Fatiha Üzerine Mülâhazalar

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Mukaddime

Kur’ân’a Fâtiha ile başlanır. Namaza Fâtiha ile girilir. Her hayırlı iş bu pırlanta anahtarla açılır ve açılan kapılar arkasındaki karanlıklar da bu ışık kaynağı ile aydınlanır.

Bu itibarla ona her şeyin başı ve esası ma’nâsında ‘Fâtiha’ denilir. Maddî-mânevî, ferdî-içtimâî pek çok dert-lere derman olması itibariyle ona ‘Şâfiye’, insanlığın bütün problem ve sıkıntılarına yeterli bir reçete olması cihetiyle ‘Kâfiye’, bütün kitapların fihristi ve Kur’ânî hakikatlerin ezelî bir hülâsası olması yönüyle de ‘Ümmü’l-Kitâb’ denmiştir.

Fâtiha, Kur’ân-ı Kerîm’in, dolayısıyla bütün semâvî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtivâ eden, tam bir kitap genişliğinde mübârek bir sûredir. Kur’ân-ı Kerîm’deki ana esasları itikâd, ibâdet, muamelât veya hayat nizamı olarak hülâsa edecek olursak, Fâtiha sûre-i celilesinde, bütün itikâdî mes’elelere, ibâdetle alâkalı bütün hususlara ve bir hayat nizamına ya bir sarâhat, ya bir delâlet veya bir işâret, hiç olmazsa bir remiz bulmak her zaman mümkündür.

İslâm’da inanılması gerekli olan esaslar, bir kısım mücerred düşüncelerden ibâret değildir. İslâm’da, imân edilmesi gerekli olan prensipler, bilinmesi, düşünülmesi, inanılması, benliğe mâledilmesi, sonra da onlarla, Allah’a teslimiyete ulaşılması gerekli olan bir kısım hayatî değerlerdir. Bu hayatî değerler, en geniş ma’nâsıyla, düşünce ve zikirle derinleşir, ibâdetle beslenir; hattâ muâmelât ve muâşerette nefsânîlik ve beşerî mülâhazalara girmemek için onlar da çerçeve içine alınır. Böylece mü’min, her an imân dairesiyle münasebet içinde olur ve imânın ana mihveri etrafında döner durur.

Fâtiha suresinde bütün bu hususlar, derin bir münasebet içinde baş başa ve omuz omuzadırlar:

Sûre-i celile, evvelâ; hakiki ma’nâsıyla hamd ü senâya lâyık olan Zât’ı nazara verir; O’nu varlığın esası sayılan bir kısım sıfatlarla tanıtır, herşeyin zimamının O’nun elinde olduğu gerçeği üzerinde durur; sonra da, O’na boyun eğilmesi lâzım geldiğine dikkati çeker; bu boyun eğme ve diğer sorumluluklarla beraber gelen külfet, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında yardımın sadece ve sadece O’ndan istenilmesi gerektiğini ihtâr eder; bilhassa insan-oğlu için yardımların en önemlisi sayılan, hidâyete erdirilme talebini hatırlatır ve bu yüce talebi de en imrendirici bir çerçeve ile verir ki; bu çerçeve ilk günden bu yana, Hakk’ın ni’metlerine mazhar olmuş ve azıp-sapma gibi talihsizliklere düşmemişlerin çerçevesidir…

Görüldüğü gibi bu sûre-i celile, âdetâ Kur’ân’ın mukaddimesi gibidir. Değişik sûrelerde ayrıntılarıyla anlatılan pek çok yüksek hakikât, onda ya özetlenmiş, ya bir işâretle gösterilmiş veya çağrıştırma prensipleriyle verilmiş gibidir.

Ne var ki, bunların bütününün misallendirilmesi çok zaman alacağından, o hususu, yüzlerce ehl-i tahkik mü-fessirin isâbetli tefsir ve tesbitlerine ve onlardan küçük ve bulanık bir damla olan şu kitapçığa havale ederek.. bu kitabın hazırlanışıyla alâkalı bir iki mes’eleyi arzetmek istiyoruz:

1) Bu kitabın muhtevâsı, böyle bir kitaba mevzû teşkil etmesi esasına göre hazırlanmadı; camilerde halka hitaben yapılan konuşmalardan derlendi.

2) Edâ ve takdimde, cami cemaatinin duygu, düşünce ve hissiyâtı nazara alındığından, az dahi olsa rötuşlama-lara rağmen, konuşma dili olduğu gibi kaldı.

3) Va’z üslûbu içinde, bir mevzûdan diğer mevzûya geçerken, önceki bahislerin hatırlatılmasından bir kısım tekrarlar meydana geldi. Ve kitapta da bunları ayıklama imkânı olmadı.

4) Kur’ân-ı Kerîm’in yüksek üslûbunu bazen sarf, nahiv, maan, beyan (gramer, ma’nâ ve açıklama) prensiplerine göre göstermek gerektiğinden, bazı yerlerde oldukça teknik ağırlıklı oldu.

5) Ümmet-i Muhammed’e faydalı olup olmayacağını bilemediğim halde, sırf arkadaşlarımın hissiyât ve arzularına hürmetimin ifadesi olarak ‘Evet’ dediğim böyle bir mes’elede, hata etmiş isem kardeşlerimin temiz düşün-celerini şefaatçı yaparak Rabbimin beni affetmesini dilerim.

Giriş

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم*لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعاً مُّتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون

‘Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz’. (Haşir, 59/21)

Yani, Kur’ân, ilâhî hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvim sırrına mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet, o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur’ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Allah’a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle gelirdi; gel gör ki insan, kalp ve kafasını O’ndan uzak tuttuğu için Kur’ân bu şekilde müessir olamamaktadır. Hislerini Kur’ân’a karşı yabanileştiren his, fikir ve kalp âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan insan elbette Kur’ân’dan nasipsizdir.

Gavvas olana Kur’ân
Mücevher dolu umman
Nasipsizdir Kur’ân’dan
Her müstağni davranan.

Kur’ân bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk, onu azametiyle, insanların maslahatlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur’ân çok bereketli bir kitaptır. Mübarektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur’ân, bereketin tâ kendisidir.

İnsanlar onun emirlerine ittiba ettikleri zaman hayatları bereketlenir, milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, bu ittiba ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek dünyayı cennet haline getirir.

Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur’ân-ı Kerîm, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an ve her zaman düşünülmeli, her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur’ân’dan böyle bir cehd ve gay-retle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir.

İşte bütün bu hususlara işaretle Cenâb-ı Hakk:

كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ ‘(Bu Kur’ân) çok mübârek bir Kitap’tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sâhipleri öğüt alsınlar’ (Sâd, 38/29). Âyette geçen لِيَدَّبَّرُوا tâbiri, bir şeyi evire çevire ele alma, baştan sona, sondan başa gelip giderek teker teker düşünme mânâsına gelir. Ve işte Kur’ân böyle bir tedebbürle incelenmelidir… Ayrıca akıl sahipleri, Kur’ân’dan istifade ile daha ince hakikatları bulup keşfederek, büyük ve derin mânâlara, bu tefekkür sayesinde nüfuz edecektir ki, âyette أُوْلُوا الْأَلْبَابِ وَلِيَتَذَكَّر denilmiştir. Bir başka âyette de şöyle buyuruluyor:

أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَن لَّن يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ ‘Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah kendilerinin (Peygambere ve mü’minlere karşı güttükleri) kinlerini ortaya çıkarmayacak mı sandılar?’ (Muhammed, 47/29). Kur’ân herşeyi çok açık ve vâzıh gösterdiği halde niçin Kur’ân’ı tedebbür edip düşünmüyorlar? Kaldı ki, Kur’ân’ı okuyup da (bir insanın) Allah yoluna girmemesi düşünülemez.

أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا ‘Yoksa onların kalplerinde kilit mi vardır? Yoksa kalpleri mühürlenip kapanmış mıdır ki, onların kalplerine Kur’ân hakikatları nâmına birşey girmiyor?’ (Muhammed, 47/24).

Kur’ân, hayatın hayatıdır. İnsan hayatının hayırlı, mü-teyemmin ve mübârek olması, Kur’ân-ı Kerîm’i hayatına düstur yaptığı nisbette olur. Kur’ân’dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur’ân’dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.

Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde:

خيركم من تعلم القران وعلمه

‘Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına anlatandır.’[1] 

En hayırlı olmak istiyorsak, Kur’ân’ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ Kur’ân’a sahip çıkmış olduğumuzu âleme göstermiş olalım… Yoksa yine Kur’ân-ı Kerîm’in ifade ettiği gibi, öyle kenarından kenarından tutan kimselerin Kur’ân-ı Kerîm’in nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmeleri düşünülemez.

Burada kalbim titreyerek şu tâbiri kullanacağım: ‘Kur’ân beni mâzûr görsün’ Kur’ân, kendisine samimi âşık olmayanlara kıskançtır, onlara birşey vermez. Sen bütün gönlünle, hissinle Kur’ân’ın mecnûnu olur, ona yönelirsen o da sana teveccüh edecektir. Aksi halde sen Kur’ân-ı Kerîm’in ucundan ucundan tuttuğun müddetçe Kur’ân sana sırlarını açmayacaktır. Zira bu kelâm-ı İlâhî, kendisine bütün benliğiyle teveccüh eden âşık gönüllere nûr ve feyiz aksettirir. Sen onu okumaz, mânâsını tedebbür etmezsen onun feyzinden mahrum kalırsın. Bu hakikati Allah Resûlü’nün şu beyânlarında apaçık görmekteyiz:

عن عاءشة عن النبي صلي الله عليه وسلم قال الذي يقرأ القرآن وهو ماهر مع السفرة الكرام البررة. والذي يقراه يتتعتع فيه و هوشاق فله اجران اثنان ‘Kur’ân-ı Kerîm’i maharetle okuyan bir insan, Kirâmen Kâtibîn melekleri seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen fakat hâlis bir niyet ile okumaya çalışan, okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur’ân’ı okumak ona zor geldiği halde okuyan insana da iki sevap vardır.’[2] Bu sevaplardan birincisi Kur’ân-ı Kerîm’i okuma mükâfatı, ikincisi de bu işi zorlukla yerine getirme mükâfatıdır.

Kur’ân bir hazine-i İlâhiye’dir. O, serâpâ hayırdır. Onu maharetle, şanına yaraşır bir şekilde okuduğun zaman meleklerin seviyesine yükselirsin. İşin mübtedisi bulunduğun ve güzel okuyamadığın takdirde de yine mahrum kalmaz, iki sevap alırsın.

Buharî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerifiyle Allah Resûlü şöyle bir muvâzene yapıyor:

مثل المؤمن الذي يقرأ القرآن مثل الأترجة ريحها طيب وطمعها طيب مثل المؤمن الذي لايقرأ القرآن مثل الت مرة لاريح لها و طعمها حلو ومثل المنافق الذي يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مرّ ومثل المنافق الذي لايقرأ القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ Kur’ân okuyan mü’minin misâli turunçgillerden portakala benzer, tadı da güzeldir kokusu da güzeldir. Kur’ân okumayan mü’minin misâli de hurma gibidir. Kokusu yoktur fakat tadı lezzetlidir. Kur’ân okuyan münâfığın misâli, kokusu güzel fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur’ân okumayan münafığın misâli ise kokusu bulunmayan tadı da acı olan Ebû Cehil karpuzu gibidir.’[3]

Allah Resûlü, Kur’ân okuyan mü’mini turunca benzetiyor. Mü’min Kur’ân okuyacak, zira Kur’ân okumadığı takdirde bilemediği hayat, düzen ve sistemleri onu inhiraf ettirir. Kur’ân’dan uzak kaldığı müddet ve zaman içinde bilmeyerek Allah’tan uzaklaşmış olabilir. Çünki, Kur’ân onu idare edici bir kitaptır. Allah Resûlü bir temsil içerisinde bize bunu anlatıyor.

‘Kokusu da hoştur, tadı da hoştur.’ İlk defa o iyi bir şey tatmış ve sinesine iyi bir şey indirmiştir. Ve güzel haliyle onu okuduğundan ötürü etrafa da bir koku sinmiştir. Etraf da bu kokunun tesirinde kalır.

Mekke, mü’minleri sinesinde barındırmaz hâle geldiği zaman, Hz. Ebu Bekir de barınamayanlar arasında bulunuyordu. Tıpkı kendisinden evvel giden arkadaşları gibi o da Habeşistan’a hicret etmeyi düşünmüştü. Yolda İbnü’d-Dağinne isimli bir müşrikle karşılaştı. İbnü’d-Dağinne sordu:

– Nereye ey Ebû Kuhafe’nin oğlu?

– Kavmim beni kovdu. Artık beni aralarında barındırmak istemiyorlar.

– Senin gibisi Mekke’den nasıl çıkarılır? Sen, fakirlerin imdadına koşar, dul kadınlara el uzatır, yetimlerin elinden tutarsın. Evet, senin gibi bir insanı Mekke’den çıkarmak, Mekke’yi senin gibi bir kıymetten mahrum etmektir. Gel benim himayeme gir, seni koruyayım.

Hz. Ebu Bekir, döner gelir, o da himayesine aldığını ilân eder. Ama Mekkeli müşrik, Hz. Ebû Bekir’e etrafıyla, havasıyla, Kur’ân’ıyla ne kadar dayanacak, bunu zaman gösterecekti. Hz. Ebu Bekir o müşriğin şartlarına uyarak evine çekilir. Orada kendi kendine Kur’ân okumaya başlar. Fakat bir müddet sonra bu ona az gelir. Zira Kur’ân’ın kokusunu burcu burcu etrafa duyurmak lâzımdır. Onun için pencerenin önüne cumba gibi bir şey yaptırır, çıkar orada namaz kılar, Kur’ân okur. Hz. Ebû Bekir gözü yaşlı bir insandı. ‘Allah’ dediği an ağlamaya başlar, hıçkırıklarını tutamaz ve namaz kılarken de içinde boyunduruklar dönüyor gibi namaz kılardı. O cumbasında ibadet ededursun; kadın erkek, çoluk çocuk ne kadar gözü dönmüş insan varsa halkalar halinde Hz. Ebû Bekir’in cumbasının etrafını sararlar ve o, Kur’ân okuyup kendinden geçerken müşrikler de onu dinleyip şirâzeden çıkarlar. O güzel hâl, burcu burcu etrafa koku saçarken Hz. Muhammed’in (sav) halkası genişlemektedir. Zaten müşrikleri de şîrâzeden çıkaran budur. İbnü’d-Dağinne’ye müracaat ederler ve: ‘Bunu himâyenden at. Yoksa senin himâyende bulunan bir kimse hakkındaki himâyeni bozacak davranışta bulunacağız. Sonra halk senin için dedikodu etmesin’ derler. O, Hz. Ebû Bekir’e Kur’ân okumaktan vazgeçmesini söyler. Hz. Ebû Bekir cevaben: ‘Ben nasıl olur da Kur’ân okumaktan vazgeçerim. Bu Allah’ın kelâmıdır. Bu kelâm insanlara duyurulsun diye indirilmiştir. Vallahi sen beni himâyenden atsan da ben Allah’ın himâyesinde bu işe devam edeceğim’[4] der.

Kur’ân turunç gibi tatlıdır. Bu tadı tadan ona âşık olur. Kur’ân’ın bir de kokusu vardır… Kim o kokuyu duysa meczûb mevlevî gibi Kur’ân’ın etrafında pervaz etmeye başlar. İşte bu, gerçek mü’minin hâlidir. Kur’ân, onun ruhunda, kalbinde ve ağzında böyle en güzel mânâsını bulmuş olur.

Kur’ân okumayan mü’mine gelince:

مثل المؤمن الذي لايقرأ القرآن مثل التمرة لاريح لها وطعمها حلو ‘Kur’ân okumayan mü’min de hurma gibidir. O’nun kokusu yoktur fakat tadı vardır, tatlıdır.’ Böyle bir mü’min imanın tadını tatmasına ve Kur’ân’ın halâvetine ermesine rağmen, Kur’ân’ı okumadığından dolayı etrafa tesir edemez ve çevresi Kur’ân’ın o güzel kokusundan müstefîd olamaz. Bu sebeple Kur’ân mahsûr kalır. O, mü’mindir, fakat Kur’ân’ı Mu’cizü’l-Beyân’ın kokusunu, etrafa neşredeceği envârı sınırlandırmış ve had altına almıştır. İşte bu da Kur’ân okumayan onun hakâik ve dekâikine bağlanmayan ve Kur’ân’ı neşretmeyen, anlayışı kısır mü’minin misâlidir. Allah Resûlü devam ediyor:

ومثل المنافق الذي يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مر ‘Kur’ân okuyan münafığa gelince o, kokusu güzel ama tadı acı olan fesleğen gibidir. Kokusu güzeldir ama tadı can yakıcı acılıktadır.’

ومثل المنافق الذي لايقرأ القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ ‘Kur’ân okumayan münafık ve iki yüzlünün misaline gelince o da Ebu Cehil karpuzu gibidir. Hiçbir kokusu yoktur. Tadı da çok acıdır.’

Ortada Kur’ân hakikatı gibi büyük bir hakikat var. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece onu muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur, fakat zarftan ziyade mazrufa saygılı olmak lâzımdır. Kur’ân’ı bir kılıfa koyup evimizin en seçkin köşesine asmakla Kur’ân’a karşı saygılı olma vazifesini yapmış olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafta mı saklarsınız, yoksa hükümdar ne istiyor deyip mektubu hassasiyetle açıp gayet dikkatle okur musunuz? İşte hükümdarlar hükümdarı, Mâlikü’l-Mülk olan Hazreti Allah, size, bir nâme göndermiş, öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde, sizin hem dünyanızla hem de ahiretinizle alâkalı meseleler vardır. Siz bunu alsanız ta’zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz?

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, hayatınızı nizam altına almak için size tekrîmen gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ ‘Andolsun ki biz, insanı çok şerefli yarattık’ (İsrâ, 17/70) buyurmaktadır.

Evet, bizler Kur’ân-ı Kerim’le tekrim edildik. Zirâ Kur’ân’sızlara Allah كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ ‘Onlar emekleyen hayvanlar gibi, belki onlardan daha aşağıdır’ diyor (Furkan, 25/44). Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihraz etmiyor; senin şerefinin içinde, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a sahip çıkışının hissesi çok büyüktür.

بَنِي آدَمَ وَلَقَدْ كَرَّمْنَاُّ ‘Andolsun ki biz insanı çok şerefli yarattık’ diyen Allah (cc), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’la sana değer verdiğini anlatmış oluyor.

Yine Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

الجاهر في القرأن كالجاهر في الصدقةوالمسر في القرأن كالمسر في الصدقة ‘Kur’ân-ı Kerîm’i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur’ân-ı Kerîm’i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.’ [5] Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirak etmesi kastedilir, aynen öyle de: Açıktan okunan Kur’ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur’ân’la baş başa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur’ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur’ân’da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü’min için Kur’ân’da yer aramak ve kendini Kur’ân’a göre ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü’mindir. Ömer b. Abdülaziz ve Muhammed ibn Ka’bu’l-Kurazî ve daha niceleri, Kur’ân’ı hep bu eda içinde sabahlara kadar tilâvet etmiş ve Kur’ân’ın hakiki mânâ ve derinliğine ancak böylece ermişlerdir.

İçten, samimi ve güzel bir edâ ile okunan Kur’ân, insanın rûh, kalp ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz’in (sav) fem-i güher-i mübâreklerinden dökülüyor gibi Kur’ân’ı dinlemek insanı sonsuz huzura garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril’e misafir olma ve bizzat Kur’ân’ı O’ndan dinleme havası, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların verâsında Kur’ân’ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi ona muhatap olmak, -kalbin buna tahammülü var mı bilemem- insanı adeta semavîleştirir.

 


[1] Buhari, Fedâilu’l-Kur’ân, 21 Ebu Davud, Vitr; Tirmizi, Sevabu’l-Kur’ân 15; İbn-i Mace, Mukaddime, 16
[2] Müslim, Müsafirîn, 244; İbn-i Mace, Edeb, 52, Ahmed b. Hanbel, Vİ, 98, 170, 266
[3] Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17, 26, Et’ime, 30, Tevhid, 57; Müslim, Musafirin Mukaddime, 160; Dârimî, Fedailu’l-Kur’ân, 8, Ahmed b. Hanbel, IV, 397
[4] Buhâri, Menâkıb, 45, İbn Hişam, Sire, II, 11- 13
[5] Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’ân, 20; Nesaî, Zekât 68; Müsned. IV, 151, 158

Sonsuz Mûsîki

Fukahâdan bazıları, Kur’ân’ın, tegannî ve makam ile okunmasını tecviz etmemişlerdir. Tâbiînin büyük imamı Said b. Müseyyeb, Haccâc’ın şehit ettiği büyük mücahit Said b. Cübeyr, yine bu altın çağın önde gelenlerinden İmam Nehâî ve büyük müfessir İbn-i Sîrîn, hep bu görüştedirler.

İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel de bu görüşü paylaşanlardandır. Ancak, meseleyi, insanın mûsikî ihtiyacını tatmin etmesi yönünden ele alıp değerlendirmek ve bu mevzuda verilecek hükmü bu esasa göre vermek, herhalde her seviyedeki insanın, her türlü ihtiyacını nazara alan dinin rûhuna daha muvafık olacaktır.

Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadîste, Allah Resûlü’nün Ebû Musa el-Eş’ârî’nin evinin önünden geçerken onun güzel bir ses ve nağme ile Kur’an okuduğunu duyduğu ve ‘Davûd’un Mizmârı’ tâbiriyle bu hareketi taltif ettiği, anlatılmaktadır.[1]

İyi bir edâ, tatlı bir sadâ ve hâlis bir niyetle okunan Kur’ân-ı Kerîm, başkalarının da Kur’ân’ı sevmesine vesile olacağı için bizzat Allah Resûlü tarafından teşvik görmüştür.

Hâkim’in çeşitli tariklerle Hz. Berâ’dan rivayet ettiği ve Ebû Dâvud’un da aynı sahabeden naklettiği bir hadis-i şerif’te Allah Resûlü: بزَينوُا القُرْآنَ بِأَصْواتَكُم ‘Kur’ân-ı Kerîm’i seslerinizle tezyin edin’[2] buyurmaktadır.

İbn Mes’ud (ra) anlatıyor: ‘Bir gün Allah Resûlü yanıma geldi ve: ‘Bana bir Kur’ân oku da dinleyeyim’ dedi. Ben de: ‘Ya Resûlallah, Kur’ân sana nâzil olurken ben sana nasıl Kur’ân okurum?’ dedim. Allah Resûlü: ‘Ben başkasından Kur’ân dinlemeyi severim’ buyurdu. Bunun üzerine Nisâ sûresini okumaya başladım. Nihayet: فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا (Nisa,4/41) âyetine gelince: ‘Yeter! Yeter!’ buyurdu. Sustu. Baktım ki Allah Resûlü gözleri dolu ağlıyor. Âdetâ İbn Mes’ud’un okuduğu âyetler onu halsiz bırakmıştı. Belki birkaç âyet daha okusa idi Allah Resûlü eriyip gidecekti.’[3]

Kur’ân hüzünle nâzil oldu. O, mahzun ve münkesir bir kalple okunmalıdır. Şu vahşet sahrasında, imkânları kısır, kudreti az ve acz ü fakr içinde yuvarlanan insan, Hablü’l-Metin olan Kur’ân-ı Kerîm’e tutunursa insanlık semâsına yükselecek, evc-i kemâle çıkacak, şu girdaptan, çölün şu boğucu havasından ve yalnızlık vahşetinden kurtulacaktır. İşte Kur’ân insana bu his ve bu havayı verir. Bu itibarla Kur’ân okurken böyle bir hava içinde okunmaya çalışılmalıdır. Bu ise, mânâsına nüfûz nisbetinde olur. İnsan, onun mânâsına nüfûz edemezse, hele ilâhî maksadı düşünmezse çok defa Kur’ân’ın derinliklerine açılamaz ve Kur’ân da onun sinesinde te’sir icra etmez.

Sahabe-i kirâm, tâbiîn-i izâm hazerâtı, Kur’ân’ın bir hakikati adına çöller kateder ve onu öğrenmeye çalışırlardı. İmâm-ı Şâfiî Hazretleri bu hususta Mesrûk İbn-i Ecdâ Hazretleri’nin başından geçen bir hâdiseyi anlatıyor: ‘Mesrûk, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinden birisinin tefsirinde tereddüt ediyordu. Âyetin mânâsını tam öğrenebilmek için Medine’den Basra’ya gitti. Soru soracağı şahsın Basra’dan ayrılıp Şam’a gitmiş olduğunu öğrendi. Bunun üzerine oyalanmaksızın Şam’a doğru yola çıktı…’

Şimdi sizler bir düşünün, hızlı nakil vasıtalarının olmadığı, yolculukların çok güç şartlar altında, sadece deve ya da atlarla yapıldığı sıcak kumistan ve çöllerde, Mesrûk gibi yüce bir kâmet bir tek âyetin tefsirini öğrenebilmek için tehlikeli sayılabilecek uzun yolculukları göze alıyor, aradığı zâtı bulamayınca da ikinci bir yolculuğu göze almaktan çekinmiyordu.

İbn-i Abbas’ın talebelerinden büyük müfessir İkrime: ‘Ben, بوَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِراً إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُفَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلى اللّهِ ‘Kim Allah ve Resûlü için göç etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah’a düşer’ (Nisa, 4/100) âyetinde anlatılan şahsın adını tam ondört sene araştırdım’ diyor. Âyette ismi zikredilmeyen bu şahıs acaba kimdir? İkrime Hazretlerinin, bu şahsın ismini öğrenmek için bu kadar gayret göstermesinin sebebi hiç şüphesiz, onun, hayat-ı içtimâiyedeki mevkiinin ve karakterinin, âyetin tefsirine ışık tutacağı düşüncesidir. İşte İkrime ondört sene bu şahsı araştırmış ve sonunda onun Semure bin Habib olduğunu öğrenmiştir.

İbn-i Abbas da başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakleder:

إِن تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا وَإِن تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلَاهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلَائِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ

‘Eğer ikiniz Allah’a tevbe ederseniz, kalbiniz gerçekten (tevbeyi gerektiren bir duruma) yönelmişti (tevbe etmeniz gerekir). Ve eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve mü’minlerin iyileridir. Bunun ardından melekler de ona arkadır.’ (Tahrim, 66/4) İşte bu âyet-i kerîmede anlatılan iki kadının Allah Resûlü aleyhinde anlaşma gibi bir vaziyete girmeleri zihnimde istifham meydana getirmişti. Meseleyi Hz. Ömer’den öğrenebi-lirdim. Ancak mehâbetinden dolayı yanına sokulup bunu bir türlü ona soramıyordum. Her nasılsa bir gün fırsatını buldum. Hz. Ömer’i müsait bir pozisyonda yakaladım ve:

– Ey mü’minlerin Emîri! Bu âyet-i kerimede anlatılan kadınlar kimlerdir? dedim.
– Hz. Âişe ve Hz. Hafsa, diye cevap verdi.

Daha bunlar gibi binlerce misal verilebilir…. Sahabe ve tabiûn, Kur’ân-ı Kerîm’in bir hakikatini tam kavrayabilmek için, günlerce, haftalarca, aylarca, hatta senelerce bu hakikatin arkasından koşuyor, onu bulacağı âna kadar durup dinlenme bilmiyordu.

Kur’ân-ı Kerîm yirmi üç senede nâzil oldu. Nâzil olurken bazen kemik parçalarına, bazen kabuğu soyulmuş hurma ağaçlarının tahtalarına, bazen de o günün iptidai kâğıtlarına yazılıyordu. Ayrıca o devirde, nâzil olan her âyeti ânında ezberlemek suretiyle Kur’ân’ın tamamını ezberleyen de pek çoktu. İbn-i Mes’ud, Zeyd bin Sabit, Übey bin Ka’b, Hz. Osman ve daha yüzlercesi Kur’ân’ın tamamını ezberlemişlerdi. Bir âyet nâzil olduğu zaman, Allah Resûlü vahyen: ‘Bu âyet falan sûrenin şu âyetidir’ derdi. Onlar du bu âyeti oraya kor, ona göre ezberlerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’in sûreleri de yine vahyen sıralanmıştır. Aynı zamanda eşsiz mu’cizeler menbâı bu ilâhî kelâm sahabenin sadrında, elindeki kâğıtta, hurma ağacında veya kemikler üzerinde yazılı ve mahfuz bulunuyordu. Yemâme Harbi’nde Kurrâ denilen hâfızlardan pek çoğu şehit olunca Hz. Ömer ciddi bir endişeye kapıldı. Bir gün bu endişesini Hz. Ebû Bekir’e şöyle açıkladı:

– Ey Allah’ın Peygamberi’nin halifesi, Yemâme’de şu kadar Kur’ân hâfızı şehit oldu. Eğer önümüze çıkan birkaç vak’âda, bir kısmı daha şehit olursa, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını bilen hafızlar kalmayacağından ve Allah Kelâmı’nın unutulacağından endişe ediyorum.

– Ya Ömer ne yapmamı istiyorsun?

– Kur’ân-ı Kerîm’i toplayıp bir araya getirelim ve hemen yazalım. Kur’ân’ı hâfızların kafalarına bırakmayalım. Yoksa onlar ölür gider. Kur’ân-ı Kerîm de zâyi olur.

Hz. Ebû Bekir ise meselenin hassasiyeti karşısında tir tir titriyordu. ‘Ben Allah’ı kendi adıma ve hesabıma konuşturursam, hangi yer beni taşır, hangi gök beni gölgelendirir’ diyen Hz. Ebû Bekir, bu teklif karşısında irkilmiş ve birdenbire, arslan gibi kükreyerek: ‘Ya Ömer, bana neyi teklif ediyorsun? Resûlullah devrinde yapıl-mayan bir şeyi bana nasıl teklif edebilirsin?’ demişti.

Hz. Ömer uzun uzun işin ehemmiyet ve nezaketini anlattı. Hz. Ebû Bekir sonrasını şöyle anlatıyor: ‘Vallahi Ömer bu mevzuda isabetli imiş. Allah benim kalbime de inşirah verdi. Artık benim kalbim de bu işe yatmıştı. Anladım ki, Kur’ân-ı Kerîm’in muhakkak cem’edilmesi lâzım!’

Bu işi kim yapacaktı? Beraberce düşündüler ve Zeyd bin Sâbit’te karar kıldılar. Zeyd (ra), Resûl-i Ekrem’in, Kur’ân’ına itimat ettiği hâfızlardandı. Zeyd bin Sâbit (ra) anlatıyor: ‘Halife beni çağırmıştı. Yanında Ömer (ra) başını aşağıya eğmiş bekliyordu. Halife, bana Kur’ân’ı cem’etme teklifinde bulundu. Bu teklif karşısında irkildim, ürktüm. ‘Bana, Allah Resûlü’nün devrinde yapılmayan bir şeyi teklif etmeyin’ dedim. Nihâyet Ebû Bekir işin ciddiyeti ve lüzumunu anlattı. Bu mesele benim de içime yattı ve meselenin lüzumuna ben de inandım.’

Hz. Ebû Bekir, bütün hâfızları toplayıp bir araya getirdi. Herkesin yanındaki Kur’ân bölümleri bir araya getirildi ve şûrâya sunuldu. Çalışmaların sonunda toplanıp, yazılan Kur’ân’da cumhur ittifak ettiler. Kur’ân’ın sıralanı-şı, âyet ve âyetlerin sıralanışı, sahâbenin ittifakı ile tevâtü-ren vukû buldu.

Hz. Osman’ın hilafeti zamanında kıraatlerin ihtilâfından dolayı tereddüt hâsıl oldu. Resûl-ü Ekrem bir hadîslerinde: إنَّ هذا القُرْآن أنزلَ عَلي سبْعَةِ أحْرُف ‘Kur’ân yedi harf üzerine nâzil oldu’[4] buyurmuştu. Bu yedi harf keyfiyeti ne olursa olsun kelimelerin değişik şekillerde, kabile fonetiğine ve mahariç anlayışına göre okunması veya Kur’ân-ı Kerîm’in içindeki emir, nehy, vaad, vaid, lehçe, şive, edâ veya daha başka şeyler…

Kur’ân-ı Kerîm’in bu vecihlerle okunması Müslümanlar arasında birtakım ihtilafların doğmasına sebep oldu. Bunun üzerine Huzeyfe (ra), Hz. Osman’a (ra) müracaat ederek; ‘Müslümanlar arasında ciddi bir ihtilaftan endişe ediyorum. Kur’ân’ın nüshalarını çoğaltıp, bunları çeşitli mıntıkalara gönderelim, halk ihtilafa düşmesin’ dedi. Hz. Osman da Zeyd bin Sabit, Abdullah bin Zübeyr ve İbn-i As’dan müteşekkil bir heyet oluşturdu. Kur’ân-ı Kerîm de bu heyet tarafından yazıldı ve yedi adet nüsha meydana getirildi. Çoğaltılan bu nüshalar Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan Kur’ân’ın aynısıydı. Nüshalar çeşitli İslâm memleketlerine gönderildi.[5] O günden bugüne Kur’ân-ı Kerîm aynı şekliyle muhafaza edilmektedir. Esasen Allah (cc) şu âyet-i kerimede de belirttiği üzere, onu teminat altına almıştır: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ‘Kur’ân’ı biz indirdik, andolsun ki onu muhafaza edecek biziz.’ (Hicr,15/9).

Allah Kur’ân’ı kıyâmete kadar devam ettirecektir. Biz Kur’ân’a sahip çıkarsak Kur’ân bizimle devam eder. Böylece hanemiz ve memleketimiz onun nûruyla aydınlanır. Evet, onu başımıza tâç yapıp koyabilsek, bütün insanlığın başına tâç olma mazhariyetine erebiliriz.

 


[1] Buhâri, Fedâilu’l-Kur’ân, 31. Müslim, Müsafirin, 235,236. Tirmizi, Menâkıb, 95, Nesâi, 83, İbn Mâce, İkâme, 1.76. Dârimi, Salât, 171, Fedâilu’l-Kur’ân, 34. Müsned, III. 369, V, 349, 351, 359, VI, 37,167
[2] Buhâri, Tevhid, 52; Ebu Davud, Vitr, 20; İbn Mâce, İkame, 176
[3} Buhâri, Tefsir-u Suretin-Nisa, 9; Fedailu’l-Kur’ân, 32, 35; Müslim, Müsafirin İftitah, 37; Müsned, V, 16, 61, 114, 124, 127, 128, 132
[4] Buhari, Fedâilu’l-Kur’ân, 5,27, Tevhid, 53, Bed’ul-Halk. 6 4; Müslim, Müsafirin, 270; Ebu Davud, Vitr, 22; Tirmizi, Kur’ân
[5] Ez-Zerkânî, Menâlhilu’l-İrfan, I, 250 ve Tefsîr Usulü kitabları

Kur'ân'ın Kaynağı

Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatı vardır. O Mütekellim-i Ezelî’dir…

Allah, içinde insanoğlunun da bulunduğu kâinatları yaratır, sonra onu ve bizi bize anlatır. Allah zâtını, sıfatlarını, isimlerini anlatır. İnsan denen sanat haliçesini ve sırlar yüklü beşer muammasını şerh ve izah eder. Ama O’nun bu konuşması, keyfiyetini tam idrâk edemediğimiz bir konuşmadır. İşte Kur’ân Allah’ın bu tür bir konuşmasından meydana gelmiştir. Bu konuşmada bir kısım harfler, kelimeler, cümleler, paragraflar görürüz. Buna “Kelâm-ı Lafzî” denir. Kelimelere, harflere, seslere dökülmüş lâfızlar.

Bir de “Kelâm-ı Nefsî” vardır. Ses çıkararak konuşmaya lafzî; iç âleminde ses çıkarmadan konuşmaya “nefsî konuşma” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de kelâm-ı nefsîye ait deliller pek çoktur. Biz sadece misal olsun diye bir ikisine temas edelim: Sûre-i Yusuf’ta, Yusuf’un kardeşleri Hz. Yusuf’a çocukluk dönemine ait hırsızlık isnadında bulunurlar. Halbuki, Mısır azizi olarak tanıdıkları ve biraz sonra kendisine: إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ “Seni iyilerden görüyoruz.” (Yusuf,12/78) diyecekleri insan, az önce iftirada bulundukları Yusuf’un tâ kendisiydi. Ancak Hz. Yusuf, onlara iftiralarını yüzlerine vurarak mukabelede bulunmadı. Ne var ki böyle bir iftira karşısında sessiz de kalamazdı. Onun için kelâm-ı nefsî ile konuştu ve: أَنتُمْ شَرٌّ مَّكَاناً “Siz durumunuz itibariyle daha kötüsünüz” (Yusuf,12/77) dedi. Fakat bu nefsî bir konuşmaydı. وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِك “İçten içe Rabbini an”(A’raf, 7/205) âyeti de nefsî konuşmaya bir delil ve bir işarettir. İşte Allah’ın ezeldeki kelâmı da bu nefsî mânâ içindedir. Cihan, ekvân, eşya ve insan yoktu. Ama Allah yine mütekellimdi, konuşuyordu. Kur’ân ezelîdir. Hiçbir şey yokken Kur’ân yine vardı. Fakat bu nefsî mânâda vardı. Çok dakik ve ayakları kaydıran bu noktaya sadece bir iki cümleyle baktırmaya çalışacağız: Kur’ân-ı Kerîm okunurken, dinlenirken ve yazılırken aynı zamanda bu elfâzın içinde nefsî mânâ da anlaşılmış olur.

Meselâ: إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ derken, “inne” de bir hemze bir de “nun” vardır. Diğer kelimeler de muhtelif harflerden meydana gelmiştir. Bunları yazı ve şekille ifade ettiğimiz aynı anda kelâm-ı nefsîde vücûd bulmakta ve ilâhî kelâm bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmektedir.

Kur’ân’ın mânâsına nüfûz eden bir insan, çok tekrardan mütevellid, Kur’ân’ın zâhiri lafız ve mânâsından usansa dahi, bu nefsî mânâdan asla usanmaz ve insana bıkkınlık ârız olmaz. İşte keyfiyeti bizce meçhul bu nefsî mânâ hissedilir, fakat bulunup bilinemez. Ondan alınan zevk-i ruhâniyi ise anlatmak kâbil değildir. Nasıl ki, vahyin mahiyetini bilemiyoruz. Ve bu mevzudaki bütün ma’rifetimiz hayretimizden ibarettir. Öyle de, istenilen mânâda okunan ve dinlenen Kur’ân-ı Kerîm’de de, zâhiri kelime ve mânâların çok verâsında öyle mânâlar anlaşılır ve hissedilir ki, bu mevzuda da ma’rifetimiz sadece hayretimizden ibâret kalır. Bunu bu kadar anladıktan sonra artık Mu’tezile mezhebinin, “Mütekellim demek, kelâmı yaratan demektir” veya Havaric, Haşeviye ve İmamiye’nin, “Allah’ın kelâmı, harflerden, seslerden ibarettir” safsatasının bir mânâsı kalmayacaktır. Sesler, harfler, kelimeler, cümleler bize taallûku itibariyle; bize ait âlât u edevâtla, ifadesi itibariyle mahluktur. Evet Allah’ın kelâmında harfler, kelimeler vardır, fakat harfler, kelimeler esas değildir. Esas olan o büyük mânâ; harflerin, kelimelerin içinde ve idrâkimizin verasında kendisini hissettirmektedir. Bu haliyle Allah’ın kelâmı, Kur’ân’ın içinde de, insanların ağzında da, hafızların sinesinde de kendine has buuduyla veya buudlar ve keyfiyetler üstü haliyle hep o kelâm-ı ezelîdir.

Kur'ân'ın İhtiva Ettiği Mânâlar İtibariyle Tarifi

Kur’ân şu kâinat kitabının bir tercümesidir. Evet, kâinat bir kitaptır. Satırlarıyla, sayfalarıyla, muntazam olarak dizilen bu kitabı okuyacak bir mütalâacı gerekmektedir. O mütalâacı da insan ve bu kitabın tefsiri de Kur’ân’dır. Kâinat’ın büyük ve derin mânâsını, onun geniş sîmâsından kavrayamayan insana, Allah (cc), Kitab-ı Kâinat’ın tercümesi olan Kur’ân’ı ihsan etmiştir. Biz kâinatın geniş sayfasında ve safhalarında birdenbire göremediğimiz bu büyük mânâları fihrist halinde Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyân’da görebiliriz. Bu, insana aynı zamanda ayrı bir rahmettir. Zirâ kâinatı yaratan Allah’tır (cc). Kâinat kitabını konuşturan da Allah’tır. Allah’tan başkalarının kâinat hakkındaki hükmü yanlış olduğu gibi, insan hakkındaki hükümleri de yanlıştır. Kâinat Kâinatullah; Kur’an Kelâmullah, insan da abdullahtır. Bu üçünün birbiriyle münasebetini tesis eden de Allah’tır.

Kur'ân Kâinat Kitabının Tefsiridir

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

“Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi gösterecegiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin herşeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

Yani “(insanlar hangi ilmin hangi dalında ihtisas yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, açık ve seçik olarak) âfâktaki ve kendi nefislerindeki âyetlerimizi onlara göstereceğiz.” Mâhiyet-i insaniyetin abes olmadığını, gelişigüzel gelmediğini, bu mevzûda ortaya atılan faraziye ve hipotezlerin ciddi bir dayanağı bulunmadığını, insan muammasının altında bir kısım hakikatler var olduğunu ilim onlara söyleyecek ve onlar da bu hakikatleri kendi nefislerinde hissedeceklerdir. Kâinatı çeşitli yönleriyle inceleyen âlimler, hakikati açık seçik inceledikleri zaman onlar da herşeyin hakikatini apaçık göstereceklerdir: حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ “Hak onlar için tebeyyün edip apaçık ortaya çıkacak ve onlar da anlayacaklar.”

أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ “Evet, onlara, Allah’ın her şeye hâzır ve nâzır olması, herşeyi görüp her şeye şâhit olması yetmez mi?…”

Kur'ân Kâinatın Bir Tercüme-i Ezelîyesidir

Kâinatta bulunan çeşitli kanunlara, âyât-ı tekviniye denir. Bu kanunlara verilen isimler ne olursa olsun işin mâhiyetine te’sir etmez. Bunlar, bütünüyle Allah’ın âyetlerinden birer âyettir. İşte kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın tekvin sıfatından gelen bu âyetlerin ebedî birer tercümanıdır. Kur’ân, kâinat karşısında durur ve bize kâinatı anlatır.

Meselâ: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ َ

“Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün nizam ve intizamla değişmesi, semâ ve arzın münâsebetleri yani denizlerin tebahhur etmesi ve semânın, suya muhtaç küre-i arza yağmur damlalarını indirmesi, yerde otların, toprağı şak şak edip bitmesi, neşv ü nemâ kanununa tâbi olarak herşeyin gelişmesi, birer âyât-ı ilâhiyyedir” (Âl-i İmrân, 3/190). Kur’ân kâinatta cârî olan Allah’ın bu çeşit âyetlerine tercümanlık yapıyor ve bize anlatıyor. Nasıl anlattığını, kısa da olsa arzetmeye çalışalım: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَّبَناً خَالِصاً سَآئِغاً لِلشَّارِبِينََ

Canlının yediği gıda vücudun protein, vitamin, kalsiyum, demir, bakır vs. gibi ihtiyaçlarını karşılıyor. Ve bunlardan bir tanesinin eksikliği insan vücudunda bir kısım arızalar doğuruyor. Bu arada vakti gelip lüzum hasıl olduğu zaman canlılarda, yedikleri gıdalardan, Allah süt hasıl ediyor.

İnsanın yediği maddelerin bir kısmı ağzında, bir kısmı midesinde eriyor ve umumiyetle ince barsaklarda halloluyor. İnce barsaktaki kılcallar tarafından emildikten sonra kan içinde süt guddelerine uğramak suretiyle ikinci bir tasfiye daha meydana geliyor. Mugaddi şeylerin bir kısmı vücutta ihtiyaç duyulan merkezlere gidiyor, hücrelere tevzi ve taksim ediliyor. Bir kısmı da süt guddelerinde süt haline, geliyor. Sonra bu süt, memeli hayvanların memelerine gidiyor ve biz de, bizim için protein kaynağı olan sütü oradan alıyor, içiyor ve kuvvet kazanıyoruz.

Kısaca arzettiğimiz bu husus ilmin ve müşahedenin kabul ettiği bir meseledir. Şimdi aynı müşahede altında Kur’ân’ın mezkûr âyetine bakalım: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَ “Canlılarda, onların hayatlarında, gıda alışlarında sizler için ibretler vardır.”

نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِه “İçlerinde onların bir kısmını (hepsini değil) size içiriyoruz.” İçlerinde olan şeylerin nasıl yapıldığını da şöyle anlatıyor: مِن بَيْنِ فَرْثٍ

Buradaki بَيْن ِ kelimesi iki şeyin arasını ifade eder. Arapça’da iki şey olmazsa بَيْنِ kelimesi kullanılmaz. Esasen ortada iki nesne vardır. Birisi kan diğeri fışkı.

İlk ayrımı kan ile fışkı arasında, ikinci ayrımı da kandan yapıyoruz. İlk defa mugaddi şeyler kan halinde barsaklar tarafından emiliyor ve içeriye gidiyor. Sonra ikinci bir tasfiyeyi de kan guddelerinde yapıyoruz. لَّبَناً خَالِصاً Sonra tertemiz, berrak, halis bir süt hasıl oluyor.

Mâhiyeti itibariyle fışkının içinden çıkan madde, insanı rahatsız ve iz’âc eder. Bu sebeple Kur’ân لخَالِصا kelimesini diğer taraftan kanın içinden çıktığı için belki gırtlakları tahriş eder düşüncesini bertaraf etmek için de سَآئِغاً لِلشَّارِبِينَ ifadesini kullanıyor. Süt fışkıdan, kandan çıkmıştır ama ne kanın ne de fışkının karakterini taşır. (Nahl, 16/66)

Peygamberimiz ümmiydi, kitaplı, kitapsız, mü’min, kâfir, münâfık herkes O’nun okuma-yazma bilmediğinde ittifak halindedir. Böyle bir Zât’ın fem-i güherinden bir âyet işitiyor ve on dört asır sonra o âyetin arkasında röntgen şualarıyla, teşrihatla anlaşılabilecek bir kısım ilmî hakikatleri görüyoruz.

İşte bu hakikat, Kur’ân’ın ilâhî ve lâhûtî olduğuna apaçık ve bütün vüzûhuyla delâlet eder. En muhtasar meâllere dahi bakıldığı zaman bu mânâyı görüp müşahede etmek mümkündür. Elverir ki fert, bir kısım peşin hükümlerin, kaziyelerin zebûnu olmasın…

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقاً حَرَجاً كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ

“Allah, iradesini iyiye kullananlardan kimin hidayetini murad ederse; onun kalbine açıklık bahşeder, kalbine inşirah verir, İslâmiyet’e karşı akıcı hâle getirir, gönlünde itminan yaratır ve o insanı huzura kavuşturur. İradesini kötüye kullananlardan da kimin dalâletini murad ederse; o insanın gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar kılar, sıkar ve kalaklar içinde çırpınır hâle getirir” (En’âm, 6/125).

İnanmayan insanın sıkıntısı nasıldır? İşte bu hususu Kur’ân şöyle anlatıyor: كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء “Sanki semâya doğru çıkıyor, sesi soluğu kesilmiş ve havasız kalmış gibi göğsü sıkılıyor.”

Bu âyette bir teşbih görüyoruz. Müşebbehünbih’in (benzetilen) müşebbeh’den (benzeyen) daha açık olması lâzımdır. Biz havanın berraklığını anlatırken: “Merih’in atmosferi gibidir” dersek muhâtabımıza birşey anlatmış olmayız. Muhâtabımıza, müşâhidin müşâhedesiyle vüzûha kavuşmuş meselelerle ancak birşeyler anlatabiliriz.

Kur’ân bu âyetinde, kalp sıkıntısını bir şeye teşbih ediyor ve biz orada Kur’ân’ın ilmî bir kanuna parmak bastığını görüyoruz.

Burada Kur’ân üç hususa dikkati çekmektedir:
Birincisi;السَّمَاء (semâ) tâbirinin kullanılması.
İkincisi;يَصَّعَّ kelimesinin karakteristik bir ifâdesi ki, bir zorlama, bir sıkıntı, bir bunalma mânâsını ifade etmektedir.
Üçüncüsü; yukarıya doğru çıkarken, zorlamanın esasen cümlenin kendisinde bulunması hususudur.

Ondört asır evvel, semâya doğru yükseldikçe oksijen nisbetinin düşük olduğunu kimse bilmiyordu. Yani, yukarıya doğru çıkarken insanın göğsünün sıkılacağını, sesinin, soluğunun kesileceğini…. Bu gerçek ancak yirminci asrın teknik imkânlarından faydalanmak, balonlar atmak ve uçaklarla gökyüzünde sefer tertip etmek suretiyle anlaşılır hâle gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, inanmayan insanın göğsünün sıkıntısını anlatırken, lâtif bir teşbihle, yukarıya doğru çıkıldıkça oksijen nisbetinin azalmasını, kendine yakışır edâsıyla ondört asır evvel anlatıyor.

Bu hususta, asrımız insanının bunalımını, buhranını gönlünün sıkılmasını birinci mesele olarak alıyor, parmak basıyor ve yine bize hitap ediyor. Çünki bu mesele ancak yirminci asrın insanının anlayabileceği bir meseledir ve demek istiyor ki; gönlünün sıkıntısı tıpkı semâlara doğru çıkarken göğsünün sıkılması gibidir.

Bir başka âyet: وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْن

Arapça’da “umum” bütün mânâsına gelen كُل (küll) kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar fert varsa hepsini ihtiva eder. وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ derken buradaki شَيْءِ kelimesi nekredir. Âyet “Herşeyi çift yarattık” (Zâriyat, 51/49) demektir. Allah’a bile “şey” denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O’nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.

İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılar da öyle çifttir. Nebâtât da çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki زَوْجَيْن “Zevceyn” kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.

Yâsin sûresindeki âyet bu hakikati daha mufassal olarak şöyle anlatıyor: سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ

“Ne yücedir o (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır” (Yâsin, 36/36).

Belli ki o günün insanının müşâhedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen meçhul bir kısım şeylerden bahsediliyor. Diyor ki: Daha sizin bilmediğiniz bir kısım şeyleri de çift yarattı. O tarihlerde atom, elektron, nötron, proton bilinemezdi. Fakat bütün bunlarda hep mütemadiyen birinin diğeriyle ayakta durduğu, baş başa verdiği, mevcut nizâmı ayakta tutmaya çalıştığı hakikatı ortaya çıkmaktadır. İleride ise atom fiziği karşımıza daha neler çıkaracak, henüz bilemiyoruz. Bir başka âyet: لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَا أَصْغَرُ مِن ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ

“Göklerde ve yerde zerre miktarı birşey, O’ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne bundan büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın” (Sebe’, 34/3).

Bu âyet, esas olarak; Allah’ın nazarından, ilminin, sem’inin ve basar’ının ihatasından hiçbir şeyin hariç olmadığını anlatmaktadır. Evet, en küçük atomlar âleminden, nebülozlar âlemine kadar herşey O’nun destgâh-ı kudretinde, tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Ve âyet bize, bunu anlatıyor. Fakat, bunun altında bazı ilmî hakikatleri de şerhediyor.

ذَرَّةٍ Bugünün dilinde olduğu gibi dünün dilinde de “zerre” atom demektir. Fakat atomun ne demek olduğunu bilmeyen Arap, zerre dendiği zaman, güneş pencereden içeriye vurduğunda, güneşin ışığı altında görülen tozu toprağı anlıyordu. Çünkü onun nazarında maddenin en küçük parçası oydu. Burada dikkati çeken husus, bu ismin, maddenin en küçük parçasına verilmesiydi.

Ama bugün Arap dilinde zerre, atomun tam karşılığı olarak kullanılan bir kelimedir.

Burada dört tâbir dikkati çekmektedir:

Birincisi; zerre, yani atom.
İkincisi; zerrenin asgarı, küçüğü yani elektron.
Üçüncüsü; zerrenin ekberi, büyüğü yani molekül.
Dördüncüsü; miskal-i zerre yani atom ağırlığı.

İsterse zerre, isterse zerrenin küçüğü elektron, isterse zerrenin büyüğü molekül olsun hiçbirisi Allah’ın ilminin ihâtası dışında kalamaz.

Bir de zerrenin ağırlığından bahsediliyor. Malumdur ki atom fiziğinde “Atom Ağırlığı” meselesi çok mühimdir. Eskiler, hidrojene 1 numarasını, uranyuma da 228 numarasını koymuşlardı. Hidrojenin atom ağırlığı en hafif, uranyumun ise en ağırdır.

Görüldüğü gibi bugünkü modern ilim dahi Kur’ân’ın asırlar önce işaret etmiş olduğu atom ağırlığı meselesini disipline ederek, bütün elementlerin belli sayıdaki atom ağırlıklarını ortaya koymuşlardır.

Zâriyat sûresinin ilk üç âyetinde de bu meseleye ışık tutar bir mahiyet görüyoruz: وَالذَّارِيَاتِ ذَرْواً “Tozutup duran, dönüp duran, daireler çizen şeylere kasem olsun” (Zâriyat, 51/1).

Lorenz’in kurduğu elektron teorisi atomun küçük yörüngesi, atomun hacmi denilen pek ufak bir sahayı işgal etmiştir ve âdeta minyatür bir güneş manzûmesidir.

Atomların en hafifi olan hidrojen atomunun çapı, bir milimetrenin milyonda onu kadardır. Merkezinde pozitif elektrik yüklü bir çekirdek ve etrafında negatif elektrik yüklü elektronlar vardır. Bunlar savrulan bir toz bulutu gibi çekirdeğin etrafını kaplamış olarak dururlar.

Elektronların mahreklerinde süratleri müthiştir. Bir hidrojen elektronu saniyede takriben ikibin kilometre, bir uranyum elektronu ise ikiyüz kilometre hızla döner… Bu müsbet ve menfi elektrik, mütemâdiyen elektrik dalgaları ve enerji neşrettiği halde bu enerjinin yavaş yavaş kaybolması gerekirken ve bundan ötürü de hareketin bir zaman sonra durması lâzım gelirken böyle olmamaktadır.

فَالْحَامِلَاتِ وِقْراً “Sonra alabildiğine ağır yükleri taşıyanlara da kasem olsun” (Zâriyat, 51/2).

Ağırlık yükleneceği için çekirdekteki pozitif elektrik protondadır. Nötronlara gelince, bunlarda elektrik olmadığı bilinmektedir.

فَالْجَارِيَاتِ يُسْراً “Çok kolaylıkla akıp gidenlere de kasem olsun” (Zâriyat, 51/3).

Nötronlar iki türlüdür. Bir kısmı çok hızlı ki, ışık hızına yaklaşan sür’atleri ve büyük enerjileri vardır. Bazıları otuz santimetre kalınlığındaki kurşun levhaları kolayca geçebilirler. Bir kısmı da yavaş nötronlardır ki, molekül hareketinden biraz fazla harekete sahip olduklarından yollarında rastladıkları çekirdek tarafından yakalanırlar. Yakalanan çekirdek de infilak eder. Bu reaksiyon neticesindeki enerjilerden beş ilâ on milyon (Elektron-Volt) hızında dönen nötronlar meydana gelir. İşte فَالْجَارِيَاتِ يُسْراً da buna işaret vardır.

Bulut ve Yağmur-Rüzgâr ve Aşılama

Hava, sıcaklığı nisbetinde nem, rutubet yutar. Sıcak hava, sıcak bir kata dokunduğu zaman hiçbir engel tanımadan havayı geçiriverir. Havanın yoğunluğu sıcaklık ile ters orantılıdır. Yani hava, ısıtıldığı zaman çevresindeki havaya nisbeten biraz daha hafif hâle gelir ve yukarıya doğru kalkar. Atmosfere doğru kalktıkça genişleme imkânı bulduğu bir vasata gelince genişleyiverir. Genişlemesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjiyi, kendi harâretini vererek sağlar ve durmadan bu kanun altında yukarıya doğru yükselir. Bir taraftan da genişler, genişledikçe enerji sarfeder. Yani harâretinden kaybeder, kaybettikçe yukarıya doğru çıkar ve çiğ noktasına varır.

Şayet yukarıda hava istikrarlı değilse daha yukarılara çıkar. Uçaktan bakıldığı zaman dağ şeklindeki bulutların arz-ı endâm edişi çok güzel görülür. Bunlar atılmış pamuk yığınları gibi bir mahiyet arzederler. Eğer bulut istikrar kesbedip sükûnete ererse; inişi çıkışı kalmazsa, yağmur yağacak, fırtına kopacak demektir.

Bazen sıkışma ve tazyik sebebi ile çok daha yukarılara da çıkar; bir örs, bir tepe şeklini alır. Orada daha fazla bir sıkışma vardır.

Hicr sûresinin 22. âyeti ile Nûr Sûresi 43. âyeti omuz omuza bu hakikati bize şöyle anlatıyorlar: يوَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ ‘Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık.’ (Hicr, 15/22)

Rüzgârların birçok vazifeleri var ama, âyette iki vazifesine parmak basılıyor.

Nebâtâtın aşılanması böceklerle, vesâir yollarla olduğu gibi bir kısmı da rüzgârlar vasıtasıyla olur. Allah: “Rüzgârları Biz, bu aşılama işini yapsınlar diye gönderdik’ buyuruyor. Rüzgârlar tarafından aşılanma işi epey zamandan beri bilinen bir işti. Bugüne kadar bilinmeyen bir husus var ki, âyetin sibâkı onu gösteriyor.

Âyetin sibâkı; otların, ağaçların aşılanmasına pek müsâit değildir. Çünkü: فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءًَ ‘Sonra semâdan yağmuru indirdik’ diyor. Ottan, otun aşılanmasından bahsederken, semâdan yağmurun inmesini ele alması, anlatması, Kur’ân gibi üslûbunda bedâhet, canlılık, câzibe olan bir ifadeyle kâbil-i telif değildir. Öyle ise otların, ağaçların aşılanmasının yanıbaşında başka bir aşılanmadan daha bahsediyor. Bu aşılanma neticesinde yağmur meydana geliyor. Bu da ayrı bir mesele.

Nur sûresinin 43. âyeti bu hususun ayrı bir buudunu biraz daha açık olarak anlatıyor: أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُزْجِي سَحَاباً ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَاماً فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِن جِبَالٍ فِيهَا مِن بَرَدٍ ‘Görmedin mi Allah, bulutları sürer, sonra onların arasını te’lif eder, sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır), arasından yağmurun çıktığını görürsün. Yukarıdan, oradaki dağlar (gibi büyük bulut parçaların) dan bir dolu indirir.’ (Nur, 24/43)

‘Görmüyorlar mı Allah, nasıl parça parça bulutları sevkeder.’ Eğer bulutların teşekkül etmesindeki seyri takip ettiyseniz يُزْجِي tâbirindeki ‘tatlılıkla itme’yi anlayacaksınız.’ سَحَاباً يُزْجِي Allah parça parça bulutları sevkediverir; ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ sonra o bulutların arasını te’lif eder.

Te’lif etme, birbirine zıt iki şeyi anlaştırma, ulaştırma, bir araya getirme demektir. ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَاما ‘Sonra birleri bir araya getirir müterâkim bulutları yaratır.’ Müterâkimen de demiyor رُكَاماً diyor.

Gökteki yağmur bulutları ayrı ayrı her birisi aynı elektrik yüklü olup birbirini çekmediklerinden, rüzgârlarla bu telkih yapıldığı zaman bir araya geliyor ve sonra rükâm oluyor. Öyle bir rükâm ki, bir araya gelişte, sanki ayrı değilmiş bir bütünmüş gibi yekpâre bir mahiyet arz ediyor.

فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ derken o müterâkim bulutların boşluklarından, çiğ noktasının verâsından yağmur damlayıverir وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاء مِن جِبَال فِيهَا مِن بَرَد ama dolunun hâli başkadır. O yağmurun düştüğü yerden düşmez.

Arapça’da ‘cebel, cibâl’ kelimesi dağ mânâsına geldiği gibi çok defa istiârelerde, temsillerde, çok çetin, zorlu, alabildiğine tazyikli şeyler hakkında da kullanılır. Esasen Türkçemizde dahi bir insana dağ gibi dediğimiz zaman; yıkılmaz, yenilmez, güçlü, kuvvetli dayanıklı mânâlarını kastederiz.

Doluya gelince, dolu; bulutların üstünde dağ tepeleri şeklindeki, tazyikin son safhada bulunduğu yerde meydana gelir. Şöyle ki; yağmur damlaları orada tereddüt içinde kalır, tazyikten aşağıya inemez. Soğuk tabakada kaldığı için de donuverir. Hatta çok defa o soğuk tabakadaki tereddüdü aşağıya ininceye kadar onu büyültüverir.

Kur’ân-ı Kerîm bu âyetleriyle çok sarih olarak yağmurun düştüğü yerin ayrı, dolunun düştüğü yerin ayrı olduğunu anlatıyor. Ve iki âyetin ruhunda bize anlatılmak istenen şudur: ‘Biz rüzgârları, pozitif ve negatif yüklü bulutların izdivacını yapmak için irsâl ettik.’ Eğer gökteki yağmur habbeleri hepsi ayrı elektrik yüklü olarak kalsalar, hiçbir zaman yağmur yağmayacaktır. İsterse bu yağmur damlalarındaki (+), (-) meselesi isterse bulutlardaki (+), (-) meselesi olsun bu, ancak Allah’ın te’lifiyle olur’. فانزلنا kelimesindeki ف(Fe) sebebiyet içindir. ‘Bu sebeple semâdan yağmur indiriverdik.’ Demek ki bu te’lif olmasaydı; rüzgâr, yağmur habbelerini bir araya getirmeseydi, yağmur yağmayacaktı.

Başka bir âyet ve başka bir mevzu: وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُون ‘Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz’ (Zâriyat, 51/47). Arapça’da fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, ‘Eskiden genişlettik, bıraktık’, ‘Şu anda genişletiyoruz’, ‘İleride genişleteceğiz’ gibi mânâlara değil de ‘Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz’ mânâsına geliyor.

En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922’de astronom (Hubbel) bildirmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehabiye, bizden senede yüz altmış sekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmakta. Bu da Belçikalı matematik âlimi, rahip (Lemaitre)’nin iddia ettiği gibi kâinatın, genişleme (expension) halinde olduğuna delâlet eder.

İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren ‘mekân genişlemesi’ 1400 sene evvel Kur’ân-ı Kerîm’de zikrediliyordu.

Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakîkat karşısında Kur’ân’a ‘senin taleben oldum’ deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir. Bir diğer âyet ve diğer mevzû: ي يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ َ ‘Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine doluyor.’ (Zümer, 39/5)

Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arapça’da تكوير Tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet; ‘Geceyi gündüze gündüzü geceye sarıyor’ demektir. Böylece تكوير Tekvîr kelimesiyle küre-i arzın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Nâziat sûresinin 30. âyetinde bu mesele, kelimenin kökü itibariyle daha açık anlatılmaktadır: وَالآَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحَاهَا ‘Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra yeri de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi.’

Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te’vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur’ân’ın bu hakikatini de hafızada tutmakta yarar var. Bir diğer âyet أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقاً فَفَتَقْنَاهُمَا ‘Kâfirler görmüyorlar mı gök ve yer bir bütündü de biz onları ayırıverdik.’ (Enbiya, 21/30)

Fezada birçok sehabiyeler (Nebuleuse) vardır. Hafif bir su gibi şekli olmayanlardan alın da yuvarlağımsı olan, sonra yassı ve geniş bir çapta, daha sonra da helezonik şekilde olanlarına kadar bir sürüsü önümüze serilmiş durumdadır.

Cenâb-ı Hakk, her biri birer kehkeşan gibi muazzam sehabiyelerden yıldız kümeleri yarattığı gibi bunlardan da bir güneş manzûmesi meydana getirir.

Bizim sistemimiz de belki buhardan bir sehabiye idi, gitgide Allah’ın iradesiyle sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü ve dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü ani’l-merkez (merkezkaç) kuvveti altında ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Cenâb-ı Hakk, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında, hem de kendi etrafında döndürmeye başlattı. أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقاً kelimesinin rûhunda ‘Mâyi halinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir madde’ gibi mânâlar vardır. ‘Gök ve yer, mâyi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü’, derken فَفَتَقْنَاهُمَا ‘biz onları fethettik, açıverdik, parçaladık, onları bölüverdik’ diyor.

فتق kelimesinde şu da vardır: Esasen gök kupkuru yağmursuz, yer de kupkuru otsuzdu. Allah gök ve yer arasında münâsebet temin ve tesis etti. Yerde ot bitirip canlıların yaşamasına müsâit hâle getirdi.

Kâfir; vicdanına karşı yalan söyleyen, fıtratındaki kabiliyet ve istidatları körelten ve kalbiyle ters düşen insan demektir.

Kur’ân-ı Kerîm ‘Kâfirler’ sözüyle elbetteki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören, çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kasdetmiyordu. O günün insanına ‘Gökler ve yerler bir bütündü sonra biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık’ ifadesi, esasen bir şey anlatmaz. Yani o günün insanı bu ifadelerden birşey anlayamaz. Buradaki ‘kâfir’ sözü o devrin kâfirlerinden ziyade hakîkatlere göz yuman, bugünün kâfirine hitap ediyor.

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ ‘Sonra biz bütün canlıların hepsini sudan hay (canlı) kılıverdik.’ (Enbiya, 21/30)

En küçük bir hücreden, onun protein dizilerinden ve en büyük Kaliforniya çamına kadar hepsinin vücudunda en mühim unsur, sudur. Su olmadan hayatı düşünmeye imkân yoktur. Hz. Hayy u Kayyûm’un emriyle hayat, suların kenarında meydana gelmiştir ve büyük ölçüde sularda devam edegelmiştir.

Mücmelen de olsa yukarıda zikrettiğimiz meseleler şu hakikati te’yid ediyor ki: Allah kâinatı konuşturuyor ve konuşan kâinata da Kur’ân’ı tercüman yapıyor. Âyât-ı tekviniyeyi dile getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, âyât-ı tekviniyeye tercüman oluyor. Bütün göklerde, yerde, zeminde, insanın nefsine gizli Esmâ-ı İlâhiyeyi ortaya çıkarıyor. Nerede hangi isim cilveendâz olmaktadır? Hangi isim nerede temevvüç etmektedir? İnsan hangi isme, toprak hangi isme dayanmaktadır? Kâinattaki bütün hadiselerin arkasında neler vardır? İşte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân tercüman olarak bunları keşfedip ortaya çıkarmaktadır. Eğer yeryüzünde herşeye muttali, ilim sahibi birisinin hükmü mevcut ise; her yerde bir nezâfet ve temizlik varsa; muammâsını çözemediğimiz bir hayat ve herşeyin yoktan var olması hükümfermâ ise, bunları birer isimle Kur’ân bize anlatmaktadır: هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ ‘O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka ilâh yoktur, görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahmân ve Rahîm’dir’ (Haşr, 59/22).

Bizim gaybla ve şehadetle alâkalı taraflarımız var. Ancak bu iki tarafımızı bilen birisi bizi burada durdurur. هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ rızka, Allah’ın bakıp görmesine, nimetleriyle perverde etmesine muhtaç, nice kimseler vardır ki onlar, Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle beslenmektedir. Bütün yavruların, anne karnında beslenmesinde, otların sert yer tabakasını yarmasında, bir kısım köklerin toprağı delip aşağıya doğru gitmesinde Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetini görüyoruz. Allah’a dayanan herşey, en sert ve en kesif şeyleri şâk şâk ederek ‘Allah’ deyip yoluna devam ediyor. İşte bu şeyleri bir bir bize Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân anlatıyor:

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ ‘O öyle Allah’tır ki eşi, ortağı, menendi yoktur.’

الْمَلِكُ ‘Melik O’dur’. Kâinatın zimamı O’nun elindedir. الْقُدُّوسُ kâinatta bir nezâfet (temizlik) hükümfermâdır. Milyonlarca hayvan erâcifinin ve havadaki gazların istihalelerle değişmesi, ağaçların insanın ifraz ettiği şeyleri, insanların da ağaçların ifraz ettiği şeyleri yutmaları; denge bozulduğu zaman araya denizin girip aynı şeyi yapması, denizlerin tuzlu olması, semâ ve zeminin temiz tutulması, Allah’ın ‘Kuddüs’ isminin tecellileridir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân kâinattaki bu nezafet kanununu Allah’ın Kuddüs ismine isnat ile bize anlatıyor.

السَّلَامُ Kâinatta umûmî bir emn ü emân bir sükût, bir sükûn müşahede ediyoruz. Mevcudat arasında aklın zâhirî nazarına göre bütün boğuşmalar ve döğüşmelere rağmen, nebâtât hayvanâtın imdadına hayvanât, insanın imdadına koşuyor. Ve bu mevkide insan sanki bütün kâinatla sulh imzalamış gibidir. İşte Kur’ân bu muammayı da bize السَّلَامُ ism-i celîliyle anlatıyor. Allah’ın السَّلَامُ ‘Selâm’ ismine dayanan kâinat, selâmet ve emniyet yeri olarak tezahür ediyor.

الْمُؤْمِنُ (el-Mü’mîn) Allah, umum bu anlaşmalar içinde bir emniyet-i tâmme temin etmiş ve herkese bir emniyet vermiştir. Kalplere imanla itminân bahşettiği gibi insanların arasında da bir emniyet vaz’etmiştir. Herkes birbirine güvenir, dayanır. Umum kâinatta da bu emniyet hüküm-fermâdır. Meleklerden semeklere, Sidretü’l-Müntehâ’dan yerin derinliklerine kadar, her tarafta bu emniyet hâkimdir. Biz bunu ‘Mü’mîn’ ismine dayalı olarak görüyoruz; Kur’ân da bunu bize böyle anlatıyor. Evet, kâinattaki hâdiselerin verâsında hangi isimlerin anlatıldığını Kur’ân’ın tercümanlığı vasıtasıyla öğrenmiş oluyoruz.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, sıfatları ve şuûnâtı hakkında kâfi malûmatı yine Kur’ân-ı Kerîm’den alıyoruz. Bu hususta Ku’ân-ı Kerîm’de belki yüzlerce âyet vardır. Hepsini şerh çok uzun süreceğinden bir ikisine kısaca temas edelim: قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ * اللَّهُ الصَّمَدُ * لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ * وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً أَحَدٌ ‘De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. (Herşey varlığını ve bekâsını O’na borçludur. Herşey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur.) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.’ (İhlas, 112/1-4)

Yani de ki; Allah birdir. Kimseye muhtaç değil ama âlem O’na muhtaçtır. Nizam O’nun sayesinde ayakta durur. Kâinat O’nun Kayyûmiyetine dayanmaktadır. Eğer O’nun Kayyûmiyeti olmazsa bütün nizâm alt üst olur. İnsan her haliyle O’na muhtaçtır. Muhtaç olduğu şeyler Allah tarafından verilmese, insan söner gider ve yeryüzünde hiçbir şey kalmaz. Allah; ne bir insan evlâdıdır, ne de bir başkası O’nun evlâdıdır. O, ne baba olmuştur, ne de evlât olmuştur. O’nun eşi, ortağı, menendi, dengi de yoktur.

Kur’ân, bu hususu anlatmakla, bize Zât’ı hakkındaki en önemli bir hususu öğretiyor. Eğer öğretmeseydi Eflatuncuların saplandıkları gibi ‘Rûh-u Küllî’ akîdesine, İşrakiyeciler gibi daha başka yanlış düşüncelere saplanacaktık. Veyahut Hristiyanlar gibi; (Haşa) Allah’ı (cc) Hz. İsâ’ya baba, Hz. Meryem’i Allah’a hanım; Hz. İsâ’yı Allah’a oğul yapacaktık. Ama Zât-ı Bâri hakkında en sağlam, en râsih akîdeye biz, yine, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân sayesinde sahip olduk.

Şuûnat-ı Zâtiyeyi de en güzel yine Kur’ân anlatıyor. Şöyleki: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ * تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَن تَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ ‘De ki, Allah’ım Mâlikü’l-Mülk Sensin. Mülk Senin elindedir. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Bütün hayır Senin elindedir, Sen herşeye kâdirsin. Geceyi gündüzü sokar, gündüzü de geceye sokarsın, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini sonsuz nimetlerinle perverde edersin’ (Âl-i İmrân, 3/26, 27). İşte bu akla hayale gelmedik tasarrufatı, Kur’ân-ı Kerîm bize Şuunât-ı Zâtiye-i İlâhiye olarak anlatır. Kur’ân anlatmasaydı biz bunu bilemezdik.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân ahiretin haritasını insanların nazarına arzetmekte de eşşiz, nâdide bir kitaptır. Ahiret safhaları sahifeler halinde insanların nazarına o kadar yerinde, o kadar câzip ve öyle rikkat verici arzedilir ki bunların hepsini burada sıralamaya imkân yoktur.

Başlara çarpacak o büyük belâ gelip çattığı ânı anlatan el-Hâkka sûresi الْحَاقَّةُ * مَا الْحَاقَّةُ cümlesiyle kıyamet mûsîkîsiyle kulakları çınlatarak başlar, insanı elinden tutar ve kıyametin kopacağı âna götürür. Sonra dağları hallaç pamuğu gibi attırır ve insanı da âdeta onlara baktırır. Sonra insanı haşreder, mîzân ve teraziyi koyar, hasenât ve seyyiâtı tartar, sonra da kimin hasenâtı râcih gelirse onun cennet gibi bir hayata mazhar edileceğini müjde eder ve kimin de seyyiâtı galebe çalarsa onun da cehenneme atılacağını ifade eder. Bunu insanın gözü önünde öyle tablolaştırır ki daha bunun üstünde tablo olamaz: يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنكُمْ خَافِيَة ٌ ‘O gün, (Allah’a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır (Allah’a) gizli kalmaz.’ (Hâkka, 69/18) dediği zaman, insanın, başkalarından gizlemeye çalıştığı her şeyi onun nazarına arz eder ve yaptıkları karşısında onu mahcûp ve hâcil bir hâle getirir. Bu aynı zamanda, insanın böyle bir hâle düşmemesi için tedarikli olmasını temine sevk demektir.

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَؤُوا كِتَابِيه

Bütün hayatını boş geçirmiş ve amel defterine hiçbir şey kaydetmemiş bir insanın, o gün amel defteri soldan; ve salih amel işlemiş, defterini sağlam tutmuş bir insanın defteri ise o gün sağdan verilir. ‘O gün defteri sağdan verildiğinde, gelin işte bu kitabı okuyun’ (Hâkka, 69/19) diyecek insanın sevinci ancak böyle ifade edilebilir. Defterini solundan veya arkasından alana gelince, o da kitabını eline aldığı zaman; ‘ah keşke bu kitap verilmeseydi de içinde olanları bilmeseydim, zaten malımın mülkümün de bana hiçbir faydası olmadı’ diye feryat edecektir. Ancak, bu temenni ve ümniyelerin hiçbir faydası olmayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm ve bilhassa bu sûre bu hususu öyle tablolaştırır ki üstünde başka tablo olamaz.

Kur’ân Bir Şeriat Kitabıdır

Evet, dinin hü-kümlerini bildirmesi, helâl ve haram olan hususları açık açık zikretmesi, âile, cemiyet, devlet ve bütün bunları meydana getiren ferde ait hukuk sistemini ele alıp tahlil etmesiyle Kur’ân-ı Kerîm bir şeriat kitabıdır.

Kur’ân Bir Hikmet Kitabıdır

Varlık hakikatını, ve eşyanın birbiriyle olan münâsebetini anlatmayan hiçbir düşünür ve feylesof yoktur. Felsefe, ilk feylesoftan son feylesofa kadar bu mevzûun işleniş ve ele alınışıyla doludur. Ancak bu hakikati onların ele alıp anlatışıyla, Kur’ân’ın izâhı ve tavzihi arasında serâ-süreyya farkı vardır. Fark vardır; zira Kur’ân, varlığı yaratan ve eşya arasında münasebeti tesis ve temin eden Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır. Diğerleri meseleyi hipotez ve teorilerle anlatırken, Kur’ân kat’î ve kesin bir hüküm ve üslûpla anlatmıştır. Dolayısıyla evvelkilerde, insan zihnini teşviş edecek birçok zıtlıklar varken, Kur’ân böyle bir zaaftan müberrâ bulunmaktadır.

O Bir Kitâb-ı Ubûdiyettir

İnsan, Kur’ân sayesinde en âlâ kulluk anlayışına yükselir. Kur’ân’a dayanmayan bir kulluk anlayışı bâtıldır. Yogi, dilini gırtlağına sokar, altı ay mezar gibi bir yere girer ve yemeden içmeden durur; Hristiyan mistikleri de ruhbaniyet havası içinde kiliseye kapanır, insanlardan alâkalarını keser ve bu uğurda türlü türlü fedâkârlıklara katlanırlar. Ancak, bütün bunların Allah nazarında ehemmiyet ve kıymeti yoktur. Allah, Kur’ân’ında, insanlık hakikatini ve müşterek kâinat realitesini insanın ruhuna, bedenine, efkârına, hissiyatına uygun şekilde takdim etmiştir. Demek oluyor ki, insanın iradesi ve bu mevzûdaki fiilleri Kur’ân istikametinde olursa bir mânâ ve ehemmiyeti hâiz olur.

Kur’ân Bir Duâ Kitabıdır

Başkalarının bize öğrettiği duâ yerine Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’la, ellerimizi Uluların Ulusu’na kaldırdığımız zaman, O’nu konuşturmuş, yine O’nun beyâniyle isteklerimizi O’ndan istemiş olacağız. Allah Resûlü, O’ndan istediğini O’nun diliyle istiyordu. İşte Kur’ân böyle bir duâ kitabıdır. Duâda dahi Kur’ân’ın eşi-menendi yoktur.

Kur’ân Arş-ı Âzâmdan Gelmiştir

Çeşitli arşlar vardır. Meselâ: Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin bir arşı vardır. Âdeta Rahmâniyet ve Rahîmiyet taht üzerinde oturmuş, muhtaç herkese şefkat etmektedir. Rızkın bir arşı vardır. Sanki ‘Rezzak’ ismi o arş üzerinde durmakta, rızka muhtaç olanların imdadına koşmaktadır. Hâlık’ın bir arşı vardır ve ‘Hâlık’ ismi orada yaratma ameliyesini yapmaktadır. Bunun gibi herbir ismin bir arşı vardır. Fakat nasıl isimler muhtelif hâdiselerin arkasında duruyor ve nasıl biz isimlere tutunmak suretiyle müsemmâya gidiyoruz. Öyle de bu isimlerin arşlarıyla müsemmânın arşına yükseliyor ve ona Arş-ı Âzâm diyoruz.

Bütün Esmâü’l-Hüsnâ’nın âzâm mertebesinden gelen, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, Allah’ın en üstün ifadesi olup, en mükemmel topluluğa, en mükemmel insanın şahsında tebliğ edilmiştir. O, Arş-ı Âzâm’dan geldiği, her ismin âzâm mertebesinden alındığı için Kelâmullah ünvanı kemâl-ı liyâkatle Kur’ân’a verilmekte ve Allah kelâmı dendiği zaman sadece ve sadece Kur’ân anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cize Oluşuna Kısaca Bir Bakış

Kur’ân-ı Kerîm mu’cizedir. Mu’cize: Peygamberin eliyle, peygamberlik dâvâsını ispat etmek için, Allah’ın yarattığı hârikulâde hallerdir. Bir zât çıkıp ‘Ben Peygamberim’ der, sonra halk ondan hârikulâde şeyler bekler, bu zât da peygamberlik davasını ispat sadedinde, tam istenilen istikamette hârikulâde haller gösterirse, biz ona mu’cize deriz. Bunun mu’cize olabilmesi için de, evvelâ: O şeyin ancak ve ancak Allah tarafından yaratılabilir bir vak’â olması; ikincisi: Meydana gelen vak’â peygamberlik davasına iktiran etmesi, üçüncüsü: Bu vak’anın harikulâde olması lazımdır. Mu’cizenin benzerini hiçbir beşer getiremez. (Keramet ve istidrac ise mu’cizeden farklıdır).

Kur’ân-ı Kerîm ondört asırdır beşere meydan okumakta ve: وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ ‘Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’de) az bir şüpheniz varsa onun sûresi gibi bir sûre getiriniz’ (Bakara, 2/23) demektedir. Fakat beşer hiçbir zaman bunu yapamadı ve yapamayacaktır da. Zirâ Kur’ân mu’cizedir. İşte Kur’ân meydanda ve meydan okumaktadır. Evet, Allah’ın indirdiği, sinelerin sindirdiği, en ulu kâtiplerin yazdığı ve hâfızların ezberlediği Kelâmullah, mu’cizedir.

Kur'ân'ın Mu'cizevî Yanları

Kur’ân’ın mu’cizevî cihetlerini kısa da olsa arzetmeye çalışalım:

Birincisi: Kur’ân’ın nazmı mu’cizedir. O’nun nazmı garibtir. Cahiliye devrinin insanları dinledikleri zaman onu çok garip buldular; ama hiçbir kusur da isnat edemediler. İşte bu yönüyle Kur’ân’ın nazmı mu’cizedir. Diğer taraftan Arap dili ve lisanında bir tasarruf yapmış, her kelimeyi yerli yerinde kullanmış, maâni ve nahiv kaidelerini disipline etmiş, zapt u rapt altına almış ve âdeta maâni ve nahiv kaidelerinin esası ile gelmiş gibidir. Bununla beraber o, insanların karşısına değişik bir ifade tarzı ile çıkmıştır.

İkincisi: Kur’ân harika bir cezâlete sahiptir. Muhtevî bulunduğu meselelerin ağır olması, toplu olması, çok mânâyı ihtiva etmiş bulunması sebebiyle; bütün beşer zekâsı ile bunları bilmeye imkân yoktur. İnsanlığın yaratıldığı günden bugüne târihî bütün hakikatleri en muhkem şekilde Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân anlatmıştır.

Üçüncüsü: Kur’ân-ı Kerîm yirmiüç senede, muhtelif münasebetlerle nâzil olduğu ve çeşitli muhataplara hitap ettiği halde sanki bir anda, bir sebeple, bir muhataba nâzil olmuş gibi bir tenâsüp ve insicam arz etmektedir. أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفاً كَثِيراً âyeti de buna işaret etmektedir. Yani: ‘O Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı? Önüne arkasına bir bakmıyorlar mı? Tekrar tekrar düşünmüyorlar mı? Tekrar tekrar düşünüyorlar mı? Eğer Kur’ân Allah’tan gayrının kitabı olsaydı içinde birbirini yıkan, mütenâkız hükümler olacaktı.’ (Nisâ, 4/82) Halbuki öyle bir tenâsüp ve insicam var ki, karihası en geniş bir insan dahi iki mısrayı bu tenasüpte yazamaz. Kur’ân الْحَمْدُ den مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ kadar sanki tek hâdiseyi anlatıyor gibidir.

Bazıları, ‘Allah, Kur’ân’a nazîre yapılmasına mâni olduğu için nazîre getirilemez’ demişlerse de bu meseleyi kabule kalbim yanaşmıyor. İşte Kur’ân, kelimâtı, âyâtı ve cümleleri ile meydandadır. Buyursunlar bugünün insanları ona nazîre yapsınlar. Hayır, Kur’ân’ın en kısa sûresinde dahi nazîre yapamazlar.

Kur'ân Kelimesi

Kur’ân kelimesi; cem’etme, tefakkuh etme, dağınık parçaları bir araya getirip bir bütün hâsıl etme gibi mânâlara gelir. Kur’ân olmasaydı insanlar, geçerliliği ebed-müddet devam edecek hükümler veremez, kanunlar vaz’edemezlerdi. Halbuki Kur’ân, sarsılmaz kanunları ve değişmez hükümleriyle bu mevzuda da insanlara ışık tutmaktadır.

Kur’ân’ın bahsetmediği hiçbir mesele yoktur: مَّا فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ “Biz Kur’ân’da hiçbir şeyi terketmedik, noksan bırakmadık; herşeyi anlattık” (En’âm, 6/38) âyetiyle Cenâb-ı Hakk bunu anlatmaktadır. Fakat anlatılan bu şeylerin bazıları sarih, bazıları işaret, bazıları remiz; evet bazıları göz kırpmakla ve bazıları da bir tebessümle anlatılmıştır.

وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ “Kur’ân-ı Kerîm’de herşeyi tafsil, geniş geniş izâh vardır.” (Yusuf, 12/111)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِين ٍ “Kur’ân-ı Kerîm’de, yaş ve kuru herşey vardır.” (En’âm, 6/59) Atomdan, molekülden tutun da semâdaki sistemlere kadar herşey Kur’ân-ı Kerîm’de mevcuttur. Ancak kâmet-i kıymetine ve çapına göre olmak şartıyla. İman hakikatlerinin yanında onların ne kadar yeri varsa, Kur’ân onlara o kadar yer vermektedir.

Allah Resûlü: لكل آية ظهر وبطن ولكل حرف حد ومطلع buyurmaktadır. Her âyetin bir zâhiri bir de bâtını vardır. (Orada Allah’a ait büyük hakâik ve dekâik yatmaktadır. Bâtınî olanlarını ancak Allah ve ilimde rusûh sahibi olanlar bilir.) Her harf, her tefsir, her okuyuş, her inzâl keyfiyeti için de aynı zamanda bir had vardır. Her haddin de neticede kendisi için zuhûr edebilecek, Allah tarafından ve O’nun istediği yerden doğan bir mânâsı vardır.

Yine sadık-u masdûk olan Nebiler Sultan’ı bir hadîs-i şeriflerinde: إن الله يتجلي بكلآمه “Allah kendi kelâmıyla kullarına tecelli etmiştir ama onlar göremiyorlar” buyurmaktadır. Kur’ân’da Allah görünür. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, şuûnat-ı zâtiyeyi bütünüyle gösteren bir tercümandır. Allah (cc), fiillerini ve zâtının tezâhürünü azâmetine uygun ve kalplerin istidatlarına münâsip bir şekilde Kur’ân’da iş’âr etmiş ve Kur’ân’ı da O’na tercüman yapmıştır. Onun için “Kur’ân” sözü dahi büyük mânâlar ifade eder. Hadîsin ifadesi ile “Kur’ân” tertil ile okundukça Allah tecelli eder, kul makam-ı kurbiyete gelir, müntehada da (cem’) zuhûr eder.

Furkan, bundan farklı olarak halkı Hakk’tan ayırır. Ma’bûd ve abd sırrını gösterir.

Kur’ân insanın Allah hakkındaki ma’rifetini ifade eder. Çünkü o cem’dir. İnsan Kur’ân’ın ifade ettiği mânâ keyfiyetiyle Allah’a yaklaştığı nispette Allah’ı tanıyacak ve O’nu tanıyabildiği ölçüde de ma’rifete erecektir. Böylece Kur’ân okurken insanda, Allah konuşuyor gibi bir hâl hâsıl olacaktır. İşte bu mânâsıyla ister “Kur’ân” isterse “Furkan” diyelim biz kârîn olarak Allah’ı görecek, orada tefekkür edilenin Allah’ın esmâ, sıfat ve âsârı olduğunu bilecek ve yaklaşanın Allah olduğunu idrâk edeceğiz. Bu münteha ve evc-i kemâlde yine hadîsin ifadesi ile Allah, gören gözümüz, söyleyen ağzımız, duyan kulağımız ve büyük hakikatleri istiâb eden kalbimiz olacaktır. Böylece bizler Allah adına görecek, duyacak ve O’nun emir ve nehiylerine uygun kararlar verecek ve kalbimiz Kenz-i Mahfî olan Zât-ı Ulûhiyet’e ait hakâiki hazine olarak etrafa aksettirebilecektir. Bunu Kur’ân anlatır. Kur’ân, insanın Allah hakkındaki ma’rifetinin tercümanıdır.

Furkân, farkı anlatır. İnsan, hâlık değildir. Bu itibarla Allah’a kulluk yapacaktır. Öyle ise insan, ma’rifetiyle evc-i kemâle çıkacak, Uluhiyet sırlarını hâvî ufka ulaşacak, imkânla vücûb arasındaki yerini ihraz ettikten sonra da dönüp geriye gelecek ve “Ben ilâh değil, kulum” diyecektir. Furkân da insanın bu haline tercümandır. Furkân, insanın halkı görüp halkın içinde yok olup, Hakk’tan hicâbının adıdır. Bu, Furkân’ın içinde yok olup, Hakk’tan hicâbının adıdır. Bu, Furkân’ın en aşağı mertebesidir. Bir de, kesrette vahdeti görme denilen bütün halkın gözüyle Allah’ı müşahede makamı vardır. Bu da seviyeli insanın hâlidir. Peyderpey, mertebe mertebe, kâinatın bütün eczasında tecelli eden Cenâb-ı Hakk’ın Kemâl ve Cemâl sıfatlarını müşahede ki, Panteist buna “Her şey O’dur” der. Ama biz Kur’ân tilmizleri “Her şey O’ndandır” demek suretiyle farkın âzâm mertebesini ifade etmiş oluruz. İnsan bir tarafıyla Kur’ân’a diğer tarafıyla da Furkân’a yapışma ve hem de Furkân’da Allah’ı anlamaya çalışmalıdır ki, o, makamını, ubûdiyet yoluyla ibrâz edebilsin, yoksa tek yönlü çalışma ve gayret insanı böyle ulu bir makama yükseltemez. Bir de Cemü’l-Cem vardır ki bu, bütünüyle ve kendine bakan yönüyle mâsivayı, fâni ve müstehlek görmek, herşeyi yok bilmektir.

Evet, kâinat Esmâ-i İlâhiye’nin cilvelenmesinden ibarettir. Bir kısım sofiler bu işi yanlış tercüme ederek ne derse desin, Kur’ân adına bunu da böyle takdim etme Kur’ân’ın ruhuna uygun bir tarif olur kanaatindeyim.

Eûzü... İle Alâkalı Mülâhazalar

İnsan, Kelâmullah’a girmek istediğinde kalp, ruh ve hissiyatını Kur’ân’a girmeye hazır hâle getirmelidir. Bu da ancak, buraların, şeytan hâkimiyetinden kurtarılıp temizlenmesiyle mümkündür. Allah’ın, melekler arasından çekip aldığı ve dergâhından kovduğu, rahmetinden mahrum ettiği ve bir daha da semâya çıkmayı ona haram kıldığı şeytanı, insan da Ka’be’den daha kudsî ve Sidre’den daha muallâ olan kalbinden tardedip kovmalıdır ki Allah ahlâkı ile ahlâklanmış ve Kur’ân’ın içine girmeye hak kazanmış olsun. İşte bu duygu ve düşünce içinde, her hayırlı işte olduğu gibi Kur’ân’a başlarken de evvelâ: أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ُ diyor ve söze öylece başlıyoruz. İmâm Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve Evzâî’ye göre ‘Semî’ ve ‘Alîm’ kelimelerini de eklemek gerekir.

Onlara göre bu cümle أَعُوذ بِاللّه السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ şeklindedir.

أَعُوذ (Eûzü) sarf ve iştikak ilmine göre عوذٌ kelimesinden iştikak (türemiş) etmiştir. عوذٌ Birincisi: İltica ve Allah’a sığınmak. İkincisi: İstîcâr; Allah’ın ateşinden, azâbından korkmak, ürkmek, titremek. Üçüncüsü de: İlsak ve yapışmak demektir. Öyle ise bu üç mânâya göre أَعُوذ بِاللّهِ (Eûzü)’yü söylemek istersek şöyle olacaktır:

Birincisi: Allah’ın lütfuna, inâyetine, ihsânına iltica ediyorum.
İkincisi: Allah’ın lütfuna dayanarak O’nun azâbından yine O’na sığınırım.

Üçüncüsü: Allah’a dayanıyor, Allah’a tutunuyor, iltisak ediyorum. Her şeye karşı kuvvetsizliğimle beraber O’na dayandığım için, bu müthiş kuvvetle herşeye meydan okuyorum. İşte başımda değirmen taşları çeviren ve bana karşı çeşitli tuzaklar kuran korkunç şeytana karşı da böyle bir güçle çıkıyorum.

بِاللّه (Billah), Allah kelimesi kâinatta tecelli eden bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın mânâsını câmidir. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf, bütün kâinat, isimlerinin cilveleriyle dalgalanan, kâmil sıfatlarla muhât bulunan, beşer aklının idrâk edemediği, zıddı, misli, menendi bulunmayan Zât demektir. Allah dediğimiz zaman insanın aklına bu gelir. İşte ‘Ben sağdan, soldan, önden arkadan, alttan ve üstten gelen ve kâinatı lebâleb dolduran şerirlere, şerlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan ve ancak ‘Allah’ demekle anlatabildiğim Yüce Yaratıcı’ya iltica ediyor ve O’na dayanıyorum.

Şeytan; ya شطن den veya يشيطَ-شاط‘den gelir. شَطنolursa بَعُدَ demektir. Böylece Allah’ın rahmetinden uzak oldu mânâsına gelir.

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوّاً شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ ‘Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.’ (En’âm, 6/112)

İnsî olsun, cinnî olsun Rahmet-i İlâhi’den uzaklaşan, temerrüt eden herşeye şeytan denir. Onun için Allah nizamının dışında hayat yaşayanlara şeyatîn; Allah’ın nizamının dışında ne kadar nizam varsa hepsine şeytan nizamı ve Allah’tan uzaklaşan, Rahmetinden cudâ düşen herkese de şeytan, diyoruz. يشيطَ-شاط şeklinde ele alırsak بَطَلَ mânâsına olur. Maslahatına muvafık şeyleri keza, secde ile Allah’a kurbiyeti mümkün iken, Allah’a başkaldırıp serkeşlik yapmasıyla kendi menfaatına olan şeyleri iptal ettiğinden şeytana şeytan denmiştir.

الرَّجِيمِ (Erracîm) مرجوم (Mercûm) mânâsınadır. Lâin deyip mel’ûn mânâsına anladığımız gibi Dergâh-ı İlâhi’den kovulmuş, Allah’tan uzaklaştırılmış demektir. İnsan bazen şeytanın vesveselerini hissedemez, hissettiklerini de kalbinden bertaraf edip, atmaya muktedir olamaz. Sanki şeytan insanın kalbine bir santral kurmuş, kendisi de başına oturmuştur. Daha sonra da oraya kendini duyuracak bir alıcı yerleştirmiştir. Buna Lümme-i Şeytaniye denir. İnsan kalbinde, Hakk’ın bir lümmesi; yani Allah’tan gelen şeylere ma’kes olabilecek bir cihaz bulunduğu gibi, bir de şeytanın santrali vardır. Şeytan, insanın duygularına öyle meseleler dikte eder ki, insan çok defa onları hissedemez. Yine, hadisin ifadesiyle hannâs olan şeytan ağzını, insanın kalbine verir öyle efsûn eder ki insan bunun farkına varamaz. Farkına varsa da hissiyatın kabul ettiği bu vesveseleri çok defa def etmeye muktedir olamaz. İşte o zaman da: ‘Kalbimde vesvesesini duyamadığım şeytanın vesvesesini duyan Allah’ım’ mânâsına (es-Semi’) ve ‘Onun keyfiyetini bilen, bilip de bunu defetmeye muktedir olan Allah’ım’ mânâsına de (el-Alîm) diyerek أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيم deriz.

İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet o, sivri sinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bir yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhtarı çok bir varlıktır. Bütün bu şerleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanmak zorundadır. Ayrıca insan muhtaç olduğu pek çok şeyleri de celbetme mecburiyetindedir. Yeryüzünün, güneşin, cennetin ve bütün ziyâlar ziyâsının bir cilvesi olan Allah’ın Cemâli’nin ziyâsını celbetmeye hakikaten çok muhtaçtır. Celb ve def etme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan tâkatının fevkindedir. Bu durumun farkında olmaya, ilim yani, insanın kendini bilmesi denir. İşte insan, her işe bu ‘bilmekle’ başlar. İnsan, düşmanlarını defetmeli, ancak silahı yok; belâlar ve musibetlere mukâvemet etmeli, fakat güç ve tâkatı yok; ebede uzanmış arzularını yerine getirmeli, ama imkânı yok… İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı, perişan, aciz ve zaif görmeye başlar. Birdenbire kalbinde ciddi bir tevazû ve inkisâr hasıl olur. Kalp öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatları öylesine yere iniverir ki, bu haliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır. Hemen o esnada üçüncü hâl karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-ı Hakk’ın hıfzı, inâyeti, keremi temenni edilmeye başlar. İnsan âdeta bütün benlik ve dehâsıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır. Dil, gönülden yükselen bu hâle tercüman olur, ve أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Bu ‘Allah’ım Sen çok güçlü çok kuvvetlisin, zâtımla Sana iltica ediyorum. Çünki melce’ ve mencâ sadece Sensin’ demektir. Nice kimseler vardır ki, çok iyi bir mü’min, çok sağlam bir akîdeye sahip olmayı ve müstakim bir hayat yaşamayı arzu ederler ama vesvâs ve hannâs olan şeytan onları inhiraf ettirir. Arzu ettikleri dürüst hayatı yaşaya-madıkları gibi akîdeleri de sağlam kalamaz. İşte böyle birisinin altından kalkamayacağı büyük meseleler karşısında Allah’ın inâyetine sığınmayı ifade eden أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ cümlesini zikretmesi gerekir.

Allah, insanın terakkisine medar olsun diye, onun mahiyetine şehvet, gazab vs. gibi tabiî duygular dercetmiştir. Bunlar insanın terakkisine menşe ve medâr olacaktır. Ateşi insanın istifadesi için yaratan Allah, şehveti de aynı gaye için yaratmıştır. Tâ nesil üresin, Ümmet-i Muhammed artsın, Allah’ın esmâ ve sıfatlarına aynalar çoğalsın, böylece makâsıd-ı ilâhi tahakkuk etsin. Halbuki çok defa bu duygu böyle âli bir gâye için verildiği halde, şehvet, insanı evc-i kemâlden zulumât-ı cismaniyete atıverir ve boğar. Ve yine insan, fıtratı itibariyle kanatlanıp yukarılara doğru uçmayı arzu ettiği ve bu kabiliyette yaratıldığı halde, çok defa şehvet, insanı ten tenceresinde erimeye zorlar ve onu çepeçevre sararak oraya âdeta bağlar. Gazap ve diğer tabii duygular da birer maslahat için verilmiştir. Fakat bütün bunların altından kalkamayan insan, bunalır, canı gırtlağına gelir. Halbuki o, güvercinler gibi kanat çırpıp yukarılara doğru çıkmak ister. Çıkamayınca da Allah’a dayanmayı akıl eder ve أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der.

أَعُوذ (Eûzü) bir bakıma özür arzetmektir. Diğer yönüyle sadâkat nişânıdır. Bir başka târifiyle de başına gelecek hâdiseler karşısında şaşkınlığını Allah’a havaleden ibarettir. Ulû’l-Azm peygamberlerinden birisi olan Hz. Nuh (as), Cenâb-ı Hakk’ın:

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلاَ تَسْأَلْنِ
مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ


‘Niye oğlunun kurtuluşunu ve onun gemiye binmesini bu kadar ısrar ile istiyorsun? O senin ehlinden değildir.'(Hud, 11/46) şeklindeki tembih ve kınaması karşısında: قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ ‘Bilmediğim bir şeyi Sen’den istemekten yine Sana, sığınıyorum Rabbim’ (Hud, 11/47) diyordu.

Yusuf Peygamber, Zeliha’nın tehdit ve şiddetli iştiyakı karşısında: قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ ‘Allah’a sığınırım. Efendim bana güzel baktı'(Yusuf, 12/23) karşılığını veriyordu. Biz burada Cenâb-ı Hakk’a karşı sadâkat nişanını izhar eden bir keyfiyet görüyoruz. İffet âbidesi olarak karşımıza çıkan Hz. Yusuf, sadece Allah’a sığınmakla bu işten kurtulacağına inanmıştı ve öyle de oldu.

Ve Hz. Musa (as) bakarın kesilmesi hususunda kavminin endişeyle:’Bizimle alay mı ediyorsun?’ şeklindeki sorularına karşı: قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ (Bakara, 2/67) der. İlmi az dahi olsa, Allah’ı bilen bir kimseye câhil denmez. Ama Allah’ı bilmeyenin ilmi çok dahi olsa ona câhil denir. Burada, bir peygambere istihzâ isnad ediliyor ve o da böyle bir fiilden Allah’a sığınıyordu. Zira bir peygamberden asla ve kat’a istihzâ sâdır olmaz. Çünkü istihzâ Allah’ı bilmeyenlerin işidir.

Cenâb-ı Hakk Habibine Kur’ân diliyle şu duâyı ta’lim ediyor: وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ ‘Şeytanın hümezelerinden, onun benim için hazırladığı tuzaklardan, komplolardan, vesveselerden ve çeşit çeşit ölümlerden dahi Allah’ım sana sığınıyorum. Ve benim hâzır ve nâzırım sensin. Şeytanın bana hâzır ve nâzır olmasından da Sana sığınıyorum.’ (Mü’minun, 23/97,98)

Diğer taraftan Felâk sûresi

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ * مِن شَرِّ مَا خَلَقَ * وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ
وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ * وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ


demek suretiyle bir sürü şeytandan Allah’a sığınmayı tavsiye ediyor.

Muaz b. Cebel, sahâbinin şereflilerindendi. O camiye girip çıkarken, topluluklar içinde otururken, vakar ve ciddiyetiyle tamamen bir başkaydı. Bu nâdide insan, Allah Resûlü (sav) ile bulunduğu bir zamanda geçen bir vak’âyı bize Buharî’nin tesbitine göre şöyle anlatıyor: ‘Allah Resûlü’nün (sav) bulunduğu mescidin bir köşesinde iki şahıs birbirine karşı uygunsuz davranışta bulunmuş ve uygunsuz sözler sarfetmişlerdi. Bunlardan biri o kadar öfkelenmişti ki boynunun damarları çatlayacak gibi ka-barmış ve adam öfkeden ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Allah Resûlü onu öyle görünce yanındakilere döndü ve şöyle fermân etti: إني لأعلم كلمة لو قالها لذهب عنه ذالك (او كما قال) وهي : أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ُ ‘Ben bir kelime biliyorum ki eğer onu dese bu hâl ondan gidecek. O da ‘Şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım olan أَعُوذ dür.’ [1] Muaz b. Cebel gidip ona bunu söyleyince adam ‘Ben delimiyim bunu söyleyeyim?’ dedi. Allah Resûlü’nün teklifi karşısında saygısızca davrandı. Belki içinde nifak vardı, belki de bu işin inceliğini kavrayamamıştı. Halbuki Allah Resûlü’nün maksadı tamamen başkaydı. O bir an önce onu içinde bulunduğu ve boğulduğu havadan uzaklaştırmak istiyordu. Yani;

1. Ona diyordu ki; sen bu sözü söylesen meseleyi şeytanıyla beraber Allah’a havale etmiş olursun. Hem dikkat et! Kızdığın bir adama hayalinde kurduğun intikam çeşitleri, intikam stilleri sadece seni yıpratacaktır ve bunun ona bir zararı olmayacaktır. Halbuki meseleyi Allah’a havale etmekle öyle bir intikam alacaksın ki bin sene yaşasan emsali intikama muvaffak olamazsın. İşte bunun için أَعُوذ (Eûzü) demelisin.

2. Bu sözün altında Allah Resûlü ona şunu ihtar ediyordu: Bazen iki kişi muhasama olur, davalaşırlar. Haklı veya haksızın kim olduğunu bilmezler. O esnada meseleyi Allah’a havale etmek en mâkûl yoldur. İşte bu durumda ‘Ben şeytanın şerrinden, yanlış bir karar vermekten, haksız bir meseleyi iltizamdan Allah’a sığınıyorum’ sözü de şeytandan olan bu korkunç ateşe su serpecektir. Ve İşte Allah Resûlü bunu tavsiye etmektedir.

3. Bir diğer noktayı da bunun altında şöyle anlatmış oluyordu; Sen gücünle, kuvvetinle, cebbarlığınla adamın başını ezmeye cesaret ve teşebbüs ediyorsun. Halbuki sen ne kadar güçlü ve kuvvetli, cebbar ve zalim olursan ol, Allah senden daha kahhâr ve daha cebbârdır. يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ de, ‘Evet sırların ortaya döküldüğü o günde Allah, Kahhâr’iyetiyle, Cebbâr’iyetiyle senin başını ezecektir. Öyle ise o gün gelip çatmadan sen Allah’a sığın ve ilticada bulun.’ (Târık, 86/9)

İşte bütün bu mânâları hâvi böyle bir cümleyi Allah Resûlü’nün tavsiye etmesine mukâbil, inat eden adam, bundan mahrum kalıyor, nefis ve şeytanına mağlup ve mahkûm oluyordu.

Havle binti Hakîm (ra) Müslim ve Muvatta’da olan bir Hadis-i Şerif’i bize şöyle naklediyor: من نزل منزلا ً فليقول اعوذ بكلمات الله التامات مِن شَرِّ مَا خَلَق فانه لن يضرّه شيء حتي يرتحل ‘Bir kimse bir yerde konaklar, Allah’ın mukaddes kelimeleriyle Allah’a sığınıyorum derse; oradan göç edeceği ânâ kadar, ona hiçbir şey zarar vermez.’ [2] Burada bilhassa şu noktaya dikkat çekilmiştir: Mele-i A’lâ’dan, esfel-i sâfiline kadar eşrâr ahyârla, habis ruhlar iyi ve güzel ruhlarla, şeytanlar meleklerle mücadele etmektedir. Eşrâr, insanlığın zara-rına, ahyâr ise insanlığın hayrına iş yapmaktadır. Eşrârın insanı şirâzeden çıkarmasına mukâbil, ahyâr insanı tarik-i müstakime davet etmektedir. Onun içindir ki insan nereye giderse gitsin, nerede konaklarsa konaklasın cin ve şeytanın ve orada hevam şeklinde görünen haşaratın şerrinden Allah’a sığınmalı, ahyârı ve Mele-i A’lâ’nın sakinlerini yardıma davet etmelidir. Zira bu, mücadelenin muvaffakiyetle sona ermesini Allah’tan temennî ve niyâz etmek ma’nâsına gelir.

Ebû Umâmet-ül Bâhilî, Mescid-i Nebevî’de melûl, mahzun, mükedder, kalbi kırık, boynu bükük oturuyordu. Resûl-ü Ekrem (sav) onun yanına sokuldu ve bu hâlinin sebebini;

– Niye mahzun, niye mükeddersin? diyerek sordu. Ebû Umame de:

– Ya Resûlallah, evde yiyecek birşey yok ve fakr u zaruret had safhaya geldi. Ben de gönlümle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettim, cevabını verdi. Allah Resûlü, ona reçete mahiyetinde şu hususları ta’lim etti ve sabah akşam şunları söyle dedi: اللهم اني اعوذ بك من الهمّ والحزن واعوذ بك من العجز والكسل واعوذ بك من الجبن والبخل واعوذ بك من غلبة الدين وقهر الرجال ‘Allah’ım gönül tasasından, üzüntüden, hüzünden, âcizlikten, beceriksizlikten, iş yapamamazlıktan kendimi anlayamama, durumumu değerlendirememe, kâinatın kanunlarından istifâde edememekten, eli kolu bağlılıktan, miskin miskin oturmaktan, korkudan, cimrilikten ve malımı ulvî bir gâye için verememekten Sana sığınırım.’ [3] Bunların herbiri birer cevher ve hayatî büyük hakikatleri ifade etmektedir. Evet, nice kimseler vardır ki hayatlarını, vermeleri icâb eden yerde veremediklerinden, zilletle verme mecburiyetinde kalmışlardır. İşte, böyle zelîlâne hayatımı vermekten Sana sığınırım. Nice kimseler vardır ki izzetle mallarını verip izzetlerini kurtarmak mümkün iken bunu yapamadıklarından, malları zilletle ellerinden alınmıştır. İşte bundan da Sana sığınırım. Düşmanların bana galebe çalmasından da Sana sığınırım. Evet, Allah Resûlü, Ebû Umametü’l-Bâhilî Hazretlerine bu şekilde istiâzeyi tavsiye buyuruyordu.

Kur’ân-ı Kerim’de; şeytanın, nefsin, dehrin ve hikmetini bilmediğimiz nice hâdiselerin şerlerinden Allah’a sığınmayı ifade eden açık, kapalı, sarîh, işâri, remzî mânâlarıyla belki yüzlerce âyet vardır. Fakat bu âyetleri burada sıralamak mevzuyu uzatmak olacağından bu kadarla iktifa ederek أَعُوذ deki incelikleri arzetmeye çalışalım:

İnsan, ihtiyacı ebede uzanmış bir varlıktır. Bir çiçeği istediği gibi bir baharı da ister. Baharı elde etmekle tatmin olacağını mı sanıyorsunuz? Arkasından cenneti ister, geçici bir cennete de razı olmaz, ebediyet ister; ama sâadet içinde bir ebediyet… Ancak bir yerde bu da onu tatmin etmez, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni müşâhadeyi talep eder. Evet, insana verilen herşey bir başka şeyi isteme mevzuunda ona fikir verir, o da hemen arkasından bir başka şey ister. İşte insan, böylesine, istekleri birbirini takip eden bir varlıktır. Bununla beraber imkânları o kadar dardır ki elini nereye uzatabiliyorsa imkânları da o ka-dardır. Yani elinin döndüğü daire kadar bir imkâna sahiptir. Belki çok defa bu daire içindeki işlerin dahi altından kalkamaz, mağlup olur. Böyle bir insan acaba ne yapmalı? Kim ne derse desin en akıllıca, en mâkûl yol, onun, ‘Ben Allah’ın inâyetine sığınıyorum.’ demesi olacaktır. İşte bu mânâyı, Allah (cc) bizlere, Kur’ân okumaya başlarken أَعُوذ(Eûzü) cümlesiyle ifade ettiriyor.

أَعُوذ (Eûzü) bir mânâsıyla da insanın aczini itiraf etmesi demektir. Aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah’a teveccüh eder. İşte o zaman Rahmet-i İlâhî, nikab ve hicâbını kaldırarak, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler ve insan böyle bir yakınlıkla müşerref olduğu zaman انا عند المنكسرة قلوبهم من اجلي sözünün mânâsını idrak eder. Allah (cc): ‘Ben kalbi kırıklarla beraberim’ [4] diyor. ‘Hiçbir şey yapamadım, dehrin hadiselerinin altından kalkamadım, Seni hoşnut edecek işleri beceremedim, bu hâlimle huzuruna geldim fakat kalbim kırıktır’ diyen insana Allah (cc): ‘Üzülme! Ben de kalbi kırıklarla beraberim’ karşılığını verecektir.

İnsanın tam tâata muvaffak olabilmesi için gönlünde taht kurmuş şeytanı atması ve gönlünü Allah için müheyyâ etmesi gerekir. Gönlünden şeytanı atamamış, onu temizleyememiş, iç âlemini tezyin edememiş bir insanın okuduğu Kur’ân kirli bir gönül ve lekeli bir ağızdan çıkar. Bu itibarla, bu durumdaki bir insanın ilk defa bir tahliye ve tezkiye yapması gerekir ki أَعُوذ(Eûzü) de bunu yapmaktadır.

Biz أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمُِ derken, bu ulvî mânâyı düşünür, kalp ve lisân tahâretini bununla yapar ve bu kelimenin gücüne inanarak onu söyleriz.

Kalp, Beyt-i Hüdâ’dır. Husûsiyle geceleri Sultan, kasrına nüzûl etmek ister. Allah Resûlü bize; ‘yatarken abdest al, şu duayı oku, Allah’a teveccühde bulun, şeytanın şerrinden Allah’a sığın ve Muavvizeteyn’i tilavet et, öyle yat’ diyor. Çünkü o gece Sultan bizim kalbimize de nüzul edebilir. Kalb kapalı, kirli ve Allah için temizlenmemiş ise, o gece Sultan böyle bir kalbe nüzûl etmeyecektir. Hz. İ. Hakkı:

‘Dil Beyt-i Hüdâ’dır onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde’


demektedir. Rahmân her gece kasrı olan senin gönlüne nüzûl etmek için semâ-ı dünyaya keyfiyeti meçhul bir inişle iner. ‘Yok mu duâ eden duâsını kabul edeyim? Yok mu istiğfar eden mağfiret edeyim? Yok mu bana teveccüh eden, Rahmetimi ona tevcih edeyim? Yok mu el açıp yalvaran el uzatayım?’ [5] dediği zaman bizler gönlümüzü açmışsak, Sultan, rahmetiyle kendi kasrına nüzûl edecektir.

Allah (cc), cennetini bizim için hazırladı. O’nun adına da Kur’ân’ında Dâru’s-Selâm dedi (Selam ve emniyet içinde yaşamış olanların yurdu). Sanki Cenâb-ı Hakk bizlere: ‘Ben orayı pâk ve temiz olanlar için hazır tutuyorum. İçinde öyle hûriler var ki ne ins ne de cin gözü onlara temas etmemiştir. Benim de bir kasrım var, o da senin gönlündür. Benim cenneti pâk ve temiz tutmama mukâbil, sen de benim köşkümü temiz tutuyor musun?’ demektedir.

‘Sığmam dedi Hakk Arz u semâya
Kenzen bilindi dil mâdeninden.’


Allah gönülde Kenzen bilinir. Bu, ‘Arz ve semâya sığmadım. Mü’min abdimin gönlüne sığdım’ meâlinde olan ve kudsî hadîs diye rivayet edilen bir sözden mülhemdir. Hz. Allah başka yerleri değil, senin gönül tahtını tecellisine ma’kes yapmış ve orayı, keyfiyeti bizim için meçhul kudsî bir taht olarak kabul etmiştir. O, senin cennet yurdunu şerden ve şerirden muhafaza etmesine mukâbil, sen de O’nun kasrı olan gönlünü O’nun için pâk ve temiz tutabildin mi?..

İşte أَعُوذ (Eûzü) bu temiz ve pâk tutmayı temin edecektir. Onun içindir ki, Allah Resûlü, yatmadan evvel yatakta ellerini birleştirerek tutuyor, Muavvizeteyn’i okuyor, ellerine üfleyip, ellerini temas edebileceği bütün vücuduna sürüyordu. Böylece herşeyden Allah’a sığınıyor ve âdeta ‘Cesedime şeytan elini sürmesin, kalbime şeytan girmesin’ diyordu. إنّ الشيطان يجري من ابن آدم مجري الدم ‘Şeytan insanoğlunun damarlarında tıpkı kan gibi cereyan eder.’ [6] Alyuvar ve akyuvarları âdeta binek yaparak insanın kalbine kadar onlarla nüfûz ederek insana vesvese verir. Tecelligâh-ı İlâhi olan kalbin havasını bulandırır. Sonra da insan, etrafına ve Cenâb-ı Hakk’ı ifade edip anlatan herşeye bulanık bulanık bakmaya başlar. Artık herşey onun mâhiyetinde bulanık görünür. Onun içindir ki Allah: أَعُوذ بالرَّحْمنِ أَعُوذبِالرَّحيمِ أَعُوذ بالْقُدُّوس واعوذ بالرَّزَّاق demiyor, bütün Esmâü’l-Hüsnâ’yı içine alan ve zâtının ism-i hassı olan Allah ism-i şerifini zikrederek burada ‘Allah’a sığının’ diyor.

Şimdi lâtif bir nükteyi arzedelim:

Sizin iki çeşit düşmanınız, bu iki çeşit düşmana karşı da iki türlü cihadınız vardır. Bunlardan birincisi, imanınıza karşı nâralar atan, maddî mevcudiyetinizi yok etmek, servetinize el koymak, vatanınızı sömürmek isteyen maddî düşmanlarınızdır. Bunlar, sizin karşınıza topla, tüfekle, tankla uçakla çıkarlar. Sizler şimdiye kadar bu tür düşmanlara karşı Allah’tan her yardım dileyişinizde O’nun yardımı gelmiş, ve her defasında meleklerini göndererek düşmanlarınızı perişan etmiştir. Evet, siz, Allah’tan yardım istemiştiniz, Allah da size üç bin-beş bin melekle yardım etmişti. Meselâ, Çanakkale’de dahi bizzat İngiliz kumandanı Hamilton’un ifadesiyle: Allah, sarıklılar şeklindeki rûhânileri Mehmetçiğin önünde koşturmuş ve bir avuç yaralı Mehmetçik, İngiliz gibi cebbâr ve hodfuruş bir devleti Çanakkale Boğazı’nda durdurmuş ve boğazdan içeriye sokmamıştı. Gönlü coşmuşlar: مَتَى نَصْرُ اللّهِ ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ (Bakara, 2/214) demişler, Allah da meleklerini göndermiş ve kullarını desteklemişti…

İkincisi de ‘Cihad-ı Ekber’dir. Bu tür bir cihadda ise, daha büyük bir yardımcıya ihtiyaç olur. İşte biz cihad-ı ekberi, bize musallat olan şeytanımıza ve kötülükleri emre-den nefsimize karşı veriyoruz. Biz nefis ve şeytana karşı vermiş olduğumuz bu mücadelede vesâiti bertaraf ediyor, doğrudan doğruya Allah’a ilticada bulunuyoruz. Çünkü bu cihad Anadolu’yu işgal eden düşmana karşı değil, Allah’ın kasrı olan kalbin, şeytanlar ve şerirler tarafından işgaline karşıdır.

İşte maddî gücün çok az olduğu zamanda, Müslüman, Allah’a olan bağlılığıyla nasıl kendisinden çok güçlü düşmanlarını mağlup etmişse, bu büyük cihadda da insanı nefis ve şeytana karşı galip getirecek ve insanı onlar karşısında mağlûp olmaktan kurtaracak, yine Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inâyetidir. Onun içindir ki, bu cihadda en mâkûl yol, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın himâyesine girmek olacaktır ki ‘Eûzü’ bu şuurla sığınma ve teveccühün ünvânıdır.

Cenâb-ı Hakk, şeytan için: ‘Dergâh-ı İlâhi’den kovulmuş’ mânâsına ‘Racîm’ demektedir. Onun hakkında kullanılan bu tâbirle de, şeytanın daha önce huzûr-u İlâhî’de bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zirâ evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun ‘Racîm’ olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kulları için hazırladığı cennetten kovulmuştu. Yani, Allah (cc) mü’min kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tard etmişti. Buna mukâbil acaba bizler, O’nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O’nun için, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur. ‘Eûzü’ bize durmadan her tekrar edişte bu ihtarı yapmaktadır.

Mü’min, Allah ahlâkıyla ahlâklanan insandır. O, şey-tanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi sen de onu Hakk’ın tecelligâh-ı Subhânisi olan kalbinden tardeyle..!

الشَّيْطَانِ (eş-şeytan) kelimesinin başında harf-i ta’rif vardır. Yani bu belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem’e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sâyesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyâmete kadar bu dâvâ uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak için ne lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah’ın huzurundan ayrı düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakînen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdem’e yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah’a sığının. Bu mânâ ل (lam)’ın ahd-ı hârici olduğuna göredir. ل (lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh’un kavmini baştan çıkaran… Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezâlet ve şenâatiyle hükümfermâ olan ne kadar insî ve cinnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah’a sığınıyorum, mânâsına olur.

 


[1] Buharî, Bed’ül-Halk, 11, Edeb, 44, 76: Müslim, Birr, 109.
[2] Müslim, Zikr, 54,55; Darimi, İsti’zan, 58 Muvatta, Şi’r, 11, İsti’zan, 34.
[3] Buhari, Daavât 36, Cihad, 74, Etime, 28, Nesai, İstiaze, 7, 8, 25, Müsned, III, 159, 220, 226, 240.
[4] Bak; Keşfu’l-Hafa, 1, 234.
[5] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Musafirin, 168-70; Ebu Davud, Sünnet, 19; Tirmizi, Salât, 211.
[6] Buhari, Ahkâm, 21, Bedü’l-Halk, II, İ’tikaf, 11, 12, Ebu Davud, Savm 78, Sünnet, 17, Edeb, 81, İbn-i Mace, siyam 65, Darimi, Rıkak, 66, Müsned, III, 156, 275, 309, VI, 337.

Fıkhî Hükümler

أَعُوذ (Eûzü)’nün fıkhî durumuna gelince; İbni Sîrin ve Hanefi mezhebinin dayandığı imamlardan Nehâî, Kur’ân okumayı bitirdikten sonra أَعُوذ çeker. Fakat cumhur, Kur’ân okumaya başlarken أَعُوذ çeker. Bunların kendine göre mesnetleri vardır. Diğer taraftan İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Şâfiî: أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ Ahmed b. Hanbel ise أَعُوذ بِاللّهِ َالسَمِيعٌ العَلِيم مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Yine iki mezhep imamı Sevrî ve Evzâî: أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ إِنَّ اللّهُ هُوَ السَمِيع العَلِيمderler. İster öyle, ister böyle olsun biz birisini sabah-akşam diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.

Her hâlükârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak; selâmet içinde yaşamak ve emn ü emân içinde Dârü’s-Selâm olan cennete dâhil olmak için bir berât demektir. أَعُوذ Allah’a iltica, özrünü Allah’a arz etme ve sadâkat nişanesidir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân her hâlükârda أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demeyi ve dehrin hâdiseleri karşısında, çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor ve daima kolu kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla evc-i kemâlât-ı insaniyete uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hâdiseler karşısında Allah’a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.

Besmele

Şimdi de Besmele-i Şerîf’in mânâlarını arzetmeye çalışalım:

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ Bütün hayırlı işlerin başıdır. O Arş-ı A’zâm’dan insanların eline uzatılmış nurânî bir hayattan ibarettir. ‘Bismillah’a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah’a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı ‘Bismillah’la açılmıştır. Kâinat ‘Bismillah’la kurulmuştur. Her hâdise ‘Bismillah’la meydana gelir. Ve kıyâmet ‘Bismillah’la kopacak, haşr ü neşr, cennet-cehennem ‘Bismillah’la teessüs edecek, mü’minler ‘Bismillah’ dediklerinde cennetin kapısı açılacak ve orada mü’minler, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ de anlatılan Allah’ı, Rahmân ve Rahîm olan Zât’ı göreceklerdir. Âlem ‘Bismillah’la başladığı gibi ‘Bismillah’ la bitecektir.

Besmele harf-i cer olan ب ‘be’ ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada ‘isim’ kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisârdan gelir ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelirken âdeta münkesir bir kalple gelmeyi ders verir. Esâsen, her hayırlı işte havl ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk’a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O’nun kuvvetini davet eden bir şefaatçı olsun…

ب (be)’de musâhabet mânâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü’ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir ve yine ب‘de ilsak mânâsı vardır. İnsan besmele ile Allah’ın Rahmân ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma ب nin noktasıyla başlar. رَّحِيم in mimiyle sona erer. ب nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif hakikat ilminde Allah’ın remzidir. Elif’in alt tarafına bir nokta koyup onu ب ‘be’ yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve nâmütenâhî ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu.كنت كنزاً مخفيًا ‘Ben gizli hazine idim’[1] ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.

ب ‘be’ nâmütenâhî uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah’ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed’in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bir elif vardı. İş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed’in (sav) remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (sav): اول ما خلق الله نوري ‘İlk yaratılan benim nûrumdur.’[2] sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sav) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu, ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed’in (sav) nûrunu yarattı. Kâinatı da O’nun nûrundan halketti, nihayet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhûr edip ortaya çıktı. ‘Mir’ât-ı Muhammed’de Allah görünür daim’ sözünden biz bunu anlıyoruz.

Ayna ve aynada tecelli eden şey بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ de mündemiç bulunmaktadır.

‘Bismillah’ta ilk isim Allah’ın adıdır. ‘Allah’ın adıyla’ mânâsına ‘Bismillah’la işlerimize başlıyoruz. ‘Bismillah’ın sonundaki ‘Rahîm’ Allah’ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur’ân’da Habîb-i Edîb’ine isim olarak takmıştır. بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ ‘(O) Mü’minlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir’ (Tevbe, 9/128) derken, Hazret-i Muhammed’i kastetmektedir. وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ ‘Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik’ (Enbiya, 21/107) derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed’in (sav) rahîmiyetine parmak basmaktadır. ‘Bismillah’da Allah anlatılır. Ve ‘Bismillah’ da Allah’ı anlatan Hz. Muhammed (sav) dile getirilir.

ب nin taalluk ettiği bir fiil vardır. Zaten kâinat ef’âlden ibarettir. Bu fiil ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa’aldi. Belki, ef’âli de zâtıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz…

Takdir edilen bu fiil ya أبْدَاُ veya إبتدائ şeklinde olur. Eğer أبدأ dersek, fâil, altındaki أنا dir.إبتدائ dersek,ي fâildir. Böylece besmele yedi kelimeden meydana gelmiştir. Bunlardan dördü sarîhtir. Diğer üçünü ise biz takdir ediyoruz. اسم (isim) ya يسْمو-سَمَا den veya وَسَمَ-يَسِمُ den gelir.

Birinciye göre mânâ: ‘Yüksek oldu’, ‘yüce oldu’ şeklindedir. Allah zaten hem zâtıyla hem de isimleriyle yücedir. وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى ‘Allah’ın güzel isimleri vardır’ (A’raf, 7/180) âyeti bize bunu anlatmaktadır.

İkinciye göre ise mânâ ‘alâmet ve işâret oldu’, demektir. Başka hiç kimseye Allah denmez. Allah dendiği zaman insanın aklına; kâinatı idare eden, Vâcibü’l-Vücud’la tarif ettiğimiz Zât-ı Ecell-i A’lâ gelir.

İsim kelimesi üzerinde bir nebze durmamız gerekiyor. Allah (cc) kendi isminden evvel bu kelimeyi zikrediyor. اللهِ (Billah) demiyor بِسْمِ اللهِ diyor. Belki biraz düşününce اللهِ ile de aynı şey anlaşılırdı; ancak, bununla evvela, kasem mânâsı hatıra gelirdi. Halbuki bizim maksadımız yemin etmek değil; Allah’ın inâyetiyle, Allah’ın emirlerine yapışarak, cismâniyet zulümâtından, rûhâniyat ve kalp nûrâniyatına yükselmektir. Yani biz insanî kemâlâta yükselmek ve insanî mi’râca çıkmak için bu kelimeyi söylüyor, bu kelimeye tutunuyoruz.

‘İsim’ dendiği zaman akla, Allah’ın bütün isimleri gelir. Ve kâinattaki tasarrufu sayısınca Allah’ın isimleri vardır. İşte bu kelimeyi söylerken âdeta gözümüz önünde tecessüm eden Cenâb-ı Hakk’ın isimleri اللهِ lafz-ı şerîfiyle, bütünüyle niyet edilmiş ve niyetteki istiâb nisbetinde de bütünüyle zikredilmiş olur. Yani bir insan aynı zamanda, Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Hâlık vs. gibi sayısız ismi söylemeyi de niyet etmiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak isteyeceğini istemiştir. Her hareket ve talep bu isme dayalı olduğuna göre, ‘Bismillah’ ifadesindeki geniş ve güçlü kuvvet hakikaten mânidardır. Bismillah diyen bir insan bütün Esmâ-ı Hüsnâ’yı söylemiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak Allah’tan dilemiş oluyor.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ diyen insan aynı zamanda gaybûbet makâmındadır. Yâni, Makâm-ı Fark’ta; yani Allah’a ‘O’ diyeceği makamda bulunmaktadır. İşte böyle bir makamda ‘Bismillah’ derken istiâne talebiyle araya Allah’ın ismi girmektedir. Yani Lâfz-ı Celâle ile insan arasına ‘isim’ kelimesi girmektedir.

Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin cilvelerinden ibârettir. Her yerde dalgalanan, Allah’ın isimleridir. ‘İsim’ dendiğinde bütün bu dalgalanmalar hatıra gelir. İşte ifâde edilen bu lâhutî ve ulûhiyete ait mânâ ne ise biz, onu ‘Allah’ diye ifâde etmekteyiz.

Besmelenin ب ‘be’si, be’nin noktası ve بِسْمِ ‘Bismi’. İşte biz bu besmelenin altında o noktadan ibaretiz. Şiblî’ye: ‘Sen Şiblî misin?’ diye soranlara, o şu cevabı verir: ‘Hayır, ben, müstakim ve nurânî hat altında gölge yapıp O’nun vücûduna âyine olan noktayım.’

اللهِ ‘Allah’ lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelimeden veya bu kelimeden türemiştir deyip O’na bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme muvafık gelmiyor. Vâkıa, bazıları O’nu bir kısım kelimelere ircâ ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bâri nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı Allah’tır (cc). Allah kelimesine de bir temel kelime aramak muvâfık değildir. Ama bu kelimenin etrafında ‘ben bu kelimeye benziyo-rum’ diyen kelimeler vardır ki, ben de onların mânâlarını arzedeceğim:

Herşey Allah’a bağlı ve herşey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nûru ve ziyâsı اللهِ kelimesidir. ‘Allah’ kelimesinin mevcût olmadığı yerde, bütün ulûm ve maârif; evhâm, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde Allah kelimesine dayanmayan bütün ulûm, maârif ve fenlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka nâmlar takar, mânâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne mânâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.

Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve mânâsını, tonunu bulmuş olsun. İnsan gibi bir âbide ve şecere-i hilkatin semeresi, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, Rahmân ve Rahîm kelimeleridir.

Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın şarkında, garbında, şimâlinde ve cenûbunda gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah’a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah’a bağlı, bütün hissiyatıyla O’na imân etrafında pervane gibi pervaz eden, ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalarını beklemektedirler.

Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu Allah kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ulûm ve maârif bir hakikate dayanmış ve mânâsını, tonunu bulmuş olacaktır.

İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah’a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın mânâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah’ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hakk kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünki böyle bir kâinatın artık mânası kalmamıştır.

Allah Mâ’bûd-u bi’l-Hâk ve Maksûd-u bi’l-İstihkâk’tır. Allah bizâtihi mahbûbtur. Kalpler Allah’ı zikirle itminâna kavuşur. Bütün kırık gönüller Allah’a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azâmetine ulaşamaz. Allah Muhtecîp’tir, bu gözlerle O’nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O’dur. Allah’ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde âyândan daha âyân olan Allah’ın âsârını görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların melceî, menceî Allah’tır. Allah mü’min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında ma’rifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların ma’bûbudur. Allah, Allah olduğu için Ma’bûd’dur. Şimdi de bütün bu arzettiğim sözlerin hepsini ‘Allah’ kelimesiyle alâkalı ve lafz-ı celâleye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:

İlâh kelimesi den gelir. اَلََه ‘Elehtü ilâ Fülânin’ سكنت إليه ise ‘Sakin oldum kemâle erdim’ gibi mânâlara gelmektedir. İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesâfe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmeyen vicdân ve kalp taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından esmâ makamına, esmâ makamından sıfât makamına, sıfât makamından şuûnât-ı zâtiye makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği ânâ kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekîne hâsıl olacaktır.

أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوب ‘Dikkat edin! Kalpler ancak, Allah’la oturaklaşır, Allah’a imânla huzur ve itmi’nâna kavuşur’ (Râd, 13/28) Öyle ise kemâl arayanların melceî, menceî Allah’tır. Dolayısıyla اَلََه kelimesiyle ألهت اليه sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu mânâ sezilmektedir.

Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de له و (velehe) dir. له و irtifa etti, yükseldi mânâsına gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve bâlâpervezâne: ‘Ben fezaları dolaştım da Allah’ı göremedim’ desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idâre eden, herşeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâdır. İşte, Allah öyle mürtefi öyle yüksektir. Bu da Lâfz-ı Celâle’nin altındaki mânâda mündemiç bulunmaktadır.

Bir başka kelime de له و (velh) kelimesidir. له و Velh, şaşkınlık ve aklın gitmesi demektir. Bu kelime bir yönüyle hayret mâkâmını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nûrunun bir cilvesidir.

İnsanlardan bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esmâ makâmını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindir. İster ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nûrunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük mânâ da yine lafz-ı Celâle’de meknûzdur.

Yine Lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, لاه ‘ Lâhe’dir.

إحتسب=لاه-َيلوُه mânâsındadır ki, gizli oldu, gizlendi demektir. Allah (cc), gözle görülmez. Halbuki âyândan daha âyândır. Görünmemesi varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemâl noktasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın zıddı ve niddi yoktur.

O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, iman-küfür, adâlet-zulüm ve bütün zıtlar hep O’nun tecellisiyledir. Hayır ve şer O’ndandır. Böylesine her şey O’ndan olan, zıddı ve niddi bulunmayan Allah’ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O’na ‘O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir’ diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalb, ‘ey şiddet-i zuhûrundan gizli olan ey kemâl-i nûrundan muhtefî bulunan Allah’ım!’ diye O’na münâcatlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İ. Hakkı:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misl-ü âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâllah
Şerîki yok berîdir doğmadan doğurmadan ancak
Ehad’dir, küfvü yok ihlas içinde zikreder Allah.


Ayrı bir kelime de اله Elihe’dir. َاَلِهَ iltica etti, sığındı mânâsına gelir. Arap, اله الفصيل der. Bu, yavru annesine sığındı, iltica etti yani ولع الي امه demektir.

Bir yavru, aczi ve zaâfını şefâatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer yine ona ilticâ eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun, annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine ilticâ edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk’tır ve bu iltica mânâsı da Lafz-ı Celâle’de gizlidir.

اله Kelimesinin bir diğer mânâsı da عبد (kulluk yaptı) dır. Ve Allah ‘ma’bûd’ mânâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir.

Ve yine اله (himâye etti) mânâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk’ın kulunu koruyup, himâye etmesini ifade eder. Aynı kökten الّه ise ‘ilâh edinildi’ demektir. Zaten, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sadece ve sadece O (cc) vardır.

Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma’bûd-u Mutlak’ı, Lafz-ı Celâle’nin altında müşahede edelim:

Allah, kolu-kanadı kırıkların melceî ve menceîdir. O, ibadet edenlerin Ma’bû’dudur. O, dertlilerin dermânı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nûru ve ziyâsıdır. Her şey O’nunla hâllolur. O’nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.

Lâfz-ı Celâle’nin diğer bir hususiyeti, başka isimlerle ifâde edemeyeceğimiz bir mu’cizelik ifâde etmesidir. Başından ا elifi kaldırdığımız zaman للّه kalır ki, yine Allah demektir.

وَ لِلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْض* وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

(Bakara, 2/284) (Nisa, 4/131,132); ve (Fetih, 48/4,7) âyetlerinde olduğu gibi. Başından Lâm’ı kaldırdığımız zaman له yine Allah demektir. Her iki Lâm’la beraber Elif’i kaldırdığımız zaman ه kalır ki Allah’ın zâtının ünvânıdır ve yine Allah demektir. Ve biz çok defa zikir, vird ve fikrimizi ه demekle ifade ederiz. ه Aynı zamanda İsm-i A’zâm arasında sayılmaktadır. Lâfz-ı Celâle’nin son harfi ه dur ve Allah’ı ifade etmektedir. Hatta çok defa sâir esmâ ile Allah’a teveccüh etmekten ise ه ile teveccüh daha muvafık olur. İşte Lâfz-ı Celâl’e, böyle mu’ciznümâ bir kelimedir. Onun bu son harfi üzerinde kısaca duralım, sonra umûmî mânâsına tekrar dönelim:

ه ‘Hû’ başlı başına bir mu’cizedir. İnsan ه dediği zaman şu mânâları mülâhaza eder veya şu mânâların mülâhazası ona ه dedirtir: ‘Nerede ben, nerede Sen? Ben bir katre hakir sudan mahlûk, Sen ezel ve ebed sultanı Ma’bûd. Ben, Sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ’na ait mânâları birden ifade etme sadedinde, ünvanın olan ه ile sesleniyorum. Ve ancak ه ‘hû’ demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum.’

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anarken, çok kere o ismin teâlluklarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: ‘Yâ Kerîm’ dediği zaman Allah’ın kendisine olan ikrâmını hatırına getirir. ‘Yâ Muhsîn’ dediği zaman Allah’ın ihsânını, ‘Yâ Cemîl’ dediği zaman da Allah’ın cemâl ile tecellisini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki ه ‘hû’ dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya has bir ünvân ile, her türlü garaz ve i’vâzın, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O’nun Ma’bûd-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde ‘hû’ demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinliklerinden ه ‘hû’ demiş insanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, rûhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.

Ayrıca, Allah (cc) bize, kendini âsâr ve icraâtı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcud tecelli ve âsâr nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izâfidir, hakiki ma’rifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan, kerem, lütuf ve ihsân adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin fâilini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde meseleyi değerlendirir. Halbuki ‘hû’ deyince, nefsü’l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecell-i A’lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de âfâkî bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, O’na hitap sıgasıyla ‘Sen’ demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle ‘O’ mânâsı, ‘hû’ denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir ‘hû’ dan ibarettir. Yani ‘hû’ bizim hayat kaynağımızdır. O’nu demeden yaşamamız mümkün değildir.

Diğer bir husus da şudur:

İnsan, o Sultan’ın huzurunda ve O’nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve âlâyişi ve hatta kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, mâsivadan alır, sadece O’na çevirir ve orada ‘O’ mânâsına ه deyiverir. Herşey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu mânâları mütâlâa ve müşâhede etmiş oluyoruz.

 


[1] Keşfu’l-Hafa, II, 178
[2] Bak; Keşfu’l-Hafa, I, 311 (Lafız değişikliğiyle)

Rahmân ve Rahîm

Rahmân, bir isim sıfattır. Yani o, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Fakat ismiyet öyle galebe çalmıştır ki Rahmân dediğimiz zaman hemen aklımıza Allah gelir.

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى ‘Rahmân, arş üzerinde istivâ etti’ (Tâhâ, 20/5);الرَّحْمَنُ * عَلَّمَ الْقُرْآنَ ‘Rahmân, Kur’ân’ı insanlara ta’lim etti.’ (Rahmân, 55/1,2) dediğimiz zaman Allah’ı kasdetmiş oluyoruz. Öyle ise Rahmân Allah’a has bir sıfattır. İnsanlara Rahman denmez. Rahmân, nâmütenâhi merhamet edici, nâmütenâhi nimetlerle perverde edici mânâsına gelir. Nasıl ki, ‘Allah’ kelimesini tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Öyle de; Rahman kelimesini dahi tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Çünkü isimdir. Husûsi isimler ise tercüme edilmezler. Hele Rahmân’ı ‘Esirgeyici, Bağışlayıcı’ şeklinde tercüme etmek büyük hatadır. Zira dilimizde esirgeyici demek, cimri ve bahîl demektir. Beşerin dahi kabul etmeyeceği bir çirkin sıfatı Allah’a isnad eden, bu mânâları düşünüyorsa namaz kılarken dahi imandan olur. Onun içindir ki Rahman’ı tercüme ve bir kelime ile ifade etmekten o ismin Sahibine sığınırım.

Rahîm de Rahmân gibi bir sıfattır. Fakat, Rahîm Allah’a has değildir. Rahîm Allah’ın sıfatıdır ama mahlûkat hakkında da kullanılır. Şimdi de bu iki kelimenin muvâzenesini arz edelim:

İkisi de rahmet kökünden geliyor ve Allah’ın merhâmetini ifade ediyor. Fakat birinin şumüllü merhametine mukâbil, diğerinin hususi merhameti vardır. İnce bir ifade tarzıyla; Rahmân Vâhidiyet’in, Rahîm ise Ehâdiyet’in tecellisidir.

‘Rahmân’ kelimesi ezele, ‘Rahîm’ kelimesi ise lâyezâle bakar. Allah, Rahmân isminin ruhundaki merhameti ve o merhametin taâlluku ile kâinatı yoktan var etmiştir. Sistemler, insanlar, ağaçlar, kuşlar ve her şey Rahmân ismiyle var olmuştur. Bütün mevcudât Rahmân isminin cilveleriyle cilveendâz olmaktadır. Bu geniş umumi ve şumüllü rahmet bütün kâinatı içine almış ve Rahmâniyet bütün kâinatı ihâtâ etmiştir.

Herşey, bu Rahmâniyetin cebriliği altında, tav’an ve kerhen Allah’ın emirlerine itaât etmektedir. Rahmân’da cebrîlik vardır. Allah kâinatı yaratırken kâinata, bizi yaratırken bize, kuşu, ağacı, taşı yaratırken de onlara sormamıştır. İşte bu cebrîlik, Allah’ın Vahîdiyetinin muktezasıdır. Mâlikü’l-Mülk O’dur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ve kimse O’na müdahale edemez. Meseleyi sadece ezele bakan ve Allah’ın zâtına isim olan Rahmân açısından mütâlâa edecek olursak; küfür-iman, adalet-zulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü her şey birbirine karışıverir. Bu durumda irâde mevzubahis olamaz. Böylece de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülük-lerinden mes’ûl olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata erer. O da bir ağaç, bir taş ve dört ayaklı bir canlı gibi, fıtratın hududu çerçevesi içinde yaşar, bazı isimlere âyine olur ve göçer gider. Eğer kâinata sadece Allah kelimesinden sonra Rahmân’ın tecellisi hükümfermâ olsaydı, durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad buyurdu ve insanlarda irâdeyi yarattı; irâdesini iyiye kullananları mükafatlandırma, kötüye kullananları cezalandırma hikmetiyle Rahîmiyeti ile de tecelli etti. Böylece insana esfel-i sâfîlinden a’lâ-yı illiyine kadar, ya aşağıların aşağısına düşme veya a’lâların a’lâsına çıkma imkânını bahşetmiş oldu. Kuş kanat çırpıp yavrularının başında dönüyor, ağaçlar boy salıp büyüyor, sular çağlayıp akıyor, otlar yeşerip ağaçlar meyve veriyor ve bir hayvan olan anne, yavrusuna karşı hanîn ve şefîk olarak davranıyorsa; bütün bunlar Rahmân’ın cilveleridir. Ancak, bunlarda irâde yoktur ve bu varlıklar Rahmân’ın kendilerine talim ve takdir ettiği hudutlar içerisinde yaşamak mecburiyetindedirler.

Bir de iradeye bakan Cenâb-ı Hakk’ın husûsî rahmet tecellisi vardır ki onu da bize ‘Rahim’ kelimesi ifade etmektedir. Demek oluyor ki, Rahmân olmasaydı, biz vücuda gelmeyecektik. Kâinat ve bütün mevcûdat yok olacaktı. Şayet Rahim olmasaydı irâdemizi kullanamayacak ve Cenâb-ı Hakk’ın dekâik-i san’atını idrâk edemeyecektik.

Rahmân, kâinatı büyük bir kitap gibi gözümüzün önüne serdi. Rahîm, bize o kitabı okuma ve okuduğumuz o kitaptan alacağımız huzmeleri kalbimizde iman haline getirme iradesini verdi: Ve yine Rahîm, kâinatın sırlarını aşma, esmânın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvâlini kurcalama ve Zât-ı Bâri’yi düşünmemizi mümkün kıldı. Zât-ı Bâri nâkâbil-i idrâktir. Allah’ı bin isimle değil milyarlarca isimle anlatmaya çalışsak, yine Zât-ı Bâri hakkında birşey anlatmış olamayız. Hz. Ebu Bekir: العجز عن الادراك ادراك ‘O’nu idrâk edememe idrâktir’ der. Peygamber Efendimiz (sav) de kendisine isnat edilen bir sözde ما عرفناك حقّ معرفتك يا معروف buyuruyor: ‘Ey herşeyden daha âyân daha beyân olan Ma’rûf-u Mutlak, seni hakkıyla bilemedik.’ Onun içindir ki biz de:

‘İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez
Zirâ bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez’


diyor aczimizi itirâf ve ilân ediyoruz.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk, bu kâinatın kapısını Bismillah’la açıyor ve insanları kâinatı müşâhedeye davet ediyor. Bismillah’la kâinatın kapısını kapatıyor. Ve yine Bismillah’la Dârü’s-Selâm’ı açıyor, insanları ebedî mes’ûd etmek üzere cennete davet ediyor.

Bismillah’ı her yerde cilveendâz olarak görüyoruz. Çünkü onun içinde bütün esmâyı hâvi ve şâmil bulunan Lâfz-ı Celâle vardır.

Bu itibarladır ki, bu kudsî cümlelerin tercümesini yapmak mümkün değildir ve tercüme etmeye imkân yoktur. ‘Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım’ diyen insan, ilk defa Allah’a ‘olan’ demek suretiyle eskiden yokmuş da, sonradan olmuş gibi bir mânâyı işmâm etme hatası içindedir. İster ‘keynûnet’ isterse ‘sayrûret’ mâ’nâsına gelsin; ister ‘O Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla’ desin; isterse ‘Allah-u Rahmânu’r-Rahîm’ densin hepsinde bu kabil hatalar mevcuttur.

Kur’ân-ı Kerîm’in anlatmak istediği bütün hakikatler, hülâsa olarak besmelede mevcuttur. Ve besmele bu haliyle de harikadır. Bu harikalık elbette onun tesir gücüne de sirayet edecektir ki,

Allah Resûlü: „كلّ امر ذي بال لم يبدأ فيه بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم buyuruyor. Son kelime muhtelif rivayetlerde değişir; bazı rivayetlerde أقطع bazılarında ise اجزم ifadesi vardır. Hepsi birbirinin müterâdifi bu kelimelerle Allah Resûlü: ‘Besmele ile başlamayan her iş, bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür’[1] demektedir.

Kur’ân dört büyük hakikatten bahseder: Bunlar, Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adâlettir. Ve Besmele bunları hülâsa eder. اللهِ lafz-ı celâlesi sarih olarak tevhide bakıyor. Rahmân onun sıfat-ı hâssı olup, nübüvveti isbat eder. Rahîm sıfatı ise haşir ve adâleti dile getirir.

Bismillah, Berâat (Tevbe) sûresi müstesna Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başında vardır. Kur’ân yazan her kâtibin besmeleyi bütün sûrelerin başına yazması bil’icmâ farzdır. Yazmayan haram işlemiş olur. Şâfiî’lere göre bir kavil müstesna bütün mezheplere göre hayvanlar kesilirken besmele çekilmesi farzdır. Ayrı bir mesele de, namazda Fatiha’dan önce ‘Besmele’ çekmek Şâfiî mezhebine göre farz, Hanefî mezhebine göre de sünnet olduğu hususudur. Ancak Mâlikî mezhebine göre Besmele mendub değildir. Çünkü İmâm-ı Mâlik (ra): إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ âyetiyle anlatılan (Nemll, 27/30), yarım âyet şeklinde kendisini gösteren ‘Bismillah’ müstesna, Kur’ân-ı Kerîm’de yüz on üç yerde geçen ‘Bismillah’ı âyet kabul etmemektedir.

Bismillah’ı bazıları müstakil birer âyet saymışlar, bazıları da başında bulunduğu sûreden bir parçadır demişler. Hayatta her şeyin miftahı durumunda olan Bismillah, Kur’ân’daki sûrelerin de anahtarı durumundadır. İster sûreleri birbirinden tefrik etmek, isterse o sûreye bereket getirmek ve isterse o sûreyi anlamak, muktezâsıyla amel etmek mevzûunda Allah’ın tevfikini dilemek ve dilenmek için olsun, kısacası ne maksatla yazılırsa yazılsın o, arş-ı âzamdan insanların kalbine uzanmış nuranî bir iptir. Mânâsındaki ulviyeti kavrayıp, füyûzatından istifade eden insanlar

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ tutunarak insânî arş’a çıkabilirler.


Allah (cc) kâinatta var olan bütün hakikatleri, gönderdiği kitaplarında şerh ve izâh etmiştir. Bu yüce hakikatleri Allah, ona gönülleri ma’kes olabilecek peygamberlerin sinelerinde mânâ, dillerinde harf ve kelime olarak ifade etmiştir. Bütün bu mukaddes kitap ve sahifelerde anlatılan hususlar en son kitap Kur’ân’da tafsil edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, bütünüyle Fatiha sûresinde, Fatîha sûresi de Besmele’de hülâsa edilir. İşte besmele, bütün peygamberler ve kitapları birbirine bağlayan böyle nûranî bir iptir. Kâinatta var olan bütün hakikatler bir nüve halinde ve muhakkak surette Besmele’de mündemiçtir. Ancak onu bulup çıkarmak, herkese müyesser değildir.

 


[1] Müsned, II, 259

Sûre ve Âyetler Arasındaki Münasebetler

Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Sanki, Kur’ân, bir anda ve tek bir mesele için inmiş gibi bir tenâsüp arzetmektedir. Besmele ile Fâtiha sûresi arasında da aynı hususu görmekteyiz. Ancak bu münasebeti arzdan evvel bir iki meseleye temâsta fayda vardır:

Bir lâfzın mânâya üç şekilde delâleti olur:

Birincisi: Vaz’ delâletidir. Her kelime, kendine ait bir mânâya delâlet eder ki, herkesin anladığı ve anlayacağı bu mânâya, ifade edilen lâfız vaz’edilmiştir. Umum insanların anlayışı bu merkezdedir. Meselâ الْحَمْدُ للّهِ dediğimizde ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah’â mahsustur’ mânâsı vaz’î bir delâlettir.

İkincisi: Aklî delâlettir ki, bir mertebe daha hâstır. Meselâ: Aynı cümlede, niçin حَمْد (hamd) önce, للّهِ (lillah) sonra zikredilmiştir? Allah lâfzının delâlet ettiği mânâlar nasıldır? gibi sorularla bazı hakikatleri istidlâl etme aklî bir delâlettir.

Üçüncüsü : Zevkî delâlettir; bu, ikinci mertebe olan aklî delâletin bir mertebe daha üstündedir. Havâssü’l-havâsa has bir husustur. Meselâ; الْحَمْدُ للّهِ cümlesini meydana getiren kelimelerin sıralanışı ve mürâdiflerine kıyasla bu kelimelerin tercih hikmeti gibi meselelerin yanında, zâhirden öte bazı mânâları duyarak zevketme bu mânâya dahildir.

İşte bu üç yolla Kur’ân-ı Kerîm’i incelemeyi denemek hem benim, hem de belki çoklarının başından aşkın bir meseledir. Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a hürmetimin ifadesi olarak O’nun bu cephesine temas etmeden geçmeyi de Kur’ân’a karşı hürmetsizlik ve sû-i edep sayıyorum. Anlatılan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’dır. Anlatmak istediğim meseleleri ben tam anlatamazsam, siz de tam anlamasanız dahi yine de anlayacaksınız ki, bu kelâm Allah Kelâmı’dır. İşte o anlamama içindeki anlama, idrâk gibi büyük mânâ ile Mevlâ’nın huzuruna gelip الْحَمْدُ للّهِ derseniz tam halis bir teveccüh yapmış, belki de insânî miraca çıkmış olursunuz. Burada başka bir hususu da arz edeyim:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın mufassal mânâsını namazda düşünmek hoş görülmemiştir ve mekruhtur. Çünkü huzuru ihlâl eder. Namazda Kur’ân’ı Allah’ın kelâmı olma mânâsını Mevlâ’nın huzurunda durmayı ifade eden mânâyı, onu idrâk edememe mânâsını müşâhede, mütalâa, tefekkür etme havası ve o havanın insan üzerindeki baskısı ve ağırlığı derken, derin bir haşyet ve saygı ile Allah huzuruna gelme ki, bence matlub olan da budur.

Fâtiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur’ân-ı Kerîm, bu sûre hakkında ‘es-sebu’l-mesâni’ tâbirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimiz’in dilinde bu sûreye ‘Ümmü’l-Kitap’ ‘eş-Şâfiye’, ‘el-Vâfiye’ denmiştir.

O, ilâhi bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur. Fâtiha halkı, Hakk’a ve Hâlık’a yaklaştıran sırlı bir sûredir.

Fâtiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddi bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki besmele ile de alâka ve irtibatı vardır ki, buna sıyâk ve sibâk denir. Zaten her söz sıyâk ve sibâkıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tespit edilmiş olur.

Fâtiha sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fâtiha sûresine sibâk olabileceği gibi besmele de ona sibâk olabilir.

Fâtiha’nın evveline bir, اقْرَأ ْ (oku) veya قُلْ (söyle) fiili takdir olunur. Ebû Nuaym ve Beyhâkî’nin Delâillerinde, Vahy’in bidâyetine ait şu vak’â anlatılır:

Peygamber Efendimiz (sav) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir, insanlığı kurtarmak için bir mübarek mağarada çareler ararken, karanlık yerlerde Mehbit-i Vahy-i İlahiyye’ye tam ma’kes olabilecek, semavîleşen mukaddes kalb-i pâk’ini feyz-i akdesten gelen nurlara tevcih ettiği sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyulunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, refika-yı muhteremesi ve hayatının sonuna kadar kendisine sadâkattan ayrılmayan Hz. Hatice’ye açmıştı. O da elinden tutup O’nu amcazâdesi Varaka b. Nevfel’e götürmüştü. Varaka Hristiyanlığı kabul etmiş, Arapça İncil yazıp halka İncil’i anlatan bir zâttı. Allah Resûlü’nden evvel halka İncil’i gösteriyor ve bu Allah’ın kitabıdır diyordu. İncil’de Allah Resûlü’nün geleceğine dair işaret ve beşareti gördüğü için hemen hemen O’nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu. Kimbilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. Onun çok yukarılarda aradığı belli bir zaman sonra başının üzerinde bir rahmet bulutu gibi belirecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olacak Hz. Muhammed (sav) onun yanına geliverdi: ‘Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girip çıkarken, Rahmet Dağından aşağıya inerken, daima arkamda Ya Muhammed, Ya Muhammed… sesini duyuyorum’ dedi. Varaka İncil’de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her Peygamberin Allah’a böyle muhatap olacağını bildiği için: ‘Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle ondan sonra benim yanıma gel’ cevabını verdi. Allah Resûlü (sav), Varaka’nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emîn: ‘Ya Muhammed!’ dediği zaman Allah Resûlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril nakletti, Allah Resûlü de belledi ve Fatihayı Şerife’yi sonuna kadar okudu.

Cibril’in gelip Efendimiz’e ismiyle hitap ettikten sonra بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم *ِِ الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين َ diyerek bu ilk sûreyi getirdiği rivayet edilmektedir.[1]

Bu itibarla, Fatiha’nın sibâkında, Cenâb-ı Hakk’ın ‘oku’ veya ‘söyle’ emirleri vardır. Ve Fâtiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.

O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fâtiha ile başlar. Zaten, bütün Kur’ân-ı Kerîm, esâs itibâriyle Vahy-i Semâviye dayalıdır. Fâtiha da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübârek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin âdeta O’nun siyânet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.

‘Bismillahirrahmânirrahim’ ile Fâtiha’nın çok sıkı münâsebeti vardır. Âdetâ ‘Bismillahirrahmânirrahim’ Fâtiha’dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki bir çok fukahâ ‘Bismillahirrahmânirrahim’i Fâtiha’nın yedi âyetinden biri saymıştır. ‘Bismillah’ ile Fâtiha arasında âdeta şiir ahengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. ‘Bismillahirrâhmanirrahim’in mânâ-i münifini arzederken; Cenâb-ı Hakk’ın Celâli ile mahlukâtı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed’in (sav) çekirdeğinin nûru etrafında kâinatı geliştirip mânâlandırdığını ve kâinat ağacı insanı meyve verdirdiğini arzetmeye çalışmıştık. ‘Bismillah’ Allah’ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (cc). Besmele’nin sonunda Habibine ad olarak taktığı, Rahmetenlilâlemin ve Rahim olan Hz. Muhammed’in (sav) nûrunu yarattı. O’nun nûrundan kâinat teselsül edip geldi. Hâdiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara jeolojik devirler, isterseniz gazların kaynaştığı devirler deyin. Atılan çekirdek artık ağaç olmuş büyümeye doğru gidiyordu…

Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınıza daima onun başındaki meyvelere çevirirsiniz. Hatta ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu mânâsız olabilir, meyve vereceği ânâ kadar açan dalı budağı, yaprağı hepsi de mânâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir mânâ için dikilmiştir. Sizin matmah-ı nazarınız, ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir. Onun gibi Allah (cc) yokluğa Hz. Muhammed nûrunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. İsterseniz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom âlemi ondan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrâkımızın dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, arş-ı âzâmdan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulasası Allah’ın ‘sâfi, öz, hulâsa’ mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed’dir (sav).

İşte Bismillah bize bu mânâları ifade ediyor. Allah, Celâliyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irâde veriyor; kâinatın mânâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu mânâları ifade edince Bismillahirrahmânirrahim ile Elhamdülillah arasında münasebet kurabiliriz.

Besmele’de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir câzibesi vardır. Hiçbir şey kendini bu câzibeden kurtaramaz. Öyle ise Fâtiha sûresi de bu câzibeden uzak kalmayacaktır. Zaten biz, bütünüyle Kur’ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fâtiha’ya da besmele ile başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize tevcih edilen şu mukadder sorular vardır: Besmele’de, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle anlatan Cenâb-ı Hakk’a karşı siz nasıl mukâbele etmelisiniz? Bismillah’da, Celâliyle, Cemâliyle tecelli eden bu câzibe-i rahmete karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz? İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين şeklinde oluyor. Bununla, bizi bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât’a hamd ve senâlar olsun demek istiyoruz. ‘Bismillahirrâhmanirrahim’ le Cenâb-ı Hakk küllî ve umumî olarak tecelli ediyor ve Rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bir şeyler alma yolunu açıp bize hidayet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa sonra da müslümanlığa erdiriyor ve Besmele’nin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet câzibesiyle çepeçevre bizi saran Allah’ın rahmeti, bize الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين dedirtiyor: Allah’a hamdolsun bizi var etti. Allah’a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah’a hamd olsun bizi müslüman kıldı. Allah’a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan Hz. Muhammed’e (sav) ümmet olma şerefiyle şereflendirdi…

‘Bismillahirrâhmanirrahim’de gâibane gezişler içinde bulunuyor ve Allah’ın âsârında Allah’a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (cc) Rabbülâlemin olarak kâinatı tesbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklüğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fâtiha’da da ‘Errâhmânirrahîm’ isimlerini mütâlâaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat Rahmânirrahim’le kaynamakta, âdetâ bir şefkat dalgasıdır, birbirini takip edip gitmekte, bir merhâmet mevcesi teselsül etmekte ve bütün bunların verâsında da Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize Rahmetiyle böyle hissettiren Allah’ın sonsuz Rahmetine karşı, bütün mahlûkatın ağızlarıyla, duyuş-larıyla ve kalbî hissedişleriyle ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين diyoruz. İşte ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين ile بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم arasında böyle münasebetler var.

Biz araştırmalarımızı gâib ve Allah’dan uzak olarak yapıyor ve bir mânâda Allah’tan uzak bulunuyoruz. Bismillah’ın başında da gaybûbet ve fark makamı olduğunu tasavvufî bir edâyla arzetmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybûbet ve fark makamıdır. Halbuki cem’ makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah’ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arz edebiliriz:

Allah’ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah’a kulluk ancak bütün kâinatın mânâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de nâmütenâhi makamı görecek bir teleskop lazımdır ki, bu geniş dairede Allah’ın icraatını müşahede edebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi اللّه أَكْبَرُ diyebilsin veyahutta Allah’ı tesbih ve takdis edebilsin. Halbuki bütün bunlara kâmil mânâda muttali olamadığımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba iman ediyoruz.

İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah’a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzları çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra كل ما خطر ببالك فالله ورآء ذلكُ hakikatına yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsında Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinizde ‘onu o vaziyette tanzim eden Allah’tır’ hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğünüz zaman, bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvâma getiren Allah’tır hakikatı içinizi sarıverir. Ve kendi nevinizin sîmâsında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm’in tecellisini müşâhede edersiniz. İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybûbet maka-mından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalp ve vicdanında Cenâb-ı Hakk’a karşı ‘Sen’ diyebileceği bir ‘sen’ hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ’nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle kendini Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin halitası önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle: إِيَّاكَ نَعْبُدُ ‘Yalnız sana kulluk yaparız’ der ve Allah’a ‘sen’ diyebileceği makama erer.

Sultan’ın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah’a vereceğimiz hediye ise Cenâb-ı Hakk’ın bizi yaratmada tuttuğu maksat olacaktır. O da Ma’rifet-i İlâhi’dir. Biz, O’nu bildiğimizi O’na takdim edecek, zimamın O’nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız ‘sen’ diyeceği muhâtabını bulmuş olacaktır. Vicdanımızda Allah’a ait bu duygu mündemiçtir. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani ‘Rabbülâlemin’in icrâatını ve Rahmetle tecelli ettiğini gördükten sonra içimizdeki gubâr silinecek ve apaçık ‘sen’ ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra ‘sadece’ mânâsını ifade eden إِيَّا ya ‘sen’ mânâsına gelen ك i ekleyecek ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ ‘Ancak Sana kulluk yapıyoruz’ diyeceğiz.

Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Zirâ o, kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına urûç ettiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah’tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini müşahede etmiş ve gayb makamından hitap makamına da ancak bu sayede ermiştir.

Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu itibarla istenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidâyeti taleb sadedinde

der ve Rabbinden kendini Sırât-ı Müstakîme اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ ulaştırmasını ister.

Demek oluyor ki, ezelde ve Besmele’de bâtın olan hakikat Fâtiha’da ve şu anda bizim hâlihazır durumumuzda zâhir bir mütekellim olmuştur. Bu muammaya parmak basan Nebiler Sultanı: ‘Allah, kendi kelâmında kullarına zuhur etmiştir. Fakat onlar O’nu göremezler’ sözüyle bunu ifade etmektedir. Bütün bu anlattıklarımız ‘Bismillahirrahmânirrahim’ ile Fatiha’nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki bu ikisi bir şiir ahengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmele’nin sıyâkıyla alâkalı münasebette de birçok nükteler vardır: Nasıl ki biz, Besmele’ye dayalı Fatiha’da tam huzura erebiliyorsak, öyle de Fatiha’nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.

Zira Fatiha ile Rabbülâlemin ünvanının sahibi bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu Rabbülâlemin ünvanı altında kavrar ve idrâkına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ünvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hâdiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu ünvana bakan insan hayret ve dehşetten dona kalır. İşte burada, ‘Errahmân’ ve ‘Errahîm’ isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki nâmütenâhi bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O’nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir. Aynı zamanda O, din gününün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. ‘Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. O, bizzat var olmalıdır.’ Bu varlık ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir zâtın öyle bir güne sahibiyetiyle mümkündür. Ve işte insan, Fâtiha’nın içinde dolaşırken, onda, siyâk itibariyle böyle bir huzura erer. Erer çünkü o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyecek ve Cenâb-ı Hakk’a bizzat muhatap olacak bir makama yükselmiştir.

Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem siyâk hem sibâk itibariyle bir bütünlük arzediyor. Zira Fatiha’nın Kur’ân’la öyle bir alâkası var ki sanki tek başına bir yıldız gibi ve sair gezegenlerle hiçbir bağı yok ve âdeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler. Zirâ Kur’ân âyetlerinin bir mânâsı da ‘Necm’ dir. Necm aynı zamanda yıldız demektir. Semânın yıldızları nasıl hem aynı hem gayrı, hem bağlı hem kopuk; öyle de Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın âyetleri dahi sanki müstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizâm ve âhenk içindedir.

Fâtiha, ‘Hamd’ kelimesiyle başlar. Hamd, kelime olarak şükür ve medih mânâlarına geldiği de olur. Ancak arada birçok farklar vardır. Onun içindir ki Fatiha sûresi, للَّه المدح, للَّهِ الشَّكر ile değilde الْحَمْدُ للّهِ ile başlıyor.

Hamd

Hamd edilecek zâtın ihtiyarıyla verdiği nimetlerine mukâbelede bulunma ve ona teşekkür etmenin yanı sıra O, hamdedilmeye lâyık ve bütün ihsânın menbâı olması sebebiyle de O’na karşı arz-ı şükür etme mânâsını ihtiva eder. Hamd’de O’nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o şahsın böyle bir hamde liyâkatıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk’ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arzetmemiz bir hamddir.

Şükür

Şükür, kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukâbil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki teşekkür umumidir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah’a karşı bir teşekkürdür. ‘Eşşükrü lillah’ demek, Allah’a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah’ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ’nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah’ın nimetlerine mukâbil bir teşekkürdür.

Medih

Medhe gelince o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah’a güzelliğinden dolayı medih olabilir. ‘Güzelsin Allah’ım, Cemâl sahibisin Allah’ım, mevce mevce kâinatta dalgalanan bütün güzel-likler, senin güzelliklerinin cilve-i in’ikâsıdır Allah’ım’ demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazan da medih hiç lüzumu olmadığı halde, başkalarına karşı müdahane yapma işinde kullanılabilir. Onun içindir ki Allahu Teâlâ Hazretleri’ne medyûniyet ve şükran hislerimizi teşekkür ve medihle değil hamdle ifade ediyoruz. Allah Resûlü: إذا لقيتم المدّاحين فاحثوا في وجوههم التراب ‘Yüzünüze karşı medih edenlerin yüzlerine toprak saçın’[2] demek suretiyle medhi zemmediyor ve tecviz etmiyor. Allah Resûlü (sav): من لم يشكرالناس لم يشكر اللهِ buyurarak hamdi de medhediyor.

‘İnsanlara karşı hamd ü senâda bulunmayan, onların nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamd etmez.’[3] diyerek medih ile hamd’i birbirinden ayırmaktadır. Medih başkadır hamd başkadır. Allah’a hamd ve şükür etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna da muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah’ın lâyuâd ve lâyuhsâ nimetleri vardır. Sadi Şirâzî, Gülistan’ında: ‘Bir insan her nefeste Allah’a karşı iki şükür borçludur’ der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle, halinle, kalbinle teşekkür etmen icâb eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır. Onun için Kur’ân-ı Kerîm: ‘Kullarımdan şükreden ne kadar az’ وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ‘ (Sebe, 34/13) diyor. Fakat şükür, sadâkat ma-kamıdır. Her hâlükârda Allah’a şükretmek, Allah’a karşı ‘minnet ve şükran Sana’dır’ demek bu sadâkatın nişanıdır. Hamde gelince; Allah Resûlü: رأس الشَّكُورُ الْحَمْدُ

‘Hamd, Allah’a teşekkür etmenin başıdır’ buyurmaktadır. Hamd bir bakıma Allah’tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O’na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimi olarak Allah’a teveccühün ifadesi olması itibariyle şükürden üstündür. Hamd ihlas makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah’a karşı kulluğunu idrâk edip الْحَمْدُ للّهِdemek, samimi ve muhlis kimselerin şiârıdır.

 


[1] İmam Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu’n-Nüzûl, s;12
[2] Müslim, Zühd, 69, 69-Ebu Dâvud, edeb, 9
[3] Ebu Dâvud, Edeb, 11 – Tirmizi, Bir, 35 -Müsned, II, 257, 295, 303, 388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V, 211, 212

Kitabın Özeti

Şimdi de buraya kadar söylediklerimizi kısaca hülâsa edelim. Kur’ân-ı Kerîm; bütün geçmiş kütüb ve suhûfu câmi olduğu gibi, Fatiha sûre-i celilesi de Kur’ân-ı Kerîm’i câmi ve hâvidir. Bu kanaatimiz sadece inandığımız kitaba olan saygımızdan değildir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’in kelimeleri üzerinde hassasiyet ve titizlikle durulacak olursa, birinin diğeriyle çok sıkı bir bağlılığı olduğu müşâhede edilir. Bütün Kur’ân’da böyle olduğu gibi, Fâtiha sûresinde de böyledir. Fâtiha, çok derin, çok geniş ve ayrı ayrı hakikatları anlatmasına rağmen, âdeta bir tek âyet gibidir; الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ den الضَّآلِّينَ وَلاَ kadar okuduğumuz zaman sonunda yemin ederek, “Bu bir tek âyettir” desek yeminimizde hânis olmayız. Evet o, yedi âyet olduğu halde tek bir âyet insicamı içindedir. Onda bir âyet sebepse, öbür âyet neticedir. Bir âyet bir hükümden bahsediyorsa, ondan sonra gelen âyet o hükmün menâtını anlatır. Bir âyet içtimâî hayata müteallik bir mes’eleyi dile getiriyorsa, diğer âyet o mes’elenin kanunlarını anlatıverir. Binaenaleyh, dünyadan-ukbâya hakâikin bir yüzünü bu âyet, öbür yüzünü de başka bir âyet söyler. Şimdi kısaca ve teker teker bunların hepsine küçük birer temasta bulunup mevzuu noktalayalım.

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a hastır.” Çünkü Allah’tır. Allah ile hamd arasında böyle sıkı bir münâsebet vardır. Niye hamd Allah’a hastır? Çünkü O Rabbü’l-âlemîn’dir. İnsanı cemâdat mertebesinde bırakmıyor, terbiye ile kemâlâta ulaştırıyor. Ve yine insanı öyle bir keyfiyete ulaştırıyor ki orada melekler onun önünde saf bağlıyor. İşte böyle, insanı ahlâk-ı âliye-i Kur’ân ile terbiye eden Allah’a niye hamd olmasın ki? O, Rabbü’l-âlemîn’dir ve hamd O’na hastır. Çünkü O, الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ yani Rahmânu’r-Rahîm’dir. Evet, varlığın her parçasında O’nun rahmetinin izi müşâhede edilmektedir. İnsanın sîmasında, insanın sîretinde, insanın ma’nâ ve mahiyetinin her zerresinde rahmetinin izi görülmektedir. Böylesine rahmetinin izi her yerde kendisini hissettiren ve hissettirdiği her hâdisenin arkasında “Allah” dedirten nasıl Rabbülâlemîn olarak kabul edilmez ki? Ve nasıl o kadar zerrede rahmetini gösteren Allah’ın her hâdisede rububiyeti teslim edilmez ki? İşte hamd böyle bir Zât’a hastır. Siz de hamdi sezecek, Rabb’i bilecek ve Allah’a gideceksiniz… Âdeta peşi peşine gelen üç cümle bir tek cümle gibi ubudiyete ait herşeyi hâvi ve arkadan gelen cümlelerle de sımsıkı irtibatlıdır. Evet O, sizi rahmetiyle perverde ettiği gibi siz de, size bahşettiği ihsânatın hesabını O’na vereceksiniz; zira O, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dir. Mâliki yevmi’d-dîn olduğu için O’na hamd edeceksiniz. O hem ceza günü hem de cennet ve cehennemin yegâne Sahib’idir. Evet âyetler silsilesi sizi Mâliki yevmi’d-dîn’e baktırmadan Rahmân ve Rahîm’e baktırıyor ve içinizde recâ hissini uyararak diyor ki; Mâliki yevmi’ddîn’e intikal etmeden Rahmân ve Rahîm’e bakın; içinizi rahmet esinti-leriyle doldurun, sonra Mahkeme-i Kübra’yı hatırlayın.. ondan sonra da azabından korkun ve adımlarınızı ona göre atın! İşte size lâhût bağlantılı vicdanî yol! Rahmâniyet ve Rahîmiyet vesayetinde öteler ufuklu terbiye ve insanî kemâlât yolu.

Evet, işte böylece, kendimizde ve kâinatta ni’metlerini, terbiye ve musahabetini gördüğümüz Allah’ı, âsârıyla da müşâhede ediyor ve verilen bu şuur ölçüsünde cemaat mefhumunu da kavrıyor, sonra da bütün hissiyat ve ledünniyatımızı, bütün mülk ve melekûtumuzu bir araya getirip bütün benliğimizle إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Böylece, Cenâb-ı Hakk’a karşı, O’nun azamet ve ululuğuna ferdî ubûdiyetle mukâbelede bulunamayacağımızı.. ve O’na ancak cemaat halinde arz-ı ubû-diyette bulunabileceğimizi düşünüyor ve vicdanî umûminin aksi sadası gibi “biz biz!” diyoruz. Evet, O Allah ki, zerrâttan seyyârata kadar herşeyi terbiye etmekte ve bize her an Rahmâniyet ve Rahîmiyetini göstermektedir. Biz de O’nun bu azametine karşı teker teker kulluk yapamayacağımız için bir araya geliyor ve bir imamın arkasında saf bağlıyoruz.. sonra kürre-i arzı da saf bağlamış kabul ediyor ve daha sonra asırları aşıyor ve bizden evvelki asırlara ulaşıyoruz.. sonra da hayalen gelecek asırlara gidiyor ve kürre-i arzdaki bütün insanları, tevhid dairesi içinde ittifak ettiklerini düşünüyoruz. Düşünüyor ve hep beraber Ka’be-i Muazzama’nın etrafında; geçmiş bütün asırları peygamberleriyle, gelecek bütün asırları müceddid ve velileriyle, O Rehber-i Ekmel, Muktedâ-yı Küll, tek İmam, ferdiyetin tek mazharı ferd-i ferîd olan Hz. Muhammed’in (sav) arkasında saf bağlamış olarak tasavvur ediyor ve onlarla beraber إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Hatta, bunu da aşıyor, vücudumuzda baş başa verip cemaatlaşan, bütün hücrelere diğer varlıkları meydana getiren atomları da dahil ederek onları da bir bir cemaat kabul ediyor ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz.

Buradan da geriye dönüp baktığımızda الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ den buraya kadar gelen âyetleri bir tek âyet insi-camı içinde görüyoruz. O kadar ki, bu cümlelerden birini çıkarıverirseniz ciddi bir gediğin meydana geldiğini görürsünüz. Ve yine fazla bir şey eklerseniz, göz, kulak tırmalayıcı bir manzaranın zuhûr ettiğini müşâhede edersiniz. Hamdden terbiyeye, terbiyeden rahmete, rahmetten herşeyin ötelerle buudlaşmasına ve ondan da insan irâdesiyle, Allah inâyetinin kutuplaşmasına kadar herşey o kadar latîf bir insicamla anlatılır ki, bu ahenkle büyülenmemek mümkün değildir.

Sonra الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ demek suretiyle, Allah’tan yardım adına istenecek şeylerin en kudsîsi, en âlîsi “yolum” dediği ve bizden evvelki kimseleri ona hidâyet ettiği sâlih, velî ve nebîlerin yoluna hidayet edilmeyi talep ediyoruz.

İnsana, göz açıp kapayasıya, Allah’tan bir şey talep etme selâhiyeti verilmiştir. Allah’a inanma şuuruna eren ve O’nu içinde hisseden, bütün benliğiyle âdeta fenâfillah olan insan da, bir cemiyette ve cemaat içinde O’na kulluğunu takdim ederken; bir taraftan fenâfillah olmanın, diğer taraftan da cemiyet içinde isbât-ı vücud etmenin buutlarını yaşıyor. Yani bir yönüyle yok olma ki, buna “Rumûz-i bî hodi” bir taraftan da cemaat içinde benlik kazanma ki, buna da “esrâr-ı hodi” diyoruz. Evet, cemaatın benliği içinde kulluğunu Allah’a takdim etme ve O’na kollektif bir şuurla teveccüh öyle tatlıdır ki, ona denk bir zevkden söz edilemez. İşte tam bu teveccüh esnasında Allah sana bir talep selâhiyeti veriyor, “kulum Benden bir şey iste” diyor. Gözünü açıp kapayıncaya kadar bu kısa an içinde, hiç vakit fevt etmeden bütün benliğinle ve içinde bulunduğun cemaatin Hakk nezdindeki yeriyle الصِّرَاطَ المُستَقِيم َ اهدِنَــــا diyorsun.

Evet, “bizler şu anda yolların ayrımında bulunuyoruz. Ya mağdûb ve dâllîn yoluna gitmek bahis mevzûudur.. evet, eğer gönüllerimiz coşmaz, Senden birşey istemezse o yollara sürüklenme ihtimali kavidir. Veyahut da gideceğimiz yol Senin yolun, nebîlerin yoludur. Bir şehrâh ve apaçık olan o yol, gidilmiş, yaşanmış ve tecrübe edilmiş bir yoldur. Daha dün senin Habib-i Edîb’in (sav), o yolu tecrübe etti ve sadık yârânlarıyla bu yola girdiği için dünya imparatorluklarını dize getirdi. Her yere Senin adını duyurdu. İşte duyulmuş, bilinmiş, binlerce insanın gittiği, alabildiğine geniş, aydın ve berrak bu yol, bütün sâliklerini Senin huzuruna getiriyor. Aslında bu yoldan gelmeyenin Sana ulaşması da muhaldir. Zira iki nokta arasında sadece tek çizgi doğrudur. İşte bu doğru da sadece Senin yolundur. Bu iki nokta arasında başka çizgiler bulunsa dahi onların hepsi az-çok eğridir. Bu az eğrileri biz Hristiyanlık ve Yahudilik olarak kabul ediyor, birine “mağdûbîn” diğerine “dallîn” diyoruz. Bunların da biri Senin gadabına uğrayıp gitmiş, diğeri de sapıttığı için nereye gideceği belli değildir. Onun için, bizi, binlerce eğri-büğrü -doğruya yakın bile olsa- yollar içinde tek doğru olan, Senin doğru dediğin yola hidayet etmeni talep ediyoruz” diyor ve inliyoruz.

İşte başından beri izah ve tefsirine çalıştığımız Fâtiha sûresi, yedi âyetten meydana gelmiş bir sûre olmasına rağmen, sanki tek bir âyet, tek bir cümle insicâmı içindedir. Esasen bu hususiyet الْحَمْدُ للّهِ den مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ a kadar, baştan sona bütün Kur’ân-ı Kerim’de de mevcuttur. Biz, Kur’ân’ın sıralanışı itibariyle ilk sûresi olan Fâtiha sûresinde bunu isbata çalıştık. Ancak ciddi bir çalışma ve gayret, bir bütün halinde Kur’ân’daki bu mucizevî yönü ispat ve izâha teksif edildiği takdirde, tefsir adına büyük bir boşluk daha giderilmiş olacaktır.

Biz, bu dediklerimizi, Fâtiha’ya bir fâtiha kabul ediyor ve sözü bu işin erbabına bırakarak, Cenâb-ı Hakk’tan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ı hakkımızda şefaatçi kılmasını temenni ve niyaz ediyoruz.

Allahım! Kur’ân’ı hayatımıza gaye kıl ve onu hayatımızın hayatı haline getirmeye bizleri muvaffak eyle! (Amin!).

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers