Dinler

Din Nedir?

Din kelimesi sözlükte “ceza, hesap, kaza, siyaset, itaat, mükafat, boyun eğme, hüküm, makbul ibadet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara gelir.

Alimlerimiz, “din”i şu şekilde tarif etmişlerdir:

“İnsanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilahi kanunlar mecmuası.” Bu ilahi kanunlar mecmuası, Allah tarafından gönderilen fevkalade donanımlı insanlar olan peygamberler tarafından tebliğ ve temsil edilmiştir.

Dinler Kaça Ayrılır?

Dinler, dinler tarihi uzmanlarına göre, vahiy kaynaklı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılır.

Vahiy kaynaklı dinler, aynı temel esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her peygamber, temel disiplinler açısından -o günün şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk çerçevesinde- bir öncekinin devamı, mükemmili, mütemmimi gibi davranmış, kendisinden önceki peygamberlerin mesajını tekrar etmiş, ahval ve şeraite göre ikmalde bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış, yenilenmesi gereken mesailde tecdidde bulunmuş ve hep aynı konular etrafında yoğunlaşmıştır: Tevhid, nübüvvet, haşr ü neşir ve ibadet, her peygamberin en birinci meselesi olmuştur.

Allah Teala peygamberlere, gönderildikleri toplumların ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyeti ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel direktiflerde bulunmuş, hususi kanunlar vaz’ etmiştir.

İşte bu temel espriye bağlı olarak ilk peygamberden son Nebiye kadar bütün enbiya ve mürselinin mesajlarında -tali konularla alakalı- hep bir değişim göze çarpmaktadır; ama bu değişimlerin hiçbiri asıl mesajın ruhuna dokunmamakta ve teferruat çerçevesini de aşmamaktadır.

Bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından şöyle buyrulmuştur; “Peygamberler baba bir kardeştirler. Dinleri birdir.” (Buharı, Enbiya, 48; Müslim, Fazail, 143) İslam, peygamberlere gönderilen dinlerin asıllarına inanmayı imanın temel esaslarından birisi olarak kabul etmiştir. Bu konu üzerinde ileriki bölümlerde genişçe durulacaktır.

Bütün peygamberlerin dini İslam olmakla birlikte, Peygamber Efendimiz ile İslam Dini kemale ermiş, din adına son nokta konulmuştur: “İşte bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide, 5/3)

Bütün peygamberler hak dini tebliğ etmekle birlikte onu herkesin çok önünde ve derince yaşayarak temsil etmişlerdir. Hz. Musa’nın getirdiği dine sonradan “Yahudilik” ismi verilmiştir. Aynı şekilde “Hristiyanlık” adı da Hz. İsa’nın getirdiği dine daha sonralan verilen bir addır. Ne Hz. Musa ne de Hz. İsa bu isimleri kullanmışlardır. Kaynağının ilahi olması ve orijinal şeklinin muhafazası sebebiyle İslam hak dindir. Yahudilik ve Hristiyanlık vahye dayanmakla birlikte zamanla semavi orijinlerini koruyamamışlardır. Bununla birlikte bu dinlerin kitapları ile Kur’an arasındaki ortak nokta ve paralellikler az değildir.

Yahudi ve Hristiyanlara “ehl-i kitap” da denilmektedir. İlahi vahye dayanmayan dinler ise batıl dinlerdir. Ayrıca meditasyon ve yogizm gibi din görünümlü bazı organizasyonlar da vardır ki, bunlar temelde ne bir peygambere ne de bir vahye dayanmaktadırlar.

İnsanlık dünden bugüne; varlık, insan, Yüce Yaratıcı ve bunların birbirleriyle olan münasebetleri hakkında hep düşünmüş, aralarındaki sırlı münasebetleri anlamaya çalışmıştır. Varlık (Kainat) Cenab-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı bir kitaptır. Bu kitap, Allah’ın belli bir plan, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hadiseler kitabıdır. Bunun yanında, Allah’ın bir de Kelam sıfatından gelen Kur’an kitabı vardır. Kur’an’ın temel konuları; tevhid (Allah’ın varlığı, birliği), nübüvvet (peygamberlik), haşir (öldükten sonra dirilme) ve ibadet (Allah’a kulluk)tir. Kur’an bu temel perspektifi ile insanlara kainatı anlatır, kainattaki eşya ve hadiselere ışık tutar. Kainatı bir düzen ve ahenk içinde yaratan Allah Teala, kurduğu bu düzeni Kur’an’la beyan eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’an, kainat ve insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelli ettiği birer kitaptırlar. Bunlar birbirleriyle fevkalade bir iç bağlantı halinde olup, birbirlerini açıklar ve yorumlarlar. Aralarında bir uyum ve ahenk vardır.

İlim, varlık ve insan kitabını inceleyerek tecrübe ve deneyler neticesi bazı hakikatleri tespit eder. Değişik inceleme ve tecrübeler neticesinde, ulaşılan bilgiler kesinlik kazanıyorsa buna ilim denir. Kesinlik kazanmayanlar ise bir teori ve nazariyeden ibarettir.

Gerçek ilimler, Allah’ın kainattaki icraatından, kainattaki İlahi kanunlarla eşya ve hadiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Hakikat böyle iken nasıl bunlar birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?

Değişik sahalarda gelişen ilimler, İslam ile mutabakat halindedir. Her teoriyi İslam Dini’nin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e uyarlamaya çalışmak isabetli değildir. Çünkü bu durumda, henüz ispatlanmamış bir görüş temel kabul edilerek ayet ve hadisler ona göre yorumlanmış olur. İşin doğrusu ilimlerin ulaştığı bilgiler, Kur’an’a, Sünnet-i Sahiha’ya mutabakatları ölçüsünde ele alınması gerekir. Zira ispatlanmamış teorileri birer ilmi gerçek zannederek, semavi yolla bildirilen hakikatleri onlara uyarlamaya çalışmak isabetli değildir.

Din ile gerçek ilim bir hakikatin iki yüzü gibidir. Din, insanı doğru yollarda gezdirir ve mesud edecek neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise bir meş’ale gibi bu yollarda onun önünü aydınlatır.

Allah; insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesini, söz söyleme salahiyetini peygamberlere vermiştir. Fevkalade ve özel donanımlı olan bu müstesna insanların, Kudreti Sonsuz’la hususi münasebetleri vardır. Varlığın perde önü, perde arkası mana ve mahiyetiyle alakalı en doğru açıklamaları ve yorumlan onlar yapmışlardır.

Evet, bugün modem bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmali birer fezleke halinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyatlarına ve müstesna fetanet derinliklerine dayanarak külli “bütüncül” bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modem laboratuarlar ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, bugün hala milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kainat-Allah konusunda bilakaydışart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor.

İslam Dini, temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet-i Sahiha ile ilimlere ufuk açmış, inananları açtığı bu ufuklarda koşmaya, çalışmaya teşvik etmiştir. İnsanlara her hususta rehber olarak özel bir donanımla gönderilen peygamberler, manevi yükselişte olduğu gibi maddi terakkide de rehberdirler. Medeniyet harikalarını Cenab-ı Allah ilk defa onların eliyle insanlığa hediye etmiştir. Hz. Nuh’un (aleyhissalatu vesselam) bir mucizesi olan gemi, Hz. Yusuf’un (aleyhissalatu vesselam) bir mucizesi olan saat gibi.

Kur’an-ı Kerim peygamberlerin mucizeleri ile ilimlerin ulaşabileceği son sınırlan işaretlemiştir. Mesela, Bakara suresinde geçtiği üzere, Hz. Musa (aleyhissalatu vesselam) döneminde, ölmüş bir insan geçici olarak diriltilmiştir.(Bakara, 2/73) Demek ki tıb ilmi, ölüme geçici hayat rengi verilebilecek bir noktaya kadar terakki edebilecektir.(Bkz. 20. Söz, 2. Makam)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de pek çok hadislerinde ilimlerin ulaşabileceği noktaları işaretlemiştir. Allah Resulü, tekarüb-i zaman (bir sürat çağının) yaşanacağını bildirmiştir.( Buhari, fiten, 25; Müslim, 11 ) Tasarı ve aksiyon arasındaki sürenin çok daralacağını, mesafelerin büzüleceğini, hızla hedefe ulaşılabileceğini bildirerek ilimlerde çok süratli bir gelişimin olacağını bildirmiştir. Özellikle iletişim ve telekomünikasyon sahasında baş döndürücü gelişmelerin olacağı asırlarca öncesinden haber verilmiştir.

Bir başka misal verelim. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir nardan bir grup insanın yiyip doyacağını haber vermiştir.(Müslim, fiten, 110; Tirınizi, fiten, 59.) Demek ki tarımda ıslahat yapılacak, yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecektir. Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte, günümüzde yeni yeni üzerinde çalışılan gen teknolojisinin ne kadar gelişeceğine işaret edilmiştir. Verilen bu misallerin dışında Kur’an’da ve birçok hadislerde bizim şu anda göremediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek değişik ilim dallan ve bunların ulaşabileceği sınırlar işaretlenmiştir. İşaretlemenin yanında bu hedeflerin yakalanması için insanlık teşvik edilmiştir. Bunlar görülecek ve: “Sen Allah’ın Resulüsün.” denilerek Allah Resfilü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü, asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.

İlim, madde aleminin, hayatın ve özellikle insanın nasıl var olduğunu inceler. Bu kainatta cereyan eden ilfilıi kanunları bulup çıkarır. Bu kanunlar sayesinde insanlığın teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkan hazırlar. Din ise, kainatın ve madde aleminin niçin yaratıldığını ve yaratıcısının kim olduğunu ortaya koyar. Özellikle insanın varlıklar içindeki müstesna mevkiini, yaratılış gayesini ve bu dünyadaki vazifesinin mahiyetini belirtir.

Şu halde “ilim” ile “din”, varlık aleminin sır ve muamma kutularını açan iki anahtardır. Biri, varlıkların yaratılış şeklini, maddi mahiyetini ortaya koyarken; diğeri de yaratılış sebebini ve gayesini açıklamaktadır. Bu bakımdan ortada birbirleri ile çatışan bir durum yoktur, bilakis birbirlerini tamamlama vardır.

Ayrıca din, kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla yaratılışın başlangıcı, ölüm ötesi hayat gibi bilginin ufkunu aşan konularda açık üsluplu yanıltmayan bir rehberdir.

İlim ilerledikçe dini görüşlerin iflas edeceğini sananlar, bu noktada yanılmışlardır. İlmin ileriye doğru attığı her adım, her yeni buluş, düşünen insanlığı dini değerlere biraz daha yaklaştırmış ve Allah’ın büyüklüğünü biraz daha yakından göstermiştir. Şöyle ki: Kainatta mevcut kusursuz bir nizamın dayandığı kanunların keşfinden ve bu kanunlardan istifade yollarının araştırılmasından ibaret olan ilimler, bu muhteşem nizamı kuran ve işleten Allah’ın varlığına en kuvvetli burhan ve şahidlerdir. O yüce Yaratanın varlığını, eşsiz kudretini inkar etmek; ancak gözle görülen mevcut nizamı inkar etmekle mümkün olur. Nizamın inkarı halinde ise, ortada ilim kalmaz. Diğer taraftan ilimler, Allah’ın yarattığı varlıklar alemini incelediklerinden, yaratılıştaki harikaları, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varlıklar üzerinde tecelli eden İlahi isim ve sıfatlardan bilerek veya bilmeyerek bahsetmektedirler. Bu bakımdan, ilimler Allah’ın isimlerine birer ayna olup, her bir ilim Allah’ın bir ismine dayanmaktadır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmektedir: “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-i filiyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemfilat, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nakıs bir gölgedir. Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve noktai müntehası, Cenab-ı Hakkın ism-i Adi ve Mukaddirine yetişip, hendese aynasında o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Mesela, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakimi Mutlak’ın Şafi ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rG.y-i zeminde Rahimane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemalatını bulur, hakikat olur.

Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakkın (celle celalühü) ismi Hakiminin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlannda görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayanyatolu veya felsefe-i tabiiye misilli dalalete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemfilat ve fünunu bu üç misale kıyas et.”(Nursı, Sözler, Yirminci Söz, s.106 .)

Batı’da dinlerin ortak noktalarından hareketle “bütün dinlerin kaynağı birdir, öyleyse bütün dinleri bir araya getirelim” gibi düşünceler var. Bu fikirlere nasıl yaklaşmak lazım?

Öncelikle, bunun bizim problemimiz olmadığını belirtmek isterim. Evet, böyle bir mes’ele dinleri birbirinden ayrı görenlerin problemidir. Biz ne Hristiyanlığı, ne Yahudiliği, ne de İslâmiyeti menşei itibariyle birbirinden ayrı görmüyor; aksine, âyet ve hadîslerin ışığında onlara ehl-i kitab adı vererek, davranışlarımızı o çizgide ayarlamaya çalışıyoruz. Mesela biz bir ateist ile evlenmezken, bir Hristiyanla evlenebiliyor ve bir Yahudinin kestiğini yiyebiliyoruz… Buna verilebilecek bir diğer örnek Hz. Ömer’dir. O, Mecusîlerin bazı temel inançları itibariyle Müslüman akidesine yakın olmalarından ötürü, onları ehl-i kitab statüsünde kabul etmiştir. Hatta günümüzde Muhammed Hamidullah gibi değerli ilim adamları Brahmanizm hakkında da aynı düşünceyi paylaşırlar.

Ayrıca Budizm’i de bu kategoride değerlendirenler var. Buda, üzerindeki araştırmacıların söyledikleri şayet doğru ise, Martin Luther gibi bir reformcu ve bu itibarla da Budizm, Brahmanizm içinde bir mezheb. Yine onların tesbitlerine göre, Budizm, Brahmanizm’in teolojik yönlerini değil de, ahlâka ait yönlerini almış ve bir sistem geliştirmiş. Eğer Budizm denen şey bu ise, bu mânâdaki bir sisteme din denir veya denmez o ayrı bir mevzu; zira bizim “din” kavramından anladığımıza göre din “insanları kendi iradeleriyle aheste aheste mutlak hayra sevkeden bir İlâhî kanunlar mecmuasıdır.” Bu açıdan ona şer’î mânâsıyla din denmese de, lûgat mânâsı itibariyle yol, sistem, ekol mânâsına gelen “din” denebilir. Bununla beraber bizim için mülâhaza dairesi açıktır. Kimbilir belki de, Budizm sistemi de, İlâhî dinlerin dayandığı gibi bir asla dayanıyordur ve Brahmanizm’den farklı bir dindir.

Söz buraya gelmişken, mevzû ile direkt irtibatı olmasa da bir hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Benim kanaatime göre Kur’ân-ı Kerim, saf Hristiyan akidesini ve Hz. İsa’yı anlatmasaydı, bugünkü tahrif olmuş şekliyle, Hristiyanlığı anlamada bizler de çok zorluk çekerdik.. çekerdik de “bir üç, üç bir” diye özetlenen “teslis” veya “ekânim-i selase” anlayışını izah edemezdik. Veya Kur’ân-ı Kerim, Hz. Musa, Hz. Yuşa, Hz. Hârun, Hz. Süleyman ve Hz. Dâvud (aleyhimüsselâm) hakkında tavzih edici, aydınlatıcı beyanlarda bulunmasaydı, bu yüce peygamberleri tevhid akidesi içinde bir yere oturtmamız mümkün olmayacaktı. Meselâ Yahudi kaynaklarına göre kimisi filozof, kimisi -haşa- sarhoş, kimisi de kendi kızlarıyla zina eden zinakâr… Şimdi, dünyadaki en bayağı, en adi insanların bile yapmayacağı şeyleri peygamberlere isnad eden bu anlayışa din demek mümkün değildir. Bu açıdan Budizm de böyle bir tahrif talihsizliğine uğramış olabileceği söylenebilir.

Sadece Budizm mi? Elbette hayır. Meselâ Sokrates. Biz onun düşüncelerini kendi kaleminden öğrenme imkânına sahip değiliz. Çünkü onun hakkındaki herşeyi talebeleri aktarıyor. Eflatun’un Sokrates’e talebeliği ne kadar sürmüş, hocasını ne kadar anlayabilmiş ve öğrendiklerini bizlere ne kadar aktarabilmiş.. bunlar bütünüyle bizim meçhulümüzdür. Ama genel düşüncelerine bakılınca onda bir Allah inancı olduğunu da görmek mümkündür.

Evet, düşünceler elden ele, nesilden nesile intikal ede ede, zamanla ilk söylenişteki saf ve yalın halini kaybettiği çoktur. Hatta bu kadarla da kalsa yine iyi. İfadedeki saf hali kaybetmenin yanı sıra, anlam değişikliğine uğraması da söz konusudur ki, işte bu da tahrifin -su-i niyetle yapılmasa bile- ayrı bir buududur. Bu cümleden olarak, Hz. Mesih’in bütünüyle ruh olan düşüncesi, Roma putperestliğine çarpınca ne hal aldığını tahmin etmek çok zordur. Çevrenizdeki herhangi bir kiliseye girdiğinizde, bu acı gerçeği bütün çıplaklığı ile müşahede etmeniz mümkündür. Bir diğer taraftan, Hristiyanlığın ulûhiyet anlayışına göre ilâh pasiftir. Onun aktif hale gelebilmesi için Hz. Meryem’e girip çıkması lazımdır. O, Meryem’e girip-çıkınca aktif ulûhiyete inkılâb eder ve Mesih olur ki, esasen gerçek misyonu da Mesih yerine getirir. O, insanlık için elinden gelen herşeyi yapar ve yapacağı birşey kalmayıp da sıra kurban olmaya gelince kendini kurban eder.(!)

Yahudilerin de, Hz. Üzeyr için buna benzer şeyler söylediklerini biliyoruz. Demek ki kayıt tam olmayınca, böyle elmas, pırlanta gibi hakikatler bile gelecek nesillere yanlış intikal edebiliyor. Bu bağlamda, âyeti ve hadîsleriyle herşeyin en güzel kaydedildiği ve Kur’ân’a bakan yönüyle hıfz-ı İlâhî disketine alınan İslâmiyet’te bile bu türlü inanç ve akide kaymaları söz konusudur. Mesela ulûhiyet konusunda neredeyse yukarıda arza çalıştığımız Hristiyan inancı ile tam bir benzerlik içinde bulunan Hz. Ali’nin ulûhiyetle irtibatlandırılması buna örnek verilebilir. Buna göre aktif ulûhiyeti temsil eden Hz. Ali’dir. Efendimiz’in peygamber olarak gönderilişi, Kur’ân’ın nüzulü vs. hepsi Hz. Ali’ye zemin hazırlama gayesine yöneliktir. Hz. Ali makam-ı cem’in sahibi olarak herşeyi bünyesinde toplamış ve onu temsil etmiştir.. onun ardından bu güç, Hz. Ali’nin neslinden olan 12 imama dağıtılacaktır; gide gide nihaî olarak da hatemü’l-evliya olması itibariyle imam-ı muntazarda toplanacaktır.. İmam-ı muntazar da Kur’ân’ın o eksik kalan 300-400 âyetini açığa çıkartacak ve gerçek bir kere daha tam olarak zuhur ve tecelli edecektir!

Şimdi bütün bu anlayışları İslâm’ın öğretileri ile te’lif etmemiz mümkün değildir. Ama gözü kör olası taassub, cehalet bizi de bu hale getirmiştir. Bu konuda bizler de 14 asırdan beri ümmetin gayreti; ittifak ve icması olmasaydı, biz de Hz. Ali’yi anlamakta zorluk çekecektik.

Şimdi tekrar soruya dönelim; tahrif ve tebdilin ağına düşmüş dahi olsa, Hristiyanlık, Yahudilik, Brahmanizm, Budizm, Mecusilik vesairin üzerinde ittifak ettikleri bir kısım müşterek esasların bulunduğu da bir gerçektir. Mesela tevhid, nübüvvet, haşir, adalet, ubudiyet gibi. Veya ölüleri gömme, tesettür vb. mes’eleler gibi. Zira hemen bütün dinlerde ölüler gömülüyor -ara ara “cesedimi yakın” diyerek toplumun asırlardan beri süregelen tarz-ı telakkisine muvafık hareket etmeyen birtakım insanlar hariç- her yerde ölüler gömülmekte.. ve tesettür her dine mensup insanlar tarafından kabullenilip yaşanmakta. Hatta yakın tarihe kadar dünyanın değişik yerlerindeki Yahudiler dahi başlarını kapatmaktaydı ki, bu da, dinlerin üzerinde ittifak ettikleri bir kısım ortak değerlerin var olduğunu göstermektedir. Tabii bu arada, neshe maruz kalmış veya tahrife uğramış -Müslümanlıkta olmasa bile- birçok hükümleri de var. Bu çerçevede teferruâta veya asla ait hükümlerde esas itibariyle Allah’tan geleni, Allah’tan gelen şekliyle bulmak ve onları tevhid etmek çok zordur. Zaten, Allah (cc) da, razı olduğu esasları, bir sonraki peygamberin mesajı içinde belirtmiş, değiştireceği hükümleri de değiştirmiştir. En son olarak da Hz. Muhammed (sav)’i göndermiştir ki, o da Kur’ân ve Sünnet’le, musahhihlik, müceddidlik veya müessislik görevini yerine getirmiştir. Evet O, bir anlamda musahhihtir. Çünkü kendinden önceki şeriatlarda tahrife uğrayan noktaları tashih etmiş.. müceddittir, şartların değişmesine paralel olarak nice hükümleri değiştirmiş.. ve müessistir, A’dan Z’ye büyük ölçüde yeni bir dinin kurucusu olmuştur. Dolayısıyla da yeniden dinleri birleştirme gibi bir arayışın içine girmeye hiç gerek yoktur. İslâm, düşünülen böyle bir işin, Allah tarafından gerçekleştirildiği dinin adıdır. “Bugün sizin dininizi tamamladım, nimetimi itmam ettim ve din olarak İslâm’dan razı oldum” (Mâide, 5/3) ve “kim, İslâm’dan başka bir din arayışı içine girerse, bu ondan kabul edilmeyecektir” (Âl-i İmrân, 3/85) veya “Allah katında hakiki din, İslâm’dır” (Âl-i İmrân, 3/19) âyetleri de aslında bu hakikatı bildirmektedir.

Ayrıca “bizden önceki şeriatlar nesh edilmediği müddetçe bizim de şeriatımızdır” kaidesi zaten böyle bir düzenlemeye gerek olmadığının ayrı bir göstergesidir.

Ne var ki, bu kabil düşünce ve çalışmalar, din adına değil de kültür adına yapılacaksa, ona birşey diyemeyiz. Zira din başkadır, kültür başkadır. Kültürün dinden kaynaklanan, hatta dinden beslenen yanları olsa bile, kültürü din ile özdeşleştirme mümkün değildir. Bu açıdan bu türlü düşünceler ilim, kültür ve medeniyet araştırmaları açısından her ne kadar yararlı olsa da, böyle Sanskritçe gibi bir din anlayışı bence abesle iştigaldir.

Son olarak birşey daha ilave etmek istiyorum: Bu düşünceler, içinde yaşadığımız asra has değildir. Bundan önce de dinlerin tevhidi için çalışmalar yapılmıştır.. ama bunların hiçbiri muvaffak olamamıştır. Mesela, Ali Ekber Şah hüsn-ü niyetli de olabilir ama Hinduların tesirinde kalarak, “her dinden birşeyler alıp, tek din meydana getirelim” diyen ve bu uğurda İmam Rabbanî gibi bir kâmet-i bâlâyı hapse attıran insandır. Şimdilerde de Garaudy (veya İspanya’da bir başkası) aynı düşüncelerle ortaya çıkmış olabilir. Halbuki hayatının büyük bir bölümünü İslâm’a olabildiğince ters bir sistemin akıl hocalığını yaparak geçirmiş, sonra Müslüman olmuş görünen bu insanların İslâm’ı işleye işleye tabiatlarına mal etmeden, onları fıtratlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeden, bünyelerindeki küfre ait artıkları temizleyip, bir kenara atamadan, yani yüzmesini öğrenmeden kendilerini derin deryalara salma nev’inden yaptıkları şey düpedüz kendilerini bilmeme demektir.

Evet, insan, tabiatında tahrife meyil taşıyan bir varlıktır. Mesela, İbn Teymiye sert çıkışları ve ifratkâr düşünceleri ile -İslâm dünyasına mal olmuş bir şahsiyet olsa da- biraz da onu ifratkar yapan, o dönemde mezarlara saygıda biraz ifrat eden ve türbelerde mum yakan insanlar olmuştur. Onun içindir ki, insanlar çok dikkatli olmalıdırlar. Fıtratına dercedilen bu muzır huyu işletmemeye ve hele bu konuda çevrenin tesirinde kalmamaya azamî özen göstermeli, daima Kur’ân ve Sünnet’in kıstasları içinde hâdiseleri değerlendirme cihetine gitmelidirler. Ve unutmamalıdır ki, onlar inhiraf duygusuyla da imtihan olmaktadırlar. Onun için, insan iradesini zorlamalı ve Allah’ın “razı oldum” dediği din içinde, kemâlât-ı insaniyeye giden yolları araştırmalı, bu yolda kendinden önce yolculuk yapan enbiyânın, asfiyânın, evliyânın bindiği vasıtalara -hangisine gücü yetiyorsa- binerek menzil-i maksuduna varmalıdır. Aksi halde orijinalite yapıyorum, yeni icadlarda bulunacağım.. gibi düşünceler onu yolda bırakabilir ve işte böyleleri, o zaman kazanma kuşağında kaybedebilirler.

‘Nasraniyet ya intıfâ veya istifâ edip İslamiyete terk-i silah edecektir. Hz. İsa da nüzul edip Hz. Muhammed’in ümmetinden olacaktır’ sözünün izahı nedir?

Evvela; Bu söz, Kur’ân-ı Kerim’deki De ki: ‘Ey Kitap Ehli! Allah’tan başkasına ibadet etmemek, O’na bir şeyle şirk koşmamak, Allah’ı bırakıp da birbirimizi Mâbud edinmemekten ibaret olan ve bizimle sizin aranızda müsavi bulunan bir kelimeye geliniz.’ Eğer bundan yüz çevirirlerse, deyiniz ki: ‘Şahit olun biz Müslümanlarız.’ ‘Müminlere insanların en şiddetli düşmanlık edenleri (bazı) Yahudiler ve müşriklerdir. Onlara sevgi yönünden yakın olanlar da ‘Biz Nasraniyiz’ diyenlerdir. Onların mü’minlere sevgileri, onlarda büyüklenip ululuk taslamayan keşiş ve rahiplerin olmasındandır.’ gibi bir kısım âyetlerden mülhem gibi ve âdeta bu âyetlerin tefsiri mahiyetindedir. Evet hakiki Hıristiyanlar, tevhid dinine yaklaşıp, ilhad ve inkârcılığa karşı Müslümanlıkla ittifak ve ittihad ederek, kıyamete kadar umûmi mânâda kâfirlerin üstündeki mevkilerini muhafaza edeceklerdir.

Sâniyen; Efendimiz (sas), birçok hadis-i şeriflerinde, yeryüzünde bir gün mutlaka Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın şehbal açacağını ifade etmektedir. Tarihe baktığımızda, bunun bir ölçüde gerçekleştiğini görsek de, küre-i arz çapında beklenen o ruh ve mânânın henüz bütün bir insanlık için, ifaze-i feyzettiği söylenemez. Yani Efendimiz (sas)’in sağ eliyle sol eli henüz birleşmemiştir. Her ne kadar Müslümanlar beş kıtada at oynatmışlar ve bu yerlerde hakimiyet-i İslâmiyet vaki olmuşsa da, O (sas)’nun nescettiği ruh, mânâ ve espri yeryüzünün bütününü kuşatıcı ve kucaklayıcı bir keyfiyete ulaşmamıştır. Ne var ki, Efendimiz (sas)’in, belli bir zamana ait verdiği bişaret ve müjdeler ışığında, dünya çapında o kucaklayıcılığın gerçekleşmesiyle alâkalı herhangi bir ümitsizliğe kapılmak da yanlış olur.

İslâmiyet’in, herkese bir bereket kaynağı haline gelmesi, tabir-i diğerle dünyada devletler muvazenesinde yerini alması, kendi orijini ile herkes tarafından tanınıp bilinmesine bağlıdır. Bu itibarla da, hâl-i hazırdaki duruma bakıp ümitsiz olmaya gerek yoktur. Zira Müslümanlar, Sasanilerle karşılaşmadan 25 sene evvel, Sasaniler o dönemin en muhteşem devletiydi. O kadar ki, İstanbul önlerine kadar gelmişler, çok ağır şartlar altında, o dönemin başka bir süper gücü olan Doğu Roma İmparatorluğu ile bir anlaşma imzalayarak, onları haraca bağlamışlardı. Bundan birkaç sene sonra Kur’ân’ın da ifadesiyle bu defa da Rumlar, Sasaniler üzerine galebe çalmışlardı. Daha sonra ise, bu her iki süper güç de İslâm’a teslim-i silah ederek, pek çok tebasıyla Müslüman olma yolunu seçmişti.

Başta Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin işaret ve bişareti olmak üzere, Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifadesiyle, ahir zamanda, ‘Hz. İsa (a.s)’nın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevilik dini zuhur edecek, yani Rahmet-i İlahiye’nin semasından nüzul ederek, hâlihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı saflaşıp durulaşarak hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir.’ Aslında, günümüzde bazı yorumlar da insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek mahiyette değildir. Zaten hakkıyla karşılayabilseydi, komünizm bir alternatif olarak onun karşısına çıkmazdı. Nitekim komünizmin doğmasına vesile olan da bir ölçüde içtimaî, idarî, siyasî hatta akîdevî bir yetersizlikti ki, o mâlum tarihî hadiseye sebebiyet verdi. J. J. Rousseau dinleri tahlil ederken, ‘Hıristiyanlık, insanlara mânevî bir dünya kurar ama onlara içtimaî ve siyasî ölçüler göstermez ve bu çeşit bilgiler hakkında bir şey söylemez. Bu ise, içtimaî ruha aykırıdır. Hıristiyanlığın kurduğu dünyada yaşamak isteyen insanlar, bir cemiyet teşkil edemezler.’ mealindeki sözleri, bazı hususların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini vurgular gibidir. Bu sebeple de bütün bir dünya, ümitsiz ve karamsar ruhlarına iman ve heyecan kazandıracak mesih soluklu yiğitler beklemektedir.

Burada yeri gelmişken bir arkadaşımın Almanya’da başından geçen bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Bu şahıs Alman bir çiftin evinde pansiyoner olarak kalıyor. Onun İslâm’ı, hayatıyla en güzel şekilde temsil etmesinin tesirinde kalan bu çift, sonunda Müslüman oluyorlar. Neden sonra evin erkeği, hidayetine vesile olan arkadaşıyla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:

‘Seni hem çok seviyorum, hem de sana çok kızıyorum. Seni seviyorum çünkü benim hidayetime vesile oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum çünkü eğer sen, buraya iki-üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibarıyla tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan ölüp gitti…’

Evet, ruh dünyası böylesine sarsık ve bunalımlı olan batı, onu bu buhrandan kurtaracak havariler beklemektedir. Sadece fert olarak değil -inşaallah- pek yakın bir gelecekte, topyekün insanlık olarak hak ve hakikat hüzmeleri, ışığa hasret hemen her noktaya götürüldüğünde, İslâm’a fevç fevç dehaletlerin olacağı görülecektir. Üstad Hazretleri’nin buyurdukları gibi orta kuşak ülkelerinin gözbebeği olan Türkiye, İslâm’ın zeki evladı Mısır’ı, Rus mekteb-i harbiyesinde okuyan Türkistan ile duygu, düşünce birliğine erdiğinde dünya muvazenesindeki dengeler de hak ve adalet yönünde değişecektir. Bu itibarla Hıristiyanlık, ya kendi çıkmazlarında inat ederek bunalımda kalacak ya da sâfîleşerek, kendi özüne yani tevhid düşüncesine ulaşacaktır. Bugün Batı’daki birtakım gelişmeler, onların ikinci şıkkı tercih ettiklerini ve edeceklerini göstermektedir. Evet bugün, Müslüman olmasa da, ‘Hıristiyan’ım ama, Hz. Muhammed’in de Hz. İsa gibi Allah’ın Resûlü olduğunu kabul ediyorum.’ diyenlerin sayıları düne nisbeten kat kat artmaktadır.

Dünyanın değişik yerlerinde ölülerin yakıldığını duyuyoruz. Semavi dinlerde ölülerin yakılması şeklinde bir uygulama var mıdır?

Geçenlerde ölen birisi cesedinin yakılmasını vasiyet etmiş; o bu düşüncesiyle âdeta, Hz. Adem’den bu yana bütün dinlerin fasl-ı müştereki sayılabilecek olan ölülerin toprağa gömülmesi meselesine karşı çıkmış oluyor. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de müşahede ettiğimiz gibi ilk insanlardan kardeşini öldüren Kâbil, bir karganın delâletiyle onu gömüyor ve bu süreci başlatıyor. Dinler arenası olan Hindistan’da, bazı sözde dinlerde cesetlerin yakılması söz konusu olsa bile, semavî bütün dinlerde ölü gömme bir fasl-ı müşterektir. Hatta, İslâm hariç, diğer dinler çok hükümlerinde tahrife uğramış olmalarına rağmen, ölüleri gömme hiç tahrife uğramadan bugüne kadar devam edegelmiştir.

Gerçi bir hadis-i şerifte Allah Rasulü cesedini yakma tavsiyesi yapan bir zattan bahseder. Bu zat oğullarına; “cesedimi yakın ve külümü savurun” der, onlar da yakar ve külünü savururlar. Daha sonrasını Allah Rasulü şöyle hikaye eder: “Allah onun zerratını biraraya getirir ve ona, ‘neden?’ diye sorar. O zât da: ‘Günahlarımla huzuruna çıkmak endişe ve korkusundan’ der.” Görüldüğü gibi burada mülâhaza çok farklıdır. Keşke bu mülâhaza bizim de ruhlarımızı sarsa!. Böyle endişeler bizim de davranışlarımızın mihrakı olsa! Fakat bu ve buna benzer mülâhazalar olmadıktan sonra, “telâkki bi’l-kabule” mazhar olmuş ve insanlık tarihi boyunca uygulana gelen bir gerçeğe karşı çıkmanın hiçbir mânâsı yoktur.

Gayrimüslimlerle nasıl ilişki kurulacağı ve onlarla dostluk yapılıp yapılamayacağı farklı zamanlarda farklı münasebetlerle sık sık dile getirilen bir konudur. Genellikle bu meseleyi dile getirenler, farklı din mensuplarıyla hoşgörü ve diyaloga dayalı bir ilişki içerisinde olmaya karşı çıkanlardır. Onlar, belirli ayetlerden hareketle Kur’ân’ın gayrimüslimleri “dost” edinmeyi yasakladığını iddia ederler. Çoğu zaman farklı din mensuplarına bakış sadece “dost edinmeme” sınırlarında kalmaz, onlara düşmanlık etmeye, nefretle bakmaya, mallarını boykot etmeye ve hatta terör faaliyetlerini tecviz etmeye kadar gider.

Kur’ân’a sathî ve lafızcı yaklaşımın, taassup ve bağnazlığın birer neticesi olan bu tür aşırı ve radikal fikirlerin daha başka aşırılıklara sebep olmaması düşünülemez. Genellikle bu tür ifratlar, tefritleri doğurur. Bu tür tartışmaların gündemde olduğu zamanlarda hemen tarihselci ve modernist yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu tür kişiler, konuyla ilgili hükümlerin Kur’ânî temellerini araştırmaya ve anlamaya ihtiyaç duymaksızın hemen bu tür hükümleri tarihselci bakış açısıyla değerlendirir ve reddederler.

Aslında “kimlerle”, “hangi münasebetlerin”, “niçin” yasaklandığı doğru anlaşılabilse pek çok itiraza mahal kalmadığı da görülmüş olacaktır.

Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân, manası anlaşılsın ve gereğiyle amel edilsin diye bütün insanlığa gönderilen ve hükümleri de kıyamete kadar baki kalacak olan evrensel bir kitaptır. Fakat onun doğru anlaşılabilmesi için bir kısım hususlara dikkat edilmesi gerekir. Kur’ân, beşer sözü değildir; ilâhî bir kelâmdır. Bu ilahî kelamın kendine has bir üslubu, tabiatı ve meseleleri ele alış tarzı vardır.

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir münasebeti vardır. Bu açıdan ayetler, siyak  (konteks, bağlam) bütünlüğü içinde anlaşılmalı ve parçacı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden cımbızlanarak alınan bir ayetle doğru hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir.

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği yoğun mana tabakaları vardır. Sathî nazarların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması gereken ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça dil kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Bunların yanında âyetlerin, dinin genel maksatları ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Gayrimüslimleri Dost Edinmeyle İlgili Ayetler

Onlarca ayet-i kerimede mü’minlerin kimleri dost edinip edinmeyecekleri; dost edinilmesi yasaklanan kimselerin vasıfları; gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerin niteliği üzerinde durulur. Esasında bütün bu ayetlere toplu olarak bakan kimse hangi gayrimüslimlerle ilgili ne tür davranışların niçin yasaklandığını rahatlıkla anlayabilir.

Âl-i İmran suresinde geçen âyet şu şekildedir: Mü’minler, mü’minleri bırakıp, kâfirleri veli edinmesinler! Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur. (Âl-i İmran, 3/28)

Nisa sûresinde benzer yasak tekrarlanır: Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Böyle yaparak Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 4/144)

Aynı surenin devamında kafirleri veli edinenlerin münafıklar olduğu vurgulanır: Münafıklar mü’minlerin dışında kâfirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (Nisa, 4/139)

Yukarıdaki iki ayette kafirlerin veli edinilmesi yasaklanırken Mâide suresinde aynı yasak Ehl-i Kitap ile ilgili gelir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51)

Maide suresindeki şu ayette ise kafirler ve Ehl-i Kitap birlikte zikredilmiş fakat bunların bir kısım vasıflarına da yer verilmiştir: “Ey iman edenler! Dininizi alay ve eğlence konusu yapan ne Ehl-i Kitabı ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mü’min iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının.”  (Maide, 5/57)

Şu âyet-i kerime ise mü’minlerin kendileri gibi küfre düşmesini arzu eden münafıkların veli edinilmesini yasaklamaktadır: “Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!” (Nisa, 4/88)

Tevbe suresindeki şu ayette ise “veli” yerine sırdaş ve gönüldaş kelimeleriyle karşılayabileceğimiz “velîce” kelimesi kullanılır: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)

Tevbe suresindeki diğer bir ayette ise bilinçli bir tercihle küfürde ısrar eden ve ona teşvikte bulunan kafirlerin veli edinilmesi yasaklanır: Ey iman edenler! Eğer küfrü bilerek ve isteyerek imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)

Mücadele suresindeki şu ayette kendilerine karşı sevgi ve muhabbet beslenmesi yasaklanan kimseler olarak Allah ve Resûlü’nün düşmanları gösterilir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulü’nün karşısına çıkan (ve onlara düşmanlık yapan) kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22)

Mümtehine suresindeki şu ayette de veli edinilmesi yasaklanan kimselerin Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapan kimseler olduğu bildirilir: “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz (sır veriyorsunuz). Reslüllah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1)

Aynı surenin şu ayetinde ise sırf dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya buna destek olan kişilerin veli edinilmesi yasaklanır: “Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/9)

Yine bu surenin bir başka ayetinde veli edinilmesi yasaklanan kimseler olarak Allah’ın gazap ettiği ve ahiretten ümidini kesen kimseler karşımıza çıkar: Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki ölüp kabre giren bir kâfir nasıl ahiret mutluluğundan ümidini kesmişse, kendileri de ahiretten öyle ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine, 60/13)

Âl-i İmran suresinde geçen şu ayette “veli” yerine “bitane” kelimesi kullanılır ve samimi dost edinilmemesi gereken kimselerin vasıfları oldukça detaylı zikredilir: Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır.” (Al-i İmran, 3/118)

Sonraki iki ayette dost edinilmemesi gereken kimselerin özellikleriyle ilgili biraz daha tafsilata girilir: İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi ‘Biz de inandık!’ derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalplerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar…” (Al-i İmran, 3/119-120)

Veli Kelimesinin Manası

Yukarıda da görüldüğü üzere pek çok ayet-i kerimede kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmıştır. Maalesef çoğu mealde bu kelime “dost” olarak tercüme edildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Halbuki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu manalardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelimeyi “tefviz-i umurda bulunma” olarak açıklamıştır ki bu oldukça önemlidir. Bunun manası işlerini bir başkasına bırakma, bütünüyle ona güvenme, onu hami, koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Dolayısıyla burada yasaklanan husus alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Aynı şekilde veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini devam ettirmeye de mani değildir. Bilakis burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına faş etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Kısaca mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir. Yani gayrimüslimlerin veli edinilmesinin yasaklanmasının temel maksadı, Kur’ân ve Sünnet’in korumayı hedeflediği maksatların başında yer alan “dinin korunmasıdır”.

Aynı şekilde diğer ayetlerde kullanılan “bitane” ve “velîce” kelimeleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden kelimelerdir. Bu kelimeler gönülden bağlılığı, aradan su sızmayacak ölçüde aşırı yakınlığı ifade eder. Dahası bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tür durumlarda ise başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Efendimiz’in şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Ebu Davud, Edeb 19)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” kaydının yer alması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” ifade edilmesi ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. Efendimiz (s.a.s) mü’minleri binadaki birbirine yaslanmış tuğlalara (Buhâri, Salât 88) veya birbirleri arasında sıkı irtibat bulunan bir vücudun uzuvlarına benzetirken (Buhârî, Edeb 27), Kur’an da bütün mü’minlerin kardeş olduğunu belirtmiştir. (Hucurat, 49/10) Dolayısıyla bu tür ayetlerin iman kardeşliğine ve imanın ehemmiyetine vurgu yaptığı, imanla küfrün arasındaki derin mesafeye dikkat çektiği, Allah için sevme ve Allah için buğzetme prensiplerini akla getirdiği, mü’minleri dine ve imana zarar vermekten menettiği de gözden kaçmamalıdır.

Sevilmesi veya Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Öte yandan bazı ayetlerde dost edinilmemesi gereken kimseler olarak mutlak manada Ehl-i Kitap ve kafirler zikredilmiş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Bu yüzden bütün gayrimüslimleri aynı kefeye koyup tamamına karşı aynı muameleyi yapmak doğru değildir. “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” (Al-i İmran, 3/113) ayeti de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

O halde ayet-i kerimelerde dost edinilmesi ve sevilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında yukarıya aldığımız ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları tafsilatlı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak Müslümanları aldatmaları, Müslümanlara zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Nitekim şu âyet-i kerime de bu gibi kötü vasıflara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) (Al-i İmran, 3/199) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (Mâide, 5/5) hem bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını hem de mutlak olmadığını ifade etmektedir. Zira pekala bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de misafir etmiş, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Hatta O, vefat ettiğinde bile zırhı, borcuna mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Efendimiz’in Yahudi ve müşriklerle bir arada yaşama adına imzaladığı Medine Vesikası, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Efendimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle sırf küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Mesela bir gün Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Efendimiz’e onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (Buhari, Edeb 529)

Yasağın İllet ve Sebebi

Öte yandan, “Hükmün müştaka ta’liki mehazi iştikakın illiyetini iktiza eder (Şayet dinî bir hüküm, türemiş bir kelime üzerine bina edilirse o kelimenin türediği kök, hükmün illetini gösterir).” şeklindeki usul kaidesi gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir. Şöyle ki ayetlerde dost edinme yasağını bildiren hükümler “Yahudiler, Hristiyanlar, kafirler, münafıklar” gibi lafızlar üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla buradaki yasağın asıl illeti bu kişilerin zikredilen vasıflarıdır.

Buna göre ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin demektir. O halde güzel olan başka fiillerinden ötürü bu tür insanlarla münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu kişilerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik gibi doğrudan dinlerine ait olmayan vasıfları sevilebilir, bunlardan istifade edilebilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler nehyin dışında kalmış olur.

Bu durumda böyle bir yasak “din temelli bir dostluğa” münhasır kalır. Onlar dinî inanç ve düşünceyi düşmanlık sebebi haline getirdikleri için Kur’an da bu konuda inananları uyarmıştır. Yani Kur’an’ın asıl tavrı şahıslara değil onların sahip oldukları vasıflara yöneliktir. Nitekim Müslümanlar da pek çok ayet-i kerimede bir kısım kötü sıfatlarından ötürü şiddetle ikaz edilmiş ve kınanmışlardır. Dolayısıyla güzel vasıflara ve insanî ilişkilere dayalı ilişkiler kurmakta bir engel yoktur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu izahlarıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çeker: “Asr-ı Saadet’te, İslâmiyet, din ve inanç sahasında muazzam ve muhteşem bir inkılap meydana getirmiş, bütün zihinleri din noktasına çevirmişti. Dostluklar ve düşmanlıklar bu daire içinde gerçekleşiyordu. Onun için Yahudi ve Hıristiyanlara o zaman birisinin dostluğu, inanç olarak değerlendirildiği için, münafıklık manasını akla getiriyordu. Ama artık şu asırda, dünya büyük bir değişiklik geçirmiş, akıl ve zihinler din ve inançtan ziyade medeniyete, ilerlemeye, ticarete ve dünya işlerine odaklanmıştır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine bağlı değillerdir. Onun için medeniyet, fen, teknik, ticaret ve sanat alanlarında irtibata geçmek için dostluk ve diyaloglar kurmamızın bir sakıncası yoktur.”

Günümüzde yaşanan değişimi ve bunun hükümlere olan etkisini anlama adına Bediüzzaman’ın bu izahları oldukça önemlidir. Zira yine onun tabiriyle en büyük müfessir olan zamanın ayetlerin yorumlanmasında çok önemli bir payı vardır. Ayetleri indiği zamanın sosyopolitik şartlarına göre anlamaya ve günümüzün sosyal gerçekliğine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen ayetlerin asıl maksadının dinin korunması olduğunu ifade etmiştik. Elbette Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tür ayetlerden hareketle bütün gayrimüslimleri “düşman” ilan etmek, onlarla kurulmaya çalışılan diyalog ve hoşgörü çalışmalarının karşısında durmak tek kelimeyle Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olduğu, İslam’ın şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamifobia’nın sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Özü sevgi, barış ve hoşgörü olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep verecektir. Müslümanlarla ilgili yanlış algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yürüten bir kısım odaklara da malzeme sağlayacaktır.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların arkasındaki en büyük motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Bütün dünya darulharp ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Hayata anlam veren, davranışları yönlendiren neredeyse tek değer dindi. Farklı devlet ve milletlerin arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. Müslümanların bağımsızlığının korunması, gayrimüslimlerden gelebilecek muhtemel bir kısım tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi adına, onlarla kurulacak ilişkiler oldukça önemliydi.

Günümüzde insanlık bilim ve teknikteki gelişmeler sayesinde önü alınamaz, değiştirilemez ve durdurulamaz bir değişim sürecine girmiştir. Artık insanların “dünya vatandaşı” olacağı bir döneme doğru gidilmektedir. İnsanlığın bu kadar iç içe girdiği, evrensel bir kısım değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ve hümanist felsefenin önem kazandığı bir dünyada Müslümanların düşüncelerini ve hareket tarzlarını bir kere daha gözden geçirmelerine; Kur’ân’ı yaşadıkları çağın ruhuna uygun olarak anlayıp tatbik etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Elbette yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Fakat  Müslümanların içine kapanması ve gayrimüslim dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Bilakis bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Farklı din ve kültürlerden insanlarla iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla diyalog faaliyetleri yürütmeye, işbirliği yapmaya ve ortak projeler geliştirmeye hazır olmalıdırlar.

Müslüman olmuş bir insanın, Hıristiyan olarak ölen anne babasının azabının hafiflemesi için yapabileceği bir amel var mıdır, onlara dua edebilir mi? Evlatlarının Müslüman olmasının anne babasına bir yararı olabilir mi?

Öncelikle asrımızda İslam bayrağı altına girememiş, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yoluna sülûk edememiş kimselerin durumu hakkında bir değerlendirme yapalım. Yani bunlar için fetret devri insanlarının hükmü geçerli midir? Veya hayatında İslamiyet’i tanıma adına eline bir fırsat geçmemiş, inadından değil de, cehaletinden dolayı Müslüman olamamış kişiler hakkında da hemen cehennemlik mi diyeceğiz?

F.Gülen Hocaefendi’nin eserlerinden yapacağımız alıntılarla fetret devrini ve kapsamını anlamaya çalışalım.

Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, Peygamber Efendimizle Hz. İsa arasındaki boşluk kastedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (s.a.s.) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir. Yine o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (s.a.s) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.

Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatin görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…

Biz, öyle bir devir idrak ettik ki -hele başka memleketlerde- İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalplerden Allah Rasûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (c.c.) inkârda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Bin bir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefahirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekâmül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

Buhari ve Müslim’de şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Resûlü de bu manzarayı gözyaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu asla ateşe atamaz.” Ve Allah Resûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (c.c.) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular.

Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zaviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî = Rahmetim gazabımı geçmiştir) adesesiyle bakmak istiyoruz. (Asrın Getirdiği Tereddütler-4)

Başka bir yerde fetret devri insanını tanımlarken şu ifadeleri kullandığını görüyoruz: Kendisine tebliğ gitmeyen, kendisinin de öğrenme imkânı olmayan insan, fetret devri insanı gibi sayılabilir. Hakkın kendisine tebeyyün etmesi derecesinde tebliğe muhatap olmayan insana da, hemen mutlak kâfir damgası vurulmamalı. Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem’e mi gidecekler? Evet, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve Sellem’i, Kur’ân’ı duymuş ve Peygamberimizin peygamberliğine şahid olmuş, ama araştırma lüzumunu duymamış ve araştırmamış olanlar Cehennem’e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenab-ı Hakk’ın merhametinden istifâde ederek muaheze görmesinler. . .

Aynı meseleyle ilgili başka bir yerde de:

Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi “bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem’e girecekler” şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in davasını duymuş, davetini işitmiş, O’nun neşrettiği nura şahid olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem’e gireceklerdir. Burada Allah’ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek başka türlü iddialarda bulunmak, ukalalıktan başka bir şey değildir. Evet, Cehennem’e gireceklerdir. Hem de sadece yabancı ülkelerde olanlar değil, bizim memleketimizde de, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in davasını işitip O’na, icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O’na başkaldırıp arkasından gitmeyenler; onlar da, cehennem’e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.

Bediüzzaman Hazretleri de konuyla ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (s.a.s.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş.

Meselenin bu yönü anlaşıldıktan sonra şimdi gayr-i Müslim birisi hakkında dua ve hayır hasenat yapılıp yapılamayacağına geçelim. Bu konuda ehl-i sünnet ulemasının genel değerlendirmesine baktığımızda, imanlı olarak ahirete intikal etmemiş kişiler hakkında Allah’tan rahmet dilenemeyeceği ve hakkında dua ve istiğfar yapılamayacağı şeklindedir. Ancak bizler dua etmesek/edemesek de, bu kişi eğer yukarıda anlattıklarımız çerçevesinde bir durumda ölmüşse, onun hakkında ümidimizi korur ve onun fetret devri insanlarına yapılan muameleye tabi olabileceği temennisiyle hareket ederiz.

Bir de bu inkisar ve hüzünle İslamiyet’i tanıyamamış kişilerin elinden tutma, onları İnsanlığın İftihar Tablosuyla tanıştırma adına gereken cehd ve gayreti gösterme, tanıdığımız bu güzellikleri, karanlıklar içinde kalmış, Kur’an nurundan mahrumiyet içinde bulunan kişilere de anlatma adına gerekeni yapma da üzerinde durulması gereken ayrı bir meseledir.

İhtida etmiş bir tanıdığım, annesini kastederek iyi bir Hıristiyan cennete girecek mi diye soruyor. Hıristiyanların cennete girebilmeleri için yeterli şart nedir? Mutlaka dinim İslam demeli mi?

Öncelikle aşağıdaki ayetleri okumanızda fayda var.

İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiîler… Her kim Allah’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eder ve yararlı işler yaparsa, elbette Rab’leri yanında mükâfatları vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi kendilerini üzecek bir şeyle de karşılaşmazlar. (Bakara Suresi, 2/62)

İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar… Bunlar içinden her kim Allah’a ve âhiret gününe iman edip yararlı işler yaparsa, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler.  (Maide Suresi, 5/69)

Kendilerine Kur’ân okununca şöyle derler: “Ona iman ettik, O Rabbimizden gelen gerçeğin ta kendisidir.

Biz zaten daha önce de Allah’a teslim olmuş kimselerdik.” (Kasas Suresi, 28/53)

Ehl-i kitap içinde, Allah’a iman ettikleri gibi, Hakkı tazim ederek hem size hem de kendilerine indirilen kitaba inananlar da vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini, değersiz bir menfaat karşılığında satmazlar. İşte Rab’leri nezdinde mükâfatları olanlar onlardır. Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk görür.  (Âl-i İmran Suresi, 3/199)

Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. İşte Kur’ân, onların saygısını böyle artırır.  (İsra Suresi, 17/109)

Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerini işitirsin: “İman ettik Rabbena! Bizi de hakka şahitlik edenlerle beraber yaz! Bütün isteğimiz ve umudumuz, Rabbimizin bizi hayırlı insanlar arasına dahil etmesi iken, ne diye Allah’a ve bize gelen bu hakikate iman etmeyelim ki?” (Maide Suresi, 5/84)

Biz, işte sana da bu Kitabı indirdik. Daha önce kitap verdiğimiz kimseler buna da iman ederlerdi. Şunlardan da ona iman edenler vardır. Bizim âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez. (Ankebut Suresi, 29/47)

Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.  (Âl-i İmran Suresi, 3/113)

Ehl-i kitap içinde, Allah’a iman ettikleri gibi, Hakkı tazim ederek hem size hem de kendilerine indirilen kitaba inananlar da vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini, değersiz bir menfaat karşılığında satmazlar. İşte Rab’leri nezdinde mükâfatları olanlar onlardır. Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk görür. (Âl-i İmran Suresi, 3/199)

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Ayetlere uygun vasfı taşıyanlara Allah’ın rahmeti olacağı görülmektedir. Yani ehli kitabın ehl-i necat olabilmesi için ilk olarak tevhid düşüncesine sahip olmaları, Allah’tan başka hiçbir ilah kabul etmeyerek O’na eş ve ortak koşmamaları, ahiret gününe inanmaları, Hz. Muahmmed’in (s.a.s.) peygamberliğini kabul etmeleri ve bununla beraber O’na indirilen Kuranı kabul edip Kuranın emir ve yasaklarını yerine getirmeleri gerekmektedir.

İslam dininin tek geçerli din olmasıyla alakalı Kurandaki ayetlere bakalım:

Allah katında hak din, İslâm’dır. (Ali İmran Suresi, 3/19)

Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, Bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır. (Âl-i İmran Suresi, 3/85)

İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. (Maide Suresi, 5/3)

Daha önceki hak dinleri indiren Allah olduğu gibi, İslam dinini indiren de Allahu Tealadır. Ve bununla diğer dinlerin hükmünü kaldırmış ve kendi katında geçerli olan ve uyulmasını istediği tek dinin İslam dini olduğunu bildirmiştir. Çünkü İslam haricindeki hak dinler asliyetini koruyamamış ve tahrife uğramışlardır. Ayrıca Müslüman olan bir kişi bozulmamış haliyle Tevrat’a, İncil’e ve Zebur’a inanır ve Kuranda zikredilen diğer peygamberlerin risaletini tasdik eder. Ayrıca İslam dini, diğer dinlerde bulunan ibadet, ahlak, şahsî ve ictimaî hayata ait olan prensiplerin en mükemmeliyle gelmiştir. Bundan dolayı, Hz Muhammed’in (s.a.s.) risaletinden sonra Cenab-ı Hak bütün insanlığı O’na ve kendisine indirilen Yüce Kitaba inanmaya çağırmış, ahiret saadetinin de ancak bu yolla olacağını ifade buyurmuştur.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, günümüzde Hıristiyan, Yahudi veya başka bir dinden olan birisinin kendi dini üzere kalmasını varsaydığımızda bu kimse hangi kitaba göre amel edecek ve hayatını hangi ilahi prensipler ışığında yaşayacaktır. Zira biz biliyoruz ki Kuran’ın dışındaki ilahi kitaplar tahrif edilmiş ve asli halini koruyamamışlardır.

Fakat burada şunun da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu insanlar İslam’ı nasıl tanıdılar? İslam onlara bütün hususiyetleriyle anlatılabildi mi? yoksa bugün hem Amerika’daki 11 Eylül hadisesinin hem de yakın zamanda cereyan eden karikatür krizinin de etkisiyle İslam’ı, Müslümanların dışındaki insanların öldürülmesini emreden bir savaş dini olarak mı görüyorlar? Bu takdirde onlar hakkında kesin hükmü vermek doğru değildir, zira bu insanlar fetret devri yani kendilerine İslam’ın ulaşmadığı veya olduğundan farklı bir şekilde ulaştığı insanlar grubuna dâhil olabilirler ki bunların durumu Allah’ın bilebileceği bir iştir. Bu durum ehl-i kitap için de geçerlidir. Fakat İslam’ı bildikleri halde bile bile İslam düşmanlığı yapan, Allah‘ı tanımayan, Peygamberimize inanmayan insanların öbür tarafta çetin bir sual ve azapla karşılaşabileceğini Kur’an’dan öğreniyoruz.

Asıl Hıristiyanlıkta şarap içmek caiz mi? Zira Bediüzzaman hazretleri 5’ci Şua’da Hazreti İsa’nın şarap gibi bazı haram şeyleri helalleştirdiğinden bahsediyor?

“Şualar” isimli eserde yer alan bölüm şu şekildedir: “Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş…”

Bu konu hakkında farklı mülahazalar öne sürülmüştür. Bazı âlimlerimiz, genel olarak teoride Tevrat’ta yer alan hükümlerin, Hıristiyanlarca da kabul edildiğini fakat Tevrat’ın yasakladığı içki, domuz eti gibi bir kısım haramları bazı Hıristiyan din adamlarının helal kıldığını belirtmişlerdir.

Fakat diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’e göre Hz. İsa, eski sert hükümleri bazı hususlarda yumuşatan, daha müsamahalı bazı hükümler de tebliğ etmişti. Demişti ki; “Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici olarak ve size haram kılınan bir takım şeyleri helal yapayım diye gönderildim”. (Âl-i İmran Suresi, 3/50) Dolayısıyla Üstad Hazretleri de tercihini bu yönde kullanmış olabilir.

Bir diğer yorum da, Hazreti İsa’nın, içkiyi geçici olarak helal kılmış olabileceği şeklindedir. İncil’deki şu ayetler de bunu gösterir gibidir: “Onlar yemek yerken, İsa ekmek aldı, şükran duası yapıp parçaladı, tabilerine verdi ve dedi ki: Alın yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz, çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim, o güne kadar ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim.” (Matta, Bab 26, Ayet 26-29; Yuhanna, Ayet 30 vd.)

İçki, Hıristiyanların da amel etmek zorunda oldukları Tevrat’ta da haram kılınmıştır: “Ve Rab Harun söyleyip dedi: Sen ve seninle birlikte oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz vakit, ölmeyesiniz diye, nesillerinizce ebedi bir kanun olarak şarap ve içki içmeyin. Ta ki, kutsalla bayağı şeyi ve pisle temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz.” (Tevrat, Levililer, Bab 10, Ayet 8-11)

İşin hakikatini Allah bilir.

Hz İsa zamanında yazılmış bir İncil var mıydı? Havarilerin İncilleri çoğaltması ne zaman gerçekleşmiştir ve Hz İsa’nın yanında çokça adı geçen Petrus (Pavlov) havari midir?

Hz. İsa zamanında yazılmış bir İncil yoktur. Aslında dinin İncil’e bina edilmesi icap ederdi. Halbuki, bunun aksine önce başta Pavlus’un çalışmalarıyla büyük ölçüde akide teşekkül etmiş, daha sonra İnciller, onlar göz önünde bulundurularak kaleme alınmıştır. Katoliklere göre İnciller Kiliseden zuhur etmiştir, yoksa Kilise, İncillerden doğmuş değildir.

İncil yazarları kitaplarını en erken 63’te yazmaya başladılar. Pavlus ve onun inançları baskın çıkarak İncilleri etkiledi. Şu anda Hıristiyanlarca kabul edilen dört İncilden en eski olanı Markos İncilidir ki, metin tenkitçileri arasında en çok kabul edilen görüşe göre 65-70 yılları arasında yazılmıştır.

Petrus Hz. İsa’nın havarilerinden birisidir. (Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, s. 135-136)

Barnaba İncili’nin Müslümanlar tarafından uydurulduğunu iddia eden Hristiyanlık dünyası, esas itibariyle bu tavırlarıyla havarisi oldukları ilim ve araştırma rûhuyla zıtlaşma içinde olduklarının farkında değiller. Zira, bulunan Barnaba İncili’nin karbon tahlili yapılmış, 16 ya da 17 asır öncesine âit olduğu ortaya çıkmış. Ne var ki, İncil gökten yeniden inse ve bu orijinal nüshada Efendimiz’i müjdeleyen ayetler apaçık görülse de, onlar, bu eski inatları yüzünden inkarlarında ısrar edeceklerdir.

Tabii, birgün bulunan bu İncil nüshası gün yüzüne çıktığında, tarihin yeniden yazılması da kaçınılmaz olacak.. ve o gün bazıları şimdiye kadar yazdıklarından, söylediklerinden utanarak saklanacak birer delik arayacaklardır.

Hz. Meryem, doğum öncesinden başlamak suretiyle daima göz önünde olmuş, daima tartışılagelmiş büyük bir kadındır. Kur’ân onu, ‘Allah’ın seçtiği, bütün âlemlere tafdil edilen, sıddîka, kerameti zâhir, ikrama mazhar, Kendi ruhundan üflediği ve ‘Kün’ emrinin tecellisine mazhariyetle müşerref bir kadın’ olarak anmasına, Hz. İsa (as) gibi Ulü’l-Azm bir Nebî’yi daima ona nisbet ederek zikretmesine rağmen, Hristiyanlar onu şanına yakışır anmamışlardır. Ona iftiraların en büyüğünü yapagelmişlerdir. Onu evlenmiş veya nişanlanmış gibi göstermektedirler. Kur’ân bâkireliğini defaatle tekrar etmesine rağmen Yusuf isimli birisini Hz. Meryem’in nişanlısı gibi göstermektedirler.

Yahudiler ise, yine Kur’ân’ın şehadet ettiği şekilde, ona iftiraların en ağırını yapmaktan çekinmemişlerdir. Belki bunda da, Hz. Meryem’in bakım-görümünün kendilerine değil de Hz. Zekeriya’ya verilmesinin rolü vardır.

Kadınlık âleminin sultanı bu büyük kadın, Efendimiz’e zevce olacak fıtratta yaratıldığı için, Rabbimiz, ona bu dünyada hiç bir erkek elini değdirmemiştir. Burada uğradığı iftiraların mükâfatı olarak da Cennet’te onu Nebilerin en Büyüğü (sav) ile izdivaç ettirecektir. Onu, şanına yakışır olarak takdir yine bizlere düşmektedir. (İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî de o yüce kadını, kadınlardan gelen peygamberlerden saymıştır. Bize göre kadınlardan peygamber gönderilmemiştir.)

Hristiyanlıkla ilgili yazabilecek az sayıdaki insandan biri olan Hocamız, bu yazısında Hristiyanların yanlış inandığı bir noktaya parmak basıyor ve gerçeği ortaya koyuyor. Buna göre, Hz. Meryem’i tesliste bir unsur olarak Kur’ân zikretmiyor, aksine kendileri onu tanrılık makamına çıkarıyorlar.

Bazı Hristiyanlar” tarafından yanlış anlaşılan konulardan biri, Kur’ân-ı Kerîm’in Hristiyanlığın teslis akidesi hakkındaki öğretisidir. Bazı Kur’ân müfessirlerinin az sonra zikredeceğimiz ayeti, bu yanlışlığa meydan verecek şekilde açıklamaları da bunda rol oynamıştır. Halbuki Kur’ân teslisten bahsetmekle birlikte, Hz. Meryem’i, Hristiyanlığın, teslisin üç unsurundan biri saydığını asla bildirmemiştir.

Kur’ân, tanrılaştırılan varlıklar arasında, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’i de sayar: “Hatırla ki, Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi’ Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin’ dedin?” diyecek, İsa: “Seni tenzih ederim, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz (…)” diyecektir. (Maide. 5/116) Şu âyette ise, Meryem’in tanrılaştırıldığına işaret vardır: “Meryem oğlu Mesih, sadece resuldür, -Ondan önce de resuller geçmiştir-, Onun annesi dosdoğrudur, her ikisi de yemek yerlerdi (…)” (Maide, 5/75).

Hristiyanlar, Meryem’i Allah’tan başka tanrı saydıklarını inkâr etmiş ve etmektedirler. Hristiyanlık tarihine bakılacak olursa, onlar arasında Meryem’i tanrılaştıranların bulunduğu görülür. Collyridiens diye adlandırılan, dördüncü asırda Arabistan’da doğup sonra kaybolan bir Hristiyan cemaati, tekerlekli bir taht üzerinde Meryem’i tazim ediyor, ona pastalar takdim ediyorlardı. Tamamen kadınlara mahsus, Meryem’e ait geniş bir ibadet merasimi vardı.1

Wellhausen’e göre Uzzâ (Venüs yıldızı), Suriyeli Hristiyanlara göre göğün kraliçesi idi. Müşrik iken Uzzâ’ya tapmış olanlar, Hristiyan olduktan sonra onu, tanrıça Meryem şekline soktular ve Meryem’e çörek sunarak ‘Uzzâ ibadetini Meryem ibadeti şekline dönüştürdüler.2

Daha 2. asırda St. İrenée “Bid’atlara Reddiye” kitabında Ophites’lerin Rûhu “İlk Kadın” yahut “Yaşayanların Anası” ile karıştırarak, bunun Mesih’i doğurduğunu iddia ettiklerine dikkati çeker. Birkaç sene sonra Origéne (“Yuhanna İncilinin Şerhi” adlı eserinde), özellikle ébionites muhitlerde mâruf olan ve İsa’nın annesini “Ruhu’l-kudüs” ile aynı sayan bir “İbranîler İncili’ni zikreder (Aramicede rûh mânâsına gelen ruha kelimesi müennestir). Aphraates nezdinde, birkaç anlama gelebilecek, şöyle tuhaf bir formül vardır: O der ki: “(Dindar) İnsan, babası, olan Allah’ı ve anası olan Ruhu’l-kudüs’ü sever ve ibadet eder.” 3 İmparator Justinien kanunlarından birinde Meryem’in, imparatorluk hâmiyesi olduğu kabul edilmiştir.4 Blachere’e göre, Kur’ân’ın Meryem’in tanrılaştırılmasından bahsetmesinin sebebi, şark Hristiyanlığı tarafından Meryem’e tanınan büyük yerde aranmalıdır.5

Şimdi de, daha yakın zamanlardaki duruma bir göz atalım, Meryem’in tanrılaştırılması hakkında batılı bir yazarın fikirlerini, aşağıda biraz kısaltarak nakledeceğiz. Kur’ân’ın, Hristiyanların Meryem’i tanrılaştırdıklarından bahsetmesi, birtakım hakikatlere dayanmıyor değildir: Coredemptrice (Tanrının, insanların günahına kefaret olarak kendisini fedâ etmesine ortak olan), Mére de Dieu (Tanrının annesi) telakkileri, diğer taraftan fiilî marianisme (Meryemperestlik) ki, İslâm nazarında Allah’a mahsus olan tazimin, kısmî bir ihlâlini teşkil eder. Nihayet İslâm, Arap müşriklerine çok yakın olan ve bazı şark mezheplerinde görülen Meryem’e tapmaya (Mariolâtrie) karşı vaziyet almalıydı.6

Şimdiki Katolik Hristiyanlık “Meryem’e yöneltilen duaları Tanrının kabul edeceğini” ikrar eder.7 “Kilise, bütünüyle Meryem’i takdise inanır ve açıkça kabul eder ki Meryem, ruh ve beden olarak dirilmiştir. Halbuki öbür ölüler hakkında, sadece dirileceklerini söyleriz.” Keza Hz. İsa gibi, Meryem’in de dünyada hazır ve icraatta bulunan olduğu ifade olunur ve onun göğe çıktığı akidesi (assomption) üzerinde durulur.8 Nitekim bugün bir bayram halinde kutlanır.

Kur’ân nazarında tevhid, her türlü şaibeden uzak, halis ve arınmış olmalıdır. Kur’ân tevhidinin, bu hassasiyetinden dolayıdır ki, tevhidle şirkin arası bir bakıma çok uzak, bir bakıma çok yakındır. İnsanın, mücerred ve kişilik dışı olan hevâsının bile peşine düşmekle, onu tanrılaştırmış 9 olacağı açıkça bildirilir. (Furkan, 25/43; Casiye, 45/23)

Günümüz Katolik inancının bile Meryem’e verdiği “Tanrının Annesi” (Theotokos: Bu vasıf, 431’de toplanan Efes konsilinde kabul edilmiş olup, halen kullanılmaktadır.)10 lakabı, duaları ona yöneltme, onu ruh ve bedeniyle diri saymak, dünyada hazır ve icraat yapan bir sıfatlar vermek, İslâm nazarında Ulûhiyyet sıfatlarının kısmen tanınmış olması için, yeterli sebeb teşkil eder. İlâh (Tanrı) ibadetin kendisine yöneltildiği varlık demektir. Bu şartlar altında, Hristiyanların Meryem’i bir anlamda tanrılaştırdıkları söylenebilir.

Hıristiyanlar geçmişte olduğu gibi şimdi de, “tecessüd eden Kelâm’ın annesi” olarak Meryem’e “Tanrının Annesi” derler. Fakat karışık izahları anlamayan normal dindarların, “Tanrının Annesi” tabirinden, onun tanrılığını anlamadıklarını kim temin edebilir? Onun heykelinin bile karşısına geçip, takdimlerde bulunmak, huşû ile eğilerek ona dua etmek ve ondan, ancak Allah’ın yapabileceği şeyleri istemek, onun tanrılaştırmaktan başka bir şey değildir. Yaşanan dindarlık, bu şekildedir ve yaşayış temellerini hurafelerde değil, resmî dogmalarda bulmaktadır. Mariolâtrie (Meryem’e tapınma) tabiri Hristiyanlar tarafından ortaya çıkarılıp, Meryem kültünü ifade için kullanılmaktadır. H. Rousseau, timsalleri kabul eden Hristiyanlık hakkında: “Kabul etmek gerekir ki, halk dindarlığı işareti, medlul ile karıştırıp; işareti, (sûreti) medlûlün mahalli olarak kabul etmekle, putperest bir temayüle sahiptir” 11 demektedir. (Bu konuda isteyenler Reşit Rıda, Tefsiru’l-Menar, VII, s. 262-264’de tafsilat bulabilirler.)

Kur’ân, bütün bunlardan daha az şeylerin tanındığı varlıkların bile tanrılaştırıldığını söyler. Hevanın tanrı edileceğine dair âyetleri, biliyoruz. Yahudi ve Hristiyanlar hakkında, din adamlarını Allah’tan başka rabbler edindiklerini bildirir. (Tevbe, 9/31). Bu âyetteki rabb edinmeyi, bizzat açıklayan Hz. Peygamber (sav) rabb edinmeyi, din adamlarının haramı helâl, helâli haram yapıp, onların da buna tâbi olmalarıyla tefsir etmiştir. 12 Bu şekilde tefsir, ayrıca sahabeden İbn ‘Abbas ve Huzeyfe’ den de gelmektedir.13 Müfessirler, bu âyetin tefsirinde, bundan başka görüş serdetmezler. 14 Ulûhiyyetin vasıflarından biri olan, kulları için helâl ve haram esasları koymak yetkisinin başkalarına tanınması bile, tanıyanları müşrik saymaya kâfi geliyor. Bu âyette dikkati çeken bir taraf da şudur: Hristiyanların din adamlarını -yukarıdaki anlamda- tanrılaştırmaları ile Mesih’i tanrılaştırmaları, aynı tutulmuştur. Halbuki Kur’ân’ın başka yerlerinde geçtiği gibi, Hristiyanların Mesih’i tanrılaştırmaları hakikî anlamdadır, ona gerçekten tanrı diye taparlar. Buna rağmen, dinlerini, din adamlarına teslim etmelerinden dolayı tanrılaştırman din adamlarıyla Mesih, yan yana zikrediliyor. Demek Kur’ân’a göre, şirk ister açık ve kaba, ister dolambaçlı ve ustalıklı olsun, hepsi şirk vasfına dahil sayılır.

Şimdiye kadar şunu anlatmak istedik: Meryem, Hristiyanlar tarafından pek âlâ tanrılaştırılmıştır. Gelelim Meryem’in teslis ile alâkasına:

Meryem’i tanrılaştırmak başka, onu teslise katmak daha başka bir şeydir. Meseleye temas eden bütün batılı yazarların hemen hepsi15 (istisnasına rastlamadık). Maide sûresi 73/116 âyetlerini birleştirerek Kur’ân’ın Meryem’i Hristiyan teslisinin bir unsuru yaptığını, Hristiyan teslisi olarak: “Allah-İsa-Meryem” üçlüsünü gösterdiğini iddia ederler. Bundan dolayı, Hristiyanlar “Kur’ân da kendilerini bulmadıklarını” söylerler. Bazı Müslüman tefsirlerinde bile, bunu böyle telâkki ederek, lüzumsuz yere bir izah aramalarına şaşmamak elde değildir. Hıristiyan teslisi, “baba (Tanrı)- Oğul (İsa)- Ruhu’l-Kudüs”ten ibarettir. Kur’ân, üçüncü olarak Meryem’i sayıyor, sanılınca şöyle denmiştir: “Arabistan da, böyle bir teslis ileri süren bir mezhep vardı, sonradan kayboldu; Kur’ân, o mezhebi kasdetmektedir.” Belki böyle bir mezhep vardı. Her çeşit mezheple dolu olan Hristiyanlık tarihinde bu, uzak bir ihtimal değildir.

Fakat, Kur’ânın Meryem’i teslisin bir unsuru saydığı kesin olarak varid değildir. Kur’ân Nisa, 4/171 ve Maide, 5/73 âyetlerinde, açıkça bir teslisten bahseder. Ancak, şeklini ve bu üç unsurun neler olduğunu bildirmez. Maide sûresi 5/ 116 âyette ise Mesih ve Meryem’in Hristiyanlarca tanrı sayıldığını belirtir. Meryem’in tanrılaştırılması başka, teslise dahil edilmesi çok daha başka bir şeydir. Gördük ki, Kur’ân, Hristiyanların din adamlarını bile tanrılaştırmalarını tenkit etmektedir. (Tevbe, 9/31). Fakat hiç kimse, buna dayanarak Kur’ân’ın bir “Hristiyan çok tanrıcılığı”ndan söz ettiğini söyleyemez ve söylememiştir. Aksi halde teslis kalmazdı. Kur’ân’ı ciddî olarak tetkik etmek, bu asırlık yanlışı düzeltmeyi zarurî kılar. 

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 30.0K other subscribers
%d bloggers like this: