Ruh

Ruh, Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği gibi bir kanun-u emrîdir.[1] Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlıktır ve âlem-i maddîden değildir. Şimdi, bu iki âlemi kısaca izah etmeye çalışalım:

Âlem-i maddî (veya âlem-i şehadet), gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Allah (celle celâluhu) değişik türden varlıkları bu âlemde var eder, öldürür, diriltir, renklendirir, soldurur ve sürekli farklı şeyler gösterir. Meselâ O, küre-i arzı, üzerindeki ağaçları, ağaçlarda dalı budağı, dalda budakta yaprağı, yapraklar arasında meyveyi halk eder. Bütün bu ibda, inşa ve ihya ve imateler, O’nun âlem-i şehadetteki kudret ve iradesinin fizikî eserleridir.

Âlem-i emir ise maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu fizik ötesi bir âlemdir. Bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır. Maddî hâsselerle mânâyı kavrama ve yakalama ise mümkün değildir. Biz, duyu organlarımızla bu âlemin sadece maddî ve şehadet âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emir hakkında bir fikre sahip oluruz. Meselâ, maddî âleme ait olan tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Aslında tohum âlem-i şehadetten bir varlıktır; ancak bu tohum içindeki ukde-i hayatiye ve canlanma, neşv ü nema bulma istidadıyla fizik ötesi âleme de açıktır. O, müsait vasatı bulduğu, yani toprağa atıldığı, güneşlendirildiği, sulandığı ve havalandırıldığı zaman, ondaki o ukde-i hayatiye açılıverir ve rüşeym, topraktan başını çıkarır. Derken bir filiz oluverir. İşte bu, ondaki nümüv (bitme) kanunundandır. Ağacın yaprağı, çiçek ve meyvesi hep bu nümüv kanunuyla meydana gelir. Fakat biz bu kanunu göremeyiz. Sadece bu kanunun âsârını görebiliriz.

Anne karnında cenin de Allah’ın bu kanunuyla varlığa erer, sperm gelir, yumurtanın içine girer, yumurta kapanır. Daha öncesi de var; spermin gelmesi için prostat bir kısım usâre ifraz eder, vasatı kaygan hâle getirir ve canlının rahat hareket etmesini sağlar. Sonra yumurta ince bir yerinden kapı aralar, bu misafiri kabul eder gibi ona hoşâmedîde bulunur. O, içeriye girdikten sonra da “Artık kimseyi almam!” deyip kapıyı kilitler. İşte bütün bunların içinde hükümferma olan kanunlar vardır ki, bu kanunlara ilmü’l-ecinnede cari kanunlar (Embriyoloji kanunları) denilmektedir. Bunun gibi bir de kütleler arasında birbirlerini çekme ve itme kanunları vardır ki, âlem-i emir denildiğinde işte bütün bu tür kanunlar kastedilmektedir.

Ancak bütün bu kanunlar şuursuzdur. Şuursuz olan bu kanunların verâsında Allah’ın ilmi ve iradesi vardır ve O, bunları ilmiyle, iradesiyle idare etmektedir. İnsandaki ruh da bu kanunlar cinsinden bir şeydir. Cisimleri birbirine çeken iten (câzibe-dâfia) kanunu ne ise, insandaki ruh da aynı cinsten bir kanundur. Bir tohumda rüşeymi tahrik eden, onun neşv ü nema bulmasını sağlayan kanun ne ise, insandaki ruh da aynı kanundur. Anne karnını hazırlayan, ceninin orada gelişmesini temin eden hangi kanun ise insanın ruhu da işte öyle bir kanundur. Fakat insandaki bu kanun şuurludur. Aradaki fark da budur. Onun için Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’e bu meseleyi anlatırken, قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبّ۪ي (İsrâ sûresi, 17/85) demektedir.

Burada bir hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Allah Resûlü, hulâsa-i beşer olarak, “Ruh, benim Rabbimin emirlerindendir.” demek suretiyle kâinattaki cari kanunlar değil de beşere ait bu zîşuur kanunun hususiyetini anlatmaktadır; evet, onun aklı ve şuuru vardır. İçine girdiği cisimde hayat ve nizam hükümfermâ olur; içinden çıktığı zaman da mekanizma bozulup tefessüh etmeye durur. Ervah ile münasebet kuran binlerce insan, bunu görüp bilmektedir. Hususiyle de bunların tecrübelerinin yapıldığı günümüzde bu meseleleri inkâr etmeye asla imkân yoktur. Bugün pek çok mülhit, sadece bu meseleleri müşâhede ile imana gelmektedir.

Soru: Rüyada iken ruh cesetten ayrılır mı?

Rüya, âlem-i misale açılan menfez ve kapılardan, misal âlemine ait temessülâtı seyretmek demektir. Rüya ile şehadet âleminden alâkası kesilen insan, kendisini tenteneli bir perde gibi çepeçevre saran bir çeperin aralıklarından, âlem-i misale doğru nazarını çevirmesi ve nazarına misal ve berzah âleminden bir kısım levhalar aksetmesinden ibarettir. Ancak her rüyada böyle olmayabilir. Meselâ, şuur altı hâdiselerin rüyalara aksedişi böyle değildir. Siz, bir hâdisenin tesirinde kalırsanız, mütemadiyen rüyada onu görürsünüz. Susayan bir insanın kendisini, çağlayanların kenarında, aç bir insanın kendini ekmek fırınında görmesi bu kabîldendir. Bazen de bir kısım müheyyiç hâdiseler, o türden görüntülere sebebiyet verebilirler. Öyle ki insanın yaşadığı bir kısım olaylar belli kalıplarla rüyalarda da devam ederler. İnsan bunları âdeta görme mecburiyetinde kalır gibi olur. Bunların da bir hakikati yoktur ve bu görüntüler hiçbir mânâya delâlet etmez. Biz bu iki sınıfı, –Kur’ân-ı Kerim’deki ifadesiyle– أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ (karışık düşler)[2] içinde mütalaa ediyoruz. Bu kategoride mütalaa edilen bir tür daha vardır ki, onlar apaçık şeytan ilkaatıdır.

Bunlardan başka bir de istikbale ait bir kısım hâdiselere dair insanın gördüğü rüyalar vardır ki, zamanı geldiğinde bunlar birer birer zuhur eder. Ehl-i keşif ve şuhud bunları yakazaten, bizim gibi avam halk ise rüyalarında görürler. Efendimiz, hususiyle ahir zamanda çok sadık rüyalar görüleceğini ifade buyururlar. Nübüvvetten uzaklaşıldığı, mânâ âleminde tatmin edecek şeyler azaldığı böyle bir dönemde insanlar rüyalarda teselli olurlar. Öyle de olsa ahir zamanda mü’minlerin gördüğü rüyaların çoğu sadıktır. Aslında, olmuş-olacak her şey belli sembollerle âlem-i misalde mevcuttur. Buna temessülât (misal âlemi) ve daha ötesine de âyân-ı sâbite denilmektedir.

Rüyada ruh bedenden ayrılır mı meselesine gelince ruh, madde gibi belli bir yeri ihraz etmez. Madde, boşlukta bir yer işgal eden veya hayyiz tarafından çekilen, Nevton’un görüşüne göre yerçekimine tâbi olan hacimli bir şeydir. Ruh ise bütün bunlardan müberradır. Çünkü o, âlem-i halka değil âlem-i emre aittir. Avamca anlayışımızla ifade edecek olursak, ruh, Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!”[3] demesiyle olan bir varlıktır; görüp kavrayacağınız, yakalayıp tutabileceğiniz bir şey değildir. O, şuurlu bir kanundur ve bir mânâda hayyizden müstağnidir. Bir anda değişik yerlerde temessül edebilir. Tıpkı bin aynayı güneşe mukabil tuttuğunuz zaman bu aynalar içinde güneşin temessülünü gördüğünüz gibi, ruhu da, nuraniyeti ve ruhaniyeti itibarıyla bin insanın mir’ât-ı ruhunda görmek mümkündür. Ama bu her zaman böyle olur demek de değildir. O, dilediğinde olur. Onun için Efendimiz bir gecede belki bir milyon insanın rüyasına girer ve onlara temessül eder.

Bu açıdan, ruhun bedenden ayrılması meselesi bahismevzuu değildir. Kur’ân, uykuya سُبَاتًا (Nebe sûresi, 78/9) demektedir ki, o da, değişik faktörlerden ötürü bünyeye adem-i merkeziyet havasının hâkim olması ve dinlenmek üzere, otomatikman seni uyutmayan ve gözlerini açık tutan mekanizmanın devreden çıkmasından ibarettir. Ne var ki, bu durumda da ruh, bedenle alâkasını kesmemektedir. Çünkü beden hâlâ bütün fonksiyonlarını icra etmekte ve teneffüsünü sürdürmektedir.

Öyleyse rüya hâlindeyken ruhun çıkması bahismevzuu değildir. Uykuyla insanın gözleri âlem-i şehadete kapandığı için, bu defa ruh, âlem-i gayba açılan gözlerle âlem-i misali müşâhede etmektedir. Evet, ruhu iyi anlarsak rüya hâlindeyken onun bedenden ayrılmadığını da anlamış oluruz.

Soru: Bâki âlemde mücâzât veya mükâfatı ruh ve ceset beraber mi görecek?

Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak cesedin ruhla beraber haşr ü neşrine inanıyoruz. Bazı mutasavvife, tamamen spritüalist (ruhçu) bir görüş sergileyerek, ceza ve mükâfatı sadece ruhun göreceği kanaatindedirler. Bazı diyanet mensupları da bu inanca sahiptirler. Bir kısım Grek filozofları da böyle düşünmektedir. Daha sonra gelen Neoplatonist (Yeni Eflatunculuk) düşünürlerde bu kanaatin tesiri görülür. Maktul Sühreverdî, Hallac-ı Mansur, az dahi olsa Muhyiddin Arabî Hazretleri gibi bazı önemli zevatın sözleri, dîk-ı elfâz sebebiyle aynı şeylermiş gibi anlaşılmıştır. Hatta İmam Gazzâlî’nin de öyle düşündüğünü zannedenler çıkmıştır. Ancak, bütün bunlara rağmen Ehl-i Sünnet, ruh ve cesedin beraber haşrolacağı hususunda ittifak içindedirler.

Rasyonalist felsefeciler, “İnsanların hayatları da tıpkı bir marula benzer. Marul, toprakta gelişip büyüdükten sonra çürür. Daha sonra toprağa karışarak gübre olur. Gübrelenmiş bu toprak üzerinde yeni marullar biter. Bu marullar, insanlar tarafından yendikten sonra onların vücutlarında yerlerini alırlar. Daha sonra da ölür ve toprağa karışarak başka marullara gübre olurlar.” diyerek alaylı bir şekilde haşr ü neşri tamamen inkâr etmişlerdir.

Kanaat-i âcizaneme göre karmakarışık gibi görünen bu meseleyi bugünkü atom anlayışıyla telif etmek mümkündür: Her şeyden önce ruhun mekânla mukayyet olmaması prensibiyle hareket edildiğinde bir cismin küçültülmesi veya büyütülmesi, onun kendine ait vücudun zerrâtıyla münasebet kurması gayet basittir. Meselâ, vücudumuzun 1.75 m. boyunda ve 80 kg. ağırlığında olduğunu düşünelim. Bu vücudun bir hacmi vardır ve vücudun bütün hücreleriyle ruhun bir münasebeti söz konusudur. Bu vücudu küçültüp atom kanunlarına ait mesaili bertaraf etseler ve o vücut, bir yüksüğün içine girecek kadar küçülse –ki daha küçük de olur– ruh, yine o cesetle tam bir münasebet içindedir.

Şimdi çevirip tam tersini söyleyelim. Vücut çok büyüse, bir bulut gibi olsa ve 50 km. çapında bir yeri işgal etse de, ruh o cesetle yine münasebet içinde olacaktır. Ruh kendisine ait cesetle denizin dibinde, arşta, ferşte, sera ve süreyyada da olsa cesetle münasebetini devam ettirecektir. Binaenaleyh zerrâtın dağılıp değişik yerlere gitmesi meseleyi cerh etmez.

İkinci olarak, pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahsederler. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste “acbü’z-zeneb” (kuyruk sokumu) kemiğiyle ifade edilen[4] bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah, insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlara bağlı haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri câmî olan bu zerreler kim bilir belki de genlerdir. Eğer öyleyse, Hz. Âdem’den bu yana bütün insanlardaki genler bir araya getirilse, bir yüksüğü ya doldurur ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır.

İşte insanın vücudundaki bu zerrât-ı asliyedir ki, cesedin esasını teşkil ederler. Allah, insanı bu zerrât-ı asliyesi ile haşredecektir. Sair zait zerrât, bu zerrât-ı asliyenin etrafında toplanır, haşr ü neşr öyle olur ve problem kalmaz. Evet, Allah, bir ruh, bir de asıl zerrelerle haşreder ve herkesin asıl zerresini her zaman üçüncü olarak, bizim de arz u semanın da maddî yapısı tamamen değişeceğinden insana ait parça-altı veya parça-üstü bizim öz ve usâremizle bizleri haşr ü neşr edecektir.

Mesele muhit olan ilm-i ilâhî açısından ele alınacak olursa; biz belki zerreleri karıştırırız ama ilm-i ilâhînin cüz’iyata dahi taallukunu düşününce hiçbir problem kalmaz. Allah ilmiyle, meselâ uranyum atomunun içindeki elektron ve protonunun sayısını, dönüşünü bilir ve onları nizam içinde tutar. İşte bizim, “Her şeyin zerrelerini muhafaza eder.” dediğimiz Allah, böyle bir Allah’tır. Aksine bu iş, bize havale edilse, el ele verip bir adamın zerrâtının muhafazasına çalışsak yine de karıştırırız. Evet, bu iş, Allah’a ait bir iştir.

[1] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/85.
[2] Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/44.
[3] Bkz.: Yâsîn sûresi, 36/83.
[4] Buhârî, tefsîru sûre (78) 1; Müslim, fiten 141-143.

Ayette: ‘(Ey Habibim!) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.’ (İsra, 17/85) denilerek bu hakikata işaret edilmektedir.

 

Ruh, Kudret, İrade ve Kıdem gibi sıfatlardan değil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın zatından gelmekte ve O’nun Rubûbiyetine dayanmaktadır.

O, Emir Alemi’ndendir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı ifade ederken ‘Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücud-u harici giydirilmiş; camî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.’ der.(1)Ruhun kendine göre nûrânî bir kılıfı vardır ki, buna ‘misâlî beden’ denilmektedir. Adeta o, içinde bulunduğu bedenin dublesi gibidir.

Ruh maddeden mürekkeb değildir. Bunun manası, ruh, âlem-i halktan (Alem-i maddi veya alem-i şehadet de denilen şu gördüğümüz ve yaşadığımız alem) değildir, demektir. Ruh alem-i emirdendir.(Alem-i emir, maddi ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hakim olduğu bir alemdir. Bu alemde esas olan madde değil, manadır.) Yani, o atomların biraraya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike gibi Allah’ın emriyle meydana gelen zîşuur, nûrânî kanunlardan ibarettir. Küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkeb olmadığı için basittir; sabit bir varlığı vardır.

Ruh, beden içinde bulunduğu sürece belli kayıtlar altındadır. Ancak o, beden ile münasebetini kesince, külliyet kazanır ve her türlü kayıttan kurtulmuş olur. Böyle olunca da görüş ve hissedişi apayrı bir buudda cereyan eder. Onun içindir ki, ölüm sekeratına girmiş bir insanın (daha önce iman etmemişse) imanı makbul değildir. Zira o, tabiat ötesi alemi görmüş ve gideceği yeri müşahede etmiştir. F’iravun böyle bir anda iman ettiği için imanı kabul olmamıştır. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gazabına sebkat etmiştir.(2) Buna rağmen o insanın, imanı kabul edilmemektedir. Zira artık o, hakikatı apaçık görmüş ve imtihan sırrı ortadan kalkmıştır. Demek ki, ölüm anında ruhun gördüğü bir hakikat vardır. Ve yine demek ki, o hakikatı gören bir de ruh vardır. Çünkü cesed artık hiç bir şey görmemektedir.

Arthur Hill diyor ki:

‘Atomların veya elektronların varlıklarını göremediğim halde, reaksiyonlarına bakarak onların varlıklarına nasıl inanmış isem, ruhların varlıklarına da, gördüğüm olayları değerlendirerek aynı suretle inanıyorum.’

Vıctor Hugo, imansız şairler arasında sayılmaktadır. O sosyalistlerin istismarına müsaid, sefalet şiirinin şairidir. Ancak yine o, son anlarını yaşarken şöyle demiştir: ‘Artık çanları çalmayın. (Yani vasıtayla araya girmeyin.) Zira ben Allah’a inanıyorum.’

Acaba, birkaç insanın beynini taşıyan bu muhteşem dimağ, hayatının son dakikasına kadar eşya ve hadiselerden ders almamışken o dakikada ne gördü ki, kilisenin aracılığını da elinin tersiyle iterek ‘Ben Allah’a inanıyorum’ dedi. Belli ki, onun bu itirafı, ruhunun müşahade ettiklerinden ileri gelmişti.

Ruh ve Madde Dergisi şöyle bir hadiseyi naklediyor:

Meşhur mucid Edison, bedeni terkeden ruhun, ölümden sonra yaşadığına kuvvetle inanmakta idi. Ayrılık saati yaklaştığı sırada, doktoru, Edison’un bir şeyler söylemek istediğini görmüş, hastanın üstüne doğru eğilmiş ve ölmek üzere olan büyük adamın şöyle dediğini duymuştur: ‘Ötesi gerçekten harikulade’

Bu ancak bir velinin dudaklarından dökülebilecek bir sözdür. Nedir acaba Edison’u hayran eden ötesi? Edison nasıl bir manzara müşahade etmiştir ki, böyle söylemiştir? Evet, ötesi ahirettir. Ruhun cesedden ayrılmasıyla başlayan yeni bir hayattır. Ruh, orası ile münasebete geçmiş ve Edison’a ‘Ötesi cidden harika’ dedirtmiştir.

Hz. Aişe Validemiz, Efendimizin vefatını anlatırken der ki: ‘Son anlarını yaşıyordu. Bazen rahatsızlandığında bana okuturdu. Ben de O’nun mübarek elini tutar, o eli şefaatçi yaparak yine O’nun ağrıyan uzvu üzerine koyar ve dua ederdim. O esnada da öyle yapmak istedim. Elini tutmak istediğimde şiddetle çekti. Ve: ‘Allah’ım! Yüce dostların yanını istiyorum’dedi. (3) Belli ki artık öteleri özlüyor ve dünyada kalmak istemiyordu. Efendimiz veraların verasını müşahade ettiği bir anda öteleri talep ederken, söz konusu hususa da işaret ediyor, ruhun varlık ve bekasını dile getirmiş oluyordu.

Doktor William Hunter’ın ölürken: ‘Kalem tutacak kadar kuvvetim olsaydı, ölümün ne kadar kolay ve zevkli olduğunu yazabilirdim.’ dediği nakledilir. Zira ki, ölüm anında insan, tabiatın ötesini seyretmektedir.


[1] Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, 29.Söz, 231

[2] Buhari, Tevhid, 15, 22, 28, 55; Bed’ül-Halk, 1; Müslim, Tevbe, 14-16

[3] Buhari, Megazi, 83; Müslim, Selam, 50, 51; Ebu Davud; Tıb, 19; İbni Mace, Tıb, 38

1. Allah’ın (celle celâluhu) Hayy ismine dayanan ve dolayısıyla hayat ve hayatın esası olan ruh, hiçbir sebebe bağlı değildir. O, “Kün!” emri ve ilâhî nefha ile âlem-i emirden, sebeplerin hâkim göründüğü şehadet âlemine intikal eder. Ruhun melekût cihetiyle varlığının temelinde ve öncesinde maddî bir sebep yoktur ki, insanlarca bilinebilsin.

2. Sebepler ve şu maddî âlem, öncesi ve sonrasındaki sonsuzluk sahilleri arasında, hem de buharlaşmaya mahkûm bir damla su hükmündedir. Hele zaman açısından bu âlemin mahiyeti sadece bir gölge, akıp duran nehirde bir parıltı ve çöller üstünde bir halkadır. Bilinebilecek olan cesettir; bilinmeyeni ise, ancak bilinmeyen temsil eder…

3. Görülmeyen ve bilinmeyen âlemlerden gelen şu maddî âlemde daima bir incelme, akıcılık, letafet kazanma ve yine bilinmeyene -meçhule- doğru bir seyr ü sefer hâli hâkimdir.. meçhul ama, malum olan bir meçhule. Demir yüksek derecede eritildiği zaman akıcılık kazanır ve latîfleşir. Odun parçaları, yakılınca alev ve karbon olur. Su, akıcıdır ve cüz’î olarak donup katılaşmasının dışında, görülmeyene doğru yükselip buharlaşır. Atomlara indiğinizde, maddî parçacıkların ötesinde karşınıza yine görülmek istemeyen enerji çıkar. Siz de, yükselmek isterseniz yükselir ve kütle ve maddî hacimleriyle insana bakan yüzleri kara olduğundan ‘karadelik’ denilen mahallerde bir perdeleniş müşâhede edersiniz. Hissedilip görülmeyen, fakat “varım” diyen elektrik akımının istifadeye sunulması için barajlar kurulur, santraller inşa edilir ve direkler dikilip, teller çekilir. Yaşanmış ve görünen kocaman bir tarihçe-i hayatınız olur da, gider küçücük bir hafıza merkezinde sırlar bohçasına dürülüverir. Ve görülmeyen ruh, ölüm rampasından son ve en çalımlı atlayışıyla, ebediyen görünüp var olacağı görünmeyen âleme gider.

İki ucu olmayan bir sırlar telinin, insanlar görsün diye bir sahneden geçirildiğini ve üzerine birkaç ampul asıldığını tahayyül edin. Görülmeyen ve mahiyeti bilinmeyen elektrik ve benzeri bir varlığı, ancak ampulde akseden tezahürleriyle tanıyacak ve bilebileceksiniz! Tanıyıp bileceksiniz ama, “yok” diyemediğiniz gibi, “işte şudur” da diyemeyeceksiniz!

Ruhumuz bedenimize, yaratıldıktan sonra mı üflenmiş Allah tarafından ve ruhumuz Allah’tan gelen bir şey mi? Vücudumuza bakan yönü ile kalp ve beyin önemli parçalardır hem maddi hem manevi anlamada. Peki şu an tıpta insan kalp nakli olabiliyor ve bazı araştırmalara ve izlenimlere göre kalp nakli olunduktan sonra insanın duygusal veyahut psikolojik anlamda etkileri olabiliyor. İleride belki beyin nakli gerçekleşecek. İnsanın böyle bir organının nakli olduğu zaman ruh hangi zamana kadar vücutta kalır ve hangi oranda yer alır?

Ruh beden ilişkisi insanın en çok merak ettiği konuların başında gelir. Varoluşa dair en gizemli meselelerden biri de olan ruh-beden münasebeti aslında mana ve madde arasındaki irtibatın detayı.. ve bizi daha ziyade alakadar eden en önemli yönüdür. Konunun İslam ilahiyatı açısından tarih boyu tartışıldığını da belirtmekte fayda vardır. Cenab-ı Hak Kur’an’da ruhla ilgili insanın kuvvetli merakını dillendirir ve ruhun bir ilahî sır/iş (ilâhî bir takdir ve kanun) olduğunu; bu konuda biz fânî insanlara pek fazla bilgi verilmediğini beyan eder.

Bu ifadeler elbette ki ruhun mahiyeti ve bedenle kurduğu sırlı münasebetle ilgili bizi araştırmak ve anlamak isteğinden uzak tutmak için değildir; bu ayet bize konunun bizi aşan yanları olduğunu ve ilâhî düzen ve tabi ki ilim karşısında haddimizi bilmemiz gerektiğini ifade eder. Müslüman alimlerin, ruhu ve bedenle arasındaki münasebeti tarih boyu konuşup tartışmış olmaları da böyle bir yasak veya caydırmanın olmadığını açıkça gösterir. İslam ulemasının konuya dair görüşlerini ifade edip değerlendirmek uzunca bir çalışmanın ürünü olacağından burada mevzunun genel hatlarını şöylece özetleyebiliriz:

Ruh ilâhî bir emirdir; Hak katından insana bahşedilmiş bir nefestir. Ezelîdir ve bedenlerimize sonradan üflenmiştir. Mana cihetiyle ruha bedende bir mekan tayin edilemez. O, bedenin bütününe yayılmıştır (sâridir). Bu açıdan ona en geniş anlamda “nefs” de denir. Her ne kadar İslam alimleri insanda 3 türlü nefisten bahsetmişlerse de bu ayrım izâfî olup insana bahşedilen tek ruhun farklı fonksiyon alanlarına işaret etmektedir. 

Bu fonksiyon alanları:

1. İnsanî ruh

2. Hayvanî ruh

3. Nebâtî ruh

Bazı muhakkik alimlere ve irfan ehline göre ruh ezelde hazîre-i Kuds cennetlerindeydi; varlığı Hak’tan olarak sonsuzluk hali üzereydi. Bedenin halk edilip dünya tecellisinin başlamasıyla bu ruh bedenlere nefh edildi. Bedenimizdeki bütün canlılığın kaynağı olan bu ruh maddi-manevi bütün faaliyetlerimizin yegane kaynağı ve belirleyicisi konumundadır. Yukarıda da belirtildiği üzere ruh ve bedenin birleşiminden kaynaklanan bazı fonksiyonlar mevcuttur. İnsanın kemâl yolculuğu ve imtihanı da bu fonksiyonlarla ilgilidir.

Tabiat (Nefs-i emmare), akıl ve kalp de diyebileceğimiz bu faaliyet merkezlerinin denge çerçevesinde hareket etmesi insanı kemâle ulaştırırken; dengenin aşırı uçlara doğru bozulması da Hakk’tan uzaklaşmaya sebep olmaktadır. Ruhun bedenle, manevî kalbin kalp organıyla ve aklın beyinle olan ilişkisi son derece sırlı bir ilişkidir. Bunların arasında kuvvetli bir münasebet olduğu muhakkaktır ve ehl-i tahkik alimler bize bu konuda çok değerli bilgiler sunarlar. Fakat bu etki oranının tam tespit edilmesi ve kesin beyanlarla ifade edilmesi beşer kapasitesini aşmak yönüyle mümkün değildir.

Bahsedilen münasebetlerdeki yoğunluk ve inceliğe dikkatlerimizi çeken bazı alimlere göre de organ naklinin cevazı baştan sorunludur ve bu yönüyle de tartışmalıdır.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers
%d bloggers like this: