Muhtelif Fıkıh Konuları-3

Menfi ibadetler

İbadet kısaca Allah’a boyun eğme, itaat etme, teslim olma, kullukta bulunma demektir. İbadet dediğimizde öncelikli olarak namaz kılma, zekât verme, oruç tutma, dua etme, itikafa girme, kurban kesme, Kur’ân okuma gibi Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için yaptığımız salih ameller anlaşılır. Fakat ibadet, yapılan amellerin yanında, Allah için kaçınılan davranışları da içine alır. Bediüzzaman bunlara “menfi ibadetler” der ve bunların insana nasıl sevap kazandıracağını şöyle izah eder:

“Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vaciptir (farz manasında). Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva böyle zamanlarda, binler günahların hücumlarında bir tek içtinap, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınma kastıyla menfi ibadetten gelen ehemmiyetli amal-i salihadır. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve kaçınma niyetiyle yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.” (Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası)

İbadetin temelinde insanın Allah’a duyduğu derin saygı ve sevgi, korku ve haşyet vardır. İnsan Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu elde etmek için O’nun emirlerini yerine getirdiği gibi, O’nun gazap ve azabından korunmak için de yasaklarını terk eder. Kısacası, emir ve yasaklarında ilâhî iradeye itaat eder, boyun eğer. Hem emirlerine riayet ederek hem de yasaklarından kaçınarak sevap kazanmaya, O’na yaklaşmaya, O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Zira kulluk imtihanını başarıyla geçmek, ebedî nimetlere mazhar olmak buna bağlıdır.

Salih amel yapmanın ve yasaklardan kaçınmanın yanı sıra hastalık, musibet, zorluk ve sıkıntılar karşısında insanın dişini sıkıp sabretmesi de aynı şekilde menfi ibadet cümlesindendir. Bediüzzaman Hazretleri bu durumu da şöyle izah eder: “İbadet iki kısımdır. Biri müspet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.” (Bediüzzaman, Lem’alar, 25. Lem’a)

İbadet denildiğinde ilk olarak namaz, oruç, zekât, dua gibi ameller akla gelir. Sadece bunlar vasıtasıyla sevap kazanılacağı zannedilir. Kulluk borcunu yerine getirmek sadece bunlara münhasır görülür. Oysaki yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere ibadetin anlamı çok daha geniştir. İnsanı Allah’a yaklaştıracak vesileler çok daha fazladır. İnsanın karşı karşıya kaldığı bir günahı Allah için terk etmesi, maruz kaldığı belâ ve musibetler karşısında şikayet etmemesi de menfi cihetten yapılan birer ibadettir.

Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurur: “Kulum kötü bir amel yapmak isterse, onu yapmadıkça yazmayın! Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın! Eğer benim için terk ederse bunu onun lehine bir sevap yazın.” Görüldüğü üzere haramların terk edilmesi sadece insanı günah işlemekten korumuyor, aynı zamanda ona ibadet sevabı kazandırıyor. Zira haramlara karşı koymak, ciddi bir nefis mücadelesi gerektirir. İnsanın günahlardan uzak bir şekilde iffet ve ismetiyle yaşayabilmesi, arzu ve isteklerini kontrol edebilmesine bağlıdır. Bu da sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın meşru ve helâl dairede kalabilmesi, içindeki takva duygusuna, Allah korkusuna bağlıdır.

İmam Suyutî Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın, haramların terk edilmesine verdiği önemin, farzların işlenmesine verdiği önemden daha büyük olduğunu ifade eder ki bu son derece önemli bir tespittir. (Suyuti, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 187) Pek çok âyet ve hadisten süzülerek çıkarılan, “Def-i mefasid celb-i menafiden evlâdır (Zararlı şeylerin terk edilmesi, faydalı şeylerin elde edilmesinden önceliklidir)” şeklindeki fıkıh kaidesi de aynı noktaya dikkat çeker. Demek ki Allah’a karşı ortaya koymakla mükellef olduğumuz kulluk vazifesinin ilk ve öncelikli şartı, O’nun haramlarından kaçınmaktır.

Günahların olabildiğine yaygınlaştığı ve normalleştiği günümüz dünyasında bu husus ayrıca önem arz etmektedir. Eğer her tarafın harama açılan kapılarla dolduğu bir çağda, bir mü’min haramlara karşı mesafeli duruşunu koruyabilirse, aleyhinde gibi görünen bir durumu lehine çevirebilir, müspet cihetten yaptığı amellerle ulaşamadığı derecelere, haramlara karşı gösterdiği sabırla ulaşabilir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle yüz günahtan uzak durduğunda yüz farzı işlemiş gibi sevap kazanır.

Hastalık ve kayıplar, arzî ve semavî afetler, zulüm ve gadirler kısaca zorluk ve sıkıntılar karşısında gösterilen sabrın da menfi cihetten yapılan bir ibadet olduğunu söylemiştik. Bediüzzaman’ın hastalıklar hakkında söylediği, “Bazı sabreden ve şükreden hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, sahih rivayetlerle ve sadık keşiflerle sabittir.” sözünü, insanın karşı karşıya kaldığı daha başka sıkıntı ve meşakkatler hakkında da düşünebiliriz.

Burada önemli olan, can sıkıcı hâdiseleri sabırla karşılayabilmek, onlar karşısında kaderi tenkit etmemek, hâlinden şikayet etmemek, Allah’a rızadan ayrılmamaktır. İşte bunu yapabilen kimselerdir ki müspet anlamda yapacakları ibadet ü taatle elde edemeyecekleri derece ve seviyeleri sabırlarıyla elde edebilirler. Şu hadis-i şerif de bunu teyit eder: “Cenâb-ı Hak, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa, ibadet ü taatiyle o zirveye ulaşma­sı imkânsız görünen kimseleri, nefis ve aileleri itibarıyla müptelâ kılar.. sonra da o iptilâya karşılık onlara sabır verir; derken, onları yükseltip o menzile erdirir.” (İbn Hibbân, es-Sahîh, 7/169)

Kısacası, ibadetin üç türü vardır; biri müspettir ki bu tür ibadetler bir fiil ortaya koyarak yerine getirilir. Diğer ikisi ise menfidir ki bunlar da bir şeylerden kaçınarak yerine getirilir. Bu kaçınılan şeyler de ya karşı karşıya kalınan haramlar olur ya da belâ ve musibet zamanlarında Allah’ı şikayet veya kaderi tenkit anlamına gelebilecek söz ve fiiller.

İbadetle ilgili bu izahlar çoğumuzun aklına sabırla ilgili meşhur üçlü taksimi getirecektir ki bunlar da taat üzere sabır, haramlara karşı sabır ve musibetlere karşı sabırdır. Dolayısıyla bir anlamda ibadet sabırla özdeşleşmektedir.

Yazıyı Efendimiz’in (s.a.s) şu hadisleriyle bitirelim:

“Mü’minin durumu şâyân-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64)

İnsan hakları (1. Yazı)

Tıpkı demokrasi gibi insan hakları da günümüzde âdeta büyülü bir kavram hâline geldi. Batılı insanın son birkaç asırdır verdiği mücadeleyi ve bu mücadele neticesinde elde ettiği önemli kazanımları “demokrasi” ve “insan hakları” kavramlarıyla özetlememiz mümkün. İnsan haklarının korunması, hem anayasaların hem de uluslararası hukukun en öncelikli hedefi olarak görülüyor. Son asırda başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok bildiri yayınlandı, sözleşme yapıldı. Bu alanda çalışma yapmak ve dünyadaki gelişmeleri takip etmek üzere çok önemli kurum ve komisyonlar teşekkül etti. Konu etrafında binlerce akademik yazı yayınlandı. Hükümetlerin başarısı insan hakları karşısındaki tavır ve duruşuyla ölçülür hâle geldi.

Artık bundan sonra insan haklarını ihlal eden, ciddiye almayan ve görmezden gelen anlayış ve uygulamaların uluslar arası arenada kendine yer bulması zor görünüyor. Nitekim insan hakları karnesi kötü olan zorba yönetimlere karşı maddi-manevi farklı yaptırımlar devreye girebiliyor. İnsan haklarını ihlal eden şahıslar veya rejimler uluslararası mahkemelerde yargılanıyor, cezaya mahkum ediliyor veya en azından evrensel platformlarda yalnızlığa terk ediliyor.

Peki, niçin insan hakları, günümüz insanlığının, özellikle Batı medeniyetinin birinci gündem maddesi hâline geldi. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Eğer bir şeye çok fazla vurgu yapılıyorsa, aksi yönde bir problem var demektir. Mesela zulümlerin başını alıp gittiği bir yerde, herkes adaletten dem vurur. Şayet kitleler despotizmin paletleri altında eziliyorsa, tüm muhavereler demokrasi, özgürlük ve bireycilik kavramları etrafında döner. Sürekli inançla ilgili meselelerin tahşidatı yapılıyorsa, ilhad ve küfür ciddi boyutlara ulaşmış demektir. Aynen bunlar gibi bugünün insanının her platformda insan hakları üzerinde durmasının sebebi de, tarihte ve günümüzde yaşanan ağır insan hakkı ihlalleridir.

Her ne kadar günümüzde, insan hakları konusunda ciddi bir duyarlılık oluşmuş ve bu konuda önemli adımlar atılmış olsa da, pek çok ortamda meselenin teorik ve pratiği etrafında ciddi tartışmalar yapılmaya devam ediyor. İnsan haklarının mahiyeti, kaynağı, çerçevesi, ilkeleri vb. konular üzerinde tam bir mutabakattan bahsetmek mümkün olmadığı gibi, uygulamada da büyük problemlerle karşılaşılıyor. Aynı şekilde İslâm’ın getirdiği hüküm ve ilkelerin, modern insan hakları kuramıyla ne derece örtüştüğü oldukça tartışmalı alanlardan biridir.

Bizim burada ele almak istediğimiz asıl konu, İslâm’ın insan haklarıyla ilgili getirdiği hüküm ve müeyyidelerdir. Farklı bir tabirle, modern insan hakları kuramının ne ölçüde dinî hükümlerle örtüşüp örtüşmediğine yakından bakmak, İslâm’ın insan haklarına katkısını ele almak ve konu etrafında dile getirilen eleştiri ve itirazları incelemek istiyoruz. Dahası insan hakları konusundaki duyarlılığın oldukça zayıfladığı ve en temel hak ve özgürlüklerin dahi kolayca ihlâl edildiği bir dönemde, Müslümanlara, referans aldıkları kaynaklardaki hükümleri hatırlatmak, zulüm ve haksızlıkları engelleme noktasında bir çağrıda bulunmak istiyoruz. Fakat asıl konuya girmeden önce kısaca farklı açılardan insan haklarıyla ilgili bilgi verilmesi faydalı olacaktır.

İNSAN HAKLARININ TANIM VE MAHİYETİ

İnsan hakları (human rights) denildiğinde kısaca, tüm insanların, dinine, diline, ırkına, rengine, cinsiyetine, sosyal statüsüne bakılmaksızın sırf insan olmaları hasebiyle doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükler, menfaat ve yetkiler anlaşılır. Bu haklar bütünüyle şahsa bağlı olup, bir başkasına devredilmesi veya vazgeçilmesi mümkün değildir. Bunlar aynı zamanda dokunulmaz haklardır. İnsan hakları -başkalarının hakkına tecavüz söz konusu olmadığı sürece- ne şahıslar ne de devlet tarafından sınırlandırılamaz, baskı altına alınamaz, ihlal edilemez. Dolayısıyla insanların sahip oldukları bütün haklar, “insan hakları” kapsamında değerlendirilmez.

İnsan haklarının temel gayesi, her şeyden önce devlete karşı bireyi korumaktır. Farklı bir ifadeyle birey ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenlemektir. Devlete, sınırlarını ve yetkilerini göstermektir. Vatandaşlar üzerindeki kamu otoritesinin sınırlarını çizmektir. Bütün bunların gerçekleşmesi için de hukukun üstünlüğü ilkesinin kabul edilerek uygulanması gerekir. Yani insan haklarından bahsedilebilmesi için, bir taraftan bu hakların anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, diğer yandan da muhtemel saldırı ve suistimallere karşı bağımsız ve tarafsız mahkemelerce korunması ve hukuki yaptırımlara bağlanması gerekir. Dolayısıyla insan hakları hem devletin yasama organını hem de devletin egemenlik ve hakimiyetini sınırlar. Bu açıdan, insan haklarının felsefi, dinî ve ahlakî yönü bulunsa da her şeyden önce o, hukuki ve siyasi bir kavramdır. İnsan hakları denildiğinde de öncelikli olarak bu anlaşılır.

İnsan hakları alanında çalışma yapan komisyonlar, evrensel standartlar koymaya çalışırlar. Fakat bunda yeterince başarılı oldukları söylenemez. “İnsanın canının, malının, namusunun dokunulmaz olması ve her tür saldırıdan korunması” şeklindeki temel haklarda hemen hemen ittifak edilse de, mesele detaylandıkça bir kısım ihtilafların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. İnsana ait hangi yarar ve yetkilerin “insan hakkı” olarak kabul edilmesi gerektiğini, bu haklar arasında ne tür bir hiyerarşi bulunduğunu, bu hakların nerede başlayıp nerede bittiğini, bunların hangi mekanizmalarla korunacağını, hangi durumlarda kısıtlanabileceğini vs. belirlemek hiç de kolay değildir. İşte bu tür detay mevzularda kültürlere, dinlere, ahlaki ve hukuki sistemlere, ihtiyaçlara göre farklı kararlar alınabilmektedir. Esasında asıl önemli olan da meselenin temel omurgasında anlaşılmış olmasıdır.

İNSAN HAKLARININ ORTAYA ÇIKIŞI

Günümüzde anlaşıldığı şekliyle insan hakları kavramı son yüzyılda şekillenmiş olan oldukça yeni bir kavramdır. (Meselenin İslâm’daki yerini daha sonraki yazıda ele alacağız) Fakat buraya gelinceye kadar Batı’da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bazıları insan haklarının ortaya çıkışını 1215 yılında İngiltere’de imzalanan Magna Carta anlaşmasına kadar götürür. Bu anlaşmayla birlikte ilk defa bir kral kendi rızasıyla bir kısım yetkilerinden vazgeçmiş ve vatandaşlara önemli bir kısım hak ve güvenceler vermişti.

Bununla birlikte insan haklarının 17. ve 18. yüzyıllarda Batı’da ortaya çıktığı kabul edilir. John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu, Kant, Hegel ve Mill gibi filozofların insanla ilgili üzerinde durdukları fikirlerin bunda etkisi büyüktür. Özellikle Batı’da doğup gelişen tabii hukuk doktrini insan haklarının temelini oluşturmuştur. Çünkü ilk defa insanların bazı temel haklarla birlikte doğdukları, devletin en büyük vazifesinin bu hakları tanımak ve korumak olduğu kabul edilmiştir. 1689 tarihli İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesiyle birlikte otoriter hükümet uygulamalarına karşı önemli düzenlemeler getirilmiştir. Aynı şekilde Amerikan ve Fransız ihtilallerinin bu konuda önemli katkıları olmuştur. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde özgürlük, eşitlik, mülkiyet, güvenlik, masumiyet, zulme karşı direnme gibi çok önemli insan hakları üzerinde durulmuştur.

Bütün bunlar bir yana, aslında insan haklarının ortaya çıkmasını sağlayan kök sebep, Batılıların Ortaçağda yaşamış olduğu acı tecrübelerdir. Derebeylerinin, zorba kralların, Kilise babalarının ve aristokrat sınıfın elinde sürekli istismar edilen, ezilen, uzun asırlar boyunca savaşmaktan yorulan, her türlü işkenceyi tadan, katliamlardan bıkan Batılı insan, aynı olumsuzlukları tekrar yaşamamak için bireye ve onun hak ve özgürlüklerine yoğunlaşmış ve bu alanda önemli başarılar elde etmiştir. Bu yönüyle insan hakları kavramının reaksiyoner bir karakter arz ettiğini, zulme karşı bir başkaldırı özelliği taşıdığını ifade etmek gerekir.

Ne var ki bu tarihlerde henüz günümüzde anlaşıldığı şekliyle bir insan hakları konsepti yoktu. Zira kölelik hâlâ devam etmekte, kadınlar bir çok haktan mahrum yaşamakta, zencilerle beyazlar arasındaki ayrımcılık had safhada sürmekteydi. I. Dünya savaşını müteakip Batılı devletler tarafından yapılan anayasalarda temel insan haklarına önemli ölçüde yer verildi. Buna rağmen Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan Nazizm ve Faşizm tam bir hayal kırıklığı oldu. Tarihte örneği az görülür cinsten bir ırkçılık ve ayrımcılık vuku buldu. II. Dünya savaşında ise milyonlarca insan öldürüldü; işkence, tecavüz, katliam ve soykırım gibi en ağır insan hakkı ihlalleri ortaya çıktı.

Yaşanan bu olumsuzlukların da etkisiyle 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (The Universal Declaration of Human Rights) ilan edildi. Bunun ardından insan haklarıyla ilgili daha başka bildiriler yayınlandı, sözleşmelere imza atıldı ve insan haklarıyla ilgili oldukça ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. İkinci dünya savaşına kadar devletlerin iç meselesi olarak görülen ve yöneticilerin insafına bırakılan insan hakları, yaşanan olumsuz gelişmeler üzerine II. Dünya savaşından sonra uluslararası alana taşındı.

Hiç şüphesiz bütün bunlar insanın insanca bir hayat yaşayabilmesi, zulüm ve haksızlıkların son bulması adına son derece önemli adımlardı. İnsan hakları alanında atılan bu adımlar sayesinde özellikle Batılı ülkelerde devlet-birey ilişkileri yeniden düzenlendi, refah ve güvenlik düzeyi yükseldi.

Fakat ne yazık ki insanlığın yaşadığı trajediler son bulmadı. Yugoslavya’da, Bosna Hersek’te, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de emsali görülmemiş acılar yaşandı; ülke çıkarları, ırkçılık ve stratejik menfaatler insanlık vicdanına üstün geldi. Ne savaş ve çatışmalar ne de savaşlarda yaşanan insanlık dışı kötü muameleler son bulmadı. Bütün otoriteyi elinde toplayan modern devlet yapısıyla birlikte diktatörlükler daha da güç kazanarak insan hakları için en büyük tehditlerden biri haline geldi. İnsanlık olarak daha alınması gereken uzun bir yol olduğu ortaya çıktı.

İNSAN HAKLARININ ÇERÇEVESİ VE MUHTEVASI

Daha önce de temas edildiği üzere insan hakları altında ele alınan hak ve özgürlükler hakkında tam bir ittifak yoktur. Anayasalarda korunma altına alınan temel haklar büyük ölçüde benzerlik gösterse de, kültür ve hukuk sistemlerine göre bunlar arasında önemli farklılıkların bulunduğu bir gerçektir. Hatta gün geçtikçe yeni haklar gündeme gelmekte, dün adından bile söz edilmeyen yeni özgürlüklerden bahsedilmektedir. Esasında farklı kültürlere göre farklı haklardan bahsedilmesini veya zaman ve şartlara göre yeni yeni hakların korunma altına alınmasını bir yere kadar tabii karşılamak gerekir. Burada önemli olan insan haklarıyla elde edilmek istenen maksat ve faydaların gerçekleşip gerçekleşmediğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, onu tamamlayan protokollerde veya daha başka bildiri ve anlaşmalarda üzerinde durulan başlıca haklar şunlardır: Yaşam hakkı, güvenlik hakkı, mülkiyet hakkı, çalışma hakkı, zorla çalıştırılmama hakkı, eğitim hakkı, seyahat ve yerleşme hakkı, zulme karşı direnme hakkı, adil yargılanma hakkı, zulüm ve haksızlığa tâbi tutulmama hakkı, mahremiyet hakkı, haberleşme hakkı, din ve düşünce özgürlüğü hakkı, ifade özgürlüğü hakkı, evlenme hakkı, etkin hak arama hakkı, dernek ve sendika kurma hakkı, örgütlenme özgürlüğü hakkı, ayrımcılığa tabi olmama hakkı.

İNSAN HAKLARININ KAYNAĞI

İnsanların niçin belli haklara sahip oldukları, bu hakları onlara bahşeden merciin kim olduğu vs. konu etrafında yapılan önemli tartışmalardan biridir. Her ne kadar insan haklarının kaynağıyla ilgili ortaya atılan görüşler felsefi ve teorik birer tartışmadan ibaret görülse de, esasında bu konudaki algı ve görüşler, meselenin pratik uygulamalarını da etkilemektedir.

Kabul gören en meşhur görüşe göre insan haklarının kaynak ve kökeni, insan tabiatı ve insanlık onurudur, yani insan olma hâlidir. Doğan her insan hiçbir şarta bağlı olmaksızın haklarıyla birlikte doğar ve bu hakları kimse hiçbir gerekçeyle onun elinden alamaz. Hatta insanın bizatihi kendisi de bu hakları rızasıyla olsa dahi bir başkasına devredemez. Modern insan hakları kuramını ortaya çıkaran, bu görüştür. Ne var ki insanların doğuştan getirdiği haklarının tanımlanmasının ve korunmasının, ahlaki ve hukuki müeyyidelerin varlığına bağlı olduğu unutulmamalıdır.

Bazı araştırmacılar ise meselenin pratik yönünü esas alarak insan haklarının kaynağını yasalarda ararlar. Çünkü onlara göre, yasalarla koruma altına alınmamış hakların varlığından bahsetmenin kimseye bir yararı yoktur. Esasında hak dediğimiz kavram da, kanunlarla koruma altına alınmış yetki ve menfaatleri ifade eder. Bu sebeple uluslararası sözleşmelerin ve anayasaların insan haklarına kaynaklık ettiği ileri sürülür. Buna benzer diğer bir görüşe göre ise insan haklarının kaynağı devlettir. Zira kanunları yapan da, uygulayan da devlet organlarıdır.

İNSAN HAKLARININ ÖNEMİ VE HEDEFLİ

Burada akla, “Biz niçin insan haklarını korumak zorundayız ve niye bu uğurda mücadele etmeliyiz?” gibi sorular gelebilir. Hemen belirtmek gerekir ki insan haklarıyla elde edilmek istenen öncelikli hedef, güçlüye karşı zayıfı korumaktır. Esasında haktan bahsedilmesinin sebebi, zulüm ve haksızlıklardır. Bu  haksızlıklar ise insan eliyle vuku bulmaktadır. Fakat hakları ihlal edenler sıradan insanlar değil, genellikle güçlü olanlardır. Bu sebeple tehdit altında olan haklar, zayıfların haklarıdır. Tabii herkesin bir başka güce nispetle zayıf olabileceğini unutmamak gerekir. Devlete nispetle vatandaşlar, anne babaya nispetle çocuklar, erkeğe nispetle kadın, zengine nispetle fakir, çoğunluğa nispetle azınlıklar, işverenlere nispetle işçiler, normal insanlara nispetle engelliler, vatandaşlara nispetle mülteciler, anne babası olan çocuklara nispetle yetimler vs. bir açıdan zayıf sayılır. Dolayısıyla bütün bunların haklarının korunması günümüz anayasalarının öncelikli hedefleri arasında yer alır.

İnsan hakları mücadelesinin elde etmek istediği hedeflerden bir diğeri de her tür imtiyaz ve ayrıcalığı bertaraf ederek tüm insanlar arasında eşitlik ve adaleti sağlamaktır. Kast sisteminin bulunduğu, insanların farklı katmanlara ayrıldığı bir toplumda insan haklarını ayakta tutmanın imkanı yoktur. Çünkü bu tür toplumlarda üstün ve güçlü olanlar, zayıfları ezecektir. Ülke imkânlarından yararlanma konusunda fırsat eşitliği olmayacaktır. Toplumun üst tabakaları lüks ve rahat içinde bir hayat yaşarken, alt tabakaları bir lokma ekmeğe muhtaç hâle gelecek ve perişaniyetten kurtulamayacaktır.

İnsan haklarının bu kadar çok üzerinde durulmasının önemli sebeplerinden biri de zorba yönetimlerin önüne geçmektir. Şayet devletin insan için var olduğu, onun en birinci hedefinin vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini korumak olduğu kabul edilir ve yasalarla tescillenirse, rejimlerin otoriterliğe kaymasının ve yöneticilerin halkı tahakküm altına almasının önüne geçilmiş olur. Esasında kanunların maksadı da zayıfların haklarını savunmak ve bireyi devletin ceberut gücüne karşı korumaktır. Eğer bir devlette hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku hakim olursa, insan hakları zorba yöneticilerin insafına bırakılmış demektir.

Esasında insan hakları, insanın onurluca ve insanca bir hayat yaşayabilmesinin en temel garantisidir. Daha sonra üzerinde durulacağı üzere dinlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği temel maksatlar insan hakları etrafında döndüğü gibi; devletin, anayasanın, yasaların birinci hedefi de insan haklarını korumaktır. Her çeşidiyle zulmün, haksızlığın, işkencenin, kötü muamelenin toplumsal hayattan uzaklaştırılması, insan haklarının muhafazasına bağlıdır. Dahası insan haklarının ihlal edildiği bir yerde, toplumsal düzenin, huzurun ve ahengin temin edilmesi de mümkün değildir. Sömürünün, baskı ve zulmün olduğu bir yerde nasıl huzur olabilir ki? İşte bu sebeple insan hakları mücadelesi, insanca bir hayat yaşamak isteyen herkesin temel derdi olmalıdır.

HAK İHLALLERİNİN SEBEPLERİ

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İnsan hakları bu kadar önemliyken, insanoğlu bir başkasının hakkına niye saldırır ve onu niçin ihlal eder? Bu sorunun cevabını yine insan tabiatında aramak gerekir. Evet, insanın başkalarının hak ve özgürlüklerini ihlâl etmesinin en temel sebebi, onun egoist, bencil, muhteris ve tamahkâr bir tabiata sahip olmasıdır. Kendi elindekiyle yetinmeyip başkalarının elindekine de göz dikmesidir. İşte bu yüzdendir ki insan insanın kurdu hâline geliyor. İmkân ve fırsatını bulduğu anda başkalarını eziyor, istismar ediyor.

Meselenin psikolojik faktörlerini bir kenara bırakarak yaşanan tarihî tecrübelere baktığımızda, insan hakları önündeki en büyük tehdidin baskı ve zulüm rejimleri olduğu görülür. Bugüne kadar gücü ele geçiren zorba ve diktatörler, halkı âdeta köleleştirmişlerdir. Aslında, insanlığın hak ve özgürlüklerinden bir kısım tavizler verme uğruna siyasi örgütlenme yolunu tutmasının sebebi, güvenlik ihtiyacıdır. Fakat ne yazık ki yönetici olan bazı kimselerin bizatihi kendileri halkı için bir güvenlik sorunu hâline gelmiştir. Vatandaşlarının canlarını, mallarını ve namuslarını korumakla görevli olan iktidar elitleri, hasis arzularını ve şahsi çıkarlarını elde etmek maksadıyla bunlara saldırmıştır.

Günümüzde ısrarla demokrasinin ve hukuk devletinin üzerinde durulmasının sebebi, insan haklarını güvence altına almaktır. Zira bir devlet ne kadar otoriter ve baskıcı bir karaktere bürünürse, insan hakları da bu ölçüde çiğnenecektir. Nitekim tarihî tecrübelere bakıldığında, ceberut yönetimlerde, baskı ve kısıtlamaların, zulüm ve haksızlıkların, müsadere ve gaspların, işkence ve insanlık dışı muamelelerin hiç eksik olmadığı görülür. Hapisler, siyasi suçlularla dolar taşar. Siyasi, kültürel ve eğitimle ilgili hakların korunması bir yana, zorba yöneticiler yaşam ve mülkiyet hakkı gibi en temel insanî haklara bile musallat olurlar. Batının, ısrarla demokrasi demesinin ve hukukun üstünlüğüne vurgu yapmasının temel sebebi de insan haklarını güvence altına alabilmektir.

İnsan haklarının en çok ihlal edildiği zamanlar, savaş zamanlarıdır. Maalesef savaşlarda yasa ve kurallar devre dışı kalır ve keyfilik hakim olur. Kin ve düşmanlık duygularının sevkiyle galip güçler mağlup ettikleri insanlara yapmadık şey bırakmazlar. Bırakalım geçmiş devirlerde yapılan savaşları, insanlığın ilerlemekle ve medenileşmekle övündüğü son yüzyıla bakıldığında bile, yapılan savaşların insanı insanlığından utandıracak vahşet tablolarıyla dolu olduğu görülür. Maalesef ordular sadece düşmanlarını mağlup etmekle ve zafer kazanmakla yetinmemiş; savaştıkları insanlara işkence, tecavüz, soykırım, toplu katliam gibi her tür insanlık dışı muameleyi reva görmüşlerdir.

İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ

“Hak verilmez alınır” şeklinde sloganlaşan meşhur bir söz var. Bütünüyle bu söze katılmak mümkün olmasa da, hak mücadelesinin önemini anlatması açısından oldukça manidar. Ahlakın, adaletin ve hakkaniyetin hakim olduğu toplumsal düzenlerde hak verilir de alınır da. Fakat ahlakî açıdan yozlaşan toplumlarda, değil yeni hakların verilmesi, var olanlar bile korunamaz. Özellikle Batı tarihine bakıldığında, temel insan hakları ve özgürlükler adına önemli kazanımların hep mücadele sonucu elde edildiği görülür. Çünkü elde edilen her hak, bir yönüyle var olan iktidara bir müdahaledir. Bu ise halkını sömürmeye alışmış zorba yöneticilerin işine gelmez.

Hakikaten insan haklarıyla devlet arasında anlaşılması zor ve kompleks bir ilişki vardır. Aslında devlet düzeni, hakları korumak için vardır. Özellikle hak ihlallerinin önlenmesinde bağımsız ve tarafsız yargının varlığı çok önemlidir. Ne var ki asrımızda ve yakın tarihte kendisine karşı insan hakları mücadelesi verilen kişiler, zorba yöneticiler ve otoriter rejimler olmuştur. İngiltere, Fransa ve Amerika gibi ülkelerde, halk, krallarla ve despotik yönetimlerle girdiği uzun ve zorlu mücadelelerin neticesinde insan hakları alanında önemli başarılara imza atmıştır. Bundan sonradır ki insan hakları anayasalarla koruma altına alınmış ve bu alanda uluslararası bildiri ve sözleşmeler yapılmıştır.

Bugüne kadar yaşanan tecrübelerden anlaşılan o ki, eğer vatandaşlar hukuk düzeni tarafından kendilerine tanınan hakların kıymetini bilmez, bunları koruma noktasında gerekli mücadeleyi vermez ve hak ihlalleri karşısında hukuki çerçevede tepki ve protestolarını ortaya koymazlarsa, en temel insani haklarından bile mahrum kalabiliyorlar. Özellikle antidemokratik uygulamalar baş gösterdiğinde, yargı siyasetin güdümüne girdiğinde, adalet yara aldığında, haklar çiğnenmeye başladığında insan hakları mücadelesi daha bir önem kazanıyor. Şayet vuku bulan zulüm ve haksızlıklar karşısında halk direnmez ve barışçıl protestolarla sesini duyurmazsa, bir süre sonra en temel haklarından bile mahrum bırakılabilir.

İslâm’da insan hakları (2. Yazı)

Konuya girmeden evvel birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz. Günümüz dünyasında yüceltilen demokrasi, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi bir kısım değerlerin İslâm’daki yerini ele almanın önündeki en büyük handikaplardan biri, teori ve pratik arasındaki derin uçurumdur. Birileri ne zaman Kur’ân ve Sünnet’in insana, insan özgürlüğüne, insan haklarına, hak ve adalete verdiği önemden bahsetse, hemen karşılarına İslâm dünyasının mevcut tablosu koyuluyor ve haklı olarak “O hâlde neden Müslümanlar bu değerleri temsil etmiyorlar?” sorusu yöneltiliyor. Allah Resûlü’nün ve sahabe-i kiramın örnek hayatlarından bahsedildiğinde, anlatılanlar ütopya gibi karşılanıyor. Halihazırda temsil edilmeyen veya edilemeyen ilke ve değerlerin edebiyatını yapmak “hamaset” olarak görülüyor.

Bu tür tepki ve itirazlarını dile getiren insanlar bütünüyle haksız sayılmazlar. Bununla birlikte ne bugünkü Müslümanların perişan vaziyeti ne de dile getirilecek itirazlar bu tür meselelerin dindeki yerini ortaya koymaya mani olmamalıdır. Halihazırda yaşanan tembellik, geri kalmışlık, istibdat, cehalet, iftirak gibi problemlere  bakarak kendi kültür mirasımızı görmezden gelemez, ona sırt çeviremeyiz. Bize düşen vazife, İslâm’ın temel referans kaynaklarından ve insanlığın ortak tecrübesinden yola çıkarak mevcut problemler için çözüm yolları göstermek olmalıdır.

Günümüzün tartışmalı konuları hakkında İslâm’ın yaklaşımları ortaya konulurken tepkisellikten ve aşırılıktan uzak durulmasına, savunmacı veya özür dileyici üslubun bırakılmasına, aşağılık kompleksinin ve mağlubiyet psikolojisinin terk edilmesine ihtiyaç var. Aksi takdirde söylenen sözler tesirini kaybediyor ve hatta ters tepiyor. Kur’an ve Sünnet naslarıyla Allah Resûlü’nün fiili uygulamalarından yola çıkarak yapacağımız açıklamalarda da görüleceği üzere İslâm’ın hem insan haklarıyla ilgili hem de daha başka güncel meselelerle ilgili modern dünyaya söyleyecek çok sözü vardır.

Özellikle insan hakları, İslâm’ın en çok üzerinde durduğu alanlardan biridir.  Yeter ki onun mesajı, kendi renk ve deseni korunarak dengeli bir şekilde muhataplara ulaştırılabilsin. Çünkü dinler, insanı her tür baskı ve zorbalıktan kurtarmak, özgürleştirmek, yüceltmek, ona gerçek konum ve değerini kazandırmak için gelmiştir. İnsan haklarının özü, eşitlik ve hürriyettir. Bunlar da Kur’an ve Sünnet’in gerçekleştirmeyi hedeflediği öncelikli değerlerdir. Aynı şekilde insan hakkı ihlallerini önlemek, zulme engel olmak ve insan için onur ve haysiyetiyle yaşayabileceği bir ortam hazırlamak, Kur’an’da ısrarla üzerinde durulan emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerin birer çeşididir.

Burada şu hususun da göz ardı edilmemesi gerekir: Maalesef güçlü ve üstün olan medeniyetlerin elindeki bütün değerler makbul görülüyor, onların söylediği bütün sözler doğru kabul ediliyor. Siyasi ve iktisadi güçle, sahip olunan değerler arasında mutlak bir ilişki kuruluyor. Dolayısıyla çokları Batı’dan gelen her şeyi “vahiy” gibi telakki ediyor. Buna karşılık zayıf düşmüş ve geri kalmış milletler tarafından seslendirilen her tür fikre de peşinen karşı çıkıyor. Dile getirilen fikirler gücünü, akıl, mantık ve muhakemeden değil; genellikle içinden çıktığı kültür ve medeniyetten alıyor. Bu da farklı fikir, ideoloji ve dünya görüşleri arasında haksız bir rekabete yol açıyor.

Şayet İslâm’ın insan hakları alanında ortaya koyduğu hüküm ve düzenlemeler kritik edilecekse bu, modern insan hakları kuramı esas ve ölçü alınarak yapılmamalıdır. Zira bu takdirde peşinen modern insan hakları kuramının bütünüyle kusursuz ve eksiksiz olduğunu kabul etmiş, onu en ideal ve mükemmel bir seviyeye yerleştirmiş oluruz. Halbuki biz biliyoruz ki henüz üzerinde ittifak edilemeyen birçok konu vardır. Belirli hak ve özgürlüklerin meşruiyeti hâlâ tartışılıyor. En azından birçok hakkın nerede başlayıp nerede bittiği, haklar arasındaki dengeler, hakların hangi durumlarda ne kadar kısıtlanabileceği gibi pek çok konu güncel değerini koruyor. Dolayısıyla İslam’ın insan hakları hakkındaki tavır ve tutumu akıl, mantık, muhakeme, fıtrat kuralları, insanın maddi ve manevi ihtiyaçları, huzur ve mutluluğu, birey-toplum ilişkisi gibi farklı açılardan değerlendirilmelidir.

Son olarak bir noktaya daha dikkatlerinizi çekmek istiyoruz. İnsan haklarının tarihî gelişimi ele alınırken Magna Carta’nın ötesine geçilmez. Çoğu araştırmacı insan haklarını 1215 yılında İngiliz kralıyla monarklar arasında imzalanan Magna Carta anlaşmasıyla başlatır ve hatta bazıları bu anlaşmayı insan hakları açısından köşe taşı olarak arz eder. Ne var ki bu, kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. En azından Allah Resûlü döneminde imzalanan Medine Vesikasına veya Veda Haccına bakılacak olsa, Magna Carta’dan altı asır önce onun çok ötesinde hak ve özgürlüklerden bahsedildiği görülecektir.

Aynı şekilde daha sonraki açıklamalarda da görüleceği üzere, Kur’an ve Sünnet naslarında insanla ve insan haklarıyla ilgili vaz edilen hükümler çığır açıcıdır. Bütün bunların görmezden gelinmesi ve üzerinde durulmaması iyi niyetle telif edilemez. İslâm’ın bu alanda vaz ettiği hükümlerin Magna Carta kadar değeri yok mudur? Maalesef çoğu araştırmacı demokrasi, insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları ele alırken merkeze Batı’yı almakta, günümüze yön veren bütün evrensel ve insanî değerlerin kökenlerini Batı’da aramaktadır. Ne var ki böyle bir tavır ciddi bir önyargının ve şartlanmışlığın neticesidir.

HAK-SORUMLULUK DENGESİ

Daha önce üzerinde durulduğu üzere günümüzde “insan hakları” âdeta tılsımlı bir kavram hâline geldi. Neredeyse hiç kimse “hak” mefhumunu bu ölçüde öne çıkarmanın toplumsal neticeleri üzerinde durmuyor. İnsan haklarının korunması, bireyin her tür zulüm ve haksızlıktan uzak bir şekilde şahsiyet ve onuruyla huzur içinde bir hayat yaşayabilmesinin en büyük garantisi olarak görülüyor. Biz de buna karşı çıkacak değiliz. Fakat meselenin birkaç yönüne dikkat çekmeden geçemeyeceğiz.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki hakkın olduğu yerde vazife ve sorumluluk da vardır. Çünkü birilerinin hakkı olan şeyler, başkaları için görevdir. Bu iki kavram arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Örnek vermek gerekirse, birilerinin hayat hakkı varsa, başkalarının da hayata kastetmeme görevi vardır. Birisinin mülkiyet hakları, başkalarına o mülkiyete haksız yere el uzatmama sorumluluğu yükler. Çocuğun hakları, anne-baba için görevdir. Vatandaşın haklarına riayet etmek de devletin sorumluluğu dahilindedir. Kısacası hak ve görev kavramları birbirinden ayrı düşünülemez.

Esasında herkesin görev ve sorumluk bilinciyle hareket ettiği bir toplumda haklar da otomatik olarak korunmuş olur. Acaba bunlardan hangisinin öne çıkarılması ve vurgulanması hakları korumada daha etkilidir? İslâm, hakları öne çıkarmak yerine, daha ziyade vazife ve sorumluluklara vurgu yapmayı tercih eder. Mesela Allah Resûlü, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz…” buyurur. (Buhari, Cuma 11; Müslim, İmare 20) Başka bir hadislerinde Nebiyy-i Ekrem, insanların riayet etmeleri gereken hakları tek tek zikrettikten sonra, “Her hak sahibine hakkını ver.” buyurarak yine sorumluluklara dikkat çeker. Keza Kur’an birçok ayet-i kerimede insanın, nefsine, ailesine, topluma, topyekûn varlığa ve Rabbine karşı görev ve sorumluluklarını hatırlatır.

Hakların korunup korunmaması hususunda değişen bir şey yoktur. Herkes hakkına sahip çıktığında da, başkalarıyla ilgili vazife ve sorumluluklarını yerine getirdiğinde de haklar korunmuş olacaktır. Fakat vazife ve sorumluluklara vurgu yapılarak daha hızlı ve daha olumlu netice alınacağını düşünüyoruz. Çünkü bu, aynı zamanda ahlaklı olmaya bir çağrıdır. İslâm’ın konuyla ilgili emirleri mesuliyet şuuruyla hareket eden özverili bireyler yetiştirecektir. Sürekli haklara vurgu yapma, hakları hatırlatma fakat buna karşılık görev ve sorumluluklar üzerinde yeterince durmama ise kendini düşünen bencil fertler ortaya çıkaracaktır.

İSLÂM’DA İNSANIN YERİ VE KONUMU

Konunun detaylarına girmeden önce “insan hakları” kavramında yer alan “insan” ve “hak” mefhumları ve bunların İslâmî literatürdeki karşılıkları üzerinde durmak istiyoruz. Zira insanın ve hakkın yüceltildiği bir topumda insan haklarının zayi olması söz konusu olamaz. İnsan haklarının dokunulmaz bir statüye kavuşması, her şeyden önce insanın gerçek değer ve kıymetinin bilinmesine bağlıdır. Zira insanın niçin belirli haklara sahip olduğu ve bu hakların niçin dokunulmaz olduğunun anlaşılması, en başta insanın kim olduğuyla ve ona nasıl bir değer biçildiğiyle ilgilidir.

Faklı bir tabirle, insan haklarıyla ilgili yasal düzenlemeleri belirleyecek veya etkileyecek olan en önemli faktör, bir medeniyetin nasıl bir insan tasavvuruna sahip olduğu gerçeğidir. İnsan haklarıyla doğrudan ilişkisi bulunan hukuk, ahlâk, siyaset, iktisat, kültür, din, felsefe ve metafizik gibi sahalarda yapılan bütün çalışmaların odak noktasında “insan” olduğuna göre, öncelikle insan hakkındaki yaklaşımların gözden geçirilmesi gerekir. Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, bilimin imkânlarıyla insanın nasıl bir öz ve mahiyete sahip olduğunu açıklamak hiç de kolay değildir. İnsan doğası hakkında bilinenler bilinmeyenlerin yanında henüz deryada damladır. Bu alanda söz söyleyen genellikle felsefe ve din olmuştur.

Dikta rejimlerinde en ağır insan hakkı ihlallerinin görülmesinin sebebi de, insanın değersizleşmesi, önemsizleşmesi ve hatta köle hâline gelmesidir. Günümüzdeki insan hakkı ihlallerinin temelinde, mutlaklaştırılan ve ceberut bir hüviyete bürünen modern devlet karşısında bireyin atomize bir varlık haline gelmesi/getirilmesi yatar. Şunu unutmamak gerekir ki iktidar ve devlet ne kadar yüceltilirse, insan o ölçüde küçülecektir. Devletin yüceltildiği ve yöneticilerin kutsandığı bütün ülkelerde, vatandaşlar devletin hizmetkârı olarak görülmüştür.

Bütün siyasi organizasyonların temelinde insanın en temel hak ve özgürlüklerini koruma düşüncesi yatar. Ne var ki devletin bütün güç aygıtlarını eline geçiren ve zamanla tiranlaşan yöneticiler bir süre sonra kendilerini asıl, halkı “hizmetçi ve köle” olarak görmeye başlamışlardır. Tabiatıyla insanlara hangi hakların verileceği ve bunların nasıl korunacağı da zorba idarecilerin insafına kalmıştır.

Demek istediğimiz şu ki, insan hakları mücadelesinde başarılı olunmasının ön şartı, insan hakkında tutarlı ve sağlam bir tasavvura sahip olunması, onun layık olduğu konuma konulması ve hiçbir zorbanın onu buradan indirmesine müsaade edilmemesidir.

İslâm, hem devlet-birey ilişkisine hem de insanın konum ve değerine dair getirdiği hükümleriyle insan haklarının korunmasında çok önemli bir zemin hazırlamıştır. Kur’ân’da farklı siyasi kavramlar üzerinde durulsa da bugün bilinen anlamıyla “devlet” kelimesi geçmez. Kur’an ve Sünnet’in konu etrafındaki açıklamalarına bakıldığında asıl olanın devlet değil, birey ve ümmet (toplum) olduğu görülür. İslam’ın bütün emirlerine muhatap olan, bireydir. İslâm’ın öncelikli hedefi, güçlü bir siyasi organizasyon kurmak değil; bilakis eğitimli ve ahlaklı fertlerden oluşan güçlü bir toplumsal yapı kurmaktır. Zaten bu yapıldığında, bir kısım zorbaların halk üzerindeki menhus emellerini gerçekleştirmelerinin de önüne geçilmiş olacaktır.

İslâm nazarında devletin kendinden menkul bir değeri yoktur. Bırakalım devlet yöneticilerinin kutsanmasını ve yüceltilmesini; onlara diğer vatandaşlara nazaran hiçbir dokunulmazlık ve üstünlük dahi verilmez. Onlar, halk tarafından seçimle başa getirilir; ehliyetlerini kaybettiklerinde de yine halk tarafından (veya halkın seçtiği temsilciler tarafından) vazifeden azledilirler. Dolayısıyla bir kısım zorbaların, devlet adına, devlet için bireylerin hak ve özgürlüklerine dokunma yetkileri yoktur. Devletin âli menfaatleri için asla fertler feda edilemez. Çünkü devlet, fertlerini kendi yüce idealleri uğruna feda etmek için değil, onların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için vardır.

Bediüzzaman Said Nursi’nın şu yaklaşımı İslâm’ın bu konudaki genel tavrının özlü bir ifadesidir: “Bir masumun hayatı, kanı, bütün insanlık için dahi olsa heder edilemez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Sünuhat)

Öte yandan Cenab-ı Hak, ayet-i kerimelerde insanı öyle mualla ve müstesna bir mevkie koyar ki, hiçbir zalim ve zorbanın onu buradan aşağı indirmesi, onu istismar etmesi ve onun haklarını elinden alması mümkün değildir. Kur’ân, insanın, çok mükerrem, yani çok şerefli, izzetli ve saygıdeğer bir varlık olarak yaratıldığını beyan eder ve onun yaratılan varlıkların çoğuna üstün kılındığını bildirir. (İsrâ sûresi, 17/70)

Aynı şekilde Kur’an’a göre insan ahsen-i takvim üzere (en güzel ve en mükemmel bir surette) yaratılan (Tîn sûresi, 95/4), yeryüzünün halifesi kılınan (Neml sûresi, 27/62), bütün varlığın emrine musahhar edildiği, yani istifadesine sunulduğu ve emrine verildiği (İbrahim sûresi, 14/32-34) bir varlıktır. “Görmüyor musunuz ki Allah göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş, emrinize musahhar kılmış. Görünen görünmeyen bunca nimeti size tastamam vermiş.” (Lokman sûresi, 31/20)

Bunların yanı sıra Yüce Allah, ilk insanı “iki eliyle” yarattığını ve ona kendi ruhundan üflediğini (Sâd sûresi, 38/72-75), varlığın isimlerini ve hakikatini ona öğrettiğini (Bakara sûresi, 2/31), meleklerin kendisine secde ettiğini (Bakara sûresi, 2/34), beyan kabiliyetiyle donatıldığını (Rahman suresi, 55/4) bildirmek suretiyle onun yaratılışındaki eşsizliği ve özel statüyü vurgulamıştır. Dağların taşımaktan imtina ettiği emanetin insana yüklenmesi de bir taraftan onun müstesna konumuna dikkat çekerken, diğer yandan da vazife ve sorumluluğunun ağırlığına işaret eder. (Ahzab sûresi, 33/72)

İslâm’da, başka din ve felsefelerin insanla ilgili olumsuz bakışlarına rastlamak mümkün değildir. Mesela insan, Hıristiyanlıkta olduğu gibi günah kirleriyle dünyaya gelmez; bilakis o, anasından doğduğu esnada tertemiz ve günahsız olarak dünyaya gözlerini açar. Aynı şekilde o, bazı filozofların iddia ettiği gibi kötü değil, iyi bir tabiata sahiptir. Ruhların, işledikleri günahlara göre insan dışında bir yaratık olabileceklerini kabul eden ruh göçü ve tenasüh gibi inançların İslâm’da yeri yoktur. İnsan, kapitalist sistemin öngördüğü şekliyle homo-economicus bir varlık olarak görülemez. Zira İslâm nazarında insan, maddesinin yanında manevi yönü de bulunan, iktisadi faaliyetlerinin yanında ahlaki değerlere de sahip olan, dünyevi hedefleri yanında aşkın yüce idealler arkasında da koşan bir varlıktır.

İslâm’ın insana bakışını ve ona verdiği değeri ifade etmesi açısından Allah Resulü’nün şu sözleri çok önemlidir. İbn Ömer’in rivayetine göre Kâbe’yi tavaf esnasında Nebiyy-i Ekrem’in ağzından şu sözler dökülür: “(Ey Kâbe) Sen ne güzelsin, senin kokun ne güzel! Sen ne büyüksün, senin şanın ne büyük! Fakat Muhammed’in nefsini elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir mü’minin Allah katındaki saygınlığı (hürmeti), senin saygınlığından daha büyüktür.” (İbn Mâce, Fiten 2)

Allah Resûlü’nün (s.a.s) bu ifadelerine bakarak İslâm’ın diğer din mensuplarına kıymet vermediği anlaşılmamalıdır. Allah Resûlü’nün bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı ve ona saygı gösterdiği unutulmamalıdır. Başka din mensuplarının ölülerine bile bu ölçüde kıymet atfeden bir dinin, yaşayanlara saygısızlık yapması düşünülemez. Nitekim Peygamber Efendimiz de, “Lehimize olan her şey onların da lehine, aleyhimize olan her şey onların da aleyhinedir.” şeklindeki özlü ifadeleriyle, hak ve özgürlükler konusunda Müslümanlarla diğer din mensupları arasında herhangi bir fark bulunmadığını net bir şekilde ortaya oymuştur. Bunu destekleyen diğer bir hadis de şu şekildedir: “Kim bir zımmiye eziyet ederse, şüphesiz ben onun hasmıyım (düşmanıyım).” (Kenzu’l-ummal, 4/618)

İnsanı böyle mualla bir mevkie koyan İslâm’ın, onun istismar edilmesine, haksızlığa uğratılmasına, işkence ve eziyete maruz kalmasına sessiz kalması düşünülemez. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s) insanın canının, malının, ırzının dokunulmaz olduğunu ifade etmiş, mü’minleri bunları korumakla mükellef tutmuş, hatta bu uğurda öldürülenin şehit olacağını beyan buyurmuştur. Daha sonra detaylı olarak bu konu üzerinde duracağız.

KUR’AN VE SÜNNETTE HAK MEFHUMU

İslâm, insan haklarını, her bir ferdin başkalarına karşı yerine getirmesi gereken birer vazife olarak ortaya koyar. Bununla birlikte “hak” mefhumu da farklı açılardan naslarda en çok üzerinde durulan konulardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de 247 yerde geçen hak kelimesi, çok farklı anlamlarda kullanılır. Bâtılın zıddı, doğru söz, gerçek, aslına uygun bilgi, delil, adalet, bir olayın iç yüzü, görev, hüküm, borç ve alacak bunlardan bazılarıdır. Kur’an ve Sünnet’te hak kavramı, sadece insan ilişkileriyle sınırlandırılmayıp, insanın Rabbiyle ilişkilerini de konu alır. Bu yönüyle çok daha kapsamlıdır. Fıkıhta, usul-ı fıkıhta ve tasavvufta çokça üzerinde durulan hak kavramına farklı anlamlar yüklenir. Asıl konumuz bu olmadığı için meselenin detayına girmeyeceğiz.

Hak, İslâm hukukunun en temel kavramlarından biridir. Esasında hukuk da hakkın çoğuludur. Bu yönüyle hukuk ilminin (fıkhın) öncelikli hedefi, hakları tayin etmek, dengelemek ve korumaktır. En kısa tanımıyla hak, “hukuk düzeninin tanıdığı yetki, menfaat ve ayrıcalık” demektir. İslam hukukçuları, günümüzdeki şekliyle bir insan hakları teorisi ortaya koymamışlardır. Çünkü fıkıh kitapları kazuistik (meseleci) bir yöntemle yazılmıştır. Genel teoriler ortaya konulmadan, kavramsal çalışmalar yapılmadan, farklı konularla ilgili detaylı hükümler ve çözümler üzerinde durulmuştur. Fakat insan hakları alanında öyle detaylı meseleler üzerinde durulmuş ve öyle hükümler vaz edilmiştir ki, pekala bunlardan hareketle sistematik ve doktriner çalışmaların yapılması mümkündür.

Modern insan hakları kuramındaki “hakkın”, fıkıh kitaplarında ele alınan “hak” kelimesine göre daha hususi bir anlam ifade ettiğini yeniden hatırlatmakta fayda var. İnsan haklarıyla kastedilen mana; akit, tasarruf, haksız fiil, haksız kazanç gibi hukuki fiiller neticesinde ortaya çıkan haklardan farklıdır. İnsan hakları, ferdin sırf insan olması hasebiyle doğuştan elde ettiği fıtrî hakları konu alır.

Kur’an ve Sünnet’te bugünkü anlamıyla bütüncül bir insan hakları teorisi aramak yerine, vaz edilen hükümlerden böyle bir teorinin oluşturulup oluşturulamayacağına bakılmalıdır. Bu bakış açısıyla naslar incelendiğinde oldukça zengin ve kuşatıcı ilke ve kurallara ulaşılacaktır. En basitinden ayet ve hadislerin ısrarla adalet üzerinde durması, hakkın ve ihkak-ı hakkın önemini ortaya koyması, can, mal ve namus dokunulmazlığına vurgu yapması, zulmün ve haksızlığın her çeşidini yasaklaması, hukuk düzeninin korunmasını talep etmesi, tüm insanların eşit olduğunu bildirerek her tür imtiyaz ve ayrıcalığı kaldırması, cezaların şahsiliği ve kanuniliği ilkelerinin vaz edilmesi, insani ilişkilerde ahlakî değerleri öne çıkarması, insan hakları kuramına sağlam bir zemin hazırlar, onun fikrî temellerini oluşturur, ilke ve hedeflerini ortaya koyar.

İnsan haklarının korunmasında öncelikli görev hukukun olsa da, bu alanda din ve ahlakın önemi de göz ardı edilemez. Hatta bir açıdan din ve ahlâkın önceliği söz konusudur. Zira dinin hukuktan ayrı olarak manevi ve uhrevi müeyyideleri vardır. İnsan haklarına riayet aynı zamanda Allah’a kulluğun bir gereğidir. İnsan haklarına riayet eden bir kişi, aslında Allah’ın buyruklarına itaat ediyor, hak ihlali yapan kimse ise O’nun yasaklarını çiğniyor demektir. Bu ise dünyevi müeyyidelerin yanında uhrevi azabı da netice verir. İşte bundan korkan inançlı insanlar, yasal müeyyideler olmasa dahi, başkalarının haklarına saygı gösterirler. İşte bu noktada İslâmî kaynaklarda sıklıkla üzerinde durulan “kul hakkı” kavramının altını çizmekte fayda var.

KUL HAKKI

İslâm’da başkalarının maddi veya manevi haklarını çiğnemek, yani onların canlarına, bedenlerine, namus ve şereflerine, manevi şahsiyetlerine, ailelerine, inanç ve yaşayışlarına vs. yönelik her tür saldırı öyle büyük bir cürüm görülmüştür ki, hak sahipleriyle helalleşilmediği (zayi edilen haklar geri ödenmediği) takdirde bu cürmü Allah’ın bile affetmeyeceği bildirilir. Allah yolunda şehit olan kimsenin bütün günahlarının affedileceği bildirilse de kul hakları bundan istisna edilir. (Bkz. Müslim, İmare 112) Başka bir hadis-i şerifte ise haccın daha önce işlenen günahlara kefaret olacağı beyan edildikten sonra kul hakkı bunun dışında tutulur.

Konuyla ilgili varit olan şu hadisler bu konuda başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır:

“Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı kıyamet gününden önce helâlleşsin. Aksi halde yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir.” (Buhari, Mezalim, 10)

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekât (gibi ibadetleriyle) gelir. Ama bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. (Dünyada iken hakkını ihlâl ettiği kimselerle yüzleşir.) Bunun üzerine kendisinin iyiliklerinden şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi iyilikleri tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra Cehennem’e atılır.” (Müslim, Birr 59)

İnsan hakları ve zaruriyyat-ı hamse (3. Yazı)

Mahruti bir nazarla Kur’ân ve Sünnet’in vaz ettiği hükümlere bakıldığında ve bunlar tümevarım yoluyla incelendiğinde, dinî hükümlerin nihai gayesinin kulların maslahatlarını gerçekleştirmek, yani onlar için yararlı neticelerin elde edilmesini, zararlı olanların ise izale edilmesini sağlamak olduğu anlaşılır. Cüveynî’den Gazzâlî’ye, İzz b. Abdisselâm’dan Karâfî’ye, Şâtıbî’den Tâhir b. Âşur’a kadar makasıd ilminde fikir beyan eden pek çok İslâm âlimi bu konuya dikkat çeker. Ulema, dinin gerçekleştirmeyi hedeflediği maslahatları da (menfaat ve yararları) önem derecesine göre zaruriyyât, haciyât ve tahsiniyyat olmak üzere üçe ayırır.

Zaruriyyat, dinî hükümlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği en üst düzeydeki vazgeçilmez yararları ifade eder ve beş başlık altında ele alınır: Dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, neslin/ırzın korunması ve malın korunması. Bunlara zaruriyyat-ı hamse (beş temel ilke) veya makasıd-ı hamse (beş temel maksat) denir. Çünkü insanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi, insanca bir hayat yaşayabilmesi ve toplumun dirlik ve düzenliğini koruyabilmesi bu beş temel değerin korunmasına bağlıdır. Bu sebeple ne fertlerin ne de devletin bunlara dokunması mümkün değildir. Bu beş küllî ilke, hem iktidarı sınırlar hem de kamu otoritesinin sınırları çizer. Bu sınırların ötesine kim geçerse geçsin, İslâm hukuku açısından gayrimeşru alanda dolaşıyor ve haram işliyor demektir.

Zaruriyyat-ı hamse etrafında yapılan açıklamalara bakıldığında, bunların,  insan hakları çerçevesinde ele alınan temel hak ve özgürlükleri büyük oranda kapsadığı görülür. Bu sebeple pekâlâ İslâmî hükümlerin öncelikli hedefinin insan haklarını korumak olduğu söylenebilir. Zaruriyyat-ı hamseyi insan hakları açısından tek tek ele almaya çalışalım:

a) Dinin Korunması (Din ve Vicdan Özgürlüğü)

Tarihî tecrübelerin de şahit ettiği üzere din, insan ve toplum için temel bir ihtiyaçtır. İnsanlık, hiçbir dönemde dinsiz yaşamamıştır. Semavî vahiyle tanışma imkânı bulamayan toplumlar dahi hayatlarını dinsiz geçirmemiş; taşlara, ağaçlara, gök cisimlerine, hayvanlara vs. tapmışlardır. Çünkü aşkın ve yüce bir ilaha inanmak, kulluk etmek ve ondan yardım talep etmek hem vicdanın sesi soluğudur hem de fıtrî bir ihtiyaçtır.

Ayrıca nihayetsiz arzu ve emellere sahip olan insan, fıtratı itibarıyla ebediyeti arzular, bâkî bir hayata ihtiyaç duyar. Tıpkı maddî ihtiyaçları ve nefsî arzuları gibi, insanın bir de manevî ve ruhî ihtiyaçları vardır. Din dışında hiçbir felsefe ve ideolojinin bunları tatmin etmesi mümkün değildir. Dahası, insanın yaratılış hakikatiyle ilgili sorularına tatminkâr cevaplar bulması, hayatını anlamlandırması, Yaratıcısını tanıması dine bağlıdır. Din olmadan bu arzu ve ihtiyaçların gerçekleştirilmesi çok zordur.

Bütün bunların yanında, insanlar arası ilişkilerin ahenk ve düzeninin temin edilmesinde, Allah korkusunun ve ahiret inancının dünyevi müeyyidelere nispeten çok daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunun altını çizmek gerekir.

İşte bu sebepledir ki bireylerin hür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmeleri, hiçbir engelle karşılaşmaksızın seçtikleri dinin inanç, hüküm ve ritüellerini öğrenebilmeleri, inandıkları dinin gereklerini herhangi bir baskı ve zorlamayla karşılaşmaksızın rahatça yerine getirebilmeleri ve hatta müntesibi oldukları dinlerini başkalarına da anlatabilmeleri onların en temel hak ve özgürlükleri arasındadır. İnsanları herhangi bir dine sokmaya veya girdikleri dinin emirlerini yerine getirmeye zorlama insan iradesine ve hürriyetine yapılmış ciddi bir saygısızlık olduğu gibi, herhangi bir dine mensup olan bireyi, inandığı dini yaşamaktan alıkoyma da ağır bir insan hakkı ihlâlidir.

Kur’ân, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara sûresi, 2/256) buyurarak bu konudaki tavrını net olarak ortaya koyar. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir hâdise anlatılır: Medine’de yaşayan Araplar farklı maksatlarla çocuklarını Yahudi ailelerine verirlerdi. Bu çocukların bir kısmı tekrar ailelerinin yanına döner, diğer bir kısmı ise Yahudilerle birlikte kalır ve onların dinini benimserdi. Çocukları Yahudilik dinini benimseyen Araplar Müslüman olunca, zorla çocuklarını kendi dinlerine sokmaya çalışmışlardı. Fakat nazil olan âyet onları bundan menetmiş ve Müslüman olup olmamayı çocuklarının kendi iradelerine bırakmıştır. Taberî, âyetin sebeb-i nüzulü olarak daha başka olaylardan da bahseder. Fakat bunların hepsi yukarıda naklettiğimiz hâdiseye yakındır. (Taberî, el-Câmiu’l-beyân, 5/407-412) Sebeb-i nüzul olarak gösterilen bu hâdise, bir taraftan âyetin hükmünü nasıl anlamamız gerektiği noktasında bize ışık tutarken, diğer taraftan İslâm’ın cebir ve ikrah konusundaki yasağını vurgular.

Zorlamayı kesin bir üslupla yasaklayan bu âyetin yanı sıra daha pek çok âyet-i kerimede ısrarla din ve vicdan hürriyeti üzerinde durulur ve iman edip etmeme tamamen bireysel tercihe bırakılır. Doğrudan Allah Resûlü’ne hitap eden ve onun şahsında bütün mü’minlere ders veren şu âyetler,  İslâm’ın din ve vicdan hürriyetine ne kadar değer verdiğini açıkça gösterir:

“Sen, onlara karşı zor kullanacak ve baskı kuracak değilsin.” (Gâşiye sûresi, 88/22)

“Sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin.” (Kâf sûresi, 50/45)

“Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir.” (Şûrâ sûresi, 42/48)

“Onları hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini doğru yola getirir.” (Bakara sûresi, 2/272)

“Senin görevin sadece tebliğ etmektir, hesap görmek ise Bize aittir.” (Ra’d sûresi, 13/40)

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus sûresi, 10//99)

Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakıldığında, hiçbir peygamberin ne insanları kendi dinlerine sokmak ne de sahip oldukları inançlarını terk ettirmek için şiddet ve zorbalığa başvurdukları açıkça görülür. Çünkü ne onların ne de onlara tâbi olan inananların böyle bir vazife ve sorumlulukları vardır. Onlara düşen sadece tebliğ ve inzardır (uyarmak ve korkutmaktır). İnanıp inanmama ise şahısların iradelerine bırakılmıştır. İslâm’a göre hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez. (En’âm sûresi, 6/164) Doğru yola girenin (hidayete erenin) faydası kendine olduğu gibi, inkâr eden ve sapıtanın zararı da kendinedir. (Yunus sûresi, 10/108)

Elbette mü’minler sahip oldukları iman ve şefkatin kuvvetine göre inançsız insanların hâli karşısında acı ve ızdırap duyarlar. Fakat ikna, delil, güzel öğüt ve hikmetle onlara hak ve hakikati anlatmanın ötesinde ikrah ve zorlama kapsamına girecek hiçbir fiile tevessül etmezler, edemezler. Zira dinleri onları bundan meneder.

Ne var ki aynı şeyleri, putperestliği (şirk ve küfrü) yaşayan peygamber kavimleri için söyleyemeyiz. Özellikle toplumun önde gelenleri (mele, mütrefin) peygamber davetinin önüne geçebilmek için her tür baskı ve zorbalığa başvurmuşlardır. “Rabbim diyen bir insanı mı öldüreceksiniz?” (Mü’min sûresi, 40/28) “Tamamen haksız yere sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediklerinden ötürü yurtlarından kovulmuşlardı.” (Hac sûresi, 22/40) “Resullullah’ı ve sizi sırf Rabbimiz olan Allah’a inandığınız için vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine sûresi, 60/1) “Ellerinden gelirse sizleri dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar.” (Bakara sûresi, 2/217) gibi âyetlere bakıldığında, din ve vicdan hürriyeti önündeki asıl tehdidin, insanların hür iradeleriyle inanmasını engelleyen zorbalar olduğu daha rahat anlaşılır.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ve ondan önce yaşamış diğer nebilerin tek vazifesi, insanları hak dine çağırmak olmuştur. Bu çağrıyı da hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. (Bkz. Nahl sûresi, 16/25) Ne zayıf oldukları, ne de güç ve imkân elde ettikleri dönemde kimseyi kendi dinlerini kabul etmeye zorlamamışlardır. Çağrılarına olumlu cevap vermeyen insanların taptıkları put ve totemlere hakaret ve küfür etmemiş, onların kutsallarına saldırmamışlardır. Zaten Kur’ân açıkça mü’minleri bundan nehyeder. (Bkz. En’âm sûresi, 6/108) Fakat kâfir ve müşrikler için aynı sözleri söylemek zordur. Zira onlar, peygamberleri ve onlara inananları yürüdükleri yoldan çevirmek için baskı ve şiddete tevessül etme, işkence yapma, savaş açma, tuzak kurma, ülkeden kovma, öldürme dahil ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.

Günümüzde baskı ve zorlama, bazılarınca dinlerin bir özelliği gibi algılanıyor ve bu şekilde anlatılıyor. Fakat bilinenin aksine dinler, tarih boyunca -taassup ve yobazlığa yenik düşmedikleri sürece- hep temel hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olagelmişlerdir. Toplumdaki her tür baskı ve zorlamayı kaldırarak insanlara hür iradeleriyle seçim yapabilecekleri uygun bir ortam hazırlamak, dinlerin aslî ve öncelikli hedeflerinden biri olmuştur. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en mümeyyiz vasfı, onun akıl ve irade sahibi bir varlık olmasıdır. İnanç ve din, hür tercihe dayandığı, ihlas ve samimiyetle yaşandığı takdirde kıymet ifade eder. Farklı farklı baskı, şiddet ve zorlamaların söz konusu olduğu bir toplumda akıl ve irade önemini yitirir, dolayısıyla samimi Müslümanlıktan da bahsedilemez. Bu ise hem insana hem de dine karşı büyük bir saygısızlıktır.

b) Canın Korunması

İnsana fevkalâde değer veren İslâm, onun en temel haklarından biri olan hayat hakkını garanti altına alabilmek için oldukça ağır ve detaylı düzenlemeler getirmiştir. Öyle ki yaşam hakkının en fazla ihlâl edildiği savaşları bile belirli kural ve kaidelere bağlamıştır. Yaşama hakkının yanı sıra güvenlik hakkı, vücut bütünlüğünün korunması, özel hayatın gizliliği, mesken dokunulmazlığı, zulme karşı direnme hakkı gibi pek çok hak ve özgürlük de “canın korunması” kapsamında değerlendirilebilir.

Kur’ân’ın konuyla ilgili getirmiş olduğu şu hüküm, bu konuda fazla söze ihtiyaç bırakmaz: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.” (Mâide sûresi, 5/32) Cenâb-ı Hak, burada herhangi bir din ve millet ayrımı yapmaksızın bir cana kıyan insanın, bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir vebal altında kalacağını ifade eder. İnsan hayatının dokunulmazlığını ve kutsallığını vurgulaması bakımından bundan daha mükemmel bir beyan olabilir mi!

Şu âyet-i kerimede ise cana kıymanın cezası olarak ebedî Cehennem gösterilir: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ sûresi, 4/93) Her ne kadar bu âyetin hükmü daha başka âyetlerin hükmüyle birlikte değerlendirilerek ve yoruma tâbi tutularak yumuşatılmış ise de âyetin zahiri anlamının ifade ettiği şiddetli tehdit, caydırma ve korkutma gözden uzak tutulmamalıdır. İslâm’da konuyla ilgili başka hiçbir hüküm bulunmasaydı bile, insan öldürmekle ilgili bu iki âyetin ifade ettiği güçlü vurgu, din nazarında canın ne kadar kıymetli ve hürmetli olduğunu ifade etme adına yeterdi.

Hadis-i şeriflerde de âyetlerin hükmünü destekler nitelikte insan hayatının ne derece önemli olduğu vurgulu ifadelerle ortaya konulmuştur. Mesela Allah Resûlü (s.a.s), bir hadislerinde, insan öldürmenin nasıl büyük bir cürüm olduğunu şu benzetmeyle anlatır: “Allah katında, dünyanın yok olması bile, mü’min bir insanın öldürülmesinden daha önemsiz ve basit kalır.” (Tirmizî, Diyât 7) Diğer bir rivayet şu şekildedir: “Şayet gök ve yer ehli bir araya gelerek Müslüman bir kimseyi öldürseler, Allah’ın azabı onların hepsini kuşatır.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra, 16/153)

Hayat hakkı ve canın hürmeti açısından Müslüman ile gayrimüslim arasında bir fark yoktur. Müslümanın canına kıymayı yasaklayan yukarıdaki hadislerin yanında, zımmi veya muahid olarak isimlendirilen gayrimüslimler için de aynı yasaklar varit olmuştur. Mesela Buhari’de geçen bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyurur: “Kim bir muahidi (aramızda sulh bulunan bir gayrimüslimi) öldürürse Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden dahi duyulur.” (Buhari, Cizye 5) Bazı rivayetlerde Cenab-ı Hakk’ın ona Cennet’i haram kılacağı bildirilmiş (Ebu Dâvud, Cihad 165), bazı rivayetlerde de “muahid” yerine “ehl-i zimme” ifadesine yer verilmiştir (Nesaî, Kasame 13).

İslâm’da kasten işlenen katil suçunun cezası olarak kısasın emredilmesi de insan canına verilen kıymet ve değerin büyüklüğünü gösterir. Zira, insan hayatı Allah katında o kadar değerlidir ki, kısas dışında buna verilecek her tür ceza hafif kalır. Cana kıyan kimse bunu ancak kendi canıyla ödeyebilir. Zaten kısas da kelime manası itibarıyla denklik ve eşitlik demektir. İslâm’a göre suç-ceza dengesi ancak bu şekilde sağlanabilir, hak ve adalet ancak bu şekilde yerine gelebilir. Cinayetlerin önüne geçmenin en caydırıcı yolu da budur. Çünkü insanlar, neticesinde kendi canlarına mâl olacak bir cinayet işlemeye kolaylıkla cesaret edemezler. İşte “Sizin için kısasta hayat vardır” (Bakara sûresi, 2/179) âyetinin pek çok hikmetlerinden biri budur.

Şunu da belirtmek gerekir ki kısas cezası sadece kasten öldürmelerde uygulanır. Kaldı ki o da öldürülen kimsenin velisinin talebiyle diyet ödemeye dönüşebilir. Hata ile öldürmenin maddi cezası ise kısas değil, diyettir. Veliler talep etmediği takdirde o da düşebilir.

Değil bir insanın canına kıymak, İslâm, bir insana eziyet ve acı verici olan bunun çok berisindeki fiilleri dahi haram kılmıştır. Mesela Allah Resûlü bir hadislerinde bir insana karşı silah doğrultulmasını yasaklarken (Müslim, Birr 126), başka bir hadislerinde ise bir Müslümanın başka bir Müslümanı korkutmasının helal olmadığını ifade buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb 92)

Aynı şekilde Hucurat sûresinde insanları alaya almanın, ayıplamanın, karalamanın, kötü lakaplar takmanın, başkaları hakkında suizanda bulunmanın (kötü düşünmenin), kusur ve ayıpları araştırmanın (tecessüsün), gıybet etmenin haram kılınması da insan onuruna ne kadar değer verildiğini gösterir. (Hucurât sûresi, 49/11-12) Peygamber Efendimiz’in mü’mini, elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse şeklinde tarif etmesi de çok manidardır. (Buharî, İman 3) İslâm’ın, başkalarını incitecek ve rencide edecek her tür kötü davranıştan uzak kalınmasını emretmesi, insana ne kadar çok değer verdiğini gösteren ayrı bir husustur.

Nebiyy-i Ekrem, “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi kötülük olarak ona yeter.” (Müslim, Birr 32) buyurmak suretiyle, fiiliyata yansımayan bazı düşüncelerin bile mahzurlu olduğunu ifade etmiştir. Esasında başkalarına değer vermeyen ve onları hafife alan bir kimseden onların kişilik haklarına saygılı davranması da beklenemez.

İnsan hakları ve zaruriyat-ı hamse (4. Yazı)

Geçen haftaki yazımızda İslâmî hükümlerin öncelikli olarak gerçekleştirmeyi hedeflediği ana maksatlar, bunların insan haklarıyla alakası ve bunlardan ikisi olan dinin ve canın korunması üzerinde durmuştuk. Bu yazıda ise “zaruriyat-ı hamsenin” geri kalanını ele alacağız.

c) Aklın Korunması (Düşünce ve İfade Özgürlüğü)

Aklın korunması, canın korunması içinde mütalaa edilebilecek bir konu iken, önemine binaen fakihler bunu müstakil bir başlık altında ele almayı tercih etmişlerdir. Zira insan, aklıyla insandır. Aklı sayesinde hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birbirinden ayırabilir. Dinî mükellefiyetin esası da, akıldır. Bu yüzden çocuklar ve deliler dinî hükümlerle mükellef tutulmamışlardır. Aynı şekilde insan, aklı vasıtasıyla dinî hükümleri anlar, yorumlar ve onlardan yeni hükümler çıkarır.

Ne var ki aklın, kendinden beklenen fonksiyonları yerine getirmesi ve sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarabilmesi için zeminin müsait olması, düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunması gerekir. Yani insan, benimsediği siyasi, felsefi veya dinî görüşlerini hiç kimseden korkmadan ve endişe etmeden dile getirebilmelidir. Baskı, şiddet ve cebrin söz konusu olduğu yerlerde aklın kendisinden beklenen ürünleri verebilmesi mümkün değildir.

Kur’ân’ın pek çok yerde, Allah’ı inkâr eden kâfirlerle, O’na ortak koşan müşriklerin sözlerini nakletmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü adına üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Mesela Kur’ân, inanmayanların peygamberlere yönelik ağır hakaretlerini nakletmekte bir mahzur görmez. Firavun ve Nemrut gibi ilahlık taslayan kişilerin sözlerini dahi zikreder. Bunların yanı sıra inkârcı ve putperestlere ait bir çok iddiayı dillendirir. Kur’ân’ın tarihin sayfaları arasında kalmış bu tür olayları nakletmesi bir açıdan düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği önemi gösterir.

Kur’ân’ın, inanmayanlar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğiyle ilgili Efendimiz’e yaptığı şu tavsiyeler de bu konuda dinin çerçeveyi ne kadar geniş tuttuğunu gösterir: “(De ki) Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun sûresi, 109/6) “Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: ‘Benim yaptıklarım benim, sizin yaptıklarınız sizindir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus sûresi, 10/41)

Kur’ân’da yer alan, “De ki, İşte Rabbinizden hak geldi. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” (Kehf sûresi, 18/29); “Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükreder, ister nankörlük ederek küfre girer.” (İnsan sûresi, 76/3) şeklindeki âyetlere bakıldığında, Yüce Allah’ın en çok değer verdiği iman konusunda bile insanlara düşünce hürriyeti ve seçim özgürlüğü tanıdığı görülür. İnanma veya inanmama insana bırakılmıştır. Fakat insanın bu konuda doğru bir tercih yapabilmesi için, her tür baskı ve istibdadın izale edilmesi ve aklın önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi gerekir. 

İnsan, kendisini baskı altında tutan her tür bağdan sıyrılarak Kur’ân âyetleri üzerinde tefekkür edebilse, mutlaka Rabbinden kendisine gelen “hakkı” bulacak, kendisine gösterilen yolun doğruluğunu anlayacaktır. Dinde zorlamanın olmamasının anlamı da budur. Akıl, şayet yaratılış istikametinde, yani yerinde ve gerektiği şekilde kullanılırsa Allah’ı bulur. Akıl, mantık ve muhakeme imanı iktiza eder. Küfür ise irrasyoneldir, akıl dışıdır. Zira eser müessir olmadan meydana gelmez. Kitap, kâtibine delalet eder. Allah inancı olmaksızın müthiş bir düzen ve ahenk içinde yaratılan varlık izah edilemez. Bu yüzden âyetler sürekli insanları aklını kullanmaya ve varlık üzerinde tefekkür etmeye çağırır. Herhangi bir inancı dikte etmez; bilakis delil ve burhanla konuşur.

Üstelik dinin insanlığın önüne serdiği fayda ve güzellikler o kadar zahirdir ki, bunları görebilmek ve kabullenebilmek için baskı ve zor kullanmaya değil; var olan baskıları izale etmeye ihtiyaç vardır.

Aklın korunması denildiğinde daha çok İslâm’ın sarhoş edici içki ve uyuşturucu gibi maddeleri haram kılması anlaşılır. Zira bu tür maddeler, aklı perdeler ve onun fonksiyonlarını yerine getirmesini önler. Dolayısıyla bunların yasaklanmasının sebebi bir yönüyle İslâm’ın akla verdiği önemdir. Fakat bunların yanı sıra her tür baskı, zorlama ve şiddetin yasaklanmasını da “aklın korunması” kapsamında değerlendirebiliriz. Zira bunlar da aklı devre dışı bırakacak veya onun kendisinden beklenen ürünleri ortaya koymasına mani olacaktır. İstibdadın hâkim olduğu ülkelerde bunu net olarak görebiliriz.

d) Neslin/Irzın Korunması

İslâmî hükümlerin önemli hedeflerinden birisi de evlilik ve aile hayatını düzenlemek ve bu konudaki hak ve özgürlükleri koruma altına almaktır. Evlenme ve aile kurma hakkı, çocuk sahibi olma hakkı, çocuklara tanınan haklar, kadın hakları, özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı gibi haklar neslin ve ırzın korunması kapsamında düşünülebilir. İslâm’ın bu konulardaki bütün hüküm ve düzenlemelerinin burada ele alınması konunun sınırlarını aşar. Bu sebeple önemli gördüğümüz bazı hususlara temas etmekle yetineceğiz.

İslâm, çocukların sağlıklı bir yuvada büyümesi, neseplerin birbirine karışmaması ve toplumun dejenere olmaması adına her tür gayrimeşru ilişkiyi yasaklar. Fakat hem neslin devam etmesi hem çocukların sağlıklı yuvalarda büyümesi hem de insanların fıtri ihtiyaçlarını karşılamaları adına evliliğe ciddi teşvikte bulunur. Hatta Kur’ân, evliliğe güç yetiremeyen muhtaç kimseleri evlendirme görevini topluma yükler, fakirliğin bile evliliğin önünde bir engel oluşturmaması gerektiğini beyan eder. (Nûr sûresi, 24/32) Evliliği meşru kılan İslâm, boşanmayı da meşru kılar. Bu sebeple bir kısım mücbir sebepler karşısında eşlerin boşanma hakkını kullanması mümkündür.

Çocuk hakları da İslâm’ın önemle üzerinde durduğu konulardan biridir. İslâm’a göre doğduğu andan itibaren çocuğun vücup ehliyeti (zimmeti) vardır. Yani doğumla birlikte hukukî ve gerçek kişilik de başlar. Dolayısıyla çocuk her tür haktan faydalanabilir. Mülkiyet sahibi olabilir. Yani kendisine kalan mirasa, verilen hediyelere malik olur. Veli veya vasisi çocuğun mülkiyet haklarında veya şahıs haklarında hiçbir şekilde onun aleyhine olacak tarzda bir tasarrufta bulunamaz. Hakları kullanabilme ve borç altına girebilme şeklinde tezahür eden eda ehliyeti ise çocuğun mümeyyiz olmasıyla birlikte kısmi olarak başlar ve ergenlikle birlikte tamamlanır.

Kur’ân ve Sünnet, ebeveyni, doğumdan itibaren çocuklara karşı yerine getirmeleri gereken önemli bir kısım vazife ve sorumluluklarla yükümlü tutar. Çocuğa güzel bir isim koyma, sünnet ettirme, akika kurbanı kesme, nafakasını sağlama, bakım görümünü güzel yapma, iyi bir terbiye verme, eğitimiyle meşgul olma, geleceğe hazırlama, şayet varsa mallarını en güzel şekilde koruyup geliştirme çocuğun anne-baba üzerindeki hakları olarak ifade edilir.

Günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde yaygınca uygulanan kürtajın, genel itibarıyla İslâm âlimleri tarafından haram görüldüğünü belirtmek gerekir. Modern dünya kürtajı anne-babanın bir hakkı olarak görse de, İslâm âlimleri konuya çocuk açısından bakar, eksik de olsa onun da hayat taşıdığını savunur ve Allah’ın yarattığı bu cana anne-babasının kıymasını caiz görmezler. Kur’ân, birçok âyetinde kötü bir cahiliye âdeti olan kızların diri diri toprağa gömülmesini şiddetle kınar ve kesin bir üslupla yasaklar. (En’am sûresi, 6/151; İsrâ sûresi, 17/31) Kur’ân’ın bu yasağının bir açıdan kürtajı da kapsadığı söylenebilir. İslâm fıkhı, ceninin hayat hakkının ihlâl edilmesini beşte bir oranında diyet (gurre) ödemekle cezalandırır.

İslâm’ın kadına verdiği değer ve ona tanıdığı haklar da devrim niteliğindedir. İslâm’dan önce gerek Arap toplumunda gerekse dünyanın daha başka yerlerinde kadına reva görülen zulüm ve haksızlıklara bakıldığında, İslâm’la birlikte onun nasıl gerçek değerini kazandığı daha iyi görülür. İslâm, bir taraftan kadını istismar eden ve aşağılayan her tür düşünceyi ve uygulamayı kökünden söküp atarken, diğer yandan da erkeğin sahip olduğu şahsî, ailevi, içtimai, hukuki ve iktisadi her tür hakkı ona da tanımıştır.

Kur’ân bir taraftan, “Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara sûresi, 2/228) beyanıyla ailedeki karşılıklı haklara dikkat çekmiş, diğer yandan da “Onlarla hoşça, güzelce geçinin.” (Nisâ sûresi, 4/19) âyetiyle kadına karşı yapılacak her tür kötü muameleyi yasaklamıştır. Allah Resûlü, ümmetine son tavsiyelerde bulunduğu ve son ikazlarını yaptığı Veda Hutbesinde, “Kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız.” (Sahih-i İbn Huzeyme, 4/251) buyurmuştur.

İslâm’da kadın; yaşama hakkına sahip olma, çalışma, mülkiyet edinme, mallarında dilediği gibi tasarrufta bulunma, onuruyla yaşama, evlenme, aile kurma, çocuk sahibi olma, eğitim alma, ilim öğrenme, Allah’a ibadet etme, din ve vicdan hürriyetine sahip olma gibi temel hak ve özgürlüklerin tamamında erkekle aynı statüdedir. İslâm’da kadın ile erkeğin farklı hükümlere tâbi olduğu çok az mesele vardır ki, bunların maksadı da kadın ve erkek arasında bir hiyerarşi kurmak, kadına zulmetmek veya onu ikinci sınıf insan konumuna düşürmek değildir. Bilakis bu farklılık, bazen kadın ve erkeğin farklı fıtrat ve tabiatlara sahip olmalarından, bazen erkeğe nispeten daha hassas ve duygusal yaratılan kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından bazen de ailevi ve içtimai dengelerin gözetilmesinden kaynaklanır.

Modernizm ve feminizmle birlikte kadınlar haklı olarak uzun asırlar boyunca kendilerinden gasp edilen haklarını istirdat etme ve kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları bertaraf etme mücadelesine girişmiş fakat bir tepki hareketi olarak başlayan bu mücadelede denge tam olarak gözetilememiştir. Bu yüzden feminizm, kadına layık olduğu konum ve değeri kazandırma hareketi olarak başlamışsa da, pek çok araştırmacının da ifade ettiği üzere, bir süre sonra kadın ve erkek arasındaki çatışmaları körüklediği ve hatta yer yer kadın-erkek düşmanlığını tetiklediği söylenebilir.

Halbuki İslâm nazarında kadın ve erkek, birbiriyle çatışma, yarışma ve rekabet hâlinde olan iki düşman değil; kâinattaki bütün canlılar ve hatta bütün varlıklar gibi bir araya gelerek bir bütün oluşturmaları gereken iki farklı cinstir. Allah, kadını ve erkeği farklı fıtratlarda yaratmış, her iki cinsi de apayrı özellik ve kabiliyetlerle donatmış ve bunları birbirine muhtaç kılmıştır. Kadın ve erkek bir araya geldiğinde bir bütün oluşturacak, birbirlerinin eksiklerini giderecek özelliklere sahiptirler. Fakat fıtratla savaşma pahasına cinsiyet rollerini ortadan kaldıran ve bu iki farklı cinsi birbiriyle vuruşturup yarıştıran modern dünyanın, ailenin dağılmasında ve parçalanmasındaki rolü büyüktür.

Bütün bunların yanında Kur’ân’da, izin almadıkça ve selam vermedikçe evlere girilmesinin yasaklaması (Nûr sûresi, 24/27), Peygamber Efendimiz’in, değil izinsiz evlerin içine girmek, izin verilmedikçe başkasının evinin içine bakmanın bile haram olduğunu bildirmesi (Tirmizi, Salât 148) İslâm’ın insan onuruna, mahremiyete ve mesken dokunulmazlığına verdiği önemi gösteren önemli misallerdir.

e) Malın Korunması

Hiç şüphesiz eşya üzerindeki hakların en güçlüsü sayılan mülkiyet hakkı, insan haklarının en önemlilerinden biridir. Zira mülkiyet haklarına tecavüz edilen bir yerde, insanların çalışma, kazanma ve birikim yapma istekleri söner, toplumsal denge ve huzur altüst olur. Zorba yönetimlerin hâkim olduğu ve vatandaşların mallarına el uzattığı ülkelerde yaşanan huzursuzluklar ortadadır. Bu yüzden insanları çalışmaya, kazanmaya ve üretmeye teşvik eden İslâm, mülkiyet hakkını kutsal kabul etmiş ve insanların sahip oldukları mal ve servetleri koruma adına önemli düzenlemeler getirmiştir.

İslâmî hükümlerin en başta gelen özelliklerinden biri, insan fıtratıyla uyumlu olmasıdır. Bilindiği üzere mülk edinme ve sahip olma duygusu insanın en fıtri ihtiyaçlarından biridir. İnsan, mal ve servete karşı meyilli yaratılmıştır. Bu sebeple İslâm, özel mülkiyeti kabul etmekle kalmamış, “Malı uğruna öldürülen şehittir.” (Müslim, İman 226) hadisiyle onu korumak için her tür mücadelenin verilmesi gerektiğine ve böyle bir mücadelenin Allah katında nasıl bir kıymet arz ettiğine dikkat çekmiştir.

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız ve gayr-i meşru yollarla yemeyin!” (Nisâ sûresi, 4/29) âyetiyle,“Gönül hoşnutluğu olmadıkça, Müslüman bir kişinin malını almak helâl olmaz.” (Dârakutnî, Sünen, 3/424) şeklinde hadis, net ifadelerle mülkiyetin dokunulmaz olduğunu ortaya koyar. Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz, tıpkı can ve namus gibi malın da dokunulmaz ve mukaddes olduğunu beyan eder. (Buhari, Megazi 77) Konuyla ilgili âyet ve hadislerden yola çıkan İslâm hukukçuları da, “Meşru bir sebep olmaksızın birinin malını bir kimsenin alması caiz olmaz.” şeklindeki fıkhî kaideyi ortaya koyarlar. İslâm’ın hırsızlık ve eşkıyalık suçları için en ağır cezai müeyyideler takdir etmesi de mülkiyet hakkına verdiği önemi gösterir.

Sonuç

Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâmî hükümlerin ana maksadı temel insan haklarını korumaktır. Din de, hukuk da, ahlâk da insan için vardır. Bunların ortak özelliği insana, yaratılış gayesine uygun bir şekilde insanca bir hayat yaşatmaktır. İnsan ise hak ve özgürlükleriyle insandır. Farklı bir yaklaşımla insan haklarının korunması aynı zamanda Müslümanlığın ve İslâm’ın korunmasıdır. Zira temel haklarından yoksun yaşayan bir insanın ne hakkıyla Müslüman olması ne de dinine sahip çıkması mümkün değildir.

İnsan hakları bağlamında İslâm’da eşitlik ilkesi (5. yazı)

İnsan hakları uğruna yapılan mücadelenin temelinde, bütün insanların eşit olduğu ön kabulü yer alır. İnsan haklarının öncelikli hedefi, toplumdaki her tür ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Kast sisteminin ve sınıflı toplum yapısının hâkim olduğu veya bazı kimselerin ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olduğu bir ülkede, insan haklarının gelişmesi çok zordur. Sadece insan hakları da değil, onu tamamlayan önemli iki dinamik olan hukuk devletinin ve demokrasinin tesis edilebilmesinin ön şartı da eşitlik ilkesini sağlamaktır.

İnsan hakkı ihlallerinin en temel sebebi, sahip oldukları bilgi, makam, servet veya güç sebebiyle kendilerini başkalarından üstün gören kişi veya gruplardır. Bugüne kadar kendilerini toplumun efendisi ve sahibi gibi gören zorba yöneticiler kadar hiç kimse insanların temel hak ve özgürlükleri önünde tehdit oluşturmamıştır. Aynı şekilde sermaye babaları ve aristokratik kesim de servetlerinin gücüne dayanarak kitleleri ezmiş, sömürmüş ve değersizleştirmişlerdir. Dini bir istismar vasıtasına dönüştüren ve onunla insanları aldatan din adamları da yer yer insan hakkı ihlallerine yol açmıştır.

Şeytanla başlayan ve Hz. Âdem’in oğullarıyla devam eden üstünlük ve ayrımcılık problemi, öteden beri insanlığın başına belâ olmuş ve ağır hak ihlallerine yol açmıştır. İhdas edilen kast sistemleri yüzünden toplumun alt tabakalarına hiçbir zaman insanca yaşama imkân ve fırsatı tanınmamıştır. “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât sûresi, 79/24) diyen ve halkını ezen sadece Firavun değildir. İnsanlık tarihi Firavun ve Nemrutlarla doludur. Günümüzde de kendini Tanrının yeryüzündeki vekili ve temsilcisi gören tiran ve diktatörlerin sayısı az değildir.

Aynı şekilde tarihte birçok kavim ve millet kendini “seçilmiş” ve “üstün” görmüş, bu yüzden de kendilerine nispetle “zelil ve küçük” gördükleri milletleri ezip yok etmede bir mahzur görmemiştir. Tarihin derinliklerine gitmeye gerek yok. Modern dünya her ne kadar sahip olduğu medeniyet ve gelişmişlikle övünse de, hâlâ ırkçılık probleminin üstesinden gelememiştir. Siyahilerin maruz kaldığı problemler hâlâ devam etmektedir. Etnik azınlıklara birçok ülkede en temel insan hakları bile çok görülmektedir. Herkes sözde eşitlik yanlısı olsa da VIP uygulamalar adı altında örtük bir ayrımcılık sürüp gitmektedir.

Kendi oylarıyla toplumun alt kesimlerinin oylarının eşit sayılmasını hazmedemeyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Herkes bir şekilde başkalarından farklı ve üstün olmak için elinden geleni yapıyor. Zira üstünlük, nefis için büyük bir tatmin vasıtası olarak görülüyor. Bu yüzden kimse kolay kolay sıradanlığa mahkûm olmak istemiyor, kendisini halktan biri olarak görmeyi nefsi adına zül kabul ediyor. Dolayısıyla eşitlik sadece hukukî bir problem değil, aynı zamanda önemli bir ahlâk problemidir.

EŞİTLİK NE DEMEKTİR?

Burada eşitlik kavramıyla kastedilen mana, insanlar arasında her açıdan mutlak bir eşitlik sağlamak değildir. Bu mümkün de değildir. Çünkü fıtrata terstir. En başta insanlar analarından eşit olarak doğmazlar. Her birinin rengi, dili, zekası, güç ve kuvveti, kabiliyet ve istidadı, sahip olduğu mal ve serveti, yaşadığı coğrafya, yetiştiği aile vs. farklı farklıdır. Aynı şekilde onların daha sonraki hayatlarında ortaya koyacakları ceht ve gayret, yapacakları tercihler, yönelecekleri işler, elde edecekleri kazançlar, tutacakları yollar da birbirinden farklı olacaktır. Hatta her bir insanın kendine özel ahlakı, dindarlığı, kişilik ve şahsiyeti oluşacaktır. Bütün bu farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmak fıtrata karşı savaş açmak demektir.

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde insanlar arasındaki bu farklılıklara dikkat çekilmiştir. Mesela Cenab-ı Hak, ilmin ve âlimin değerini gösterme ve insanları ilme teşvik etme adına, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer sûresi, 39/9) buyurmuş ve bilenlerin üstünlüğüne dikkat çekmiştir. “Mü’min kimse fasık gibi olur mu? Onlar eşit değildir.” (Secde sûresi, 32/18) âyetinde ise iman ve istikametin Allah katındaki değerine ve üstünlüğüne işaret edilmiştir.

Aynı şekilde “Özür sahibi olmaksızın cihattan geri kalan mü’minlerle, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden mü’minler elbette bir olmaz. Allah malları ve canları ile mücahede edenleri derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır.” (Nisa sûresi, 4/95) âyetinde de Allah yolunda mücadele ve mücahede etmenin önemine vurguda bulunulmuştur. “Sizden, fetihten önce infak eden ve savaşan kimse ile bunları yapmayan elbette bir olmaz. İşte onlar, bundan sonra infak edip savaşanlardan derece bakımından daha yüksektirler.” (Hadîd sûresi, 57/10) âyeti de bazı kritik zamanlarda ortaya konulan amellerin diğer zamanlara göre Allah katında daha kıymetli olacağını gösterir.

Kur’ân’ın ifadesiyle iyi ve güzel şeyler kötü ve çirkin şeylerle bir olmadığı gibi (Mâide sûresi, 5/100), Allah katında da insanlar katında da elbette iyi ve ahlâklı insanlar, kötü ve ahlâksız insanlarla bir ve eşit olmayacaktır. Eğer bir üstünlük aranacaksa bu, etnik kökende, soysopa göre değil, işte burada aranmalıdır. “Güzel ahlak gibi asalet yoktur.” (İbn Mace, Zühd 24) hadisinin de işaret ettiği üzere, insana saygınlık ve üstünlük kazandıracak olan haslet, ahlâktır.

Görüldüğü üzere insanların kişisel gayretleriyle elde ettikleri güzel nitelikler, onları başkalarının gözünde yüceltir. Fakat bu üstünlük, başkalarını vesayet altına almak için kullanılmamalı, onları hor ve hakir görmeyi gerektirmemelidir. Bilakis insanın, sahip olduğu niteliklerden ötürü büyüklüğü arttıkça tevazuu da artmalıdır. Buna en güzel misal peygamberlerdir.

Dinlerin, hukuk sistemlerinin veya insan hakları mücadelesi veren örgüt ve kurumların toplum fertleri arasında sağlamaya çalıştıkları eşitlik de böyle bir eşitlik değildir. İnsanların gayret göstererek, çalışarak, didinerek, sahip oldukları yetenekleri yerli yerince kullanarak, iradelerinin hakkını vererek elde ettikleri üstünlüğe kimsenin sözü olamaz. Komünizmin yapmaya çalıştığı gibi insanların kabiliyet ve gayretlerini görmezden gelerek herkesi aynı hayatı yaşamaya zorlamanın bizatihi kendisi ağır insan hakkı ihlallerine yol açar. İnsanların huy, karakter, kabiliyet, zeka ve çalışkanlık gibi açılardan farklı farklı yaratılmaları toplumsal hayatın düzen ve ahenk içinde devam etmesi adına bir zorunluluktur. “Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer kısmını çalıştırması için kimini kimine üstün kılan Biziz.” (Zuhruf sûresi, 43/32) âyeti de bunu ifade eder.

Bu yüzden mutlak eşitlik davasının sebep olacağı zulümler gözden uzak tutulmamalı ve mutlaka eşitlik ile adalet kavramları birlikte ele alınmalıdır. Adalet ise hakkı yerine koymak, haklarda dengeli olmak ve herkese hak ettiği payı vermek demektir.

İnsan hakları açısından aranması gereken eşitlik; herkesin insan olmada, hak ve vazifelerde, kanun önünde, tanınan imkân ve fırsatlarda eşit olmalarıdır. Eşitlik ilkesi, insanların kendi ceht ve gayretleriyle sonradan elde ettikleri bir kısım değerleri görmezden gelmez; bilakis insanların sahip oldukları ırkları, renkleri, dilleri, dinleri, kabileleri, cinsiyetleri, soyları vs. açısından herhangi bir ayrıcalığa sahip olamayacaklarını savunur. Herkese aynı fırsat eşitliğini tanır ve haksız rekabetin önüne geçer. Kanun önünde herkese aynı hak ve statüyü verir.

Konuyla ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin şu tespiti oldukça yerindedir: “Ey insan! Kur’ân’ın düsturlarındandır ki, Cenab-ı Hakk’ın dışındaki hiçbir varlığı ona kulluk edecek ölçüde kendinden büyük zannetme. Kendini de hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukât, mabudiyetten (kendisine ibadet edilmekten) uzaklık noktasında eşit oldukları gibi, mahlukiyet nispetinde de birdirler.” (Lem’alar, 17. Lem’a)

İSLÂM’IN AYRIMCILIKLA MÜCADELESİ

İslâm, getirdiği hükümlerle âdeta toplumdaki her türlü ayrımcılığa karşı savaş açmıştır. Hucurat sûresinde yer alan şu âyet-i kerime üstünlüğün soyda ve nesepte değil ancak takvada olduğunu belirtir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (49/13)

Nisa sûresinde de bütün insanların aynı anne babadan gediklerine ve aralarında ontolojik açıdan herhangi bir fark olmadığına dikkat çekilir: “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının.” (4/1) Dolayısıyla hiç kimse, yaratılıştan gelen bir üstünlük iddiasıyla başkaları üzerinde tahakküm kurma hakkına sahip değildir.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) Veda Hutbesi’nde dile getirdiği şu ifadeler, bu iki âyetin maksadını biraz daha açar ve İslâm’ın eşitlik anlayışını teyit eder: “Rabbiniz birdir, babanız birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, kızıl tenlinin beyaz tenliye, beyaz tenlinin kızıl tenliye takva dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/411) Allah Resûlü (s.a.s) başka bir hadislerinde de insanlar arasındaki eşitliği ifade etme adına onları tarağın dişlerine benzetir. (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihab, 1/145)

Peygamber Efendimiz (s.a.s), kavmiyetçilik ve ayrımcılığın en katı ve en yoğun olarak yaşandığı Arap toplumunda, öyle adımlar atmış, öyle uygulamalar ortaya koymuştur ki bir süre sonra her tür ayrımcılık düşüncesini kökünden söküp atmıştır. Mesela soylu bir aileye mensup olan halasının kızı Hz. Zeyneb’i kölelikten azat edilmiş Zeyd b. Harise ile evlendirmesi, Hz. Zeyd’i ve daha sonra onun oğlu Hz. Usame’yi ordu komutanı tayin etmesi, daha önce siyahi bir köle olan Bilâl-i Habeşî’yi Mescid-i Nebevi’nin müezzini yapması, yine siyahilerden olan Ubade b. Samit’i elçi olarak Mukavkıs’a göndermesi gibi uygulamalar, eşitlik konusunda büyük bir inkılap meydana getirmiştir. Nitekim karşısındaki siyahi elçiyi gören Mukavkıs, “Nasıl oluyor da siyahi biri sizin en faziletliniz olabiliyor!” sözleriyle şaşkınlığını açığa vurmaktan kendini alıkoyamamıştır.

Allah Resûlü, görevlendirmelerde liyakat ve ehliyeti esas almış, muhatabının köle, azatlı, fakir veya siyahi olup olmamasına önem vermemiştir. Zira onun gözünde, tüm insanlar eşit haklara sahiptir. Belki de toplumdaki önyargıları kırma adına özellikle bu tür insanlara önemli görevler vermiştir.

Elbette cahiliyeden yeni çıkmış bir toplumda eşitlik düşüncesinin oturması kolay olmamıştır. Özellikle Mekke’nin aristokratik kesimi tarafından büyük tepki görmüştür. Hatta Kureyş’in önde gelenlerinin Müslüman olmamalarıyla ilgili olarak ileri sürdükleri gerekçelerden ve belki en önemlilerinden biri, İslâm’ın getirmiş olduğu bu eşitlik ilkesidir. Zira onlar, İslâm’a girdikleri takdirde sahip oldukları ayrıcalık ve üstünlüklerini kaybedeceklerinden korkuyor; köle ve fakirlerle aynı ortamda bulunmayı ve eşit haklara sahip olmayı kendilerine yediremiyorlardı. Bunu Efendimiz’e karşı açıkça dile getirmekten de geri durmuyorlardı. Mesela bir seferinde O’na giderek, köle ve fakirleri yanından uzaklaştırdığı takdirde kendisine tâbi olabileceklerini söylemişlerdi. Ne var ki bu, İslâm’ın temel öğretisine zıttı. Bu yüzden nazil olan şu âyet-i kerime onların bu isteklerini reddetmiştir: “Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın.” (En’âm sûresi, 6/52)

Bütün bunların yanı sıra Hz. Peygamber, ayrımcılık ifade eden söz ve tavırlara da sessiz kalmamış ve anında müdahale etmiştir. Mesela bir seferinde bir sahabinin Bilâl-i Habeşi’ye “Ey siyahi kadının oğlu!” diye seslendiğini duyunca gazaplanmış ve “Sen annesinden dolayı onu nasıl ayıplarsın! Hiç şüphe yok ki sende hâlâ cahiliye kalıntıları var.” uyarısını yapmıştır.

İslâm’ın eşitlik fikrini çok iyi anlayan ve hazmeden Raşit Halifeler, hayatları boyunca buna bağlı kalmış ve Allah Resûlü’nün ayrımcılığa karşı başlattığı savaşı devam ettirmişlerdir. Hz. Ömer döneminde yaşanmış şu iki hâdise, günümüz dünyasının henüz İslâm’ın vaz ettiği eşitlik fikrinin çok gerisinde olduğunu gösterir: Toplumun aristokrat kesiminden biri olan Cebele b. Eyhem kalabalıkta yürürken bir bedevi elbisesine basar. Bunun üzerine İbn Eyhem, bedevinin yüzüne bir tokat vurur. Bedevi doğruca dönemin halifesi olan Hz. Ömer’e giderek onu şikayet eder. Hz. Ömer kısasa hükmeder. Cebele, ayaktakımından biri ile kısas olmayı kendine yediremediğinden bu duruma itiraz eder. Ne var ki Hz. Ömer’in cevabı nettir: “Şüphesiz ki İslâm sizi eşitlemiştir.”

Diğer hâdise Amr b. As ile Hz. Ömer arasında geçer. Amr b. As, Mısır valisi iken, oğlu Abdullah haksız yere bir kişiyi döver. Dövülen kişi, Hz. Ömer’e giderek şikayette bulunur. Hz. Ömer, Amr b. As’ı ve oğlu Abdullah’ı Medine’ye çağırır. Önce Hz. Abdullah’ı cezalandırır, arkasından da babası Amr b. As’ı. Babasının suçsuz olduğu söylendiğinde, Hz. Abdullah’ın, babasının otoritesine sığınarak böyle bir suç işlediğini belirtir. Arkasından da şu tarihi sözünü söyler: “Ne zamandan beri annelerinin hür doğurduğu insanları esir ettiniz.” (İbn Abdi’l-Hakem, Fütûh-u Mısr ve’l-Mağrib, s.195)

Hz. Ömer’in hutbede cemaate hitaben söylediği şu sözler de, İslâm’ın vaz etmiş olduğu eşitlik ilkesinin ayrı bir yansımasıdır: “Allah’a yemin olsun ki valileri ne sizi dövmeleri ve eziyet etmeleri, ne de haksız yere mallarınızı almaları için gönderiyorum. Bilakis onları, dininizi ve Nebi’nin sünnetini size öğretmeleri için gönderiyorum. Hangi vali bunun dışına çıkar ve kötü bir muamelede bulunursa onu bana dava edin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ona cezasını veririm.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/461)

YARGI ÖNÜNDE EŞİTLİK

İslâm’a göre bütün insanlar yargı önünde eşittir. Hiç kimsenin dokunulmazlık hakkı yoktur. Suç işleyen her kim olursa olsun cezasını çeker. Hz. Peygamber bile kendini hukukun belirlediği yükümlülüklerden muaf tutmamıştır. Hırsızlık yapan soylu bir kadının affı istendiğinde şiddetle bunu reddetmiş, kızı Fatıma hırsızlık yapsa onu da cezalandıracağını söylemiş ve arkasından şu önemli hatırlatmayı yapmıştır: “Sizden öncekileri helak eden şeylerden biri şuydu: Onlardan zayıf biri hırsızlık yapınca cezalandırılır, kuvvetli biri yapınca geçiştirilirdi.” (Buharî, Enbiyâ 51)

Şu hadis-i şerif ise yargı önünde eşitlikte ne kadar hassas olunması gerektiğini gösterir: “Sizden biri halk arasında hüküm vermekle görevlendirildiğinde onlara tavrıyla, işaretiyle ve oturuşuyla eşit davranmalı, (başka bir rivayette) sesini hasımlardan yalnız birine karşı yükseltmemelidir.” (Dârakutnî, Sünenü’d-Dârakutnî, 5/365-366) Hz. Ömer’in Ebû Musa el-Eş’ari’ye söylediği şu sözler de aynı minvaldedir: “(Duruşmada) bakışlarınla, taraflara verdiğin yerle ve adaletinle insanlara eşit davran ki toplumda mevki sahibi olan kişi kendisini kayırabileceğin beklentisine kapılmasın, zayıf olan kişi de adaletinden ümit kesmesin.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/229)

NETİCE

Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki insanların insanlık değeri bakımından, kanun önünde ve kendilerine tanınan fırsatlar açısından eşit olmadıkları bir yerde, ne gerçek hürriyetten ne de insan haklarından bahsedilebilir. Böyle bir yerde insanlar onurlu ve izzetli bir hayat yaşayamaz, toplumda düzen ve huzur olmaz. Zira birilerinin ayrıcalık ve üstünlüğü, başkalarının haklarını kısıtlar veya ihlal eder. Bu yüzden Kur’ân nazil olmaya başladığı andan itibaren eşitlik fikrini ruhlara işlemiş, Peygamber Efendimiz de eşitliğin ahlakî bir değer ve hukukî bir ilke hâline gelmesi için mücadele etmiştir. İnsanların kavmine, rengine, diline, sosyal statüsüne, cinsiyetine bakılmaksızın herkes ilahî hitaba muhatap ve mükellef kabul edilmiş, herkese aynı hak ve özgürlükler tanınmış, herkesin canı, malı, ırz ve namusu dokunulmaz görülmüştür.

Hak savunuculuğunun İslâmî referansları (6. Yazı)

Modern dönemde insan hakları müdafaası alanında epeyce bir mesafe alındığını söyleyebiliriz. İnsanlık, sahip olduğu hak ve özgürlüklerin ne kadar önemli olduğunu ve bunlara sahip çıkmadığı takdirde hayatın kendisi için nasıl zindana çevrileceğini her geçen gün daha iyi anlıyor. Bu sebeple insan hakları alanında çalışma yapan resmi kurumlar ve sivil toplum örgütleri halkı bu konuda bilinçlendirmek istiyor ve vatandaşları hak savunuculuğuna çağırıyor. Fakat Müslümanlar arasında henüz yeterli düzeyde hak arama bilincinin oluştuğu söylenemez. Zaten yöneticileri zamanla tiranlaştıran ve hak gaspına yönelten önemli sebeplerden biri de halkın bu konudaki pasifliği ve duyarsızlığıdır.

Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki mü’minleri hak savunuculuğuna teşvik edecek en güçlü motivasyon, dinî motivasyondur. Eğer inananlar, kime ve niçin yapıldığına bakmaksızın her tür zulüm ve haksızlığa karşı koymanın en önemli dinî vecibelerden biri olduğunu anlarlarsa, bu konuda daha çok inisiyatif alırlar; korkuları veya çıkar beklentileri, onları hak müdafaasından alıkoymaz; çevrelerinde yaşanan ağır insan hakkı ihlallerini görmezden gelmezler. Bu sebeple bu yazıda hak savunuculuğunun İslâmî referanslarını ortaya koymak, Kur’ân ve Sünnet’in bu konuda mü’minlerden ne talep ettiğine göz atmak istiyoruz.

Hak savunuculuğu, insan haklarının korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için çaba harcanmasını ifade eder. İnsan hakları savunucuları, ayrımcılık, baskı, işkence, zulüm, kötü muamele gibi temel insan haklarına yönelik her tür tehdit ve saldırıyla mücadele ederler. Kur’ân ve Sünnet, bir taraftan günümüzde insan hakkı ihlali olarak görülen fiilleri irtikap etmeyi şiddetle yasaklamış, diğer yandan da hakkı çiğnenen mazlum ve mağdurlara yardımcı olmayı emretmiştir. Daha sonra İslâm’ın konu etrafında dile getirdiği hükümlere göz attığımızda göreceğiz ki, aslında her mü’min bir insan hakkı savunucusudur, daha doğrusu öyle olmak zorundadır. Dini doğru anlayan ve temsil eden bir mü’minin, zulüm ve haksızlıklar karşısında duyarsız ve sessiz kalması mümkün değildir.

CELB-İ MENAFİ VE DEF-İ MEFASİD

Pek çok âlimin belirttiği üzere, Kur’ân ve Sünnet hükümlerinin nihai maksadı, celb-i menafi (faydalı şeylerin elde edilmesi) ve def-i mefasittir (zararlı şeylerin engellenmesi). Hatta dinî hükümleri bütüncül bir nazarla inceleyen âlimler bunlardan, “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” şeklindeki fıkıh kaidesini çıkarmışlardır. Yani, İslâm’ın vaz etmiş olduğu bütün hükümlerin ilk ve öncelikli hedefi, insanların canına, malına, ırzına, namusuna, onur ve şerefine dokunan her tür zarar ve mefsedetin engellenmesi, ortaya çıktıktan sonra da bir an önce izale edilmesidir. Dolayısıyla her bir mü’min, işin başında zulüm ve haksızlığa uğramamak için gerekli tedbirleri almakla, buna maruz kaldıktan sonra da gücü nispetinde onu ortadan kaldırmakla veya bir şekilde telafi etmekle mükelleftir. Hukukun ana maksadı da budur.

ZULÜMLE MÜCADELE

Zulmün, her tür itikadî, ahlakî ve amelî sapmayı içine alan çok geniş bir kavram olduğunu hatırlatmak gerekir. Her çeşit insan hakkı ihlali, bir çeşit zulümdür. Zira daha çok insanî ilişkilerdeki haksızlıkları ifade etmek için kullanılan zulüm kavramı, bir kişinin haddini aşarak bir başkasının hukukuna tecavüz etmesi demektir. Her tür insan hakkı ihlalinde de bunu gözlemlemek mümkündür. Çünkü hak ihlallerinin temelinde, birilerinin, hukukça kendilerine tanınan alanın dışına çıkarak bir başkasına zarar vermesi vardır.

Kur’ân ve Sünnet’te zulüm ölçüsünde lanetlenen başka bir fiil yoktur. Kur’ân, üç yüze yakın âyette zulüm üzerinde durur ve mü’minleri ondan uzak durmaya çağırır. “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur.” (Hûd sûresi, 11/113) âyeti, zulmün Allah katında ne kadar ağır cezası olan bir fiil olduğunu gösterir. Zira burada doğrudan bir zulüm irtikabında bulunmasa ve zalim olmasa bile, zalimlere en küçük bir sempati gösteren insanın dahi Cehennem’e girebileceği belirtir. Peygamber Efendimiz (s.a.s) de, “Zulümden uzak durun! Çünkü o, kıyamet günü (zalimler için) zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr 56) şeklindeki sözleriyle mü’minleri zulümden sakındırır.

İslâm, ağır tehdit ve ikazlarıyla mü’minleri zulüm ve haksızlık irtikabından, zulme destek vermekten, zalime arka çıkmaktan ve hatta zulüm ve haksızlıklara kalben küçük bir meyil göstermekten sakındırdığı gibi, zulüm ve haksızlıkların engellenmesi noktasında da onlara önemli görevler yükler. Mesela bir âyette, zalimlerin sebep oldukları fitne ve fesadın bir gün gelip herkesi tesir altına alacağı, yani masumlara da zarar vereceği hatırlatılarak, zalime engel olunması gerektiğine işaret edilir. (Enfâl sûresi, 8/25) “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır, onun zulmüne mâni olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17) hadisi de yukarıdaki âyetin anlamını teyit eder.

Şu âyet-i kerime de günahlar, kötülükler, zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz  ve duyarsız kalan insanları levmeder: “Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (Mâide sûresi, 5/79) Allah Resûlü’nün (s.a.s) şu sözleri ise uhrevî kurtuluşu, zulmün engellenmesi için mücadele etmeye bağlar: “Hayır, hayır, zalimin zulmüne mani olmadıkça size de kurtuluş yoktur.” (Tirmizî, Tefsîr 5)

Hiç şüphesiz bir toplumda zulüm ve haksızlıkların son bulması, hak ihlâllerinin önlenmesi genel bir bilinçlenmenin ve duyarlılığın oluşmasına bağlıdır. İşte Efendimiz’in şu sözleri buna işaret eder: “Zayıfın, hiçbir rahatsızlık duymadan/sıkıntıya maruz kalmadan hakkını güçlüden alamadığı bir ümmet yüceltilmez/günahlarından temizlenmez.” (İbn Mâce, Sadakat 17)

İnsanları, başkalarının hakkını müdafaa etmekten men eden ve zulüm karşısında sessiz kalmaya sevk eden korkaklık ve çıkar beklentisi gibi bir kısım faktörler vardır. Şu hadisler bunların da meşru birer mazeret olamayacağına işaret eder ve mü’minleri hakkı ikame etmeye çağırır: “Sakın sizden birinin herhangi bir kimseden duyduğu korku, bildiği bir hakkı söylemesine engel olmasın!” (Tirmizî, Fiten, 26) “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17)

Şu hadis-i şerif, mü’minleri, çevrelerinde olup biten zulüm ve haksızlıklar karşısında inisiyatif almaya ve aktif olmaya çağırır: Allah Resûlü, “Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurur. Bunun üzerine sahabeden biri, “Ya Resûlallah, kardeşim mazlumsa ona yardım ederim. Fakat zalime nasıl yardım edeyim?” diye sorar. Peygamberimizin cevabı şu olur: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz bu da ona yardım etmektir.” (Buhari, İkrah 7)

MEŞRU MÜDAFAA

Meşru müdafaa, kişinin gerek kendisinin gerekse bir başkasının canına, malına, ırz ve namusuna yönelik haksız bir saldırıyı uzaklaştırmak için ortaya koyduğu savunmayı ve böylece dokunulmaz bir hakkı müdafaa etmesini ifade eder. Bütün hukuk sistemlerinde meşru müdafaa, hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edilir ve kuvvet kullanarak mevcut bir saldırıyı bertaraf eden kimsenin, zorunlu olarak cana veya mala vermiş olduğu zarardan ötürü ceza almayacağı ön görülür. İslâm, meşru müdafaaya izin vermekle kalmamış, çoğu durumda onu bir sorumluluk ve vecibe olarak ortaya koymuştur.

Kur’ân, “Haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara sûresi, 2/190) ifadeleriyle haksızlık ve saldırganlığı yasaklamış, ardından da bu yasağı çiğneyenlere karşı nasıl muamele edileceğini ve nasıl bir savunma yapılacağını şöyle açıklamıştır: “Kim size haksız yere saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin.” (Bakara sûresi, 2/194)

Şuara sûresinde, yalancı şairlerden, onlara uyan sapkın ve azgınlardan, zalimlerden ve onları bekleyen kötü akıbetten bahsedilir ve sonrasında bazı güzel vasıflara sahip olan samimi mü’minler bunlardan müstesna tutulur. Mü’minlerin özellikleri sayılırken, iman etmeleri, salih amel işlemeleri, Allah’ı çokça zikretmelerinin yanı sıra bir de zulme maruz kaldıktan sonra yardımlaşıp haklarını almaları öne çıkarılır. (Şuara sûresi, 26/227) Şu âyetler de aynı noktaya işaret eder: “Onlar zulme uğradıklarında yardımlaşıp haklarını alırlar. Ama unutmayın ki haksızlığın karşılığı, yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz.” (Şûrâ sûresi, 42/39-42)

Allah Resûlü (s.a.s), bir mü’minin, canını, ailesini, dinini, malını savunmaya ve korumaya çalışırken öldürülmesi durumunda şehit olacağını ifade buyurmak suretiyle, temel hakları koruma uğrunda yapılan meşru müdafaanın ne kadar mukaddes bir görev olduğunu ortaya koymuştur. (Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21)

Cana, mala, ırza yönelik saldırıların bertaraf edilmesi, yani temel insan haklarının korunması, sadece kişinin kendisiyle sınırlı değildir. Bilâkis mü’min, kendisi kadar başkalarının canını, malını ve ırzını korumakla da mükelleftir. Nitekim Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kim mü’min kardeşinin ırz ve namusunu korursa, Allah da kıyamet günü onu Cehennem ateşinden korur.” (Tirmizi, Birr 20) Şu hadis de aynı noktaya işaret eder: “Sakın ola sizden biri haksız yere bir insanın öldürüldüğü yerde bulunmasın. Çünkü haksız yere öldürülen kimsenin yanında bulunup da onu müdafaa etmeyen kimselerin üzerine Allah’ın lâneti iner.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 11/260)

İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜĞÜ ÖNLEME

İyiliğin tavsiye edilmesi ve yayılması, kötülüğün ise önlenmesi veya azaltılması anlamlarına gelen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker, İslâm’ın başlıca emirlerden ve temel dinamiklerinden biridir. Peygamberlerin temel vazifesi bu olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in en bariz vasıflarından biri de budur. Bu yüzden her mü’min, imkân ve gücü nispetinde bunu yapmakla mükelleftir. Şu âyetler, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesini mü’min olmanın temel bir hususiyeti olarak ortaya koyar:

“(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110)

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resulüne itaat ederler.” (Tevbe sûresi, 9/71)

“Onlar öyle mükemmel insanlardır ki şayet kendilerine dünyada hakimiyet nasip edersek namazlarını hakkıyla ifa eder, zekâtlarını verir, iyi ve meşrû olanı yayar, kötülüğü önlerler.” (Hac sûresi, 22/41)

Allah Resûlü’nün şu sözleri de tüm mü’mileri kötülükler karşısında duyarlı olmaya çağırır: “Sizden biriniz bir kötülük (münker) gördüğünde eliyle onu düzeltsin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle onu düzeltsin. Buna da muktedir olamazsa kalbiyle tavrını belli etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, îmân 78) Bu hadis-i şerif mü’minleri, konum ve durumları, güç ve imkânları nispetinde kötülüklerle mücadele etmeye çağırır. Hiç şüphesiz insan haklarını ihlal eden her fiil, bir münkerdir. Yani dinin, aklın, vicdanın, örfün tasvip etmediği ve çirkin bulduğu bir fiildir. Dolayısıyla bir mü’mine düşen vazife de eliyle veya diliyle bunu önlemeye çalışmak, buna gücü yetmezse en azından kalben tavır koymak, yani tarafını belli etmektir.

HILFU’L-FUDÛL

Hılfu’l-fudûl, Kureyşli bazı kabilelerin, Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek maksadıyla yaptıkları bir antlaşmadır. Efendimiz de (s.a.s) henüz peygamber olmadan önce bu antlaşmaya dâhil olmuştur. Hem ibadet hem de ticaret merkezi olan Mekke’ye dışarıdan çok fazla ziyaretçi geliyordu. Zaman zaman zayıf ve güçsüz kimseler, zulüm ve haksızlığa uğruyorlardı. Bazen de Mekkeli kabileler arasında çatışmalar vuku buluyor ve bunun neticesinde mağduriyetler ortaya çıkıyordu. İşte Hilfu’l-fudul’un kurulma amacı da mazlum ve mağdurlara yardım etmekti.

Hılfu’l-fudul’a dâhil olan kabilelerin yapmış olduğu antlaşmanın muhtevası şuydu: “Allah’a andolsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız.” (DİA, “Hılfu’l-fudûl”) Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hılfu’l-fudul, tam anlamıyla insan hakları savunuculuğunu üstlenmişti.

Hılfu’l-fudul, İslâmiyet gelmeden önce yapılan bir antlaşma olsa da, Resûl-i Ekrem (s.a.s), kendisine nübüvvet verildikten sonra da ondan övgüyle bahsetmiştir. O şöyle demiştir: “Zühre, Teym ve Haşimoğullarının yaptığı antlaşmada ben de hazır bulundum. Bu antlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı tüylü deve sürüleri bana teklif edilse, yine de bozmam. Şayet iyiliği emretme, kötülükten uzaklaştırma ve mazlumun hakkını zalimden alma üzerine kurulan böyle bir antlaşmaya bugün çağrılsam hemen ona icabet ederim.” (Bezzâr, Sünen, 3/235; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/193)

Peygamber Efendimiz’in henüz vahiy almadan önce zayıf ve güçsüzlerin haklarını korumak için kurulan böyle bir teşkilatın içinde yer alması ve peygamber olduktan sonra da bundan övgüyle söz etmesi, günümüzde benzer yapıların kurulması için önemli bir teşvik ve motivasyon kaynağıdır.

MÜFSİT VE MUSLİHLER

Kur’ân, onlarca âyet-i kerimede yeryüzünde fesat çıkarmayı yasaklar ve ıslahı emreder. Fesat/ifsat, tabii dengeyi, toplumsal düzeni, ahlaki yapıyı ve dinî hayatı bozucu filleri içine alan geniş bir kavramdır. Farklı bir tabirle ifsat denildiğinde, toplumda yerleşik örf ve teamülleri, ahlakî ve dinî değerleri, siyasi ve hukukî kaideleri ihlâl edici kötü, zararlı ve yıkıcı fiiller anlaşılır. Bu yüzden fesat ortaya çıktığında, hem toplumsal hayattaki hem de tabiattaki düzen, ahenk ve denge bozulur. Dolayısıyla her tür zulüm ve haksızlık, isyan ve bozgunculuk, suç ve günah bir çeşit fesattır.

Fesat ve ifsadın zıddı, salah ve ıslahtır. Salah, iyi, güzel ve faydalı olma anlamındadır. Islah ise bir şeyi düzeltmek, iyileştirmek, geliştirmek gibi anlamlara gelir. Birbiriyle çatışma ve kavga halinde olan insanların arasını düzeltmek ve onları barıştırmak da ıslah kavramıyla ifade edilir. Buna göre müfsit, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, muslih de barışı, dirlik ve düzeni tesis etmeye çalışan kimse demektir. Kur’ân’a göre ifsat, kâfir ve münafıklara ait bir fiil olmasına karşılık, ıslah mü’minlerin başlıca özelliklerinden biri olarak gösterilir. Pek çok âyet ve hadiste insanların arasını bulma, toplumsal ahengi tesis etme mü’minlerin başlıca görevi olarak gösterilir.

Cana, mala, ırz ve namusa verdikleri zararla insan haklarını ihlal eden kimseler en büyük müfsitlerdir. Ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir toplumda denge, düzen ve ahenkten bahsedilemez. Dolayısıyla da toplumsal huzur yok olur. İnsanlar mutlu ve müreffeh bir hayat yaşayamazlar. Bütün bu olumsuzlukları izale etmek, zalim ve mütecavizlerin ifsat ettiklerini düzeltmek mü’min olmanın bir gereğidir.

NETİCE

Maalesef günümüzde bencil, kendini düşünen, “beni ısırmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen, duyarsız ve vurdumduymaz bir insan tipi ortaya çıktı. Bu yüzden insanlar, başkalarının acılarına ortak olmuyor, eğer kendine bir zararı yoksa zulüm ve haksızlıklarla mücadele etmiyor, mazlum ve mağdurların yaralarını sarmaya çalışmıyorlar. Oysaki İslâm’ın çizdiği mü’min portresi bunun tam zıddıdır. İslâm’a göre Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen bir kimsenin onlar arasında yeri yoktur. Şayet bir kişi, kendisi için sevip istediği şeyleri mü’min kardeşi için de istemiyorsa, imanında problem var demektir. Kendi canını, malını, ırz ve namusunu koruma konusunda gösterdiği aynı hassasiyeti başkaları hakkında da göstermiyorsa İslâm’a aykırı davranıyor demektir. Kısacası kimliğine bakmaksızın tüm mazlum ve mağdurların hakkını savunmak, mü’min olmanın en temel gereklerinden biridir.

Savaş zamanlarında insan hakları (7. Yazı)

İnsan haklarının en çok ihlâl edildiği zamanlar, savaş zamanlarıdır. Çünkü savaşlarda kanun ve kurallar devre dışı kalır. Kin, düşmanlık ve öç alma duygularıyla hareket edilir. Zafer kazanma adına her şey mubah görülür ve Makyavelist düşünce esas alınır. Savaş halinde olunan düşmanların da en nihayetinde “insan” oldukları unutulur. Savaş tarihine dair yazılan kitaplara bir göz atıldığında veya savaş müzeleri gezildiğinde, insanların düşmanlarına reva gördükleri türlü türlü vahşet ve işkenceler bütün çıplaklığıyla görülür.

Çok gerilere gitmeye gerek yok. Son yüzyılda yapılan savaşlar bile incelenecek olsa, askerlerin, düşmanlarına yaptıkları işkencelerle, tecavüzlerle, soykırımlarla, toplu katliamlarla  nasıl insanlıktan çıktıkları esefle müşahede edilir. Toplama kamplarındaki savaş esirlerine ve rehinelere yapılan insanlık dışı muameleleri bilmeyen yoktur. Aynı şekilde savaşlarda kamuya veya özel kişilere ait mallar yağmalanır, şehirler yakılıp yıkılır, yaralılar infaz edilir, siviller katledilir. Günümüz savaşlarında kitle imha silahlarının kullanılması zaten başlı başına bir insan hakları sorunudur. Maalesef ne kanunlar ne de uluslararası bildiri ve sözleşmeler savaş suçlarının önüne geçemiyor.

İslâm, asırlar önce vaz ettiği hükümleriyle savaşı belli kurallara bağlamış ve savaş ortamında dahi elden geldiğince insan hakkı ihlâllerinin önüne geçmiştir. Savaş hükümleri, kamu hukukunun bir alt dalı olan “devletler umumi hukuku”nun alanına girer. Batı’da devletler hukukunun ortaya çıkışı çok yenidir. İslâm tarihinde ise devletler hukuku, fıkhın diğer şubeleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Mesela İmam Muhammed’in (v. 189/805) sekiz ciltlik “es-Siyerü’l-kebir” isimli eseri baştan sonra bu konuyu ele alır. Dolayısıyla İslâm’ın bu alanda vaz ettiği hukuk kurallarının Batı’ya nispetle en az sekiz asır bir önceliği vardır. Bu yazıdaki maksadımız İslâm’ın savaşı belli kurallara bağladığını ve bu kuralların uygulanması durumunda savaş suçlarının ve insan hakkı ihlâllerinin büyük oranda önüne geçilebileceğini göstermektir.

ASIL OLAN BARIŞTIR

En başta şunu ifade etmek gerekir ki İslâm’da barış asıl, savaş ise arızi ve istisnai bir durumdur. Şu âyetler açıkça barışı yüceltir ve insanları sulh içinde yaşamaya çağırır: “Sulh (daima) hayırlıdır.” (Nisâ sûresi, 4/128) “Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin.” (Bakara sûresi, 2/208)

Mücbir sebepler olmadıkça savaşa başlamama ve barış içinde yaşama önemli bir esas olduğu gibi, Kur’ân’a göre savaş esnasında yapılan barış tekliflerinin de kabul edilmesi ve savaştan vazgeçilmesi gerekir. Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: “O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez.” (Nisâ sûresi, 4/90) “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven.” âyeti de aynı hususu emreder. (Enfâl sûresi, 8/61)

Bunların yanı sıra bir çok âyette fesadın/ifsadın (bozgunculuğun) yasaklanması ve ıslahın (insanların arasını bulmanın ve düzeltmenin) emredilmesi de konumuz açısından önemli mesajlar ihtiva eder.

“Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de bana selam olsun.” (Meryem sûresi, 17/33) “Rahman olan Allah’ın kulları, yeryüzünde mütevazı yürürler. Cahiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selam’ derler.” âyetlerinde de barış ve esenliğin önemi vurgulanır.

Bunların yanı sıra İslâm lafzının kelime kökü itibarıyla sulh, barış, güven ve esenlik anlamlarına geldiğini hatırlatmakta fayda var. Müslüman lafzı da aynı kökten gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Müslümanı, “diğer insanların elinden ve dilinden emin olduğu kişi” (Buhari, İman, 4, 5) şeklinde tarif etmesi kelimenin kök anlamıyla irtibatlıdır. Dolayısıyla Müslümanlar, Allah’ın kendilerine verdiği isme ve Allah Resûlü’nün bu tanımına uygun hareket etmekle mükelleftirler. Allah’ın isimlerinden birinin es-Selam (esenlik veren) olması ve Müslümanların kendi aralarındaki selamlaşmayı yine “selam” lafzıyla yapmaları da barış fikrinin İslâm’daki ağırlık ve önemini gösterir.

Allah Resûlü (s.a.s) hayat-ı seniyyeleri boyunca Kur’ân’ın bu konudaki emirlerine bağlı kalmış, sürekli barış taraftarı olmuş ve sulh yolları aramış, mecbur kalmadıkça savaşa tevessül etmemiş, savaşmak zorunda kaldığı durumlarda da kan dökülmesini engellemek için elinden geleni yapmıştır. Takip ettiği savaş politikasıyla sıcak savaşa girmeme adına her tür tedbiri almıştır. Düşmanı zayıflatmak, korkutmak, yıldırmak veya yanıltmak suretiyle saldırıdan vazgeçirmek onun öncelikli hedefi olmuştur. Allah Resûlü’nün bütün hayatı boyunca yaptığı savaşlarda düşman safından öldürülen toplam insan sayısının 250’yi geçmemesini başka türlü izah etmek mümkün değildir. (Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamberin Savaşları, s. 21) Kur’ân’ın düşmana karşı güçlü savaş atları beslenmesi emrinin (Enfâl sûresi, 8/60) altında yatan espri de budur.

Peygamber Efendimiz’in, Mekke’de bulunduğu süre içerisinde herhangi bir çatışmaya girmemesi, Medine’ye hicret eder etmez müşrik ve Yahudilerle Medine vesikasını imzalaması, bunun dışında çevre kabilelerle onlarca barış anlaşması yapması, savaşı önlemek için diplomasiyi sonuna kadar kullanması, Müslümanların aleyhine olan bütün maddelere rağmen Hudeybiye sulhunu kabul etmesi ve sahabilere düşmanla karşılaşmayı temenni etmemelerini söylemesi (Buhari, Cihad 112) ve yaptığı anlaşmalara hep sadık kalması O’nun barış yanlısı olduğunu göstermesi adına oldukça önemli olaylardır. Konu etrafında araştırma yapan ulemanın belirttiği üzere O’nun yapmış olduğu bütün savaşlar, müdafaa savaşıdır.

Kur’ân’da iki âyette birbirine yakın lafızlarla fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaş (kıtal) yapılması emredilir. (Bakara sûresi, 2/193; Enfal sûresi, 8/39) Başka bir âyet-i kerimede ise Ehl-i Kitap’la ilgili olarak savaşın (kıtalin) “cizye verinceye kadar” sürdürülmesi emredilir. (Tevbe sûresi, 9/29) Maalesef bazıları bu âyet-i kerimeleri yanlış anladıkları için İslâm’ın her daim inanmayanlarla savaşılmasını emrettiğini zannetmişlerdir. Ne var ki böyle bir anlayış hem Allah Resulü’nün uygulamalarına hem tarih boyunca Müslümanların tecrübelerine hem de Kur’ân ve Sünnet’in temel ilkelerine terstir.

Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan “kıtal” lafzının isim değil, mastar anlamında kullanıldığına dikkat edilmelidir. Yani kıtalin manası savaş değil savaşmaktır. Savaş anlamında kullanılan kelime ise harb’tir. Dolayısıyla bu âyet-i kerimeler zaten başlamış bir savaşın ne zaman bitirileceğini beyan eder. Buradaki emri “savaşa başlama emri” olarak değil, “başlamış bir savaşın bitiş emri” olarak anlamak âyetlerin maksadına, siyakına ve Kur’ân’ın bütünlüğüne daha uygun olacaktır. İsyan eden Müslümanlarla (bâgilerle) ilgili hükümlerin bildirildiği Hucurat âyetsinde, “Allah’ın emrine dönünceye kadar” onlarla savaşılması emredilir. (49/9) Yani savaşın ne zaman biteceği hükme bağlanır. Diğer âyetlerde beyan edilmek istenen mana da bundan farklı olmamalıdır. (Ahmed Güneş, Savaş ve Cihad, s. 126)

Ayrıca yukarıdaki âyette geçen fitne kelimesi, din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden her tür baskı, şiddet ve işkence anlamındadır, küfür anlamında değildir. Bakara sûresindeki âyetin, “Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki düşmanlık ancak zalimleredir.” şeklinde devam etmesi de küfrün tek başına savaş gerekçesi olarak gösterilemeyeceğine ve savaşın sadece meşru müdafaa ve zulme engel olmak için yapılacağına dair önemli bir delildir.

Son olarak bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var: İslâm âlimleri fıkıh usulüne dair yazılan eserlerde “hüsün ve kubuh” konusunu ele alırken cihada da temas etmişlerdir. Onlar en başta insan fiillerini “hasen (iyi, güzel)” ve “kabih (kötü, çirkin)” olmak üzere ikiye, daha sonra heseni de kendi içinde hasen-i liaynihi ve hasen-i ligayrihi kısımlarına ayırmışlardır. Hasen-i liaynihi bizatihi güzel olan, hasen-i ligayrihi ise neticeleri itibarıyla güzel olan fiilleri ifade eder. Hiçbir İslâm âlimi savaşların bizatihi güzel ve iyi olduğunu belirtmemiştir. Bilakis onlar, kan akıtıldığı, insanlar öldürüldüğü, yerleşim yerleri tahrip edildiği için savaşın kötü olduğunu; fakat din, vatan, can, mal, ırz gibi değerlerin korunmasına vesile olması itibarıyla onun bizatihi olmasa da harici sebeplerden dolayı hüsün cihetinin bulunabileceğini belirtmişlerdir.

SAVAŞ SEBEPLERİ

İslâm, bir taraftan Müslümanları sulh ve barış içinde yaşamaya teşvik ederken, diğer yandan da savaş sebeplerini olabildiğine sınırlandırmış ve suiistimallerin önüne geçmiştir. Batılıların Müslümanlara yönelttiği en haksız eleştirilerden biri, İslâm’ı kılıç zoruyla yaydıkları iddiasıdır. Hâlbuki -bazı istisnaları bir kenara bırakacak olursa- tarihî olaylar buna şahitlik etmediği gibi, dinî naslar da buna müsaade etmez.

İslâm’da Hristiyanlıkta olduğu şekliyle kutsal savaşın yeri yoktur. Müsteşriklerin, âyet ve hadislerde emredilen cihada böyle bir anlam vermeleri, İslâm âlimlerince tenkit edilir, edilmelidir de. Zira cihad, nefis ve şeytanla mücadele, hak dine davet, emr-i bi’l-ma’ruf, kişinin malı ve canıyla Allah yolunda gayret göstermesi gibi çok farklı boyutları olan oldukça geniş anlamlı bir kavramdır. Onu savaşla özdeşleştirmek doğru değildir. Meşru bir savaş, onun sadece bir yönünü teşkil eder. İslâmî kaynaklarda savaş için, kıtâl, harp ve cihad kavramları kullanılsa da, cihad kavramıyla daha ziyade savaşın dinî mükellefiyet yönüne, manevî ve uhrevî boyutuna dikkat çekilir.

Aynı şekilde toprak gaspı, yağma, talan, tahakküm, sömürgecilik, başkalarının tabii kaynaklarına el koyma, zorla dine sokma, politik nüfuz sağlama gibi hedeflerin İslâm nazarında meşruiyeti yoktur.

Peki, savaşın meşru kılan sebepler nelerdir?

Bunların başında meşru müdafaa gelir. Meşru müdafaa ise bir kimsenin ağır ve haksız bir saldırıyı, zulüm ve tecavüzü kendisinden veya bir başkasından uzaklaştırmak için ortaya koyduğu zorunlu tepkiyi ifade eder. Cana, mala, ırz ve namusa, kutsal sayılan değerlere karşı yapılan haksız saldırılara, düşmanca tavırlara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak, bütün hukuk sistemlerinde kabul edilen bir haktır.

Kur’ân’da yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın.” (Bakara sûresi, 2/190) “Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” (Tevbe sûresi, 9/36) “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac sûresi, 22/39) âyetleri de mü’minlere meşru müdafaayı emreder. Mescid-i Haram’da savaş yapmayla ilgili nazil olan, “Onlar savaşmadıkça siz de savaşmayın.” (Bakara sûresi, 2/191) âyeti de aynı noktaya dikkat çeker.

“Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi menetmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder.” (Mümtehine sûresi, 60/8-9) âyetinde de aynı mesajların yer aldığı görülür.

Konuyla ilgili diğer bir âyet de şu şekildedir: “Eğer antlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız? Zaten savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı.” (Tevbe sûresi, 9/12-13)

Hayber kuşatmasında, Allah Resulü’nün komutan olarak tayin buyurduğu Hz. Ali’ye “Onlar savaşmadan savaşmayınız, onlar sizden birini öldürmedikçe siz de kimseyi öldürmeyiz.” buyurması da bu minvaldedir.

 Savaşın diğer bir sebebi ise zulmü, işkenceyi, baskıyı ve ağır insan hakkı ihlallerini sona erdirerek insanlara özgürlüğe giden yolu açmaktır. Zulme karşı verilen mücadele ve savaş, insanî ve İslâmî sorumluluğun bir gereğidir. Nisa sûresinde şöyle buyrulur: “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan, ‘Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!’ diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?” (Nisâ sûresi, 4/75)

Kıtal’in (savaşın) emredildiği hemen her âyette “fi sebillillah (Allah yolunda)” kaydı düşülür. Bunun anlamı, savaşın meşru ve hak sebeplere dayanması gerektiğini ifade etmektir. Demek ki savaş için savaş yapılmaz. Ulusal, etnik, bölgesel çıkar hesapları savaşın meşru gerekçesi olamaz. Ganimet, istila, sömürü, iktidar, şöhret, servet gibi hedeflerle savaş yapanların hiçbiri Allah yolunda savaşmış olmazlar. Hele savaştan maksat hiçbir şekilde insan öldürme olamaz. İslâm, insanların canına kıymak için değil, insanlara hayat üflemek için gelmiştir.

Başkalarına zorla kendi akide ve dinlerini kabul ettirmek de meşru savaş sebebi değildir. Zira “Dinde zorlama yoktur.” âyetiyle baskı, şiddet ve zorlamanın her çeşidi yasaklanmıştır. Ancak bir saldırıyı önlemek, baskı ve zulmü sona erdirmek, din ve vicdan hürriyetini sağlamak, İslâm’a davet özgürlüğünü güvence altına almak gibi sebepler savaşın meşru gerekçeleri olabilir.

KÜFÜR SAVAŞ SEBEBİ MİDİR?

Din farklılığının (küfür) savaş sebebi olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Çünkü bu konuda emredici hiçbir nas yoktur. Nitekim ilgili naslardan yola çıkan Hanefi, Mâliki ve Hanbeli fukahası da savaşın illetinin (sebep ve gerekçesi) küfür ve inkâr değil, düşmanlık ve saldırı olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla cumhur-u fukahaya göre sırf İslâm’a muhalefetinden veya inkârından dolayı bir insanın öldürülmesi söz konusu olamaz. (Vehbe Zühayli, Âsâru’l-harb, s. 106) Bu konuda aksi görüşte olanlar, fiilî savaş hâliyle ilgili olan bazı âyetleri bağlamından koparmış ve yanlış mana vermişlerdir.

Özellikle “Onları (müşrikleri) bulduğunuz yerde öldürün.” şeklinde geçen Bakara (191), Nisa (91) ve Tevbe (5) sûrelerindeki âyetler gerekçe yapılarak Batılı araştırmacılar tarafından İslâm’a haksız saldırılar yöneltilmiştir. Oysa bu âyetlerde mevzubahis edilen öldürme, fiilî savaş hâliyle sınırlıdır ve bazı müfessirlere göre sadece Mekke müşrikleri hakkındadır. Ne Peygamber Efendimiz, ne de daha sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar bu âyetin hükmünü mutlak ve genel anlamamış ve bu şekilde bir uygulamaya teşebbüs etmemişlerdir.

Bakara sûresinde öldürme emrinden hemen sonra gelen âyette, “Şayet onlar vazgeçerlerse (siz de savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (2/192) buyrulması da savaşın asıl sebebinin karşı tarafın dinî inançları değil, saldırgan ve düşmanca tutumları olduğunu gösterir. Eğer onlar zulüm ve düşmanlıktan vazgeçerlerse savaşmak için ortada bir sebep kalmayacaktır.

Küfrün savaş sebebi olduğunu iddia edenler, “İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanları ve malları masum olur. Hesapları Allah’a aittir.” (Müslim, İman, 32–36) hadisinin manasını mutlak ve genel anlamışlardır. Hâlbuki böyle bir anlayış, barışı ve iyilik yapmayı teşvik eden nasların genel anlamına terstir. Dolayısıyla burada mevzubahis edilen hüküm, devam eden bir savaşın bitiş gerekçesini beyan etmektir. Yani düşman askerleri Müslüman oldukları takdirde başlamış bir savaşın sona ereceğini, kelime-i tevhidi söyleyen hiçbir düşman askerine dokunulamayacağını beyan eder.

Allah Resûlü’nün, buna riayet etmeyen, yani “La ilahe illallah” diyen düşman askerini öldüren Halid b. Velid ve Üsame b. Zeyd gibi bazı sahabileri itap ettiği rivayet edilir. Hz. Üsame’nin, “Ölüm korkusundan dolayı şahadet getirdi.” şeklindeki itirazını haksız bulur ve “Yarıp kalbine mi baktın!” mukabelesinde bulunur. (Müslim, İman 158) Hz. Halid’in yaptığına çok üzülür ve ellerini kaldırıp, “Allah’ım Halid’in yaptığından Sana sığınırım.” der. (Buhârî, Ahkâm 35)

Efendimiz’in ordu komutanlarına verdiği talimatlar da yukarıdaki hadisin savaş ahkamıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu talimatlara göre sıcak savaş öncesi düşmana üç alternatif sunulur: Müslüman olmak, cizye vermeyi (İslâm ülkesinin vatandaşı olmayı) kabul etmek ya da savaşmak. Hayber’de komutan olarak atadığı Hz. Ali’nin ne zamana kadar savaşacağını sorması üzerine, “La ilahe illallah deyinceye kadar” buyurur. (Buhârî, Cihad 102) Allah Resûlü’nün hiçbir savaşının salt inanç farklılığından kaynaklanmadığının altını çizmek gerekir.

SAVAŞ AHKÂMI

Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâm, insanlar arasında barış, huzur ve adaleti hâkim kılmaya çalışır. Fakat barış, tek taraflı gayretlerle sağlanamaz. İki tarafın da bunu istemesi gerekir. Bu da her zaman mümkün olmadığı için savaş, insanlık tarihinin en büyük realitelerinden biri olmuştur. Bu biraz da insanoğlunun bozgunculuk ve kan dökücülüğe açık yaratılmasından kaynaklanır. Bilindiği üzere Allah, yeryüzünde insan yaratacağını meleklere bildirdiğinde, onlar insanoğlunun bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Bu sebepledir ki İslâm, tarihî ve beşerî bir gerçek olan savaşı görmezden gelmemiş ve onu önemli kural ve prensiplere bağlamıştır. Bu kurallar hukukî, ahlakî, dinî ve uhrevî açıdan tüm mü’minleri bağlar.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, fertler, gruplar, organizasyonlar kendine göre savaş başlatamaz. Savaş kararını ancak devlet (devlet başkanı) alabilir. Savaş ilan etmek de sulh yapmak da devletin vazifeleri cümlesindendir. İsmine ne denirse denilsin, fertlerin kendine göre giriştiği silahlı mücadele veya intihar bombaları, bir çeşit şiddet ve terör eylemidir. Bunu İslâmî hükümler açısından meşru görmek mümkün değildir. Devlet, savaş kararı aldıktan sonra da savaş ahkâmına bağlı kalmak zorundadır. Savaş ilân etmek siyasi bir karar olsa da, savaşta uygulanacak kurallar, hukukî kurallardır. Hem devlet başkanını hem de askerleri bağlar. Hedefe ulaşma adına her yolu meşru gören makyavelist felsefenin İslâm’da yeri yoktur.

Bakara sûresinde yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın, aşırı gitmeyin. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara sûresi, 2/190) âyeti, savaşta mü’minlere meşru sınırları korumayı ve itidalden ayrılmamayı emreder ve her tür aşırılığı yasaklar. Peygamber Efendimiz ise savaş ahkâmına ilişkin sözleriyle ve fiilî uygulamalarıyla hangi davranışların aşırılık ve haddi aşma olduğunu beyan eder.

Nebiyy-i Ekrem, savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatları vermiştir: “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını vs. kesmeyin), çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (Ebu Davud, Cihad 82; Müsned, 1/300)

Hz. Ebû Bekir’in ordunun başında komutan olarak Suriye’ye gönderdiği Usame b. Zeyd’e verdiği şu talimatlar da benzer hükümler ihtiva eder: “Ey Üsame! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın.” (İbnü’l-Esir, 2/335)

İslâm, savaş sırasında sivillerin öldürülmesini yasaklar. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb. kimseler öldürülmez. Peygamber Efendimiz’in bir savaş meydanında öldürülen bir kadın görünce “Bu kadın savaşan birisi değil ki niçin öldürüldü?” (Buhari, Cihad 147) buyurması, öldürmenin ancak savaşçı (mukatil) vasfını haiz kimselerle sınırlı tutulacağını gösterir.

Hatta düşman askerlerinden alınan rehinelerin ve esirlerin öldürülmesi dahi caiz görülmemiştir. Zira Kur’ân savaş esirleriyle ilgili şu emri vermiştir: “Savaş bitince onları ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakabilirsiniz.” (Muhammed sûresi, 47/4) Öldürme bir tarafa Kur’ân, esirleri doyuran, onların temel ihtiyaçlarını karşılayan Müslümanlardan övgüyle bahseder. (İnsan sûresi, 76/8)

Peygamber Efendimiz’in ve sahabenin esirlere iyi davrandığı, onlara yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri, bineklerini onlarla paylaştıkları, iyilik ve ihsanda bulundukları siyer ve tarih kitaplarında kayıtlıdır. Peygamber Efendimiz’in esir düşen anne ile çocuğunun birbirinden ayrılmasını yasaklaması (Tirmizi, Siyer 17), İslâm’ın en zor şartlarda dahi insan hakları konusunda gösterdiği titizliğin güzel bir örneğidir.

Aynı şekilde ele geçirilen yerleşim yerlerinde toplu katliam yapmak, şehirleri yakıp yıkmak İslâm’ın yasakladığı uygulamalardır. Düşman askerlerine işkence yapılması, öldürüldükten sonra kulaklarını, burunlarını vs. kesmek suretiyle bedenlerine saygısızlık yapılması da caiz değildir. Hatta Allah Resûlü, sahabeyi, öldürülen düşman askerleri aleyhinde konuşmaktan dahi menetmiş, ölüler hakkında konuşmanın dirilere zarar verebileceği hatırlatmasını yapmıştır.

Aynı şekilde savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılmaması, hiçbir şekilde kadınların ırz ve namusuna dokunulmaması da İslâm’ın savaş ahkamıyla ilgili vaz ettiği hükümlerdendir.

Savaş sırasında Müslüman olduğunu bildiren bir insan öldürülmez. Bunu hangi niyetle söylediğine de bakılmaz. Zira bir sahabe, sırf ölümden korktuğu için kelime-i tevhidi söylediğini düşünerek bir düşman askerini öldürdüğünde, Allah Resûlü’nün ağır itabıyla karşılaşmıştır. (Müslim, İman 158) Hatta âyet-i kerime Müslüman olmasa bile eman dileyen ve sığınma talep eden bir kişinin güvenli bir yere götürülmesini ve can güvenliğinin korunmasını emreder. (Tevbe sûresi, 9/6)

Bütün bunların yanında İslâm hangi gerekçeyle olursa olsun hainlik yapılmasını ve yapılan anlaşmaların bozulmasını yasaklar. “Seninle antlaşma yapan bir millette antlaşmaya aykırı bir hainlik alameti tespit edersen, savaş açmadan önce antlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.”  (Enfâl sûresi, 8/68) âyeti savaş hukuku açısından çok önemli bir ilkeye dikkat çeker.

Kur’ân, Hz. Süleyman kıssasını anlatırken önemli bir ayrıntıya dikkat çeker. Hz. Süleyman büyük bir orduyla bir vadiden geçerken bir karınca şöyle der: “Ey karıncalar, yuvalarınıza giriniz, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin.” (Neml sûresi, 27/18) Âyet-i kerimede geçen “farkına varmadan” ifadesi önemlidir. Zira mü’minler ne kadar güçlü bir ordu hazırlarsa hazırlasınlar, masum insanlara zarar vermek bir yana, kasten bir karıncaya dahi zarar vermeyeceklerdir/vermemelidirler.

NETİCE

Savaş hukukuna dair verdiğimiz bu kısa özet bile, İslâm’ın en ağır şartlarda dahi insan haklarını koruma noktasında nasıl azami derecede hassasiyet gösterdiğini ortaya koyar.  Kur’ân ve Sünnet’te vaz edilen hükümler, insan hakkı ihlallerinin zirveye çıktığı savaş şartlarını disiplin altına almış, belirli kural ve prensiplere bağlamış ve böylece her tür keyfilik ve serbestliği önlemeye çalışmıştır. İslâm, güç ve kuvveti hakkın eline vermek suretiyle, onun zalimce kullanılmasına mani olmuştur. Savaşta dahi her tür haksızlığı, zulmü, haddi aşmayı, fesat çıkarmayı yasaklayan bir dinin, sulh ve barış zamanlarında insan haklarına kayıtsız kalması düşünülemez.

İnsan hakları bağlamında zimmî hukuku (8. yazı)

Çağdaş insan hakları standartları açısından İslâm’a yöneltilen başlıca eleştirilerden biri, İslâm fıkhında yerini bulan azınlık hukukudur. Gerçi azınlık (ekalliyât, minority) kavramının ve azınlık haklarının ortaya çıkışı oldukça yenidir. Bir toplumda etnik, dinî veya daha başka nitelikler açısından çoğunluktan ayrı olan grupları ifade eder. Azınlık hakları, uluslararası insan hakları hukukunun tamamlayıcı bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Hedefi ise bir toplumda baskın öbeğe göre dezavantajlı sayılan özel öbeklerin temel hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır.

Bazı Batılı araştırmacılar, İslâm hukukunun gayrimüslim azınlıklarla ilgili hükümlerinin, çağdaş azınlık hukuku standartları açısından kısıtlayıcı ve baskıcı olduğunu iddia eder ve eleştiriler. İslâm’da dinî çoğulculuğa yer verilmediğini, Müslümanlarla gayrimüslimlere eşit haklar tanınmadığını, azınlıkların din ve vicdan hürriyetinin kısıtlandığını ileri sürerler. Kısacası İslâm ve insan hakları konusu ele alınırken, en çok eleştiri konusu yapılan mevzu, zimmî hukukudur. Bu açıdan konuyu hem temel dinî referanslar hem de modern insan hakları açısından ele almak, İslâm’ın ötekine karşı hoşgörü sınırlarını ortaya koymak ve dile getirilen eleştirilerin haklı olup olmadığına yakından bakmak istiyoruz.

Arapça bir kelime olan zimmî, zimmet kökünden gelir. Zimmet; anlaşma ve ahit, borç ve mesuliyet, koruma ve himaye etme gibi anlamlara gelir. Zimmî de zimmet antlaşması neticesinde bir kısım sorumluluklar yüklenen ve buna karşılık kendisine güvence verilen ve koruma altına alınan insan demektir. Bu kelime İslâm ülkesinde vatandaş olarak yaşayan başka din mensupları için kullanılır. Bunlara ehl-i zimme de denir. Zira bunlar mesuliyet ve dokunulmazlığa sahip vatandaşlardır. Farklı bir ifadeyle zimmî, İslâm ülkesinde yaşayan azınlıkları ifade eder. (Bkz. DİA, “Zimmî” mad.)

İslâm tarihinde, Müslümanlığı kabul etmediği halde İslâm ülkelerinde yaşamaya devam eden gayrimüslimlerle “zimmet antlaşması (vatandaşlık antlaşması)” yapılmış ve verdikleri vergi (cizye) karşılığında onların can, mal, namus ve inanç hürriyetleri güvence altına alınmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s), zimmîlerin Allah ve Resûlü’nün zimmetinde (koruma ve himayesinde) olduklarını ifade etmek suretiyle, İslâm devleti tarafından onlara sağlanan garantörlüğün ne derece korunmaya değer olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizî, Siyer 48)

Bu tür kimselere zimmî statüsünün verilmesi “cizye âyeti” olarak isimlendirilen Tevbe sûresinin 29. âyetine dayanır. Bu âyet-i kerime ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Ne var ki Peygamber Efendimiz (s.a.s), Bahreyn, Yemen ve Hecer bölgelerinde yaşayan Mecusilerle de zimmet antlaşması yapmış, onlardan cizye almış ve “Onlara Ehl-i Kitap muamelesi yapın.” (İmam Mâlik, el-Muvatta, Zekat 42) buyurmuştur.

Hanefi ve Maliki fakihleri Ehl-i Kitap ve Mecusiler dışında kalan din mensuplarıyla da zimmet antlaşması yapılmasını caiz görmüş ve uygulama da genelde bu şekilde olmuştur. İslâm tarihi boyunca Müslümanlar kendileriyle yaşamayı kabul eden farklı din mensuplarıyla zimmet anlaşması yapmışlardır. Peygamber Efendimiz’in ordu komutanlarına verdiği talimatlar da bu hükmü desteklemektedir. Zira O, sıcak savaş öncesi düşman askerlerinin önce Müslüman olmaya davet edilmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerinin teklif edilmesini (zimmet antlaşmasının yapılmasını) emretmiş, bunu kabul ettikleri takdirde onlara dokunulmamasını söylemiştir. (Buhari, Cihâd 102; Müslim, Cihad 2, 12)

İslâm devletlerinin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslimlerle ilgili hükümler ilk dönemden itibaren fıkıh kitaplarında geniş yer bulmuştur. İlgili âyet ve hadislerle, Allah Resûlü’nün ve Hulefa-i Raşidin’in uygulamalarından yola çıkan İslâm hukukçuları, konu etrafında oldukça detaylı sayılabilecek düzenlemelere yer vermişlerdir. Son asırda bu konuda Ahkâmu’z-zimmîyyînAhkâmu ehlü’z-zimme gibi isimlerle müstakil çalışmalar yapılmış ve aile hukukundan borçlar hukukuna, ceza hukukundan içtimai ve siyasi ilişkilere kadar zimmîlerle ilgili pek çok hüküm ele alınmıştır. Ne var ki bizim buradaki maksadımız, zimmî ahkamını ele almak değil, konunun insan haklarıyla ilgili boyutunu incelemektir.

ZİMMETİN (İNSAN HAKLARININ) KAYNAĞI

İslâm hukukçuları insanın bir kısım haklara sahip olmasını veya yükümlülüklere ehil olmasını “zimmet” kavramıyla açıklamışlardır. Maddi vücudu bulunan insanın hukukî varlığa sahip olması zimmete bağlıdır. Zimmet sayesinde o, hak ve borçlara ehil bir kişi (şahıs) hâline gelir. Dokunulmazlık anlamına gelen “ismet” ve “hürmet” kavramlarının da insan haklarıyla yakından ilişkisi vardır. Dolayısıyla İslâm fakihleri günümüzde insan hakları adı altında ele alınan meselelerin bir çoğunu, zimmet, ismet ve hürmet kavramları altında incelemişlerdir.

İslâm âlimleri, insanların niçin zimmet ve ismete yani bir kısım haklara ve dokunulmazlıklara sahip olmaları gerektiği üzerinde hâlâ güncel değerini koruyan önemli tartışmalar yapmışlardır. Şafiî, Maliki ve Hanbeli mezhepleri hakların kaynağı olarak Müslümanlık veya zimmet akdini gösterirler. Onlara göre ismet (dokunulmazlık), iman ve eman (anlaşma) iledir. Hanefi mezhebine göre zimmet ve ismetin kaynağı âdemiyettir, yani insan olmadır. İnsan olarak doğan her birey, dokunulması haram olan bir kısım haklara sahip olarak doğar.

İmam Serahsi, Hanefilerin bu yaklaşımını şöyle özetler: “Allah, insanı emanetini taşımak maksadıyla yarattığı için, ona akıl ve zimmet (hukukî kişilik ve haklar) bahşetmiştir. Ta ki o, Allah’ın kendisine yükleyeceği sorumluluklara ehil hâle gelsin. Sonra, ona dokunulmazlık (ismet), özgürlük ve mülkiyet hakkı bahşetmiştir. Ta ki hayatını devam ettirebilsin ve omuzladığı mükellefiyetleri yerine getirebilsin. İnsanın dokunulmazlığı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı doğumuyla birlikte sabit olur. Onun mümeyyiz olup olmamasının bir önemi yoktur. Aynı şekilde hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet de doğumla birlikte her insan için sabit olur.” (Serahsi, Usûl, s. 333-334)

Hanefi fakihlerinin bu yaklaşımının, modern insan hakları kuramından bir farkı yoktur. Çünkü tüm insanlar temel hak ve özgürlüklere sahip olarak doğarlar. Onlara bu hakkı veren Allah’tır. Devlet de dahil hiçbir beşerî otoritenin bu hakları onların elinden alması mümkün değildir. Zimmete sahip olma açısından Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında bir fark yoktur. Bu sebeple İslâm ülkesindeki statüsü her ne olursa olsun (zimmî, müstemen, muâhid, harbî), bütün gayrimüslimlerin zimmeti vardır. Yapılan zimmet akdi, bir taraftan bu hak ve sorumluluğu tekrarladığı ve teyit ettiği gibi, diğer yandan da yasalarla açıklık kazanmış ve koruma altına alınmış olur. Meşru bir sebep olmadığı sürece hiçbir beşeri otorite insanın sahip olduğu bu dokunulmazlığı ortadan kaldıramaz.

Fakihlerin çoğunluğu -bir zarar ve güvenlik riski bulunmadığı sürece- savaş sırasında gayrimüslimlerden gelecek zimmet akdi teklifini kabul etmeyi zorunlu görür. Bunun sebebi ise muhtemelen zimmetin âdemiyyete (insan olmaya) bağlı görülmesiyle ilgilidir. Elbette İslâm’ın silm ve sulhu (barışı) esas kabul etmesinin ve savaşı zaruri ve istisnai bir kısım şartlara bağlamasının da bu hükümde etkisi vardır.

Konumuz açısından zimmîlerle ilgili diğer önemli bir hüküm de, zimmet antlaşmasının İslâm devleti tarafından bağlayıcı görülmesine karşılık, bu antlaşmanın zimmîleri bağlamayacağı hükmünün verilmesidir. Daha açık bir ifadeyle devlet tek taraflı iradeyle bu antlaşmayı feshedemez ve zimmîlerin haklarını ihlâl edemez. Antlaşma şartlarına ihanet edilmesi elbette bu hükmün dışındadır. Fakat zimmîler diledikleri zaman bu antlaşmayı bozarak İslâm beldesini terk edebilirler.

ZİMMÎ HUKUKU BİR ÇEŞİT AYRIMCILIK MI?

İslâm fıkhına modern insan hakları penceresinden bakan bazı araştırmacılar, gayrimüslimlere yönelik bazı özel düzenlemeleri ayrımcılık olarak görmüş, İslâmî hükümlerin bütün insanların haklarını koruma konusunda yetersiz kaldığını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki çağdaş insan haklarını ve modern değerleri ölçü alarak ve hatta mutlaklaştırarak, on dört asırlık uygulamayı buna göre kritik etmek metodoloji açısından ciddi bir sorundur. Eğer İslâm tarihindeki zimmîlere yönelik uygulamalar kritik edilecekse, o dönemin sosyo-politik şartları esas alınmalıdır. Bu yapıldığı takdirde İslâm’ın gayrimüslimlere dikkate değer bir özerklik ve özgürlük verdiği açıkça görülecektir. Hele İslâm devletlerindeki tecrübeler, aynı asırlarda yaşayan benzerleriyle karşılaştırılacak olursa, zimmîlerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerin kendi devirlerinin çok ilerisinde olduğu anlaşılacaktır.

Farklı din mensuplarını Müslümanlardan ayrı bazı uygulamalara tâbi tutmayı peşinen “insan hakkı ihlali” olarak görmenin de oldukça önyargılı bir hüküm olduğunu belirtmek gerekir. İslâm ülkelerinde Müslümanlarla diğer din mensuplarının evlilik, boşanma, miras,  şahitlik, cizye, haraç, yüksek kamusal görevlere gelme gibi bazı konularda farklı hükümlere tâbi olduğu inkâr edilemez. Fakat yapılması gereken bunları hemen insan hakkı ihlali, eşitsizlik veya ayrımcılık olarak etiketlemek yerine, bu farklılıkların mahiyet ve keyfiyetini incelemektir.

Hakikaten bunlar temel insan haklarına dokunan farklılıklar mıdır? Bu farklılıklar zulüm, haksızlık, baskı gibi insan hakkı ihlallerine yol açmış mıdır? Bu farklılıkların arkasında yatan temel düşünce nedir? Gayrimüslimler bu farklılıkları nasıl karşılamışlardır? Bunların ne kadarı İslâm’ın kesin emridir, ne kadarı dönemin şartlarına göre yapılmış değişmeye açık içtihatlardır? Bu farklılıkların ne kadarı din farklılığının tabii bir sonucudur? Mesele bu şekilde bütün boyutlarıyla ele alınmadığı ve bu gibi sorulara doğru cevaplar verilemediği sürece yapılacak değerlendirmeler eksik veya hatalı kalmaya mahkûmdur.

Burada şu kadarını ifade edelim ki İslâm’da zaruriyyat olarak isimlendirilen temel hak ve özgürlükler konusunda Müslümanlarla gayrimüslimler arasında herhangi bir farklılık yoktur. Peygamber Efendimiz’in farklı din mensuplarıyla yapmış olduğu zimmet antlaşmalarında, “Eğer İslâm egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” (Şâfii, el-Müsned, s. 170) şeklindeki yaklaşımları da bunu gösterir.

Farklılıklar “haciyyat” veya “tahsiniyyat” olarak sınıflandırılan ikincil veya anayasal hak ve ödevler konusundadır. Bu farklılıkların da bir çoğu “ayrımcılık” değildir. Yani bir tarafa imtiyaz ve üstünlük sağlamaz. Gayrimüslimleri ikinci sınıf vatandaş olarak görmeyi, ezmeyi veya aşağılamayı hedef almaz. Onların temel hak ve özgürlüklerine dokunmaz. Bu farklılık dinî inançların tabiî bir sonucudur ve hak ve mükellefiyetler arasında denge kurar. Devlet başkanı olma veya şahitlik gibi Müslümanların sahip olduğu çok az sayıdaki siyasi ve hukuki ayrıcalığın temel sebebi ise ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Müslümanların haklarını korumak, onlara gelebilecek muhtemel zararları bertaraf etmektir.

Zimmî hukukuna dair en çok eleştiri konusu olan meselelerden biri cizyedir (baş vergisi). Oysaki mesele bütün boyutlarıyla ele alınacak olsa, cizyenin zimmîlere avantajlı bir konum sağladığı bile söylenebilir. Öncelikle şunu ifade edelim ki cizye, İslâm devletinin himayesine sığınan, can, mal, ırz ve din dokunulmazlığı kazanan gayrimüslim vatandaşlardan buna karşılık devlete ödedikleri bir çeşit vergi ve hizmet bedelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s), Teyma Yahudileriyle yaptığı bir anlaşmada, “Onları himaye etmek bizim vazifemiz, cizye ödemek onların vazifesi.” buyurmuştur. (Muhammed Hamîdullah, el-Ves̱âʾiu’s-siyâsiyye, s. 98)

Suriye valisi Ebû Ubeyde b. Cerrah’a, Herakliüs’ün ordu toplayarak üzerlerine geldiği haberi ulaşınca, topladığı cizyeleri Humus halkına geri iade etmiş ve bunun gerekçesini şöyle açıklamıştır: “Şu anda size yardım edecek ve sizi savunacak bir durumda değiliz.” Humus halkı da onun bu adaletine ve civanmertliğine şöyle mukabelede bulunmuştur: “Sizin himayeniz ve adaletiniz, önceleri gördüğümüz zulüm ve baskıdan daha sevimlidir. Bu sebeple biz de sizinle birlikte şehri Herakliüs ordusuna karşı birlikte savunacağız.” (Belâzurî, Fütûhu’l-buldân, s. 139)

Burada akıllara şu soru gelebilir: Peki Müslümanlar niye bu vergiyi vermiyor? Bunun iki temel sebebi vardır. Birincisi Müslümanların zekâtla mükellef olmaları; ikincisi ise askerlik vazifelerinin bulunması. Zimmîler ise bu iki görevden muaf tutulmuşlardır. Çünkü İslâm’da zekât ve askerî hizmetler ibadet kategorisinde görülür ve dinî mükellefiyetler arasında yer alır. Zimmîler ise ibadetlerden muaf tutulmuşlardır. Bununla birlikte zimmîleri askerlik yapmaktan men eden kesin deliller yoktur. Zira Allah Resulü’nün hayatında farklı uygulamalar vardır. İslâm tarihinde de yer yer askerlikte zimmîlerden faydalanılmış ve bu durumlarda onların cizye mükellefiyeti kaldırılmıştır.

Cizyenin sadece çalışma gücü olan erkeklerden alınması, gelir seviyesine göre cizye miktarlarının da değişmesi, fakirlerin, kadınların, yaşlı ve sakatların bundan muaf tutulması da cizyenin hiçbir şekilde bir cezalandırma veya ayrımcılık olmadığını, bilakis bir çeşit vatandaşlık mükellefiyeti olduğunu gösterir. Çalışmaya imkânı olan gayrimüslimler devlete ekonomik durumlarına göre farklı oranlarda cizye ödeseler de, ihtiyarlayıp muhtaç duruma düştüklerinde devlet onlara bakmakla yükümlüdür.

Nitekim Hz. Ömer, Suriye’de yaşlanmış âmâ bir Yahudinin dilendiğini görünce, ona niçin dilendiğini sormuş, yaşlı adam “yaşlılık, fakirlik ve cizye” cevabını verince, Hz. Ömer onu önce evine götürüp ihtiyacını gidermiş, arkasından Beytü’l-mâle göndermiş, ondan ve onun durumunda olanlardan cizyelerinin kaldırılmasını ve onlara maaş bağlanmasını emretmiştir. Arkasından da şu ibretlik sözünü söylemiştir: “Gençliğinde ondan istifade edip (onun cizyesini alıp) yaşlılığında onu kendi hâline terk edersek adaletten sapmış ve ona haksızlık yapmış oluruz.” (Ebû Yusuf, Kitâbü’l-harâc, s. 139)

Aynı şekilde Hz. Ebû Bekir Hireli zimmîlere şu güvenceyi vermiştir: “Yaşlı biri çalışamaz duruma gelir veya bir musibete maruz kalır ya da zengin iken yoksullaşır da dindaşları kendisine sadaka vermeye başlarsa o kimse İslâm ülkesinde oturduğu müddetçe vergiden (cizyeden) muaf olacak ve geçimi devlet hazinesinden sağlanacaktır.” (Ebû Yusuf, Kitâbü’l-harâc, s. 157-158)

İnanç, ibadet, dua, dinî şeair, helâl ve haramlar, uhrevi felah gibi konulardaki bir kısım farklılıklar ise bir dinin hakikat ve kurtuluş iddiasıyla ilgilidir. Hiçbir dinden kendi müntesiplerini inkâr ve dalalette gördüğü kişilerle her bakımdan eşit tutması beklenemez. Çünkü böyle bir söylem o dinin inanç ve değerler sisteminin üstünlüğü iddiasından vazgeçmesi demektir. Fakat bunların doğrudan temel insan haklarıyla alakalı meseleler olmadığının altını çizmek gerekir. Şunun da altını çizmek gerekir ki farklı dinlerin kendi kimlik ve renklerini koruyarak, inanç ve  uygulamalarından taviz vermeden bir arada yaşamaları oldukça zor olmasına rağmen, İslâm büyük oranda bu zorluğun üstesinden gelmiştir. Dolayısıyla dinlerin, azınlık haklarını koruyamayacağı şeklindeki iddianın sağlam bir temeli yoktur.

Bunların yanı sıra İslâm tarihinde zimmîlerin ibadethaneleri, dinî ayinleri, giyim kuşamları, Müslümanlarla ilişkileri gibi konularda da bir kısım kısıtlamalar görülmüşse de, bunlar kesin dinî naslardan ziyade farklı içtihat ve yorumlara, yerel, zamansal ve konjonktürel uygulamalara dayanır. Bu tür uygulamaların arka planında, Müslümanların hâkimiyetini perçinleme, kimliklerini ve güvenliklerini koruma, emniyet ve asayişi sağlama gibi kaygılar yatar. Gayrimüslim milletlerin de aynı şekilde Müslümanlara benzemeyerek kendi geleneklerini, kültürlerini ve kimliklerini muhafaza etme çabalarının olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Sebep ve gerekçesi her ne olursa olsun, bu tür hüküm ve uygulamaları İslâm’ın değişmez ve evrensel hükümleri olarak görmek de doğru değildir.

Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün sürekli Müslümanları zimmîlerin hukukunu korumaya çağırmasının ve onlara iyi davranılmasını emretmesinin önemli hikmetlerinden birisi, onlara İslâm’ın engin hoşgörü ve müsamahasını göstermek ve böylece onların hidayetini ummaktır. Bir dinin müntesipleri tarafından haksızlık ve ayrımcılığa maruz bırakıldığını düşünen bir insanın o dine girmesi beklenemez. Bütün insanlığa rahmet olarak gönderilen bir dinin bağlılarının öncelikli hedefi, başkalarının ihtidası için gayret sarf etmekse, yapmaları gereken öncelikli vazife de hidayetini umdukları insanlara onların hoşnut kalacakları bir ortam hazırlamaktır.

Şunu da ifade etmeden geçemeyeceğiz. Sekülerliğin; kurumları, yapıları, sistemleri değiştirmekle kalmayıp; düşünceleri, zihniyetleri ve bakış açılarını da köklü bir değişime uğrattığı inkâr edilemez bir gerçek. Seküler bir zihnin, hayatı kurucu en büyük öğenin din olduğu bir dönemi doğru değerlendirmesini beklemek gerçekçi değil. Modern dönemde ulus devletin tekeline aldığı ve dilediği gibi şekillendirdiği hukuk, eğitim, yargı gibi alanların tamamı geçmişte dinin kontrolündeydi. Yani din farklılığı basit bir kültür problemi değildi. Bilakis farklı dinler; farklı hayat tarzları, hukuk sistemleri, toplumsal ilişkiler ve siyasi örgütlenmeler ortaya çıkarıyordu. Mesela bir Müslüman açısından din kardeşliği, bütün bağların üstündeydi. Dinine bağlı bir Hıristiyan açısından da durum bundan farklı değildi. Dinin bu kadar etkin ve belirleyici olduğu bir dünyada, Müslümanlarla diğer din mensupları arasındaki bir kısım farklı uygulamaları, din farklılığının tabii bir sonucu olarak görmek ve asıl bu farklılığın mahiyetine ve sonuçlarına odaklanmak gerekir.

Zimmilere tanınan temel hak ve özgürlükler (9. Yazı)

Önceki yazımızda insan hakları zaviyesinden zımmi hukukunu ele almaya başlamış, “zımmi” ve “zimmet” kavramları üzerinde durmuş, zımmi hukukunun günümüzde anlaşılan şekliyle bir ayrımcılık olmadığını izah etmiş ve konunun farklı boyutlarına dikkat çekmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim:

En başta şunu ifade etmek gerekir ki “zarûriyyat-ı hamse” olarak isimlendirilen temel hakların dokunulmazlığı açısından Müslümanlarla zimmiler arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. Şöyle ki Müslümanlar gibi onların da hayatı kutsaldır. Mezhepler arasında farklı görüşler olsa da Hanefi mezhebine göre bir Müslümanın öldürülmesiyle bir zimminin öldürülmesi arasında alacakları ceza açısından bir fark yoktur. Her ikisi de kısas hükümlerine tâbi olur. Aynı şekilde İslâm ülkelerinde yaşayan bütün din mensuplarının mülkiyet dokunulmazlığı vardır. Meşru vesileler olmadığı sürece onların mallarına el sürülemez. Keza onların ırz ve namusları da Müslümanlar gibi koruma altındadır. Düşünce ve ifade hürriyeti açısından da Müslümanlarla gayrimüslimler arasında bir fark yoktur. 

Tıpkı Müslümanlar gibi gayrimüslimler de din ve vicdan hürriyetine sahiptirler. İstedikleri gibi ibadet ve ayinlerini yapabilirler. Kamusal düzene ve genel ahlaka zarar vermedikleri sürece dinlerine göre yaşama noktasında herhangi bir baskı veya kısıtlamaya maruz bırakılmazlar. Hiçbir şekilde din değiştirmeye zorlanmazlar. Çünkü âyetin açıkça beyan ettiği üzere dinde zorlama yoktur. Çocuklarına kendi dinlerini öğretme, onları kendi inanç ve öğretilerine göre eğitme noktasında da gayrimüslimlere müdahale edilmez. 

Onların mabetlerine dokunulmaz. “Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çokça zikredilen mescitler yıkılıp giderdi.” (Hac sûresi, 22/40) âyeti bize bunu telkin eder. Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Medine’de bulunan ve bir çeşit sinagog ve eğitim müessesesi olarak vazife gören Beytü’l-midras’a dokunmamıştır. Aynı şekilde Kudüs’ün fethinden sonra şehre gelen Hz. Ömer, ezan okunduğunda, piskoposun bütün ısrarlarına rağmen kilisenin içinde namaz kılmayı reddetmiş ve gerekçe olarak da ileride gelecek Müslüman nesillerin kiliseleri kendileri için ibadet yeri yapmalarından korktuğunu belirtmiştir. 

İmam Ebû Yusuf, İslâm’ın ilk yıllarında, fethedilen ülkelerde bulunan ne Yahudilere ait havralara ne de Hıristiyanlara ait kiliselere dokunulmadığını ve bunların olduğu üzere bırakıldığını belirtmiştir. (Ebû Yusuf, Kitâbü’l-harâc, s. 152) Müslümanlar tarafından fethedilen çok geniş bir coğrafyada gayrimüslimlere ait mabetlerin günümüze kadar varlığını koruması da Müslümanların onların mabetlerine gösterdikleri saygının bir sonucudur. 

Gayrimüslimlere ait mabetlerin yıkılması bir tarafa, din hürriyetinin bir gereği olarak çoğu İslâm beldesinde onların kiliselerde açıktan çan çalmasına bile müdahale edilmemiştir. Ancak Müslümanların ibadetlerine saygının bir gereği olarak, çanların namaz vakitleri dışında çalınması istenmiştir. İnsan hakları ve demokrasinin ağızlardan düşmediği günümüzde, çoğu Batılı ülkede Müslümanların minare yapmasına ve açıktan ezan okumasına izin verilmediğini hatırlatıp geçelim.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) pek çok hadis-i şeriflerinde Müslümanları onların bu temel haklarını gözetmeye çağırmış ve bunları ihlâl edenleri şiddetle ikaz etmiştir. Bir hadislerinde onların can dokunulmazlığını şu ifadeleriyle ortaya koyar: “Bir zimmiyi haksız yere öldüren Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık yoldan duyabilir.” (Buhari, Cizye 5) Efendimiz (s.a.s) diğer bir hadislerinde ise zimmilerin mal dokunulmazlığını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda onlara yapılacak her tür zulüm ve haksızlığı yasaklar: “Kim bir zimmiye zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım.” (Ebu Davud, Harac 33) Şu hadis ise zimmilerin ırz ve namusuna dil uzatılmasını yasaklar: “Kim bir zimmiye iftirada bulunursa, kıyamet gününde ateşten kamçılarla cezalandırılır.” (Heytemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6/435)

Allah Resûlü, Necranlı Hristiyanların gönderdiği heyetin Mescid-i Nebevi’de kendi dinlerine göre ibadet ve ayin yapmalarına müsaade etmiş (İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/574) ve daha sonra onlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın bir bölümü şu şekildedir: “Necranlıların malları, canları, arazileri, meskenleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri, kiliseleri, dinleri, rahipleri, ellerinde bulunan az veya çok her şeyleri, Allah Resûlü’nün teminatı ve koruması altındadır. Papazları, rahipleri ve mabetlerinin kayyımlarından hiç birisi değiştirilmez.” (Kasım b. Sellâm, Kitâbü’l-emvâl, s. 244)

Necranlılara tanınan diğer haklar ise şunlardır: “Necranlılara zulüm ve kötülük yapılmayacaktır. Câhiliye devrinden kalma kan davası güdülmeyecektir. Ne ürünlerinden onda bir vergi alınacak, ne asker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için silâh altına alınacaktır. Necran’da kim bir hak talebinde bulunacak olursa, aralarında insaf ve adalet üzere davranılacaktır. Onlar ne zulüm yapacaklar, ne de zulme uğrayacaklardır. Onlardan hiç kimse, başkasının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutulmayacaktır. Bu antlaşmada yazılı vecibeleri yerine getirdikleri, hayırhahlık gösterdikleri ve iyi davrandıkları sürece, Allah’ın ve Peygamber’in temelli himayesi altında bulunacaklardır.” (Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, 10/313-314)

Raşit Halifeler de zimmilerin hak ve özgürlüklerini koruma noktasında aynı titizliği göstermişlerdir. Hz. Ömer, Suriye valisine gönderdiği mektupta şu uyarıları yapmıştır: “Müslümanların gayrimüslim halka zulmetmelerine, zarar vermelerine, yasal bir yol dışında mallarını yemelerine fırsat verme!”  (Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harâc, 82) Hz. Ali’nin şu sözleri de aynı noktaya işaret eder: “Biz onlara zimmet (hukuki kişilik) verdik, onlar da cizye vermeyi kabul ettiler. Böylece onların malları bizim mallarımız, canları da bizim canlarımız gibi dokunulmaz oldu.” (Serahsi, el-Mebsût, 26/85)

Hz. Ömer döneminde şöyle bir hadise yaşanır: Mısırlı Hristiyan bir kadın Hz. Ömer’e Mısır valisi Amr b. As’ı şikayet eder. Çünkü o, kadının evini zorla yıkarak arsasını camiye eklemiştir. Hz. Ömer durumu Hz. Amr’a sorar. O da Müslüman nüfusu çoğaldığı için caminin dar geldiğini, caminin yanında evi bulunan kadına evinin bedelini önerdiğini fakat kadının razı olmadığını, bu yüzden evi yıkmak zorunda kaldığını ifade eder. Fakat Hz. Ömer, kadını haklı bulur ve validen yeni yaptırdığı camiyi yıkarak kadına evini eskisi gibi teslim etmesini emreder. 

Ünlü Mâliki fakihi İmam Karafi’nin şu sözleri, İslâm’ın bu konudaki genel tavrını aksettirir: “Zimmet akdi bize bir kısım sorumluluklar yükler. Çünkü onlar bizim korumamız ve gözetimimiz altındandır. Üstelik onlar Allah’ın, Peygamber’in ve İslâm’ın zimmeti altındadır. Kim kötü söz söylemek, gıybet etmek, ırza tecavüz etmek veya herhangi bir şekilde eziyette bulunmak ya da böyle yapanlara yardım etmek suretiyle onlara zulmeder ve haksızlık yaparsa Allah’ın, Peygamberin ve İslâm’ın zimmetini zayi etmiş olur.” Karafi’ye göre Müslümanlar zimmilere iyilikle emrolundukları için onların zayıflarına yumuşak davranmalı, fakirlerine yardım etmeli, açlarını doyurmalı, çıplaklarını giydirmeli, onlara karşı tatlı dil kullanmalı, din ve dünya işlerinde onlara yardımcı olmalı, onların mallarını, ailelerini, namuslarını, daha başka haklarını koruyup gözetmeli, zulmü bertaraf etmelerinde onlara yardımcı olmalıdırlar. (Karafî, el-Furûk, 3/14-15)

Zimmilerin Hukukî Özerkliği

İslâm tarihinde günümüzde olduğu şekliyle hiçbir zaman devlet tarafından yapılan ve tüm vatandaşlara uygulanan tek bir hukuk sistemi olmamıştır. İlk dönemlerden itibaren İslâm fıkhı, normatif gerçekliğin çoğul olduğunu kabul etmiştir. İslâm’da hukuk kuralları sivil müçtehitler tarafından ortaya konduğu gibi, hâkimler de verecekleri hükümlerde halkın bağlı bulunduğu mezhep doktrinini esas almışlardır. 

Bu hukukî çoğulculuğun tabii bir sonucu olarak gayrimüslimler de -kamusal düzeni ilgilendiren belirli meselelerin dışında- kendi hukuklarına tâbi olma konusunda serbest bırakılmışlardır. İslâm fıkhı, gayrimüslim milletlerin iç meselelerini çözmek için müstakil ve detaylı hükümler üretmemiştir. Bunun yerine onlara şahıs, aile, miras, ve borçlar hukuku gibi dinle yakın ilgisi bulunan konularda hukukî ve adlî özerklik tanımıştır. 

Öyle ki gayrimüslimlerin, kendi aralarında, içki ve domuz eti gibi İslâm’ın kesin olarak haram kıldığı maddelerin ticaretini yapmalarına dahi müsaade edilmiştir. Zimmi bir kimsenin sahip olduğu şarabı veya domuz etini itlaf eden veya zarar veren Müslüman, bunun tazminatıyla mükellef tutulmuştur. (İbn Âbidin, Reddü’l-muhtâr, 3/273) Keza Ömer b. Abdülaziz, Hasan-ı Basrî Hazretlerine gelerek zimmilerin İslâm fıkhı açısından geçersiz sayılan nikahlarına müdahale edip etmeyeceğini sorduğunda aldığı cevap şu olmuştur: “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar.” (DİA, “Zimmi” mad.)

Kur’ân’ın şu âyeti gayrimüslimlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kendi dinlerine göre çözebileceklerini belirtir: “Eğer sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin ister kendi hallerine bırakırsın. Eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen onlar arasında adaletle karar ver.” (Mâide sûresi, 5/42) Aynı şekilde “Ehl-i İncîl de, Allah’ın o kitapta (İncil’de) indirdiği ile hükmetsin.” (Mâide sûresi, 5/47) âyeti de onları inanç ve değerlerine göre yaşamaya ve kendi dinlerinin hükümlerini tatbik etmeye çağırır. Allah Resûlü’nün gayrimüslimlere yönelik uygulamaları da bu çizgide cereyan etmiştir. (Bkz. Müslim, Hudûd 26-29)

Hanefi fakihleri onların bu hukukî özerkliğini, “Onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmakla emrolunduk.” (Serahsî, el-Mebsut, 11/102) cümlesiyle özetlemişlerdir. Tarihî uygulamalar da buna göre cereyan etmiştir. Zimmiler, Müslümanlarla bir anlaşmazlığa düşmedikleri ve kamusal düzeni ilgilendiren suçlar işlemedikleri sürece (bu durumlarda dava İslâm mahkemesine taşınmıştır) aralarındaki meseleleri kendi mahkemelerinde çözüme kavuşturmuş, kendi hukuklarına göre yargılanmışlardır. 

Talep ettikleri takdirde İslâm mahkemelerinde yargılanmaktan da mahrum bırakılmamışlardır. İslâm mahkemeleri ise onlar arasında adaletle hüküm vermekle mükellef tutulmuştur. Hz. Ömer döneminde, Müslümanların hâkim olduğu topraklarda yaşayan bir çok gayrimüslim, Medine’ye kadar gelerek dava ve şikayetlerini halifeye arz etmiş ve netice almışlardır. Bu anlaşmazlık bir zimmi ile Müslüman arasında vuku bulsa bile dava adalete göre karara bağlanmak zorundadır. Nitekim Hz. Ali halife olduğu dönemde Yahudi bir vatandaşla mahkemeye başvurmuş, haklı olduğunu ileri sürmesine rağmen delil ve şahit getiremediği için kadı, Yahudi lehine hüküm vermiştir.

İslâm Tarihinde Zimmiler

Kur’ân ve Sünnet’in gayrimüslimlerle ilgili emir ve tavsiyeleriyle, bunlardan yola çıkarak İslâm hukukçularının zimmi ahkâmına dair ortaya koydukları hükümler, gayrimüslim azınlıklarla kurulacak ilişkilerde belirleyici olmuştur. Müslümanlar fethedilen yerlerdeki gayrimüslimleri öldürmemiş, köleleştirmemiş veya kendi dinlerine sokma noktasında hiçbir zorlamada bulunmamışlardır. Değil gayrimüslimleri din değiştirmeye zorlama, onların şahıs ve yer isimlerine bile müdahale edilmemiştir. Onlarla zimmet antlaşmaları yapmışlar ve verecekleri vergi karşılığında onların temel hak ve özgürlüklerini garanti etmişlerdir. Örnek olması açısından 1463 yılında Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’in Bosnalı Hıristiyanlara verdiği şu ahitnameye bakabiliriz:

“Ben, Sultan Muhammed Han, bu ferman-ı hümayunu alan herkese, Bosnalı ruhban sınıfının benim tarafımdan kabul edildiğini duyurur ve şunu buyuruyorum: Hiç kimse onları veya kiliselerini rahatsız etmeyecek veya onlara dokunmayacak. Onlar, benim devletimde barış içinde yaşayacaklar. Yeniden manastırlarına korkusuzca geri dönmeli ve yerleşmeliler. Onlar, ne zat-ı alilerim ne vezirlerim ne çalışanlarım ne teb’am ne de devletimde yaşayan herhangi biri tarafından rahatsız edilmemelidirler. Hiç kimse, onlara, yaşamlarına, mallarına veya kiliselerine saldırmamalı, hakaret etmemeli veya zarar vermemelidir.”

Son birkaç asra gelinceye kadar İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda kayda değer bir azınlık problemi yaşanmamıştır. Çünkü Müslümanlar, onların özgürce yaşamalarında ve insan haklarını korumada oldukça dikkatli ve titiz davranmışlardır. Yer yer hükümdarların baskıcı ve zorbaca girişimleri olmuşsa da ulemanın kararlı duruşu sayesinde bunlar geri tepmiştir. Hatta zimmilerin özel hayatına müdahale eden bazı vezirler görevden alınmıştır. Mesela bir Yahudi’nin şikayeti üzerine Sultan Melikşah, halife Muktedî-Biemrillah’ın vezirini zimmilerin elbiselerine müdahale ettiği gerekçesiyle azletmiştir. (DİA, “Zimmi” mad.)

Gayrimüslim ülkelerin, Müslümanların din ve vicdan hürriyetleri üzerinde kurdukları baskı bir referans olarak kabul edilmemiş, yani insan hakkı ihlallerinde “mütekabiliyet kuralı” işletilmemiştir. İslâm devletleri siyasi kararlarda mütekabiliyet esasına göre hareket etseler de, hukukî konularda kendi referans kaynaklarına bağlı kalmışlardır. Mütekabiliyet prensibi gerekçe gösterilerek zimmilerin can, mal ve din hürriyetlerine dokunulmamıştır. Mesela Endülüs Müslümanlarının maruz kaldığı ağır insan hakkı ihlalleri karşısında bir aralık Yavuz Sultan Selim kiliseleri camiye döndürmeye niyet etmişse de, şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin bunun dinen caiz olmayacağını bildirmesiyle geri adım atmıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın benzer bir teşebbüsü de Ebussuud Efendi tarafından engellenmiştir. Sultan II. Mahmud’un şu sözü Osmanlı’nın altı asırlık uygulamasının bir özeti gibidir: “Ben teb’amdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede ve Musevileri havrada görmek isterim.” (Ahmet Güneş, İslâm Hukukunda Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, s. 93)

Zimmiler İslâm dünyasında “getto” tipi mekânlarda yaşamaya mecbur tutulmamış, ikamet yerlerini kendileri seçmişlerdir. Ticaret, çiftçilik, madencilik, sarraflık, dericilik gibi bir çok meslek grubunda yer alarak ticari hayatta yer edinmişlerdir. Yazdıkları eserlerle ve yaptıkları tercümelerle ilmî ve kültürel hayata önemli katkılarda bulunmuşlardır. Devlet hizmetinde vergi memurluğu, kâtiplik, saray tabipliği gibi görevler almışlar, yer yer askerlik hizmetlerinde kendilerinden istifade edilmiş ve hatta bazı devletlerde vezirlik makamına kadar yükselmişlerdir. Bazı Selçuklu sultanları Hıristiyan kadınlarla evlenmiş ve onları hiçbir şekilde Müslüman olmaya zorlamamışlardır. (DİA, “Zimmi” mad.)

Gayrimüslimleri devlet hizmetlerinde istihdam etme ta Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde başlamıştır. Mesela Nebiyy-i Ekrem, Müslüman olmayan Amr b. Umeyye ed-Damrî’yi Necaşi’ye elçi olarak göndermiştir. Hz. Ömer, çok sayıda gayrimüslime hazine, maliye ve devletin daha başka birimlerinde görev vermiştir. Hatta Suriye’den Medine’ye bir Rum’u çağırıp maliye işlerini ona emanet etmiştir. (Muhammed Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 398)

İslâm hükümdarlarının zimmilere gösterdikleri engin hoşgörü ve adalet, gayrimüslimler tarafından da itiraf edilmiş ve onların kaynaklarında yer almıştır. Mesela Hıristiyan ülkelerini fethetmesine rağmen Sultan Alparslan kendi kaynaklarında “adil ve merhametli hükümdar” olarak tanıtılmıştır. Aynı kaynaklar Melikşah’la ilgili olarak ise “insanların en mümtazı, iyi kalbli ve şefkatli hükümdarı” vasıflarını kullanmışlardır. I. Kılıcarslan vefat ettiğinde onun iyilik ve hoşgörüsünü bilen Hıristiyanlar dahi yas tutmuşlardır. II. Kılıcarslan Malatya Patriği Mikhail ile dostluk kurmuş, Hıristiyan ruhanilerine hediyeler göndermiş, izzet u ikramda bulunmuştu. Onun bu civanmertliği karşısında Hıristiyanlar kiliselerinde sultan ve Müslüman halk için dua etmişlerdir. II. İzzeddin Keykavus Hıristiyanları devlet hizmetinde çalıştırmış ve onlara o kadar geniş haklar vermiştir ki bu durum onun bazı kaynaklarda hıristiyan olarak suçlanmasına yol açmıştır. I. Gıyaseddin Keyhuüsrev, Akşehir’e yerleştirdiği Hıristiyanlara araziler, evler, tarım araçları, tohumluklar vermiş ve onlara o kadar çok iyilikte bulunmuştur ki, daha sonra onların memleketlerine dönmelerine izin verdiği halde, onlar yerlerinde kalmayı tercih etmişlerdir. Bizans’a karşı yapılan savaşlarda bazı Hıristiyanlar fetihleri kolaylaştırmak için çaba göstermişlerdir. (DİA, “Zimmi” mad.)

Müslümanlar sadece egemenlikleri altında yaşayan dinî azınlıklara sahip çıkmamış, başka ülkelerde baskı ve zulüm gören azınlıklara da kol kanat germişlerdir. Mesela İspanya’dan kaçan Yahudiler, Osmanlı halifesi tarafından İstanbul’a yerleştirilmiştir. Sadece İspanya da değil, Osmanlının azınlıklara tanıdığı özgürlükler Polonya, Avusturya ve Bohemya gibi ülkelerden kaçan veya kovulan Yahudileri de cezbetmiştir. Aynı şekilde çok sayıda Ermeni, bir zorunluluktan değil, Osmanlıdaki hoşgörü ve adaletten dolayı İran, Kafkaslar, Doğu ve Orta Anadolu, Balkanlar ve Kırım’dan İstanbul’a göç etmişlerdir. Hatta Osmanlının bu kadar uzun yaşamasının temel nedeninin faklı din mensuplarına gösterdiği hoşgörü ve verdiği haklar olduğu ifade edilir. (Recep Şentürk, “İslâm’da Azınlık Hakları”, İnsan Hakları Araştırmaları, 4 (6), s. 61-62)

Son birkaç asırdır yaşanan ırkçılık problemlerini istisna edecek olursak, İslâm hukukunun uygulandığı yerlerde ciddi bir azınlık problemiyle karşılaşılmamıştır. Yer yer bir kısım sorunlar baş gösterse de bunlar hiçbir zaman günümüzdeki boyutlara ulaşmamıştır. Günümüz İslâm ülkelerinde yaşanan problemler İslâm’a mâl edilemez. Çünkü İslâm ülkelerinin çoğunda hukuk sistemi sekülerleşmiş, fıkhın ilkelerinden radikal bir kopuş yaşanmıştır. Türkiye gibi ülkelerin seküler bir hukuka geçmesi, var olan sorunları çözmediği bilakis büyüttüğü gibi, yeni yeni sorunlar da ortaya çıkarmıştır. Çünkü farklı etnik ve dinî kimliğe sahip azınlıkların kendi dillerini konuşmalarına, kendi kültürlerini yaşamalarına müsaade edilmemiştir. İslâm fıkhını esas aldığını iddia eden bazı ülkeler ise realitelere göz yumarak mevcut içtihatlar içinden en sert ve en katı olanları tercih etmişlerdir.

Sonuç

Buraya kadar zimmi hukukuyla ilgili yaptığımız izahların maksadı, onu bugünün dünyasında ideal bir sistem olarak ortaya koymak değil; bilakis insan hakları açısından onlara tanınan temel hak ve özgürlüklere işaret etmek ve bu konudaki eleştirilerin haksızlığını ve insafsızlığını göstermekti. Bugünün Müslümanlarına düşen vazife, insan haklarını, azınlık haklarını, vatandaşlık haklarını globalleşen ve sekülerleşen yeni dünya düzeninin şartlarına göre yeniden ele almaktır. Tüm dünyanın küçük bir köy hâline geldiği, farklı din ve milletlere mensup insanların iç içe yaşamaya başladığı bir zamanda, Müslümanlara düşen vazife, ayrımcılık ve insan hakkı ihlali olarak algılanan her tür fiil ve uygulamayla mücadele etmektir. 

Bu yapılırken milyonlarca Müslümanın Batılı ülkelerde yaşadığı da unutulmamalıdır. Zira Müslüman ülkeler kendi içlerinde yaşayan azınlıklara ne kadar hak verirlerse, yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanlar da bu kadar hak iddia edebileceklerdir. Müslümanlar farklı ülkelerde kendilerine nasıl muamele edilmesini ve hangi hakların tanınmasını arzu ediyorlarsa, mukabele esasınca bunları aynısıyla kendi içlerinde yaşayan azınlıklara tanımalıdırlar. Hz. Bediüzzaman, şu enfes yorumuyla bu hakikate dikkat çeker: “Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyâset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyâsetimize ortak ettiğimiz vakitte, İslâm milletinden âlemin her tarafında üç yüz bin adamın riyâsetine yol açılıyor. Biri zâyi edip, bini kazanan zarar etmez.” (Bediüzzaman, Münazarat)

İnsan hakları bağlamında irtidat (10. Yazı)

İrtidat ve ridde kavramları, bir insanın kendi iradesiyle İslâm dininden çıkmasını ifade eder. Dinden çıkan kimseye mürted denir. İrtidat, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren hararetli tartışmalara konu olmuş ve aktüalitesini korumuş bir konudur. İrtidatın mahiyeti, unsurları, hükümleri ve sonuçları bugüne kadar daha çok fıkıh ve kelâm âlimleri tarafından ele alınmıştır. Âlimler bir taraftan konuyla ilgili hükümlerin yer aldığı âyet ve hadisleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmış, diğer yandan da Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde meydana gelen irtidat/ridde hâdiselerini incelemişlerdir. Özellikle Hz. Ebû Bekir döneminde yapılan ridde savaşları, konunun anlaşılması adına özel bir öneme sahiptir. Kelamcılar daha ziyade hangi söz ve fiillerin tekfiri/irtidadı netice vereceği üzerinde yoğunlaşırken, fıkıhçılar mürtedin evliliği, mirası, cezası gibi konuları ele almışlardır.

Günümüzde ise irtidatla ilgili tartışmaların odağında genel anlamda insan hakları, daha özelde ise düşünce ve inanç özgürlüğü yer alır. Mürtedin öldürülmesinden bahseden hadislerle, bazı İslâm hukukçularının bu istikamette dile getirdikleri içtihatlar yer yer tenkit edilmektedir. Dininden dönen insanların öldürülmesinin insan haklarını ihlâl edeceği, din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğu dile getirilir. Dolayısıyla biz de burada insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü perspektifinden irtidat konusunu ele alıp değerlendirmeye çalışacağız

Konuya girmeden önce şunu ifade etmek gerekir ki, İslâm’ın pek çok meselesinde olduğu gibi irtidat konusunda da oldukça genellemeci ve indirgemeci yaklaşımlar göze çarpar. Çoğu Batılı araştırmacı, konuyu kendi bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışmadığı, tarihî ve siyasi şartları göz önüne almadığı ve sathi değerlendirmelerden kurtulamadığı için suçlayıcı yaklaşımlar sergiler. Modern dönemde, irtidat suçuyla ilgili çok önemli ilmî ve akademik çalışmalar yapılmış olsa da, bunlar yeterince dikkate alınmaz. Konu etrafında önemli izahlar yapılmış, detaylı hükümler vaz edilmiş ve irtidat suçunun oluşması için bir kısım şartlar ileri sürülmüş olsa da bunlar yokmuş gibi hareket edilir.

Konunun İslâm’da oturduğu temellere geçmeden önce şunun bilinmesinde fayda var. Dinden çıkma (irtidat) hemen hemen tüm dinlerde suç olarak kabul edilmiş ve ağır müeyyidelere bağlanmıştır. Bunun sebebi ise irtidadın sadece şahsın kendisini ilgilendiren basit bir tercih olarak görülmemesi, bunun ötesinde hukukî, toplumsal ve siyasî yönlerinin bulunmasıdır. Bu sebepledir ki mesela Yunanlılar ve Romalılar din değiştiren kişilere ölüm cezası vermişlerdir. Aynı şekilde Yahudilik, mürtedin taşlanarak öldürülmesini hükme bağlamıştır. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın da dininden dönenleri engizisyonda yargıladığı ve ateşte yakma dahil çok ağır cezalara çarptırdığı bilinmektedir.

İslâm’a gelince, Kur’ân’da irtidatla ilgili herhangi bir dünyevî cezadan bahsedilmez. Aynı şekilde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde dininden döndüğü için öldürülen/cezalandırılan herhangi bir kişi yoktur. Hz. Ebû Bekir döneminde ridde savaşları olsa da, bu savaşların asıl gerekçesi devlete isyandır. İbn Hazm, Hz. Ebû Bekir’in bireysel anlamda dinini değiştiren birini öldürttüğüne dair bir bilgi olmadığını ifade eder. (İbn Hazm, el-Muhalla, 12/116) Haber-i vahid olarak gelen birkaç hadis-i şerifte Allah Resûlü, dininden dönen kimselerin öldürülmesini emreder. Fakat hadis etrafında çok farklı yorum ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Mezhep imamları da ilgili hadislerden ve ridde savaşlarından hareketle konu etrafında farklı içtihatlar ortaya koymuşlardır.

KUR’ÂN’DA İRTİDAT

Kur’ân, pek çok âyet-i kerimede Müslümanlara dinde sabitkadem olmalarını, mü’min olarak yaşamalarını ve mümin olarak can vermelerini emreder, imandan sonra tekrar küfre girenleri sert bir dille ikaz eder. Onların doğru yoldan saptıklarını, işlemiş oldukları bütün salih amellerin boşa gideceğini, ahirette elem verici bir cezaya çarptırılacaklarını haber verir. Konuyla ilgili âyetlerden bazıları şu şekildedir:

“Onlar ki iman ettikten sonra inkâr ettiler. Sonra tekrar iman edip sonra inkâr ettiler. Sonra da inkârlarını artırdılar. . . İşte onları Allah ne affeder, ne de doğru yola çıkarır.” (Nisâ sûresi, 4/137)

“Kendilerine doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce fit vermiş; onları uzun emellere düşürmüştür… O halde melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? Bu böyledir: Çünkü onlar Allah’ın gazabına sebep olan şeylerin peşine düştüler, O’nu razı edecek şeyleri ise beğenmediler. Bu yüzden Allah da onların bütün işlerini boşa çıkardı.” (Muhammed sûresi, 47/25-28)

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat ederse), Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir.” (Mâide sûresi, 5/54)

“Kendilerine kesin ve açık deliller gelmiş ve Resulün hak peygamber olduğuna şehadet etmiş iken, imanlarından sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayete erdirir mi? Yok, yok! Allah, zalimler güruhunu cennete giden yola koymaz, emellerine kavuşturmaz. Böylelerinin cezası, Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğramaktır. Onlar bu lânetin içinde ebedî kalacaklardır. Ne cezaları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır.” (Âl-i İmran sûresi, 3/86-88)

“Sizden her kim dininden döner ve kâfirlikte devam ederek ölürse, işte onların dünyada da ahirette de yaptıkları boşa gider. Bunlar cehennemlik olup orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara sûresi, 2/217)

Kur’ân, bunların dışında daha başka âyetlerde de imandan sonra küfre girenlerden, onların kötü akıbetinden bahseder. Bu âyetlerin bir kısmı münafıklar, bir kısmı ise mü’minler hakkındadır. (Bkz. Bakara âyetsi, 2/108; Tevbe sûresi, 9/66, 74; Nahl sûresi, 16/106) Fakat bu âyetlerin hiçbirinde dünyevî müeyyideden bahsedilmez. Mürtetlere uygulanması gereken herhangi bir hukukî yaptırıma değinilmez. Bilakis bütün tehdit ve uyarılar ahiret hayatıyla ilgilidir.

Son naklettiğimiz âyette, “sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse” ifadesi dikkat çekicidir. Burada “kim dininden döner ve kafir olarak öldürülürse” denilmemiştir. Bazı araştırmacılar buradan hareketle dininden dönen bir kimsenin, Kur’ân’a göre kâfir olarak da yaşamını devam ettirme hakkının bulunduğunu ifade etmişlerdir. (İsmail Yakıt, “Kur’ân ve Sünnette İnanç ve Düşünce Özgürlüğü”, Kur’ân ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, s. 395)

SÜNNET’TE İRTİDAT

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah Resûlü’nün irtidat eylemini cezalandırdığına dair bize gelen sahih bir rivayet yoktur. Beyhakî ve Dârakutnî irtidat eden bir kadının öldürülmesinden bahsetseler de bu rivayet hadis otoritelerince zayıf kabul edilmiştir. (Dârakutnî, 4/128; Beyhakî, 8/353)

Gerçi Allah Resûlü’nün, Mekke’nin fethinden sonra öldürülmesi talimatını verdiği kişiler arasında mürtedler de bulunuyordu. Fakat unutmamak gerekir ki bunların her biri sözlü ve fiilî tavırlarıyla Müslümanlara büyük zararlar vermiş, suç dosyaları çok kabarık olan kişilerdi. Kaldı ki Allah Resûlü, hakkında ölüm fermanı verilen Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Hz. Osman’ın ricası üzerine affetmiştir.

 Bununla birlikte sözlü olarak gelen rivayetlerde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) dinini değiştiren kimselerin öldürülmesini emretmiştir. Bir hadis-i şerifte doğrudan, “Dinini değiştireni öldürün.” buyrulurken (Buharî, İstitâbetü’l-mürteddîn 2), başka bir rivayette, dini terk eden ve Müslüman cemaatten ayrılan kimsenin kanının helâl olacağı ifade buyrulmuştur. (Buharî, Diyât 6)

Nesaî’nin rivayet ettiği başka bir hadis ise şu şekildedir: “Benden sonra fesat çıkaranlar olacaktır. İslâm toplumundan ayrılan kimi görürseniz veya Muhammed ümmetini parçalamak isteyen kim olursa olsun öldürün!” (Nesaî, Tahrimü’d-dem 5)

MEZHEP GÖRÜŞLERİ

Konuyla ilgili yukarıdaki naslardan hareket eden İslâm mezhepleri genel olarak şu neticeye varmışlardır: İslâm’dan çıkan bir kimse tövbeye davet edilir, aklî ve nakli delillerle ikna edilmeye çalışılır, eğer bir netice alınamazsa ölüm cezasına çarptırılır. Mezheplerin çoğunluğu irtidat suçunu “had cezaları” arasında değerlendirmiştir.

Ne var ki konuyla ilgili Hanefi mezhebinin yaklaşımları diğerlerinden farklıdır ve oldukça önemlidir. Hanefiler irtidat konusu ile ilgili hükümleri, temel cezaların ele alındığı “kitâbü’l-hudûd” bölümünde değil, devletlerarası ilişkilerin ve savaş ahkâmının ele alındığı “kitabü’s-siyer” bölümünde inceler. Bunun sebebi ise onların irtidat eylemini ceza hukukuyla ilgili değil, savaş hukukuyla ilgili bir mesele olarak görmeleridir. Hanefi fakihlerinin irtidat cezasını sadece erkeğe tahsis etmelerinin, dininden dönen kadını ise ölüm cezasından muaf tutmalarının sebebi de budur. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s) savaş esnasında kadınların öldürülmesini yasaklamıştır.

Merginanî’nin şu ifadeleri Hanefilerin konuya yaklaşımının güzel bir özetini sunar: “Asıl olan bütün cezaların ahirete tehir edilmesidir. Çünkü cezaların öne alınıp dünyada tatbik edilmesi imtihanın mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu genel kuraldan uzaklaşılmasının (ve bazı cezaların dünyada tatbik edilmesinin) sebebi güçlü bir şerrin bertaraf edilmesidir. Bu şer ise düşmanca tavır almadır. Kadınlar için böyle bir tehlike mevzubahis değildir. Zira onların bünyeleri fiziki mücadeleye ve savaşmaya uygun değildir. (el-Hidaye, 2/406-407)

Hanefilerin konuyla ilgili içtihatlarına bakıldığında, mürtedin dininden döndüğü ve küfrü tercih ettiği için değil, İslâm ümmetine ihanet ettiği ve düşmanlık beslediği için cezalandırıldığı anlaşılır. Nitekim İbnü’l-Hümâm, Merginani’nin yukarıdaki ifadelerine şu ilavede bulunur: “Mürtedin öldürülmesinin illeti, onun düşmanca tavrını engellemektir; yoksa onun inkârına verilen bir ceza değildir. Zira Allah katında onun inkârının cezası, dünyevi cezadan çok daha büyüktür.” (Fethul’l-kadîr, 6/72)

Aynı şekilde İmam Pezdevi, İmam Azam ve İmam Muhammed’e göre mürtedin mücerret olarak dininden döndüğü için değil, düşmanlık ve savaş eyleminden dolayı öldürüleceğini belirtir. (Keşfü’l-esrâr, 4/253) Serahsi de mürtedin öldürülmesinin illetini onun savaşçı olmasına bağlar. (Serahsî, el-Mebsût, 10/109) Bütün bunlar da gösteriyor ki Hanefilere göre irtidat, ceza ehliyetiyle ilgili bir mesele değil, savaş ehliyetiyle (kabiliyetiyle) ilgili bir meseledir. Bu sebeple bazı Hanefi âlimleri, bedensel özürlü veya çok yaşlı olduğu için savaşma kabiliyeti kalmamış kimselere de irtidat cezasının tatbik edilmeyeceğini söylemişlerdir.

Hanefiler, aslî küfürle (en başından beri kâfir olanla), ârızî/târî küfrü (sonradan küfre giren kimseyi) birbirinden ayırmamıştır. Onlara göre aslî küfür bizatihi savaş sebebi olmadığı için savaş esnasında sadece muharip vasfına sahip olan kimseler öldürülebilir. Aynen bunun gibi irtidat eyleminde de muharip vasfına sahip olmayan kadınlar öldürülmez. Bu da gösteriyor ki Hanefiler mürtedin öldürülmesiyle ilgili hadislerin manasını “amm” olarak almamış, bilakis bu hadisleri savaşta kadınların öldürülmesini yasaklayan rivayetlerle tahsis etmişlerdir.

Bilindiği üzere savaş hukuku felsefesi ile ceza hukuku felsefesi birbirinden tamamen farklıdır. Mesela ceza hukukunda suçlunun cinsiyetinin bir önemi yoktur. İster kadın ister erkek olsun, hırsızlık, zina, katl, iftira (kazf) gibi bir suç işleyen kimseye had cezası tatbik edilir. “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun.” (Nûr sûresi, 24/2) âyetinde kadın ve erkekler ayrı ayrı zikredilir. Aynı şekilde hırsızlık suçuyla ilgili nazil olan şu âyette de kadın erkek arasında bir ayrım yapılmaz: “Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz.” (Mâide sûresi, 5/38) Şayet İslâm dinini terk etme, had veya tazir cezasını gerektirecek âdi bir suç olarak görülseydi, Hanefiler kadın ile erkeği birbirinden ayırmaz ve kadını irtidat suçundan muaf tutmazlardı.

Hiç şüphesiz Hanefilerin bu içtihatlarında dönemin siyasi şartları etkileyici olmuştur. Zira modern döneme gelinceye kadar devletler arası ilişkiler savaş temeline oturuyordu. İslâm âlimlerinin, dünyayı, daru’l-İslâm ve daru’l-harp şeklinde ikiye ayırmalarının ve buna göre hükümler vaz etmelerinin sebebi de o günün sosyo-siyasal şartlarıdır. Din ve devlet arasında sıkı bir irtibat bulunduğunu ve İslâm hukukunun uygulamada olduğunu da göz önünde bulunduracak olursak, din değiştirmeyle “isyan” ve “vatana ihanet” arasında nasıl güçlü bir ilişki olduğunu anlayabiliriz. İslâm âlimleri de dinini değiştiren bir insanı, her an düşman saflarına iltihak edebilecek, İslâm toplumunun sırlarını onlarla paylaşabilecek ve gerektiğinde Müslümanlara kılıç çekebilecek potansiyel bir düşman olarak görmüş ve bu yüzden cezayı hak ettiğini söylemişlerdir.

Hanefilerin yanı sıra Abdullah b. Abbas da irtidat eden kadının öldürülmeyeceğini ifade etmiştir. (İbn Ebî Şeybe, 6/585) Keza Ömer b. Abdülaziz’in de irtidat eden kadınlara ölüm cezası vermediği rivayet edilir. (Abdürrezzak es-San’anî, 10/176) Çoğu muasır araştırmacı da Hanefilerin görüşünü destekler. Böyle bir yaklaşımın Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna daha muvafık olduğunu beyan eder. Yani onlara göre mürted için öngörülen cezanın asıl sebebi onun dinî tercihi değil; devlete isyan, vatana ihanet, casusluk, kamu düzenini ihlâl gibi suçlardır.

KONUYLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRMESİ

Meselenin teferruatını bir kenara bırakacak olursak, Kur’ân ve Sünnet, imandan küfre dönme karşısındaki sert bir duruş ortaya koyar. Kur’ân, daha ziyade manevî ve uhrevî müeyyideler üzerinde dursa da, Sünnette dünyevî cezadan da bahsedilir. Hiç şüphesiz bunun öncelikli sebebi, imanın ve imanla kabre girmenin Allah katındaki değerini göstermektir. Şu hadis de bunu ifade eder: “Kimde şu üç şey bulunursa, imanın tadını hisseder. Allah’ın ve Rasûlü’nün diğer bütün şeylerden daha sevimli olması, sevdiğini sadece Allah rızası için sevmesi, küfre geri dönmeyi ateşe atılma kadar kerih görmesi.” (Buhârî, İman, 9, 11)

İslâm’ın dine girmeyi bütünüyle şahısların hür tercihlerine ve özgür iradelerine bırakmasına ve bu konuda yapılacak gizli açık her tür zorlamayı kesin bir üslupla yasaklamasına mukabil, dine girdikten sonra ondan çıkmayı ağır müeyyidelere bağlamasının sebebi, dini korumaktır. İslâm’ın istediği şudur: Baştan iyice düşünüp taşındıktan sonra Müslüman olma, Müslüman olduktan sonra da dininde sabitkadem kalma. Zira insanların rahat bir şekilde dinden çıktıklarını deklare etmeleri, Müslümanların kuvve-i maneviyesini sarsacak, dine girip çıkmayı oyun hâline getirecek ve belki de bu birileri tarafından suiistimal edilecektir. Nitekim Kur’ân, şu âyetiyle Müslümanları bu konuda uyarır: “Ehl-i kitaptan bir güruh birbirlerine, şöyle dediler: Şu Müslümanlara indirilen kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tâbi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/72-73)

Bunların yanı sıra irtidadın mutlak anlamda serbest bırakılmasının, dinî hükümlerin yaşandığı bir toplumda daha başka suistimalleri de beraberinde getirmesi muhtemeldir. Mesela Müslüman bir kadınla evlenmek isteyen gayrimüslim bir kimse, Müslüman olduğunu söyleyip arkasından kendi dinine dönebilir. Veya Müslüman olan bir kimse İslâm’ın kendisine yüklediği bir kısım malî ve bedenî mükellefiyetlerden kaçma adına dinden çıktığını ilân edebilir. İrtidadın ağır müeyyideye bağlanmasının, İslâm toplumunda yürütülecek misyonerlik faaliyetlerini engelleyeceği de ifade edilmiştir. Bazı âlimler ise irtidadı, İslâm’ı kabul akdine muhalefet etmenin bir cezası olarak görmüşlerdir. İrtidadın, Müslümanlara yapılan bir ihanet veya onların hukuklarını ihlal anlamı taşıdığı da söylenmiştir. İrtidadın büyük bir günah ve suç olarak kabul edilmesinin altında bu ve benzeri hikmetler vardır.

Bununla birlikte mürtedle ilgili hükümler hakkında İslâm âlimleri arasında bir icma yoktur. Esasen ilk devir eserlerinde irtidadın kavramsal bir tanımlamasının yapılmaması ve meselenin siyasi şartlarla yakından ilişkili olması da meseleyi zorlaştırmaktadır. Her ne kadar İslâm âlimlerinin çoğunluğu irtidadı had cezaları arasında mütalaa etmiş ve mürtedin ölümle cezalandırılacağını söylemiş olsalar da, had cezalarıyla irtidat arasında önemli farklar olduğu inkâr edilemez.

En başta, İslâm’daki had cezaları -içki haddi hariç- sübut ve delalet açısından kat’i Kur’ân naslarıyla tespit edilmiştir. İrtidat suçuna verilecek ceza ise haber-i vahitle sabit olmuştur. Buradan yola çıkan bazı çağdaş araştırmacılar, ölüm gibi ağır bir cezanın kaynağının sübut açısından zan ifade eden haber-i vahitle sabit olamayacağını ileri sürer. Bu sebeple mürted için öngörülen cezanın had cezası değil, tazir cezası olduğunu söylerler. Bilindiği üzere had cezaları sabittir, değişmez. Bu konuda ne devlet başkanının ne de hâkimin herhangi bir takdir yetkisi yoktur. Şayet suç kesin delillerle sabit olmuşsa onlara düşen görev, haddi tatbik etmektir. Tazir cezaları ise hakimin takdirine bırakılmıştır. Dolayısıyla bazı çağdaş araştırmacılar, mürtede verilecek cezanın devlet tarafından takdir edileceğini ifade etmişlerdir.

Öte yandan “tövbeyle düşme” ve “yetkili merci tarafından affedilebilme” açısından da irtidatla diğer had cezaları arasında fark vardır. Ulema, mürtet olduğunu ilân eden kişinin hemen öldürülmeyeceğini, bilakis belirli bir süre hapsedilip tövbe etmeye davet edileceğini ve hatta bu sırada varsa şüphelerinin izale edileceğini ve neticede tövbe etmesi durumunda cezanın sakıt olacağını ifade etmişlerdir. Oysa ki had cezaları sabit olduktan sonra tövbeyle düşmez. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in, Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in irtidat eden bazı kimseleri affettiğine veya affedilmesini emrettiğine yönelik rivayetler gelmiştir. Halbuki devlet başkanı da olsa kimse sabit olan had cezalarını affedemez. İrtidadın, bu iki açıdan da had kriterlerine uymadığı belirtilmiştir.

Dinini değiştiren kimsenin öldürülmesini emreden hadis-i şerif, hadis kriterleri açısından sahih kabul edilir. Fakat bu hadisin yorumunda farklı görüşler öne çıkar. En başta şunu ifade etmek gerekir ki hadisin manası amm (genel) değildir. Zira her din değiştirenin öldürülmeyeceği aşikârdır. Burada kastedilen mana, İslâm dininden çıkıp başka bir dini veya dinsizliği benimsemektir. Hanefilerin kadını hadisin hükmünden istisna etmeleri de buradaki manayı amm olarak anlamadıklarını gösterir. Buradan hareketle hadisin hükmünün her mürtedi kapsamadığı, bilakis belirli vasıflara sahip olanları kapsadığı neticesine ulaşılabilir.

Nitekim konuyla ilgili hadisler bir bütün halinde değerlendirildiğinde, bazı rivayetlerde öldürülmesi gereken mürtedin bir kısım vasıflarına yer verildiği görülür. Mesela bir rivayette mürted “dinini terk edip cemaatten ayrılan” (Buharî, Diyât 6) kimse şeklinde tarif edilir. Nesai’de yer alan bir hadiste “İslâm’dan çıkan, Allah’a ve Resûlüne karşı harp ilân eden” kimsenin kanının helâl olacağı ifade edilir. (Nesâi, Tahrimü’d-dem 10) Başka bir rivayette ise İslâm toplumundan ayrılan ve ümmet-i Muhammedi parçalayan kimselerin öldürülmesi emredilir. (Nesaî, Tahrimü’d-dem 5) “İslâm cemaatinden ayrılma”, “Allah’a ve Resûlü’ne karşı harp ilân etme”, “Ümmet-i Muhammed’i parçalama” ise pasif bir inanç değişikliğinden ziyade isyan, düşmanlık, kamu düzenini ihlâl ve vatana ihanet gibi suçları akla getirir. Dolayısıyla “Dinini değiştireni öldürün” hükmünün, mücerret bir din değişikliğinden ziyade, meşru idareye başkaldırma, fitneye sebep olma, siyasi otoriteyi zayıflatma, Müslümanların birliğine zarar verme gibi siyasi sebeplere bağlı olduğu anlaşılır.

Buradan hareketle diyebiliriz ki irtidat, dinden dönme veya din değiştirme anlamına gelse de, konuyla ilgili naslara ve âlimlerin konu etrafındaki değerlendirmelere bakılacak olursa, mürtedin sadece şahsî bir inanç değişikliğine giden kimse olmadığı, bilakis siyasal düzene başkaldırı ve cephe değişikliği anlamı da taşıdığı söylenebilir. Tarihî tecrübeler de bunu doğrulamıştır. Gerek İslâm’ın ilk asırlarında gerekse daha sonraki dönemlerde dinden çıkanlar rahat durmamış, düşmanlarla işbirliği yaparak, fitne ve fesada yol açarak Müslüman toplum için tehdit oluşturmuşlardır.

Öte yandan Ebû Dâvud ve Nesaî’de geçen Hz. Âişe hadisinde dinini değiştirerek Allah’a ve Resûlü’ne harp ilân edenler için sırasıyla üç ceza zikredilir: öldürülme, asılma ve sürgün edilme (veya hapsedilme). Bu ifadeler, hırabe (eşkıyalık ve terör) suçuyla ilgili nazil olan Mâide sûresinin 33. ve 34. âyetlerini hatırlatır. Zira bu âyetlerde de yeryüzünde bozgunculuk yapanlar için sırasıyla aynı cezalardan bahsedilir. Her ne kadar bu hadis etrafında farklı yorumlar dile getirilmiş olsa da, irtidat suçuyla hırabe suçunun iç içe zikredilmesi, hem bu ikisi arasındaki irtibat ve ilişkiyi gösterir hem de mürted için öngörülen cezanın asıl illetine işaret eder.

Hadisin yorumuyla ilgili şunu da eklemekte fayda var: Bazı fakihler, Allah Resûlü’nün ve Raşit Halifelerin uygulamalarından hareketle buradaki emrin vücuba değil mübahlığa delalet ettiğini söylemişlerdir ki bu da nazardan uzak tutulmamalıdır. Buna göre mürted hakkında ölüm cezası verip vermeme kamu otoritesini temsil eden kimselere bırakılır. Böyle bir yaklaşım mürtedin cezasını tazir cezaları arasında sayan fakihlerin yaklaşımına da uygundur.

SONUÇ

Hâsıl-ı kelâm, klasik doktrinde yer alan irtidat suçuyla ilgili hükümler değerlendirilecekse, kendi bütünlüğü içinde değerlendirilmeli ve mutlaka İslâm toplumunun içinde bulunduğu tarihî ve siyasi şartlar dikkate alınmalıdır. Belli bir zaman, ortam ve konjonktür içerisinde şekillenen içtihatların tamamını olduğu şekliyle günümüze taşımak doğru olmadığı gibi, onları bugünün değer yargıları ve düşünce tarzlarıyla yargılamak da doğru değildir. Eğer herhangi bir hükmü, olayı veya müesseseyi değerlendireceksek, onu bağlı bulunduğu hukuk sistemi ve değer yargılarına göre değerlendirmeli, genelin içinde onun nereye oturduğunu ve ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalışmalıyız.

Mürtedle ilgili bazı hükümlerin, modern insan hakları kuramına aykırı bazı yönleri olsa bile, İslâm fıkıh doktrini içinde bu hükümlerin makul izahlarının olduğu unutulmamalıdır. İslâm’ın mutlak anlamda müntesiplerine irtidat hürriyeti vermediği, en azından bunu izhar etmeyi bir kısım müeyyidelere bağladığı doğrudur. Fakat bunun önemli bir sebebi kendi değerlerine zarar verilmesini ve dinî hükümlerin suistimal edilmesini önlemektir.

Kaldı ki İslâm’ın bu tür hükümlerinin demokratik değerlerin, küreselleşmenin ve çoğulculuğun hâkim olduğu günümüz şartları içinde nasıl anlaşılacağı ve nasıl uygulanacağı apayrı bir konudur ve burada göz önünde bulundurulması gereken çok daha farklı ilke ve esaslar olmalıdır.

Özellikle Hanefilerin irtidat konusunu had ve tazir cezası olarak değil, savaş hükümlerinin bir devamı olarak ele aldıklarını, yani irtidadı adi bir suç olarak değil de siyasi bir suç olarak gördüklerini hatırlayacak olursak, onun modern dönemin şartlarına göre farklı düzenlemelere açık olduğunu ve bir yere kadar siyasi otoritenin yetki sahasına girdiğini söyleyebiliriz. Raşit Halifeler ile Ömer b. Abdülaziz dönemlerinde dinden dönenlerle ilgili farklı uygulamaların mevcut olması da bu yaklaşımı teyit eder.

İslâm’ın kölelik karşısındaki tavrı (11. Yazı)

İnsan hakları konusuna başlarken ilk yazılarda, dinî hükümlerin başlıca hedefinin insan haklarını korumak olduğunu, Kur’an ve Sünnet’te vaz edilen hükümlerle herkesin canının, malının, ırz ve namusunun, haysiyet ve şerefinin garanti altına alındığı açıklamıştık. Devam eden yazılarda ise insan haklarına muhalif olduğu iddia edilen bazı dinî meseleler üzerinde durmuştuk. Hiç şüphesiz bu eleştirilerin en başında gelenlerden biri de İslâm’ın köleliğe izin verdiği iddiasıdır. Gerçekten İslâm’ın, insan haklarına aykırılığı noktasında şüphe bulunmayan kölelik müessesesini kaldırma gibi bir hedefi yok mudur? İslâm’ın kölelik karşısındaki tavrı nedir? Bu alanda getirdiği düzenlemeler, vaz ettiği hükümler olmuş mudur? Bu yazımızda bu soruların cevabını arayacağız.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki kölelik, insanlık tarihinin en büyük realitelerinden biri olmuştur. Öyle ki bir çok ülkede kölelerin sayısı, hürleri geçmiştir. Mesela eski Yunan’da, Roma’da, Mısır’da, Arap yarımadasında kölelik bir hayli yaygındır. Buna itiraz eden de olmamıştır. O dönemin eserlerine bakıldığında kölelik müessesesinin tıpkı aile ve devlet gibi temel beşeri kurumlardan biri olarak kabul edildiği anlaşılır. Daha da kötüsü, köleler, uzun asırlar boyunca ağır işlerde çalıştırılmış, istismar edilmiş, tüm insanî haklardan mahrum bırakılmış ve oldukça elverişsiz hayat şartlarında yaşamışlardır.

Köleliğin en büyük kaynağı savaşlardır. Zira galip gelen taraflar, düşman askerlerinden aldığı esirleri köle yapmıştır. Bunun yanı sıra komşu kabilelerden kaçırılan insanlar, yakınları tarafından satılan çocuklar, borç yükü altında ezilen insanlar, kölelerden doğan çocuklar da köle statüsüne sokulmuşlardır. Mesela 18. ve 19. yüzyıllarda Afrika’dan satın alınan veya kaçırılan milyonlarca hür insan, Amerika’ya getirilerek köle statüsüne sokulmuştur.

Günümüzde, tarihte bilinen anlamıyla kölelik müessesesi ortadan kalkmıştır. Fakat bunun tarihi çok eski değildir. Son yüzyıla gelinceye kadar dünyanın birçok ülkesinde köleler varlıklarını devam ettirmişlerdir. Kaldı ki uluslararası antlaşmalarla ve anayasalarla kölelik kurumu bütünüyle ilga edilmiş olsa da, dünyanın farklı ülkelerinde köleler hâlâ varlığını devam ettirmektedir.

Milletler Cemiyeti, 1926 yılında bütün dünyada köleliği yasaklamış ve bu hüküm Birleşmiş Milletler tarafından da teyit edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Beyannamesinde hiçbir insanın köle olamayacağı net olarak belirtilmiştir. Günümüzde neredeyse tüm insanlık köleliğin karşısındadır. Çoğu insan, köle olarak yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemiyor. Haklı olarak, köleliği, insan onur ve haysiyetine indirilmiş büyük bir darbe olarak görüyor.

İSLÂM KÖLELİĞİ NİÇİN KESİN OLARAK YASAKLAMADI?

Öncelikle şu hususun çok iyi anlaşılması gerekir: İslâmiyet geldiğinde dünyanın birçok yerinde kölelik oldukça yaygındı. O dönemin Bizans ve Sasani devletlerinde çok sayıda köle olduğu gibi, Arap yarımadasında bulunan köleler de büyük bir yekûn teşkil ediyordu. Kölelik toplumda yer etmiş ve kökleşmiş bir müesseseydi. Herkesçe tabii kabul ediliyordu. Yani kölelik, İslâm’ın getirdiği bir olgu değildi. Bilakis, o dönemin en güçlü devletlerinde ve en eski medeniyetlerinde varlığını sürdüren ve toplumca benimsenen bir realiteydi. İşte bu sebeple, fıtrat kanunlarını, toplumun örf ve teamüllerini, zamanın şartlarını dikkate alan İslâm, kesin bir hükümle köleliği tek taraflı olarak kaldırmak yerine; öncelikle onu tadil etmiş ve insanî bir hüviyete sokmuş; sonrasında da vaz ettiği hükümlerle onun yavaş yavaş toplumsal hayattan kalkacağı bir zemin oluşturmuştur.

Bediüzzaman, şu enfes tespitleriyle İslâm’ın kölelik karşısındaki tavrını çok güzel özetlemiştir: “İslâmiyetin hükümleri iki kısımdır: Birincisi, İslâm’ın yeni ortaya koyup tesis ettikleridir. Bu hükümler, gerçek güzelliği temsil eder ve bütünüyle hayırlıdırlar. İkincisi, İslâm’ın tadilat yaptıklarıdır. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarılıp, ehven-i şer hâline getirilmiş, tadil edilmiş, beşer tabiatına tatbiki mümkün kılınmış ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınarak başka bir şekle sokulmuştur. Çünkü, beşer tabiatında uzun zaman hüküm sürmüş olan bir şeyi birden kaldırmak için, beşer tabiatının birden değiştirilmesi gerekir. Binaenaleyh, şeriat köleliği koyucu değildir; bilakis onu en vahşî suretten alarak tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiş, tâdil etmiştir.” (Bediüzzaman, Münazarat)

Tahir b. Âşur’un şu izahları da konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır: “Hukukun en önemli gayelerinden birinin köleliği ortadan kaldırmak ve hürriyeti yaygınlaştırmak olduğunu gösteren düzenlemelerin tümevarım yoluyla incelenmesi sonucu fukaha, “Şari, daima hürriyeti hedefler.” kaidesini getirmişlerdir. Bununla birlikte şayet İslâm, geldiği dönemin şartları itibarıyla (her yerde köleliğin bulunması ve bunun çok yaygın olması ve pek çok işi onların yapıyor olması vs.) mevcut düzeni tepetaklak çevirerek işe başlasaydı, medeniyet zinciri öyle bir dağılırdı ki, bir daha onu düzene koymak çok zor olurdu. İşte hukukun, yürürlükteki kölelik müessesesini ortadan kaldırmaktan kaçınmasının sebebi buydu.”

Öte yandan kölelikle ilgili hükümlerin doğru anlaşılması ve yerli yerine konulabilmesi için meselenin çağdaş dönemin şartlarına göre değil, tarihî realitelere göre ele alınması gerekir. Bilindiği üzere kölelik gibi savaşlar da beşer tarihinin değişmeyen gerçeklerinden biridir. Özellikle geçmiş dönemlerde devletler arası ilişkiler düşmanlık ve hâkimiyet üzerinden şekillenmiş, bu yüzden de güç mücadeleleri, çatışma ve savaşlar hiç eksik olmamıştır. (Günümüzde de bu realitenin bütünüyle değiştiği söylenemez.) Savaşların ayrılmayan parçası ve zaruri neticesi ise savaş esirleridir. Savaş esirleriyle ilgili genelde şu üç uygulama hâkimdir: öldürmek, köleleştirmek, salıvermek. Salıverme de şu yollarla gerçekleşir; fidye karşılığında, mübadele yoluyla ve karşılıksız olarak.

Düşmanlık, savaş ve güç mücadelesinin devam ettiği bir ortamda esirlerin karşılıksız olarak salıverilmesi hiçbir devletin işine gelmez. Mübadele yolu ise karşı tarafın da bunu kabul etmesine ve elinde mübadele edecek esir bulundurmasına bağlıdır. Aynı şekilde fidye karşılığında serbest bırakmak da esirlerin veya düşman devletin fidye verecek imkânlara sahip olmasına ve kurtuluş akçesi vermeyi kabul etmesine bağlıdır. Zaman zaman bu son iki şık uygulansa da her zaman mümkün olmamıştır. Esirlerin karşılıklı veya karşılıksız olarak serbest bırakılması mümkün olmadığı takdirde geriye ilk iki şık kalmaktadır: Öldürmek ya da köle olarak kullanmak. Müslümanlar, köleliği öldürmeye tercih etmiş, en azından onu ehven-i şer olarak görmüşlerdir.

Bununla birlikte şunun altını çizmekte fayda var: İslâm’da savaş esirlerinin köleleştirilmesine yönelik herhangi bir âmir hüküm yoktur. Bilakis Kur’ân savaş esirlerinin fidye karşılığında veya karşılıksız olarak salıverilmesinden bahseder. (Muhammed sûresi, 47/4) Fakat Allah Resûlü’nün (s.a.s) bazı savaşlarda aldığı esirleri köle statüsüne soktuğu bilinmektedir. Ne var ki Efendimiz’in bu uygulaması tüm zamanlar için bağlayıcı bir hüküm olarak görülmemiş, bilakis O’nun devlet başkanı sıfatıyla o dönemin şartlarına göre icra ettiği bir uygulama olarak anlaşılmıştır. Bu sebepledir ki İslâm fakihleri, savaş esirleri hakkında verilecek kararın devlet başkanına ait olduğunu ve onun Müslümanların maslahatına göre yukarıda zikredilen şıklardan birini seçebileceğini ifade etmişlerdir.

Köleliğin kesin olarak ortadan kaldırılmamasının diğer bir hikmetinin de savaşları önlemek ve Müslümanları korumak olduğu belirtilmiştir. Çünkü muhariplerin, mağlup olmaları ve ele geçirilmeleri durumunda köle haline getirileceğini bilmeleri, onlar açısından büyük bir korku sebebidir ve oldukça caydırıcı bir etkendir. Bütün dünyada köleliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, şayet İslâm devletleri tek taraflı olarak köleliği kaldırsalardı, bu durum karşı cephedeki devletlerin daha çok güçlenmesine, galip gelmesine ve zulmetmesine kapı aralayacaktı.

İSLÂM’IN KÖLE AZADIYLA İLGİLİ GETİRDİĞİ DÜZENLEMELER VAR MIDIR?

İslâm’ın kölelikle ilgili getirdiği hükümlere bakıldığında, köleliğin ortadan kalkmasının İslâm’ın temel hedeflerinden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Her şeyden önce İslâm, köleliği sadece savaş eserlerine münhasır kılmak suretiyle onun kaynaklarını olabildiğince daraltmış ve sınırlandırmıştır. İslâm’a göre her ne gerekçeyle olursa olsun hür bir insan köleleştirilemez. Borcunu ödememe, suç işleme, kaçırılma, satılma gibi olaylar kölelik için meşru bir sebep olamaz. Kudsi bir hadiste şöyle buyrulur: “Ben kıyâmet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Benim adıma yemin ettikten sonra sözünden cayan, hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen ve ücretle bir işçi tutup işini gördürdükten sonra karşılığını vermeyen kimselerin.” (Buhârî, Büyû 106)

İslâm’a göre köle azadı, en büyük iyiliklerden ve başlıca Allah’a yakınlaşma yollarından biridir. Kur’ân-ı Kerim, Allah katında makbul olan iyilikleri (birr) sayarken,  imanın, namazın, zekatın, sabrın, ahde bağlığın ve infakın yanında köle azadını da zikretmiş ve mü’minleri, mallarını köle ve esirleri hürriyetlerine kavuşturma istikametinde sarf etmeye teşvik etmiştir. (Bakara sûresi, 2/177) Beled sûresinde yer alan şu ifadeler, köle azadının dindeki önemini ortaya koyar: “Fakat insan sarp yokuşu aşmaya çalışmadı. Sarp yokuş bilir misin nedir? O, bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır…” (Beled sûresi, 90/11-13)

Bu âyetlerin yanı sıra Peygamber Efendimiz (s.a.s) de sözleriyle ve fiilî uygulamalarıyla köle azadını teşvik etmiştir. Bir hadislerinde o şöyle buyurur: “Kim Müslüman bir köleyi azat ederse, o kölenin her organına karşılık Allah da onun bir organını Cehennem’den azat eder.” (Buhârî, Keffârât 6; Müslim, Talak 21, 22) Başka bir hadislerinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sahibi yanında en kıymetli ve fiyatı en yüksek olan köleyi azat etmenin daha faziletli olduğunu beyan buyurmuştur. (Buhari, Itk 2) Peygamber Efendimiz sahabeyi köle azat etmeye teşvik ettiği gibi bizzat kendisi de savaş esiri olarak eline geçen veya kendisine hediye edilen bütün kölelerini azat etmiş, vefat ettiğinde eli altında tek bir köle dahi bırakmamıştır.

İslâm, mutlak anlamda köle azadını teşvik etmenin yanında, bir kısım hata ve günahlara kefaret olarak da köle azadını emretmiştir. Bu, bütünüyle İslâm hukukuna has bir uygulamadır. İslâm hukukuna göre hata ile birini öldüren kimsenin, maktulün yakınlarına diyet ödemenin yanında, bir de günahına kefaret olması için bir köle azat etmesi gerekir. (Nisa sûresi, 4/92) Aynı şekilde yeminini bozma (Mâide sûresi, 5/89) ve zıhar (caiz olmayan bir çeşit boşama çeşidi) fiilleri için de köle azadı şart koşulmuştur (Mücâdile sûresi, 58/3-4). Burada sayılan fiillerin hiçbirinin kölelikle ilişkisi olmamasına rağmen, İslâm’ın böyle bir düzenleme getirmesinin temel maksadı, toplum içinde mevcut bulunan kölelerin değişik vesilelerle hürriyetlerine kavuşturulmasının yolunu açmak ve bunu teşvik etmektir.

Bütün bunların yanında İslâm’da, köleliğin son bulması adına daha başka yol ve vesileler de mevcuttur. Bunlardan biri köle ile efendisi arasında yapılan mükatebe anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya göre köle, belirli bir bedel karşılığında hürriyetine kavuşacak ve daha sonra çalışıp kazanarak bu bedeli efendisine ödeyecektir. Kur’ân, şu âyetiyle mü’minlere böyle bir anlaşma yapmayı tavsiye eder: “Eliniz altındaki köle ve cariyelerinizden mükâtebe yapmak isteyenler olursa ve siz de onlarda liyakat görürseniz mükâtebe yapınız! Allah’ın size ihsan ettiği maldan siz de onlara veriniz. (Mecburî hizmet bedellerini ödemelerine yardım ediniz).” (Nûr sûresi, 24/33) Bazı fakihler bu âyetten yola çıkarak, köle sahiplerinin, mukatebe anlaşması yapmak isteyen kölenin bu isteğini kabul etmek zorunda olduğunu belirtmişlerdir.

Yine İslâm hukukuna has iki uygulama olan tedbir (ölüme bağlı azat) ve ümm-ü veled olma da azat yollarından diğer ikisidir. Eğer bir kimse kölesinin azadını kendi ölümüne bağlarsa, bu köle “müdebber” ismini alır, artık bundan sonra herhangi bir akde konu olamaz ve efendisinin vefatıyla birlikte kendiliğinden azat olur. Ümm-ü veled ise efendisinden çocuk doğuran cariye demektir. Böyle biri, diğer kölelerden farklı bir statüye kavuşur, artık o da alınıp-satılamaz ve efendisinin vefatıyla birlikte başka bir muameleye gerek kalmaksızın kendiliğinden hürriyetine kavuşur.

Bunların yanında kanunen zorunlu görülen daha başka azat yolları da vardır. Mesela ortaklardan birinin köle üzerinde sahip olduğu hissesini azat etmesi ya da bir kişinin sahibi olduğu kölesinin bir cüzünü azat etmesi durumunda o kölenin tamamen hürriyetine kavuşacağı kabul edilmiştir. Aynı şekilde şayet bir kimse herhangi bir yolla aralarında evlenme yasağı olacak kadar yakını olan bir kölenin mülkiyetine sahip olursa, o köle derhal azat olur. Çünkü hiç kimsenin yakın akrabasını köle olarak elinde tutması caiz değildir. Fakihler, darulharpten İslâm ülkesine sığınan Müslüman kölelerin de hür olacaklarını belirtmişlerdir.

Son olarak Kur’ân’da, zekatın sarf yerleri olarak gösterilen sekiz sınıftan birinin de köleler olduğunu belirtmek gerekir. (Tevbe sûresi, 9/60) Bilindiği üzere zekât belirli bir zenginliğe sahip olan tüm Müslümanların vermeleri gereken zorunlu bir vergidir. Namazdan sonra İslâm’ın ikinci esasıdır. Sahip olunan malların çeşidine göre Müslümanların beşte bir, onda bir, yirmide bir veya kırkta bir oranında zekat vermeleri farzdır. Hiç şüphesiz tüm Müslümanların zekâtını verdiği bir toplumda, zekat gelirlerinin sekizde biri büyük yekûn tutacak ve bu miktar köle azat edilmesine sarf edildiğinde pek çok köle hürriyetine kavuşmuş olacaktır.

Özetle burada zikrettiğimiz bütün bu hükümlere rağmen İslâm’ın köleliği normal gördüğünü ve hele teşvik ettiğini ve desteklendiğini iddia etmek, İslâm’a atılmış büyük bir iftira olur. İslâm, dönemin savaş hukukunun zorunlu bir neticesi olan ve toplumsal hayatta yerleşen ve kök salan kölelik müessesesini daha önce zikrettiğimiz hikmetlere binaen bir çırpıda ortadan kaldırmamış olsa da, getirdiği hüküm ve düzenlemelerle tüm kölelere hürriyet yolunu açmıştır. İslâmî hükümleri tetkik eden İslâm uleması da insan için asıl olanın hürriyet olduğunu, köleliğin arızi ve istisnai bir hâl olduğunu ve bunun da ortadan kaldırılması için mü’minlerin mücadele etmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

KÖLELERE YAPILACAK MUAMELE

İslâm, getirdiği hükümlerle bir taraftan var olan köleleri tedrici olarak eritme yolunu tutmuş, diğer yandan da kölelere o güne kadar sözü bile edilmeyen haklar tanımış ve onlara insanca muamele edilmesini emretmiştir. İslâm’ın kölelerle ilgili getirdiği hükümler bir devrim niteliğindedir. İslâm’la birlikte köleliğin âdeta statüsü ve mahiyeti değişmiştir. Nice İslâm âlimlerinin, maneviyat rehberlerinin ve devlet yöneticilerinin köle kökenli olmasını başka türlü izah etmek mümkün değildir.

Kur’ân-ı Kerim, kendilerine iyilik yapılması gereken kimseleri sayarken, anne-baba, yakın akrabalar, yetimler, fakirler, komşular ve yolcuların yanında köleleri de zikretmiş, onlara da iyilik yapılmasını, izzet ü ikramda bulunulmasını emretmiştir. (Nisâ sûresi, 4/36) Bunun yanında Kur’ân, köle sahiplerine ve Müslüman topluma köle ve cariyelerin evlendirilmelerini emretmiş, yani kölelere aile kurma ve çocuk sahibi olma hakkını tanımıştır. (Nûr sûresi, 24/32) Hatta hürlerin bile kölelerle evlenebileceğini beyan etmiştir. (Bakara sûresi, 2/221; Nisâ sûresi, 4/25)

Allah Resûlü (s.a.s), kölelere iyi muamele edilmesiyle ilgili öyle detaylı düzenlemeler getirmiştir ki İslâm’la birlikte köleler, içinde yaşadıkları ailenin normal bir üyesi gibi kabul edilmeye başlamıştır. Efendimiz, bir hadislerinde şöyle buyurur: “Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin himayesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.” (Buhârî, Itk 15; Müslim, Eymân 40)

Peygamber Efendimiz, Müslümanlara kölelere nasıl hitap edileceğini dahi talim etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse ‘kölem’, ‘cariyem’ diye hitap etmesin. Hepiniz Allah’ın kullarısınız. Kadınlarınızın da her biri Allah’ın kullarıdır. Onlara hitap edecek olan kimse ‘oğlum’, ‘kızım’, ‘yiğidim’ diye seslensin.”  (Müslim, Elfâz 13) Başka bir hadislerinde Efendimiz (s.a.s), “Kölelerinin nafakasını vermemek, insana günah olarak yeter.” buyurmuştur. (Müslim, Zekât 40)

Bunların yanı sıra Nebiyy-i Ekrem, kölelere yapılacak her tür kötü muameleyi yasaklamış, şu sözleriyle haksız yere onlara eziyet etmenin bedelinin onları azat etmek olduğunu belirtmiştir. “Kim, işlemediği bir suçtan ötürü cezalandırmak maksadıyla kölesini döver veya sebepsiz yere tokatlarsa, bunun keffâreti o köleyi âzat etmesidir.” (Müslim, Eymân 30)

Kamçı ile kölesine vuran bir sahabiyi gördüğünde şu sözleriyle ona Allah’ın gazabını hatırlatmış ve sert bir şekilde ikaz etmiştir: “Ey Ebû Mes’ûd! Bilesin ki Allah’ın gücü sana, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla yeter!” (Müslim, Eymân 34) Efendimiz’in bu ikazlarını duyan sahabi, kölesini hemen azat etmiş, bunun üzerine Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Beri bak! Eğer böyle yapmasaydın seni mutlaka ateş yakardı ya da cehennem ateşi seni sarardı.”  (Müslim, Eymân 35)

Allah Resûlü’nün vefatı öncesinde ashabına yaptığı son nasihatlerden biri, kölelere iyi davranmalarıdır. O şöyle buyurmuştur: “Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar (köle ve cariyeleriniz) hakkında Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb 123-124; İbn-i Mâce, Vasâyâ 1)

SONUÇ

Bütün bunların yanında İslâm, farklı emir ve nehiyleriyle mü’minlerin zihnine eşitlik ve kardeşlik fikrini öyle bir kazımıştır ki, gönülden iman etmiş hiçbir mü’min kölesine “köle” gibi davranmamıştır. Çünkü bir mü’min bilir ki, tüm mü’minler tarağın dişleri gibi eşittir. Tüm insanlar Hz. Âdem’den gelmiştir. Kur’ân, köle-hür ayrımı yapmaksızın bütün mü’minlerin kardeş olduğunu bildirmiştir. Allah katında üstünlük ne soy-sop ile ne de hürriyet-kölelik iledir; bilakis ancak takva iledir. Onun da kimde olduğunu sadece Allah bilir.

Tevrat hükümlerine, Kilise uygulamalarına, Roma hukukuna, Eski Yunan ve Mısır medeniyetlerine, Sasani ve Bizans devletlerine, Cahiliye âdetlerine vs. bakan bir insan, İslâm’ın kölelikle ilgili nasıl bir devrim yaptığını çok daha iyi anlayacaktır. Kur’ân ve Sünnet’te beyan edilen bu hükümler sahabe üzerinde o kadar etkili olmuştur ki, onlar bir taraftan köle azadı konusunda âdeta yarış yapmış, diğer yandan da ellerinin altında bulundurdukları kölelere karşı son derece şefkat ve merhametli davranmışlardır.

Şunun net olarak altını çizmek gerekir: Âyet ve hadislerde insanların köleleştirilmesini emreden tek bir nas yoktur. Fakihler, Allah Resûlü’nün bir kısım uygulamalarından hareketle köleleştirmeyi sadece esirlerle ilgili bir düzenleme olarak kabul etmişlerdir. Ne var ki bunun sebebi de köleliğin o dönem için milletlerarası bir teamül olmasıdır.

Kölelik İslâm’ın tesis ettiği bir kurum değildir. Bilakis İslâm geldiğinde bütün insanlık dünyasında cari olan bir uygulamadır. İslâm onu bir realite olarak kucağında bulmuş, henüz insanlık böyle bir seyahate muktedir olmadığı için köleliği toptan ilga etmemiş, fakat bir taraftan onu oldukça insanî bir hüviyete taşımış, diğer yandan da kölelere hürriyete giden yolu açmıştır. İslâm, her fırsatta, her vesileyle köle azadını teşvik etmiş, köleliği ortadan kaldırmak için oldukça detaylı düzenlemeler ortaya koymuştur.

Günümüzde kölelik insanlığın ortak mutabakatıyla toptan ilga edilmiştir ki, bu İslâm’ın da temel hedeflerinden biridir. Durum böyleyken kalkıp hâlâ İslâm adına köleliği savunmak, esirlerin köleleştirilmesinden bahsetmek, köle pazarları kurmak, Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna ve temel maksatlarına terstir. Hatta bunların İslâm’a ve Müslümanlığa ihanet olduğu daha söylenebilir. Zira bu tür gayriinsani ve gayrimedeni tavırlar, İslâm’ın dırahşan çehresini karartmakta, Müslümanlar hakkında olumsuz bir imaj oluşturmaktadır. Bu yüzden yaşadığımız çağda köleliği savunmak hiçbir şekilde İslâm’la telif edilemez.

İslâm’ın ırkçılık karşısındaki tavrı (12. Yazı)

İnsan haklarını korumanın önündeki en büyük engellerden biri, açık ve örtük şekliyle ırkçılıktır. Yakın tarihte hiçbir şey ırkçılık ölçüsünde insan hakkı ihlâllerine sebep olmamıştır. Son birkaç asırda yaşanan nice savaşların, zulümlerin, soykırımların, sömürgeciliğin, etnik temizliğin itici gücü ırkçılık olmuştur. Zencilerin Amerika’da gördükleri baskı ve kısıtlamalar, Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırım, Sırpların Boşnaklara yaptığı katliam, Güney Afrika’daki beyazların kendilerinden olmayan etnik gruplara uyguladıkları baskı ve ayrımcılık, Ruanda’da yaşanan kanlı olaylar ırkçılığın sebep olduğu ağır insan hakkı ihlâllerinden bazılarıdır. Fakat ne yazık ki ırkçılığın sebep olduğu vahşet ve zulümler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Dünyanın farklı kıta ve ülkelerinde değişik etnik kökenlere sahip nice topluluk ve bireyler ırkçı saldırıların kurbanı olmuştur.

Maalesef demokrasinin, eşitliğin, insan haklarının, çoğulculuğun dillerden düşmediği modern dünyada da ırkçılığın üstesinden gelinememiştir. Irkçılık hâlâ farklı düzeylerde, değişik formlarda etkisini sürdürmekte ve çok farklı mağduriyetlere sebep olmaktadır. Tabiatı itibarıyla bölücü, ötekileştirici ve dışlayıcı bir karaktere sahip olan ırkçılık, insan haklarını tehdit etmeye devam etmektedir. Hele bir de o, cehalet ve taassupla birleşince, kendinden olmayana, yani “ötekine” karşı zulüm ve şiddeti meşrulaştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu yazıda İslâm’ın ırkçılıkla nasıl mücadele ettiğini, onu zihinlerden ve toplumsal hayattan kaldırma adına ne tür adımlar attığını ele alacağız.

IRKÇILIK NE DEMEKTİR?

Irkçılık kısaca soy üstünlüğü davası gütmektir. Bir ırkın üstün görülmesi, haliyle diğer ırkların aşağılanmasını netice verir. Üstünlüğün genetik yollarla kendisine miras kaldığına ve kendi soyunun üstün ve seçilmiş olduğuna inanan bir insan, öteki ırklara karşı çoğunlukla negatif düşünce ve tutumlar geliştirir. Bu negatif tutumlar zaman zaman kin ve düşmanlığa kadar uzanır.

Dahası sahip olduğu etnik kimliği kutsayan ve yücelten ırkçılar, soydaşlarının kötülüklerini bile iyilik olarak görür, başkalarının iyiliklerini ise kötülük. Yani haksızlıkta kavmine arka çıkarlar. Kendi soydaşlarından sadır olan zulümleri destekler veya en azından bunlara karşı sessiz kalırlar. Kendi kavminin rezilliklerini fazilet yerine koyarlar. Başkalarının faziletlerini ise ya görmezden gelir ya da tevil ve yorumlarla kötü gösterirler. Bütün bunlar ırkçılığın başlıca tezahürleridir. Bu açıdan ırkçılık adalet, hakkaniyet, insaf ve eşitlik gibi değerlerin önde gelen düşmanlarından biridir. Seviyesine göre bunları zedeler veya yok eder.

Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere ırkçılık, kendi milletini sevme ve ona bağlı olma anlamındaki milliyetçilikten veya ülkesini sevme ve onun uğruna pek çok fedakârlığı göze alma anlamındaki vatanseverlikten farklı bir kavramdır. Gerçi milliyetçilik yer yer ırkçılık anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri onu, müspet ve menfi milliyetçilik olmak üzere ikiye ayırır. Menfi milliyetçiliğin başkasını yutmakla beslendiğini ve adavetle devam ettiğini ifade eder. Bunun da karşılıklı düşmanlık, çatışma ve karışıklıklara yol açacağını belirtir. Müspet milliyetçiliğin ise toplumsal hayatın iç dinamikleriyle oluşacağını, yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olacağını ve faydalı bir güç kaynağı oluşturacağını ifade eder. (Bediüzzaman, Mektubât, 26. Mektup)

Bir insanın kendi vatanını, milletini, yurttaşını sevmesi, onlara bağlılık duyması tabii bir duygudur. Tabii olmanın da ötesinde övülen ve teşvik edilen bir haslettir. Din de müspet milliyetçiliği ve vatanseverliği teşvik eder. Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “En hayırlınız (zulme düşerek) günah işlemedikçe kendi kavmini/aşiretini müdafaa edendir.” (Ebû Dâvud, Edeb 121) Bir sahabenin, “Ey Allah’ın Resûlü, bir kişinin kavmini sevmesi asabiyet midir (ırkçılık mıdır)?” sorusuna da, “Hayır, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.” (Ebu Davud, Edeb 121) şeklinde cevap verir.

Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere ırkçılık, millet sevgisinden, kavim ve kabileye bağlılıktan, milleti için fedakârlık yapmaktan farklıdır. O, basit bir sevgiye, bağlılığa, fedakârlığa değil; tarafgirliğe, tutuculuğa, fanatizme ve hatta düşmanlığa dayanır. Bağnazlık, kibir ve cehaletten güç alır. Üstünlük davası güder. Atalarıyla övünür ve şeref duyar. Kendini başkaları üzerinden tanımlar. Mensup olduğu millete, sırf sahip olduğu genetik özelliklerden ötürü ayrı bir statü ve değer verir. Âdeta kendi ırkını kutsar. Kendinden olmayanlara tepeden bakar ve onları hakir görür. Farklı ırkları, kavim ve kabileleri tanışma, paylaşma, uzlaşma ve dayanışma adına bir fırsat olarak değil; kendisine karşı bir tehdit ve tehlike olarak görür. Bu sebeple de onlara karşı düşmanca davranır, onları yok etmek için fırsat kollar. Her tür zulüm ve haksızlığı onlara reva görür. Modern dönemde ortaya çıkan faşizm, nazizm, şovenizm, kafatasçılık gibi ideoloji ve akımlar ırkçılığın ete kemiğe bürünmüş birer tezahürüdür.

MODERN DÖNEMDE IRKÇILIK

Irkçılık çok eski bir insanlık suçudur. Belki de insanlık var olduğu günden bu yana mevcudiyetini sürdürmektedir. Fakat son bir iki asır, onun çok yoğun ve yaygın yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Yepyeni ırkçı söylemler üretilmiş, ırkçılık bir ideolojiye dönüştürülmüş ve insanlık çapında çok büyük trajedilerin yaşanmasına sebep olmuştur. Birçok ülkedeki ırkçılık olayları iç savaşları, kitlesel katliamları, işkenceleri ve soykırımları netice vermiştir.

Irkçılık dünyanın birçok yerinde hâlen de güçlenerek etkisini sürdürmekte ve insan haklarını tehdit etmeye devam etmektedir. Modern dönemde bir taraftan dinin etkisinin zayıflaması diğer yandan ulus devlet yapısının ortaya çıkması ırkçılığın güç kazanmasında etkili olmuştur. Çoğu insan nazarında o, uğruna hayatın feda edilebileceği üst bir ideal haline gelmiştir.

Günümüzde ırkçılık âdeta yeni bir “din” hâline gelmiş, dinin yerini almış ve din kardeşliğinden daha güçlü bağlar oluşturmuştur. Irkçılık öyle yaygın ve etkili bir şekilde varlığını sürdürmektedir ki çoğu insan ırkçı olduğunun, ırkçı güdülerle hareket ettiğinin farkında bile değildir. Çünkü o, çoğu zaman farklı form ve kalıplar altına gizlenmekte, örtük bir şekilde varlığını sürdürmektedir. O, bazen yabancı korkusu, bazen mültecilere duyulan nefret, bazen ayrımcılık, bazen dışlayıcılık, bazen ötekine karşı önyargı ve şartlanmışlık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bazı durumlarda mesele sadece duygu ve düşünce dünyasında kalmayıp şiddet eylemlerine dönüşmektedir.

Birkaç asırdır devam eden ırkçı söylemler ve baskın kültür yüzünden ırkçı düşünceler şuuraltında yer etmiş; zihinleri, duyguları ve fikirleri şekillendirmiştir. Sadece duygu ve düşünceleri de değil, kimlikleri ve sosyal ilişkileri değiştirmiştir. Değişmesi çok zor tabulara dönüşen ırkçı yönelimler sebebiyle farklı ırklara karşı gizli korkular, önyargılar ve düşmanlıklar oluşmuştur. Irkçılık yüzünden ötekine dair basmakalıp düşünceler sorgulanmadan kabul edilmekte ve negatif bakış açıları üretilmektedir. Bütün bunlar da başa çıkılması çok zor insan hakkı ihlallerine sebep olmaktadır.

İSLÂM’IN IRKÇILIKLA MÜCADELESİ

En başta şunun altını çizmek gerekir ki İslâm her tür ırkçılığı kökten reddeder. İslâm’a göre hiç kimse mensup olduğu etnik köken, kavim, kabile, aşiret veya sahip olduğu rengi, dili, cinsiyeti, fiziksel özellikleri ya da yaşadığı coğrafya ve ülke sebebiyle bir üstünlük kazanamaz. Bu gibi maddî ve fizikî unsurlar insanlar arasında bir değer hiyerarşisi oluşturamaz. Sahip olduğu bu gibi özellikler bir insanı yüceltmeyeceği gibi küçültmez de. İslâm’a göre bir insan ancak iradî bir kısım amelleriyle, ahlâkıyla, iyilik yolundaki çaba ve gayretiyle başkalarının önüne geçebilir. Konuyla ilgili varid olan şu hadis-i şerif net olarak bu hususun altını çizer: “Ameli kendisini geri bırakan kimseyi nesebi (etnik kimliği) öne geçiremez.” (Müslim, Zikir 11)

Kur’ân, insanların farklı ırklar, kavim ve kabileler hâlinde yaratılmasının hikmetini şöyle açıklar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık.” Kur’an’a göre insanlar arasındaki soy sop farklılığı karşılıklı tanışıp kaynaşmaya vesile olmalıdır; çatışma ve kavgaya değil. Âyetin hemen devamında bahsi geçen bu farklılığın herhangi bir üstünlük vesilesi olamayacağı çok veciz bir ifadeyle ortaya konulur: “Şüphesiz ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat sûresi, 49/13)

Efendimiz’in şu sözleri de bunu tekit eder: “Allah Teala kıyamet günü sizin soyunuzu sopunuzu sormayacaktır. Şüphesiz ki O’nun nazarında en üstününüz, kötülüklerden en çok sakınanınızdır.” (Müslim, Birr, 34) Şu rivayette ise İslâm’ın ırkçılık karşısındaki tavrı daha açık seçik ortaya konulur: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arab’ın Arab olmayana, hiçbir Arab olmayanın da bir Arab’a, hiçbir siyahînin beyaza, hiçbir beyazın da siyaha karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilâhî huzurda en değerliniz en müttaki olanınızdır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/411)

Peygamber Efendimiz (s.a.s) en yakın akrabalarına bile Allah katında kendilerini kurtaracak ameller işlemelerini tavsiye etmiş, aksi takdirde kendisinin onlara hiçbir faydasının dokunmayacağını belirtmiştir. Demek ki insanın atalarından tevarüs ettiği genetik ve fizikî özelliklerin Allah katında bir değeri yoktur. O, insanın kalbine, niyetlerine, duygu ve düşüncelerine, fiil ve amellerine değer verir ve ahirette de kullarına buna göre muamele eder.

Allah Resûlü (s.a.s) bir çok hadislerinde mü’minlere mensup olduğu kabilesiyle, atalarıyla, soyuyla övünmeyi ve bunlarla üstünlük taslamayı yasaklamış, bu konuda onları şiddetle ikaz etmiştir. Şu hadisleri misal verebiliriz: “Kim ırkçılığa (asabiyet) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı başkasına kızarak gayesi belirsiz bir topluluğun bayrağı altına girerse onun ölümü Câhiliye’deki ölüm gibidir.” (Müslim, İmâre, 57) “Asabiyyet (ırkçılık) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (Ebu Davud, Edeb, 121)

Nebiyy-i Ekrem (s.a.s) fiilî uygulamalarıyla da ırkçılığın İslâm’da yeri olmadığını göstermiş, ırkçı söylem ve eylemlere anında müdahale etmiş ve eşitlik düşüncesinin toplum içinde oturması ve yerleşmesi adına çok önemli adımlar atmıştır. Bu konuda onlarca misal zikredilebilir. Fakat konuyu uzatmama adına bir misalle yetinelim: Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari Hazretleri bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal-i Habeşi’ye, “Siyahi kadının oğlu” der. Bunu duyan Allah Resûlü, “Ey Ebû Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyor musun! Demek ki sende hâlâ cahiliye ahlâkı var.” ikazını yapar. Ebu Zer yaptığına çok pişman olur ve Bilal-i Habeşi’den özür diler.

Nebiyy-i Ekrem, “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Herkes atalarıyla övünmekten vazgeçsin.” (Tirmizi, Tefsir, Hucurat suresi) sözüyle bir taraftan atalarla övünmeyi, diğer yandan renginden ve etnik kökeninden ötürü bir insanın ayıplanmasını yasaklamıştır. Irkçılığın en hafif şekli olarak görülebilecek bu tür tavırları bile yasaklayan İslâm’ın, ırkçı saldırılara, şiddet eylemlerine vs. müsaade etmesi mümkün değildir.

NETİCE

Irkçılık hiçbir mantığı olmayan, hiçbir delile istinat etmeyen altı boş bir düşüncedir. Bir insanın mensup olduğu ırkı üstün görmesinin tek delili, onun kendi ırkı olmasıdır, yani şuursuz bir hissiyattır. Irkçılık kabul edildiği takdirde her milletin diğerlerinden üstün olması gibi kabul edilmesi mümkün olmayan oldukça mantıksız ve çelişkili bir netice ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde bir insanın kendi iradesi, tercihi ve müdahalesi olmaksızın sahip olduğu bir kısım özelliklerden ötürü övülmesi veya yerilmesi akla ve vicdana terstir. Bu sebeple İslâm’ın böyle bir olguyu kabul etmesi mümkün değildir. Gerçi bazı milletler tarih sahnesinde ortaya koymuş oldukları başarı ve kahramanlıklarla temayüz edebilir, öne çıkabilir. Fakat bu bile, o millete mensup olan bireylerin diğer milletleri hor ve hakir görmesini ve hele hele onlara karşı düşmanlık beslemesini, yani ırkçılık davası gütmesini gerektirmez.

Irkçılık, İslâm öncesi cahiliye döneminin en bariz özelliklerinden biriydi. Kabile taassubu şeklinde kendini gösteriyor, çatışma ve savaşlara sebep oluyordu. İslâm, konuyla ilgili getirdiği hükümleriyle inkılapçı bir tutum sergilemiş ve bu konuda başarılı olmuştur. Hiç şüphesiz nesep bağı ve soy üstünlüğü yerine eşitlik ve adalet fikrini koyan, tanımlama ve etiketleme yerine tanışma ve kaynaşmayı tavsiye eden, üstünlük kriteri olarak şahsî çaba ve gayreti öne çıkaran, menfi değil müspet milliyetçiliği savunan, çatışmayı değil yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik eden, ulus devlet yerine adil ve eşitlikçi bir toplum yapısını öne çıkaran İslâm’ın sunmuş olduğu bu bakış açısı, ırkçılıkla mücadelede önemli bir alternatiftir.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 271 other subscribers