdimiz de Cenâb-ı Hakk’ın bizi bu ikrar ile hasretmesi merkezindedir.

Ben kendimi mü’minlerin en mücrimi kabul ediyorum. Buna rağmen onlardan biri tenezzül buyurup misâl âleminden ufkuma dikilse ben de rüyamda görüversem, o gün kabıma sığamıyor ve sevincimden uçacak hale geliyorum.

Bunu büyük bir lütuf kabul ettiğimden kesiliverir korkusuyla hiç kimseye anlatmak da istemiyorum. Ama bazan endişeme galebe ediyor ve yakın arkadaşlarımdan birine, elimde olmayarak anlatıyorum. Ve “yine bugün o dostlar dâiresinin yıldızlarından biri, nâehil birinin ufkunda tecellî etti”diyorum. İşte onlar bizim için budur…

Sahâbî. hakkıyla Nübüvvet nûrunu gönül aynalarıyla aksettirdiler. O mirat’ı mücellâya tam bir mâ’kes oldular ve onu tam manâsıyla temsil ettiler. İmamlar imamına tavizsiz ittibâ ile, imamlarının sînesinde kaynayan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve insanlığı -Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.

Bu o devirde insanlığı kurtarmaya mâtûf bir hareketti, en ulvî keyfiyetiyle de temsîl edildi. Onlarda gördüklerimiz, bugün de bu işin olabileceği hakkında bizlere kanaat veriyor. Zira biliyoruz ki tarih, bu oluş ve tekevvünlerin tekrarından ibarettir. O devrin tekerrür etmemesi için de hiçbir sebep yoktur. Ve inşâallah tekerrür de edecektir. Kanaatim, bizler adım adım o noktaya doğru gidiyoruz.

Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce bütün misâlleri sahâbeden vermek mecburiyetinde kaldığımız bir vâkıadır. Ancak bugün devrimizden ve günümüzden de misâller verebilmek imkânına sahibiz. Zaten bilerek-bilmeyerek hepimiz bu günleri bekliyorduk. Misâlin birini asrı saâdetten verirken, ikinci bir misâli günümüzden verip bu iki halkayı birleştirmek arzumuz artık tahakkuk etmiş bulunuyor.

Bir misâlle meseleyi müşahhaslaştırmış olayım: İçtimâî yönleri ve mevkileri itibariyle çoklarını gıptaya sevk edecek durumda bir grup genç arkadaş, daha henüz hayattan kâm almamışlar ve dünya nâmına bütün nimetler ayaklarının altına serilmiş iken, bir liste yapıp bana getirmişler. Listede isimler var, altına şöyle bir not düşülmüş. “Allah aşkına bize duâ edin de dinimiz uğruna şehit olalım.”

İşte bu yeniden sahâbînin varolması demektir. Uzun müddet onlar için duâ ettim. Ömürlerini din uğruna harcamaları ve son nefeslerini de ölümlerin en kârlısı şehâdetle bitirmeleri için. Bu isimlerin en sonuna da liyâkatıma bakmadan kendi adımı yazdım. Onların isimlerini şefaatçi yâparak bu pâyeden istifâdeyi. Rabbîmin engin lütfundan niyaz ettim. Şu gençlerin ve onlar gibi binlerce gencin hâli bizi gıptaya sevk edecek ve yüreklerimizi hoplatacak kadar zengin ve çok şey vadetmektedir.

Onları gördükçe ümîdimize fer geliyor ve artık bu iş tutacak diyoruz. Çünkü artık o ulvî mânâyı, ruhlarının derinliğinde hem de o manânın kâmet ve kıymetine göre temsîl edecek gençler var, ve bu Rabbimizin bize sonsuz ihsânıdır. Evet artık, yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır. Bugün imansızlığın ve imansızların ızdırabını rûhunda yaşayan binlerce genç vardır. Böylece ilk kutbu teşkil eden o muhteşem sahâbîye mukâbil,büyük davânın altına girmeye azmetmiş, onlara denk işler yapma gayreti içinde, yepyeni bir nesil, terü taze ümitten mesajlarla ve Hz. Muhammed (as) kokusuyla, buhurdanlık gibi içleri yana yana hizmetteki yerlerini almaya çalışmaktadırlar. Rabbim bizi, kusurlarımıza bakıp inkisara uğratmasın.. Amin

Meseleyi hülâsa edecek olursak, onlar hasbîlik, diğergâmlık, kendini ve kendine ait işleri unutma, vazifesi adına maddî-mânevî bütün hazlardan vazgeçme gibi ulvî hasletlerle yükselip semalara çıktılar. Eğer gözümüz ufukta aynı şeylere namzet isek, aynı düşünce ve aynı ruh hâletini paylaşmamız icap edecektir.

Kur’an’da, Allah-u Teâlâ “Malınızla canınızla cihad edin” diye pek çok yerde emir buyuruyor. Evet, Kur’an’da şahsi hayatımızın tekamülü, ailevi hayatımızın Müslümanca teminat altında olması, cemiyet içinde İslami hayatın üfül üfül esip durması ve bulunduğumuz memlekette İslami ruh ve şuurun hakim olması mevzuunda açık kapalı pek çok emir mevcuttur. Esasen, böyle bir ruh ve şuur hâkim olmadıktan sonra insanın beş başı mamur bir Müslüman olması, Müslüman kalması, Müslümanlığı yaşaması mümkün değildir desek, mübalağa yapmış olmayız.

Bilhassa günümüzde İslami hayat çok fena darbelenmiş ve âdeta onun her müessesesi temelinden sarsılmış gibidir.. Oysaki İslam içtimaiyatçıları, gerçek bir Müslümanlığın ancak İslami bir toplum içinde mümkün olabileceği hususunda ittifak halindedirler. Çarşı İslami düşünceye göre tanzim edilmemişse, pazar ona göre değilse, insanlığı, insanlığa yükseltme müesseseleri sayılan maarif yuvaları, aynı duygu ve düşüncede elinizden tutmuyor ve bir Hızır gibi dâima gideceğiniz yolda önünüzde yürümüyor ve sonsuzluk yolunda size ışık tutmuyorsa, bir kaç adım yürüseniz bile bir yerde takılır kalır, bir yerde düşer, bir yerde sürçer, bir yerde Müslümanlık adına çok tâvizler verirsiniz.. Ve neticede beş başı mamur Müslüman olarak yaşamaya muvaffak olamazsınız. Çünkü bir yerde toplum önünüzü keser, bir yerde sokak önünüzü keser. Hepsinden fenası da bir yerde öğretilen yanlış şeyler ve eğitimdeki yanlışlıklar dev gibi, ejderha gibi önünüzü keser. Binaenaleyh, Müslümanca yaşamanın yolu, ancak, müeyyidâtın kemal-i ciddiyetle ele alınması ile mümkün olacaktır. Müeyyide; dinin anlatılması, insanların vicdanlarının uyarılması, insanın bu dünyada bir yolcu ve burasının da uğrayacağı çok yerlerden sadece bir yer olduğunu; onun için de buraya geldiği gibi, buradan da esas yurduna gideceğinin kendisine hatırlatılmasıdır. Evet, müeyyide olarak bu hatırlatma işinin yapılması lazımdır ki, insan, diğer bir müeyyide olan malıyla canıyla cihad vazifesini eda edebilsin.

Bu işe teşne gönüller için, bu mevzuda söylenecek her şey fazladandır. Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diyebiliriz ki, bugün İslamiyete hizmet eden öyle fedâkar Müslümanlar var -hüsn-ü zannımıza verilsin- Sahabenin arkasında yerlerini alabilecekleri her zaman söylenebilir… Cenab-ı Hakk’ın bu nimet ve ihsanını yadeder, minnet ve şükranla O’nun huzur-u kibriyasında iki büklüm oluruz. Çünkü çok kurak bir dönemde; evet zeminimizin hiç bir şey bitirmediği; semamızın bir damla yağmur vermediği bir dönemde, Cenab-ı Hak bu kadar hiss-i semâhatle coşmuş, imâna ve Kur’ân’a hizmetle gerilmiş müminleri, yeniden İslam’a ve Kur’ân’a bağışladı.. Ve bir milleti geriye döndürdü, haristanımızı yeniden bir bağistana, bir bostana ve âdetâ bir cennete çevirdi -O’na binlerce hamd ve sena olsun!- Umumiyet itibariyle, sinesi bu mevzuda coşmuş ve ciddi gerilime geçmiş, samimi vicdanların sorduğu bu sorunun altındaki maksat -hissettiğim kadarıyla- şu olsa gerek: Acaba ma’şeri vicdanda, malla ve canla hizmet duygu ve düşüncesini nasıl uyarabiliriz? Nasıl uyarabiliriz ki, geçmekle mükellef olduğumuz zaman tünelini, biraz daha hızlı aşalım. Hariçte ve dahilde Müslümanın her halini gözetleyen ve kontrol eden, onun her müsbet davranışını engellemek isteyen, Kur’an’ı Kerim’in “Hâinet’el-a’yün = Hâin gözler” dediği gözler (Mümin Sûresi, 40/l9) görmeden, varılacak yere varılsın, aşılması gerekli olan sarp tepeler aşılsın, geçilmesi gerekli olan tehlikeli yerler ve kandan-irinden deryalar da geçilmiş olsun. Yoksa binbir mâniâ arasında yürüyen Müslümanların karşısına bütün bir dünya çıktığı zaman şimdi bir senede aşabildikleri yeri, belki o zaman l0 senede ancak aşabileceklerdir. Ayrıca, küfrü de uyardıklarından dolayı, varacakları yere kat’iyyen varamayacaklardır. İşte bu noktadan, Müslümanların mes’eleyi daha hızlıca ele almaları icabetmektedir. Diyelim ki, şimdi ellerindeki imkanlarla neslimize hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorlarsa, kendilerini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhyâ etmeleri lazımdır; çünkü, onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu andaki güç ve kuvvetimiz şu haliyle kalsa bile yine hiç bir şey yapılamayacaktır. Zira, yarın karşımıza daha güçlü engeller, daha kuvvetli mâniâlar çıkabilir ki, bu güçle, onları aşmamız mümkün değildir. Bu itibarla, Sahabe-i Kiram’ın kendilerinden sonra 30 sene içinde fethedip Resulüllah’ın zimamdarlığına teslim ettikleri bir dünya, kemmi ve keyfi buudlarıyla kendilerinden sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarınkine hemen hemen denktir. İsterseniz dünya haritalarına bir bakıverin. Bu kadar geniş bir saha 4 büyük halife döneminde elde edilmiştir ki, izah etmek mümkün değildir. Hatta denebilir ki, hayret edilen bu noktaya tâ seyyidina Hz. Osman döneminde ulaşılmıştır. Bu, mes’elenin bir yönüdür. İkinci yön olarak şunlar ifade edilebilir: Bu fetihler zâhiri bir istibdat ve zorbalık ile elde edilmiş değildir. Bu fütuhat esnasında kat’iyyen kalblere ve vicdanlara baskı yapılmamıştır. Bilakis kalplerin teshiri, İslam’ın gönüllere sevdirilmesi, akılların emre âmâde kılınması şeklinde olmuştur. Dolayısiyle de Sahabelerin gittikleri yerlerde Müslümanlık adeta çığ gibi gelmiş ve bu gelişmeyi bir kültür, bir ilim ve irfan devri tâkip etmiştir. O gün yapılanlar hâlâ dünyayı hayran bırakmaktadır. Diyeceksiniz ki, bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur; ama, bu bir fazilettir ve düşman dahi bu fazileti itiraf etmektedir. Evet, dünyayı hayran bırakacak bir ufka, bir noktaya, bir kuşağa ulaştırdıkları kültür ve medeniyet eserleri, İslamiyeti iyi temsil, insanları cezbetmiş ve Müslümanlaştırmada da rol oynamıştır. Bugün dahi oralarda, Müslümanlık hesabına bir kaynaşma varsa, onların, o mübarek, nurlu, bereketli, ihlaslı elleriyle atılan tohumların neticesidir. Bence bu mes’ele çok önemlidir. Evet, Sahabelerin bu samimiyetleri karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değildir. Onlar, mal ve can adına her şeyin fedâ edilmesi gerekli olan zamanı çok iyi ayarladılar. Meselâ, bir gün kendilerine “Mekke’den dışarıya çıkın!” dendiğinde, arkalarında ağlayan çocukları, meleyen koyunları, böğüren sığırları vardı. Arkalarına dönüp bakmadan, İbrahimi bir ruhla, Halili bir anlayışla çocuklarını, hanımlarını bırakıp gittiler. Eğer Hz.Ebu Bekir’e: “Niçin arkana dönüp bakmadın?” diye sorsalardı, “Bir insanım, Aişe’nin; “Baba, baba!” diye yalvarışlarına dayanamaz ve ihtimal ki, kalbi alâka duyardım.. duyardım da bana denirdi ki “Ya Eba Bekir, bir kalpte iki muhabbet olmaz! Ben de al birini, diyebilirdim.”Bu ruhla hiç tereddüt etmeden, zamanı çok güzel ayarladılar ve o gün için her şeyin feda edilmesi gerektiğinden dolayı, gerekeni yaptılar. Daha sonra, o zaman feda ettikleri şeyler, maddi ve mânevi olarak, kat kat Allah tarafından kendilerine ihsan edildi. Mümin, Mekke’de servetini bırakmıştı ama, Medine’de Allah, üç-beş sene içinde bıraktıklarının kat katını ona verdi.. Evet, meselâ Mekke’de Efendimizin kerime-i muhteremesi olan Rukiye validemizi dahi bırakıp ayrılan Hz. Osman, Medine’ye gittikten sonra o kadar zengin olmuştu ki, “Ceyşül-usre” dediğimiz, Tebük’e giden orduyu techiz etme mevzuunda, 300 deveyi yüküyle beraber vermişti. Belki aklımız, kısa zaman içinde bu servetin nasıl kazanıldığını almayabilir ama; Allah, Mekke’de bıraktıkları her şeyi Medine’de adeta (Men câe bilhase – neti felehü aşru emsâlihâ) (En’am Suresi, 6/l60) yani “Kim bir hasene ile gelirse, karşılığını Allah l0 kat verir” sırrıyla buldular. Aslında bu, geri verişin en asgarisidir. Yoksa Allah l00 verir, l000 verir… Evet onlar, mevsiminde verilmesi gerekli olan şeyi çok iyi verdiler ve Allah tarafından birkaç katını elde ettiler. Bugün de “Siz Allah için verin, eğer Allah l0 kat vermezse ben vereceğim” diyen fedakâr müminler mevcuttur.

Eğer Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer efendilerimizin dünyaya az buçuk meyilleri olsaydı, daha sonra, dünyanın en zengin insanları olurlardı; ama, Efendimizin yolunda, O’ndan (a.s.) ayrılmak istemediler. Bir ellerine geçeni öbür elleriyle hemen tasaddukta bulundular. Böylece, gelen gitti. Yoksa Abdurrahman b. Avf gibi kimseler diyorlardı ki, “Biz servetimizin sayısını bilmiyoruz.”Mesela, Hz.Enes gibi fakir, Efendimizin kapısında büyümüş, Efendimiz (a.s.v.)’in duâsına mazhar olmuş ve bir mevsimde Efendimize hizmet etmiş -zayıf bir rivayette doğrudan doğruya annesi Ümmü Süleym tarafından “Ya Rasulallah! Herkes sana armağanla geldi, benim verecek birşeyim yoktur, ben de Enes’i sana armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurun.” denilerek-l0 yaşında Efendimiz’in hizmetine takdim edilmiş bu insan, halifeler döneminde zenginler arasında sayılıyordu. Efendimiz dar-ı fenâya gözlerini kapadığı zaman Hz.Enes 20 yaşındaydı. Bu şanlı sahabi gün gelip şöyle diyecekti: “Çocuğumun çocuğunun çocuklarını gördüm. Belki torunlarımdan elimle gömdüklerimin sayısı l00’ü aşkındır. Servetime gelince, ne koyunlarımın hesabını biliyorum, ne de başka varlığımın.”Demek ki, Enes o kadar Allah’ın lütfuna mazhar olmuştu. Bütün bunlar mallarını ve canlarını vermeleri gerekli olan mevsimde vermiş, mevsimi gelince de, dünyevi ve uhrevi semerelerini dermişlerdi. Nasıl bahar mevsiminde toprağın bağrına tohumlar atılır.. kilerde, ambarda ne varsa hepsi toprağa emanet edilir.. ve sonra toprak daneyi başak veya başaklar haline getirir ve iade eder. Öyle de insan, bütünüyle toprağa dökülmeli, bütünüyle tohum haline gelmeli ve onun vefalı bağrına kendini salıvermelidir. Böyle olduğu takdirde göreceğiz ki, her bir tohum mevsimi gelince beşer-onar başakla karşımıza çıkacak ve Kur’an’ın ifade ettiği gibi ve belki de 70 dane ile arz-ı endam edecektir. Evet, o gün Allah’ın verdiği karşısında herkes şaşkınlığa düşecek ve o tohumu ekenler dahi hayret ve hayranlık içinde kalacaktır. Bazıları da bu bereket ve kilerlerin, ambarların dolması karşısında gayz içinde yutkunacaktır ve “Liyağiza bihimül küffar” (Feth, 49/29) sırrı zuhur edecektir. Öyleyse, “şimdi, bahar mevsimidir” deyip döküleceksiniz, vereceksiniz, “Ben şu kadar verdim yetmez mi?” demiyeceksiniz. İlle de sizin önünüzü almak için bir ta’dil bahis mevzu ise, ta’dil eden insanlar önünüzü almalı ve “Hayır o kadar ileri gitmeyin demeli.”Şimdi o kadar infak etmeyin ki, ilerde infak edeceğiniz anlar gelecektir. Eğer yarınlara ait infak mülâhazası olmasaydı, size, ” bugün herşeyinizi harcayın” diyebilirdik. Pekala, ” yarın ne olacak?” mes’elesine gelince? Yarın Allah’ın taahhüdü altındadır. İşte Halilane bir ruhla, yani nasıl Halil İbrahim (a.s.) evladına, zevcesine arkasını dönüp gitmiş ve geriye dönüp bakmamışsa.. bize de öyle yapmak yaraşır. Allah Resulü (a.s.) buyuruyor ki: “Eğer Allah için Ashab içinde birisini dost edin denseydi, ben Ebu Bekir’i dost edinirdim. Ama Allah benim için Kendisi’nden başkasının dostluğuna râzı değil.”İşte Hz.Ebu Bekir’de öyle bir dostluk mevkiini ihraz etmiş ve İbrahim (a.s.) Halilürrahman olduğu gibi, o da halilürrasül olmuştu. Efendimiz sormuş: “Ebu Bekir! Çoluk çocuğuna birşey bırakmadın mı?”Sıddıkiyete yakışır bir eda ile cevap vermişti?: “Onları Allah’a bıraktım!”Evet Sıddık-ı Ekber’in bu tavrı hadd-i zatında zamanı çok iyi değerlendirmenin ifadesidir. “Ve câhidü bi emvâliküm ve enfüsiküm fi sebilillah” (Tevbe, 9/4l) âyetinden anladığımız da, mevsimin çok iyi değerlendirilmesidir. Bu yüce anlayışın bugün çokları tarafından, çok iyi değerlendirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, eğer, bugünkü müminlerin civanmertliklerini destanlaştırmak için Firdevsi’nin Şehnamesi gibi dâsitâni bir havada, bir destan yazılacaksa, o destan altmış bin beyitlik değil, altmış milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Bu asırda böyle civanmert davranışlara karşı, kadirşinaslığın ifadesi de ancak bu olabilir. Rabbim semâhat hissiyle coşmuş ve gerilmiş müminlerin cömertliklerini kat kat arttırsın. Biz bu işin baharını yaşıyoruz ve baharda açan çiçeklerin arasında bulunuyoruz. Bu bizim için beklenilen bir mevsimdir. Şimdi gençler her yerde kendilerine tevdi edilen vazifeyle kendilerine düşeni yapsınlar! Tohumu 60-70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kâmetin etrafında pervaz eder-döner gibi hizmetlerini sürdürdükçe, herhalde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de: “İşte şimdi bahar hediyeleriyle kapıma geldiler.. Ben de, senelerce evvel kendilerine vadettiğim, “Henien leküm” sadâsıyla onları karşılıyorum” diyecektir.

Evet, zannediyorum şimdi manzara ve durum budur. Ama İslami hizmetlerin hızlandırılması seviyesini, böyle bir fedakârlık ve civanmertliğin, Cenab-ı Kibriyanın huzurunda nasıl kabûle karin olduğunu, Hz. Cenab-ı Rasulullah’ın huzurunda nasıl hora geçeceğini ve bu çığırı açan, bu mevzuda bize ışık tutan ve en karanlık dönemde bir ışık ordusu hazırlayan büyük dimağların nasıl hoşlarına gideceğini, nasıl memnun ve mesrur olacaklarını; rûhaniler âleminde bu işin nasıl karşılanacağını ben kendi idrak ve isti’dadımla ifade etme gücünde değilim. Onu sizin yüksek tasavvurlarınıza, idraklerinize havale ediyorum..

Bu mes’elenin diğer bir yanı da: “Malımızla, canımızla nasıl mücadele edeceğiz” hususudur. Bu da herşeyden evvel yine, inanca bağlı bir şeydir. Çünkü çiftçiler eğer saçtıkları tohumların toprağın altında çürümeyeceğine inanıyorlarsa, ellerindeki bütün tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına döker-saçar; sonra da beklemeye dururlar. Eğer bahçıvanlar diktikleri fidelerin ve fidanların hepsinin tutacağına inanıyorlarsa, hiç durmadan ellerindeki fidanların bir tanesini dahi ihmal etmeden, hepsini toprağın bağrına gömmeye çalışırlar. Elinde yumurtaları ve civciv makinası olan kimseler de, ellerindeki yumurtaların boş yere kokuşmaması ve çürümemesi için, hepsini ya o kuluçka makinasına kor veya bir kuluçka hayvanının altına yerleştirir. Ama dediğimiz kişilerin inancı bu seviyede değilse.. bazı tohumların çürüyeceğinden endişe ediyor; bazı yumurtalardan civciv çıkmayacağı kanaatını taşıyor veya o mevsimi, tam tohum atma mevsimi olarak görmüyorlarsa, elbetteki böyleleri, bütün tohumu kullanmıyacak ve geriye bir şeyler bırakacak, kenz yapacak hatta torunlarına bile birşeyler bırakmayı hedefleyip bu mevzuda civanmerdane davranamayacak ve vicdanlarında böyle mânevi bir gerilim ve heyecanı duyamayacaklardır.. bu bakımdan, diyebiliriz ki, Allah yolunda, dökülüp saçılma, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Şu anda, mevcutiyetimize inandığımız kadar, O’nun mevcutiyetine inanma ve O’nun uğrunda, şu anda yaptığımız her şeyin kat kat ve muzaaf şekliyle, dal budak salmış, çiçek açmış, meyve vermiş hüviyette, öbür âlem hesabına çalışan bir çark olduğuna.. hadisin beyanıyla “Ed-dünya mezratül-âhirah” dünyanın tamamen ahiretin bir tohum yeri, bir tarlası, bir ekin yeri, bir bağı, bir bahçesi olduğuna inanmamıza bağlıdır. Evet, kim ne kadar inanıyorsa, o kadar gerilime geçecek, o kadar açılacak, o kadar saçılacak, o kadar toprağın bağrına tohum dökecektir. Müslümanların şu âna kadar gösterdikleri cömertlik, izhar ettikleri hiss-i semahat bize, bu mevzuda daha büyük şeyler yapabilecekleri fikrini vermektedir. Bildiğiniz gibi Muhbir-i Sâdık’ın gelecek hakkında, beşaretleri ve müjdeleri var. Onlara mazhar olmaya çalışalım ve öyle davranalım ki, gökten bakanlar, desinler ki: “Ya Rasulallah! Acaba bunlar, onlar mıdır?” Evet Melekler de sorsunlar, “Bunlar onlar mıdır?”Evet, İslam’a hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanırlarsa, gelecekte varılması mutasavver olan noktaya o kadar hızlı, o kadar derli-toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır..

 

Mü’min denge insanıdır. İnanan bir gönül, her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ifrat ve tefrite düşmekten kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme dengeyi bulmanın nirengi noktasıdır. Bu sebeple, bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i İslâmiye’yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. Asıl gayemiz bu olunca, gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir “nigâh-ı âşina”kılmamız da yine bu mefkureye hizmet edecektir.

Evet biz, “Allah’ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesad peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.”(Kasas, 28/77) beyanıyla tam mutabakat içerisinde olmak zorundayız. Zira o âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara”derken “ibtiğâ”fiilini kullanıyor ki, bu “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver.”demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama”esasına bağlı kalınmalıdır.

Bu dünyada, Cenab-ı Hakk’ı tanıma ve başkalarına tanıtma, i’la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirme dışındaki herşey ikinci-üçüncü dereceden, tâlî işlerdir. Meslek, maaş, eğitim, evlilik, yurt-yuva… birinci hedef değil, asıl gayeye yardımcı unsurlardır. Mümin hayatını bu esasa göre programlamalıdır. Ve demelidir ki, “Benim hayatımın gayesi dinimi neşretmektir. Ama yaşayabilmem için, -varsa- çoluk çocuğumun geçinebilmesi için, şu fânî dünyanın da bir tarafından tutarım. Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsan ettiği şeylerle iktifa ederim. Az verirse aza kanaat ederim; çok verirse hem şükür hisleriyle dopdolu olarak dinime hizmette koşturur, hem o yolda infak ederim; hem de kendi ihtiyaçlarımı karşılar, çoluk çocuğuma bakarım. Dünya adına hırslı davranmam. Hırsımı, sonuna kadar Allah rızasını kazanmaya ve Allah’ın rızasını da i’la-yı kelimetullah vesilesiyle tahsil etmeye sarfederim. Harîsim ölesiye.. Beni öldürecek kadar bir hırsım var. Ama ben Allah’ın rızasını kazanma hususunda hırslıyım.”Evet, mümin böyle demeli ve hayatını bu istikamette programlamalı; ahiretle alakalı işleri ilk sıraya koymalı, dinlenmek için az kenara çekildiğinde bulduğu boşlukları da dünyevî işlerle doldurmalıdır.

Zaten kabiliyet itibarıyla i’la-yı kelimetullah yapmaya müsait yaratılmış bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini donattığı o güzel istidatları dünyaya ait bir kısım hasis şeyleri kazanmak için sarfederse; Allah onu maksadının aksiyle tokatlar. Böyle birisi, bütün ömür boyu koşar da bir çuvaldız boyu yol alamaz. Zira, Yüce Yaratıcı bu fevkalade kabiliyetleri dünyaya ait bu hasis şeyleri tahsil etmesi için vermemiştir ona. Bugün, din tahsili yapmış bazı insanların yüzüstü sürüm sürüm olan durumu buna çok önemli bir örnek teşkil eder. Maalesef onlar, dini anlatma dışında başka şeyler düşünmüşler, dünyanın değersiz işleri ardına düşmüşlerdir. Oysa bu dünya düşünmeye değmemektedir.

Şu kısacık ömür öyle de geçer böyle de. İnsan daha rahat bir iş bulamazsa, gider bir yerde taş kırar. O olmazsa eline bir kürek alır, işsizlerin beklediği yerde bekler, fırsatını bulup birinin bahçesinde çalışır, öbürünün toprağını atar ve böylece iâşesini temin eder. Helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icrâ edilen mesleğin türü ya da yapılan iş çok önemli değildir. Bir müslüman için mutlaka üst seviyeden, aristokrat bir hayat yaşama şartı da yoktur. Ama Cenâb-ı Hak fevkalâdeden geniş imkanlar lütuf ve ihsanda bulunursa, şükür duygusu ve tevazu korunarak o imkanlardan istifade edilebilir.

Bazen dünya kapılarının açılması, bol bol nimetler verilmesi insanın aleyhine de olabilir. Kimi zaman bolluk ve refah küstahlaştırır insanı.. geçim kolaylığı şımartır.. lüks felç eder.. şatafatlı ve süslü bir yaşam tarzı öldürür. Oysa ki, Hakk’a hizmet yolunda canlı insana ihtiyaç vardır. Canlı insan, birkaç kuru ekmek parçasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını koyup yatmasını bilen ve “Çok şükür Allah’a doyduk, yatacak bir yer de bulduk.”diyen insandır.

Böyle bir insan, kendi aleyhine cereyan eden hadiselere ve maruz kaldığı sıkıntılara takılmadan yoluna devam eder; ümitsizlik ve atalete düşmeden, yolda kalmayı ve geri dönmeyi aklının ucuna getirmeden. Geçmesi gerekli kapıları zorlar, “açılmaz”ı hiç kabul etmeden. Bir vesileyle arzetmiştim; karınca çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar, bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder hedefine açılan bir kapı bulur.. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir..

Bu mevzuda üç husus çok önemlidir. Bir: im’ân-ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İki: im’ân-ı nazarın ötesinde iltisâk-ı kalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık.. onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de: En ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti.. kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.

Bu üç hususa riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüz üstü kapaklanır ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu’l-ebvab’a teveccüh etti mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen “Ya Müfettiha’l-ebvab! İftah lenâ hayra’l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb – Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allahım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz Sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabbimizsin!”deyip O’na iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.

İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık herşeyden vazgeçip kopabilmelidir.. dünyayı ve nimetlerini bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, “Bana Seni gerek Seni”deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’ya “Fahla’ na’leyk, inneke bi’l-vâdi’l-mukaddesi Tuvâ – Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın!”(Tâhâ, 20/12) buyurmuştur. Bu ayeti -tefsircilerin genel olarak anladığı mana mahfuz- “O’nun rızası dışındaki her şeyi Hazreti Musa’nın pabuçları gibi gönülden çıkarıp atmak”gerektiği şeklinde anlayarak kendi adımıza da pay çıkarabiliriz.

Evet, mümin her yerde O’nun huzurunu duymalı; her zaman “Bana dünya ve içindekiler lazım değil.”diyebilmeli ve her şeyini O’nun için feda etmeye âmade bulunduğunu günde bir kaç defa ikrâr etmelidir. Sabah kalkınca “Kapı kulunum, boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim. Kasem ediyorum Sen’den ayrılmayacağım. Kovsan bile ayrılmayacağım Senden”demeli.. verdiği o vaadde sarsıntı yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden ahd ü peymanını yenilemeli.. ikindide bir kere daha.. akşam bir kere daha Allah Teâlâ’ya verdiği sözü tekrar etmeli.. yatağına girerken “ne olur ne olmaz”deyip bir kere daha duaya durmalı; “Allahümme innî eslemtü nefsî ileyk, ve veccehtü vechî ileyk, ve fevvadtü emrî ileyk, ve elce’tü zahrî ileyk, rağbeten ve rahbeten ileyk. Lâ melcee ve lâ mencâ minke illâ ileyk. Allâhümme, âmentü bi kitâbike’llezî enzelt, ve nebiyyike’llezi erselt. Allahümme, kınî azâbeke yevme teb’asü ibadek – Allahım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. Allahım, indirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allahım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru.”yakarışıyla, hem Allah’a kul olduğunu ikrar edip O’na sığınmalı, hem de Hâtemu’l-Enbiyâ’ya karşı vefa ve sadakatını ortaya koymalı.

Bir kul, bu şekilde hayatını programlar, dünyaya burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde bir kaç defa kulluk ahd ü peymânını yenilerse dünya-ukba dengesini kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hadisenin çehresinde İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait şu sözlerin doğruluğunu müşâhede edecektir:”Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

İlkel kabilelerde hala bazı eski inançlar sürmekte (ateşe tapma, tabiat kuvvetlerine inanma vs.) bu insanlar şu an değil dini bilgi vermek, onlar yaşamaktan acizler ve okuma yazmaları yok. Bu insanlar öldükten sonra ahirette nasıl bir hesap sürecinden geçecekler..

İslâm akaidinde “fetret”diye bir kavram vardır. Fetret dönemi ise insanların bir peygamberin getirdiği dinden haberdar olmadıkları zamana denir ve bunun üzerine bazı hükümler bina edilir. Bu devir, Allah Resulü gelinceye kadarki dönemde olduğu gibi, O’ndan sonra da olabilir. Soruda bahsettiğiniz şekildeki bir kabile hakkında onlar fetret dönemi insanları olarak muamele görürler diyebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hak, “Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) buyuruyor. Bu insanların ise Efendimiz son peygamber olduğu için bir peygamber görme şansları yoktur. Ancak o yörede yüzyıllar önce gelen bir peygamberin anlattığı hakikatlerden kalıntılar olabilir ki, asliyeti kaybolduğundan insanlar onu inanılmaz bulabilirler. Nitekim bazı yerlerde bunu görüyoruz.

Esasen günümüz insanı da bir nevi fetret devri yaşamıştır. Bazı memleketlerde İslâm güneşi tamamen söndürülmeye çalışılmış, Allah Resulü’nün ismi silinmiş, gürül gürül Allah’ı anlatan şeyler inkarcıların elinde Allah’ı inkarda kullanılır hale gelmişti. İmanı takviye etmek için binlerce hikmeti muhtevi ilim, imanı insanların kalbinden alma aleti olarak kullanılmıştı. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerinde, Darvinizm sanki bir gerçekliği olabilirmiş gibi sunulmuştu. İnsanları ifsat etmede sefahet, serserilik ve baş kaldırma bir felsefe durumuna gelmişti. Bütün bunlarla muhatap olan insanlar yavaş yavaş bir kıskaca alınmış, zehirlenmiş ve özlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştı. Bütün dünyada yıllarca bir baştan bir başa gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksini düşünmek, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

Cennet havariliği yapmak kimsenin hakkı olmadığı gibi hiç kimse de cehennem zebaniliği yapmaya girişmemelidir. Bu konuda son sözü söyleyecek olan “Rahmetim, gazabımı geçmiştir”buyuran Allah’tır. Fetret ehlinin akıbetini hakkıyla sadece Allah bilir. Biz şimdi genel olarak fetret ehli insanların dini yönden durumlarını inceleyebiliriz:

Maturidî mezhebine göre, akıl belli konularda karar verebilir. Mesela, kendisinin yaratılmış olduğunu, hiçbir şeyin kendi kendine olamayacağını, her ne kadar ismini bilemese bile bir yaratıcının olduğunu kabul eder. Kısaca o temel doğrularla temel yanlışları ayırt edebilir. Akın iman konusunda böyle olduğu konusunda amelle ait hükümleri bilemez. Bu yüzden fetret ehli ibadetlerden sorulmayacaktır. Onlar sadece genel olarak imandan sorulacaklardır. Yani ağaca, taşa, yıldıza.. tapanlar bundan sorumludurlar.

Eş’ariler ise onları imanla sorumlu tutmazlar. Zira onlar ayette anlatıldığı şekliyle onlara bir peygamber gelmemiştir. Bu konuyu ele alan Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta kendisine Peygamberimiz’in ebeveyni ile alakalı olarak onların bir dine tabi olup olmadıkları sorusuna onların Hz. İbrahim’den kalan bir dinin bakıyyelerini yaşadıklarına dair rivayetlere dikkati çektikten sonra şöyle bir açıklama yapar: “Zaman-ı fetrette ve “Peygamber göndermedikçe bir kavmi helak etmeyiz” (İsra, 17/15) sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatalarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, geçmiş peygamberlerin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.” (28. Mektup)

Evet, ehl-i sünnet vel cemaatin anlayışına göre onlara dinin teferruatına dair hükümler sorulmayacaktır. Onlar sadece Allah’tan başka şeylere tapıp tapmadıklarından, bir Yaratıcıya inanıp inanmadıklarından sorulacaklar. Hatta İmam Eş’ari onların bundan da sorumlu tutulmayacaklarını söyler.

Topluluğun gıybetini etmek affedilmeyen bir günahtır. Çünkü bir cemaat hakkında gıybet eden insanın, o cemaatin ne kadar ferdi varsa teker teker hepsine haklarını helâl ettirmesi gerekir; yoksa ahirette yakasını kurtaramaz. Bir cemaatin, bir topluluğun gıybetini eden, onun şahs-ı mânevîsini küçümseyen ve hafife alan insan çok büyük bir günah işlemiş olur. Mesela, okul-aile birliği toplantısındaki bir fert, fikir beyan edecekse toplantı devam ediyorken beyan etmeli; fikri varsa onu ortaya koymalıdır. Okul-aile birliği toplantısındaki üyeler onun fikrine hüsn-ü kabul gösterebilir; ama aynı zamanda o fikri beğenmeyebilirler de. Ortaya koyduğu fikir kabul görmeyen şahıs, diğerleri hakkında “Akılları ermedi de kabul etmediler” diyemez; hele aleyhte kat’iyen konuşamaz. Bunlar dinimizin hassasiyetle üzerinde durduğu hususlardır ve bunların ihlâli, gıybet veya yerine göre de iftira olur ki, ikisi de çok büyük günahtır.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 271 other subscribers