Akla takılan sorulara kısa cevaplar-3
Bilgi seviyesi
Akla takılan soruların giderilmesi
60%
Bir nehirde yüzen kimse suyun akış istikametine doğru mu daha rahat yüzer yoksa akıntıya karşı mı?
Bir bisiklete binen kişi yokuş aşağı giderken mi daha çok yorulur yoksa yokuş yukarı çıkarken mi?
İman etmek, nehrin akış istikametinde yüzmek, yokuş aşağı bisiklete binmek gibidir. İnkâr etmek ise nehrin akış istikametinin tersine yüzmek, yokuş yukarı bisiklete binmek gibidir.
Şimdi bunu bir âyet üzerinden ele alalım.
Kur’an’da öyle bir âyet var ki, bu âyette zikredilen üç husus, inanmak için yeterli bütün delilleri içinde barındırıyor. Ön yargılarından arınmış bir şekilde insan bu âyeti düşünse bu âyet ona yeter.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah’ın göklerdeki ve yerdeki mülkiyet ve tasarrufuna, Allah’ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar” (A’raf 7/185)
Bu âyette Rabbimiz her birimizin şu üç hususu düşünmemizi istiyor:
1) ÂLEMDE İŞLERİN KENDİ KENDİNE Mİ YÜRÜDÜĞÜNÜ ZANNEDİYORSUN?
Gökyüzünde sayısını bilmediğimiz kadar galaksiler (yıldız kümeleri) var. Her bir galakside milyarlarca yıldız var. Bu yıldızların bir kısmının etrafında dönen gezegenler, bazı gezegenlerin etrafında dönen uydular var.
Milyarlarca galaksi içinde biri olan bizim galaksimiz içerisinde milyonlarca sistemden biri olan güneş sistemine bakın. Her bir gezegene ayrı bir yörünge tayin edilmiş. Hepsi tıkır tıkır işliyor, hiçbiri görevini aksatmıyor. Mükemmel bir düzen, uyum ve ahenk var.
Yeryüzüne bakıyoruz. Yeryüzünün büyük bir bölümü sularla kaplı. Uçsuz bucaksız okyanuslarda milyonlarca canlı türü yaşıyor. Her biri kendisine has bir yapı, donanım, görünüm ve yaşam şartlarına sahip. Her bir tür kendi içinde ve diğer milyonlarca türle birlikte tam bir uyum halinde.
Karalarda bitki ve hayvan çeşitliliği saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok. Her bir türün kendisine has özellikleri var. Bitki ve hayvanlar arasında tam bir uyum var. Bitkilerin fotosentez sonucu çıkardığı oksijen hayvanların solumasına imkân verirken hayvanların çıkardığı karbondioksit bitkilerin gıdası oluyor. Tam bir ekosistem hakim.
Her bir hayvan türü bir ordu gibi. Yeryüzünde milyonlarca ordu var: Karıncalar, kuşlar, böcekler, sinekler, kurtlar, tilkiler, fok balıkları, filler, arslanlar vb.
Her bir bitki türü de bir ordu gibi. Binlerce renk, tat ve kokuda ayrı ayrı bitki türleri var.
Bütün bu ordular birbiri içinde sonsuz bir uyum ve ahenk içinde sevk ve idare ediliyor. Hiçbir karışıklık, kaos, düzensizlik yok.
Âyet, yer ve göğün mükemmel bir şekilde idaresine temas ettikten sonra düşünce ufkumuza ikinci bir hedef koyuyor:
2) İSTEDİĞİN ŞEYE BAK, O SANA ALLAH’I GÖSTERECEK!
İfade o kadar dikkat çekici ki: “Herhangi bir şey”…
Ne olduğu hiç önemli değil. İster küçük ister büyük. Şu evrendeki herhangi bir varlığı yakından, derinden, düşünerek inceleyin. İster atomu, ister bir balığı, deniz anasını, kuşu, yılanı, gülü, laleyi, kaktüsü her neyi istiyorsanız. Onun mahiyeti, yapısı, şekli, yaşam şartlarını inceleyin. Bütün bunlar size onun sahipsiz, kendiliğinden, rastgele olmadığını, onu var eden, ona şu anda sahip olduğu özellikleri çok ince hesaplarla tayin eden bir Rabbi olduğunu söyleyecek. Hiçbir şey başıboş, kendiliğinden olmuyor.
Özel bir delile gerek yok. İster toz zerreceğini, ister su damlacığını incele. İster kelebeğin kanadını, ister tavuğun yumurtasını incele. Canın her neyi istiyorsa onu incele. Her birinin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a işaret eden bir âyet olduğunu göreceksin.
Ve âyet üçüncü bir tefekkür ufku açarken insanı en derin yerinden yakalıyor, kalbinin en ücra köşelerini sarsıyor:
3) YA ECELİN YAKIN İSE?
Âyetin son ifadesi, Rabbine karşı inkâr ya da ihmal içinde olan, O’na inanma ve hükümlerine boyun eğmeye yanaşmayan veya işi ağırdan alanlara şöyle sesleniyor:
“Ey Rabbine karşı diklenen, evrendeki her bir zerre O’nun hâkimiyetine boyun eğmişken, seni bir damla sudan yaratıp insan şekline sokan Rabbine nankörlük eden kişi! Ya ölümün yakınsa? Şimdi küstahlığına, diklenmene, alay etmene devam ediyorsun. Peki bu cür’etkârlığın ne kadar devam edecek? Sonsuza kadar mı böyle gideceğini zannediyorsun? Tarihte yaşamış insanlara bir bak bakalım hayatta kalan var mı? Şunu bil ki senin bütün küstahlığın henüz ölümü tatmamış olmandan kaynaklanıyor. Firavun da bir zamanlar; ben sizin en yüce Rabbinizim, diyordu. Ama denizin suları içinde ölümle yüz yüze geldiğinde “iman ettim” demişti. İş işten geçtikten sonra imanın faydası yoktu ki!
Âyet çarpıcı bir soru ile bitiyor:
“Bundan [yani Allah’ın sözü olan Kur’an’dan] sonra [ona inanmadıkları taktirde] artık hangi söze inanacaklar?”
Âlemlerin Rabbinin sözüne inanmayan kişi, gerçekliğin bilgisini kimden öğrenecek? Gerçekliği reddeden birisi için geriye sapkınlıktan başka ne kalır ki?
Rabbimiz bizleri hakkıyla tefekkür eden ve ölüm gelmeden kendisine teslim olan kullarından eylesin.
“Allah ile ilgilenmemek” diye bir kavram duydunuz mu? Yani Allah’a karşı ilgisizlik ve kayıtsızlık, Allah’ın varlık ve yokluğuyla ilgilenmeme. Allah’ın varlık ve yokluğuyla ilgilenmeyen bir kimse, Allah’ın diniyle, hükümleriyle hiç ilgilenmez.
Bu tavır bir anlamda, kişinin kafasından Allah düşüncesini silmesi (böyle bir şey mümkün mü?), Allah yokmuş gibi bir hayat sürmesi, daha da ötede Allah’ın varlık ve yokluğu ile ilgilenmemesidir.
Bu zihniyete sahip olan kişi Allah’ı göz ardı ettiği için kendi varlığı ile ilgili en temel soruları da devre dışı bırakmıştır: “Ben kimim?”, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?”, “Bu dünyada niçin varım?”
Kur’an, bu durumu şöyle ifade eder:
“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr 59/19)
Bir insanın sahiden Allah düşüncesini kafasından silmesi mümkün mü?
Bu soruya bizim taraftan baktığımızda vereceğimiz cevap açık ve nettir: Asla!
Bizi yaratan Allah fıtratımıza kendi mührünü vurmuştur. Daha bizi dünyaya göndermeden “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklindeki sorusuna “evet Sen bizim Rabbimizsin” diye cevap verdik. Bu mührü silmek ne mümkün? (el-A’raf 7/172)
Bu mührün silinmediğinin en büyük işareti, insanın zorluk ve sıkıntı anlarında Allah’ı hatırlamasıdır. Eğer Allah düşüncesi insanın fıtratında olmasaydı böyle bir şey mümkün olmazdı.
Fıtrat, Allah düşüncesi ile dolu iken, etrafta gördüğümüz bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtırken bütün bunlara gözünü, kulağını ve kalbini kapatmak tam anlamıyla akıntıya karşı kürek çekmektir.
Öyleyse şu soruyu soralım: Bazı insanlar niçin akıntıya karşı kürek çekmeyi göze alıyor?
Bu tavrı gösteren her bir insanın kendisine özel bazı sebepleri olabilir. Ancak bunların tümünde görülen ortak husus “özgürlüklerinden ödün vermeme, rahatlarından feragat etmeme” isteğidir.
İslam’ın tarif ettiği Allah, “evren nasıl var oldu?” sorusuna cevap vermek üzere açıklayıcı bir unsur olarak kullanmakla yetinebileceğimiz bir kavram değildir. Allah yaratmakla bırakmayıp aynı zamanda hayatımıza ölçüler koyan, kırmızı çizgiler çizen, dünyayı bir imtihan meydanı olarak yaratan ve sonunda bizi hesaba çekecek olandır.
Böyle bir Allah’a iman ettiğinizde artık nefsinizin arzu ve isteklerine uyamazsınız. O’nun kulu olduğunuzu kabul ettiğinizde hayatınızı O’nun buyruklarına göre düzenlemek durumunda kalacaksınız. Hayatınızda sürekli göz önünde tutacağınız iki kavram olacak: Helal ve haram. İman ettiğiniz Allah yeri gelecek aç kalmanızı isteyecek, yeri gelecek uykunuzdan erken vakitte kalkmanızı isteyecek, yeri gelecek malınızı belirli kimselere vermenizi isteyecek. Sizin alışverişinize, evliliğinize, ne yiyip içeceğinize kısacası hayatı nasıl yaşayacağınıza karışacak.
Nefsinin arzularına set çekemeyen ya da çekmek istemeyen, kendine sınır koyamayan ya da koymak istemeyen, hayatı kafasına göre yaşamak isteyen bir kimsenin böyle bir Allah inancı karşısında takınabileceği dört tavır vardır:
1) Allah diye bir varlığın olduğunu inkâr etmek (ateizm),
2) Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte bu varlığın bizim hayatımıza müdahalesi olmadığını, yani din, peygamber, kitap gibi şeylerin uydurma olduğunu kabul etmek (deizm),
3) Allah’ın varlığının bilinemeyeceğini ileri sürmek (agnostizizm)
4) Allah’ın varlığı ile ilgilenmemek.
Kur’an, Allah’ın varlığını kabul etmekle yetinmeyip aynı zamanda O’nun koyduğu kurallara göre yaşamayı kabul eden, hayatını buna göre tanzim etmeye çalışan, hayatındaki davranışlarına getirilen sınırlamaları olabildiğince gözetmeye çalışan kimseye “muttaki”, böyle bir sınırı kabul etmeyen, başına buyruk yaşayan kimseye ise “fâcir” adını verir. Muttaki olan, Allah’ın koyduğu kurallara uyduğundan evrende Allah tarafından kurulmuş olan düzeni bozmayacak, tersine bozulanı ıslah edecektir. Fâcir ise kendi başına buyruk yaşayıp Allah’ın kurallarını gözetmeyeceğinden evrendeki düzeni bozacaktır.
Rabbimiz, bu evrenin boş yere yaratılmadığını ve iki farklı insan tipinin asla bir olmayacağını şu şekilde belirtir:
“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya takvâ sahiplerini fâcirler gibi mi sayacağız?” (Sad 38/27-28)
Elbette bu iki insan bir olmayacak. Söyleyecek çok söz var ama biz bir dua ile bitirelim:
Rabbimiz!
Bizleri iman edip salih amel işleyen, Senin koyduğun sınır ve ölçülere riayet eden takva sahiplerinden eyle. Bizleri inkâr edip bozgunculuk eden, sınırlarını gözetmeyen, Sana karşı ilgisiz olan fâcirlerden eyleme.
Elinize hiç tanımadığınız bir kimseye ait fotoğraf albümü geçtiğini düşünün. Albüme baktığınızda bu şahsın hayatının çeşitli zamanlarında çekilmiş fotoğraflar görüyorsunuz. Bebeklik, ilk çocukluk, okul fotoğrafları, gençlik, evlilik, başka insanlarla bir arada çekilmiş fotoğraflar… Bu şahsın adını, sanını, ne iş yaptığını, hayatta mı ölmüş mü olduğunu, yaşadıklarını hiçbir şeyi bilmiyorsunuz. Bu insan neleri sever, nelerden nefret eder? Nasıl bir zihniyete sahip? Hayatında neler yaşadı? Hangi sıkıntıları çekti? Bunların hiçbirini bilmiyorsunuz. Sadece fotoğraflardan gördükleriniz var.
Şimdi şunu soralım: Bu albümde yer alan fotoğraflar size bu kişinin hayatı hakkında ne söyler? Bu kişinin ahlakı, inancı, davranışları, zihniyeti bu fotoğraflardan bütün yönleriyle anlaşılabilir mi?
Sonra birden bir kişi karşımıza çıkıyor. O fotoğraf albümünde yer alan fotoğrafların sahibini çok yakından tanıyan. Onun hayatını baştan sona bilen. Yaşadıklarını, huyunu, suyunu, ahlakını, karakterini bilen. Bize önce o kişiye dair genel bir anlatımda bulunuyor. Fotoğraflarını incelediğimiz şahsın adını, nerede doğduğunu, yaşayıp yaşamadığını, ölmüşse nerede ve nasıl öldüğünü, hayatında neler yaşadığını, ne iş yaptığını genel bir biçimde anlatıyor. Sonra başlıyor albümdeki fotoğraflar üzerine konuşmaya. Tek tek “bu fotoğrafı şu yaşta şurada iken çektirmişti. O zamanlar durumu şöyleydi”, “bu fotoğrafın hikâyesi şu” şeklinde anlatıyor.
Bu şahsın bize önce genel bir hayat hikâyesi sonra da tek tek açıklamalar yapması öncesinde biz, albümdeki resimler hakkında sadece belli belirsiz bir takım tahminlere sahiptik. Üstelik bazı konularda tahminimiz bile söz konusu olamazdı. Ama şimdi durum aydınlanmış oldu. Şimdi dönüp albümdeki fotoğraflara tekrar tek tek bakıyoruz. Artık hepsi bize başka bir şey söylüyor. Her bir fotoğraf anlam kazanıyor.
Sadede gelelim:
Bütün bir varlık alemi de aynı o fotoğraf albümü gibidir. Bizler bu albümde gökleri, yıldızları, güneş ve ayı görüyoruz. Yeryüzünde dağları ve denizleri, ovaları, bitkileri, hayvanları, insanları görüyoruz. Hayatımızı yaşarken tabiatta ve insanlar arasında bir takım hadiselere şahit oluyoruz. Her gün güneş doğup batıyor, gece ve gündüz peş peşe geliyor. Her yıl dört mevsimi yaşıyoruz. Birileri doğuyor, birileri ölüyor. Yağmur, kar, dolu, fırtına vb. hadiselere şahit oluyoruz. Kimi zaman mutlu kimi zaman mutsuz oluyoruz. Kimi zaman nimete kavuşup kimi zaman sıkıntı çekiyoruz. Bazı insanlar maddî ve bedenî olarak iyi durumda iken başka bazıları maddeten ve bedenen dezavantajlı gibi görünen bir durumda.
Bütün bunların anlamı ne? Hayat niçin var? Bu olaylar nasıl ve niçin var oluyor? Bunlara dair yalnızca duyu organlarımızla elde ettiğimiz bilgiler üzerine konuşabiliyoruz. Ama perde gerisine dair hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece belli belirsiz tahminlerimiz, zanlarımız, kuruntularımız var.
Sonra biri geliyor. O albümdeki resimlerin tamamını oluşturan (el-Musavvir) zâtın elçisi. Elinde bir kitap var. Bu kitap bize önce varlık âlemine dair genel bir anlatıda bulunuyor. Her şeyin kim tarafından, nasıl ve niçin var edildiğini, insanın ne olduğunu, görevini anlatıyor. Sonra tek tek hayat olayları hakkında bilgiler veriyor.
Bu genel anlatı ve tek tek fotoğraflar hakkındaki yorum sonrasında biz, o gözlükle, o bilinçle varlık ve olaylara baktığımızda artık her şeyi çok farklı değerlendirmeye başlıyoruz. Varlık baştan başa farklı bir görünüme bürünüyor. Uçsuz bucaksız bir evrende, birbiriyle irtibatsız, cansız, ruhsuz gibi görünen galaksiler, yıldızlar, güneş, ay ve gezegenler bir anda Kâbe’nin etrafında tavaf eden varlıklara dönüşüyor. Kâinat bir koro halinde Rabbini zikrediyor. Her bir olayın bir anlamı var, hiçbir şey boş yere değil. Taşlar yerli yerine oturuyor, albümdeki fotoğraflar anlam kazanıyor.
İşte albümden, fotoğraflardan ve albüme dair bize anlatılanlardan bahseden o âyetler:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, “Rabbinize inanın!” diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz! Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın!” (Âl-i İmran 3/190-194)
Rabbimiz!
Bir albüm gibi yarattığın bu âlem ve o albümdeki fotoğraflar gibi var ettiğin varlıkların anlamlarını bize aktaran kitabına ve resûlüne iman ettik. Bizleri anlamsızlıktan muhafaza eyle.
Şu sözü zihninizin bir kenarına yazın: “Kendi gündemini oluşturamayanlar, başkalarının gündemlerinde kendilerine layık görülen role razı olurlar.”
Zaten kısacık olan ömür sermayemizi öyle boş şeylerle tüketiyoruz ki! Bunu en çok da oluşturulan yapay, sanal gündemlerde vakit geçirerek yapıyoruz. Sürgit devam eden ve hiçbir sonuç elde edilemeyecek tartışmalar, hiçbir zaman ikna olmayacağı bilinen taraflar arasında havanda su dövmeler, “o şunu dedi”, “bu bunu yedi” tarzındaki işlerle ömrümüzü tüketip duruyoruz.
Bu halimizle çamurda patinaj yapan arabanın şoförü gibiyiz. Sürekli gaza yükleniyoruz, bolca yakıt ve efor sarf ediyoruz, sürekli etrafı kirletecek dumanlar salgılıyoruz ama sonuç yok, bir adım yol gidemiyoruz.
Ben, dinimizde belirli zamanlara diğerlerinden daha fazla önem verilmesinin bu sahte gündemleri delme konusunda son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Her hafta Cuma günü, senede iki bayram, mübarek geceler müminlere her defasında ana gayesini, esas hedefini, varoluş amacını hatırlatarak onu benliğinden yakalayarak sarsıyor.
Dünyada var oluş amacını bilmeyen câhil insanlar her defasında bizi kendi değersiz, gündelik, sıradan gündemlerine hapsetmeye çalışıyorlar. Bizi ana amacımızdan saptırmaya, kendi oluşturdukları bataklığa çekmeye çalışıyorlar. Kur’an’daki bir âyet var ki bir müminin, âhireti inkâr ya da ihmal eden câhil insan tipleriyle karşılaştığında onların yapay gündemlerine mahkûm olmamanın yol haritasını gösteriyor. Âyetimiz şu:
“Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezlerle muhatap olmak istemeyiz, derler. derler.” (Kasas 55)
Benim bu âyetten kendi payıma çıkardığım mesaj şu:
Yaratılış amacın, esas gayen ne ise sürekli onu göz önünde tut. Niçin yaratıldığını bilmeyen câhiller boş sözlerle seni oyalamak, kendi gündemlerine çekmek, kendi tartışmalarının arasına katmak suretiyle, senaryosunu kendilerinin yazdıkları bir oyunda senin figüran olmanı isterler. Sakın buna kanma. Böyleleri ile karşılaştığında şunu söyle (şayet söyleme imkânın olmazsa en azından iç dünyanda bu şekilde düşün):
“Sizin kendinize ait bir gündeminiz varsa, bizim de kendimize ait bir gündemimiz var. Siz, varoluş amacınızı bilmediğiniz veya dikkate almadığınız için hal ve hareketleriniz, tutum ve tavırlarınız, gidişat ve davranışlarınız bu cehaletinize uygun bir şekilde oluyor. Biz size uyamayız, sizinle oturup sizin gündeminize tabi olamayız. Biz, hayatımızın tek sermaye olduğunu, ölümün her an ardımızda beklediğini biliyoruz. Boşa geçirecek tek bir nefesimiz yok. Öyleyse biz sizin gündeminizin içine dahil olamayız. İşimizi gücümüzü bırakarak sizinle basit meseleleri tartışma konusu yapamayız. Siz yolunuza, biz yolumuza.”
Peki müminin hiçbir zaman değişmeyecek ana gündemi nedir?
Bu gündem, ebedî hüsrandan kurtulmaktır. Bunun da formülünü Asr sûresi dört maddede özetlemiş:
1) İman etmek,
2) İmanına uygun yaşamak (sâlih amel),
3) Hakkı tavsiye etmek,
4) Sabrı tavsiye etmek.
Rabbimiz varlık gayemizi anlayarak ömür sermayemizi bu gayeye uygun harcamayı nasip eylesin. Boş işlerle, gündelik telaşlarla, yapay gündemlerle ömür tüketmekten bizleri muhafaza eylesin.
Rabbimiz bu soruyu bizden cevap almak için değil -çünkü cevap belli-, bu iki kişinin bir olmayacağını belirtmek üzere soruyor. Nasıl bir olsunlar ki? Ortada iki farklı bakış açısı, iki farklı zihniyet var.
Bunların ilki hayatı kendi nam ve hesabına, kendi arzularını tatmin için yaşamıyor. Hayatının bir anlam ve amacı olduğuna inanıyor. Rabbinden indirilmiş apaçık bir delil olan vahiyle hayatına yön vermeye çalışıyor.
Hayatında bir hedef var, o hedefe gitmek için takip etmesi gereken bir yol var, o yolun durakları var. O yolun bir haritası ve bir rehberi var. Her şey apaçık belli, hiçbir şey gizli, saklı, muğlak ve müphem değil.
Diğerinin ise hayatının bir anlam ve amacı yok. Gideceği bir hedef, belirlenmiş bir rotası yok. Böyle olunca takip etmesi gereken bir yol, yolu gösteren bir harita ve yol gösterici bir rehberi de yok. Hayatında tek belirleyici olan kendi arzu ve istekleri, heva ve hevesleri.
Bu iki insan tipinin ilki hayatı besmele çizgisinde yaşıyor. Yani her şeyi Allah adıyla, Allah için ve Allah’ın gösterdiği şekilde. Diğeri ise besmelesiz. Hayatının merkezinde bir sabite yok.
Rabbimiz bu iki kişinin asla aynı olmayacağını belirtiyor. Peki bu farklılık nerede? Hem bu dünyada, hem de âhirette ortaya çıkıyor.
Arzuları, hevesleri istikametinde yaşayan kimse için tek hedef arzularını tatmin olduğu için onun değerleri, ölçüleri, sabiteleri, kırmızı çizgileri yok. Ona “her şey mübah”. Arzuların ise sonu gelmediğinden ve hiçbir zaman tam olarak tatmini mümkün olmadığından bu kişinin huzuru yakalaması söz konusu değil. Elinde olanlarla asla tatmin olmuyor, hep daha fazlasını, hep daha iyisini, daha yenisini, daha güzelini istiyor. Bunları elde edemediğinde mutsuz oluyor, huysuz oluyor. Günler ve gecelerin, aylar ve yılların bedenini eskitmesi, güçlerini yıpratması sonucunda artık arzuları da onu tatmin etmemeye başlıyor.
Hayatı kendi arzularını tatmin için değil Rabbinin rızasını tahsil için yaşadığına inanan kimse için her şey belli, aydınlık. Üstelik bu kişi de Rabbi tarafından çizilen sınırlar dahilinde nefsinin ihtiyaçlarını karşılıyor. Sonsuz istek ve arzularını, sonsuz beklentilerini bu dünya ile sınırlı tutmuyor. Onların tatmin edileceği sonsuz bir âleme inanıyor. Hayatında bir düzen, istikrar var. Hiçbir şey belirsiz değil. Bir nimete kavuşunca şımarmıyor, bir sıkıntı ile karşılaşınca hayata küsmüyor, hayatı bir imtihan biliyor.
Bu iki farklı insan tipinin ölüm sonrasındaki farklılıklarına temas etmeye hiç gerek yok. Bu dünyadaki yaşam tarzları, hayata bakışları bile aralarındaki farklılığı ortaya koymaya yetiyor.
Rabbimiz, rızası istikametinde bir yol tutan kutlu kervana katılmayı, sırat-ı müstakimin yolcularından olmayı cümlemize nasip eylesin.
Allah’ın değerlendirmesinde mükemmel insanın en temel özelliklerinden birisi kendisine dıştan ve üst boyuttan bakış yapabilmesidir.
İnsanın kendisine üç tür bakışı söz konusu olabilir:
1) Kişinin kendisine içten bakışı:
Kendisine, nefsinin gözlüğü ile bakmasıdır. Bu bakışta insan nefsinin esiridir. Bu bakış açısının temel hedefi nefsinin arzularını tatmin etmek, bencil isteklerini karşılamaktır.
2) Kişinin kendisine dıştan bakışı:
Kendisine, başkalarının gözü ile bakmasıdır. Bu bakışta insan kendisini dıştan ve objektif bir değerlendirmeye tabi tutar. Empati dediğimiz şey tam da bununla ilgilidir. Mesela bir kimseye söylediği bir sözün onda nasıl etki meydana getireceğini düşünürken “bana bu söz söylense idi ben nasıl davranırdım?” diyerek kendisine dış bakış yapar.
3) Kişinin kendisine üst boyuttan bakışı:
Kendisine, Allah’ın ölçüleri ile bakmasıdır. Bu bakışta insan, Rabbinin isimlerini ve sıfatlarını, emir ve yasaklarını göz önünde bulundurarak bunlar doğrultusunda kendi yaşantısını, davranışlarını gözden geçirir. “Söylediğim sözler Rabbimin ölçülerine göre uygun mu?”, “yaptığım davranışlar Allah’ın rızasına uygun mu?” diye düşünür.
Kişi kendisine Allah’ın ölçüleri ile ve bir de diğer insanların gözleri ile bakabilmeyi ne kadar becerebilirse o ölçüde duygu, düşünce ve davranışlarında isabetli olur.
Şimdi bu iki bakışa dair âyetlerden örnekler verelim:
Kendi davranışlarımıza başkalarının gözü ile bakabilmenin örnekleri:
Birinci örnek:
“Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın.” (Bakara 267)
Bu âyet şunu diyor: İyilik ve hayır yapmak amacıyla verdiğin mala bir bak. Bu mal sana verilse alır mısın? Nerede bozuk, çürük, işine yaramayacak şey varsa onu iyilik diye vermeye kalkma. Empati yap.
İkinci örnek:
“Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde (halleri ne olur) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler; Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa 9)
Yani yetim çocuklara davranışınızda şunu düşünün: “Ben ölsem ve çocuğum yetim kalsa, başkalarının ona nasıl davranmasını isterim?” Sen de yetim çocuklara öyle davran.
Kendimize Allah’ın ölçüsü ile bakmaya dair pek çok örnek âyet var. Birini zikredelim:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr 18)
Bu âyet şunu söylüyor: Bir davranışta bulunurken, bir adım atarken, bir davranıştan vazgeçerken sürekli Allah’ın ölçülerini göz önünde bulundurun. Bir şeye atılırken veya geri dururken Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü yarın bir gün O’nun karşısında hesap vereceksiniz. Her bir hareketinizi bu düşünce ile yapın.
Kendimize Allah’ın ölçüleriyle ve başkalarının gözleriyle bakamadığımız zaman varlık sebebimizi unuturuz. Kendimizi her şeyin ölçüsü kabul ederiz. Bencilleşiriz, azgınlaşırız, dünyayı kendimizden ibaret görürüz, yalnızca kendimizi haklı sayarız.
Allah Resûlü (s.a.v.) bu konuyu bir sözünde öyle güzel özetliyor ki:
“Her nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın. Bir kötülük yaptığında hemen ardından iyilik yap ki bu iyilik o kötülüğü silsin. İnsanlara güzel ahlaklı bir şekilde davran.”
Bu hadisin ilk maddesi, kişinin her bir durumda Allah’ın ölçülerinin farkında olarak yaşamasını söylüyor. (Takva bilinci). Üçüncü maddesi ise diğer insanlara karşı davranışlarında kişinin kendisine başkalarının gözü ile bakabilmesini öğütlüyor. Çünkü insanlara güzel davranmak demek, onların güzel kabul edeceği şekilde davranmak demektir. Hadisimizin ortasındaki tavsiye ise Allah’ın ölçüleri ile ya da insanların gözü ile kendimize bakmayı beceremediğimiz zamanlarda bizden meydana gelecek hataları gidermek için derhal iyilik yapmaya koyulmamızı söylüyor.
Rabbimiz kendimize takva ölçeğiyle ve başkalarının gözüyle bakabilmeyi nasip eylesin. Bizleri nefislerimizin esir ve oyuncağı olmaktan muhafaza eylesin.
Öyle bir konuda tefekkür etmeliyiz ki bu, hayatımızın bundan sonraki kısmını daha verimli değerlendirmemize vesile olsun. Onun için biraz çarpıcı bir soruyu gündemimize alalım:
Ömrünüzden yalnızca bir gün kaldığını bilseniz nelerle meşgul olurdunuz?
Kalan son gününüzde şu an önem verdiğiniz, vakit ayırdığınız (ya da harcadığınız) şeylere yine vakit ayırır mıydınız?
Şu an sizin için hayatî öneme sahipmiş gibi düşündüğünüz şeyler sizin nazarınızda yine aynı öneme sahip olur muydu?
Bittiği zaman imtihanınızın da biteceği o son günde yine zamanınızı mesela bilgisayar başında oyunla veya televizyon başında dizi, film ya da maç izleyerek mi geçirirdiniz?
Şu an sevindiğiniz şeyler sizi yine sevindirir miydi?
Şu an üzülüp dert ettiğiniz şeyleri yine dert edinir miydiniz?
Mesela arabanızın modelini, elbisenizin ütüsünü, saçınızın rengini yine dert eder miydiniz?
Geçmişe dönüp baktığınızda pişmanlıklarınız olur muydu?
“Keşke şunları yapmasaydım” diyeceğiniz şeyler…
“Keşke şunları yapsaydım” diyeceğiniz şeyler…
“Keşke şu kişiyi hiç tanımasaydım” dediğiniz kimseler…
“Keşke şunlara hayatımda daha çok yer verseydim” dedikleriniz.
Bu soruları kendinize sorduğunuzda muhtemelen öncelikle “eğer yalnızca bir günüm kaldığını bilseydim bütün işimi gücümü bırakır öncelikle Allah’a geçmişteki bütün günahlarım, kusurlarım, hatalarım için tövbe ederdim” deriz.
“Bütün okuduğum şeyleri bir kenara bırakır Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı okumayı biliyorsam onu okurdum, bilmiyorsam mealini okurdum” deriz.
“Geçmişte kalbini kırdığım, tartıştığım, belki de hakkını yediğim kimselerden ulaşabildiklerime ulaşır haklarını helal etmelerini isterdim” deriz.
“Gündelik telaşları, günü birlik dertlerin ne kadar önemsiz olduğunu fark eder Rabbimin huzuruna gideceğimin kaygısını hissederek O’na bütün samimiyetimle dua eder, namaz kılardım” deriz.
Güzel…
Peki bunları yapmak için neyi bekliyoruz?
Bize “hayatından yalnızca bir gün kaldı ona göre!” diye bir uyarı yapılacağını mı düşünüyoruz?
Şu dünya hayatında her gün, birilerinin hayatının ilk günü birilerinin ise son günü.
“Sınavın bitti!” sözünü ne zaman duyacağımızı bilmiyoruz. Öyleyse hayatımızın her gününü “bugün o gün olabilir” ciddiyetiyle yaşamalı.
Hani Allah Resûlü (s.a.v.), Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın (r.anhüma) omzuna elini koyarak ne demişti?
“Dünyada bir yabancı veya yolcu gibi ol”. (Buharî, Rikak, 3)
Aklınıza şöyle bir soru gelebilir: “Bu durum bizi hayata küstürmez mi? Hep bir melankoli halinde hayatı zehir etmez mi? Hayatın zevklerinden mahrum bırakmaz mı?”
Bu durum, tamamen kendinizi dünyaya yabancı veya yolcu gibi hissetmeniz karşısında vereceğiniz tepkiye bağlı.
Eğer dünyanın geçiciliği karşısında hayata küsmek, bunalıma düşmek, yemekten içmekten kesilmek gibi bir duruma düşüyorsanız o zaman yukarıdaki istenmeyen durumlar olabilir.
Aksine bu durum Rabbinizin huzuruna dolu bir biçimde gidebilmek için sizi daha çok gayrete sevk edebilir.
Boşa harcayacak bir saniyenizin olmadığı bilinci ile her an bir iyilik peşinde koşabilirsiniz.
Yalnızca kendi bencil isteklerinizi karşılama peşinde değil başka insanların mutlu olmaları için de gayret gösterebilirsiniz.
Daha çok dua almak, daha çok iyilik yapmak, daha güzel insanlarla bir arada olmak için bütün imkân ve fırsatları değerlendirebilirsiniz.
İbadetlerinizi baştan savma şeklinde değil daha içten yapmaya, insanlara karşı daha anlayışlı ve sevecen olmaya çalışabilirsiniz.
Bunu başarabilmemiz halinde hayat anlamını tam da o zaman bulacak.
O zaman, ömür sermayemizin hiçbir anını boşa geçirmemeyi öğreneceğiz.
O zaman bize varlık sebebimizi hatırlatanlarla bir arada bulunup niçin yaratıldığımızı unutturan herkesten ve her şeyden uzak kalabileceğiz.
İşte o zaman dünyanın nihaî hedef, son durak olmadığını, bir rüya gibi gelip geçen kısa bir an olduğunu fark edeceğiz.
O zaman Rabbimizin şu sözünü daha iyi anlayacağız:
“Hayır! Âhiret daha hayırlı (üstün) ve kalıcı olduğu halde siz dünyayı tercih ediyorsunuz!” (A’la 16-17)
Rabbimiz, dünyada var oluş sebebimizi idrak etmeyi, ömrümüzü boşa tüketmekten sakınmayı, hayatımızın her anını bir sermaye bilerek hayırlı işlerde harcamayı bizlere nasip eylesin.
Şeytanın her seviyedeki insana yönelik farklı bir taktiği, planı, stratejisi vardır. Mümine ayrı, kâfire ayrı yaklaşır. Müminler içinden sâlih olanlara ayrı, günahkârlara ayrı yaklaşır. Şeytanın tuzağı, bu tuzaktan haberdar olan ve bu tuzağa karşı ne yapması gerektiğini bilenler açısından zayıftır. Ancak tuzağın ne olduğunu bilemezsek en basit tuzak bile kurtulmamızı zorlaştırabilir.
Gazalî’den aktaracağım bölümde şeytanın, günah işleyen müminlere yönelik önemli bir tuzağından söz ediliyor. Şöyle ki;
Günah işleyen ve bundan tövbe etmek istediği halde uzak duran pek çok kimsenin tövbe etmesini engelleyen şey, yeniden günah işleyeceği, böylece tövbesinin boşa çıkacağı, hatta böyle yaparak daha büyük günaha gireceği düşüncesidir.
Masum gibi görünen bu düşünce aslında şeytanın bir vesvesesinden ibarettir. İmam Gazalî bu konuda nefis bir tahlilde bulunmaktadır.
O, şöyle diyor:
Şayet “tövbe etmemi engelleyen şey, yeniden günaha döneceğimi ve tövbemde sebat edemeyeceğimi bilmemdir. Bu şekilde tövbe etmemin bir faydası olmaz” diyecek olursan şöyle cevap veririm:
Bu düşünce, şeytanın bir aldatmasıdır. Yeniden günaha döneceğini nereden biliyorsun? Belki de bir daha günah işlemene fırsat bulamadan öleceksin?!
Yeniden günaha dönme korkusuna gelince; sana düşen şey bu konuda azimli ve doğru olmaktır, bunu tamamına erdirecek olan Allah’tır. Şayet Allah bunu [senin istediğin şekilde] tamamlarsa o zaman bu Allah’ın sana bir lütfu olmuş olur. Şayet tamamlamazsa hiç değilse geçmişteki günahın bağışlanmış, onlardan kurtulmuş ve temizlenmiş olursun. Geriye sadece bu son işlediğin günah kalmış olur. Bu, büyük bir kâr ve büyük bir kazançtır. Şu halde sakın ola “yeniden günaha dönebilirim” düşüncesi, seni şu anda tövbe etmekten alıkoymasın! Zira tövbe etmekle her halükârda yukarıda belirttiğim iki güzellikten birini elde etmiş olacaksın. Muvaffak kılacak olan ve hidayete erdirecek olan yalnızca Allah’tır.”
Gazalî, Minhâcü’l-âbidîn, s. 58.
Rabbimiz bizleri şeytanın tuzaklarına düşmekten muhafaza buyursun. Nasuh tövbe etmeyi cümlemize nasip eylesin.
Namaz ibadetine girişin anahtarı niçin başka bir cümle değil de bu cümle?
“Allahu ekber” ifadesi Allah’ın (en) büyük, (en) yüce, (en) üstün, (en) ulu varlık olduğunu ifade ediyor.
Burada Allah’ı diğer varlıklarla kıyaslama olmayıp aslında Allah’ın eşsiz ve tek büyük olduğu vurgulanıyor. Aslında bu ifade “sizin büyük gördüğünüz şeyler büyük değildir, tek büyük vardır o da Allah’tır” anlamına geliyor.
Bu cümle, müminin hayatında Allah’tan daha çok üstün tuttuğu, önemsediği, sevdiği, değer verdiği, bağlandığı, sığındığı, dayandığı, karşı gelmekten sakındığı hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin olamayacağını ifade ediyor.
Bir mümin için Allah, daima listenin en başındadır.
Şuurlu bir mümin bir iş yapmayı istediğinde herkesten ve her şeyden önce “Rabbim bu konuda ne der?” diye düşünür.
Rabbinin rızasını her şeyden önce ve önde tutar.
Rabbinin sözünü, tüm sözlerden daha önemli görür.
En çok Rabbinin adını anar.
En çok O’na karşı gelmekten sakınır.
En çok O’nunla huzur bulur.
En çok O’ndan ayrı kalmaktan, O’nun gazabından ve azabından korkar.
Onun en çok önem verdiği, insanların övgüsü ya da sövgüsüne değil Rabbinin değerlendirmesidir.
İşte günde beş vakit ezanda, farz namazdan önce kamette, namazın başlangıcında ve her bir hareketi yaparken bu kelimenin söylenmesinde mümine, hayatında en çok neye önem vermesi gerektiğini tekrar tekrar hatırlatma söz konusudur.
Hayatın koşuşturmacasının bizi bir girdap gibi içine çektiği her durumda “Allahu ekber” nidası bizi bu girdaptan kurtarıp kendimize getiriyor, en önemliyi bize hatırlatıyor.
Onun büyüklüğü karşısında, büyük saydığımız her sıkıntı, dert, tasa, gam, keder yok oluyor.
Onun büyüklüğü karşısında diğer tüm büyüklüklerin hakikat değil sanal olduğunu anlıyoruz.
Bu ifade, kendi gücüne, kuvvetine, mülküne, servetine güvenene diyor ki: “Kendini büyük görme, senden büyük Allah var. O’nun gücü yanında senin gücünün, O’nun mülkü yanında senin mülkünün, O’nun iradesi yanında senin iradenin hiçbir önemi yoktur.”
Bu ifade, kendi güçsüzlüğüne, âcizliğine, hastalığına, perişanlığına bakıp ümit kesen insana diyor ki: “Ümidini kesme! Senin derdinden büyük Allah var. Sonsuz güç sahibi Rabbin var. Sana imkânsız olan hiçbir şey O’na imkânsız değildir.”
Bu cümleyi, manasını anlayarak, içimize sindirerek söylediğimiz taktirde gözümüzde büyüttüğümüz her şey küçülecek, anlamını yitirecek gönlümüzün tahtında O’ndan başka hiçbir şey kalmayacaktır.
Allah’ın bir çok ismi bulunduğu halde besmelede bunlardan ikisi geçer. Bu husus, Rabbimizin en önde gelen vasfının rahmet olduğunun en açık göstergesidir.
Demek ki “Allah deyince aklına ne geliyor?” diye sorulacak olsa, besmeleyi şuurlu bir şekilde söyleyen mümin bu soruya hiç duraksamadan “O’nun merhameti” diye cevap verecektir.
Şimdi şunu soralım:
Allah, niçin merhamet sahibi oluşunu iki farklı ismi ile belirtiyor? Bu ikisi arasında nasıl bir fark var?
Çok kısaca belirtelim:
Rahman, Allah’ın tüm varlıkları kuşatan rahmetidir. Bu yönüyle canlı-cansız, insan-hayvan-bitki tüm varlık âlemini kuşatır.
Bir sûrede belirtildiğine göre (A’lâ 1-3) varlıklarda bu rahmetin tecelli etmesi dört aşamada olur:
a) Yoktan var edilmesi (halk)
b) Biçim verilmesi (tesviye)
c) Yaşamı için şartlar belirlenmesi (takdir)
d) Yaşam şartlarına uygun olarak yönlendirilmesi (umumi hidâyet)
Demek ki kâinattaki her varlık O’nun rahmeti ile varlık sahasına çıkmış, O’nun rahmeti ile kendine özgü bir donanıma sahip kılınmış, bu rahmet ile hayatını sürdürebilmesi için bir ortam belirlenmiş ve o bu rahmet ile kendisine uygun ortama yönlendirilmiştir.
Rahîm ismi ise Rabbimizin müminlere yönelik rahmetini ifade eder. Bu, dünyada iken onlara hidayet etme, yardım ve destek olma, dualarına icabet etme, günahlarını affetme âhirette de azap yurdu olan cehennemden kurtararak nimet yurdu olan cennete koyma şeklinde tecelli eder.
Allah’ın Rahîm isminin tecellisinin müminlere özgü olduğunu Rabbimiz şöyle ifade eder:
“Rahmetim her şeyi kuşatır. Onu, takva sahiplerine (Allah’a karşı gelmekten sakınanlara), zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (Araf 156)
Namazın her rekâtında hem besmele hem de Fâtiha sûresinde Allah’ın çift yönlü bu rahmetini zikretmemiz boşuna değil! Bu, O’nun, sonsuz rahmeti ile varlıkları yaratarak sevk ve idare etmesini, diğer yandan da kendi çizdiği doğrultuda gidenlere yönelik özel rahmetini düşünmemiz için.
Kişinin Allah’ın rahmetinden alacağı pay O’na saygısı, buyruklarına bağlılığı ile doğru orantılıdır. Allah’a olan saygı ve bağlılık arttıkça Allah’ın kuluna olan rahmeti de o oranda artacaktır.
Bu gerçek karşısında duyarlı bir mümine düşen, Allah’ın yolundan sapmamak ve rahmetinden pay sahibi olmak için şöyle dua etmektir:
“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmran 8 )
Felak Sûresi’ni her zaman (ama özellikle de sıkıntılı durumlarda) okumamızın pek çok hikmetinden birine temas edeceğim.
Felak sûresinin ilk âyetinde geçen bir kelimenin anlamı bu hikmeti ele veriyor.
İlk âyete geçmeden şunu belirtelim:
Sûrede dört şeyden Allah’a sığınmamız isteniyor:
a) Yarattığı şeylerin şerlerinden,
b) Karanlığı etrafı kapattığında gecenin şerrinden,
c) Düğümlere üfüren büyücülerin şerrinden,
d) Haset ettiği vakit hasetçinin şerrinden.
Bütün bu sığınmalar öncesinde daha başlangıçta “Felak’ın Rabbine sığınırım” dememiz emrediliyor. Peki ama felak ne?
Arap dilinde bu kelimenin iki anlamı var:
1) Gecenin ardından sabahın gelişi
2) Tohumun ve tanenin yarılması
Peki “Felak’ın Rabbi” ne anlama geliyor?
Bununla şu kastediliyor:
Allah, gecenin ardından sabahı, karanlığın ardından aydınlığı getiriyor.
Toprağın altında nice aşamalar ve bâdireler atlatan taneden ve tohumdan, canlılığa sahip ekinleri ve ağaçları meydana getiriyor.
Böylece maddî ya da manevî olarak sıkıntıda olan, çeşitli korkuları, düşmanları bulunan herkese şu mesaj veriliyor:
Gecenin karanlığından sabahı çıkaran, tohum ve taneden ekin ve ağacı, çiçek ve yaprağı, meyveyi çıkaran bir Rab var.
Öyleyse sen O’na sığın. Şimdiki durumuna bakarak hayatının hep böyle geçeceğini düşünme. Gecenin ardından sabahı getiren Rabbine sığınırsan O, senin için de tüm zorlukları yarıp kolaylıklar yaratabilir. Tüm korkularını dağıtabilir.
Şu iki yanlıştan birine düşme:
a) “Gece (zorluklar, sıkıntılar) hep devam edecek”. “Tohumlar hiçbir zaman ekine ve meyveye dönüşmeyecek.”
b) “Gece, kendiliğinden sabaha kavuşacak.” “Tohumlar kendiliğinden ağaca dönüşecek.”
Gece hep devam etmeyecek, tohumlar hep öyle kalmayacak ama gece kendiliğinden değil, âlemlerin Rabbinin tasarrufuyla sabaha kavuşacak. Tohumlar kendiliğinden değil, âlemlerin Rabbinin isteğiyle ağaca dönüşecek.
Öyleyse O’na sığın, O’na dayan, O’na güven.
Şunu da bil: Gecenin karanlığı bir anda son bulup sabaha dönüşmüyor. Bunun bir süresi var. Tohum ve tane, bir anda ekine ve ağaca dönüşmüyor. Bunun bir süresi var. Senin zorluk ve sıkıntıların da bir anda ortadan kalkmayabilir ama sabırlı olursan sabahı da ağacı da görürsün.
Öyleyse?
Geceye yenilmemek lazım. Tıpkı merhum Sezai Karakoç’un dediği gibi:
“Geceye yenilmeyen her insana, ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş vardır.”
Bugün de yazımızı Felak sûresindeki dua ile bitirelim:
“1. De ki: “Ben sabahı ağartan/tohum ve taneyi yaran Rabbe sığınırım.
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
5. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden.”
Eğer şu soruları daha önce kendinize hiç sormadıysanız bu yazı vesilesiyle mutlaka bunu yapın!
Bir ortama girdiğinizde orada nasıl bir hava oluşuyor? İnsanlar sizi görünce neyi hatırlıyor? Onlara nasıl bir profil çiziyorsunuz?
Lafı dolandırmadan peşin olarak söyleyelim: İdeal bir Müslümanın en bariz vasfı, bulunduğu yerde hem Allah’ı hatırlaması hem de hatırlatıyor olmasıdır. Peygamberimizin en bâriz vasıflarından biri “hatırlatıcı (müzekkir)” olmasıydı. O, hem Allah’ı hatırında tutar, hem de kendisini görenlere Allah’ı hatırlatırdı.
Toplum içine karıştığınızda, dost meclislerinde buluştuğunuzda neyin muhabbetini yapıyor olursanız olun, o ortamda Allah’ın da sizinle birlikte olduğunu duruşunuzla, tavrınızla, sözlerinizle hatırlayabiliyor ve hatırlatabiliyorsanız sizden âlâsı yok demektir. Ama tek başına iken Allah’ı anıp toplum içine karıştığınızda sanki O yokmuş gibi yaşıyor, her türlü muhabbeti yapıyor da sözü bir tek O’na getiremiyorsanız, konuşmalarınızda, bakışlarınızda O’nun kırmızı çizgilerine riayet etmiyorsanız daha kıvamınızı bulamamışsınız demektir.
İnsanların bu konuda üç farklı tavra sahip olduklarını söyleyebiliriz:
Birinci grup ne kendi başlarına ne de topluluk içinde Allah’ı anmayan, hatırlarına getirmeyen, sanki “Allah yokmuş” gibi yaşayanlar. Bunlar en bedbaht olan insanlardır. Okyanusun ortasında rüzgâr nereden eserse o tarafa giden, gidecek bir hedefi, sığınacak bir limanı, bir bekleyeni olmayan anlamsız ve amaçsız bir gemi gibi…
İkinci grup tek başına iken Allah’ı hatırına getirmediği halde topluluk halinde iken hatırlayan veya kendi başına iken Allah’ı anmakla birlikte topluma karışınca farklı bir kimliğe bürünen, kalabalıklarda Allah’tan bigâne bir hayat yaşayanlar. Bunlar tek kanatlı kuşa benzerler.
Üçüncü grup ise hem kendi başlarına iken hem de topluluk içinde iken Allah’ı bilen, bulan ve anan, bulundukları ortamda Allah’ı hatırlatanlardır. En hayırlı insanlar bunlardır. Bunlar kutlu bir hedefe, mutlu bir sona, sağlam bir kılavuz eşliğinde yolculuk eden insanlardır.
Şunu unutmamak gerekir: Kendi nefsimizde Allah’ı andığımızda, Allah’ın da bizi zâtına layık bir şekilde kendi nefsinde anmasına vesile oluyoruz. Bir topluluk içinde Allah’ı andığımızda, Allah da bizi, içinde bulunduğumuzdan daha hayırlı bir topluluk içinde anıyor!
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) belirttiğine göre Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Kulum beni kendi nefsinde anarsa ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer beni bir topluluk içinde anarsa ben de daha hayırlı bir topluluk içinde onu anarım.” (Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Zikir, 21)
Bundan büyük bir nimet olabilir mi? Siz arkadaşlarınızın yanında “Allah” diyorsunuz, Allah da melekler topluluğu içinde “falan kulum” diye sizden bahsediyor!
Rabbimiz bizleri hem kendi nefsimizde O’nu anan, hem de bulunduğumuz ortamlarda tavrımızla, duruşumuzla O’nu hatırımızda tuttuğumuzu gösteren kullarından eylesin.
Dinlediğiniz her bir söz, gördüğünüz her bir görüntü kalbinize ekilmiş bir tohum gibidir. Siz bir şey dinlerken veya bir şeye, bir kimseye bakarken bunun farkında olmayabilirsiniz. Ama o sırada gözünüz ve kulağınız kanalıyla kalbinize bir söz ve bir görüntü tohumu atılıyor!
Eğer gözünüz harama bakıyorsa, kulağınız haram olan şeyleri dinliyorsa kalbinize de haramın tohumları atılıyor demektir. Tövbe ve istiğfar, kalbinize atılmış bu tohumları çalılara, ayrık otlarına ve dikenlere dönüşmeden önce kalp tarlanızdan sökmek anlamına gelir. Ancak siz bunu yapmaz da haram olan şeylere devam ederek bu tohumları sularsanız gün gelir tarlanızı dikenler, çalılar, otlar kaplar. Artık o tarlada iyi bir şey yetiştirmek mümkün olmaz.
Eğer gözünüz kâinata ibret nazarıyla bakıyorsa, Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın âyetlerine tefekkür nazarıyla bakıyorsa, Allah Resûlü’nün hayatını yazan kitaplara, iyilik ve güzellikleri anlatan eserlere bakıyorsa, kulağınız Allah’ın kelamını, peygamberimizin sözlerini, iyi ve güzel nasihatleri dinliyorsa o zaman kalbinize güzel tohumlar ekiyorsunuz demektir. Allah’ı zikretmeye devam ederek bu güzel tohumları sulamayı sürdürürseniz bir zaman sonra gönül tarlanızda rengârenk çiçekler, güzel ve meyveli ağaçlar çıkacak demektir.
Buradan istiğfar ve Allah’ı zikretmenin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlıyoruz.
İstiğfar, gün içinde gönül tarlamıza ekilen ne kadar zararlı tohum varsa onları öldürüp yok ediyor. Gönül tarlamızda ayrık otları, dikenler bitmesine engel oluyor.
Allah’ı zikretmek gönül tarlamıza ekilen ne kadar yararlı tohum varsa onları büyütüp ağaca, çiçeğe, meyveye dönüştürüyor.
Demek ki Allah Resûlü (s.a.v.) onun için sürekli istiğfarda bulunmaya teşvik ediyor. Demek bunun için sürekli zikrin öneminden bahsediyor.
Sözlerimizi, Allah Resûlü’nün, istiğfar ve zikre ilişkin iki sözüyle tamamlayalım:
“Kim istiğfara yapışırsa (bırakmaksızın devam ederse) Allah onun için her zorluktan bir çıkış, her endişeye karşı bir rahatlık verir ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebu Davud, Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 5)
“Rabbini zikreden ile zikretmeyen kimse, ölü ile diriye benzer.” (Buhârî, Deavât, 66)
Rabbimiz gönül tarlalarımızdaki her türlü zararlı tohumu istiğfarla temizlemeyi, her türlü yararlı tohumu zikrullah ile sulamayı bizlere nasip eylesin.
Hz. Yakup, tevekkülü o kadar iyi anlamış ve hayatında o kadar iyi uygulamış ki… İmtihanı gittikçe artan dozda zorlaştığı halde tevekkül ve sabrını hiç bozmuyor, aynı istikrarı hep koruyor.
Tevekkülün iki unsuru var: Tedbir almak ve Allah’a güvenmek.
Hz. Yakub’un aldığı bütün tedbirler sonuçsuz çıkıyor ama o, hiçbir zaman tedbir almaktan, tevekkülden ve sabırdan vazgeçmiyor. Hiçbir zaman ümit kesmiyor.
Şimdi sırayla bakalım:
1. Sûrenin başında Hz. Yusuf, gördüğü rüyayı anlattığı anda Hz. Yakup bu rüyanın Hz. Yusuf’u kardeşlerine göre çok daha fazla öne çıkaracağını anlayınca hemen ilk tedbirine başvuruyor:
“Babası, “Yavrucuğum” dedi, “Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.” (Yusuf 5)
Şu ferâseti görüyor musunuz? Hz. Yakup bu tedbiri alıyor ama sonuç ne oluyor? Kardeşleri Hz. Yusuf’a yine tuzak kuruyorlar. Tedbir boşa çıkıyor. Ama Hz. Yakup yine tedbirden vazgeçmiyor.
2. Hz. Yusuf’un abileri, onu yanlarında gezmeye götürmek istediklerinde Hz. Yakup, Hz. Yusuf’u korumak adına yine tedbir alıyor. Onlarla göndermek istemiyor ve bir korkusunu dile getiriyor:
“Babaları, “Doğrusu onu götürmeniz beni endişelendiriyor; farkında olmadığınız bir sırada onu kurt yer diye korkuyorum” dedi.” (Yusuf 13)
Peki bu tedbir işe yarıyor mu? Hayır! Yusuf’un kardeşleri, tam da Hz. Yakub’un korktuğunu söylediği şeyi bahane olarak zikrediyorlar ve Yusuf’u bir kurdun yediğini söylüyorlar.
3. Aradan yıllar geçiyor. Hz. Yusuf, Mısır’da hazine ve maliyeden sorumlu yönetici olmuş. Kardeşleri, kıtlık yılında Yusuf’tan yiyecek maddesi almak üzere gidiyorlar. Yusuf, onlara başka kardeşleri olup olmadığını soruyor. Onlar, Bünyamin diye bir kardeşleri daha olduğunu söyleyince, bir daha onu getirmezlerse yiyecek vermeyeceğini söylüyor. Yusuf’un kardeşleri, Hz. Yakub’a durumu anlatarak Bünyamin’i kendileriyle göndermesini istiyorlar. Hz. Yakup ise göndermek istemiyor. Kardeşler ısrar edince bu defa Hz. Yakup yine tedbire başvuruyor, onlara yemin ettirerek söz alıyor.
“Ya‘kūb şöyle cevap verdi: “Aşılamaz engellerle kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi.” (Yusuf 66)
4. Hz. Yakup, çocuklarını Mısır’a gönderirken hepsinin tek bir kapıdan girerek bir arada hareket etmemelerini, dikkat çekmemelerini istiyor. Böyle bir tedbire başvuruyor. Ama biliyor ki bu tedbir, Allah’ın takdirini bozamaz. Fakat yine de tedbire başvuruyor.
“67. Sonra şunu söyledi: “Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. Ben yalnız O’na güvenip dayandım. Güvenecek olanlar yalnız O’na güvenip dayansınlar.
68. Şehre babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler ama bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savacak değildi. Şu var ki, Ya‘kūb’un içinde taşıyıp onlara açıkladığı kaygıyı gidermiş oldu. Şüphesiz o, bizim kendisine öğrettiğimiz bir bilgiye sahipti. Fakat insanların çoğu (bu hakikati) bilmezler.” (Yusuf 67-68)
Tedbir başarılı oluyor mu? Hayır! Bu defa da Hz. Yakub, oğlu Bünyamin’den ayrı düşüyor! Peki Hz. Yakup ümidini kesiyor mu? Tedbirlere son veriyor mu? Hayır.
Bir oğulun yanına bir oğul daha ekleniyor ve kayıp ikiye çıkıyor. Üstelik Bünyamin’in de bu şekilde babasından ayrı kaldığını gören büyük kardeş, babasının yanına dönecek yüzü olmadığını belirterek o da Mısır’da kalıyor. Hz. Yakup için imtihan daha da zorlaşıyor. Kayıp evlat sayısı üçe çıkıyor.
Hz. Yakup tedbirden, tevekkülden ve sabırdan vazgeçiyor mu? Hayır!
5. Hz. Yakub’un son hamlesi geliyor. Bu defa artık alınacak hiçbir tedbir kalmadı, başvurulacak hiçbir yol kalmadı. Ama işte tam da burada Hz. Yakup tevekkülünün zirve cümlelerini kuruyor:
“Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez!”
Bütün bu süreçler yaşanırken Hz. Yakup üzülüyor, yıpranıyor, ağlıyor ama Allah’a asla isyan etmiyor. Hüznünü Rabbinden başkasına dökmüyor:
“85. Oğulları, “Allah’a andolsun ki, sen ‘Yûsufum!’ diye diye sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helâk olacaksın!” dediler.
86. Ya‘kūb da şöyle dedi: “Ben acımı ve kederimi ancak Allah’a arz ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan gelen bilgiyle biliyorum.”
Sonuç ne oluyor peki? Bütün kardeşler buluşuyor. Bütün aile bir araya geliyor. Hiçbir sıkıntı kalmıyor. Şuna emin olabilirsiniz: Sonuç mutlu sonla bitmeseydi bile Hz. Yakup sabrından, tevekkülünden hiçbir şey kaybetmeyecekti…
Bu sûreyi okurken sadece Hz. Yusuf’a odaklanarak okumamak gerekiyor. Herkesin imtihanı ayrı. Hz. Yusuf’un imtihanından belki daha zor imtihan Hz. Yakub’un imtihanı idi. O sabrıyla, tevekkülüyle imtihanını kazandı.
Demek ki aldığımız bütün tedbirler boşa düşse bile tedbir almaktan vazgeçmeyeceğiz.
Demek ki imtihanın dozu ve şiddeti gitgide artsa bile Rabbimizden asla ümit kesmeyeceğiz.
Demek ki hüznümüzü, kederimizi insanlara arz ederek Rabbimizi şikâyet etmek yerine Rabbimize arz ederek O’na sığınacağız.
Rabbimiz Kur’an’ı hakkıyla okumayı, mesajlarını almayı, hayatımıza yansıtmayı bizlere nasip eylesin.