Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Allah (celle celâluhu), Beni Neden Bana Sormadan, İrademe Danışmadan Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? 8 dk.

Allah (cc), Beni Neden Bana Sormadan, İşin Başında İrademe Danışmadan Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? Sonra, Benim Kaderim Neden Zengin ve Müreffeh Olmak Değil de, Belâ ve Musibetlere Maruz Kalmak Şeklinde Tecelli Ediyor?

Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.

İnsan bir işe irâdesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle irâdesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hattâ ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi su-i istimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, “Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?” deyebilir mi? “Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu” gibi tamamen irâdî hatalarımızdan kaynaklanan cüz’î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabûl edilebilir mi?

Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun irâdesini sû-i istimal etmesinin neticesidir. İrâdemizi hesaba katmadan bir takım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.

Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, irâdesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre âlet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz… Şu kadar ki, insanın sû-i istimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.

Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam manâsıyla anlamayadığından, ancak zahirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İlerde dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir te’dibe tevessül etmiştir… Ama, siz zahire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Halbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakiki, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adâletli verir.

Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibariyle o suçsuzdur; fakat, hâkim zahiri sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, “hâkim zulmetti” dersiniz ama, o kimse hakkında Kader, hakiki sebebe bakarak adâletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir.

Yeri gelmişken, Musa Aleyhisselâm’la alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Musa Aleyhisselâm, “Ya Rabbi, bana adâletini göster” diye duâ eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, “Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle” diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü farkeden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adâleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’tan sorar ve şu cevabı alır:

“Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iâde etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık.” Evet, hakiki sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serâpâ zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakiki sebepleriyle serâpâ adâlet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahza adâlet ve mahza güzelliktir.

İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (cc) onun için pek çok hayırlar murat etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.(Bakara, 2/216). Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifâdesiyle ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibariyle pek çok lûtuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (cc) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin Sırat-ı Müstakim’den sapmasına vesile olacaktı. Kul duâ eder, fakat, duâda istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa, ya istediği aleyhinedir; ya da ilerde veya Ahiret’te çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.

Öyleyse, Allah’ın (cc) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (cc), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık’tır ve Alîm’dir, aynı şekilde Hakîm’dir de; hiç bir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef’alindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O halde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olmak ve O’na teveccüh etmek, “lûtfun da hoş, kahrın da hoş” anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.

Allah (celle celâluhu) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir? 13 dk.

Allah (cc) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir de, İnananlar Geri Kalmış ve Terakkî Edememişlerdir?


Evvelâ, yaratana suâl sorma mevkiinde olmadığımızı, olamayacağımızı bilmek edebin ifadesidir. Varlığın asıl sahibi O’dur; O, dilediğini aziz, dilediğini zelil; istediğini sultan, istediğini dilenci kılar da kimse ona hesap soramaz. Her icraatında çok hikmet ve maslahatların bulunması her işi, akla ve fikre hayret verecek şekilde cereyan etmesi muhakkaktır. Ne var ki, bütün işlerindeki gerçek mantık ve hikmetleri yine sadece kendisine aittir. Bizim, o fayda ve maslahatlar adına öne süreceğimiz her şey, ya onun anlattıklarının bir tekrarı veya idrak edebildiğimizce ortaya atılmış bir kısım tevilciklerdir. Bu türlü te’vil ve tefsir gayretleri, tereddüt ve şüpheleri gidermeğe yarasa bile, hiçbir zaman asıl hakikati ifâdeye yetmeyecektir.

Bununla beraber, bu hususta söylenmiş ve söylenebilecek bir kısım hakikatleri sıralamada fayda mülahaza ediyoruz:

1. İlk önce, ortaya atılan tereddüt üzerinde duralım: Allah’ın, (c) mülkü ve dünyayı inanmayanlara verip de, bütün bütün inananları mahrum bıraktığı doğru değildir. Aksine, belli devirlerde ve belli şartlarla inananlar, inanmayanları bir hayli gerilerde bırakacak şekilde ilerlemiş ve dünyayı, maddi, mânevi hakimiyetleri altına almışlardır.

Nebiler kumandası altında çok iyi inanmış bir Tevrat toplumu, kitabına ve peygamberine saygılı bir İncil toplumu asırlarca, dünya çapında devletler kurmuş ve hükümran olmuşlardır. Ve hele Kur’an toplumu, köklü inanç ve sağlam prensipleri sayesinde, dünyanın çeşitli kıtalarında, çeşitli medeniyetler kurmuş ve asırlarca beşerin kaderine âdilâne hükmetmiştir.

Bu itibarla, bir kısım inkarcı mürtecilerin zannettikleri gibi, inkar ve ilhadı ilerletici, inancı da geriletici unsurlar olarak görmeye imkan yoktur. Aksine, toplumların ileri ve müreffeh olmasında imanın rolü her türlü takdirin üstünde ve yeri doldurulamayacak kadar büyüktür. Ancak, hikmetlerin kavranması ve sebeplere riayetin şart koşulduğu bu dünya hayatında, o hikmet ve sebepler dairesi içinde harekete de zaruret vardır.

2. Yüce Yaratıcı, imkânlar bahşedip yükseltmek istediği toplumlarda, âdî şart ve vesileler olarak bir kısım şeylerin yerine getirilmesini ister. Bu şart ve vesilelere riayet edildiği takdirde, o toplumu yükseltir ve müreffeh kılar. Aksine, riayet edilmediği zamanda perişan ve derbeder eder. Bu şart ve vesileler inananlar için bahis mevzuu olduğu gibi, inanmayanlar için de her zaman bahis mevzuudur. ‘Her mü’minin her sıfatının mü’min olması lazım gelmediği gibi, her inançsızın her vasfının da küfür olması lazım gelmez.

Nice kimseler vardır ki, dupduru ve tertemiz inançlarıyla beraber, boylarınca bâtıl vasıflar ve kötü hasletler içindedirler. İnandığı halde haram yiyen, yalan söyleyen, tembellik ve atalet içinde bulunan, tefekkürden hoşlanmayıp, ilmi sevmeyen insanların sayısı hiç de az değildir. Ve, yine nice kimseler vardır ki, inanmadığı halde, ilme aşıktır. Düşünmeyi sever. Başkalarının hukukuna karşı saygılı ve riâyetkardır. Yalan nedir bilmez. Boş oturma ve boş konuşmadan nefret eder. Evvelkisi, kafir sıfatlarını taşıyan bir inançlı, ikincisi de mü’min sıfatlarım taşıyan bir inançsız.. Bütün alemlerin Rabbi olan Yüce Yaratıcı, vasıf ve hasletlere göre hüküm verdiği için, mü’min vasıflarıyla serfiraz olanı, bu dünya hayatında yükseltecek ve bir bakıma mesut edecek, diğerlerini de, yine bu hayat itibariyle perişan ve sefil kılacaktır. Diyelim ki Cenabı Hak, sistemli düşünmeyi, ilmî gayreti, çalışma ve yorulmayı, hususiyle metotlu çalışmayı seviyor. Ve bunların aksi olan, düşünmemeyi, ilimle uğraşmamayı, tembellik ve uyuşukluğu ve çalıştığı zaman da sistemsiz ve metotsuz çalışmayı sevmiyor. Şimdi, buna göre O, yükseltmek ve alçaltmak; aziz ve zelil etmek istediklerini, yukarıda bir kısmını sıraladığımız vasıflara ve hasletlere göre yükseltecek, alçaltacak; aziz ve zelil kılacaktır. Zira O, hükümlerini vasıflara göre vermektedir. Kim, taşıdığı sıfatlarıyla, sonsuz kudret ve inayetle münasebete geçerse, herkesin hukukunu görüp gözeten Erhamürrahimin tarafından te’yid görür ve ilerler.

Evet, hangi toplum sistematik düşünüyor, hangi millette ilim aşkı var; hangi topluluk gayretli ve çalışkan ise, o topluluk inançsız dahi olsa, bu güzel hasletlerinden ötürü, muvakkat dünya hayatında mutlu ve müreffeh olacaktır. Aksine ise, bir şey söylemek oldukça zordur..

Böyle bir muvazenede imanın kendine has ağırlığı ise, gönülden inanmışlar için ebedî saadete vesile olma gibi bir mazhariyettir ki; her mü’min inancının semeresini kat kat görecek demektir.

3. Maddi terakkî ve teknik üstünlük, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, halihazırdaki nesle intikal eden mirasın, çok iyi değerlendirilmesine; iş bölümü ve mesailerin tanzimine; atâlet ve miskinlikle mücadeleye bağlıdır. Bir toplum, geçmişini inkar ediyor ve kendine intikal eden mirası hor görüyorsa; keza, herkes her işe karışıyor ve umum işler ehil olmayanların elinde kalıyorsa, o toplumun terakki etmesi asla düşünülemez.

Oysaki, bugün ileri gördüğümüz dünya, kendisine intikal eden mîrası çok iyi değerlendirdi ve asla geçmişi tahkirle uğraşmadı. Tahkirle uğraşmak şöyle dursun, geçmişle, hali, yan yana getirdi ve terkiplerini ondan çıkardı.

Bu dünyada, halihazırdaki parlak durumu ve gelişmiş teknolojiyi, esas ve kıstas kabul ederek, geçmişini inkar eden, onu hakir gören tek ferde rastlayamazsınız. Galileo, bütün hatalarına rağmen Copernik’i saygıyla yad eder; Einstein, yanlışlarını ıslah ettiği Newton’u hürmetle anar. Ve bu anlayış daha sonraki nesillere, onları ve eserlerini müşterek mütalaa etme fikrini ilham eder.

Ah, benim Gazalim, İbn-i Sina’m, El-Cabir’im, Eb-ul Heysem’im, Eb-ullz’im.! (vs) sizi kameti kıymetinize göre tanıyamadık. Bıraktığınız muhteşem mirası batıya kaptırdık ve şimdi onun istirdat [1] yollarını araştırıyoruz. Hayır hayır istirdat değil; batının bin bir akrobatlığı karşısında, şaşkın, beceriksiz, mahkur [2], mezmum [3], menfur [4] ve merdut [5] bir topluluk gibi hediye ve ulufe bekliyoruz.

Ve, yine bu ileri dünya, mesailerin tanzimine, iş bölümüne ve ihtisasa ehemmiyet verdi. Kim, hangi işi yapacaksa, daha başlangıçta o yola girdi ve o istikamette melekelerini geliştirdi. Bütün bir ömrünü böyle belli bir yönde tüketen ve himmetini belli bir noktaya teksif edenin ilerleyip muvaffak olmasından daha tabii ne olabilir? Yoksa, üçüncülüğü kabul eden bir dünyada olduğu gibi, sabah deve çobanı; öğlene doğru zürra [6]; akşam üstü sanayici ve yatarken de idareye talip olanların teşkil ettiği bir toplumda ne memleket kalkınmasından, ne de maddî refah dan bahsetmeye imkân yoktur.

4. Yüce Yaratıcının iki kitap ve iki çeşit kanun mecmuası vardır:

Her bir meselesi bir ilme mevzu olan şu kâinat kitabı,

Bu muhteşem kâinat sarayını kuran zâtın kâinat ve onun seyircileriyle alakalı beyanlarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim.

Birinci kitapta eşya ve hadiseler konuşur. İkinci kitapta ise, söz ve kelimelerle, birinci kitabın şerh ve izahı; seyircilerin vazife, mesuliyet ve gidecekleri yer anlatılır.

Birinci kitap, fizik, kimya, astronomi gibi dillerle kendini bize tanıttırır . Ve elektronlardan nebülözlere kadar geniş bir sahada dersini takrir eder. İkinci kitap, bu dağınıklığı derler, toparlar, ulvî bir bâtının zahirî ve yüce bir hedefin vesilesi haline getirir.

Her iki kitabın kısmen farklı, kısmen de müşterek ahkâmı vardır. Beşer bu iki kitabın ahkâmına da uyma mecburiyetindedir. Her iki kitabın ahkâmına uymanın mükafatı, muhalefetin de cezası vardır. Ancak kâinat kitabına uymamanın cezası ekseriyet itibariyle dünyada, Furkan-ı Mübin’e uymamanın cezası da, umumiyet itibariyle ahirette verilmektedir. Buna göre, her iki cihanın saadeti de, her iki kitabın ahkâmını inceden inceye tetkik edip kavramaya ve o çizgide hareket etmeye vabestedir.

Şimdi, bir toplum, eşya ve hadiseleri didik didik edercesine, tabiat kitabını okuyor ve onun ahkâmına uyuyorsa, dünyada bütün varlıklara merhamet eden Alemlerin Rabbi, O toplumu, bu muvakkat hayatta başarıya ulaştıracak ve yükseltecektir. Aksine, eşya ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanları da, bu hayatta zelil ve perişan kılacaktır.

Evet, bir toplum, istenildiği gibi ve sıhhatli bir imana sahipse, onun ebediyen mesut olacağında kuşkuya mahal yoktur; ancak, dünya mutluluğu için gerekli olan malzemeyi değerlendirip kullanmadığı zaman da dünya hayatı itibariyle tokat yiyeceği muhakkaktır.

5. Maddî terakkî ve üstünlük, bazen, ruhen yükselememiş toplumları, azdırır ve saldırgan kılar. Günümüzdeki süper devletlerin, insanlığın kaderiyle oynamaları; içtimaî coğrafyayı değiştirip durmaları, maddî güç ve refah seviyelerine göre, kalbî ve ruhî hayatları yükselmemiş bütün toplumların, nasıl birer felaket toplumu olduklarını göstermesi bakımından çok manidardır.

Bu itibarla, inanmış dahi olsa,bir toplum, kendini keşfedeceği, benlik sırlarına ereceği, yani insanlık meleke ve kabiliyetlerini inkişaf ettireceği ana kadar hikmet eli, ona bahşedeceği şeyleri belli ölçüde verecek ve onu azdırmayacaktır. Bu husus inançsız bir toplum için, her zaman bahis mevzuu olmasa bile, inançlı bir toplum için daima söz konusu olur.

6. Toplumun, taban ve tavanı kendi aralarında ‘uyum’ temin edecekleri âna kadar, ehil olmayanların şımarmalarına, kuvvet ve hakimiyet kazanmalarına meydan vermemek için, yükseltme hükmü kısmen imhâl [7] edilir; ama, katiyen ihmâl edilmez.

Sen’in hikmetin ne kadar güzel, hükmün ne kadar tatlı..!

7. Değişen dünya, yenilenen şartlar ve umumî ahval muvacehesinde, aklın ve ruhun harekete geçirilmesi; bize ait kaynakların yeniden ele alınması ve günün ışığı altında didik didik edercesine bir kere daha gözden geçirilmeleri, evet bütün bunlar için, toplumumuzun hayat ve kültür seviyesi muvakkaten düşürüldü. Yani, aldatıcı ticarî emtiaya ve kalp paralara, geçici olarak pazar ve piyasaya çıkma izni verildi. Ta, asırlardan beri karanlık izbelerde ve ufunetli dehlizlerde terkedilmiş bulunan eşsiz elmaslar, sahihleri tarafından, yüzlerindeki tozu toprağı alınarak, saykıllanarak kalp paraların yerine piyasaya sürülsün ..

Diğer bir ifade ile, toplumumuz, bu mağlubiyet döneminde, hasımlarının çeşitli hokkabazlıklarıyla karşı karşıya bırakıldı ve tagallüplerin, tahakkümlerin, tasallutların en acılan, kendisine tattırıldı. Ta, ilerideki dünyasını, düşmanları ve onların entrikalarını bilmişlik üzerine kursun ve o dünya için vârid olan tehlikelerin ortaya çıkacağı delikleri şimdiden tıkamış olsun…

8. Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz. Oysaki, günümüzde makyavelist düşünce o kadar yaygınlaştı ki, inanan insanlar arasında bile, başkalarını aldatmak, yalan söylemek, olduğundan başka görünmek ve hedefine varabilmek için her vesileyi meşru saymak, artık normal görülmekte ve normal kabul edilmekte.. Bu sevimsiz vasıflarından ötürü de, Yüce Yaratıcı, onları terbiye ediyor ve kendilerine gelmeleri için uyarıyor. Hattâ, geçici olarak hasımlarına ezdiriyor. Ama, er geç, gönlünü hakka verenlerin, doğru düşünüp doğru yaşayanların, yanî ezilen milletlerin de günü gelecektir. Bu dönemin sonu, başından daha hayırlı olacak ve rahmeti bol Yaratıcı, verdikçe verip bu toplumu hoşnutluğa erdirecektir.


[1] İstirdat: Geri almak, Geri almayı istemek
[2] Mahkur: Hakir görülen. Hakarete uğramış
[3] Mezmun: Zemm olunmuş, kötü
[4] Menfur: Nefret edilen, sevilmeyen
[5] Merdud: Reddolunmuş, kabul edilmemiş, kovulmuş
[6] Zürra: Ekinciler, ziraatçiler
[7] İmhâl: Mühlet verme

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? 3 dk.

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimisini Topal Olarak Yarattı?


1) Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’na karışamaz ve O’nun icâdına müdahale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah’tır (cc). Sen bunları sana lûtfeden Allah’a daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Hâlbuki sen Allah’a (cc) bir şey vermemişsin ki -hâşâ ve kellâ- O’na adâletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O’na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!

Allahu Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak… Dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2) Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah’ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi… Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i kübrâ ve Allah’ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi.” derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah’a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nev’inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. Bu, arızalıda, arızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

“Her işte hikmeti vardır,
Abes fiil işlemez Allah…” (Hz. İbrahim Hakkı)

 


Bedbîn: Kötümser, karamsar
Dûn: Aşağı, derecesi düşük
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
Serrişte: Bahane

Kullar Arasında Eşitsizlik mi Var? 5 dk.

Allah Çok İnsanlara, Araba, Apartman, Mal, Mülk, İtibar, Arkadaş, Şan, Şöhret Vermiş; Bazı İnsanlara da Fakirlik, Dert, Musibet, Elem, Keder Vermiş; Sonraki İnsanlar Çok mu Kötü, Yoksa Allah Öbürlerini Çok mu Seviyor?


Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Yoksa başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lâzımdır.

Allah (cc) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğine de fakr u zaruret. Fakat, bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazanç sebebi olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah (cc), bazı kimseler, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menâl vermiyor. Mâmâfih, zayıf bir hadis-i şerifte; Allah’ın, malı istediğine, ilmi ise isteyene verdiği ifade edilmektedir ki, mevzûmuz itibarıyla oldukça mânidardır…

Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (cc) mal-menâl, dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama, Allah’ın (cc) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametten de ayrılmış isen, Allah’ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

Evet, istikametin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü, seni Allah’a karşı başkaldırmaya sevk eder de, her gün O’na karşı bir isyan bayrağı açarsın. Yine, şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin senin için bir belâ ve musibettir. (1)

Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

Binâenaleyh, bunlara Cenâb-ı Hakk’ın mal ve menâl vermesi bir istidraçtır; dolayısıyla da sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, her şeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır.

Bu arada, Efendimiz’in (sav) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman, Allah (cc), onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kılmaz. Berâ İbn Mâlik onlardan birisidir.” (2) Hâlbuki Enes’in kardeşi Berâ’nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri yoktu, kût-u lâyemûtla yaşıyordu. İşte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin aydınlığıyla değerlendirilmişlerdir. Ve işte bunlardır ki, Resûl-ü Ekrem’in (sav) diliyle, yemin etseler, Allah’ın (cc), yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için; müstakillen ne servet, ne de fakirlik bir felâket, veya nimet sayılmamalıdır. Belki yerine göre fakirlik, Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (sav) iradesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuşlardır: “İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim.” (3) Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir. Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü’minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi, kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır. Yani,

Ya Rabbi, Senden ne gelirse gelsin makbûlümdür.

“Hoştur bana Senden gelen,
Ya hıl’atü yahut kefen;
Ya taze gül, yahut diken,
Lûtfun da hoş, kahrın da hoş”

Şarkî Anadolu’da; “Senden, o hem hoş, hem bu hoş.” derler.

İnsan hil’at da giyse, servet içinde de yüzse, Allah’la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylânî gibi, yine ayağı velilerin omzunda ve mübarek başı da Resûl-ü Ekrem’in (sav) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyası da hüsran, âhireti de hüsran olacaktır. Kezâ, Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesut gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrana uğrayacaktır. (4)

 


Hânis: Yeminini bozan, sözünde durmayan
Hil’at: Bir çeşit üst elbisesi, teşrifat elbisesi, kaftan
Kiyâset: Anlayışlılık, kavrayışlılık, akıllılık
İstidraç: Allah’ın dinsizlerin sapıklığını artırmak için üst üste ihsanda bulunması
Kut-u lâyemût: Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek


[1] Bkz: Teğâbûn sûresi, 64/15
[2] Tirmizî, Menakıb 54
[3] Buhârî, Tefsiru sûre (66) 2; Müslim, Talâk 31
[4] Bkz: Kasas sûresi, 28/78-84

Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim? Sualine Evet Rabbimizsin İle Cevap Verildiğine Aklî Delil Var mıdır? 10 dk.

Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur. Anlatılabilirse de bu gibi şeylerin ancak mümkün olduğu anlatılabilir. Aslında, Allah (cc) böyle birşeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmamış demektir.

Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:

1) Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?
2) Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur?

Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى

“Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)” (Araf, 7/172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin hakkında pek çok şey söylemişlerdir.

Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir. Bazı tefsirciler de, “bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler. Bir hadis-i şerifin de teyitine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür” (1) kanaatini izhar ederler.

Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız.

Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle” Biz de: “Şunu şunu dedik” diye anlatır ve bu hususdaki kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır.

Bazan olur ki, rüyalarımızda birşeyler konuşuruz. Başkalarından da birşeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.

Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâli şahıslarla konuşurlar. Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “hallüsinasyon” derler, varsın desinler… Resûl-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Alem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O’nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına neklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir.

Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber’e (sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) dışında kimse hiç birşey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken, veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-ü Ekrem (sav), o vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı. Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır…

Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine birşeyler fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi birşey… Morsda nasıl “di.. di.. da..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ: Veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.

Bir de telepati var.. Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi. Bu da bir başka beyan…

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.

Şimdi gelelim meselemize. Allah (cc) bizeاَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise o zamanda ruha hitap nevinden değildir…

Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker, Nekir gelir, size soru sorar.” Acaba adamın neyine soru soracaklar?

İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile, onun yanında bulunan kimseler kat’iyen bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler. Çünkü, artık mükaleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.

Binaenaleyh, buاَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ(A’râf, 7/172) Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz.

Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkarlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum.

Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim:

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28) buyuruyor.

Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır… Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdaribtir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Ma’bud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır. İşte bu hâl, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah-u Teala’nın:اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına verilen: بَلَى “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik, görmüş ve göstermişlerdir.

Ama, aklî isbatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusatı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.



[1] Elmalılı, IV/167-175; (İstanbul 1992, Azim Dağıtım)
[2] Buharî, Cenâiz, 87

Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir? 12 dk.

Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?


Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey, aslında böyle bir “son” ve “bitim” yazısıyla dünyaya gelir.

Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağrına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.

Bu, hemen bütün varlıkların müşterek alın yazısıdır. Bu yazı ile her varlık gün yüzüne çıkar ve yine bu yazı ile geldiği gibi ayrılır gider.

Başlangıçlar bitimin emâresi; sonradan meydana gelişler, sona erişin esasıdır. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. Ezelî olandır ki, ancak ebedî olan da O’dur.

Sonradan meydana gelen her şeyin varlığına hükmeden, onu belli bir programla bu âleme gönderen ve her şeyini görüp gözeten bir Yüce Varlıktır ki; bütün bu gelip gitmelerin, doğup-batmaların dışındadır. Olmuş, olacak bütün müddetler ve süreler de, O’nun tasarrufu altındadır.

Bu itibarla da, ne gelmelere ne gitmelere “tabiî” demek doğru olmayacağı gibi, âfetler ve onlara bağlı hâdiselere de “tabiî” demek kat’iyen uygun değildir. Eşyanın varlığa mazhariyeti, haricî bir emir ve irade ile ve aynı zamanda bir vazife çizgisinde cereyan etmektedir.

İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhir ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler.

Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhir, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcûd’un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan O gizli varlığın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir. Evet, hiçten ve yoktan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını; görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören; bir hayat boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız her şeyi terk edip gitmekle de, bir bir gelip bir bir gidenlere, gidip de gelmeyenlere mukâbil, gaybi olan bir “Bir”i göstermekteyiz. “O, “O”dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır.” (Mülk, 67/2)

Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur.

Şimdi bu küçük hazırlıktan sonra, mevzûmuz olan “Bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?” hususunu ele alalım:

Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yoktur. Varlığı, bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmaları, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzûda hiçbir mânî teşkil edemez.

Kudreti Sonsuz’un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misal bulamamakla beraber, yine de, O’na ayna olabilecek, bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür.

Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsâf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkten renge girer; onunla en revnaktâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir; pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, her şey aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irade ve meşîetin yönlendirmesiyle.. evet, gelişi-güzel ve kendi isteklerine göre değil, o muhteşem Meşiet ve iradenin istediği istikamette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler. “O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” (En’âm, 6/59)

Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddî takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi, elbette en azîz mahlûku, en değerli san’atı olan insanın her hâline ehemmiyet verecek ve O’nun bir ferdine sâir varlıkların cins ve nev’inin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı hususî olarak ele alacak, hususî iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla da huzurunda şereflendirecektir.

Bu dâvet ve sevkiyât, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir. Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda, toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcı’nın insana bakışı zaviyesinden, bunlar, aslâ neticeye tesir etmezler. Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki kitaba göre, belli fert ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve mâkuldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tespit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir…

Ayrıca, ruhların kabziyle vazifeli meleğin vazifesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irade ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle vadesi dolanları istikbâl edebilirler.

Bu türlü âfetler, çok ciddî tetkiklere tâbi tutulduğu zaman, gerçekten de hem bir ilk takdiri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu husustaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tespit etmek için ciltler lâzımdır. Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzû olacak, böyle fevkâlâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım.

Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insanın bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil, zelzeleden günlerce sonra kendini korumadan âciz çocukların, hiçbir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir arızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakta bir çocuğun bulunması, hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç arıza almadan kurtulması gibi… yüzlerce hâdise ispat etmektedir ki; hayat da ölüm de kendi kendine olmayıp; aksine, bilen, gören ve idare eden Bir’inin tedbiriyle meydana gelmektedir.

Hayata, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât’a ayna ve tercüman olma rnükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhîs edilirler.

Bu bilme, tespit ve sonra da vefat ettirme; yâni aynı anda ecellerini getirme, her şeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (cc) için gayet kolaydır. Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok, can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık her şeyi Bilen’den öğreniyoruz.

Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârit olabilir: Bu kabil musîbetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de mâsum telef olup gitmektedir. Acaba buna dair bir şeyler söyleyebilir misiniz?

Hemen arz edeyim ki, bu istifham da yine, akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıktan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı; belki bu itirazın da mâkul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Hâlbuki, insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu, semere zamanı ve nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme yeridir. Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle, mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiîlik yoktur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en mâkul ve en mantıkî olanıdır. Zira ikinci dirilişte, herkes niyetle davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire mâruz kalacak veya lütûfa mazhar olacaklardır.

Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir. Böyle bir süre, insanın iradesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup; ve yine her şeyi bilip gören Zât’ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka bir şey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferit olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur.

Öyle zannediyorum ki, pek çok meselede olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim, kudret ve iradesini bilememe, inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zaviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvâcehesinde, kafalarımızı, hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle, şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecektir.

Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnetsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikametinin bozulmasına değil de, hâlâ istikametini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir.

Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddiâ edilebilir. Ne var ki, imana taalluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda, itikatla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihan-pahâdır. Bu itibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir.

Bu hususu nazar-ı itibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız.

 


Cesâmet: Büyüklük, irilik
Meşîet: Dileme, isteme
Muvâcehesinde: Karşısında, önünde.
Revnaktâr: Parlak
Serencâme: Başa gelen, baştan geçen hadiseler

Peygamber Gönderilmeyen Bölgelerdeki Yaşayanları Mes'ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur? 16 dk.

Bütün Peygamberler Arap Yarımadasından Zuhûr Ettiğine Göre, Peygamber Gönderilmeyen Diğer Kıt’alarda Yaşayanları İnanç ve Amel Açısından Mes’ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur?


Bu sualin iki yönü var:

1) Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadasından zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir nebînin gelmeyişi.

2) Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azaba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.

Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında nebînin yerine dikkati çekmekte fayda, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım.

Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak’tan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazifeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istîdat değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen meselelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim ruha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir…

Nebîde, duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkip ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır.

İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyayı keşfedebilir. Onların irşat ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz, ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamaz da…

Tabiatın esrarı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir derstir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahit gösteren Yüce Yaratıcı’nın, isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât’ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin… Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekle sokan bir Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’yle, O’na verilecek unvanlar ve isnat edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O’nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki nebî, eşya ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi, her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan Muhteşem Yaratıcı’yı, Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’ni, isim ve sıfatlarıyla -Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvazene ve sırlı münasebete riâyet ederek- anlatan da yine odur.

Öyle ise, zeminin hiçbir kıt’asının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimal verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşat dairelerinin dışında, varlık âlemine dair, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şüphe, tereddüt ve tenakuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esasen; her kıt’a ve her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını, akıl, hikmet ve Kur’ân müştereken teyit etmektedirler. Hem de aksine ihtimal verilemeyecek şekilde…

En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı kat’iyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizamı, bu meşher ve sanatlar resmî geçidini, bir fuar mahiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın, eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihap edeceği bir kısım müstesna kimselerle, Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini hâşâ abes kılsın! Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesten münezzeh ve mukaddestir!

Kaldı ki, O Zât’ın kendi beyanı olan Kur’ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır. “Celâlim hakkı için biz her millete -Allah’a kullukta bulunun ve putlara ibadetten kaçının- diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36) Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, nebî ve ulu kişileri ilâhlaştırmış ve eski putperestliğe dönmüştür.

Yunan’ın ilâhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayalinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle, çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir.

Ne Çin’in Konfüçyüs’ünü, ne de Hind’in Brahman ve Buda’sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir. Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur.

Eğer Kur’ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyanıyla, (1) Hz. İsa’yı bize tanıtmasaydı, değişik kaynak ve anlayışlar içerisinden, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayabilirdi. İnsana ulûhiyet isnat edilmesi, Zât-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması ve birkaç tane gösterilmesi gibi mevzuların en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesinin, akıl, mantık ve tevhid inancıyla telif edilmesi mümkün değildir.

Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait bazı din müntesiplerinin, kendi kitap ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kim bilir nice nebîler ne hâle getirildi! Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün bâtıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerinin cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurafe yığını durumuna gelmişlerdir.

Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimali, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet mâkuldür.

Peygamber olmayana peygamber demek, nebînin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, benzer bir kısım sapmaları gördükten sonra, Budizm’in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hatta Konfüçyüs’ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm’in tevil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum.

Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû bulmuştur ki, muhâlfarz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı.

Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarurîdir. Bir kere Kur’ân: “Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihanın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyana göre sayıları 124 bine baliğ bulunan nebîlerden (2) ancak 28 tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair herhangi bir mâlûmata sahip bulunmamaktayız. Esasen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur’ân: “Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık.” (İnsan, 76/78) diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir.

Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır. Ezcümle, hepsinde “çok”tan “tek”e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergaha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münasebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muallim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adaları’ndaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir…

Prof. Dr. Mustafa Mahmud’un, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu teyit etmektedir. Doktorun ifadesine göre Mavmavlar, Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât’ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır.

Neyamneyam kabilesi için de, Mavmavların kanaatine benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da, her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Mâbud-u Mutlak’dır, diye düşünmektedirler.

Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur’ân’daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hatta, Mavmavlar, “Aynı, İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar.” desek yerinde olur.

Medeniyetten bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin tesir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek: “Her milletin bir resûlü vardır ve resûlleri geldiği vakit aralarında adâletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yûnus, 10/47) beyanı, ilâhî ve âlemşümûl bir hakikattir ve hiçbir kıta bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mustafa Mahmud’un naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerküklü matematik profesörü Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika’da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen araştırmacı kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu: Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah’ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her şeyin O’nun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı.

Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle telif etmek kat’iyen mümkün değildi…

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği, ancak Kâinatın Sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhid akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün değildir. Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beşer nev’ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış…

Şimdi de, sorunun ikinci şıkkı olan, peygamberleri görmemiş kimselere, azap edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim.

Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her fert az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrifin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık takip edip dururken, kendi iradelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak, rahmet müjdesini vermiştir: “Biz peygamber göndermedikten sonra azap edicilerden değiliz.” (İsrâ, 17/15)

Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azap veya rahmet…

Vâkıa mezhep imamları, teferruatta biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatta, her biri bir kitap binlerce delil varken Allah’ı bilmeyen mâzur olamaz derler. Eş’arîler ise: “Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz..” meâl-i âlîsiyle ifade edilen âyete dayanarak, azaba müstahak olmanın, tebliği müteakip olacağı hususunu esas alırlar.

İki imamın nokta-ı nazarlarını telif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehl-i necâttır. Zira, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşat edilir, ondan sonra davranışlarına göre ceza veya mükâfat verilir.

Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah’a karşı ilân-ı harp ediyorsa, o, dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhadının cezasını görecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah’ın peygamber göndermediği boş bir kıt’a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir nebînin estirdiği meltemden nasibini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre “fetret devri” denmiş ve o devrin insanlarının azaptan bağışlanacağı ifade edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkâr-ı ulûhiyete sapılmasın.

Her şeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan bilir.



Antropoloji: İnsanın kökenini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi
Eş’ârî: Ebü’l-Hasen el-Eş’ârî’nin öncülüğünü yaptığı kelâm metodunu benimseyen kimse
Zülâl: Saf, berrak, tatlı soğuk su

[1] Bkz. Mâide sûresi, 5/72-73, 116-117; Nisa sûresi, 4/171
[2] Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/265; İbn Hibban, es-Sahih, 2/77; el-Müstedrek, 2/652

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler? 5 dk.

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler, Yoksa Cenab-ı Hakk’ın İrâde-i Külliyesi mi Günah İşletir?


Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..” (Sâffât, 37/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlıkı yalnız Allah’tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (cc) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, “kesb” veya “Cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:

1) Küllî irade,

2) Cüz’î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.” (İnsan, 76/30) Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da “Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (cc) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: “Beni niye buraya getirdin!” diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin… Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. “

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.



Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz’i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk’ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu’tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu’tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur’un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme

İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Nedir? 11 dk.

Her şey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tespit edilmiştir. Yani kâinat için vârit ve vâki olan her şey, insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârit ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, yine belli esaslar içinde varlığı sürdürme ve belli zaman sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattir. Her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da söner gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebetlere kadar da devam edecek bir çark ve nizamdır.

Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir ahenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında ortaya çıkarılıp geliştirilen pozitif ilimler, o ilimlere ait sabit prensipler ve âlemşümûl kaidelerle, her şey için böyle bir ilk belirleme, bir tayin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir ilk plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve ahengi izâh etmek, ne de onunla alâkalı, müspet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın alabildiğine hendesî, alabildiğine riyâzî; yani, tespit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik lâboratuvarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kaideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sabit bir kısım kaidelerle, fezanın derinliklerine açılmak kabil olmuştur.

Ahenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. Aslında ilimler mevcut olan bir kısım kaide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onlara belli ad ve unvanlar kazandırmışlardır.

Bu ifade ile, ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer ve ağırlıklarına dikkati çekerek, çok daha mühim hususların nazara alınması lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve ahengi, bir ilk belirleme ve kaderî bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!

Bugün, bütün varlıklar için hükümfermâ görünen bu kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile var. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkit edilecek bir mevzu olsa bile, âlemşümûl bir ahenk ve bu ahengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça mânidardır.

Aslında inanç ve itikada müteallik her hakikat, kendi kendine var ve haricî destek ve itiraflara dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları bu türlü haricîliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait beyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize “Yerine dön!” çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenakuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa-temas etmekte fayda olacağı, kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet haricî beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenâsüp ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar her şeyin göz doldurucu bir nizam ve intizamla hareketi, bütün eşyayı kıskıvrak bağlayan bir tayin ve takdire, bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O’nun iradesine ram ve O’na inkıyat üzere, hâlden hâle dönerek, bugüne kadar devam edegelmiştir.

Ancak, insan ve benzeri, irade ve hürriyete sahip varlıklar için, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra iradeliler, iradeleri altına giren hususlarda, emsallerinden bütün bütün ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de “önceden belirleme”nin mânâsı, insan ve benzerleri için değişik bir hüviyet alır. Ve, esasen sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekten doğmaktadır. Bu itibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavramanın, kısmen dahi olsa, meseleyi halledeceği kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i ilâhînin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.

Evet, insanın bir hürriyet ve iradesi, bir meyil ve seçme istîdadı vardır. Ve o hürriyet ve irade, meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevap ve günah insana nispet edilir. İnsan irade ve isteğinin, meydana gelen neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irade, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabul edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irade dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes’ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes’ûliyet ve cürümü önceden tâyin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes’ûliyet ve cürümden muallâ ve müberrâdır.

Meselâ, O Yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış olup da, dese ki; “Eğer dakikada, şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm.” Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münasebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, vâdettiği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz.

İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz’î irade ve ihtiyarıyla, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muaheze görür veya vefalı sayılır mükâfata mazhar olur.

Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur; ulu dergahta affedilmediği takdirde de mutlaka muaheze görür.

Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcı’nın, her şeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan iradesinin tevfik edilme keyfiyetini…

Allah’ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi her şey, sebep ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. O noktada, önce-sonra; sebep-netice; illet-mâlul; evlat-baba, bahar-yaz bir vahidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra, önce gibi; netice, sebep gibi; mâlul de illet gibi; bilinir ve hükmedilir.

Kimin, hangi istikamette nasıl bir temayülü olacak ve kim adî bir şart ve sebepten İbaret olan iradesini, hangi yönde kullanacak, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeplere göre meydana gelecek neticeler takdir ve tespit etmek, insan iradesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, iradesi kabul edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine: “Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahane hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz.” dese, onların iradesini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikamette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temayülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum.” ferman etse, O’nun iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.

Binaenaleyh, “ilk belirleme”de iradeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.

Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah (cc)’ın ilmî programlarından ibarettir. Yâni, kimlerin hangi istikametlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir Bilmekse, hariçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hariçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, Yaratıcının kudret ve iradesi icat eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdir ve tayin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, “İlim, malûma tâbidir.” sözüyle ifade ediyorlardı. Yani, nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücût bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce Yaratıcı’nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hariçte, herhangi bir şeyin varolmasını mecburî kılmaz.

Hâsılı; Allah, olmuş, olacak her şeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratacaktır.

Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman Öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden tayin edilmiş olması, mes’uliyeti giderici değildir. Zira takdir onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır Bu itibarla da, cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de muahezeye tabî tutulacaktır.

Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütalâa edilmesi şarttır. Bizim bildiğimiz şey, selefin sağlam prensipleri içinde meselenin avam anlayışına intikal ettirilmesinden ibarettir.

 


Cebriye: İnsanın iradesini inkâr eden sapık bir mezhep
Hendesî: Geometri ve muntazam şekillerle alâkalı
Mübeccel: Muhterem, yüceltilen, çok saygı gösterilen
Müberrâ: Fenalıktan uzak kalmış, temiz, noksansız, münezzeh
Tenâsüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu

İrade-i Külliye ve İrade-i Cüz'iyye Ne Demektir? 4 dk.

İrade-i Külliye, avam halk arasında, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine verilen bir isimdir. Fakat, sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn döneminde bu ıstılah söz konusu değildir. Yani, onlar Cenâb-ı Hakk’ın iradesine Külli İrade; beşerin iradesine Cüz’î İrade dememişlerdir. Ne var ki, halkın meseleyi anlayabilmesi için böyle bir ıstılah vaz’etmede çok fazla zarar olmasa gerek. Tabiî, benim bu sözüm de yine tenkide açıktır.

Esasen böyle bir ıstılah, vak’aların neticelerinden çıkarılmış tabiî bir değerlendirme ifadesidir. Dolayısıyla da bu değerlendirmenin haklı bir dayanak noktası var sayılabilir.

Aslında, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine Külli İrade denmekle, şu mânâlar kasdolunmuştur: Bütün irade Allah’a aittir. İrade, O’nun iradesine verilen bir isimdir. O murad buyurduğu zaman, başkasının iradesine bakmaksızın, murad buyurduğu şeyi yaratır. Burada, daha önce dikkatinizi çektiğimiz bir hususu yeniden hatırlatmak istiyoruz. Bazıları yanlış olarak, “O dilediğini yaratır, dilemediğini yaratmaz” der. Bu söz yanlıştır. Doğrusu şu şekilde olmalıdır: “Allah’ın (cc) olmasını murad ettiği şey olur. Olmamasını murad ettiği şey de olmaz.”

Kâinatta cebir hâkimdir. Allah (cc), kâinatı yaratırken hiç kimseye sormamış ve hiçbir iradeyi esas almamıştır. O,فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ” Dilediğini yaratır.” (Bürûç, 85/16) Fakat, insanlara da bir irade vermiştir. Bu irade, insan için bir terakkî veya tedennî vasıtasıdır. İradenin verilişi Cenâb-ı Hakk’ın, Rahmân ve Rahîm isimleriyle alâkalıdır. Yani, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın bu isimlerin tecellisiyle insana bir lütfudur. Yoksa, İsm-i Azam ve “Allah” lafzı hesabıyla eşyaya bakacak olursak tüm kâinat ciddi bir cebir içinde çalkalanıp, durmaktadır. Evet, “Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder”, kaidesi bütün varlıklar için geçerlidir. Sadece insandır ki, ona mahiyeti meçhul bir irade verilmiştir. O, bu iradesini hayra sarfettiği zaman, Allah (cc) hayrı yaratacak, şerre sarfettiği zaman da, eğer murad buyurursa, şerri yaratacaktır. Burada bizi böyle bir hüküm verme cüretine sevkeden de yine Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyyet ve Rahîmiyyetine olan itimadımızdır.

Yani, biz hayrı istediğimiz zaman kat’iyen inanıyoruz ki, Cenâb-ı Hak o hayrı yaratacaktır. Fakat, bazen insanın istediği şerri Allah (cc) lütfu olarak yaratmaz. Mesela, birisi insanın kafasına girer, onu yoldan çıkarmak ister, o da ona meyleder. Fakat Cenâb-ı Hak o insanın ya mazide işlediği güzel bir ameli sebebiyle ya da istikbalde yapacağı iyi amelleri vesilesiyle onun dalâletini murad etmez ve onun için o kötülüğü yaratmaz. Hatta bir engel çıkarır ve onu öyle bir kötülükten alıkor, kötü yere gitmesine meydan vermez. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın atâsıdır. Ancak, Cennet dahi bir bakıma insanın iradesini kullanmasına bağlı olduğundan, Cenâb-ı Hak hayır adına istenen şeyleri yaratır. Elverir ki insan bütün hayırları silip süpüren büyük bir günahla Cenâb-ı Hak’tan gelecek atâ ve ihsana liyakatını ortadan kaldırmış olmasın.

İslâm Fıtratı Ne Demektir? Hidâyet Nedir ve Hidâyete Nasıl Vesile Olunur? 17 dk.

Sahih bir hadiste, ‘Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi (günümüzde de falan filan…..izm’den) yapar’ buyrulmaktadır.

1. Her insan, yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar.

Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itîbâriyle her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti îtibâriyle tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatları kabûle, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir halde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hâfızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, ‘Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O’nun sahibi de Allah’tır (cc).’ dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle sîmalar görürüz ki, aşinası bulunduğumuz manâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, ‘temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müspet bir insan’ deyiveririz.

2. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir.

İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah’ın (cc) sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve saffetini korur. O halde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hıristiyan, ya Yahudi, ya da Mecusi olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

3. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur…

Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyyâ ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, ‘bu kuş, uçacak’ deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hale getirir. İrâdenin su-i istimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk haline bakıp da, ‘kuştur bu, uçar’ diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da ‘Müslüman bu’ veya ‘Müslüman olur bu’ deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da irâdesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısiyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.

4. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzûuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irâde.

Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irâde, fıtrata müsbet veya menfi yönde müdahelede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, ‘bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak, ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak’ diye yazılır.

Hidâyet: Hidâyet, cüz’î irâdesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah’ın (cc) yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidâyet de tamamen Allah’ın (cc) yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede, ‘Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi’ (Yunus/99); bir başka âyette ise, ‘Allah dileseydi, onları hidâyet üzere toplardı’ (En’am/35) buyurulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz’e (sav), ‘Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin… ve sen, körleri de dalâletlerinden hidâyete iletici değilsin’ (Rum/52-53) denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rek’atında hidâyeti Rabbimiz’den diler ve günde kırk defa ‘İhdinâ’s-sırata’l-müstakîm’ deriz.

‘Sen sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidâyet eder’ (Kasas/56) âyeti de, bu mevzûda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah’ın (cc) Rasulü (sav) de, ‘Ben insanları hidâyete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidâyete sevkedip, kalplere imanı koyacak Allah’tır (cc)’ buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah (cc)’dır.

Hidâyete Vesile Olma:

Bir âyette, ‘Şüphesiz sen, doğru yola hidâyet edicisin’ (Şura/52); bir diğer âyette ise, ‘Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun’ (Mü’minun/73) buyurulur. Birinci âyette ‘hidâyet edicilik’ bahis mevzûu iken, ikincide ‘davet etme’ söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sav), hidâyete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, dalâleti de hidâyeti de yaratan Allah (cc)’dır.

Allah (cc), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidâyet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve irâdelerini hidâyet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (cc) onlar için hidâyeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzûda Kur’ân’da, ‘Semûd kavmini hidâyet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler’ (Fussilet/17) buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana ait olup, onun meyillerine ve irâdesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah’ın (cc) hidâyet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.

Hidâyete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır:

Kur’ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mani kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı tâlim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.

Kur’ân’da iki yerde ‘vesile’ kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Maide Sûresi 35. ayette mealen, ‘Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız’ buyrulur. Daha başka âyetlerde ise,’Ve, Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz’ (Ankebut/69); ‘Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır’ (Talâk/2) buyurulmaktadır.

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah’a (cc) seyr ile ermiş kimseleri, Allah (cc) katiyyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah’a (cc) giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah’a (cc) yürümüşlerdir. Hidâyet yolları olan bu yollarda, Allah (cc) onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur. Yani, Allah (cc) adına görmüşler, Allah (cc) adına duymuşlar ve Allah (cc) adına yürümüşlerdir; Allah (cc) da onlara başka yollara aid şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.

Günümüzde ise, Hak ve hakikata tercüman olan, Din’e omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (cc) adının, Rasûlül- lah (sav)’ın yâdının duyulması istikametinde çalışanları , Allah (cc), -İnşâallah- hidâyet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek.. ve bugün artık inişe geçmiş bulunan mukaddes emanetin taşıyıcısı cemaatleri zayi etmeyerek, hedeflerine ulaştıracaktır.

Alllah Rasûlü (sav), hayatı seniyyelerinde -O’na bir ma’nâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (cc), Habibini ‘En yakın akrabalarını inzâr et’ (Şuara/214); ‘Hatırlat, öğüt ver’ (Gaşiye/21); ‘Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat’ (Hicr/94) fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünyâ adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur’ân’ın beyanı içinde- nerdeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun da’va düşüncesi adına ne başdöndürücü fedakârlık örnekleridir..!

Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan revan içinde bırakılması pahasına Taif’e gidip Hakk’a tercüman olması, kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde ‘Gidiniz, serbestsiniz!’ diye affetmesi ve Ashab-ı Kiramı’na, kılıçların kından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana ‘iman ve İslâm’ davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi; ayrıca, ‘Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidâyete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, (başka bir rivayette- vadî dolusu koyun ve develerden) daha hayırlıdır’ irşadı ve emsali daha başka pek çok hadîseler ve hadîs-i şerifler, hidâyete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.

Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzûda Söz Sultanı, ‘Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevabları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır’ buyurmaktadır. Bir mescid bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescid veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescid veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa’y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, burs vermiş, defter-kitap almış ve cihad etmişseniz, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibâdet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.

Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (cc) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat’iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibâdetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın ‘ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim’ demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, ‘sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim’ şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır. Bunun yerine, hidâyete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: ‘Allah’a (cc) hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (cc) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti.’ Birinin vesile olmasıyla hidâyete eren kişi de şöyle demelidir: ‘Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan’ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temennâ durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O’na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım’adır, yani Allah’adır (cc).’

Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan’a verip, hidâyeti O’ndan bilmek, hiç bir zaman, hidâyete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mânî değildir. Her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidâyet vesilesi olan Peygamberimiz’i (sav) Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi ‘ulûhiyet’ mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, onun için ‘abdühû ve rasûlühû’ derken, bütün bir beşeriyetin ona medyûn bulunduğunu unutup, ‘Medyûndur ona bütün bir beşeriyet Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret’ duâ ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, onun yolunda ve onun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak ‘mevt’ olarak bakılır; Kur’ân’ın ifâde ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatıyla, onu kalplerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.

Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, irâdenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (cc) tarafından yaratılması meselesinden farklı değildir. İnsanın irâdesiyle devreye girdiği her yerde Allah (cc), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecelli edip, şerri yaratmaz; çünkü O’nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul irâdesini şer yönünde kullanmada ısrar ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünyâ bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır.. Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.

Kâlû-belâ Ne Demektir? 12 dk.

Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukavelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin.”(A’raf sûresi, 7/172) cevabı alınır.
Bu meselenin iki yönü vardır:

1) Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?
2) Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibarıyla, birkaç mülâhaza arz edilebilir.

1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemâle doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı’ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “varetme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir.

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.

3) Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (1) hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şâhit olma ve bu şehâdeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icâp ve kabul; bu söz verip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tenbihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik “ego”, Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O’nun varlığını, sıfatıyla O’nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O’nun kemâlini, ihtiyaçlarıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyâda O’nun nurunu hissettiği yüce Yaratıcı’yı, ilân ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demektir.

Bu sözleşme, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icâp ve kabul” gibidir.

4) Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismâniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (cc) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkattan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (cc), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin, her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nispeten hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buutlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.

Allah (cc) zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu, müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzûu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzû teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzûumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zamanüstü mahiyete sahip bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâp ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhâbere temin edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, komunizmin hakim olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde dahi -materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitâbetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şahsına mahsus tedâileriyle ortaya çıkacaktır.

Binâenaleyh, “elest” bezminde de ruhlar Rab’le mukaveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukaveleye imza attılar. (A’râf, 7/172) Ancak günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü ne o âleme bir bakışları, ne de o âlemle ilgili bir araştırmaları olmuştu. Aslında, Kant’ın; Yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitapları arkaya atarak, Bergson’un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitap da işte bu idi… Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama lâboratuvarları tesis edilecek ve şuura akseden indekste hakikatin çehresi görülmeye çalışılacak…

Bu kitap başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şâhidi ve mukaveleye imza atan âkittir; ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.

Şayet kafalar şartlanmışlıktan arınabilseydi, insan, vicdanının bu ilk mîsâka “evet” dediğini duyacak ve görecekti. Aslında âfakî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak… Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitapta görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitapların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiçbir şey anlayamayacaklardır.

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukavele ne zaman yapıldı? Hemen arz edeyim ki; bu mevzûda, âyet ve hadis olarak bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsircilerin, bir kısım beyanlarından bahsetmek mümkündür.

Bu icâp ve kabul, spermin dölyatağına seyahâti esnasında olmuştur. Ceninin insan şeklini iktisap ettiği zaman olmuştur. Veyahut, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur… ilh.

Bütün mütalâaların kendilerine göre müdâfaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddî bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

Bu mîsâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münasebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir…

Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (cc) bütün bu devrelerin hepsinde de, bu mîsâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücut, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sadık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ızdıraplar için inliyor; verdiği sözde sadık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mes’ut ve talihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

En yüce hakikate pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zengin bir kütüphâne, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütalâacının nazarında!..

 


Adese: Ölçü, bakış açısı
Belâ: Elest bezminde, ruhların Allah Teâlâ’nın, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, rabbimizsin.” diye cevap vermeleri.
Berzâh: Perde
Elestü: Allah Teâlâ’nın ezelde ruhları yarattıktan sonra onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” şeklinde hitap etmesi
Gınâ: Zenginlik
İs’af: Bir isteği bir ricayı kabul ederek yerine getirme
Mefkûre: İdeal, gaye-i hayal, ülkü
Mîsâk: Verilen söz, yemin
Muttasıl: Sürekli, aralıksız, biteviye
Râcih kılmak: Daha üstün kabul etmek, tercih etmek
Tahlil: Çözümleme, ayrıştırma, analiz
Tedâi: Çağrışım
Tekellüf: Zahmet, külfet
Tekvînî: Yaratılışla ilgili
Telepati: Uzakta meydana gelen bir olayı hissedebilme hali
Terettüp etmek: Gerekmek, lazım gelmek
Terkip: Birkaç şeyin birleşmesinden meydana gelen yeni şey, sentez
Vuzûh: Açık olma, belirginlik

[1] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya 10/208; el-Münavî, Feyzu’l-Kadîr 1/225, el Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ 2/343

Kuran-ı Kerim'de Hidayet-Dalâlet Kavramları Nasıl Telif Edilir? 4 dk.

Bu soruda iki şık var:

Cenâb-ı Hak küllî iradesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet meâlen şöyledir: “Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz. Ama kime de Allah yol göstermişse hidayet onu saptıran olamaz.” Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, nebîlerin gittiği istikametli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf’ûle, birer fonksiyondur. Bu itibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktizâ eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellîsine bağlayan ancak Allah (cc)’dir. Evet, ikisini veren de Hak’tır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşit (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mişârını dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Müşahhas bir misal arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek, mânâsını tetkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifade edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü mâkes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (cc) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” unvanıyla döven kuldur.

İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “Beni saptır.” demiş olur. Allah da murat buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misal arz edeyim: Siz, Kur’ân-ı Kerim’i ve va’z ü nasihati dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark olur. Hâlbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedîyi duyarken, va’z ü nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya affeder.



Aşr-ı mişar: Onda bir
Mudill: Dalalete düşüren, saptıran
Râcî: Nisbet ve ilgisi bulunan, dokunan, dair
Şehrah: Doğru yol

Ruhların Yaratılışı Esnasında İnsan İçin Saîd veya Şakî, Ya da Cennetlik veya Cehennemlik Yazılması 5 dk.

Ruhların Yaratılışı Esnasında veya Daha Anne Karnında Cenin Safhasındayken İnsan İçin Saîd veya Şakî, Ya da Cennetlik veya Cehennemlik Yazılması Nasıl Olur?


Bu mesele, yerinde yeterince izah edilmiş olmakla beraber, burada da bir kaç satırla açıklamaya çalışalım:

Her şeyden önce Allah (cc), kulunun ilerde irâdesiyle nasıl davranacağını, cennetlik ameller mi yoksa cehennemlik ameller mi işleyeceğini, sonsuz ilmiyle ezelde bilir ve bildiği için yazar; yoksa kul, Allah (cc) öyle yazdığı için Cennet’lik veya Cehennem’lik, saîd ya da şakî olmaz.

İkinci olarak, Allah (cc), kulunun irâdesini hangi yönde kullanacağını bildiği gibi, fiillerine tesir eden bütün sebepleri de bilir ve ona göre yazar. O insan üzerinde ailesinin tesir ve terbiyesi nasıl olacak, muhiti kendisini ne yönde etkileyecek, imana ya da küfre götürücü vesileler neler olacak ve o irâdesiyle bunları nasıl aşacak, bütün bunları Allah (cc) bilir ve ona göre yazar.

Biz, insanın cennetlik mi cehennemlik mi olacağını bilemeyiz; çünkü kaderden habersiziz. Hadîsin beyanı içinde, sadece zahirdeki davranışlarına, söz ve fiillerine bakar, bunları din ölçüsüne vurur, küfrünü gerektiren zahir söz ve davranışları varsa, en fazla ‘kâfir’ der, fakat cehennemlik diyemeyiz. Çünkü, zahire göre davranma mecburiyetindeyiz. İşin hakikatına, o kişinin kalbine ve son nefesini nasıl vereceğine vâkıf bulunmamadığımızdan, bu hususları Allah’a havâle ederiz. Bugün ateist bildiğiniz birisi, bakarsınız bir zaman sonra imanı bütün bir insan oluvermiştir. Burada yeri gelmişken, Almanya’da bir hoca arkadaşımızın şahit olduğu hâdiselerden birini nakledeyim: Mescidler herkese açık, sohbet yapılıyor ve önemli bazı mevzûlar arz edilmeye çalışılıyor. Dinlemeye gelen gençlerden bir tanesi “Biliyor musunuz?” diyor, “ben komünisttim.” Bu gence hemen ‘cehennemlik’ der misiniz? Bu genç, bir kısım temiz arkadaşlarla tanışıyor, kendisine usulüne uygun olarak iman meseleleri takdim ediliyor ve bir cumartesi bu genci, yanında yabancı bir arkadaşıyla yatsı namazında görüyoruz. Ona da bir şeyler anlatılsın diye arkadaşını da getirmiş…

Evet, bu gence “ben komünisttim” dediğinde hemen ‘cehennemlik’ yaftası vurup reddetseydiniz ne kazanacak ve son halini gördüğünüzde utanmayacak mıydınız? İnsanlar hakkında hüküm vermek ne vazifemizdir, ne de selâhiyetimiz dahilindedir.

Bir başka gencin, neslimizin hissiyatına tercüman olan şu sözlerine bakalım: “Ben Köln’de kızıl bayraklar altında yürüyüşlere katılıyordum. Bir gün arkadaşlarımın yanına geldim. Sorular soruluyor, cevaplar veriliyordu. Komünizm sempatizanı olduğum için de bir tedirginlik duyuyor, konuşulanları can kulağı ile dinlemekle beraber, “acaba totemlerime saldıracaklar mı, aleyhte söz söylenip, sloganlar atılacak mı?” diye teyakkuzda duruyordum. Bunların hiç biri olmadı; fakat, hiç duymadığım imanî mevzûlar anlatıldı. Aksi halde, tatmin olmayacak ve içki, kumar gibi alışkanlıklarımı da bırakmayacaktım.”

Yine soralım: Şu anda, hizmet için arabasıyla sağa sola koşturan bu genci, o haliyle ve o yaşında nasıl Cehennem’e mahkûm edecektiniz? Efendimiz’in (sav) yaptığı şekilde, ismi fıtratına uygun olarak ‘Yasir’ yapılan bu yiğidi hemen gayyâlara mı atacaktınız?

İşte, verdiğimiz misâllerde görüldüğü üzere Allah (cc), insanın irâde düğmesini bütün sebepleriyle hangi istikamette kullanacağını ve hangi istikamet üzerinde son nefesini vereceğini bildiği için, ruhlar âleminde veya anne karnında onun şakî-saîd, cennetlik veya cehennemlik olacağını yazar. İnsan da, hadisin ifâdesiyle “Nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur.” Bize düşen, Allah’tan (cc) ümit kesmeden ve neslimizin geleceğini de karanlık görmeden çalışmak ve imana, hidayete vesile olma yolunda gayret göstermektir.

Son Derece Basit, Küçük ve Zayıf Bir İradeye Mukabil, Sonsuz Bir Cennet veya Cehennem'in Verilmesi 10 dk.

Son Derece Basit, Küçük ve Zayıf Bir İradeye Mukabil, Sonsuz Bir Cennet veya Cehennem’in Verilmesi Nasıl İzah Edilebilir?


Aslında bizler Cennet gibi gelecekle ilgili lûtf-u İlâhîye nâil olmayı değil, daha çok, başımızdan aşağı sağnak sağnak dökülen nimetlerin şükrünü nasıl eda edebiliriz diye düşünmeliyiz. Karşılıksız ve peşin verilen nimetlerin şükrünü yaptığımız kullukla eda etmemiz asla mümkün değildir. Dünyâ hayatında bir gün yaşamak için bir gün çalışırız; altı ay yaşamak için altı ay çalışırız ve ‘Keşke altı ay çalışıp, bir sene yaşasaydım’ der ve iki günlük hayat için bir günümüzü seve seve vermeye razı oluruz. Gerçek bu iken, dünyâ nimetleriyle asla kıyaslanamayacak kadar muhteşemlerden muhteşem Cennet’i kazanmak için, çoğu uyku, çocukluk ve dünyâlık çalışmalarla geçen kısacık hayat nasıl yeterli olabilir? Bir de bu kazançta insanın yaptığı sadece düğmeye dokunmak ve parmağını uzatmak kadar ehemmiyetsiz bir fiil olursa?.. Ya, bu kadar basit bir meyil ve niyetle ebedî Cehennem’e nasıl müstahak olur insan? Şimdi mes’eleye birkaç cihetle ışık tutmaya çalışalım:

1. Niyet Yönünden:

Ebedî Cennet, ebedî nimetler ve ebedî Cemâlullah.. Bütün bunlar, şu fâni, kısacık hayatımızın neticesi olamaz ve bizim maddî yönümüzde ebediyeti kat’iyyen kucaklayamaz. Fakat, ‘ebedî iman niyeti’ dir ki, bizi ebediyete sahip kılabilir. Elhamdülillâh, Rabbimiz’e iman ediyoruz; bu imanda sebata ve sadakata kararlıyız. İrâde düğmemizi bu istikamette kullandık ve yine irâdemizle bu ebedî imana niyet yönünden sahip olacağız. Rabbimiz’in kalbimizde bir meşale halinde yakıp tutuşturduğu bu hidayet yoluna da yine bizzat O’nun tarafından sevk olunmuş bulunuyoruz. Yetmiş yıl yaşayacaksak eğer, yetmiş yıl imanlı olmaya niyetliyiz; Rabbimiz yetmiş değil, yüz yetmiş yıl ömür verse, hattâ bin yetmiş yıl ömür verse, yine dönmeyecek ve imanımızda sadakatle sebat edeceğiz. Yaşadığımız müddetçe, hatta ebediyen dünyada kalsaydık, yine imanımızdan dönmeyecek ve ebedi olarak Allah’a (cc) inanacaktık. İşte, Cennet ve Cehennem’e girmekte aslolan da bu niyettir. Zaten, Allah’ın Rasûlü de (sav) ‘Ameller niyetlere göredir’ buyurmuyor mu? Herkes, niyetinin karşılığını görecektir. Niyetimiz ebedî iman çizgisinde kalmaksa, mükâfatımız da ona göre olacaktır. Ceza ve mükâfat, amelin cinsine göredir; ebedî imana ve ebedî iman niyetine ebedî Cennet. Bunun tam karşısında ebedî küfre ve ebedî küfür niyetine de ebedî Cehennem. Allah (cc) suretlerimize, şeklimize ve şu fâni dünyada maddemizle ne kadar süre kaldığımıza değil, taşıdığımız niyete, sahip olduğumuz azme, kalbimizdeki imana, bu imandaki devamlılık niyet ve düşüncemize bakar.

Evet, niyet, yaşanan kısacak ömürde, imandaki sadâkat ve sebat düşüncesiyle, yaşanmasa da, yaşanmış gibi ebetlere kadar zamanları aydınlatan bir ışıktır. Buna karşılık, her şeyi karanlık gören, karanlık niyetli kâfirin de ebedî hayatı, Cehennem manâsına kapkaradır. Çünkü kâfir, ebedî iman nurunu yakmamak, daha doğru bir deyişle, irâde düğmesini Allah’ın (cc) kalb sarayının iman âvizelerini yakmasına vesile kılmamak inat ve ısrarı içindedir ve milyonlarca yıl da yaşasa, bu inat bu ısrarında devam edecek ve bir defa olsun o düğmeyi aydınlık yolunda kullanmak istemeyecektir. Böylece de kalbini, dünyâsını ve ebedî hayatını karartan kara niyetinin kurbanı olacaktır.

Ebede uzansın niyetleriniz, ebede uzansın da, ebetler size bağrını açsın. Has niyetle geçen her saniyeniz, mukabele sırrıyla binlere ulaşsın…

2. Cezada takdir, suçun ağırlığına ve işlenmesindeki kasıt, niyet ve neticeye bakar; işlenme süresine değil:

Cevap: Dünyada 5 dakika süren bir adam öldürme suçuna ceza olarak bazen 25 yıl, yani 13 milyon dakika, bazen müebbet hapis, hattâ bazen de idam veriliyor ve hiç bir zaman bu cinayetin ne kadar sürede işlendiği hesaba katılmıyor; belki, suçun ağırlığına, suçu işlemekteki kasıt, niyet ve neticeye bakılıyor. Küfür ve inkârın sırtında taşıdığı cinayetler, bir insanı öldürmekten çok daha fazla, çok daha ağırdır. Kâinatın Yaratıcısı’nın varlığına zerreler, hücreler, melekler, yağmur damlaları, atomlar ve moleküller adedince.. kısaca, sayılamayacak kadar çok şahitler vardır ve küfür, bu kadar şahidin şehâdetini bir anda yok saymak demek olduğu gibi, bütün kâinatı karanlığa mahkûm etmek ve aynı zamanda bu kadar şahide adeta yalancılık ithamında bulunmak demektir. Hem küfür, Yüce San’atkâr’ı tahkir, onun kâinattaki nakışlarını tezyif ve sayısız delîllerini tekziple, kâinatın zerreleri adedince büyük bir cinayet sayılır. Dahası, hayatlarında yalanın mümkün olmadığı binlerce peygamberi, milyonlarca evliyayı ve en önemli hususiyetleri sıdk olan milyarlarca mü’mini inkârdır, yalanlamaktır. Böyle bir suçun cezası da, herhalde kendi cinsinden, dolayısıyla da ebedî Cehennem olmak gerektir.

3. Cüz’i irâde gerçekten küçüktür ama, neticesi pek büyük olup, Allah (cc) da cezayı neticeye göre verir:

Bir düğmeye basmakla bir anda milyonlarca lambayı söndürüp, çok büyük bir memleketi karanlıklar içinde bırakabilirsiniz. Veya, bir davranışınızla -Birinci Cihan Harbi’nde olduğu gibi- milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca ailenin yıkılmasına, şehirlerin yerle bir olmasına, asırlık emeklerin bâd’u heva gitmesine ve dünya çapında pek büyük değişikliklere sebep olabilirsiniz. Aynı şekilde, bir kibritle koca bir ormanı yakabilir veya bir tuğlasını çekmekle büyük bir sarayı yerle bir edebilirsiniz. Küfür, tahrip demektir ve tahrip ise pek kolay ve netice îtibariyle pek şümullü, pek şediddir. İşte, kâfir irâdesini küfür istikametinde kullanmakla, neticesi böyle pek büyük bir tahribata sebep olduğu içindir ki, ebedî cehennem’i hak eder. Buna karşılık mü’min, irâde düğmesini müspet yöne çevirmekle hem dünyâsını, hem de ahiretini aydınlatır.

4. Hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren insan, elbette tokatlar yemeye müstehaktır:

Allah’ın (cc) sonsuz azamet ve kudretini gösteren ve varlık adına sonsuz ağırlığı ve kıymeti bulunan o hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren.. sonra, vicdan gibi, Allah’ın (cc) varlığının sessiz şahidi bir kitabı dürüp kapatarak akıl, şuur ve ebede aşık his ve duygularını öldüren.. ayrıca, Kâinat kitabını Kur’ân’la dile getirerek, saadet yolunu gösteren Nebî’ye gözlerini kapayan ve kalbinin kapısını sürmeleyen bir insan, kâinat çapındaki bu ağırlığa hüviyeti pek zayıf olan irâdesini alet etmek; yaratmada ve icrada hiç bir ağırlığı olmayan bir takım hayâlî ve îtibarî şeylerin tüy kadarcık ağırlığını, tercihte kullanıp, nefsinin ve şeytanın iğvalarına kapılmakla, elbette kâinat ağırlığında tokatlar yemeğe müstehak olacaktır.

5. Emanete ihanetin cezası, emanetin ve sahibinin değeriyle doğru orantılı olarak verilir:

Bir pencere camını kıran çocuğa verilecek ceza ile, Sultanın kristal tacını sû-i istimalle ziyan eden bir yaverin cezası bir olmaz. Yine, bir askerle bir ordu komutanına, rütbelerine uygun sermaye verilse ve her ikisi de gidip bu sermayeyi çarşı-pazarda çar-çur etseler, elbette ki komutan Divan-ı Harpte mahkeme edilecek ve askere verilecek cezanın çok üstünde bir cezaya çarptırılacaktır. Ve yine, ömrünü dağlarda koyunlarının arkasında geçiren bir çobanla, hayatını büyük keşiflerle geçiren bir ilim adamına durumlarına ve vazifelerine göre sermaye verilse ve ilim adamı o sermayeyi tıpkı çoban gibi koyunların bakımı ve yemi için harcasa, herhalde çobana nazaran çok daha başka şekilde cezalandırılacaktır.

Misâlllerimizde olduğu gibi, dünya hayatında hayvanlara verilen ömür sermayesi ve daha başka sermaye ve nimetler, kendi çapları ve fonksiyonlarına göre tayin ve tespit edilmiş olup, onlar da bu sermayeyi hiç su-i istimal etmeden kullanmaktadır. Evet, bu sermayeleri kimi yük taşımada, kimi et ve süt vermede, kimi de daha başka vazifelerde kullanır. Halbuki insan, ne bir hayvandır, ne de sermayesi hayvanlara verilen gibidir; bir insan eli, bin örümcek elinden, bir insan parmağı bin serçenin kanadından kıymetlidir. İnsan, kendisine verilen onca kıymetteki sermayeyi, vicdan, akıl, şuur, idrak, düşünce, muhakeme, binlerce his, duygu ve kabiliyet gibi nimetleri sû-i istimal ettiğinde, elbette cezası da aynı ölçüde olmak gerektir. Hele, Allah’ın (cc) marifeti, saygı ve muhabbeti ile dolup doyması ve başkasına karşı sürmelenmesi gereken has tecelliler yurdu kalb, nefse ezdirilecek olursa, bu takdirde o kalbin sahibi elbette, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem için taştan bir yakıt olma seviyesine düşecektir. Öyleyse, irâdeyi yerinde kullanıp, kalbi kalbin Sahibi’ne has kılarak, O’na kalb-i selimle gitmelidir.

Kader Vicdanî Bir Meseledir 2 dk.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Peygamberimiz’in (sav) peygamber oluşunu çeşitli ilmî delillerle isbat etmek mümkündür. Hatta öldükten sonra dirilme meselesini dahi ilmî delillerle isbat edebiliriz. Fakat kader öyle değildir. O hâlî ve vicdânî bir meseledir. İlmî ve nazarî değildir.

İnsan kadere, îmândaki derecesine göre inanır ve kader meselesini kendi istiab ve kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder. Nice insanlar vardır ki, bütün bir hayat boyu çok şey görüp geçirmişlerdir ama, kadere ait en küçük bir meseleyi dahi kavrayamadan çekip gitmişlerdir. Vicdanlarında kader sırrını anlamaya hiç yer ayırmamış bu kişiler cidden kemtalih insanlardır. Onlara acımamak elde değildir. Fakat, ‘Zarara kendi iradesiyle razı olan da acımaya müstahak değildir.’ Bunlar, icraatlarının verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın icraatının mevcudiyetini sezememişlerdir. Gözleri fersizdir, bakışları, yapacakları işlerin daha önce ilmî plânda Cenâb-ı Hak tarafından tesbit edilmiş olduğu hakikatine ulaşamamış kimselerdir. Bunların hayatları ibtidâîlik içinde geçer gider. Böyle insanların i’tizâlî düşüncelere düşmemesi de çok zordur.

Kader İle İrâde Birbirine Zıt Değildir 2 dk.

Esas itibarıyla, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur. İnsan irâdesiyle kader, omuz omuzadır. İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vak’a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin teyit edilmesidir. Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevk eden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç irâdedir. Ve bu irâdenin var olması Allah’ın takdirine mâni değildir.

Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize birşeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu isbat eder. İster buna irâde, ister cüz’i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.

İlâhî takdirin mânâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hak, insana şöyle demektedir: ‘Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum.’ İşte bu, iradeyi teyit etmek demektir.

Evet, eşyayı yaratan Allah’tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarf edileceği Cenâb-ı Hak tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini teyit ediyor, iptal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi teyit etmek demektir; iptal etmek, nefyetmek değildir…

Kader İlim Nev'indendir 7 dk.

Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.

Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev’indendir. İlim ise daima ma’lûma tâbidir. Yani bir şey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, ma’lûm ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hak biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O’nun ilmi muhittir, her şeyi kuşatmıştır. -“Cenâb-ı Hakk’ın ilmine tâbidir” şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.-

Bir tren düşünelim. Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir. İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu ma’lûmat matbû hâle getirilir. İşte bu bilinen netice bir plân ve projedir. Mes’eleyi, mevzûmuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna “Kader” deriz. Şu kadar var ki, elimizdeki bu ma’lûmat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir. Yani tren bu plân ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plân ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor. Çünkü ilim malûma tâbidir. Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzar-ı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O’nun ilminde, sebep-netice, illet-ma’lûl, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye birşey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi her şeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.

İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir.

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ

“Her insanın amelini boynuna doladık.” (İsra, 17/13) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Evet, insanın yapacağı her şey önceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka birşey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir.

Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum; ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler. Yani misâlî bedenin yanıbaşında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler. Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler. Zâten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakiki mânâda gayb bu kabil ma’lûmatla sınırlı tutulamaz. Yâni bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmüne zıd değildir.

Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işâret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi.

Efendimiz (sav) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame b. Zeyd ile, Zeyd b. Harise’ye baktırmıştı. -Zeyd Efendimiz’in azadlısıydı. Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu.- Efendimiz, birgün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü.. ve sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı” dedi. Allah Resûlü (sav) de sevinçle Hz. Âişe’nin (ra) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsâme Zeyd’dendir ya Âişe” dedi.[1] Fakat burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimâî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu.



[1] Buharî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 17

İnsan İradesi ve Allah'ın Dilemesi 5 dk.

İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir. O’ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, her şey toz-duman olur giderdi.

Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O’dur.

Çeşmeler, çaylar O’ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar. Taşlar, kayalar, O’nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar… Ovalar, obalar, O’ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar.

O’ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner.. bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır.. kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız her şey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O’nu haykırır..

Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O’na karşı mülk da’vâsında bulunamaz. Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O’nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O’nun servetinden sadece birer zerredir. O’nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O’na mahsustur. Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O’na ait olduğu gibi, insanoğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O’na aittir. İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O’dur. O’nun inayetini tanımayan sa’y ve gayretler boş, O’nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir.

Hizmetler, O’nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur… Bu mübârek ibadet de O’nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur. Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir. ‘Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim..’ gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur.

En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun’un sarayını harap ettiren Allah’tır! Kâinatın her yanında O’nun mülkünün bayrağı dalgalanır. O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar. Yer-gök O’nun hükmü altındadır. Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O’nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir. Bütün bunlar O’nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O’na aittir. O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl ‘ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız’ diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O’nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O’nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, varlığı, O’ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O’nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir.

Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, ‘Ben, ben’ diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır.. teklif düğümünü azıcık çöz.. hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur.!

Âyet ve Hadîslerin Aydınlatıcı Tayfları Altında Kader-1 16 dk.

Kader meselesi, ancak aşağıda zikredeceğimiz âyet ve hadîslerin ışığı altında ele alınır ve işlenirse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygunluk sağlanmış olur. Yoksa ya itizalî ya da cebrî düşüncelere kaymaktan kurtulamayız. Onun için bu bölümde mevzû ile alâkalı âyet ve hadîsleri ele alıp tahlil etmeyi düşünüyoruz.

Bir âyette Allah (cc) şöyle buyuruyor:

مَا أَصَابَ مِنْ مُصِيبَةٍ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي أَنْفُسِكُمْ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللهِ يَسِيرٌ

“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.” (Hadid, 57/22)

Gökten, yerden ve nefsinizden size, ne zaman ve nasıl bir musibet isabet ederse etsin, o musibet gök, yer ve nefsiniz yaratılmadan evvel takdir ve tayin edilmiştir. Evet, her şey önceden yazılıp çizilmiştir ve olanların hepsi bu tesbit çizgisi içinde cereyan etmektedir.

Mes’eleye bu şekilde inanma, bu şekilde yaklaşma Muhammedî yolda yürümenin gereğidir. İnhiraflar ise, inhirafın büyüklüğüne, küçüklüğüne göre sapıklık ve dalâlettir.

Kader meselesine delâlet eden âyetlere kitabımızın başında işaret etmiştik. Şimdi onları tefsir eden birçok hadîs-i şeriften birkaç tanesini aktarmak istiyoruz:

1. Abdullah b. Amr b. As rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular:

كَتَبَ اللهُ مَقَادِيرَ الْخَلْقِ قَبْلَ اَنْ يَخْلُقَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ بِخَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ وَعَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ

“Allah, gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir. Ve arşı su üzerindeydi.”[1]

Bu ellibin sene, hangi zaman kıstaslarına göredir, bilemiyoruz. Belki de dünyamıza ait zaman ölçüsüne vurulursa bu elli bin sene de olabilir. Elli milyon sene de… Hatta kesretten kinaye de söylemiş olabilir.. kesin birşey söyleyemiyoruz.

Gök ve yer yaratılmadan, göklerin ve yerin semeresi beşer halkedilmeden ellibin sene önce meşhergâh-ı âlemde teşhir edilecek olan her şey tayin ve tesbit edilmiş bulunmaktadır.

Hadîsin devamında “… ve arşı mâ üzerindeydi” denilmektedir ki, bu mes’elenin derinlemesine tahlilini bir başka eserimizde yaptığımız için burada onu söz konusu etmeyeceğiz. “Mâ” belki birçok muhaddisin dediği gibi “Amâ” maddesidir. Belki de “Esir”dir. Allah’ın arşı, atomların, partiküllerin asıl maddesi olan esir üzerindeydi. Belki varlıklar o zaman esirî vücudlarıyla vardılar. Bunu bilmemiz hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü biz de, babamız Âdem de henüz yoktu. Kâinat da yoktu. Hilkatin semasında henüz bir şimşek bile çakmamıştı.

2. Ubâde b. Sâmit vefat edeceği ân etrafında toplanan çocuklarına şunları anlatıyordu:

“Evladcığım, sen, sana gelecek şeyler gelmeden evvel tayin ve tesbit edildiğini ve sonra da hiç şaşırmadan sana geldiğini kabul etmedikten sonra îmanın tadını tatmış olamazsın. (Vicdanında îmanın zevkine ulaşmış olamazsın. Îmandan matlup neticeyi elde edemez ve zevk-i ruhânîyi duyamazsın.) Ben Resûl-ü Ekrem Aleyhisselam’dan işittim. Buyurdular ki, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir. Allah, kalemi yaratır yaratmaz ona “Yaz” emrini verdi. Kalem “Ey Rabbim neyi yazayım?” dedi. Cenâb-ı Hak “Kıyamete kadar olan her şeyin kaderlerini yaz!” buyurdu. Ve sonra Allah Resûlü sözlerine şöyle devam etti: Kim bunun aksine bir iman üzerine ölürse benden değildir!” (Onun intisab-ı Muhammediyesi ve İslâm’la ilgisi yoktur).”[2]

İşte Ubâde b. Sâmit, ölümle burun buruna geldiği bu son ânında, evlatlarına bu mes’eleyi anlatıyor ve onlara kadere îmanı sanki bir emanet gibi teslim ediyordu.

3. Yine yukarıdaki âyeti îzah ve tefsir eder mahiyette Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği şu hadîs de meselemize ışık tutması bakımından çok mühimdir: (Abdullah b. Abbas, Allah Resûlü’nün terkisinde bulunuyordu). Efendimiz ona hitaben şöyle buyurdu:

“Ey delikanlı, sana birşeyler öğreteceğim! Allah’ın emir ve nehiylerini gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın. İstediğini sadece Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile. Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, Allah’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar. Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur.”[3] Yani: Allah’ın hakkına riayet et ki, ilerisi için birşeyler göndermiş olasın. İstediğin zaman sadece Allah’tan iste. Başkasına boyun büküp bel kırma. Başkasının karşısında serfüru etme, başkasına müracaatta bulunma. Çünkü senin işini halledecek sadece Allah’tır. Öyle ise isterken O’ndan iste. Zira kimden istersen iste, neticede senin istediğini sana Allah verecektir. Öyleyse aradaki vesile ve vâsıtalara takılıp kalma. Bütün aracıları ortadan çıkar. Hem söz olarak, hem de fiil olarak bunu böyle yap.. ve bil ki, bütün vesile ve vasıtalar da aynen senin gibi âcizdirler. Senin her türlü arzu ve isteğini yaratmaya muktedir olan bir tek zât vardır, O da Allah’tır. Zira göklerin ve yerin anahtarı O’nun elindedir. Takdir ve tayin eden O’dur. Yaratan O’dur. Mes’ud eden, hüzne boğan yine O’dur. İstediğini aziz, istediğini zelil kılar. Bütün insanlar sana hayırda bulunmak için birbiriyle yarışsalar, ve içinde bulunduğun kötü durumdan seni kurtarmaya çalışsalar; sana yapacakları iyilik hiç şüphesiz Allah’ın takdiri çerçevesinde olacaktır. Yapılmak istenen kötülüklerin durumu da aynıdır. Zira, kalem yazacağını yazmış, sahifeler de kurumuştur. Yani bundan öte onlarda zerre kadar bir değişiklik söz konusu değildir.

Efendimiz, “Hıbrü’l-Ümme”, ümmetin allâmesi Hz. Abdullah b. Abbas’a, cevâmi’ül-kelim kabul edilen bu sözleriyle kadere ait en derin mes’eleleri talim buyuruyor. Müntehinin kader anlayışı işte bu olmalıdır.

Evet, kader vicdanî ve hâlî bir mes’eledir. İnsan, bütün bu anlatılanların gerçeğini ve hakikatini vicdanında duyacak ve dolacaktır.

Denilebilir ki, Efendimiz’in en çok tahşidat yaptığı mes’elelerden biri kader mevzûudur. Ve bu hadîslerden ekserisi Kütüb-ü Sitte’de mevcuddur. Onun için de kader meselesi üzerinde ne kadar durulursa yeridir ve lüzumludur.

Mecûsiler iki ayrı kuvvete inanıyorlardı; hayır ve şer. Bunlar (haşa), Cenâb-ı Hakk’la şeytanı birbiriyle kavga ettiriyorlar ve birbirlerinin işlerine müdahele etmediklerine inanıyorlardı.

İslâm bu düşüncenin tamamen karşısındadır. Ve bu tür zihniyetlere cihad ilân etmiştir. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki olmadığına inanıyoruz. Rabb O’dur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Sultan birdir; güç ve kuvvet O’nun elindedir.

Sabah ve akşam onar defa okunması sünnet olan şu cümleler bize apaçık bu hakikati anlatmaktadır:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيءٍ قَدِيرٌ

“Allah’tan başka ilah yoktur. O tekdir, şeriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kâdirdir.”[4]

Biz bu ifâdede, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’âl hakikatlerini görüyor ve öğreniyoruz. Her şeyi Bir’e irca etme çok mühim bir mes’eledir ve bu bizim îman anlayışımızın özünü teşkil etmektedir.

4. İsterseniz bu hususu Hz. Ali’nin (ra) rivayet ettiği şu hadîs-i şerifin aydınlık ikliminde takip edelim:

Allah Resûlü bir sahabînin defni münasebetiyle Bakî-ı Garkad’da mahzun ve mükedder duruyordu. Elinde asası vardı. Oldukça mahzun ve biz de etrafına halelenmiş yüzündeki gam çizgilerini anlamaya çalışıyorduk. Elindeki asa ile yerde bazı şekiller çiziyordu. (Derin bir düşünceye dalmış insanın durumu tasvir ediliyor). Ve bu arada mübârek dudaklarından şu sözler döküldü:

مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ وَمَا مِنْ نَفْسٍ مَنْفُوسَةٍ إِلاَّ مَكَانُهَا مِنَ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ

“İçinizde hiçbir ferd yoktur ki Allah onun âkıbetini cennet veya cehennem olarak tayin buyurmuş olmasın!”

Bu sözü dinleyen sahabî hayretle sordu: “Ya Resûlallah! Madem ki durum dediğiniz gibidir, niçin amel ediyor, niçin çalışıyoruz?”

Şöyle cevap verdiler:

إِعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ أَمَّا أَهْلُ السَّعَادَةِ فَيُيَسَّرُونَ لَعَمَلِ أَهْلِ السَّعَادَةِ وَأَمَّا أَهْلُ الشَّقَاوَةِ فَيُيَسَّرُونَ لَعَمَلِ أَهْلِ الشَّقَاوَةِ

“Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekâvet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.”

Ve ardından da şu âyetleri okudular:

فَأَمَّا مَنْ أَعْطَى وَاتَّقَى * وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى * فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى * وَأَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنَى * وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى * فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى

a. “Ama kim (varını) Allah yolunda harcar ve Allah’dan korkar.. ve en güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) tasdik ederse, Biz ona en kolay yolu hazırlarız.”

b. “Ama kim de cimrilik eder ve (Allah’a karşı) müstağni davranır ve güzeller güzeli kelimeyi (tevhid) yalanlarsa, Biz de onu çetin bir yola zorlarız” (Leyl, 92/5-10)

Evet, cennet için yaratılmış olan bir insan ibadet neşvesi içinde bulunacaktır. Menhiyyata karşı içinde bir tiksinti duyacaktır. Onun için mescide giden yol çok kolaylaşacak, meyhaneye götüren yol da gırtlağına oturmuş gibi zorlaşacaktır.

Amel edin, herkes ne için yaratılmışsa onun yolundadır. Cennetin yolu mescidden ve Resûlullah’ın (sav) arkasında yürümekten geçer. Alnı secde görmeyene, kalbini ve vicdanını Hakk’a makes yapmayan bir insanın cennet yolunda olduğu söylenemez.

Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur. Ve yine insan netice itibarıyla şekavet ehlindense, er-geç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur.

Onun içindir ki Allah Resûlü sabah-akşam şu duâyı okurlardı:

اَللَّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي اْلأُمُورِ كُلِّهَا وَاَجِرْنَا مِنْ خِزْيِِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ اْلآخِرَةِ

“Allah’ım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru.”[5]

Allah Resûlü yukarıdaki ifadelerine Leyl sûresinin 5-10’nuncu âyetlerini delil getiriyor. Ve bu âyetler mânâ olarak bizlere şunları hatırlatıyor:

Kim malını ve canını hak yolunda harcar, her şeyini o yolda feda eder, takva dairesine girer, Allah’ın kanunlarından istifade eder, yani her zaman kalbi saygıyla dolar taşar.. Allah’ın himayesine dehâlet eder, gerçek kurtuluşu Allah’ta bilir ve bulur.. böylece her işinde Allah’a güvenir, dayanırsa.. sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı tasdik eder, ve inanılması gereken her şeyi doğrularsa; Biz de ona doğru yolu kolaylaştırır ve onu çağlayan bir çay gibi akar hale getirerek hedefine ulaştırırız. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle cihad yapar ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “deli” derler. Evet artık onun ölümü istihkarı bir destan, yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi akıl üstü bir efsane gibi görülmeye başlar ve onun cömertliği bir nağme gibi dillerde dolaşır durur. Zira Allah iyiye giden yolu ona kolaylaştırmıştır.

Durum aksi olursa, yani insan cimri kesilir ve hiç kimseye birşey vermezse, böyle bilmelidir ki, vermeyene verilmez. Verirse Allah da ona verir. Neyi verir? Hüsnâyı, güzel âkıbeti… Ama kim vermez, hem de müstağnî davranırsa; yani diğerinin ittika edip Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmesine mukabil bu kendinde bir varlık hissedip müstağnî davranır Karun gibi, “Bütün bunlar bana benim ilmim sayesinde verildi” der, camiye gitmeyi gericilik sayar ve camiye gidenleri hor ve hakir görür, hüsnâyı da tekzip eder, o Esmâ ile müsemma olan Cenâb-ı Hakk’ı yalanlar, Esmâ-i Hüsnâ’nın nokta-i mihrakiyesi olan Resûl-ü Ekrem’i (sav) kabul etmez, Esma-i İlâhî’nin cilvelerinin ezelî bir tercümesi olan Kur’ân’ı tanımazsa, Biz de onu zora koşarız. Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir. Çünkü o zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir..

سَاُرْهِقُهُ صَعُوداً

“Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım..” (Müddessir, 74/17)

Evet, insanların kimisi bir kömür damarı bulmuş ve durmadan o kanalda kömür aramakta, kimisi gümüş, kimisi bakır, kimisi de altın… Ve niceleri de var ki kanalizasyonlarda dolaşmaktadır.

Kalbi sağlam tutmak, sıdkı bütün olmak, teveccühü tam etmek, Allah için vermek, bekleneni Allah’tan beklemek, Esmâ’yı tasdik etmek, Allah’a karşı istiğnâ göstermemek, kendi cılız iradesine ve kendi zayıf ilmine itimat etmemek, her şeyi Allah’tan bilmek ve başını O’nun eşiğine koymak, evet bütün bunlar yolu kolaylaştıracak hususlardır. Aksini yapmak ise, yolu sarpa sardırmak ve aşılmaz bir yokuş haline getirmek demektir.

Yukarıda zikrettiğimiz hadîsin râvisi Hz. Ali diyor ki: “Sahabe, Efendimiz’den bunları duyduktan sonra öyle derin bir ibadet anlayış ve şuuruna erdiler ki, ibadet için paçaları sıvadılar ve gece-gündüz Allah’a ibadete koyuldular.” Demek hepsi de ben hangi yoldaysam neticede oraya varacağım, diye düşünüyordu..

İşte sahabenin kader anlayışı buydu. Kadere îman onlarda tembelliğe değil, aksine daha çok çalışmaya sebebiyet veriyordu.

Evet onlar: “Biz hangi yolda yürüyorsak, demek ki, o yolun neticesi bizler için takdir edilmiştir” diye düşünüyor ve durmadan o yolun nihayetine erebilmek için gayret gösteriyorlardı.

Öyle ise, vay haline cami yolunda olmayanların, secdesiz başların, Allah’ın yolunu bırakıp başka yolların ardına düşenlerin! Ve yine öyle ise vay haline, bayramı puthanede, orucu demhanede, iftarı meyhanede olanların!.. Gittikleri yol sarpa sarmıştır. Neticesi ise “Sakar”dır. (Müddessir, 74/26-30)

Allah’a hamdolsun ki bize İslâm yolunu kolaylaştırdı. Şebnemler gibi bizi cami denen yapraklar üzerine yerleştirdi, kalbimizi güneşler güneşinden gelen şualara makes eyledi. Hz. Muhammed Aleyhisselam’a bağlılık nimetiyle bizi serfiraz kıldı. O’ndan bu nimetlerinin ikmâl ve itmamını talep ve niyaz ediyoruz..!

 


[1] Müslim, Kader, 16
[2] Ebû Davûd, Sünnet, 16
[3] Tirmizi, Kıyâmet, 59; Müsned, I, 293, 303/307
[4] Buharî, Tehaccüd, 21; Ezan, 155
[5] Ahmed bin Hanbel, IV, 181
[6] Tirmizi, Kader 8; Ahmed b.Hanbel, II, 167
[7] Kehf, 18/49; Câsiye 45/29; Kâf, 50/18; İnfitar, 82/11-12
[8] Buharî, Cenâiz 93; Ebû Dâvûd, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
[9] Keşfu’l-Hafâ, II, 343-44, 4. Bs. Beyrut 1405/1985
[10] Müsned, I, 272

Âyet ve Hadîslerin Aydınlatıcı Tayfları Altında Kader-2 31 dk.

5. Abdullah b. Amr b. As rivayet ediyor: “Bir gün Allah Resûlü elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi.

-Bu kitaplar nedir, biliyor musunuz? diye sordu.

-Hayır bilmiyoruz. Haber verirsen biliriz Ya Resûlallah! dedik. Şöyle buyurdular:

-Bu sağ elimdeki kitap, cennet ehli olanların isimlerinin yazılı olduğu kitaptır. Burada onların, babalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır.”

(Burada Allah Resûlü konuşmayı kesti. Yani kitapta, o insanın kabilesi nereye kadar uzanıyorsa hepsi yazılıdır. Melekler o insanın ismini hiç şaşırmadan tesbit edebilecektir. Çünkü en küçük teferruata kadar o kitapta tesbit yapılmıştır…). Devam eder:

“Bu sol elimdeki kitaba gelince onda da bütün cehennem ehlinin isim listesi vardır. Onlar da orada baba ve kabile isimleriyle kaydedilmiştir… Bu her iki kitaptaki isimler ebedî olarak ne artar ne de eksilir.”

Allah Resûlü böyle deyince sahabi sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki iş neticelenmiş, kitaplar dürülmüş, kalem kaldırılmış biz niçin amel ediyoruz?”

Efendimiz şu cevabı verdi: “İstikametten ve itidalden ayrılmayın. Cennet ehlinden olan hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun, cennet ehline ait ameli işlemeden defteri kapanmayacaktır.”

Ve Allah Resûlü sözlerine şöyle devam buyurdular: “Eğer kişi cehennem ehliyse, daha önce ne yapmış olursa olsun, cehennem ehline ait bir amel işler ve defteri öyle kapanır.”[6]

Yaşadığım bir hâdise ile bunu tenvir etmeye çalışayım: Sevdiğim bir insanın ölümüne yakın başında bulunmuştum. Siroz onu kıskıvrak yakalamış ve yatağa sermişti. Dili de büyümüştü ve ağzında dönmüyordu. Fakat onun dili durmadan kıpırdıyor ve birşeyler söylüyordu. Kulağımı ona verdim ve dinledim.. sanki diline bedel kalbi “Lâ ilahe illallah” diyordu.

Temiz ve nezih bir hayat yaşamıştı. O esnada gurbetteydi. Ona şehadet kazandıracak bir hastalığa düçar olmuştu. Son anında sevdiği, ağzı dualı insanlar yanındaydı. Sanki Cenâb-ı Hak, onu cennet ehli kılmak için bütün şartları hazırlamıştı.

Zaten hacca gitmiş ve orada hastalanmıştı. Türkiye’ye döndüğünde yakınlarının yüzünü göremeden İzmir’de hastahaneye yatırılmıştı. Zahiren mağduriyet içindeydi; ama çok büyük bir kazanç onu bekliyordu. (Ben şahsen, zahir hali itibarıyla, onun imanına şehadet ederim… Ahirette de onun imanına şehadet etmeye hazırım.. tabiî o fırsatı verirlerse) Eğer kişi cennet ehliyse, Allah onun son amelini cennet ehlinin ameli kılacak ve amel defterini öyle kapatacaktır. Ama, durum bunun aksine ise, netice de aksine olacaktır. Cenâb-ı Hak, bizi kötü yolun encamından muhafaza buyursun ve bizleri cennet ehlinin amellerine muvaffak eylesin.. teçhiz buyursun. (Amin!)

İnsan iradesi ile Cenâb-ı Hakk’ın yaratması hususuna, yukarıda kısaca temas etmiştik. İrade dediğimiz şey keyfiyeti bizce meçhul, izafî bir varlık. Bu mânâdaki irade Allah’ın yaratmasına şart-ı âdi kılınmış ve bu yönüyle de o bir değer ve kıymet kazanmıştır. Ama iradenin, meydana gelen fiillerde fonksiyonu nedir? İşte bu husus hiçbir zaman tam ve kesin hatlarıyla tesbit edilememektedir. Anladığımız ve tesbit ettiğimiz husus şudur: Allah (cc) bizi iyi amellerimizle cennete, kötülüklerimiz neticesinde de (Allah korusun) cehenneme sevkedecektir. Ebrar cennete ehil hâle gelirken, füccar da kendi iradeleriyle cehenneme müstehak olacaklardır. (İnfitar, 82/13-14) Ama bu noktada insan ne yapar? İnsanın, iyi ve kötü şeyler üzerinde müdahalesi ne kadardır? Yaratan Allah olduğuna göre, insanın sebebiyet vermesine hangi ölçüde itibar edilir? Bütün bunların bilinmesini biz, “Allamü’l-Guyûb” olan Allah’a havale etmek zorundayız…

Sebkat etmiş bir kitap vardır. Ve bu kitabet meselesi çeşitli devir ve dönemlerde değişik şekillerde yapılmıştır. Semavat ve arz yaratılmadan önce umumi bir plân tesbit edilmiştir. Daha sonra da ferdlere ait plânlar bu umumi kitaptan istinsah edilmiş ve ferdlerin kaderleri olarak boyunlarına asılmıştır. Biz kendimizi ve iradelerimizi eşya ve hâdiselerin dışında düşünemeyiz. Öyle ise “kader” denince biz de irade ve isteklerimiz de o dairede çalkalanıp duran eşya ve hâdiselerin içinde bulunuyoruz.. ve bu hâdiseler içinde bizimle alâkalı işler, bizim iradelerimizle irtibatlı olarak meydana gelmektedir. O iradeye biz bir ölçü koyamıyoruz; ama varlığından da şüphe etmiyoruz. İşte, bizim irademizin de dahil olduğu her şeye, Cenâb-ı Hakk’ın manzar-ı a’lâdan bakması, başlangıç ve neticeyi hâl gibi görüp bilmesi bir kaderdir. Ve böyle bir kader anlayışında ne cebrin ne de Mutezilî düşüncenin yeri yoktur. Yani, irademizi alâkadar eden bütün fiiller, aynen bizim irademizle hiçbir yakınlığı olmayan diğer fiiller gibi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından bilinip, takdir ve tayin edilmiştir. Ama iradî fiillerde, -çapı ne olursa olsun- mutlaka irade veya meyelan hesaba katılmış ve yapılan takdirler ona göre yapılmıştır.

Allah’ın çeşitli kitabetleri var, dedik. Kader kaleminin (Levh-i Mahfuz)a yazıp kaydettiği şeyleri, daha sonra ellerinde kalem, mükerrem melekler istinsah etmektedirler. Meleklerin yazdıkları bu kitaplar, her ferdin boynuna idamlık yaftası gibi asılmakta, yani henüz işleyeceklerini işlemeden evvel bütün sergüzeşt-i hayatları bu kitaplarda mevcud bulunmaktadır. Nerede, nasıl ve ne yapılacaksa, her şey orada yazılıdır. Ancak bu yazılma, insan iradesi hariç tutularak yapılmamıştır. Belki bütün orada yazılı bulunan fiilleri insanlar, kendi iradeleriyle yapacaklardır. Sonra da insanların yaptıklarını melekler tekrar yazacaklardır[7] ve bu iki kitap yan yana getirildiğinde birbirinin aynı olacaktır. İlmi her şeyi kuşatan Cenâb-ı Hakk’ın bu muhit ilmiyle yazdığı kitap, daha sonra meleklerin yazdığı kitapla elbette tenakuz içinde olmayacaktır. Çünkü birinci yazılan kitap, biz ne yapacaksak, daha önceden bilindiği için öyle yazılmıştır. İkinci kitap ise bizler o işleri yaparken yazılmıştır. Her iki kitap da, en küçük bir harf değişikliği söz konusu olmaksızın aynıdır. Bu husus üzerinde ısrarla duruyoruz ki, herhangi bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiş olmayalım.

Bu kitabetin bir yönü, ruhlar âleminde, misal âleminde veya zerreler âleminde bizden söz ve misak almak suretiyle yapılmıştır. Biz bu kitabet ve yazılışın akislerini devamlı surette vicdanımızda duyarız. Allah (cc) zaman üstü bir hükmü tescil buyurmak istemiştir. Biz de bu hükmü “Belâ” diyerek cevaplamışızdır.

Ayet bize bu kaderî kitabeti anlatıyor:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَنْ تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ * أَوْ تَقُولُواْ إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِن قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

“Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şâhid tutmuştu. Onlar da: “Evet, şahidiz” demişlerdi; ta, kıyâmet günü, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz veya “Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, her işi boş olanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?” dememeniz için (böyle yaptık). (Araf, 7/172-173)

Hani o zamanı hatırlayın ki, Rabbiniz, insanoğlundan bir söz almıştı. Halbuki insanoğlu o sırada babalarının sulbünde, sırtında ve babalarının kromozomlarında genler halinde yaşıyorlardı. Veya insanoğlu o devrede, ruhlar âlemindeki seyahatini sürdürüyordu. Daha henüz sperm âlemine, zerreler âlemine intikal etmemişlerdi. Belki de bu söz ve misak alış, sperm bir tohum gibi rahm-i mâdere ekildiği ve orada her safhasıyla cenin teşekkül etmeye başladığı zaman, meleğin üflemesiyle olmaktadır. İnsanın mutlaka uğramak zorunda olduğu bu menzillerden birinde veya teker teker her birinde böyle bir söz alma-verme gerçeği bahis mevzûu olabilir ve bunun insandaki şahidi de vicdandır.

Ayette “Rabbin” denmesi ve burada özellikle “Rab” kelimesinin zikredilmesi çeşitli mânâları telmih içindir.

Seni terbiye eden, kemale doğru sevkeden, esir maddesinden atomlarını, atomlarından moleküllerini, moleküllerinden büyük mürekkepleri, hususiyle seni meydana getiren; anneden yumurtayı, babadan spermi halk eden.. ve sana, perde perde karanlıklar içinde yetişmen için zemin hazırlayan; havasız bir muhitte annenin solunumuyla sana hava aldıran, annenin aldığı besinlerle seni besleyen.. ve vücudunun artıklarını yine annenin kanıyla dışarıya atan; belli bir devreden sonra seni hayvanlardan ayırıp A’lâ-yı İlliyîn yoluna sevk eden.. ve hayvanları fıtratlarının hudutları içinde bırakan.. ve bunların verasında umumî terbiyesiyle sana miraç yaptıran, maddî ve manevî olgunluğa medar olsun diye İslâmî akidelerle kalbini mamur kılan; salih ameller ile de zâhir ve batınını nurlandıran; sana Hz. Muhammed Aleyhisselam’a giden yolu gösterip O’nun terbiyesi altına girmeni temin eden; bunlardan da öte, sana O’nun zılli altında arşiyeler çizmeyi ihsan buyurup seni velayetin doruk noktasına çıkaran ve böylece seni terbiye etmek suretiyle sana Rabb olduğunu gösteren Allah, daha işin başında senden söz aldı. Ve seni kendi nefsine şâhid tuttu. “Siz şâhid misiniz?” dedi.

Benim Rab olduğuma, bu karmakarışık işleri Benden başkasının yapamayacağına, mebde ve münteha arasındaki dengeyi Benim kurup benim koruduğuma, toprak gibi kesif bir maddeden, insan gibi, melekleri çok geride bırakabilecek cennet sakinlerini ancak Benim yaratacağıma şâhid misiniz?

Yani, kendinize şöyle tepeden tırnağa bir bakıverin. Benden başkası sizi yaratabilir mi? Benden başkası size parmak karıştırabilir mi? Bu kemali, bu ahsen-i takvim kıvamını size Benden başkası verebilir mi? Şu yüzünüze bir bakıverin. Avuç içi kadar küçücük bir yere milyarlarca insanı birbirinden ayıracak alâmet-i fârikalar yerleştirilmiştir. Böyle bir mucizeye Benden başka kim güç yetirebilir? Milyarlarca insanın parmak izleri birbirinden ayrıdır. Bunu birbirinden tefrik edip ayırmaya Benden başka kimin gücü yetebilir?

İşte Allah (cc) evvela kendisinin Rab olduğunu hatırlattıktan sonra, insanları buna şâhid tutuyor ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) diye soruyor.

Bu soruya muhatap olan bir kimse, ister ruh, ister zerreler, ister sperm, ister anne karnında teşekkül etme devresindeki cenin ve isterse esirî madde olsun, بَلَى “Belâ-Evet Rabbimiz’sin” (A’râf, 7/172) diye cevap veriyor.

Evet, bizi terbiye eden, bizi kemale erdiren ve bize hakkıyla Rab olan Sensin ve biz buna şehadet ediyoruz…

Ve işte bu şehadetin kitabeti yapılıyor ve vicdanda hiç silinmeyecek bir şekilde yazılıyor. Allah Resûlü:

كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ثُمَّ اَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ اَوْ يُنَصِّرَانِهِ اَوْ يُمَجِّسَانِهِ “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.”[8] diyerek bu kitabete işaret buyurmuştur.

Her çocuk fıtrat üzere, vicdanında Allah’a iman etmeye müsait olarak doğar. O bu haliyle üzerine hiçbir yazı yazılmamış tertemiz bir kağıt gibidir. Üzerine en baş döndürücü şiirler yazılmaya hazır ve en mübarek bir kitabete de müstaittir…

O böyle doğar ama, ya sonra ne olur? Anası, babası, amcası, dayısı, evet en yakın daireden en uzak daireye kadar ona tesir edenler, onu Yahudileştirir, Hristiyanlaştırır veya Mecusileştirirler. Meseleyi günümüze göre ifadelendirecek olursak; komünistleştirir, masonlaştırır, kapitalistleştirir… Yani onu Allah’ın dininin dışında birçok yollara sokar ve kirletirler.

Her selim fıtrat, vicdanında bu şehadetin sesini duyar. Bu misak, varlığın hangi safhasında olursa olsun, onu her zaman ruhumuzun derinliklerinde hissederiz. Onun için biz, Rabbimiz’i bize tarif eden dört küllî esastan biri olarak vicdanı sayıyor ve vicdanı tek başına Cenab-ı Hakk’ın varlığına delillerden biri kabul ediyoruz.

Kainat bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.
Kur’ân bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.
Peygamberimiz bir kitaptır; konuşan bir delil olarak bize Allah’ı anlatır.

Ama bir de sessiz bir kitap var; Kant gibi, Bergson gibi filozofların; kitapların, düşüncelerin, tabiatın verasında Allah’ı bilmeyi ona bağladıkları, sessiz, derin, yalan söylemeyen bir kitap: Vicdan. Elest bezminde, dudağı “Belâ” şerbetiyle ıslanan bu şahid, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, esasen onu yakalayabilen için artık başka hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Vicdan ki, Allah’tan başka hiçbir şey ile tatmini mümkün değildir. Vicdan ki, bulmak mânâsına gelir ve ancak Allah’ı bulduğu zaman huzura erer. Ve işte her doğan çocuk dünyaya böyle bir şâhid ile gelir.

Biz, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini bilen de odur.”[9] ifadesini bu şekilde anlamaya meyyalız. Vicdanının dilinden anlayan da Rabb’ini tanıyan da o dur.

“Maveradan bekliyorken bir haber,
Perde kalktı öyle gördüm ben beni”

mısralarında doruk noktaya ulaşan bu düşünce, Niyâzi Mısrî’nin:

“Ben taşrada arar iken
O can içinde can imiş”

düşüncesiyle âdeta sistemleştirilmiştir. Ve milyonlarca evliya da işte bu sırlı kitabın rehberliğinde nice uçsuz bucaksız yollar katetmişlerdir.

Ben, dışta dolaşıyordum.. başı açık, yalınayak hayallerle hep O’nu arıyordum. Mâvera perdesi kalkınca, her şeyin düğüm düğüm benim vicdanımda meknî olduğunu müşahede ettim.

Latife-i Rabbaniyenin bu büyük rüknü, her müşkili çözen hüviyetiyle, kalbimize doğduğu zaman orada Cennetin cilve cilve açıldığını bizzat görürüz. Orada temessül eden şeyin tecelli-i hazret olduğunu anlarız. Günden güne orada cehennemden ve cehenneme sebep olan fiillerden nefretin kabardığını, vicdanın bir rehber gibi elimizden tuttuğunu ve bütün kevn ü mekanları, onlarda hasıl olan mânâları gözümüzün önüne seriyor gibi olduğunu hissederiz.

Evet her insan, dünyaya gelirken, kendisini böyle zirvelere ulaştıracak bir rehberle dünyaya gelir. Ama maddeye inhimak eden ve Allah’ı, laboratuarda arayan nâdân, vicdanının sesine kulak tıkadığı, onu hiç çalıştırmadığı, hatta körelttiği, paslandırdığı için bu rehberi gerçek yüzüyle tanıyamayacak ve bu rehberden faydalanılması gereken ölçüde faydalanamayacaktır.

Elest bezmi, birçok hadis-i şerifte de ele alınıp izah edilir. Bilhassa, 30’a yakın sahabinin -ki, içlerinde Hz. Ali, Ebû Said el-Hudrî, Süraka b. Malik, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Amr gibi seçkin sahabîler de vardır- rivayet ettikleri şu hadis, yukarıda zikrettiğimiz âyetin tefsirini şöyle yapar: “Allah (cc), Adem’in sırtını sıvazlayıverdi. Bütün Adem zürriyeti döküldü. Ve Allah (cc) onlardan misak aldı.”[10]

6.Yine aynı kadronun rivayet ettiği başka bir hadiste Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır:

الشَّقِيُّ مَنْ شَقِيَ فِي بَطْنِ اُمِّهِ وَالسَّعِيدُ مَنْ سَعِدَ فِي بَطْنِهَا “Şakî daha annesinin karnında iken şakîdir, saîd de daha annesinin karnında iken saîddir.”[11]

Evet, Marks, daha annesinin karnında iken, “beşeri idlal edecek, beşer suretinde bir şeytandır” damgasını yemiştir. 20. asırda bize ışık tutan Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Nedvî ve emsali; Türkiye’de de adıyla sanıyla, yoluyla yöntemiyle bu işi temsil eden Büyük Rehber gibi daha niceleri tâ annelerinin karnındayken saîd damgasıyla şereflendirilmişlerdir.

Evet, saîd ve şakî daha annelerinin karnında iken tesbit edilir. Ama bu kitabet ve yazılış, o insanın iradesi, o insanın kini, nefreti veya tam tersine şefkat ve mürüvveti hesaba katılmadan yapılmaz.

7. Ve yine “müttefekun aleyh” bir hadiste, Efendimiz, Hz. Adem ile Hz. Musa arasında cereyan eden bir konuşmayı bize şu şekilde nakleder. Nakledilen bu hâdise, kitabet meselesini izah etmesi bakımından mevzumuzla yakından alâkalıdır:

“Hz. Adem ile Hz. Musa (as) Efendilerimiz karşılaştılar, yüz yüze geldiler. (Bu karşılaşma misal âlemine ait bir tablodur) Hz. Musa (as), Hz. Adem’e dedi ki: Sen bizim babamız Adem’sin. Bizi haybet ve hüsrana uğrattın; cennetten çıkmamıza sebep oldun!”

Bunun üzerine Hz. Adem ona şu karşılığı verdi: “Sen ki Musa’sın. Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi. Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?!”

Allah Resûlü sözünün burasında durdu ve üç defa “Adem, Musa’ya galebe çaldı”[12] buyurdu..

Adem’in Musa’ya galebe çalması hususunu selef öteden beri bir hayli izah ve tefsire tâbi tutmuşlardır. Söylenenlerin hülasası şudur:

-Hz. Adem, Musa’nın babası olduğu için galebe Hz. Adem’e verildi.

-Hz. Adem ile Hz. Musa ayrı şeriatların sahibidir. Birine göre suç olan diğerine göre suç olmayabilir. Onun için Hz. Adem galebe çalmıştır.

-Cennet teklif yeri değildir. Dünya ise teklif yeridir. Hz. Adem cennette mükellef değildi. Halbuki Hz. Musa dünyaya ait bir prensiple konuştu. Onun için de Hz. Adem galip kabul edildi.

-Hz. Adem, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu anlatmak istedi ki; doğrusu da budur. Onun için galip sayıldı…[13] vs.

Bütün bu tevcihler mizan ve ölçüye gelir cinsten şeyler değildir. Ancak biz selefe olan saygımızdan dolayı bu sözlerin kritiğini yapmayacağız. Fakat Efendimiz’in mübarek beyanlarındaki ince bir hikmete işaret etmeden de geçemeyeceğiz.

Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Her şeyin kitabeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır.

İkinci olarak, Hz. Adem’in söyledikleriyle, Hz. Musa’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Adem’in galebesine işaret ediyor.

Efendimiz, “Âdem, Musa’ya galebe çaldı” derken Hz. Musa’nın düşüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Adem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor.

Kaderde iki yön vardır. Birincisi, her şeyin Cenâb-ı Hak tarafından bilinip tespit edildiği, tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.

İşte Hz. Musa, Hz. Adem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Halbuki Hz. Adem meseleye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun iradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Adem, Hz. Musa’ya üstün gelmişti.

İnsan iradesi, haricî vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir.

مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana isabet eden bütün hayırlar Allah’tan; bütün şerler ise senin nefsindendir” (Nisa, 4/79) âyeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlahî” vardır. İnsan Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte: وَمَا تَشَاؤنَ اِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللهُ “Siz ancak Allah’ın dilediğini dileyebilirsiniz” (İnsan,76/30) âyeti de bize bu dersi vermektedir.

Allah öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir.

Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak ummana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir. Ama Allah (cc) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade cihan kadar bir kıymet kazanmıştır.

Kader meselesine böyle ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış cem’ makamını temsil eden bir bakış keyfiyetidir.

Şu âyetler bu da’vayı tenvir eder mahiyettedir:

كَلاَّ إِنَّهُ تَذْكِرَةٌ * فَمَنْ شَاءَ ذَكَرَهُ * وَمَا يَذْكُرُونَ إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللهُ هُوَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ “Hayır, şüphesiz bu Kur’ân bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.” (Müddessir, 74/54-56)

İmam Gazali, “Ben yapmıyorum; fakat diliyorum” diyenlere şu cevabı verir: “Peki, dilemeyi veren kim?”

Biz mükellefiz, iş yapıyor gibiyiz. Fakat bu mükellefiyetimizin sınırını ancak bize bu mükellefiyeti veren Allah bilir.

O bize, hayır ve şerre medar olabilecek birşey vermiş. Ama bu şey, yüz müdür, astar mıdır belli değil…

Ama görülüyor ki, bu şey üzerinde göz kamaştırıcı atlaslar dokunuyor ve bu şeye sahip olana krallık taçları takılıyor. Evet, bu şey bir yönüyle hiçbir şey, bir yönüyle de çok şey… Böyle düşünmek düşüncede cem’in gereğidir. Mes’eleyi her iki yönüyle ele alan kader mevzuunu cem’ etmiştir. Mes’eleyi bu şekliyle ele almayanlar ise ya Cebrî ya da Mutezilî olmuştur.

Sebkat etmiş bir kitap vardır. Keyfiyeti bizce meçhul olan bu kitabın yanında, bir de yine keyfiyeti bizce meçhul boynumuza takılmış bir kitap daha vardır. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Fakat O’nun hayra rızası var, şerre rızası yoktur. Şerri isteyen insandır. Allah insanın şer işlemesini istemez. Fakat insan şerri isteyince, O da yaratır.

8. İsterseniz şimdi de bu hususu müşahhaslaştıracak bazı misaller arzedelim:

إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ “Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız, oraya gireceksiniz.” (Enbiya, 21/98)

Bu âyet nazil olunca müşriklerin beyni döndü. Çünkü âyet onlara hitaben şöyle diyordu: Siz ve ululadığınız bütün putlarınız, muvaffakiyetler isnad ettiğiniz ve böylece şımartıp şişirdiğiniz ne kadar toteminiz varsa hepsi, cehennem yakıtından başka birşey değildir.

Bu ifadeler doğrudan doğruya, müşriklerin Kâbe’yi dolduran 360 putunu birden hedef alıyordu. Oysa ki bu putlar onların şeref ve namuslarıydı. Kur’ân, onları cehennem ateşiyle tehdid ediyordu. Suskun davranamazlardı. Muhakkak bu tehdide ve meydan okumaya karşı birşeyler demeleri gerekiyordu. Fakat çaresiz idiler. Çünkü kendilerinde Kûr’an’a cevap verecek güç bulamıyorlardı.

Daha sonra akıllarına İbn-i Zibe’ra geldi. İkna gücü çok kuvvetli olan bu kuru mantık insanını, Allah Resûlü’ne gönderdiler. Sıkı sıkı da tenbih ettiler; “muhakkak O’nu susturmalısın, şeref ve namusumuz senin elinde” dediler.

Zavallı İbn Zibe’ra, aklınca mantık oyunu yapacaktı. Allah Resûlü’ne hitaben “Sen, ‘putlarınız ve siz cehennemin yakıtısınız’ derken bütün putları mı kasdettin?” diye sordu. Allah Resûlü “Evet” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn-i Zibe’ra sözüne şöyle devam etti: “O zaman, Hristiyanlar Hz. İsa’ya, Yahudiler Hz. Üzeyr’e Allah’ın oğlu diyor ve onlara mabud nazarıyla bakıyorlar. Ayrıca meleklere Allah’ın kızları diyenler var. Şimdi senin dediğine göre onlar da mı cehenneme gidecekler?”

O aklınca Allah Resûlü’nü ilzam edip susturmak istiyordu. Ancak ona cevap olarak derhal şu âyet nazil oldu:

إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ “Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için (hüsnâ), iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır.” (Enbiya, 21/101)

Eteklerini dünyanın tozuna toprağına bulaştırmamış o insanlar cehennemden uzaktırlar. Allah’a kulluktan göz açıp kapayıncaya kadar dahi gafil olmayan melekler cehennemden uzaktırlar.

Evet, Nefha-i İlâhî olarak “Ruhullah” ünvanıyla dünyaya gelen, beşere hayat üfleyip, ölü gönülleri dirilten Hz. Mesih ve Allah’ın yüce bir nebisi olan Hz. Üzeyr ezel-ebed arasındaki mesafe kadar cehennemden uzaktırlar…

Onlar hakkında yanlış itikat ve yanlış düşüncelere sapanlar sadece kendi başlarını yiyeceklerdir. Çünkü nebiler ve melekler, haklarında (hüsna) iyi akıbet hükmü sebkat etmiş seçkinlerdir. Ve zaten meselenin bizim mevzumuzla alâkalı yönü de âyetteki bu ifadedir.

9. Abdurrahman b. Avf anlatıyor:

“Bir defasında bayılmış ve kendimden geçmiştim. Birden, vaziyet ve durumları dehşet veren iki şahıs yanımda görünüverdi. Elimden tutup beni bir tarafa doğru sürüklemeye başladılar. “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordum. “Aziz ve emin olan Zât’ın huzuruna götürüyoruz, hesap vereceksin!” dediler. Onlar beni bu vaziyette götürürlerken birden karşıdan bir adam çıkageldi. Onlara beni kasdederek “Bunu nereye götürüyorsunuz?” diye sordu. Ona da aynı cevabı vererek “Aziz ve Emin olana götürüyoruz” dediler. O, “Hayır onu götüremezsiniz. Çünkü o daha annesinin karnında iken hakkında hüsna sebkat etmiş bir kişidir. O Aziz ve Emin’in huzuruna çıkarılmaz” dedi. Bunun üzerine ayıldım..”

Efendimiz, -ileride tafsilatıyla izah etmeye çalışacağımız- bir hadîslerinde: “Kulun cehenneme girmesine bir karış kalır; fakat, kitap sebkat ettiği için cennet ehlinin amelini işler ve cennete gider”[14] buyurarak Abdurrahman b. Avf’ın anlattığı hâdiseye ışık tutar. Zaten Abdurrahman b. Avf cennetle müjdelenmiş on kişiden biriydi. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus ise, kitabın sebkat etmesi meselesidir.

10. Amir b. Sa’d, babası Sa’d b. Ebi Vakkas ile alâkalı bir hâdiseyi bize şöyle naklediyor:

Babam, Kûfe sokaklarından birinden geçerken bir kısım insanların, bir insanın başına toplanıp onu dinlediklerini görür. Merak edip yanlarına varır. Bakar ki, adam durmadan, Hz. Ali’ye, Zübeyr b. Avvam’a ve Talha b. Ubeydullah’a (ra) sövüp sayıyor. Tabiî yanındakiler de durmuş onu dinliyorlar. Babam, adama: “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, küstahlaşır ve “yoksa beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir.

Babam canı çok sıkılmış olduğu hâlde oradan ayrılır. Sonra eve gelerek abdest alır ve iki rekat namaz kılar. Namazdan sonra da ellerini kaldırır ve şöyle dua eder:

“Allah’ım, biraz evvel konuşan adamın sövüp saydığı bu insanlar, eğer haklarında “hüsna” sebkat etmiş insanlarsa, Sen bir delil ve âlamet göster. Tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın. Diğerleri de bundan ibret alsın!”

Daha aradan iki dakika geçmemişti ki, nereden çıktığı bilinmeyen bir deve cemaata doğru ilerledi. Birden, o konuşup duran adamın üzerine saldırdı. Duyanlar sadece acı bir feryad duyabildiler. Biraz sonra adam, paramparça, cansız, yerde yatıyordu. Herkes, olup bitenlerin şokuyla: “Ya Eba İshak! Ya Eba İshak!” diyerek Hz. Sa’d’ın evine koşmaya başladılar. O ise herhalde “iyi mi ettim, kötü mü ettim?” diye düşünüyordu.

Onlar hakkında hüsnâ sebkat etmişti. Hz. Ali hakkında, Haydar-ı Kerrar, Şâh-ı Merdân, Damad-ı Nebi denmiş ve hakkında güzel hüküm verilmişti.

Hz. Talha, Uhud’da kırık koluyla Allah Resûlü’nü müdafaa etmiş ve Allah Resûlü’nün “Talha’nın imdadına koşun”[15] iltifatına mazhar olmuştu.

Hz. Zübeyr, “Her nebinin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr b. Avvam’dır”[16] denilerek Allah Resûlü tarafından havariliği bütün cihana ilan edilen bir yiğitti.

Ya bunlar hakkında duyduğu kötü sözlere dayanamayıp dua eden Sa’d b. Ebi Vakkas, o da Allah Rasulünün dayısının oğluydu. Allah Resûlü, Uhud’da ona ok atmasını söylerken “At, anam babam sana feda olsun”[17] demişti. Yaptığı her dua mutlaka kabul oluyordu. Onun için herkes Sa’d’ın bedduasından tir tir titrerdi.[18] İşte bunların hepsi, haklarında hüsnâ sebkat etmiş insanlardı.

Yani, kapıyı çalmadan rahmet kapısından içeriye girecek, İlâhî iltifatın eteklerini öpecek, dudakları o bezm ile mütebessim cennete alınacaklardı.

İnsan ne yaparsa yapsın, daha önce kendisi için yazılandan öte birşey yapamayacaktır. Ancak bu yazma, onu yapmaya mecbur kılan bir haricî zorlama olarak değerlendirilmemelidir. Yukarıda da ısrarla söylediğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle kulun ne yapacağını önceden bildiği için, kader defterini ona göre yazmıştır. Haklarında hüsna ve güzel netice hükmü verilenler için de durum daha farklı değildir. Allah (cc), onların iradeleriyle yapacakları güzel ve iyi işleri bildiği için onlar hakkında böyle güzel bir neticeyi tayin ve takdir buyurmuştur. Çünkü O, Allâm’ül-Guyûb’dur. Bütün gizli-âşikâr her şeyi sadece O bilir. Hem de O, varlık henüz yaratılmadan önce bilir. Ve bildiğini kader defterinde yazdıklarıyla gösterir. Sonra da kul, teker teker Cenâb-ı Hakk’ın bildiği üzere işleyeceklerini işler. Bunları da melekler amel defterlerine kaydederler. Her iki defter de birbirinin aynısı olarak tecelli eder. Cenâb-ı Hak, bizleri de haklarında hüsnâ sebkat etmiş kulları zümresine ilhak eylesin! (Âmin).



[7] Kehf, 18/49; Câsiye 45/29; Kâf, 50/18; İnfitar, 82/11-12
[8] Buharî, Cenâiz 93; Ebû Dâvûd, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
[9] Keşfu’l-Hafâ, II, 343-44, 4. Bs. Beyrut 1405/1985
[10] Müsned, I, 272
[11] Heysemî, Mema’u’z-Zevâid, VIII, 193
[12] Buharî, Tefsir (20) 1,30 Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader, 13
[13] Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 440-42
[14] Buharî, Kader, 1; Muslim, Kader 1
[15] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, IV, 33-34
[16] Buharî, Cihâd, 40,41,135; Fedailu’s-Sahâbe 13; Magazi 29; Müslim, Fedailu’s-Sahâbe 48
[17] Buharî, Cihâd, 80; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 41,42
[18] Tirmizî, Menâkıb, 26

İlm-i İlâhî Açısından Kaza ve Kader 10 dk.

Bu mevzûa bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum. Bu hadîste Efendimiz (sav): ‘Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın'[1] buyuruyor.

Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hak, insanın cennetlik mi, yoksa cehennemlik mi oldugunu biliyor. Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arzedelim:

Allah (cc), her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (cc) atâda bulunur. Hakkımızda hükümler verir. Husûsiyle Kur’ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar. Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir. Nefislerimiz onları sevimli bulmaz. Ama Allah (cc), her şeyi bilen Allah’tır. Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz’ eder. Ve, işte O’nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır. Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir. Biz bilmiyoruz ama Allah (cc) biliyor. Allah’ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukârin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir. Her zaman Cenâb-ı Hakk’ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah (cc) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O’nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm’dir, hem de Hakîm’dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.

‘Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah.’

Hikmet daima O’nun ilmine râmdır. Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerîh görürüz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır.. şerlere gelince onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır…

Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir:


كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُواْ شَيْئاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ


‘Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.'[2]

Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm’ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı. Kitab’ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur. Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerîh gelebilir. Ama size bir kanun söylüyorum: nice kerîh görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır. Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir.

Demek oluyor ki, nice dış yüzüyle çirkin görünen şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır. İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat’edip mescidlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, zahiren çok zordur; fakat bu zorluğun verasında adım adım cennete yaklaşmak ve merhâle merhâle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yanaşmak vardır. Nefse hoş gelen, insanı şehvet alemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım cehenneme yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmaktır.

Hz. Ömer (ra) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır. Şöyle der: ‘Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.’

Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyad etmektir. Evet bize vacip olan hayra koşmak, hayra niyet etmektir. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olmalı, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmamalıyız.

Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir. O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur. Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur’ân’ın ifadesi içinde bir ‘Feth-i Karîb-Yakın fetih’ olarak karşımıza çıkar.

Hakikaten Hudeybiye’nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir. Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir…

Hak uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar, Hakk’a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyic sahabenin Ka’be’yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Ka’be ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi… Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Resûlü’ne sığınan Ebû Cendel’in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi. Ve, işte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü. O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu. Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Resûlü, iç âlemi itibarıyla nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor ve âkıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün mânâsı da buydu. Hz. Ömer’in dahi kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu.. neden sonra nâzil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve Ashab’ın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti. Evet, Hudeybiye bir fetihti.

Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti.

Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Ka’be’nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu. Bu düşünce diğer kabîlelerin de cesaretini artırdı.

Hudeybiye ile varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti. Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti. Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabîleler akın akın İslâm’a girdiler. Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu.[3]

Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz. Yusuf’dan (as): Mısır’a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verasında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.

Allah Resûlü de mi’râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü’nün yanında olmayacaklardı. Taif’e gitmiş fakat kabul görmemişti.[4] İşte tam bu esnada Allah Resûlü’ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O’nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi.[5]

Hz. Mûsa’nın (as) çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı. Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı. Sonra Allah (cc) onu, hem kendisine hem de Mûsa’ya en büyük düşman olan Firavun’un sarayına yerleştiriyordu. Bir Kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı. Zira İsrailoğulları gibi şeytan bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu. Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu.

Hz. Mesîh (as) göğe nasıl yükseldi. Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı. O korkunç bir tarassud altında sıkışıp kalmıştı. İşte o anda ona gökten bir el uzandı ve doğuşu mu’cize olan bu zâtın, dönüşü de mu’cize ile noktalandı.

Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir. O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hak, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona ferecler, kurtuluşlar ihsan edecektir.

İşte İlm-i İlâhî’de her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah (cc) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir. Ve kader de O’nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.

 


[1] Müslim, Kader 7
[2] Bakara, 2/216
[3] İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 188-202
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 151-166
[5] İbn Kesîr, a.g.e. III, 135-145

Kitabet Açısından Kaza ve Kader 14 dk.

İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait İlâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a’mâliyle alâkalı bir kitâbettir. Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır. Biz buna da ‘yevmî tayin ve takdir’ diyoruz.

İmam-ı Mübîn’den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitâb-ı Mübîn’e kaydedilen ve Kur’ân-ı Kerim’de:

كِرَاماً كَاتِبِينَ * يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ’ Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler’ (İnfitar, 82/11-12) şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır.

وَكُلَّ اِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَاباً يَلْقَاهُ مَنشُوراً âyeti bize bunu anlatmaktadır: ‘Her insanın işlediklerini boynuna sararız. Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız.’ (İsra, 17/13) fehvasınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir.

Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz. Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir. Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliği dahi olmadığı müşahede edilecektir. Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır. Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir. Çünkü ikinci kitâbet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır.

Mahkeme-i Kübra’da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir. Bu mukabelede melek ‘Ben şunları yazdım’ diyecek, Cenâb-ı Hak da bir kitap gösterecek ve ‘Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım’ diyecek. Ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı… Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğerini ise Allah’tır (cc). O melek ki, adı Cenâb-ı Hak tarafından ‘Kirâmen Kâtibîn’ olarak tesbit edilmiştir. Şânı çok yüce meleklerdir. Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler. Kötülük semt-i melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür.

Evet, Allah (cc), evvela bütün hâdiselerin plânını çizer; ilmî bir vücud verir. Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder. Binaenaleyh, evvela her şey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır. Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder. Bu defa da onları melekler yazar.

Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izâha çalışalım:

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ اْلأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ‘Kasem olsun Biz, Zikir’den sonra Zebur’da da şunu yazdık: ‘Yeryüzüne benim salih kullarım vâris olacaktır.’ (Enbiya, 21/105)

Zikir, ya öğüt ve nasihat demek veya burada Tevrat mânâsına gelir. Ya da daha şümullü bir mânâ ile ‘Levh-i Mahfûz’ demektir. bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim sâlih kullarım vâris olacaktır.

Yerin hakiki ve uzun süreli hâkimi sadece sâlih kullardır. Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir. Yeryüzünde, dâimi bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak sâlih kullar ve sâlih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş sâlih milletler ve sâlih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir. Evet, Hz. Davud’un eline verilen tahrif olmamış Zebur’da böyle İlâhî bir kanun vardır.

Cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrid insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler. Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan ve Kur’ân’da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir. Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hakimiyettir. Diğerlerinin geçici galebe ve hakimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir. Bu ilahî bir kanundur.. ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hakimi onlar olacaktır. Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız. O bütün bir hayat itibarıyla nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır. Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan hakiki mânâda salahı da yakalamış olandır.

Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkarını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakiki mânâda aslâ bu hakimiyeti kuramayacaklardır. Bir gün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır.. ve bir gün mutlaka çizgisini bulacaktır. Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı mânâsına gelir. Halbuki Allah (cc):

إِنَّ اللهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ ‘Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir.’ (Ra’d, 13/11) buyurmaktadır.

Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir: لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ’Allah’ın yarattığında değişiklik yoktur.’ (Rûm,30/30)

Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz. Bir millet başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez. Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet mânâda da, menfi mânâda da böyledir. Öyle ise evvela ‘Nefsinizi koruyun!’ Nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fâtih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın. İç dünyasında fâtih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur.

Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir. Bu sırrı kavrayanlar maiyet-i ilahîye girmiş, demektir. Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur. O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır.. ve ferdin, benliğinin esiri olmadan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır.. dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır. Bir diğer mânâda o, tüm salaha ermektir..

Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik. Asıl meselemiz Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz’da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır. Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim. Bu âyette de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي اْلأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

‘Allah içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar fâsıkların tâ kendisidir.’ (Nur, 24/55)

Allah (cc), iman edip sâlih amel işleyenlere va’dediyor. Bu va’d, sözünden dönmesi muhal olan Allah’ın va’didir. O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Ve O, her şeyin yegane hakimidir. Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını va’deden Allah (cc), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir.

O zaman içtimaî hayatın dizgin ve ipleri sizin elinize geçecek, iktisadî hayat sizin tanziminizle yeniden şekillenecek, ferdî ve ailevî terbiye yeniden düzene sokulacak.. evet işte o zaman cihanı siz idare edeceksiniz. Söz sizde bitecek. Yuvarlak masaların etrafında dünyayı kendi aralarında taksim edenler, bundan böyle karar alırken sizin yüzünüze bakacak ve sizin buyruğunuz doğrultusunda içtimaî coğrafyaya yeni yeni şekiller verecek, sizin jest ve mimiklerinizden ve sizin bakışlarınızdan mânâ kapmaya çalışacaklardır.. ve siz yine tarihinizde olduğu gibi tâclar giydirip tâclar çıkartacaksınız. Krallar sizin kapınızda kapıkulu muamelesi görmeyi hayatlarının en şerefli payesi bilecek ve ağzınızdan çıkan her sözü emir telakki edecekler. Siz bir şeye evet, dediğinizde o iş olacak, hayır, dediğinizde de tekliften ve yürürlükten kaldırılacak. Çünkü o gün yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği sultan siz olacaksınız…

Bunu, ütopik birer ümniye olarak kabul etmeyin. Zira mazide salahı elde edenlerin hepsi bu zirvelere ulaşmıştı; zira bu ilâhî kanun bütün zaman ve mekanlar için geçerlidir. Siz salahı elde ettiğiniz gün, aynı neticeler sizin için de muhakkak ve mukadder olacaktır.

Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi Levh-i Mahfuz’a kaydedilip yazılanlardır ki, her şey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır. İkincisi ise teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir. Burada ise eşya ve hadiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır. Ve, bunlardan iradî olan fiillerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir.

Şu âyet her iki yazılışı da birden zikretmekte ve bir bakıma anlatılanların esasına parmak basmaktadır:

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ ‘Muhakkak ki, ölüleri dirilten, işlediklerini ve geride bıraktıklarını yazan Biziz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.’ (Yasin, 36/12)

İnsanın yaptığı bütün ameller ve geride bıraktığı sadaka-i cariyeler hep bir bir yazılır. İşte bu ikinci yazılıştır. Fakat her şey daha önce ilmî vücuduyla yazılmıştır. İşte: وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ âyeti de bize bunu anlatmaktadır.

Levh-i Mahfuzda her şeyin yazılmış olduğunu ve hiçbir şeyin ihmale uğramadığını da şu âyetde gayet açık bir şekilde izah etmektedir:

وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ ‘Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir. Kitap’ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.’ (En’am, 6/38)

Müfessirlerin bir kısmı bu âyette geçen Kitab’ı, Kur’ân şeklinde anlamışlarsa da onların büyük ekseriyeti Kitab’a, Levh-i Mahfuz mânâsını vermişlerdir.

كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ شَيءٌ غَيْرَهُ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ وَكَتَبَ فِي الذِّكْرِ كُلَّ شَيْءٍ ‘Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Tasavvur ve düşünce olmadığı için, yokluğu düşünmek de yoktu. Arşı mâ üzerindeydi. (Allahu a’lem Rahmanın arşı esir maddesi üzerindeydi). Ve Allah Zikir’de her şeyi yazdı, tesbit etti. Sonra o program üzerine de kainatı yarattı..'[1]

Bu birinci kitabeti, iradî fiilerde ikinci bir kitabet takip ediyor. Her şey oluş sırasına göre yazılıyor. Ve bu kitabet de kaderin ikinci vechesini meydana getiriyor.

 


[1] Buharî, Bed’ül-Halk, 1; Tirmizî, Tefsir-i Sure (5) 3

Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer'î Meselesi 17 dk.

Âyette şöyle denilmektedir:

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلأَمْرُ تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ “Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A’raf, 7/54)

Emir ve yaratma Allah’a aittir. Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur. Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır.

Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî.
İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î.

Kainatta, cebrî emir hâkimdir. Cenâb-ı Hak yarattığını hep cebrî olarak yaratır. Hiç kimse bu cebir karşısında birşey diyemez. Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir.

Cenâb-ı Hak, Mâlikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur. O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar.

Emr-i dinî ve şer’î’de ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafi bir yetki ve selâhiyet verilmiştir. Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin mânâ ve muhtevasını da anlamış oluruz.

Âyât-ı Tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar. Emr-i Şer’î’de ise, Cenâb-ı Hak, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Her iki emirde de hem O’nun meşieti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur.

Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir. Peygamberlerin yaptıkları da öyledir. Salih kulların sâlihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir. Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hak, hoşnuttur, râzıdır..

Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur. Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir.

وَلاَ يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ “Allah, kullarının küfre girmesine râzı değildir” (Zümer, 39/7),

اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ “Allah, fesad çıkaranları sevmez” (Kasas, 28/77),

اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Allah, müsrifleri sevmez.” (En’am, 6/141),

اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ “Allah, haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 7/55),

اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالاً فَخُوراً “Allah, cimri ve kibirlileri sevmez.” (Nisa, 4/36) gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir.

Allah (cc) fesadı yaratır. Yaratması meşietinin taalluku ile olur. Fakat O’nun fesâda rızası yoktur. Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır. Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız. Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zâviyeden bakalım:

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُّهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُواْ فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيراً “Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsrâ, 17/16)

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhda, mânâda ayak takımıdır. Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle… İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir. Yoksa şer’î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hak hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.

إِنَّ اللهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ “Allah fuhşiyâtı emretmez” (A’râf, 7/28) âyeti bunun en açık delilidir. Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’i, diğerinin ise emr-i tekvinî olması keyfiyetinde gizlidir.

إِنَّ اللهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” (Râd, 13/11) mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvinî bir emri dile getirmektedir.

İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimâî hayat ve medeniyet dünyasının da talihi tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere, gerisin geriye döner ve söner giderler.

Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor. Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkar etmiş ve sapık bir yola düşmüştür. Mu’tezile de iradeyi esas alarak, “kul kendi fiilini kendisi yaratır” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır. Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki: Emr-i tekvînîde de, emr-i şer’î’de de esas olan meşiet-i ilâhîdir. Fakat emr-i şer’î’de kulun iradesine, o şartı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir. Ona meşiet taalluk etmezse hiçbir şey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir. Hatta, kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşieti taalluk eder. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur. Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker.

Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir:

فَمَن يُرِدِ اللهُ أَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقاً حَرَجاً كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyete açar. Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır.” (En’am, 6/125)

İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir. İnsan böylece huzur ve saadeti tadar. Bu da ona doyumu mümkün olmayan bir haz verir.. ve sadrı genişledikçe genişler. O bu imânı sayesinde, insanlığın kemâl noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi haline gelir. İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir. Belki gücü her şeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır. Zira, akıl ve zekaca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behîmi arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar. Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil. Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşietin hikmet yüklü bir eseridir.

Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz. Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hılkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz. Evet, Cenâb-ı Hak bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir. Mümkün görünen şeyleri bazen gayr-i mümkün kılan; gayr-i mümkün görünenleri de imkan sahasına sokan yegane kuvvet O’dur. O’nun güç ve kuvveti zâtındandır. Onun için de biz O’na, kuvvetin tâ kendisi olarak bakıyoruz. Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur. Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşiet ve dileme sadece O’nun hakkıdır. Hidayet ve dalalet hususunda da durum aynıdır. Hâdî ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır.

O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Resûlü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz. Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir.

Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet ara-yan A’şa gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır. Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı birşey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir..

Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur. Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur. Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir. Ayrıca, bu binanın plânını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu plânı Levh-i Mahfuza kaydetmiştir. Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir. Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir ve onun gönlünü İslâmiyete ısındırır ve hakikatın tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür. Görünür de hakikata karşı hahişkarlık duyar. Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir. Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez. Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır.

Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır. O da insanın iradesidir. Birşey yapma veya yapmamaya karar verme duygusu.. esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir. Dolayısıyla da vicdanen kendisini mes’ul sayar. İrade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir. Cenâb-ı Hak yaratacağı her şeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır.

Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz. Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız? Servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız. Her şeyinizi o yolda sarfettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü.. ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız.. yani iradeden beklenen her şeyi ortaya koydunuz. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşieti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir. Evet sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir. Bu ilahî bir kanundur ve asla değişmeyecektir.

Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz. Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır. Hiç kimse de O’na birşey sorma hakkına sahip değildir. Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez. Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hakk’dan isteyeceksiniz. Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait her şeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (cc), sizin ma’kus talihinizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır.

Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hak da ona şehidlik bahşediyor. Bu payeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşahede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor. Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor.

Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, hârikulâdeden, ne Heraklit, ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin. Cenâb-ı Hak, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanisini sizler için değiştirecek değildir. Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur.

Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür. O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır. Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir… Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır” denmiştir. Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)

Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, yan gelip yatılacak bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede.. evet işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız. Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır. Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır. Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman Küllî İrade kendine düşeni yapacaktır. Yani idbarınız ikbâle, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir..

Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır. O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını tersyüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır. Madem ki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz. Zira İlâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir..

Kader’in meşiet-i ilâhî açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:

Cenâb-ı Hak, her şeyi kuşatan ilmiyle, ilerde bizim iradelerimizle yapacağımız her şeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor.. sonra da bunları birer plân halin de Levh-i Mahfuza kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor. Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor. Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Allah dilerse birşey olur, Allah birşeyin olmamasını murâd buyurursa o şey de olmaz kanaat ve inancını taşıyoruz.

Şeriat-ı Fıtriye İçinde Cereyan Eden Hidayet 14 dk.

Her varlık, yaratılış ve fıtrat kanunlarına göre kendisi için takdir edilen hedef ve gayeye doğru giderken cebrî bir istikamet takip etmektedir. Buna ilahî sevk demek daha uygundur.

İnsanın ilk yaratılışı, anne karnındaki ceninin bir rüşeym halinde gelişmesi ve embriyolojik safhalardan geçmesi işte hep böyle bir sevk ile cereyan etmektedir.

Umum mahlûkat için de, maslahatları istikametinde devam edip duran böyle bir sevk ve insiyak günümüzde herkes tarafından bilinen bir mevzu. Buna tabiatperest ve maddeci zihniyet “İçgüdü” veya “Sevk-i Tabiî” diyedursun, bunun ilahî bir sevk olduğuna vicdan dünyası ittifak halindedir. Zaten tevhid delilleri arasında, “Hidayet delili” de, başlı başına müstakil bir mevzu olarak, bu şekilde cereyan eden sevk ve hidâyetleri, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğiyle irtibatlandırmaktadır.

Zerrelerden kürrelere kadar yani, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlardan, gökyüzünde Mevlevî gibi dönen yıldızlara, galaksilere ve bütün gök cisimlerine kadar her şey bu sevk sayesinde kendisine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışmaktadır. Her şey, Allah karşısında matlup hali alabilmesi için, çizilen istikametten zerrece inhiraf etmez ve varmak istedikleri hedefe doğru süratle koşarlar.

Tavuk yumurtaların üzerine yatar ve bütün bir kuluçka devresinde sabırla bekler. Aç durur, susuz kalır, kendisi ateşler içinde yanar ama, nöbetini terketmez. Tavuk, çıkacak civcivlerden acaba haberdar mıdır? Daha sonra başlarına vurarak ellerindeki taneyi alacak olan bu tavuk, niçin onlar için böyle bir çileye katlanmaktadır?.. Cevabı bizce bellidir: Cenâb-ı Hak onu, o istikamete sevketmektedir.

Ya o civcive ne demeli.. miadı dolup belli gün gelip çattığında, yumuşacık gagasıyla kabuğunu kırıp dışarıya çıkan bu civciv, evet, yumurtanın dışında, yumurtaya göre çok daha mükemmel ve geniş olan bir hayatın varlığını acaba nereden bilmektedir ki, oradan çıkmak için büyük bir gayret sarfetme ihtiyacını duymaktadır.

Dünyaya yeni gelen bir çocuk, hemen annesinin memesine sarılır ve emmeye başlar. Evvela, çocuğun doğumuna yakın anne memesine süt stoku yapan kim? İkinci olarak çocuğa orada süt olduğunu ve süt emme tekniğini öğreten ve rehberlik yapan kim? İşte bu ve benzeri bütün sorulara verilecek tek cevap vardır: O da bunların hepsi ilâhî bir sevk ile olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim yer yer bize, bu ilâhî sevkleri hatırlatır. İşte onlardan birkaçı:

a. وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ “Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye, sonra da Rabbinin gösterip müyesser kıldığı yollara koyul.” (Nahl, 16/68)

Evet arı, bal yapma tekniğini işte böyle bir irşad, talim ve hidayetle öğrenmiştir.

Allah arıya bal yapmasını, dağlarda, ağaçların kovuklarında ve kovanlarda barınmasını vahyediyor. Arı da bu vahiy ile petek yapmasını öğreniyor. Petek yapımında kullandığı hendese, hiç de arının bilebileceği ölçülerle olacak gibi değil. Demek petek yapımında kullanılan hendese de arıya vahiy ile öğretiliyor. Sonra arı kendisine has bir uçuşla çiçekten çiçeğe konuyor ve onlardan çeşitli hüzmeler alıyor. Bu arada gidiş gelişlerinde yolu kaybetmemek için belli bir metod kullanıyor. Geçtiği yerlere kendisine has âdetâ izler bırakıyor ve dönüşünü de aynı izler üzerinden yapıyor. Nihayet, çiçeklerden topladığı hüzmeleri getirip peteklere koyuyor.

Kovanda da fevkalâde bir idare görüyoruz. Evet, burada da açık bir sevk-i ilâhî müşahede ediliyor. Öyleki, sistemini kurmuş güçlü bir devlet mekanizması ancak kovandaki kadar düzgün çalışabilir.

Kovana hâkim bir ana arı vardır. Bir de vazifeleri sadece telkîh olan sayısı çok az erkek arı.. diğer arılar ise durma ve dinlenme bilmeden çalışan arılardır. Bir sistem içinde kendilerine düşen vazifeyi aksatmadan yerine getiren işçi arılar.

Yumurta bırakma mevsimi gelince ana arı bütün peteklerin ağzına yumurtalarını bırakır. Tabiî kovanda bulunan az sayıdaki erkek arılar da fıtrî vazifelerini ifa ederler. Bunlar vazifelerini yaptıktan sonra artık işleri kalmamıştır. Dolayısıyla, kovanda tufeylî olarak sadece bal yemekle meşgul olurlar. Ana arı bunlardan birkaçını bırakarak diğerlerinin hepsini ifnâ eder, öldürür. Bıraktığı erkek arılar ise gelecek sene işe yarayacaklardır.

Erkek arıların, tufeylî olarak yaşamalarına müsaade edilmediği gibi, yabancı bir arının da kovana girip yerleşmesine müsaade edilmemektedir. Bu fevkalâde idarî ciddiyetin yanında bir de aynı oranda temizlik görürüz. Öyle ki, çiçeklerin özünü ve hüzmesini alan arı, peteğe döndüğünde şayet temizlik kurallarına uygun olmayan bir kılıkla dönmüşse, meselâ vücudunun bir yerinde çamur varsa, o hâliyle peteğe kabul edilmez. Veya bir arı yapısı itibarıyla kanun ve kurallara başkaldırıp anarşistlik yapıyorsa o da derhal petekten uzaklaştırılır.

Acaba minnacık bir kafa taşıyan arıya bunları öğreten kimdir? Öğreten kimdir ki, elli milyon sene evvel yaşamış arıların yaptığı balla, bugünkü arıların yaptığı bal, terkip ve hendesî ölçü bakımından hiçbir farklılık göstermemektedir. Arı tekâmül etmemiş. Yaratıldığı andan itibaren yaptığı işin âlimi olarak yaratılmış öyle de devam etmektedir. Peteğinin deliklerini altıgen olarak hazırlaması, üçgen veya dörtgen olarak hazırlamaması hikmetinden alın da, bal yapış keyfiyetine kadar, evet, önümüze nefis bir yiyecek ve aynı zamanda şifa kaynağı olarak gelen balın her safhasında biz, bir vahiy ve ilham esintilerini duyar gibi olmaktayız. Biz duyar gibi olmaktayız ama, ihtimal arı, bu ilham esintilerini kat’iyen duymakta ve yaptıklarını, gayr-ı şuurî sevklerle yapmaktadır. Evet, arının bu icraatını sevk-i ilâhîye vermeden izah etmeniz mümkün değildir.

Hasılı, arıya bal yapma san’atını Allah öğretti. Ana arıya, erkek arılara ve diğerlerine ayrı ayrı vazife görmeyi yine Allah talim etti. Allah’tır ki, ana arıyı orada hâkim, diğerlerini de ona itaatkâr kıldı…

b. Karınca da Cenâb-ı Hakk’ın ilhamına mazhardır:

حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِي النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لاَ يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ “Sonunda karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu bilmeden sizi ezmesin” dedi.” (Neml, 27/18) âyeti bize bunu anlatmaktadır.

Karınca bu sözü nasıl söyledi? Elbette onun kendine göre bir dili ve karıncaların birbirleriyle görüşebilmelerinin bir şekli vardır. Şimdilerde zoologlar şunları heceliyorlar:

Mevcud iki karınca yuvası var. Bunlardan biri küçük bir hendeğin öbür tarafında bulunmaktadır. Yuvalardan birinden alınan bir karınca diğer yuvaya bırakılır. Çok kısa süren bir sessizlikten sonra, arkadaşlarını kaybetmiş yuvanın karıncaları, arıların kovandan boşaldıkları gibi yuvalarından boşalır, diğer yuvaya doğru ilerlemeye başlar ve üzerine çubuk uzatılmış hendekten geçerek diğer yuvaya hücum ederler. Şimdi bu karıncanın kaybolduğunu ve diğer yuvada bulunduğunu, arkadaşlarına kim haber vermiştir? İşin mütehassısları meseleyi şöyle izah etmektedirler:

Diğer yuvaya bırakılan karınca elektromanyetik dalgalar halinde çıkardığı şerarelerle, arkadaşı olan karıncalara gizli bir mesaj göndermiş ve başına gelen hâdiseyi ve nerede bulunduğunu koordinatlarıyla onlara haber vermiştir. Gayet gizlilik içinde cereyan eden bu muhavereden sonra da arkadaşları bu karıncayı kurtarmak için seferber olmuşlardır.

Demek ki, karınca da konuşuyor.. Cenâb-ı Hak, ona öğrettiği dili hususi bir ihsan olarak Hz. Süleyman’a da talim buyurmuştu. Onun için Hz. Süleyman âyette anlatılan şekliyle, karınca arkadaşlarını uyarınca tebessüm etmiş ve mazhariyetinin buudlarını “tahdis-i nimet” suretinde ilan ederek Rabbine yönelmişti.

Karıncalar, cumhuriyet sistemi gibi bir sistemle idare edilmektedir. Bütün karıncalar çalışır ve yuvaya gıda stoku yapma işinde aktif görev alırlar. Tembel hiçbir karınca yoktur. Taşıdığı yük bazen kendisine ağır gelince, hemen arkadaşlarını çağırır ve bu ağır yükü birkaç karınca omuzlayarak yuvaya taşırlar. Onlar yaz boyu durup dinlenme bilmeyen bir gayret içindedirler. Sonunda yaptıkları stok kışı idare edecek duruma gelince, yuvalarına sığınır ve kapıları da kapatırlar.

Ancak bazen onlara göre bir terslik olur. Nemli toprakta stok edilmiş buğday veya arpalarda nemlenme görülür. Bu durumda yapılacak şey, buğdayı veya arpaları dışarıya taşıyıp güneşlendirmektir; karıncalar da işte bunu yapar. Tahıl kuruduktan sonra da, tekrar içeriye taşırlar. Ancak, bazen bu taneler çimlenmeye başlayabilir… Bu durumda hemen taneyi ikiye böler ve ayırırlar. Şayet parçalardan birisi yine çimlenecek olsa, onu da tekrar ikiye bölerler. Böylece taneyi kendi istifadeleri çerçevesinde tutmuş olurlar. Şayet çimlenmesine göz yumsalar o tane onların işine yaramaz.

Karıncaya bütün bunları kim öğretmiştir? Bizim hafıza kuvvemiz kadar bir bünyeye sahip olmayan bu varlığa bütün bu girift meseleleri acaba kim talim etmiştir?

Her zaman olduğu gibi cevabımız yine bellidir. Karıncaya bütün bu hayat serüvenini ilham eden Allah’tır. Ve onlar böyle bir ilhamla sevkolunmaktadır.

Ebû Hureyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte, Allah Resûlü bize şöyle bir hâdiseyi nakletmektedir:

“Peygamberlerden biri, bir vadiden geçerken, gölgelenmek için bir ağacın altına oturmuştu. Oturduğu yerde de bir karınca yuvası bulunmaktaydı. Karıncanın birisi bu peygamberi ısırdı. O da kendisini ısıranın ne olduğunu bilmediği için yuvayı yaktırdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’dan ona şöyle bir ikaz geldi:

“Bir karınca seni ısırdı diye, durmadan Allah’ı tesbih eden bir ümmeti mi yakıyorsun?”[1]

Görülüyor ki, karıncalar da bir ümmettir ve bizim bilmediğimiz bir dille, onlar da Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmektedir.

Hâkim’in Müstedrek’inde rivayet ettiği bir diğer hadiste de Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hz. Süleyman yağmur duasına çıkmıştı. Giderken de çoluk çocuk kim varsa hepsini götürmüştü. Ayrıca herkes evindeki davar ve hayvanlarını da yanlarına almışlardı. (Orada herkes yalvaracak, koyun ve kuzular meleşecek ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbetmek için herkes kendi diliyle tazarru ve niyazda bulunacaktı.)

Hz. Süleyman ve yanındakiler yolda giderken, bir manzara Nebi’nin dikkatini çekti: Sırtüstü yatmış, büyükçe bir karınca, antenlerini el gibi kullanarak havaya kaldırmış ve kendi diliyle birşeyler söylüyordu. Hz. Süleyman dikkat kesildi ve karıncanın şu şekilde dua etmekte olduğunu duydu: “Allah’ım, ben senin mahlukatından bir mahlukum. Senin vereceğin rızıktan müstağni olamam. Eğer bize su gönderirsen sulanırız, rızka mazhar oluruz. Gayrı ne diyeyim. Bundan böyle ya su gönderir bizi yaşatırsın ya da biz böyle helak olur, gideriz.”

Hz. Süleyman, karıncanın bu içli feryadını duyunca etrafındakilere şöyle dedi: “Artık geriye dönün. Sizin duanızdan başka bir dua sebebiyle Allah yağmur gönderecektir…”[2]

Karınca bütün bunları sevk-i ilahî ile, Cenâb-ı Hakk’ın ilham ve irşadıyla yapıyordu.

c. Kur’ân-ı Kerim, bütün hayvanat cinsinin kendileri arasında bir ümmet olduğunu ifade ederek şöyle buyurmakta ve kaderin bu yönüne dikkat çekmektedir:

وَمَا مِنْ دَآبَّةٍ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanat çırpıp uçan kuşlar da ancak sizin gibi bir ümmettir. Kitap’ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.” (En’am, 6/38)

Ebû Dâvud’un rivayet ettiği bir hâdiste de Efendimiz: “Eğer köpekler bir ümmet olmasalardı öldürülmelerini emrederdim.” (Darimî, Sayd, 3) buyurmaktadırlar. Evet onlar da kendilerine göre bir millet teşkil etmektedirler.

Kelaynakların nesli tükeniyor diye ilim adamları telaşa kapılmışlardı. Zira her varlığın, ekolojik dengede bir yeri vardır. Onun tükenmesi ise, dengeden bir gedik açılması demekti. Şimdi her varlığa böyle ekolojik dengede bir yer tutmayı kim öğretmiş ve kim talim etmiştir? İşte biz bu meseleye cebrî hidayet veya şerîat-ı fıtriye şartları içinde cereyan eden hidayet nazarıyla bakıyor ve bütün bu sevklere ve insiyaklara da bu zaviyeden yaklaşıyoruz.

 


[1] Buharî, Cihâd, 153
[2] Müstedrek, I/325

İnsan İradesinin Nazara Alındığı Hidayet 11 dk.

Allah (cc), çeşitli vesileler göndererek insanları hidâyete erdirir. Peygamberler insanların hidâyetine vesile olduğu gibi gönderilen kitaplar da yine aynı şekilde insanların hidâyetine vesiledir. Tebliğ yapan insanların yaptıkları tebliğ ve irşad faaliyetleri de bu mânâda birer vesile ve vasıta kabul edilebilir. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; o da şudur: Cenâb-ı Hak, böyle çeşitli vesileler gönderir, ama hiç kimseyi bu vesile ve vasıtaları kabullenmeye zorlamaz. Durum böyle olunca da peygamber hânesindeki bir insan bile bazen hidâyete eremez. Veya tam tersine olur; Firavun sarayında bir mü’min-i âl-i Firavun ve Âsiye yetişir. Tabiî bu çeşit hidâyette daima beşer iradesi devreye girmektedir. Allah (cc), hidâyete götürücü bütün vesileleri yaratır. Ama hidâyeti yaratması insan iradesine bağlıdır. Mahiyet ve hüviyeti meçhûl bu izafî varlık, burada da bir âdi şart olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde bu tür hidâyet ele alınmaktadır. Biz, bunlardan bir-ikisini zikretmiş olacağız:

a. وَأَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ فَاسْتَحَبُّوا الْعَمَى عَلَى الْهُدَى فَأَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Semûd milletine doğru yolu göstermiştik, ama onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak onları alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı.” (Fussilet, 41/17)

Demek oluyor ki, esasen Semûd kavmine hidâyet vesilesi ulaşmıştır. Bu Hz. Sâlih’dir (as). Fakat onlar kendi irade ve ihtiyarlarıyla körlüğü tercih etmişler ve temerrüdle burunlarının doğrultusunda giderek gayyaya yuvarlanmışlardır.

b. Allah (cc), hidâyete vesile olmaları için nice peygamberler göndermiştir. Tâ ki, kendi iradeleriyle sapıtanlar, hiçbir mazeret ileriye süremesinler:

رُسُلاً مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللهُ عَزِيزاً حَكِيماً “Peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olmaması için, müjdeleyen ve korkutan peygamberler gönderdik. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Nisa, 4/165)

İnsanlar sapıklıklarına karşı hiçbir mazeret ileri sürecek durumda değildir. Çünkü ard arda gelen peygamberler, insanlara hakikatleri bütün çıplaklığı ile anlatmışlardır. Kötülüklerin encamını ve iyiliklerin insanı hangi zirvelere ulaştıracağını bir bir söylemişlerdir.

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَإِن مِنْ أُمَّةٍ إِلاَّ خَلاَ فِيهَا نَذِيرٌ “Biz seni hak ile müjdeleyici ve inzar edici bir peygamber olarak gönderdik. Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunagelmiştir.” (Fâtır, 35/24)

Evet, hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir nebi zuhur etmesin. Bu itibarla her ümmete mutlaka nebi gelecek, mübeşşir ve münzir olarak onlara hakikatleri tebliğ edecek ve ardından da iradeleriyle onları dinleyenler hakkında Allah (cc) hidâyetini yaratacaktır. Sapıklığı tercih edenler ise dalâlette kalacaktır ki, bu da onlar için de Cenâb-ı Hak, dalâlet murad etmiş olacaktır. وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّى نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 17/15)

Allah (cc), herkesin sesinisoluğunu kesmek ve itiraza hiçbir mahal bırakmamak için peygamberler gönderdi. Onlar da birer hidâyet meş’alesi gibi ümmetleri arasında yol gösterici oldular. Bizim payımıza düşen ise bir meş’ale değil hidâyet güneşiydi. Zira bize gelen Hz. Muhammed Aleyhisselamdı, Nebiler Sultanıydı.

Bizler için de hiçbir mazeret söz konusu olamaz. Çünkü Efendimiz’in sesini soluğunu duyduğumuz gibi, o günden bu güne Kur’ân’ın füsûnkâr ifadeleri her an içimizi okşayıp durmaktadır.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, ayrıca kemâl-i kereminden her asrın başında birer müceddit gönderdi.[1] İçimizi saran toz ve dumandan gönüllerimizi temizledi. Onlar vasıtasıyla her asrın insanı, dinî hayatına yeniden bir canlılık getirdi. Fakat bütün bunlar olurken insanın iradesi nazardan uzak tutulmadı. Yâni, Cenâb-ı Hak, hidâyete götürücü vesile ve vasıtaları yaratarak hidâyeti yaratmayı kulun istemesine bağladı. Bu bölümde cebrî bir hidâyet söz konusu değildir.

Bazen de Allah (cc), insanların liyakatını nazara alarak, hidâyet ve dalâleti doğrudan doğruya yaratır.

Allah (cc), Nebi’sini gönderir. O nebi, Hz. Ebû Bekir’e dini tebliğ eder. O da hiç duraklamadan tebliğ edilen mesajı kabul eder ve hakikat karşısında birden eriyiverir. Gönlü hidâyetle apaydın olur, derken gider “Sıddıkiyet”in zirvesine yükselir.

Yine Allah (cc), Nebi’sini gönderir. Bu sefer de karşısına Ebû Cehil gibi biri çıkar. Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle onun hidâyete liyakatının olmayacağını bildiğinden onun hakkında dalâleti yaratır. O da hakkındaki bu hükmü fiilleriyle tasdik eder. Her geçen gün küfür ve küfranını artırır. Başaşağı gider. Sonunda hayatını, Bedir’de Allah Resûlü’ne karşı kılıç kullanırken noktalayarak bir çukura, hem de ebedî olarak yuvarlanır.[2]

3) Zaten Kur’ân-ı Kerim her iki hidâyet şeklini şu âyette bir arada toplamış ve her iki hidâyet şekline de dikkati çekmiştir:

وَاللهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ “Allah Dârü’s-Selâma çağırır. Dilediğini de doğru yola eriştirir.” (Yûnus, 10/25)

Cenâb-ı Hak, çeşitli vesileleri kullanarak insanları hidâyete, sırat-ı müstakime davet eder. Ancak, hidâyete gelince, onu bizzat kendi meşietine bağlar. Dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de dalâlette bırakır.

Meselenin bir küçük yönü insana aittir. O Allah’ın davetine icabet eder ve hidâyet vesilelerinden istifadeye çalışırsa, Allah da meşietiyle tecelli eder ve onu hidâyete erdirir.

Kur’ân-ı Kerim bir hidâyet kaynağıdır. Ondan ancak Allah’ın diledikleri istifade edebilir ve Kur’ân sadece onlar için bir hidâyet vesilesi olur. هُدىً للمُتَّقِينَ “Müttakiler için bir hidâyet kaynağıdır.” (Bakara, 2/2) denilmekle bu hakikata işaret edilmektedir. Kelimenin mânâ-yı masdarî olmasından anlıyoruz ki, kul evvela müttaki olmaya çalışacak ve Kur’ân’dan istifade etme liyakatını ortaya koyacaktır ki, bu kula ait yöndür. Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ait yön ise birkaç âyet aşağıda anlatılmakta ve şöyle denmektedir:

أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ “İşte onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler.” (Bakara, 2/5)

Onlar ki gaybe inanmışlar, namaz kılmışlar, oruç tutmuşlar, zekat vermişler ve kendilerine gelen kitaba da kendilerinden öncekilere gelen kitaplara da inanmışlar ve âhireti tasdik etmişlerdir. Bu davranış onları müttaki olma seviyesine çıkarmış ve Allah (cc) da onlar için hidâyet dilemiş ve hidâyet yaratmıştır.

4) Ve yine Allah (cc), peygamberine hitaben:

وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحاً مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلاَ اْلإِيمَانُ وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُوراً نَهْدِي بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ * صِرَاطِ اللهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي اْلأَرْضِ أَلاَ إِلَى اللهِ تَصِيرُ اْلأُمُورُ “Ey Habibim! İşte sana da buyruğumuzla Cebrâil’i gönderdik. Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.” (Şûra, 42/52-53)

İşte bu âyette de anlatıldığı gibi, hidâyette iki mertebe görüyoruz. Birinci mertebede sadece vesile ve vasıtalık var ki, Kur’ân-ı Kerim bu vesile ve vasıtalığı da bazen hidâyete erdirme olarak vasıflandırmaktadır. Esasen bu tür hidâyete erdirme vesilelikten öteye de geçmez. Hidayetin ikinci mertebesine gelince bu Cenâb-ı Hakk’ın insan gönlünde hidâyeti yaratmasıdır. Bu yaratmayı Cenâb-ı Hak, vesilelerle yaptığı gibi doğrudan doğruya da yapmaktadır. O’nun bu tür hidâyete erdirmesi ise, sırf bir lütuftur. Büyüklerimiz buna “Cebr-i Lütfî” demişlerdir. Rabbimizden niyazımız, bizleri de böyle cebrî bir lütuf ile hidâyete erdirmesidir.

Hem hidâyet hem de dalâlet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla vücuda gelir. Bu mânâyı ifade eden şu hadîs-i şerif bu hakikati tam tenvir eder:

بُعِثْتُ مُبَلِّغًا اَنَا وَدَاعِيًا وَلَيْسَ اِلَىَّ مِنَ الْهُدَى شَيءٌ وَخُلِقَ اِبلِيسُ مُزَيِّناً وَمُبْغِياً وَلَيْسَ اِلَيهِ مِنَ الضَّلاَلَةِ شَيءٌ “Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve selahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve selahiyeti yoktur.”[3]

İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Halbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hakk’dan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. O’nun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (cc), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet bu zaviyeden bakılacak olursa, herkes için ve her zaman ve zeminde lazımdır.

 


[1] Ebû Dâvud, Melâhim 1
[2] İbn Kesîr, el-Bidâye, III/350
[3] Kenzu’l-Ummâl, I/546

İradenin Fonksiyonu 11 dk.

Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.

Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.

Nasıl Cenâb-ı Hak, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes’ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi.

Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Halbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz’i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.

İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hak onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.

İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım. Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. ‘Cüz’i ihtiyarî’ veya ‘irade-i cüz’iye’ dediğimiz bu plânın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes’ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.

Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz ‘hasenât’ ise mükafât kazanırız; yok eğer ‘seyyiât’ ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır. Esasen kader mevzûunun en mu’dil mes’elelerinden birine girmiş olduk. Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım:

Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma’kul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi…

Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki ‘Yemek yedik.’ Ben de diyorum ki ‘Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.’ Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat mes’elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş. Nasıl mı? İşte bakın:

Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?

Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.

Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada her şey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir. Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır. Öyleyse mes’eleyi tekrar edelim, ‘yemek yedim’ demek mi doğrudur yoksa ‘Allah yedirdi’ demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve ‘Yemek yedik’ diyoruz. Kelimeyi hakiki mânâsında kullanmamız gerekirse ‘Allah yedirdi’ dememiz icap eder.

İşte mes’eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz. Onun için bir teşbihle mes’eleyi mucizeye benzetmiş olduk. Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır. Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: ‘Bu sarayı bu karınca yaptı’ derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.

Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor.(1) Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor.(2) Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah’tır.وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyeti, ‘Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı’ (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu mes’eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.

Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve ‘Her ümmetin, Mecûsileri vardır. Bu ümmetin Mecûsileri ise ‘kader yoktur’ diyenlerdir'(3) bu-yurmuştur. Zira onlar hayır ve şerri Allah’a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler. Önceleri ‘Kaderiye’ ismi cebre kail olanlara verilmişti. Ancak daha sonra hadîsin mânâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu. Günümüzde ‘Kaderiye’ yine Mu’tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir.

İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir. Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir. Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder. Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur. Fiilimizi yaratan Allah’tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes’uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!

 


[1] Müslim, Münafikun, 43-47; Buharî, Menakıb, 27
[2] Buharî, Vudû, 46, 32; Menâkıb, 25, Eşribe 31; Müslim, Zühd, 74, Fedâil, 4-6
[3] İbn-i Mâce, Mukaddime, 10; Müsned, II/86, 125, V/407

Kaderin Lûgat ve Istılâh Mânâları 6 dk.

Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi mânâlara gelir. Arapçada قَدَرَ (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü mânâsına gelirken bir de aynı kelimenin, ‘güç yetirdi, muktedir oldu’ gibi manaları vardır.

Kelime ‘Tef’il’ babına nakledilinceقَدَّرَ (Kad-de-ra) olur ki o zaman manası ‘hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu’ şeklinde olur. İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak ‘Kader’e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir.

‘Kader, Allah’ın (cc) kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir.’

Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi teyit eder mahiyettedir:

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا اِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ اْلأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

‘Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi ‘Kitab-ı Mübin’dedir.’ (En’am, 6/59)

قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي ضَرّاً وَلاَ نَفْعاً إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَلاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ

‘De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar.’ (Yûnus, 10/49)


وَمَا مِنْ غَائِبَةٍ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

‘Gökte ve yerde, görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir.’ (Neml, 27/75)


إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ

‘Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.’ (Yasin, 36/12)


بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَجِيدٌ * فِي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ

‘(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur’ân’dır.’ (Bürûc, 85/21-22)


وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * قُلْ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِندَ اللهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ

‘Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?’ derler. De ki: ‘Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.’ (Mülk, 67/25-26)

Kaza ile kader bir yönüyle aynıdır. Diğer mânâda ise, kader, Allah’ın (cc) takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyi eda etmesi ve hükmü yerine getirmesi demektir.

Kader, her şeyi daha olmadan evvel ilmî plânda ve ilmî vücûduyla Allah’a (cc) vermektir. Olma havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini almaya çalışan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları hâlinde, levh-i mahv ve isbatta, yine Allah’ın (cc) ilmi dahilinde olmak şartıyla, mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp kaydedilmektedir.

Kader, insanın kesbiyle Allah’ın (cc) yaratmasının mukârenet ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunur ve Allah (cc) dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle eşyâyı olmadan evvel bilen Allah’ın (cc) yine olacakları daha olmadan evvel tesbit buyurmasıdır.

Demek oluyor ki, kaderi, ilm-i ilahinin bir ünvanı olmasını nazara alarak, sadece bundan ibaret saymak doğru değildir. Saha olarak kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, fakat aynı zamanda o, Cenâb-ı Hakk’ın Sem’i, Basar’ı, İrade ve Meşiet’i de demektir. Durum böyle olunca, kaderi inkâr, Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarını inkâr ile aynı mânâya gelir. Onun için pek çok ehl-i tahkik kader meselesini Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetini, mütâlâa içinde ele almışlardır. Onlar: ‘Kader için hususî bir bahis açmaya lüzum yoktur. Zat-ı Ulûhiyetin ele alındığı yerde kader de ele alınmak zorundadır’ demişlerdir. Bu düşünce, bir yönüyle kaderi, iman rükünleri arasında kabul etmemeyi işmam ettiğinden biz onlar gibi demiyoruz. Biz, nasıl Allah’a (cc), meleklere, kitaplara, peygamberlere ve haşre iman var, kadere de aynı şekilde imân var, diyoruz. Tâ ki, icmalî veya tafsilî, şöyle veya böyle kaderi inkâr mânâsına gelebilecek bir söz söylemiş olmayalım. Ama meselenin aslına gelince, İmam Ahmed b. Hanbel, ‘Kader, kudretten gelir’ diyor. Binaenaleyh, kaderi inkâr eden, Zât-ı Uluhiyete ait pek çok şeyi de inkâr eder. Ulûhiyet akidesi sarsık hâle gelir ve bütün düşünce sistemi tersyüz olur. Onun için kader çok önemli bir mevzudur. Bu mevzuu, Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ele almayanlar hep sapıtmışlardır. Mu’tezile’nin rasyonalizması da, Cebriye’nin cebrî determinizması da hep bu sapıtma cümlesindendir.

Kâinatta Hâkim Olan Cebrî Kader 9 dk.

Kâinatta, kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir.

اللهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ اْلأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِندَهُ بِمِقْدَارٍ * عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِ * سَوَاء مِنكُم مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَن جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ

‘Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O’nun katında her şey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir; büyüktür, yücedir. O’na göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur.’ (Ra’d, 13/8-10)

وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

‘Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir takdire göre indiririz.’ (Hicr, 15/21)

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ

‘O göğü yükseltmiş ve mizanı vaz’etmiştir.’ (Rahman, 55/7)

Âyetleri bize, plân, program, ölçü ve dengeyi anlatmaktadır.

Kâinatta öyle şâmil ve geniş dairede bir kader vardır ki, onun dışında hiçbir şey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde muhît ilmiyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, yüzbinlere ulaşan eserleriyle bu nizam, bu ahenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Marks’ın bile cebrî bir determinizmden bahsettiği yerde, kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu dost-düşman, inanmış-inanmamış herkes kabul edecektir ve etmektedir. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizmden bahsederler ve hatta bunu son dönemlerin batı düşüncesinde, meselâ ‘historizm’de olduğu gibi, toplum hayatına da teşmil ederler ama, biz Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ancak bu şartlarla alıp değerlendirebilir, kabul edebiliriz. Bununla birlikte, insan iradesinin de dahil olduğu küllî bir kaderin her şeyde hâkim bulunduğunu da söyleriz.

Bir saat veya bir bina yaparken dahi, önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmasında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeyin takdirâtını yaparız. Öyle de, şu baş döndürücü sistemleri, atom âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerindeki şu ölçü ve dengeyi plânsız, programsız ve ölçüsüz olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Gördüğümüz bu baş döndürücü ahenk ve nizam bir saat veya binada gördüğümüzden daha aşağı mıdır ki, onlar hakkında kabul ettiğimiz plân ve projeyi diğerleri hakkında kabul etmeyelim?

Çekirdek ve tohumlar kader yüklü sandukçalardır. Geçireceği her bir safha ve ağacın bütün hayatı çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı itibarıyla birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek toprağa düştüğünde çeşit çeşit çiçekler, binler türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde, gören gözlere kendini arz eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, bir tek ağaca dahi böyle kusursuz bir elbise dikmeye muvaffak olamazlar. Halbuki, dünya kurulduğu günden beri bütün ağaçlar, kendi elbiselerini kendileri yapmaktalar. Bu yapılışı belli bir kadere vermeden izah etmek asla mümkün olamaz.

Şu muhteşem kainat sarayına bak! Teleskobun başına oturan bir insan 5 milyon ışık yılı öteleri görüyor. Yani, bir nebüloz sönse, sen ancak onun söndüğünü 5 milyon ışık yılı sonra anlayabilirsin. Veya sen ışık olsan o yıldıza gitmeye kalksan oraya ancak 5 milyon sene sonra varabilirsin. İşte bu koskoca kâinat, bu baş döndürücü nizam, insanı hayrete sevkeden bir âhenk içinde seyrinde devam edip durmaktadır. Ayrıca bu makro âlem ile, insan denen yeryüzünün halifesi normo âlem arasında da çok ciddi bir münasebet vardır ki, bu münasebet her iki âlem arasındaki dengeyi en hassas ölçülerle ayakta tutan Zât ve O’nun sonsuz ilim ve takdirini göstermektedir. İnsanın uzuvları arasındaki tenasübü bütün kâinatta müşahede etmek mümkündür. Jean haklıdır: Atomlar âlemini, insanlık âlemini ve diğer bütün âlemleri kuran Zât, bunların hepsini hendesî ölçülere göre kurmuştur. Kâinatta gözle görülür bir hendese hakimdir. Acaba bu hassas hendese, kâinatı en hassas ölçülere göre kuran bir Ezelî İlâhı isbata yeterli değil midir?

İsterseniz meseleyi biraz daha avamileştirip anlatalım:

Siz, basit dahi olsa bir bina yaptıracak olsanız, evvela bu mevzuda salâhiyetli olduğunu kabul ettiğiniz birisine müracaat eder ve onun düşüncelerini alırsınız. Zira statik adına yapacağınız en küçük bir yanlışlık bazen daha bina yapılır yapılmaz yıkılmasına sebep olabilir. Onun için yapacağınız binanın statik hesabını yaptırmanız gerekecektir. Bu basit bina kendine göre bir plân ve bir proje istemektedir. Siz bina yapımına ancak bir sürü ön hazırlıktan sonra başlayabilirsiniz. Yapacağınız binanın, bulunduğunuz belde ile münasebetini koruyabilmeniz için de imar plânına dikkat etmeniz ve binayı gösterilen yerde ve gösterilen şekilde yapmanız icap eder. Bütün bu hassasiyet sadece basit bir bina içindir. Halbuki, bütün kâinatta incelerden ince bir ölçü söz konusudur. Misal mi istiyorsunuz: Ağzınıza aldığınız bir parça elma ile sizin aranızdaki münasebetteki hassasiyete bakıveriniz. Elmanın tadı ile ağzınız, elmanın ihtiva ettiği vitaminlerle vücudunuz hatta, ağacın gölgesi ile sizin gölgeye olan ihtiyacınız ve sizin dışarıya çıkardığınız zehirli gazı onun yutması ve onun temizlediği havayı sizin ciğerinize doldurmanız, bu münasebetten sadece birkaçıdır. Halbuki böyle yüzlerce münasebet bulmak mümkündür.

Meseleyi isterseniz bu kadar küçük dairede ele alın, isterseniz yıldızlar ve galaksiler çapında değerlendirin; her yerde en hassas ölçülerle ölçülmüş bir denge ve ölçü göreceksiniz.

Bir sperm asla yalan söylemez. Zira belli bir plân ve programa göre hareket etmektedir. Kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağzı, dili, dudağı, gözü, kaşı, kulağı, siması, duygu ve kabiliyetleriyle pek çok safhalardan geçip ‘İnsan olacağım’ der ve olur.

Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu bellidir. Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır. Bu atomlardan yıldızlara kadar böyledir. Levh-i Mahfuzda her şey tayin ve tesbit edilmiştir. İşte biz buna kader diyoruz.

Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda var: Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alâkalıdır. Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda carî olan kaderdir. Bu kader âlemşümuldür. Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz. Allah (cc) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz. O Cebbar’dır. Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır. Fakat hikmet bağlayıcı değildir. Zira Allah (cc)فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ’O her istediğini yapandır.’ (Burûc 85/16) Dünya, yaratıldığı günden beri hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında bu cebrî kaderin sevkiyle dönüp durmaktadır. Bu dönüşe hiç kimse ‘dur!’ diyemez. Güneş ile ay, amansız bir yarışa girmiştir. Bu yarışa hiç kimse sed çekemez. Çünkü bu hareket ve bu yarışta tamamen cebrî bir kaderin hakimiyeti vardır. Her şey o kadere boyun eğmek zorundadır.

Kader İnancının Getirdikleri 5 dk.

Kader meselesine vâkıf olan ve merhale merhale vicdanında kadere ait sırları düğüm çözüyor gibi çözen bir insan ise, neticede bütün her şeyi Cenâb-ı Hakk’a verir ve: وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyetinin anlattığı hakikate ulaşır.

Âyet: ‘Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.’ (Saffât, 37/96) buyurmaktadır.

Bizim her türlü fiilimizi yaratan Allah’tır. Yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, düşünmemiz ve konuşmamız hep Allah tarafından yaratılmaktadır. Aslında yaratılmış olarak ne varsa hepsi Allah’ın mahlûkudur. İşte müntehî, bu hakikati çok çıplak olarak görür. Bir başkasının gün ortasında güneşi görmesi ne ise, müntehînin vicdânî sülûkuyla elde ettiği görüş berraklığı da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, müntehînin de cebre düşmemesi oldukça zordur.

İş, Cenâb-ı Hakk’a verile verile, neticede teklif ve mes’ûliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer. İnsana ‘Sen mes’ulsün’ der, ona mes’ûliyetini hatırlatır. Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer. ‘Mağrur olma yapan sen değilsin!’ diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır. Böylece insan dengeyi kurar.. ve böyle yaşadığı müddetçe de hep dengeli kalabilir.

İnsan kendisinden sadır olan güzellikleri sahiplenemez. Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın plânıdır. Aksi halde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur. Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah’tır. İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez. Elbette ki burada ‘güzel’den kastımız, bizâtihi güzel olan şeylerdir. Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz. Evet, nefis hakiki güzelin ve güzelliğin daima düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır. Çünkü nefsin yapısı budur.

Kötülüğü isteyen ise nefistir. Öyleyse kötülüğe ait mes’ûliyet tamamen nefse aittir. İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur:

مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

‘Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir.’ (Nisa, 4/79)

Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın. Çünkü o mehasin bizzat senin değildir. Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsanıdır. İhsan ise şükür ve mahviyet ister. Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz’î ihtiyarın bir şart-ı âdidir. Öyle ise mes’ûliyet senin nefsine aittir. Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hak da onu yaratmıştır. Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır. Yani, içinden geçen meyile veya meyildeki tasarrufa tek şahit vardır; o da vicdandır. Cenâb-ı Hak, kendi ilmine ve kendi bildiğine senin vicdanını şahit tutmuştur.

Mübtedî, yani işin daha başında olan bir insan da kadere inanır, ama o, maziye ve başa gelen musibetlere kader açısından bakar ve binlerce belâ u musibetle çepe-çevre kuşatılmış olduğu bir hengâmda, ‘Cenâb-ı Hakk’ın benim hakkımdaki takdiri budur’ der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur. İstikbâl ve ma’siyete bakarken de irade açısından bakar. ‘Nasıl olsa elde edeceğim her şey kaderimde varsa olacaktır.’ deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vasıtası olarak kullanamaz. Zira Cenâb-ı Hak:وَاَنْ لَيْسَ لِِلإنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى’Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.’ (Necm 53/39) buyurmaktadır. Evet, iyiyi de kötüyü de Allah yaratır. Çünkü yaratma sadece O’na mahsustur. Fakat kötülüğü kim isterse cezayı da o çeker. Bu şekilde inanma işin başındakiler için bir esastır. Bunun ötesinde bir mübtedînin daha da ileri gidip, kader meselesini kurcalaması, teferruata ait meseleleri dile dolaması tecviz edilemez. Zira kader, çok hassas ve ayakları kaydıran bir meseledir. İmam-ı Azam, talebelerini, bu gibi meseleleri münakaşa etmekten men’ederdi. Kendisine ‘Sen niçin konuşuyorsun?’ dediklerinde ‘Ben, başımda bir kuş var da onu uçururum endişesiyle tir tir titreyerek konuşuyorum’ buyururlarmış. Yani demek istiyor ki, ‘Sizler konuşurken hasmınıza galip gelmek için konuşuyorsunuz. Hasmınızın yanılmaları sizi sevindiriyor. Onun için de sizi böyle meseleleri konuşmaktan men ediyorum.’

Bu mevzûdaki hassasiyet, anlatılan meselenin mantıkî oluşuna gölge düşürmez. Fakat bazı meseleleri konuşurken ulu orta konuşmak doğru değildir. Bilhassa kader meselesi, mahir bir kuyumcu veya bir kimyager titizliği istemektedir.

Ayetlerde Meşiet-i İlâhî 30 dk.

يَشَاءُ – مَشِيئَةً شَاءَ – “Şâe-Yeşâü-Meşîeten” “dilemek” mânâsına gelen bir kelimedir. Ve Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri de budur. Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır. Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir buudunu meydana getirmektedir.

Eşya ve hâdiselerin zuhur ve vukuunda meşîet-i ilâhî esastır. Kur’ân birçok âyetiyle bize bu hakikati anlatır. Şimdi meşîet-i İlâhi’ye delalet eden âyetlerden bazılarını ele alalım:

1) وَلاَ تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَداً * إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَنْ يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَداً “Herhangi bir şey için ‘Ben onu yarın yapacağım’ deme. ‘Ancak Allah dilerse’ de. Unuttuğun zaman hemen Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yakın olana eriştirir.” (Kehf, 18/23-24)

Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvela meşîet-i ilâhîyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın. Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir. İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk haline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır.

Bu âyet münasebetiyle Allah Resûlü bize şöyle birşey anlatır: “Hz. Süleyman, ‘bu gece yüz cariyemle mübaşerette bulunacak, bunların her biri de Allah yolunda savaş eden bir erkek çocuk doğuracak’ diye yemin eder. Fakat ‘İnşaallah’ demeyi unutur. Neticede sadece bir kadın düşük meydana getirir.” Ve Allah Resûlü ilave olarak şöyle der: “Eğer ‘inşaallah’ deseydi yemininde hânis olmaz ve her bir kadın Allah yolunda savaşan bir çocuk meydana getirirdi.”[1]

Evet insan kat’iyen inanmalıdır ki, Allah dilemedikten sonra hiç kimse hiçbir şey yapma güç ve kuvvetine malik değildir. Eşya ve hadiselerin ledünniyatına vakıf olan ve kendi iç âlemini dinlemesini bilen bir insan bu gerçeğe, hem de aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanır, inanmalıdır da.

Evet, eşya ve hadiselere ve kendimizin bunlarla olan münasebetlerine baktığımız zaman kat’i bir yakîn ile görür ve biliriz ki, Allah dilemedikçe bizler yerden bir çöp kaldırmaya dahi muktedir olamayız. Hatta bazen bir iş için bütün mukaddemeleri hazırlar, enine boyuna etraflıca düşünür, plânlar ve bize göre bütün şartlar tamam, deriz; ama bir de bakarız ki, belirli-belirsiz bir yerde küçük bir ihtimal, bir sızıntı her şeyi berbat edivermiş. Hatta her şey tamam. Ancak meşîet-i ilâhî bizim istediğimiz gibi taalluk etmediği için veya Allah (cc) o işi bizim istediğimiz istikamette dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir ve böylece bizim plânlarımız altüst olmuş. Zaten âyet de bunu anlatmıyor mu?

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللهُ “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30) dileseniz de O istemezse, sizin gayretleriniz bir şey ifade etmez. O dilemedikçe, her türlü sa’y ve gayret boşunadır. Ne var ki, O çok defa âdet-i sübhanisiyle esbap ve sizin iradelerinizi birer dua kabul edip lütufta bulunabilir. İşte meşîet-i ilâhînin eşya ve hâdiselere taalluku her şeyle bu kadar iç içedir.

Evet, meşîet hayatın bütün cephelerinde ve insanın hayatının hemen her safhasında kendini gösterir. Bunu ifade eden ikinci âyet ise şöyle:

2) تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِنْهُم مَنْ كَلَّمَ اللهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاءَ اللهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِم مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَنْ كَفَرَ وَلَوْ شَاءَ اللهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah’ın kendilerine hitâb ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik. O’nu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah istediğini yapar..” (Bakara, 2/253)

Allah’ın meşîeti olmasaydı siz hiçbir şey yapamayacaktınız. Meselâ, eğer Allah dileseydi, siz aranızda mukatele yapmayacaktınız. Ama yapıyorsunuz. Öyle ise sizin müsbet veya menfî mükatele hayatınız, sizin leh veya aleyhinize olması yönüyle tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır. Allah neyi murad buyurursa onu yapar. O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sormaz. Zaten: مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَاْ لَمْ يَكُنْ “Allah ne dilerse o olur. O’nun dilemediği ise asla olmaz”[2] hadîsi bir kaide-i mukarreredir.

Allah neyi dilerse o keynunet kazanır, oluverir. Neyi dilemezse, yani neyin olmamasını dilerse o da olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. O da Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve yok’a da taalluk etmesi meselesidir. Durum böyle olunca, Allah (cc) neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur. Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz. Evet meşîet-i ilâhî yok’a da var’a da taalluk eder.

Yoksa, bazılarının dediği gibi, “meşîet-i ilâhi taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz”, gibi bir düşünce doğru değildir. Yani meşîet-i ilâhinin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü, yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır.

Mu’tezile ve Cebriye Allah Resûlü’nün ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi. Zira her iki durumu da Efendimiz “Keynûnet” ile anlatmaktadır.

İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır.” Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak. Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içdeki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. İşte delili:

3) وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لآمَنَ مَنْ فِي اْلأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعاً أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ “Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99)

Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle her şeye hakim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi. Ve bu konuda bir diğer âyet:

4) وَإِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقاً فِي اْلأَرْضِ أَوْ سُلَّماً فِي السَّمَاءِ فَتَأْتِيَهُم بِآيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sen câhillerden olamazsın!” (En’am, 6/35)

Efendimiz’in (sav) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir. Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu. Vicdanı apaydın olan bu insanlar îman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi. Ama meşiet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı.

5) وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِناً عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُم بِمَا أَنْزَلَ اللهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً وَلَوْ شَاءَ اللهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَـكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ إِلَى اللهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ “Ey Habibim! Kur’ân’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir. O halde hayırda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.” (Mâide, 5/48)

Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı. Fakat meşiet-i ilahî bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi. Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler halinde zuhur ettiler…

Devletlerin hakimiyeti, hakimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşiete bağlıdır. Bunu gösteren âyet ise şöyle:

6) إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ وَتِلْكَ اْلأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُواْ وَيَتَّخِذَ مِنكُمْ شُهَدَاءَ وَاللهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahidler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah zulmedenleri sevmez.” (Al-i İmran, 3/140) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Her ne kadar bu âyette, meşiet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşieti ifade ediyor. Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz” diyor. İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşiet-i ilâhi ile alâkalı yönünü inceliyoruz. Meşîet-i ilâhî hakkında bir başka âyet:

7) إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ أَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِآخَرِينَ وَكَانَ اللهُ عَلَى ذَلِكَ قَدِيراً “Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir. Allah buna kâdirdir.” (Nisa, 4/133)

Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir. Allah buna muktedirdir. Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi… Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi. Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mani olmuştur? Meşîet-i ilâhînin vaz’ettiği şart-ı âdilere riâyet nisbetinde var olma, hakim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır. Bu da değişmez ilâhî bir kanundur.

Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür. Ancak mevzumuzu aşması itibarıyla o hususa temas etmeyeceğiz.

Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en büyük bir davadır. Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir. İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir. Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır.

İnsanların, hakiki ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter. Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir. İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler. Dinden yüz çevirmiş kavimler manevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibarıyla da altüst olmuşlardır. Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir. Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz. Zira meşîet-i ilâhînin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir. İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:

8) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kafirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler. Bu Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah Vâsi (her şeyi kuşatan)dir ve Alîmdir.” (Mâide, 5/54)

Ayette geçen اِرْتَدَّ – يَرْتَدُّ (İrtedde-Yerteddu) fiili geriye dönmek, dinden rücu etmek mânâsına gelir. Bu duruma göre Kur’ânın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı mânâlara gelir.

Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya cemaat bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme mânâsının bir tehdid olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder. Çünkü hizmette kazanılan merhaleler onun için hep ilâhî lütuflardır. Eğer o şahıs veya cemaat şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya cemaata gördürür.

Dini, hayatı hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdid bütün bir milleti alâkadar eder. Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, başaşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir. Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar…

“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır. Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir. Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir. Ancak onların belli vasıfları vardır. Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır. Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kasdedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir. O kavmin vasıfları şunlardır:

Birinci vasıf: “Allah onları sever.” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder. Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir. Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin” diye nida etmiştir. Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur. Hadîsin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur.[3] Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar… Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir. Teklifleri emir kabul edilir. Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda ma’kes bulur.

İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever.” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmekdir. Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir. İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır.

Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler.” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler. Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir.

Dördüncü vasıf: “Kafirlere karşı olabildiğince onurlu ve azizdirler; aslâ onlar karşısında bel kırıp boyun bükmezler ve onlarla devamlı bir mücadele içindedirler.” Mü’minlere karşı ne derece mütevazi iseler, kafirlere karşı da o derece onurludurlar.

Beşinci vasıf: “Allah yolunda mücadele ederler.” Burada meselenin fiil cümlesiyle anlatılmasında -Allahu a’lem- şöyle bir nükte var: Onlar bu cihadlarını her zaman değişik bir buudda ve yenileyerek sürdürürler. Evet Arapçada fiil cümleleri daima teceddüt ve yenilenme ifade etmesi itibarıyla, onların cihadları da daima yenilenme içinde ve günün şartlarına, zaman ve zeminin durumuna göre cereyan eder, yani onlar basiretli ve firasetli davranırlar, demektir.

Altıncı vasıf: “Kınayanların kınamasına aldırış etmezler.” Çünkü onlar, sadece Allah’tan korkarlar. Başkalarının onlar hakkında, diyecekleri onların hiç umurunda değildir. Onlar, her zaman Allah’ın emir ve hoşnutluğunu düşünürler.

İşte ideal cemaatın altı vasfı bunlardır. Kim bu vasıflarla vasıflanırsa Allah kudsî emaneti onlara verecektir. Bu ilâhî bir kanundur hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir.

Arap sahip çıkarsa bu emanet onundur. Türk sahip çıkarsa bu emanet ona verilir. Kürt, Boşnak, Arnavut, kim sahip çıkarsa bu emanet onlarındır. Sahip çıkmanın ilk şartı da yukarıda sayılan altı vasıfla vasıflanmaktır.

Bu konuda çok umumi kaideleri ve evrensel prensipleri ihtiva eden bir diğer âyet-i kerime:

9) قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Ey Habibim de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Doğrusu Sen her şeye kâdirsin.” (Al-i İmran, 3/26)

Bir milletin, onları temsil edebilecek melikleri yok ise, o millet dağılmaya mahkumdur. Melikler kalblerini, Mâlikleri olan Allah’a bağlamamışlarsa yine o millet uzun süre ayakta duramaz. Burada, sanki, bir taraftan irade göstermeme zilleti, diğer taraftan da sadece iradeyle ortada kalma gibi bir mahrumiyet ifade edilmiş oluyor. Gösterilen irade, hakimiyetimizin simgesi olacak; ve her işde Cenâb-ı Hakk’a iltica ile de hâkimiyetimiz korunacak. İşte bu dengeyi bulma kader ve irade meselesini ve bilhassa kaderin üçüncü buudu olarak söylediğimiz, meşiet-i ilâhî meselesini tam anlayıp kavramaya bağlıdır.

Buraya kadar naklettiğimiz âyetlerde gördük ve anladık ki, meşiet bütün hayatı çepeçevre sarmış ve ihata etmiştir. Evet, O’nun dilemesi ve meşieti her şeyi kuşatmıştır. Yokluk dahi O’nun meşietinin, o yönde tecelli etmesine bağlıdır. O فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ yani istediğini yapan tek hâkimdir. O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey olamaz.

Meşiet bazen merhamet, bazen de azap istikâmetinde tecelli eder. İşte şu âyet bize bu hakikati ders veriyor:

10) رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ إِنْ يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ أَوْ إِنْ يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَكِيلاً “Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder. (Ey Habibim) Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.” (İsra, 17/54)

“Rabbiniz sizi herkesten daha iyi bilir. Çünkü insanı O yaratmıştır.. ve O, insana şah damarından daha yakındır.” (Kâf, 50/16) “Kalbî meyilleriniz ve başkasından gizlemeye muvaffak olduğunuz düşünceleriniz Allah katında malumların en malumudur. Sizin arzu ve isteklerinizi bildiği için O, zâhire göre değil sizin bu durumunuza göre muamele eder. Bu durumda da isterse size azap eder isterse sizi rahmetiyle yarlığar.” (Bakara, 2/284)

Nebiler, hep meşiet-i ilâhîyi terennüm edip dile getirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, nebilerin bu terennüm ve şehadetlerine şöyle şahidlik etmektedir:

11) قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعاً وَلاَ ضَرّاً إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَاْ إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim.” (A’raf, 7/188)

Ben kendime ne zarar ne de fayda getirebilirim. Değil başkasına faydalı veya zararlı olmak, kendi öz nefsime dahi fayda veya zararım söz konusu değildir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği müstesna. Yani her işte olduğu gibi, benim kendime fayda veya zarar getirmemde de esas olan Allah’ın meşietidir…

Allah Resûlü, meşiet-i İlâhîye o kadar teslimdir ki, bir gün şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz.” Sahabi sorar: “Sen de mi Ya Resûlallah!” Cevap verir: “Evet, ben de; ancak; Rabbim’in beni rahmetiyle kucaklaması ve her tarafımı rahmetiyle sarması neticesinde kurtulabilirim.”[4]

İşte Allah Resûlü’nün ölçüsü ve bize öğrettiği budur. Herkes kendi manevî enini ve boyunu bu ölçüye göre değerlendirmelidir.

Evet bir peygamber dahi “meşîet” karşısında böyle olursa, diğer insanlar nasıl olmalıdır düşünülsün… Bu anlayış ve teslimiyet iledir ki insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar… Ve başı semanın ufuklarında dolaşır. Şimdi “dünya kadar hayır işledim. Yerim herhalde cennettir”, “cennete bizim gibiler girmeyecek de kimler girecek?”, gibi kibir ve gurur ifadelerini tekrar edip duranlara, yukarıdaki hadîsi ve Peygamberimiz’in (sav) bir peygamber olduğu halde sergilediği tavrı örnek almalarını tavsiye ederiz. Demek ki meşîete gösterilen teslimiyet, insanı kibir ve gururdan da kurtarmaktadır. Öyleyse mü’min, bütün işlerini meşîet ağırlıklı, meşîet yörüngeli kabul etme mecburiyetindedir.

Zira, Cenâb-ı Hakk’ın meşîeti, her şeyi zahir ve batınıyla kuşatıp içine almıştır. O’nun meşîeti haricinde birşey düşünmek imkânsızdır.

Evet, ilâhî meşîeti, istenen ölçüde anlamak da belli bir seviye işidir. Bu seviyeyi yakalayamayanların “meşîet” meselesini anlayıp idrak etmeleri imkânsız denecek kadar zordur. Zaten bütün peygamberlerin, içinde yaşadıkları toplumlarla çatışmaya düştükleri hususlardan birisi de bu meseleyi o toplumların anlayamamaları değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet, “meşîet”i değişik vecheleriyle peygamberler ve kavimlerden misaller vererek izah etmektedir. Kur’ân’a göre bu konunun itikadî, tasavvurî ve amelî pek çok buudları vardır. Hz. Nuh (as) da bu konuda ayrı bir misaldir. Kur’ân Hz. Nuh’a başkaldırmış bir cemaati, onun tehditlerini hafife alanları bizlere anlatırken der ki:

12) قَالُواْ يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ “Dediler ki: ‘Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin. Hem bizimle mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getir!” (Hûd, 11/32)

Bunun üzerine Hz. Nuh onlara şu karşılığı verdi:

قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُم بِهِ اللهُ إِنْ شَاءَ وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ % وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنْصَحَ لَكُمْ إِنْ كَانَ اللهُ يُرِيدُ أَنْ يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O sizin Rabbinizdir. O’na döndürüleceksiniz.” (Hûd, 11/33-34)

İşte bu ifadeleriyle Hz. Nuh, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesinin her şeyin üstünde olduğu hakikatine işaret ediyor ve kavmine şöyle demek istiyordu: O azabı, başınıza musallat edecek ben değilim. Zaten ben dilediğime azab edebilseydim -ki bu elimden gelmez- hiç kimsenin itiraza takati kalmaz ve imtihan sırrı yok olurdu. Halbuki siz Allah’ın verdiği cüz’î iradenizi kullanarak ya teslim-i silah edecek veya yüz çevireceksiniz. Ayrıca, eğer O sizi imtihan ederek saptırırsa, benim sözlerim birer cevher olsa da -ki aslında her nebinin sözleri birer cevherdir- yine de size faydası olmayacaktır. Çünkü O’nun meşieti bütün takdir ve tekliflerin üstündedir. O Rabbinizdir. Dilediğini, dilediği gibi evirir çevirir. Siz istemeseniz de neticede O’na döneceksiniz. Bana gelince, benim tebliğ ve irşaddan öte elimden birşey gelmez. Meşiet karşısında ben de sizler gibiyim… Bu ve benzeri ayetler, peygamberlerin meşiet ufkunu elvan elvan resmetmektedir.

Hz. İbrahim (as) de kavmine tevhid dersi verirken meşiet-i ilâhiyeyi talim ediyordu:

13) وَحَآجَّهُ قَوْمُهُ قَالَ أَتُحَاجُّونِّي فِي اللهِ وَقَدْ هَدَانِ وَلاَ أَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِهِ إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ رَبِّي شَيْئاً وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْماً أَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ “Kavmi onunla tartışmaya girişti. (O onlara) dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâla öğüt kabul etmez misiniz?” (En’am, 6/80)

Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden endişe edici değilim. Ben ancak Rabbimin dilediği şeylerden korkarım. Yani ben O’nun hakkımda korkulacak bir hüküm vermesinden korkarım. Yoksa, bütün kâinat bela olsa başımda patlasa beni zerre kadar korkutamaz. Çünkü biliyorum ki, Rabbim dilemedikçe bana zerre kadar dahi olsa hiç kimse zarar veremez.

Hz. İbrahim de verdiği bu tevhid dersinde meşiet-i ilâhîye parmak basmaktadır.

14) Hz. İsmâil, babasının teklifine karşı: يَآ اَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ “Babacığım emrolunduğun şeyi hemen yerine getir” (Saffât, 37/102) dedikten sonra, yine meşiet-i ilâhîye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: سَتَجِدُنِي اِنْ شَاءَ اللهُ مِنَ الصَّابِرِينَ “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffât, 37/102) Yani Hz. İsmail de sabredebilmeyi, Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıyor. Ancak O dilerse ve ancak O’nun dilediği ölçüde sabredebiliriz demek istiyor.

15) Hz. Mûsa, Hz. Hızır ile seyahata çıkarken, Hz. Hızır’ın: اِنَّكَ لَنْ تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْراً “Sen benimle seyahata güç yetiremezsin” (Kehf, 18/67) demesine mukabil hemen meşiet-i ilâhîyi dile getiriyor ve şöyle diyordu:

سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللهُ صَابِراً وَلاَ أَعْصِي لَكَ أَمْراً “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.” (Kehf, 18/69)

Görüldüğü gibi peygamberlerin ifadeleri ne kadar da birbirine benziyor. Hemen hepsi de aynı duygu ve düşünceyi paylaşıyor, aynı şeyleri dile getiriyor ve her şeyi aynı ritimden söylüyorlar. Çünkü onların meşiet-i ilâhiyeye karşı tavır ve teslimiyetleri aynıdır.

16) Ve Hz. Yusuf (as) senelerden sonra kavuştuğu anne ve babasını şehre davet ederken, şöyle demiş ve meşiet-i ilahîyi nazardan uzak tutmamıştı:

ادْخُلُواْ مِصْرَ إِنْ شَاءَ اللهُ آمِنِينَ “Allah’ın dileğince güven içinde Mısır’da yerleşin.” (Yusuf, 12/99)

Nebilerden hangisine baksanız, O’nun îtikat ve düşünce silsilesi içinde meşietin gergef işlenir gibi ele alındığını ve işlendiğini görürsünüz. Tabiî bunu nebilere de Cenâb-ı Hak talim etmiştir.

İlâhî meşiet her şeydir ve insan iradesine göre esastır. Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir.

 


[1] Buharî, Nikah 119, Cihad 23; Müsned, II, 229, 275, 506
[2] Ebu Davud, Edeb, 106
[3] Buharî, Bed’u-l’Halk, 6; Müslim, Birr, 157
[4] Müslim, Sıfatu’l-Münafıkîn, 76
 

Hadîs-i Şeriflerde Meşiet-i İlâhî 5 dk.

1) Ahmet b. Hanbel’in, Hz. Aişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var. Tufeyl diyor ki:

“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum. Onlara: “Siz kimsiniz?” diye sordum. Onlar da “Biz Yahudi cemaatiyiz” dediler. Ben de “Siz ne güzel bir cemaatsiniz. Keşke Uzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz” dedim. Bunun üzerine onlar da: “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke اِنْ شَاءَ اللهُ وَاِنْ شَاءَ مُحَمَّدٌ (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz” cevabını verdiler.

Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm. Onların yanına gittim. Kim olduklarını sordum. Nasara olduklarını söylediler. Ben de yine: “Siz ne güzel cemaatsiniz. Keşke Mesih Allah’ın oğlu demeseydiniz” dedim. Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz” dediler. Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz. Aişe’ye naklettim. O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış. Efendimiz beni çağırarak, “Bu rüyayı kimseye anlattın mı?” diye sordu. Ben de: “Anlattığımı söyledim.” Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitde toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: “Ey insanlar şimdiye kadar size bir meseleyi haya ifadesi olarak söylememiştim. Sizin bu sözünüz beni mes’ul etmese de sizi sorumlu hale getirir. Sakın bundan böyle, “Allah ve Muhammed dilerse” demeyin. Belki “Allah dilerse”, deyin. “O tektir ve O’nun şeriki yoktur” dedi.”[1]

Bu hâdise ve hadîsden de anlıyoruz ki, meşiet-i ilâhi esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz. Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir.

2) Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi. Efendimiz hemen ona: “Böyle deme. Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de” diye ferman etti.[2]

İşte Resûl-i Ekrem (sav) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu.

3) Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: اللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım. Kalbimi dininde sabit kıl.”[3]

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Resûlü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor. Aldığı cevap aynen şu oluyor: القَلْبُ بَيْنَ أَصْبَعَينِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir.”[4]

Nevvas b. Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir:

مَا مِنْ قَلْبٍ اِلاَّ بَيْنَ اِصْبِعَينِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمنِ اِنْ شَاءَ اَقَامَهُ وَاِنْ شَاءَ اَزَاغَهُ “Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır.”[5]

Zaten Cenâb-ı Hak da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir:

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.” (Âl-i İmrân, 3/8)

Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşietini isbat eder. Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz. Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini itiraf mânâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşiettir. Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz…



[1] Müsned, V/72
[2] Müsned, I/214
[3] Tirmizî, Kader, 7
[4] Müslim, Kader, 17
[5] İbn Mace, Mukaddime, 13

Yaratma Açısından Kaza ve Kader 10 dk.

Her şeyi yaratan Allah’tır. “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur. Biz de, amellerimiz de buna dahiliz. Onun içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de: وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır” (Sâffât, 37/96) buyurulmaktadır.

Efendimiz de bir hadîslerinde: اِنَّ اللهَ صَانِعُ كُلِّ صَانِعٍ وَصَنْعَتِهِ “Her sanatkârı ve sanatını yaratan Allah’tır”[1] ihtarında bulunmaktadır.

Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır. Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır. Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir?

İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez.. ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur. O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre bir nispet bulmak mümkün değildir. Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanı başımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür.

Yaratan Allah’tır. Kur’ân, Sünnet ve inkişaf etmiş vicdanlar bunun böyle olduğuna şahitlik etmektedir. Bu sebepledir ki, Allah Resûlü ve O’nun ümmeti olarak bizler, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için iyi şeyler yaratmasını, kendi irademize dayalı olarak değil de rahmet kaynaklı olmasını isteriz.. sadece bir fikir vermek için burada bir-iki duayı zikretmek istiyorum:

Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte Efendimiz, istihâre duası olarak bize şu duayı talim etmektedir:

اَللَّهُمَّ اِنِّي اَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ وَاَسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ وَاَسْئَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ. فَاِنَّكَ تَقْدِرُ وَلاَ اَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وَلاَ اَعْلَمُ وَاَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ. اَللَّهُمَّ اِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ اَنَّ هَذَا اْلاَمْرَ خَيْرٌ لِي فِي دِينِي وَدُنْيَايَ وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ اَمْرِي اَوْ عَاجِلِ اَمْرِي وَآجِلِهِ فَاقْدُرْهُ لِي وَيَسِّرْهُ لِي ثُمَّ بَارِكْ لِي فِيهِ وَاِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ اَنَّ هَذَا اْلاَمْرَ شَرٌّ لِي في دِيني وَدُنْيَايَ وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ اَمْرِي اَو عَاجِلِ اَمْرِي وَآجِلِهِ فَاصْرِفْهُ عَنِّي وَاصْرِفْنِي عَنْهُ وَاقْدُرْ لِيَ الْخَيرَ حَيْثُ كَانَ ثُمَّ رَضِّني بِهِ.

“Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum.. istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum. Sen’in her şeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez. Sen her şeyi bilirsin, ben ise hiçbir şey bilmem. Sen “Allâmü’l-Guyûb” (Bütün gizlilikleri bilen) sin.

Allah’ım eğer bu iş (burada işini zikreder.) benim dünya ve ahiret kazancım adına, başlangıcı ve neticesi itibarıyla hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdir buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl. Ve yine Sen biliyorsun ki, bu iş benim din, dünya ve âhiretim hesabına başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdir et. Sonra da takdirine beni hoşnut eyle…”[2]

Efendimiz bu dualarıyla bize, kadere ait bazı sırları öğretmenin yanında bizi hayra kavuşturacak ve yine bizi şerden uzak tutacak yegane güç ve kuvvet sahibinin Allah (cc) olduğunu gösteriyor. O’dur ki, şerrin kötülüğünü vicdanımıza acı acı duyurur ve bizi ondan uzaklaştırır. Hayır hakkında da içimize bir inşirah, bir meltem salar ve vicdanımız bu inşirahla dolar taşar ve biz de bütün benliğimizle o hayrı kucaklamaya çalışırız. Zaten بِيَدِهِ الْخَيرُ “Hayır O’nun elindedir.” Başkasının bize hayır vermesine veya gelmekte olan hayrı bizden uzaklaştırmasına imkan ve ihtimal de yoktur.

Hz. Yusuf’a musallat olan belayı Allah defetmiştir. Gördüğü bürhan nedir? Burada onun münakaşasını yapacak değiliz. Ancak ihlasın özü haline gelmiş bir peygamberi Cenâb-ı Hak, bir kadının şerrinden korumuş ve muhafaza buyurmuştur. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’de meselenin bu yönü anlatılırken şöyle denmektedir:

كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik. Doğrusu o bizim muhlasîn (ihlasa erdirilmiş) kullarımızdandı.” (Yusuf, 12/24)

İşte burada, kötülükle, iradenin meyli arasına Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı giriyor ve ferdi, kötülüğe meyletmekten kurtarıyor. Şu kadar var ki, Hz. Yusuf hakkında söylenen “O bizim ihlas sahibi kullarımızdandı” ifadesi, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanını celbeden Hz. Yusuf’un ihlasıdır. Bu mânâyla irtibatı bakımından Efendimiz’in şu mübârek sözleri de çok mânidar ve çok mühimdir; O, şöyle buyurmaktadır:

اَلاَ وَاِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً اِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَاِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ اَلاَ وَهِيَ الْقَلْبُ “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğunda bütün beden iyidir. O bozulduğunda da, bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalbtir.”[3]

Evet, kalbin ihlasa ermesi ve Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbetle, saygıyla dolup taşması, üst üste kavisler halinde gelen belaları defetmeye bir vesile ve vasıta sayılmaktadır.

Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîste, Efendimiz, bir dualarıyla, her şey gibi fiilleri yaratanın da Allah olduğu hususunu dikkatle hatırlatır. Bilhassa sabah namazlarında bazı imamların iftitah duası olarak okudukları bu duanın bir bölümü şöyledir:

اَللَّهُمَّ لاَ مَانِعَ لِمَا اَعْطَيْتَ وَلاَ مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلاَ يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ “Allah’ım, Sen’in verdiğini geri çevirecek yoktur; Sen’in menettiğini de verecek.. Sen’in yanında iltimas olmaz. Bütün şeref Sen’indir ve Sen’dendir.”[4]

Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimse geriye çeviremeyeceği bu duada talim edilmiş bulunuyor. Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir.

Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır. Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır. İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz. İşte bizdeki bu teslimiyet, Meşîet-i İlâhînin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve marifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor. Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz. Cenâb-ı Hak, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! (Amin).

Sözün başında da dediğimiz gibi, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir ve bunların vücud bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve yaratmasına bağlıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de bu husus tafsilatıyla ele alınmıştır. Biz sadece misal olması bakımından bir-iki âyete temas edeceğiz:

مَنْ يَهْدِ اللهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَن يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيّاً مُرْشِداً “Kimi Allah hidâyete erdirirse o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.” (Kehf, 18/17)

وَمَنْ يَهْدِ اللهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ “Allah kimi hidâyete erdirirse ancak o hidâyettedir.” (İsra, 17/97)

وَمَنْ يَهْدِ اللهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُضِلٍّ أَلَيْسَ اللهُ بِعَزِيزٍ ذِي انتِقَامٍ “Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur. Allah azîz ve intikam alıcı değil midir!” (Zümer, 39/37)

Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak her şeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur. Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum.

Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibari dahi olsa, onları mevcud iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (cc) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha suresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Allah’ım bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme” (Fatiha, 1/7) deriz. Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, sapık olanlar da Hristiyanlardır”[5] buyurmuşlardır. Mevzuyu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidâyetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir. Tâ ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!



[1] Kenzü’l-Ummâl, I/263
[2] Buharî, Teheccüd, 25; İbn Mace, İkâme, 188
[3] Buharî, İman, 39
[4] Buharî, Kader, 12
[5] Müsned, IV, 378
Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 271 other subscribers