Akla takılan sorulara kısa cevaplar-4
Bu görüşün nakil yönünden de akıl açısından da problemli olduğunu düşünüyorum.
Bu görüş, şu açılardan nakle uygun değildir.
1. Kendi hayal ve temennilerimizi sanki onlar bize Allah tarafından ilham ediliyormuş gibi düşünmek doğru değildir. Bunlar, pekâlâ bizim kendi kuruntularımız veya şeytanın vesvesesi de olabilir. Nitekim Kur’an bize İblis’in şöyle söylediğini belirtir:
“Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara/hayallere/temennilere boğacağım.” (Nisâ 119)
Demek ki hayallerimizin arka planında şeytanın vesveseleri de olabilirmiş!
2. Allah Resûlü (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kimse kendisini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kimse ise nefsinin arzularına uyan, sonra da Allah’tan bir takım temennilerde bulunandır” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyame, 25)
Demek ki Allah’tan temenni edilen bir takım şeyler, bizim nefsimizin arzularından kaynaklanan boş şeyler olabilirmiş!
3. Allah Resûlü (s.a.v.) pek çok hadisinde Allah’tan neleri istememizin doğru olduğunu, neleri istemenin yanlış olduğunu açık bir biçimde beyan etmiştir. Demek ki insan, Allah’tan yanlış şeyler de isteyebiliyormuş.
4 Her temenni edilen, her hayali kurulan şeyin gerçekleşmeyebileceğini bizzat peygamberler üzerinde de görebiliriz.
Hz. Nuh, oğlunun iman etmesini ve kurtulmasını hayal ve temenni etmiş ve bu konuda Rabbine dua etmişti, ancak duası kabul edilmedi.
Hz. İbrahim babasının iman etmesini çok istedi ve babasının bağışlanması için de dua etti. Ancak babasının imansız bir şekilde öldüğü açıkça belli olunca onun için af dilemekten vazgeçti.
Hz. Peygamber (s.a.v.) amcası Ebu Talib’in ve Mekke’de (sonraları müşrik olarak ölen) kimselerin iman etmesini çok temenni etti, hayal etti, onların hidayete gelmeleri için de dua etti ancak bunların bir kısmı iman etmeden öldü.
Bu konuda Kur’an ve sünnetten başka deliler de zikredilebilir.
Bu düşüncenin aklen doğru olmadığını ise şuradan anlayabiliriz:
İnsanlar hayal kurarken, temennide bulunurken ve dua ederken kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemezler. Nitekim âyette Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Siz bir şeyi kötü görürken o sizin için iyi olabilir. Siz, bir şeyi iyi görürken o sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz” (Bakara 216) Şu halde bizim iyi zannederek temenni ettiğimiz, hayalini kurduğumuz, duasını ettiğimiz şey bizim için kötü olabilir.
Bir başka husus da şudur: Diyelim ki bir kimse bir şahısla evlenmek istiyor, bunu hayal ve temenni ediyor. Ancak aynı şahısla evlenme hayalini kuran ve temennide bulunan başkaları da var. Bu durumda hepsinin temennilerinin ve hayallerinin gerçek olması mümkün olabilir mi?
Hayal ve temennilerimizi, “ben neyi hayal ediyorsam, Allah bunları bir zaman sonra bana verir” diye düşünür, bir zaman sonra da hayal ettiklerimize kavuşamazsak o zaman kusuru kendimizde aramak yerine hâşâ Allah’ta kusur görme yanlışına düşebiliriz.
Öyle ise yapmamız gereken, hayal ve temennilerimizi kendi şahsî arzu, ihtiraslarımızın yönlendirdiğini bilmek, bunları olabildiğince dinimizin istediği çizgiye çekmeye çalışmak, gerçekleşen hayallerimizin hakkımızda hayırlı olmasını istemek, gerçekleşmeyen hayal ve temennilerimiz için hayata ya da Allah’a küsmek ve darılmak yerine “bunda da vardır bir hayır” diyerek Allah’tan hayırlısını talep etmektir.
Rabbimiz bizlere, hakkımızda hayırlı olacak hayaller kurmayı, temennilerde bulunmayı ve bu konularda dua etmeyi nasip eylesin. Şeytanın vesveseleriyle ve nefsimizin arzularıyla bâtıl hayallerin ardında boşa zaman harcamaktan bizleri muhafaza eylesin.
Karun; “bu servet, bana bilgim sayesinde verildi” (Kasas 78) demişti, yerin dibine batırıldı.
Hz. Süleyman; “bu, Rabbimin lütfudur” (Neml 40) demişti, her şey emrine verildi.
İki tip insan vardır:
Birincisi, bir nimete kavuşunca bunu kendi çabasına, gayretine, bilgisine bağlayan. “Ben yaptım!”, “ben başardım!”, “buraya dişimle, tırnağımla geldim!”, “bilgim sayesinde elde ettim”, “siz beni ne sanıyorsunuz?” cümlelerini kuran.
İkincisi, bir nimete kavuşunca “bunu bana Rabbim lutfetti”, “Allah verdi”, “Veren de O, alan da O” diyen.
İlki, Allah’ı hesaba katmayan, sebeplerin sonuçları kendiliğinden doğuracağını zanneden, şükrü ihmal eden, kibir ve ucbe düşen bir kimsenin bakış açısı.
İkincisi ise her işinde Allah’ı hesaba katan. O dilemedikçe bir yaprak bile düşmeyeceğini bilen bir kimsenin bakış açısı.
Arada dağlar kadar fark var!
Kur’an’da Rabbimizin bize anlattığı Karun ilk insan tipine, Hz. Süleyman ise ikinci insan tipine örnektir. Birisi görülmemiş bir servete, diğeri ise görülmemiş bir devlete sahipti.
Karun “O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi” (Kasas 78) demişti. Evet serveti verenin Allah olduğunu biliyordu ancak zannediyordu ki bu, kendisinin bilgili, üstün bir insan olması sebebiyle verilmişti. Rabbimiz âyetin devamında buyurmuştu ki “Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti.” Aynı âkıbet Karun’un da başına geldi. Serveti ile birlikte yerin dibine batırıldı.
Bir de Hz. Süleyman’a (a.s.) bakalım. Zamanın güçlü devletlerinden olan Sebelilerin kraliçesinin tahtını kendi sarayına getirmek istiyordu Hz. Süleyman. Bunu kimin yapabileceğini sordu. Kendisine ilim verilmiş yardımcılarından birisi, daha Hz. Süleyman gözünü açıp kapatıncaya kadar uzak diyarlardan bir anda Belkıs’ın tahtını getirdi. Olayın devamını Rabbimiz şöyle anlatıyor: “(Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” (Neml 40)
Allah, nimete şükretmeyip kendinden bilen Karun’u yerin dibine batırırken nimeti Rabbinin lütfu bilen Hz. Süleyman’ın şanını daha da yüceltti.
Öyleyse nimet elde edince kendimizde bir üstünlük vehmetmek, “demek ki buna layıkmışım, bu sebeple bana verildi” diye düşünmek, şükrü ihmal edip kendini beğenmek Karun’ca bir davranış. Nimet elde edince bunu bir imtihan kabul edip şükrederse nimetin daha da artacağını, nankörlük ederse nimetin elden gideceğini düşünmek ise Hz. Süleyman’ca bir davranış.
Rabbimiz, nimet elde edince Karun gibi şımaran değil Hz. Süleyman gibi şükreden kullardan olmayı bizlere nasip eylesin.
Ne kadar doğru ve İslam’ın ruhuna uygun bir söz!
Bizler kaderin iman esaslarından olduğuna iman ederiz. Kabul ederiz ki kaderin kalemi Allah’ın elindedir. O kalemin bizim hakkımızda daha baştan yazdıkları vardır, bir de bizim isteğimiz üzerine yazdıkları vardır. Mesela ne zaman, nerede, hangi anne-babadan, hangi cinsiyette doğacağımızı, ne kadar yaşayacağımızı biz tayin edemeyiz. Ancak iyilik mi yoksa kötülük mü işleyeceğimiz, iman mı yoksa inkâr mı edeceğimiz bize bağlıdır. Kaderin kalemi bunları, bizim defterlerimize bizim isteğimiz ve fiillerimize göre yazar.
Kendi yapıp ettiklerimizden kaderi sorumlu tutmak doğru olmadığı gibi, Mevlâmızın tayin ettiği şeyleri sorgulamak da bizim haddimize değildir. Biz bu konuda şu âyette belirtildiği gibi iman ederiz:
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (et-Tevbe 9/51)
Kendi amellerimize bağlı olmayan konularda Mevlâmızın bizim için takdir ettiği şeyin olacağına inanırız. Mesela rızkımızı Mevlâ takdir etmiştir. Bu rızık elbette bizi bulacaktır. Ancak o rızkın helal yoldan mı yoksa haram yoldan mı geleceğini biz belirleyeceğiz. Mükâfat ve cezamız da buna göre olacak.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Rûhu’l-emîn (Cebrail aleyhisselam) bana gelerek hiçbir nefsin, kendisi için takdir edilen rızka kavuşmadan ölmeyeceğini söyledi. Öyle ise rızkınızı güzelce (helal yoldan) talep edin.” (Beyhakî, Şuabu’l-îman, 2/406 (1141)
Şayet bu hadis sahih ise çok önemli bir ilkeyi ortaya koyuyor. Meâlen şöyle diyor:
Rızkınız takdir edildi. O sizi muhakkak bulacak. Dolayısıyla bu konuda bir endişeniz olmasın. Ama “rızkım nasıl olsa takdir edildi” diyerek yan gelip yatmayın. Rızkınızı talep edin. Talep ederken de helal ve güzel yoldan talep edin, haram işlere bulaşmayın. “Helal dairesinde kalırsam rızık elde edemem” gibi bir endişeniz olmasın.
Sözü çok uzatmadan şu dua ile bitirelim:
Rabbimiz kadere hakkıyla iman etmeyi, helal yoldan çalışıp gayret göstermeyi, takdir ettiklerine razı olmayı bizlere nasip eylesin.
Sanki bir istek parçası ister gibi “keşke şu şöyle olsaydı”, “keşke böyle olsaydı” diye sürekli bir şeyler isteyip duruyoruz. Mesela “keşke her zaman ilk bahar olsaydı”, “keşke dünyada hastalık olmasaydı”, “keşke ayrılık ve ölüm olmasaydı”, “keşke gözlerim şu renk olsaydı”, “keşke malım mülküm şu kadar olsaydı”…
Temennilerimiz sadece varlıklar ve olaylar hakkında değil. Allah’ın hükümleri hakkında da zaman zaman böyle iç dünyamızda düşünceler oluşuyor. “Keşke günde beş vakit namaz yerine sadece iki vakit namaz olsaydı”, “keşke Ramazan ayı sıcak zamanlarda değil de gündüzün en kısa olduğu zamanlarda olsaydı”, “keşke faiz yasaklanmamış olsaydı”, “keşke aileye ilişkin şu âyet öyle değil de böyle olsaydı”.
Eğer dünyanın düzeni ve Allah’ın hükümleri, O’nun belirlediği şekilde değil de bizim temenni ettiğimiz şekilde olsaydı ne olurdu biliyor musunuz?
Rabbimiz bu soruya şöyle cevap veriyor:
“Eğer hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminun 23/71)
Kâinatta öyle eşsiz bir düzen var ki. Bu düzeni bütün boyutlarıyla kuşatmamız mümkün değil. Biz ise kendi kıt bilgimize dayanarak şöyle olsa, böyle olsa diyoruz. Eğer durum gerçekten bizim dediğimiz gibi olsa işlerin nasıl sarpa saracağını, kâinatın düzeninin bir anda nasıl bozulacağını bilmiyoruz ki!
Allah’ın hükümleri için de durum böyle. Allah bize günde beş vakit namazı emretmişse, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olduğuna göre bunun mutlaka bir takım hikmetleri vardır. Bizim paşa keyfimize uymuyor diye “keşke şöyle olsaydı” diye temennide bulunduğumuz şey, eğer bizim dediğimiz gibi olsa kim bilir neler olurdu?
Kaldı ki insanların akılları, heves ve arzuları birbirinin aynısı mı? Ben bir şey isterim, sen başka bir şey istersin. İnsan sayısınca farklı istek olur. Allah, hangi birimizin isteğine göre yaratsaydı, hangi birimizin isteğine göre hükümlerini indirseydi?
Kâinatın sevk ve idaresini, indirdiği hükümleri bizim kendi arzu ve hevamıza tabi kılmayıp bizim için en yararlı olacak şekilde düzenleyen Rabbimize hamdolsun.
Rabbimiz bizleri hem kâinatta yarattıkları hem de kitabında indirdiklerini teslimiyetle karşılayan kullarından eylesin.
İnsan, neye bağımlılık geliştirirse onun âdeta kulu-kölesi olur. Çünkü bağımlılık geliştirdiği şey olmadan yapamayacağını düşünür. Onu elde edince mutlu olur, onu elde edemezse huzursuz, asabi, üzgün olur. Onu elde etmek için sınırları çiğner, kırmızı çizgileri aşar.
Sigara, alkol, uyuşturucu gibi bağımlılıkları düşünün. Alkol ve uyuşturucu bağımlısı birisi, istediğini elde edemezse nasıl krizlere girer bunları haberlerde görüyoruz.
O halde insanın fıtratını, aklını korumak, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamasını sağlamak için onun Allah’a bağlılık dışında herhangi bir şahsa, nesneye ya da fiile karşı bağımlılık geliştirmesini önlemek zorunludur.
Bu gözle ibadetlere bir bakalım:
Namaz ibadeti öyle bir “bağımlılık önleyici” özelliğine sahip ki… Her şeyden önce bizi uyku bağımlısı olmaya karşı koruyor. Eğer beş vakit namazı düzenli olarak kılıyorsanız her sabah erken vakitte uyanmanız gerekecek. Uykunun en tatlı yerinde her gün uyanmak, insanı uyku bağımlısı olmaktan kurtaracaktır. Sadece sabahleyin değil günün herhangi bir anında da -namazı hesaba katmaksızın- dilediğiniz şekilde saatlerce uyuyamazsınız! İki namaz arasında uyuyacağınızda bile tetikte olmak zorundasınız.
Bağımlılık kırıcı özelliğin en açık görüldüğü ibadet kuşkusuz oruçtur. Zira oruç insanı yeme-içme ve şehevî arzularına bağımlı olmaktan kurtaran bir ibadettir. Bir ay boyunca sabah vaktinden akşama kadar insan, normal zamanda serbest olan şeyleri bırakmak suretiyle bunlara karşı bir bağımlılık geliştirmekten kurtulmuş olmaktadır.
Gelelim zekâta… İnsanın mala karşı olan bağımlılığını söylemeye gerek var mı? İşte zekât, fitre ve kurban gibi ibadetler insanın mala karşı bağımlılık geliştirmesini engelleyen, onun nefsindeki cimrilik virüsünü etkisiz hale getiren bir bağımlılık kırıcıdır.
Hac ve umre, insanın yaşadığı yere ve bu yerdeki rutin yaşam tarzına karşı bağımlılık geliştirmesini engeller. İnsan hacca ve umreye gittiği süre boyunca yolculuğun meşakkatine katlanır, evinde rahat oturmaktan olur. Orada farklı iklimlerde Allah’ın emrini yerine getirir. Etrafında her zaman görmeye alışık olduğu kimseler değil dilleri, renkleri farklı mümin kardeşleri bulunmaktadır.
İtikaf, insanın evine karşı bağımlılık geliştirmesini kıran bir ibadettir. İnsan evini kendi cenneti olarak görür, bu sebeple gün içinde “bir an önce eve gitsem de rahatlasam” diye akşamı bekler. İtikafta iken evinden ayrı olarak vaktini Allah’ın evinde geçirir.
Hicret insanın mevcut yaşantısındaki tüm bağımlılıkları kıran bir olgu olduğu gibi şehadet de insanın cana karşı bağımlılığını kıran en büyük makamdır.
İbadetlerini sürekli-düzenli ve şuurlu yapanlar, Allah’a bağlılık dışında hiçbir şeye karşı bağımlılık geliştirmezler. Allah dışında hiçbir şey için Allah’ın sınırlarını çiğnemez, O’nun rızasını bir kenara bırakarak başka sevdaların peşine düşmezler. Müminin Allah ile ilişkisi, bir nesne bağımlısının o nesne ile ilişkisi gibi değildir. Zira bir kimseye, nesneye, fiile bağımlılık akıl ve mantığı devre dışı bırakır. Mümin Allah’a aklı, kalbi, vicdanı ve bütün varlığıyla bağlıdır.
İnsanın bağımlılık geliştirmesini ibadetler dışında hiçbir şey önleyemez. Bir konuda önlese bile her konuda önleyemez. İnsan hangi ibadetini aksatıyorsa, o ibadetin önlediği bağımlılığa kapılır. Zekât vermeyen mala bağımlı olur, oruç tutmayan yeme-içme ve şehevî duygularına mağlup olur. Tüm ibadetlerini yapan hiçbir bağımlılık sahibi olmamış olur.
Her bir emri nice hikmetlerle dolu olan Rabbimiz, ibadetlerde bu “bağımlılık önleme” özelliği ile bizlere fıtratımıza uygun, insanca, itidal üzere bir hayatı hediye ediyor farkında mıyız?
Rabbimiz, ibadetlerimizi sürekli ve düzenli yapmayı, şuuruna ermeyi, tadını almayı, kendisi dışında hiçbir şeye karşı bağımlılık geliştirmemeyi bizlere nasip eylesin.
Çocuklar uyudukları zaman üzerlerindeki yorganı tekmelemeye bayılırlar. Üzerini açar, siz örtersiniz, o yine açmaya çalışır. Sabah olduğunda sizin gece boyu kaç defa onun üzerini örttüğünüzü bilmez.
Bizler de tıpkı yorganını tekmeleyen o çocuk gibiyiz. Rabbimiz rahmeti ile kusurlarımızı, günahlarımızı örter, biz ise ille de bir açık vermek için çalışırız. Rabbimizin rahmeti bir yorgan gibi üzerimizi kaplar, biz o yorganı açmak için teşebbüs ederiz. Kusurlar işleriz, nankörlük yaparız. Ancak O, rahmetiyle bizi yine kuşatır. Çünkü O, Settâr’dır yani günah ve kusurları örtendir.
Allah’ın bizim hangi kusurlarımızı örttüğünü, rahmetiyle bizi nasıl kuşattığını, bizi hangi kötülüklere karşı koruduğunu bu dünya şartlarında asla ama asla bütünüyle bilemeyeceğiz. Onun bize karşı olan affı, örtmesi ve merhametini bütün boyutlarıyla belki âhirette her şey gün yüzüne çıktığında görebileceğiz.
Peygamberimiz mahşerde yaşanacak bir sahneyi şu şekilde bildiriyor:
“Kıyamet gününde kul hesaba çekilirken Rabbi ona şöyle diyecek: “Sen şu günahı işlemiştin hatırlıyor musun? Şu zamanda şu günahı işlemiştin biliyor musun?” Kul “evet hatırlıyorum Rabbim” diyecek. Nihâyet bütün günahları sayıp dökülen mümin artık helak olacağını zannettiğinde Allah ona “ben o günahlarını dünyada örtmüştüm, bugün de o günahlarını bağışlıyorum” diyecek ve kendisine iyiliklerinin yazılı olduğu amel defteri verilecek. (Buhârî, Mezâlim, 3)
Böyle bir Rabbe iman ederek teslim olmayıp başka ne yapacaksın?
Rabbimiz kusurlarımızı örtsün, günahlarımızı bağışlasın, bizleri sevdiği kullar cümlesine dâhil eylesin.
Sabah namazına kalkmak, işe, sınava, derse geç kalmamak için erken uyanmak, sabah kalkacak uçağı kaçırmamak gibi bir derdi olan insan ne yapar?
Her şeyden önce telefonun alarmını mutlaka kurar. Hatta bir kere değil, beşer dakika arayla birkaç defa kurar. Dahası evde birkaç telefon varsa herkese de kurmasını söyler. Hatta buna bile güvenmiyorsa tanıdıklarına sabah erken vakitte kendisini arayarak uyandırmalarını ister.
Sonra gece geç vakte kalmadan erken yatmanın yollarına bakar. Zira ne kadar geç vakitte yatarsa kalkmakta o kadar zorlanacağını bilir.
Demek ki yapılması gerekenleri yapmak (alarmı kurmak) ve terk edilmesi gerekenleri terk etmek (geç yatmayı terk etmek) gerekiyor.
Eğer kişi bunları yaptıysa “ya kalkamazsam?” endişesini büyük ölçüde atmış olur ve rahat bir şekilde uykuya dalar. Kişi bu tedbirleri almadıysa ya da tedbirleri aldığı halde hâlâ bir takım vehim ve kuruntular sebebiyle bir türlü uykuya dalamıyorsa ortada problem var demektir.
Bu örneği anladıysak tevekkülü de anladık demektir!
Nasıl mı?
Tevekkül, yapılması gereken ve terk edilmesi gereken her şeyi yaptıktan sonra sonucu Allah’a havale ederek, O’nu vekil tayin ederek gönül rahatlığına ve huzura kavuşmaktır.
Yapılması gerekenleri yapmadan, terk edilmesi gerekenleri terk etmeden “ben tevekkül ettim” demek, alarmı kurmadan, gece erken yatmadan “ben yarın sabah erken kalkarım” şeklindeki sahte güven duygusuna benzer. Bir de kalkıp bakarsın ki uçak çoktan kaçmış!
Sen elinden geleni yaptığın, kaçınman gerekenlerden kaçındığın halde ve işini Allah’a havale ettiğin halde hâlâ kuruntulara kapılıyor “ya şöyle olursa, ya böyle olursa” diyorsan o zaman tevekkülü tam yapmamışsın demektir.
Rabbimiz tevekkülü hakkıyla anlamayı ve uygulamayı, böylece tedbirsizlikten, stres ve endişelerden kurtulmayı bizlere nasip eylesin.
Bu ifadeyi bazen farkında olarak bazen de olmayarak kullanıyoruz. Özellikle de birileri damarımıza basıp “niye şöyle yapıyorsun?”, “niye böyle yapmıyorsun?” dediğinde sözü çok uzatmak istemiyor ve kestirip atmak istiyorsak bu cevabı veriyoruz: “Canım öyle istiyor. Var mı bir diyeceğin?”
Masum gibi görünen bu sözün ardında tehlikeli bir düşünce ve duygu durumu seziliyor.
İnsan, canının her istediğini yapmaya kalktığında nefsinin kölesi ve esiri olur. Kendi arzularını tatmin için kırmızı çizgileri çiğnemeye başlar. Azgın nefsin ise dur durak bilmesi mümkün değildir. O, kendini ilah makamına layık görür. İstekleri yapıldıkça yeni isteklerde bulunur. Böylece kişi gitgide nefsinin kulu-kölesi olur.
İşte tam da bu durumda olan insanlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:
“Nefsini ilah edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye 45/23)
İbadetlerin en büyük özelliklerinden birisi de nefsin ilahlaşmasını önlemek, gerçek ilahın Allah olduğunu ona hatırlatmaktır.
Namaz kılarken en değerli olan başını, en alçak olan toprağa en yüce varlık olan Rabbi için koyan nefis nasıl tanrılık iddia edebilir ki?
Oruç tutarken açlıktan midesi küçülen nefis nasıl tanrılık iddia edebilir ki?
Kötülüğü emretmeyen hiçbir nefis yoktur. Hatta Peygamberlerin nefsi bile. Hz. Yusuf aleyhisselam demiyor mu? “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum; çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder.” (Yusuf 53)
Allah Resûlü (s.a.v.) Rabbine “beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsimin eline bırakma!” diye dua etmiyor mu? (Ebu Davud, Edeb, 110)
Rabbimiz, nefsimizi ilah değil, binek edinmeyi, O’na Hakka boyun eğdirmeyi bizlere nasip eylesin. Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bizi bize bırakmasın.
Şu an sahip olduğu şeyler için bir zamanlar dua ettiğini unutan nice insan vardır.
Kendimizi de bu durumun dışında tutmayalım. Bizim de böyle davranışlarımız illa ki olmuştur.
Rabbimiz, insanların genelinde görülen bu tavrı şu şekilde ifade ediyor:
“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider.” (Yunus 10/12)
Sahip olduğumuz şeylerin hayrını, bereketini göremiyorsak bunun sebebi işte tam da bu nankörlük, vefasızlık halidir. İnsan, Rabbine dua ettiği ve sonrasında da isteğine kavuştuğu durumlarda şükrederse elde ettiği şeyin hayrını, bereketini görür, Allah o nimeti onun için mübarek kılar. Daha da ziyadeleştirir. Ama “nasıl olsa istediğimi elde ettim” mantığıyla ve sanki bir daha Rabbine işi düşmeyecekmiş,, ihtiyacı kalmayacakmış gibi davranırsa elde ettiği nimetin hayrını göremez.
Başı dara düşünce “yandım Allah!” diye kıvranan ama nimeti bulunca “haydi bana Eyvallah” diyerek yan çizen insanlar bu halleriyle kendilerinden başka kime kötülük edebilirler ki?
Rabbimiz dua ettiğimiz hususlarda istediğimize nail olup nimeti elde ettikten sonra nankörlük, vefasızlık etmekten bizleri muhafaza eylesin. Elde ettiği nimeti şükür ile koruma altına almayı bizlere nasip eylesin.
Söylediğimiz sözlerin manasını, maksadını, mahiyetini bilmediğimizde sıradan ve kuru ifadelere, sloganlara, anlamsız tekrarlara dönüşür.
Bir Müslümanın günlük hayatta en çok söylediği söz hiç şüphesiz “Bismillahirrahmânirrahîm” ifadesidir. Besmele dediğimiz bu ifade şuursuzca söylenirse sürekli tekrarlanan bir kalıp ifade olarak kalır.
Besmele aslında bir müminin ideolojisini, hayata bakışını ortaya koyan son derece önemli mesajlar içermektedir. Bu mesajlar içerisinden en önemlileri şunlardır:
1. “Ben bu işi Allah’ın belirlediği ölçülere göre yapıyorum.”
Bir Müslüman, hayatını Allah’ın çizdiği sınırlar içerisinde yaşar. Yaptığı işte meşruiyeti esas alır. Onun değerlendirmesinde bir işin insanlar tarafından ne kadar önemsendiği, ne kadar kazandırdığı, ne kadar prestij sağladığı değil Allah’ın değerlendirmesine göre meşru olup olmadığı önemlidir.
Müslümanın bir şeyi yaparken besmele çekiyor oluşu, davranışlarında meşruiyeti gözettiğinin delilidir. Haram olan bir şey için besmele çekilmez.
2. “Ben bu işi Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyorum.”
Müminin hayattaki en temel amacı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bir işe Allah’ın adıyla başlayan kimse, bu cümleyi şuurlu bir şekilde söylemekle o işi Allah’ın rızasına kavuşmak için yaptığını ortaya koymuş olur.
Bir insan, günlük ve sıradan görünen yeme-içme, tuvalet vb. işlerini ya kendi nam ve hesabına, kendi nefsini gözeterek ya da Rabbinin rızasını kazanmak için yapar. İşte mümin, besmele çekmekle kendisi ile ilgili bir iş bile olsa bunu nefsini tatmin için değil Allah’ın rızası için yaptığını ortaya koymuş olur.
3. “Ben bu işi Allah’ın gözetimi altında yapıyorum.”
Besmele çeken insan, yaptığı işi Allah’ın gördüğünü, her an kendisini görüp gözettiğini bilir. Bu ihsan ve murakabe hali ile işini yaparken elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır.
4. “Ben bu işi Allah’ın verdiği güç ve kuvvetle, O’nun yardım ve desteğiyle yapıyorum.”
Besmele çeken kimse, kâinatta gerçek güç ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O güç ve imkân vermedikçe bir yaprağın bile kımıldamayacağını bilir. Yaptığı işten kendi nefsine pay çıkarmaz.
Besmelenin bunun dışında daha pek çok mesajları olmakla birlikte, günlük hayatımıza yansıması gereken en önemli mesajların yukarıdakiler olduğunu söyleyebiliriz.
Rabbimiz her işimizde Allah’ın adını anmayı, yaptığımız işi Allah’ın istediği şekilde, Allah’ın rızası için, O’nun yardımı ile yaptığımızın şuurunda olarak yapmayı bizlere nasip eylesin.
Besmele çekmenin hükmü, besmele çekilen fiilin hükmüne ve besmele çeken kişinin niyetine bağlı olarak değişir. Mesela;
1. Kurban keserken besmele çekmek farzdır.
2. Abdest, yeme-içme, uyuma vb. fiillerden önce çekmek sünnettir.
3. Kumar, zina gibi haram olan bir fiilden önce besmele çekmek haramdır. Kişi bunu besmele ile alay etmek, hafife almak için yapıyorsa âlimler bu fiilin küfür olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir niyet olmaksızın dil alışkanlığı veya gaflet sebebiyle yapılmışsa küfür söz konusu olmaz, günah olur. (Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâqi’l-felâh, 1/5-6)
Kusurlu, hatalı, eksik olmaya yazgılı olan insan, her nedense başkaları ile olan ilişkilerinde karşısındakilerden kusursuz davranışlar bekler. Bunu göremeyince de insanlara kızmaya, onlara güvenmemeye, herkesi kötü bilmeye meyleder. “İnsanoğlu çiğ süt emmiş” atasözünü diline pelesenk eder. Yeryüzünde bir tek kendisi kusursuzmuş gibi herkesin ne kadar kötü, ahlakı bozuk, eğitimsiz, yontulmamış olduğundan dem vurur. Bir de zanneder ki bütün insanlar ona kötülük etmek üzere söz birliği etmiş.
Oysa hepimiz insanız. Peygamberler dışında hiçbir insan masum, kusursuz, hatasız değil. Her birimizin eksiklikleri, tamamlanmamışlıkları var. Kimi zaman sabırsız, kimi zaman nankör, kimi zaman çıkarcı, kimi zaman vefasız, kimi zaman kibirliyiz. Hepimiz şu veya bu şekilde böyleyiz.
Başkası yaptığında şikâyetçi olduğumuz davranışları biz hiç yapmıyor muyuz? Biz, sıra beklerken hiç başkasının önüne geçme teşebbüsünde bulunmadık mı? Trafikte aradan kaynak yapmaya çalışmadık mı? Otobüste boşalan koltuğu kapmak için başkalarıyla yarışmadık mı? Marketlerin kampanya ürünlerinden kalmayacağı korkusuyla herkesten önce sabah vakti gidip marketin açılışını beklemedik mi? Arkadaşımızın bizden yüksek not almasını kıskanmadık mı?
İnsanın mayasını ve fıtratını bildiğimizde “kusursuz insan” arama gibi bir ütopyanın ardına düşmek, olmayacak duaya amin demeyi ve olmayacak duayı etmeyi bırakmanın en mantıklı davranış olduğunu anlarız. İnsanları hata ve kusurlarıyla birlikte kabul edip planımızı, davranış kalıplarımızı buna göre belirlemek bizi hayattaki pek çok sıkıntı, bunalım ve hayal kırıklıklarından kurtaracaktır.
Hayatta insanlardan kaynaklanan sıkıntılara en çok katlananlar peygamberler olmuşlardır. Onlar bir yandan karşıt grupların her türlü hakaret, iftira, baskı ve yıldırma politikalarıyla mücadele ederken bir yandan kendi inananlarının hamlıklarını tamamlamaya, münasebetsiz davranışlarına tahammül etmeye gayret etmişlerdir.
Rabbimiz bir âyette şöyle buyurur:
“(Resûlüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.” (Furkan 25/20)
Allah Resûlü, insanların verdiği sıkıntılar sebebiyle kişinin sosyal hayattan koparak kendini izole etmesini doğru bulmamış, bu konuda şunları söylemiştir:
“İnsanların arasına karışan ve onların eziyetlerine sabreden mümin, insanların arasına karışmayan ve onların eziyetlerine sabretmeyen müminden daha büyük ecir kazanır.” (Tirmizî, Fiten, 23)
Rabbimiz bizlere iyi insanlar olmayı ve iyi insanlarla bir arada olmayı nasip eylesin. Bizleri kötü olmaktan ve kötülerle bir arada olup kötülüğe maruz kalmaktan muhafaza eylesin.
İyi ve güzel olan şeylerin pek çok engeli olabilir. Bazen iç dünyamızda hayatımızın gidişatına dair olumlu bir karar alırız ve “Bundan sonra şöyle yapacağım” deriz. İlk zamanlarda bu kararımızı uygulama konusunda işi sıkı tutarız. Sonra araya hiç umulmadık engeller girer. Bazen bir hastalık, bazen bir yakınımızın sıkıntısı, bazen yorgunluk, kimi zaman meşguliyetler. Ve biz, kendi kendimize söz verdiğimiz, karar aldığımız hususları bir süre terk edince bu defa araya soğukluk girer. Şeytan bir vesvese vererek bizi “zaten senin bu işi sürdüremeyeceğin belli idi”, “ne diye tutamayacağın kararlar alıyorsun ki?” diyerek üzüntü ve şaşkınlığımızı maksimum seviyede bir hayal kırıklığına çekmeye çalışır.
İşte bu gibi durumlara yönelik peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Cenab-ı Hak’tan nakledilen büyük bir müjde var. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Müslümanlardan herhangi birinin bedeninde bir bela peydah olsa, Allah derhal onun amelini kaydetmekte olan meleklere şu emri verir: “kulumun gece ve gündüz sağlıklı iken yaptığı hayırları, benim onun önüne çıkardığım engel devam ettiği sürece yapıyormuş gibi yazmaya devam edin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11/455 (6879)
Bu hadisin verdiği pek çok mesaj içinden öne çıkanlar şunlar:
1. Bir iyiliği bir süre yapan ve yapma azminde olan, ancak önüne çıkan bir takım engeller sebebiyle ara vermek durumunda kalan kimseler, sanki o iyiliği yapıyormuş gibi muamele görürler.
Burada geçmişte istikrarlı bir şekilde sürdürülen ve gelecekte de sürdürülmeye niyet edilen iyiliğin arada kesintiye uğramasının bir zararının olmadığını anlıyoruz. Niyet, sanki bir yapıştırıcı gibi aradaki çatladığı tamir ediyor.
2. Rabbimizin bu merhametli ve lütufkâr muamelesi O’nun Şekûr adının bir tezahürü. Şekûr demek, teşekkür eden, karşılık veren demek. Allah bir iyiliğe karşılık vermekle kalmıyor, engel dolayısıyla yapamayan kişiyi de yapmış sayarak yapılmayan iyiliğin sevabını bile veriyor.
3. Hayat imtihanında kolaylıkla ve zorlukla, varlıkla ve darlıkla sürekli sınanıyoruz. Bir geminin dalgalı bir denizde giderken bir yukarı çıkıp bir aşağıya inmesi gibi bizim hayatlarımız da böyle geçiyor. Bu, imtihanın kaçınılmaz bir tezahürü. Bu imtihanda varlıkta azmadığımız, darlıkta kızmadığımız sürece kârdayız.
4. İmkânı olmadığı veya elindeki imkânlar elinden çıktığı için iyiliği yapamaz hale gelenlerin üzülmesine, hayata küsmesine gerek yok. Onlar ümitlerini kesmedikleri sürece melekler kalemlerini bırakmıyor.
Rabbimiz bizleri varlıkta azmayan, darlıkta kızmayan ve her durumda melekler tarafından hayırları yazılmaya devam eden kullarından eylesin.
Dünya hayatının nasıl bir hayat olduğunu ifade eden güzel bir söz okumuştum. Şöyle diyordu:
“Gençlik çağlarında insanın vakti ve gücü vardır ama bilgisi ve tecrübesi yoktur.
Orta yaşlarda bilgi ve tecrübesi ile gücü vardır ama vakti yoktur.
İleri yaşlarda ise bilgisi ve vakti vardır ama gücü yoktur.”
Etrafınızdaki insanlara bir bakın. Her şeyi tam olan bir kimse var mı? “Şu kişinin her şeyi var” diye düşündüğünüz kimselerin iç dünyalarına girmiş olsanız kim bilir ne problemler olduğunu görürsünüz.
Hani şâir diyor ya:
“Âfet-i gamdan aceb dünyâda kim âzâdedir?
Herkesin bir derdi var madem ki Âdemzâdedir.”
Yani “dünyada acaba gam, keder, üzüntü âfetinden kim kurtulabilmiş ki? İnsan madem ki Âdemoğludur, mutlaka bir derdi vardır.”
Mümin, dünyada da âhirette de iyilik ister. Dünyası için âhiretini ihmal etmediği gibi, âhiret düşüncesiyle dünyasını da boşlamaz. Dünyasının iyi, güzel olması için gayret eder, çaba sarf eder, tedbir alır. “Nasıl olsa bu dünya kalıcı değil” diye düşünerek ihmalkâr davranmaz. Bütün bunların yanında bilir ki dünya cennet değildir. İnsanın bu hayatta her istediği olmaz. İnsan tam işlerini yoluna koyar, bu defa saçında sakalında ortaya çıkan aklar ona “yolculuk var, kalıcı değilsin!” diye uyarıda bulunur. Öyleyse insan, sonsuz mutluluğun âhirette olduğunu bilmeli, tüm hesaplarını bu dünya üzerine kurmamalıdır.
Dünyada verilen nimetler bile aslında bize cenneti hatırlatmak içindir. Nitekim cennetlikler orada kendilerine bir takım nimetler ikram edildiğinde “Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler.” (Bakara 2/25)
Rabbimiz bizlere dünyada da âhirette de iyilikler ve güzellikler versin. Bu dünyada kimi nimetlerinden tattırdığı gibi her şeyin tam, kusursuz ve sonsuz olduğu cennette de ebedî huzur ve mutluluğu bahşetsin.