Ahiret-Haşr
Kelime Olarak Ahiret
Ahiret lafzı, ” e-h-r” kökünden ism-i fail olan ” ahir” kelimesinin müennesidir. ‘Evvel’in karşıtı bir sıfat olan bu kelime ‘son, sonra gelen’ anlamına gelmekte olup çoğulu “evahir”dir. Ahirete, ahiret denilmesinin sebebini izah sadedinde ise iki yaklaşım vardır.
Bunlardan birincisi, ahiretin, kendisinden evvel olan dünya hayatından sonra gelmesidir.
İkinci görüşe göre ise, varlıklara ve onları kuşatan hayat boyutuna yakın olması anlamında içinde bulunduğumuz hayata dünya, uzak ve sonradan gelecek olana da ahiret denilmiştir.
Dini Terminolojide Ahiret
Ahiret, Kur’an’da dünya hayatından sonra sonsuz yeni bir hayat boyutuna ad olarak kullanılmıştır. Birinci hayat için ‘ula’ ikinci hayat için ‘ahir'(Buhari, eyman, 22; Müslim, eşribe, 142) ifadelerinin kullanması bunu göstermektedir.
Ahiret terimi kelamı eserlerde şöyle tarif edilmiştir:
Ahiret, kıyametin kopmasından başlayıp ebediyyen devam edecek olan ikinci hayattır ki, ba’s (öldükten sonra dirilme), haşr, hesap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem gibi bütün olay ve aşamaları içine alır. Esasında, her insanın ölümüyle, o insanın ahireti başlamakta ve ebediyete kadar devam etmektedir.
Buna göre insanların bir kısmı hayatın dünya boyutunu yaşarken, diğer bir kısmı da ahiret boyutu içine girmiş olmaktadır.
Kur’an; tevhid, nübüvvet ve ahiret olmak üzere tebliğinin temelini oluşturan üç esasından biri olan ahirete imanı, Allah’a imanla birlikte zikretmiştir.(Bkz. Al-i İmran suresi, 3/113,114; Nisa suresi, 4/38; Tevbe suresi, 9/19; Haşir suresi, 58/22.) Onun pek çok ayette bu iki iman esasını birlikte zikretmesi, Allah’a imanın ahiret gününe iman üzerine kurulu olup onunla tamamlandığını göstermektedir.
Ahirete iman, Allah’a imanla birlikte Tevhid inanç sisteminin temelini oluşturmaktadır. Şöyle ki, bu iki inanç unsuru birlikte olduklarında bir değer ifade etmektedir; ahiret inancı devre dışı bırakıldığında Allah’a iman da anlamını yitirmektedir.
Bu itibarla Kur’an’da ahireti inkar etme, Allah’ı inkar olarak değerlendirilmiştir.(Bkz. Ra’d suresi, 13/5.) Kur’an’da neredeyse her surede ahiretten söz edilmekte ve çeşitli vesilelerle bu hayata atıfta bulunulmaktadır. Ölüm ötesi hayata bu denli önem verilmesinin sebebi, onun Kur’an’ın temel ilke ve ana hedeflerini pekiştirmeğe yönelik en güçlü amil olmasıdır. Zira insan hayatına farklı bir boyut kazandıran diriliş inancı, ona hiçbir şeyin veremeyeceği bir anlam ve ciddiyet vermektedir.
Denebilir ki, insanı insan kılan ve onun ahlaki bir varlık oluşunu pekiştiren, onun ölüm ötesiyle ilgili böyle bir metafizik gerilim içinde olmasıdır. Uhrevi hayat gerçeği, dünyadaki bütün oluşlara yansımış var oluşun, en gerçekçi ve en derin boyutunu teşkil eder. Bu inanç kadar insan ruhunu yücelten, hayatı tanzim eden, beşeri layık olduğu mertebeye yükselten başka bir inanç yoktur.
Getirdiği ahiret inancıyla helal-haram, güzel- çirkin bilumum dünya hayatının her sahasını değerlendirmiş olan Kur’an, olumlu-olumsuz insan davranışlarının arkasında ahiret inancının rolünü açıkça işler.
Ahiret akidesinin beşerin huzur ve saadetini temin bakımından ifade ettiği önem her türlü izahın üstünde bir değere sahiptir. Bunları birkaç madde halinde şöyle özetleyebiliriz:
a-Ahiret gününe inanan insanın ümidi daima tazedir; asla ümitsizliğe düşmez. Bu iman, onu maruz kaldığı her türlü musibet ve hastalığa karşı tahammül etmeğe muktedir kılar. Çünkü böyle birisi, bunların hepsinin Allah’tan olduğunu ve dünyada bunlara rıza ile katlandığı takdirde bunların hepsinin karşılığını Allah’ın ahirette vereceğini bilir ve rahatlar.
b- Yakınlarının bir bir ölüp gidişi karşısındaki bir insanı ancak, öldükten sonra dirilmeye inanmak teselli edebilir. Ve yine adım adım ölüme yaklaştıklarını gören hastaları ve ihtiyarları ancak bu inanç rahatlatabilir.
c- Bir insanın, gerçek anlamda vazife ve sorumluluk şuurunun gelişmesi de, küçük-büyük bütün amellerinin hesabının görülebileceği bir ahiret yurduna inanmasına bağlıdır. Ancak bu inanca sahip insanlara ‘İstediğini yap!’ denebilir. Zira bu anlayıştaki bir insanın, ötede kendisini mahcup edip yere baktırmayacak işler yapma lüzumunu duyacağı muhakkaktır. Yine bu inanca sahip bir kişi ‘Kıyamet gününde bütün yaptıklarımı onume çıkaracak bir kitap hazırlanmaktadır.’[1] diyerek adımını hesaplı ve dikkatle atacaktır.
Sözgelimi; konuştuğu her bir sözün teybe alınıp sonra üst makam tarafından dinleneceğini bilen bir memurun dikkati ile böyle olmayanın hassasiyeti bir olmaz. Sözün özü, ‘ahiret günü akidesi, vazife ve mes’uliyet fikrinin en büyük kefilidir.’
d- Kur’an’da bu rükne önem atfedilmesinin bir diğer hikmeti de bu akidenin, toplumun ıslahında lüzumlu bir ilke olmasıdır. Metafizik gerçeklere inanmayan Voltaire dahi bunu itiraf etmek mecburiyetinde kalarak şöyle demiştir:
“Ahlaki prensipleri tesis eden iki esas olması bakımından ilah ve ahiret düşüncesi, hakikaten büyük bir ehemmiyet taşır.”[2]
Görüldüğü gibi Voltaire’in nazarında da bu akide, cemiyet içinde tek başına en üstün ahlaki çerçeveyi kuracak güç ve kudrettedir. Şayet bu akide ortadan kalkacak olursa, güzel iş ve faaliyetler için teşvik edici herhangi bir faktör bulamayacağız.
e- İnsan tabiatı şehevi lezzetlere ve bedeni arzulara meyillidir. Bunlar insanın mahiyetine birçok hikmetler için konulmuştur. Neslin devamı, hayatın idamesi yeryüzünün imarı vs. Ve helal dairesi geniştir, keyfe kafi gelir. İnsan, helal dairede her ihtiyacını, zevkini tatmin edebilir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ne var ki insandaki bu duygular yanlış mecralarda kullanılabilir, böylelikle de insanı haram yollara sürükleyerek hem dünyada hem de ahirette mahvedebilir.
İşte insanı böylesine büyük bir tehlikeden ancak hesap korkusu ve ceza endişesi alıkoyabilir. Buna, ‘Kanunların icrası ve elde bulunan nimetlerin gitme endişesi kifayet eder.’ denemez. Çünkü kanunların hükmü bazen infaz edilmeyebiliyor, edilse de nihai bir çare olamıyor. Ayrıca nimetin elden gitmesi de böyle bir hesap korkusuna denk olamaz. Zira bazen zora düşen kimseler, kurtuluşu kendilerini öldürmekte buluyor ve nimetin elden çıkmasına aldırmıyorlar.
Öyleyse, insanı, kendisini bekleyen zararlardan sakındıracak ve alıkoyacak caydırıcı bir kuvvetin olması şarttır. İyilik ve kötülük yolunu sadece tercih etmek kafi değildir. İnsanı bu noktada iyiye yöneltip, kötülükten uzaklaştırmaya yetecek bir tercih ettirici unsurun bulunması şarttır. Bu tercih ettirici kuvvet ise ahiret inancından başkası olamaz.
Dipnotlar
Kur’ân-ı Kerîm bizim için her meselede kendisine müracaat edeceğimiz bir kitap olduğu gibi aynı zamanda bir dua kitabıdır da. Kur’ân’ın bize öğrettiği, hayatı bütünüyle bir dua olan Allah Rasûlü’nün (aleyhi efdalüssalevât ve ekmelüttahiyyât) de cevâmiul-kelim ölçüsünde câmi, kuşatıcı, öz ve konsantre dualarından birisi de, Bakara Sûresi’nin 201. âyetinde zikredilen
رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem azabından koru!”
niyazı ve yakarışıdır. Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) âyetten muktebes bu duayı sık sık yaptığı, İmam Buharî’nin Sahîh’i başta olmak üzere, hemen bütün sahih hadîs kitaplarında geçmektedir.
Ümmet-i Muhammed olarak bizim için de bu dua, başta namazlarımızın ka’de-i âhirelerinde (son oturuş) ve daha başka zamanlarda, Fatiha Sûre-i kerîmesinden sonra en çok okuduğumuz dua olmuştur. Bu kaynaklara baktığımızda Hazreti Katâde’nin bir suâli üzerine, Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) Hazretleri’nin, Peygamber Efendimiz’in dua ederken en çok bu âyette zikredilen dua-âyetini okuduğunu ve okunmasını tavsiye buyurduğunu naklettiğini ve yine Hazreti Enes’in kendisinin de dua edeceği zaman bu duayı hiç ihmal etmediğini öğreniyoruz.
Müslim-i Şerif’te bu âyeti okuyarak dua etmenin fazileti hakkında birçok hadîs vardır. Bu eserdeki rivayetlerden birinde anlatıldığına göre, sahabe efendilerimizden birisi bir rahatsızlığa maruz kalmış, bu hastalık sebebiyle de iyice zayıflayıp bîtap düşmüştü.
Peygamber Efendimiz hastalığa maruz kalan bu arkadaşını ziyarete gidip durumunu gördüğünde ona, “Sen dua ettiğin zaman nasıl dua ediyorsun, Cenab-ı Mevlâ’dan ne talep ediyorsun?” diye sordu. O zât da, “Allahım! Şâyet beni âhirette bir husustan dolayı cezalandıracaksan, benim cezamı ta’cil buyur ve beni şimdi cezalandır, diye dua ediyorum.” dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o zaman, “Fesübhanellah! Buna nasıl tahammül edebilirsin!” buyurdu. Ardından da “‘Allahım, bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem azabından koru!’ şeklinde dua etmeli değil miydin?” buyurdular. Daha sonra Efendimiz o sahabîye dua ettiler; o zât da Allah’ın izniyle şifa buldu.
Efendiler Efendisi (aleyhi ekmelüttehâyâ) bu tavrıyla hem o sahabiye hem de bütün ümmetine, sebebi ne olursa olsun, Cenab-ı Hak’tan ceza, belâ ve musibet istememelerini bilakis dünyada da âhirette de sıhhat, afiyet ve saadet vermesi için yalvarmalarını ta’lim buyurmuş oluyordu. İşte üzerinde durmaya çalıştığımız bu dua, Allah Rasûlü’nün fem-i mübarekinden düşmemiş sıhhat ve selâmet duasıdır; onun için O Kutlu Nebî’ye ümmet olma seçkinliğine ermiş kutlular da bu duayı çok tekrar etmelidirler.
Âyette Zikredilen ‘Hasene’den Murad Nedir?
Hemen hemen bütün müfessirîn-i kiram bu âyette geçen ‘hasene’ kelimesiyle neyin kastedildiğini, dolayısıyla da Cenab-ı Hak’tan dünya ve âhiret için iyilik ve güzellik dile(ni)rken nelerin mülâhazaya alınması gerektiği üzerinde bir hayli durmuşlar ve değişik yaklaşımlar ortaya koymuşlardır.
Söz gelimi tâbiinin büyüklerinden Hasan el-Basrî Hazretleri’ne göre buradaki haseneden maksat “ilim ve ibadet”tir. Yine onun, “Dünyada hasene, helâl rızık ve faydalı ilim, âhirette hasene de Cennet’tir.” dediği rivayet olunmuştur. Büyük imamlardan Süfyan-ı Sevrî de aynı düşünceye kâil olanlardandır. Âhirette hasenenin Cennet mânâsına geldiği daha başka tefsircilerden de nakledilmiştir. İlk tefsircilerden Taberî (rahmetullahi aleyh) de yaklaşık olarak aynı şeyi söylemiş ve “Dünyada hasene, Allah’ın yüce kitabını anlamak ve ilim sahibi olmaktır.” demiştir.
Kur’ân tefsirinde önemli bir yeri olan ve tâbiinin önde gelen müfessirlerinden Katâde’ye göre, Efendimiz’in bu duasında geçen hasene; sıhhat ve afiyet demektir ve dünyada ve âhirette hasene istemek, her iki cihanda afiyet içinde bulunmayı dilemek mânâsına gelir. Katâde, bu dua ile Cenab-ı Hakk’a yalvarıp yakaran kulların aslında Allah’ın salih ve mukarreb kullarının Rabbilerinden diledikleri ne varsa, hepsine tâlib olduklarını söylemiştir.
Sa’lebî, İmam Süddî ve İmam Mukâtil’in, dünyada hasenenin bol ve helâl rızık, âhirette de bağışlanma mânâsına geldiğini söylediklerini nakleder. Atiyye de, “Dünya iyilik ve güzelliği ilim elde etmek ve o ilimle amele muvaffak olabilmek, ahiretin iyilik ve güzelliği de hesabın kolaylığı ve Cennet’e girebilmektir.” demiştir.
Yine bazı müfessirler, “Cenab-ı Allah, kimi İslâm ve Kur’ân’la tanıştırmışsa, ona bir aile, evlât ve geçimini sürdürebileceği kadar mal-mülk vermişse, o kimse dünya ve âhiret güzelliğine nâil olmuş sayılır.” demişlerdir. Keşşaf sahibi Zemahşerî ise, Hazreti Ali’nin (radıyallahü anh), “Dünyada hasene saliha bir eş, âhirette de hûriler mânâsına gelir.” şeklindeki yorumuna yer vermiştir. Hazreti Ali Efendimiz’den böyle bir söz sâdır olmuşsa bile, bu, büyük müfessir allâme Hamdi Yazır’ın da işaret ettiği gibi konunun bir misâlle açıklanması olarak anlaşılmalıdır. Feyzu’l-Kadîr sahibi el-Münavî ise, “Dünyadaki hasene, Cenab-ı Allah’ı razı ve hoşnut edecek amellere muvaffak olmak demektir.” der.
‘Hasene’, Umumî ve Kuşatıcı Bir Kavramdır
Evet, âyet-i kerîmede zikredilen ve dua ikliminin sultanı Efendimiz Hazreti Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) çok tekrar ettikleri bu mezkur duada geçen ‘hasene’ tabiri, ister dünya için isterse âhiret için düşünülsün, umumî ve câmi (kuşatıcı) bir kavramdır. Onun için de, yukarıda geçen mülâhazaların hepsini kabul edip onlara saygı duymak; bununla beraber dünyada ve âhirette iyilik denildiği zaman onlardan sadece birini veya birkaçını düşünmenin de konuyu daraltmak ve himmeti düşük tutmak olduğunu bilmek gerekir.
Durum böyle olunca, anlam ve yorum çerçevesi oldukça geniş olan âyeti, bir şeye inhisar ettirerek daraltmaya çalışmak, kendi alanımızı daraltmak ve işi zorlaştırmak mânâsına gelir ki, bu, dinimizin de tasvip etmediği bir davranıştır.
Büyük müfessirlerimizden İbn-i Kesîr, ele almaya çalıştığımız âyet-i kerîmeyi değerlendirirken bu hususa dikkat çekmiş ve, “Dünyada hasene dediğimiz zaman, sıhhat, afiyet, geniş bir ev, iffetli bir eş, salih bir evlât, geniş rızık, sağlam bir binit ve saygın bir insan olma… gibi meşrû çerçevedeki dünyevî taleplerin hepsini murad etmiş oluruz. Yine âhirette hasene dilediğimiz zaman onun üst mertebesi olan Cennet’e girebilme, kıyametin ve devamında gelen sürecin endişelerinden emin olma, hesabın kolay olması… gibi âhirete taalluk eden hususları istemiş oluruz.” der. Ona göre “Dünyada iyilik ve güzellik, ahirette de iyilik ve güzellik” cümlesi kapsamlı bir tariftir ve efradını câmî olduğu gibi ağyârını da mânîdir. Dolayısıyla bütün yorumcuların ortaya koyduğu düşünceleri de içine almakta ve topyekün şerleri dışarıda bırakmaktadır.
Sadece Dünya İçin İsteyenlerin Âhirette Nasibi Yoktur
Burada son olarak zikretmek istediğimiz bir husus da şudur: Konumuza esas teşkil eden âyet-i kerîmenin bir öncesindeki âyette, yani Bakara Sûresi’nin 200. âyet-i celîlesinde, Cenab-ı Allah mealen; “İnsanlardan bazıları vardır ki, ‘Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!’ derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur.” buyurur.
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri, Bakara Sûresi’nin 200 ve 201. âyetleri üzerinde dururken, asıl hasenenin akıl, basiret açısından ve neticesi itibariyle güzel olan haseneler olduğuna temas eder. Bunun için de gerçek ve nâmütenahî âhiret hayatını unutarak, mal-mülk, şan-şöhret, nam-nişan, makam-mansıp gibi sadece dünya güzelliklerini istemek akıl kârı değildir. Bu talebi dillendirenler temelde neyin hasene olduğunu neyin de olmadığını idrak edememişler demektir. Bu ise, ciddi bir idrak zaafıdır; onun ötesinde idraksizlik sayılır. Buna karşılık basiret sahipleri, işin önünü-arkasını, başını-sonunu gözeterek, “Ey Kerîm Rabbimiz! Bize hem dünyada hasene, hem ahirette hasene ver!” derler. Hattâ bu kadarla da yetinmeyip, Cehennem azabından korunmayı da dilerler.
Bizim de keremine hudut olmayan Kerîm Rabbimizden evvel-âhir niyazımız, bizi hem dünyada hem de âhirette güzelliklere gark etmesi, burada ve ötede rüsvay olmaktan muhafaza buyurması ve hoşnut olduğu kullar arasında cemâlini müşahede edebileceğimiz Cennet’ine almasıdır.
Bu hususu maddeler halinde sıralayacak olursak;
- Ahireti inkarın, insan üzerindeki olumsuz tesiri son derece büyüktür. Ölümü bir ‘yok olma’ kabul eden bir insanın, zihninde kat’iyen bir güven ve sükunet oluşmaz. Şöyle ki, ebedi bir hayat düşüncesine sahip olmayan bir kimsenin, her gün hayat takviminden bir yaprağın kaybolması karşısında içinde beliren ‘unutulma ve mahvolma’ düşüncesi, onun kalbine bir ok gibi saplanır ve onu tarifi mümkün olmayan bir ıztıraba sokar.
- Ahiret inancı olmayan birisi için, -her ne yol ve usulle olursa olsun- dünyada en güzel ve tek doğru şey menfaat teminidir. Çünkü onun önünde artık, özlemini duyacağı başka bir şey yoktur. Bu anlayışının sonucu olarak da o hep başkalarının hakkını yiyecek, hukukunu çiğneyecek ve fesat çıkaracaktır. Kısaca, hilelerin her türlüsüne ve en kötüsüne başvurmaktan çekinmeyecektir.
- Ahireti inkar edenlerin kendilerini gösteriş ve riyakarlıktan uzak tutmaları da mümkün değildir. Çünkü onlar, dünyevi menfaatlere ulaşmak için her bir zillete katlanmaya çoktan razıdırlar.
- Yine ahirete inanmayanların gözünde suç ve günah kavramlarının da bir değeri yoktur. Bunların değeri ancak, çıkarlarına bir zarar söz konusu olduğu zaman vardır; iyilikler ve hayırlar aptallığın kendisidir, eğer kötülük kendileri için bir tehlike doğurmuyorsa, onlar için bir mahzuru yoktur. Bütün bu sebeplerden ötürüdür ki, Kur’an, terbiye etmeğe çalıştığı insanda ilk önce ahiret endişesi oluşturmaya çalışır. Zira, gelişen olaylara dikkatle baktığımızda, adeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırmaların temelinde ‘ahireti hesaba katmadan yaşama fikrinin’ yattığını görürüz.
Nitekim Kur’an bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Hayır, doğrusu onlar ahiretten korkmuyorlar.” (Müddessir suresi, 74/53)
Kabir Hayatı
Ölümden sonraki hayat iki aşamada gerçekleşecektir. Bir diğer ifadeyle insan, ölümden sonra iki alemden geçecektir. Birincisi dünya gibi sona erecek olan kabir âlemi[1], diğeri, hiç bir şekilde sona ermeyecek olan ahiret alemidir.
Kabir hayatı, berzah hayatı diye de anılır. Berzah, kelime itibarıyla, iki şey arasındaki perde, set ve engel demektir. Istılahı olarak ise; ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları alem, kabir âlemi, dünya ve ahiret arasındaki koridor, bir bekleme salonu manalarına kullanılmaktadır.
Berzah, dünyayla ahiret arasında bir köprüdür. Nitekim bu ifade Kur’an’da hem kelime anlamında hem de ıstılah anlamında kullanılmıştır.[2]
Kur’an’da kabir azabının varlığına işaret eden birçok ayet vardır. Bunlardan Mu’min suresinde geçen bir ayette şöyle buyrulur:
“… Onlar (Firavun ailesi) sabah-akşam ateşe arz edilirler. Kıyamet koptuğu gün de, (görevli meleklere) ‘Firavun’un adamlarını azabın en ağırına sokun!’ denilir.”[3]
Bu ayette gayet açık bir şekilde Kıyamet kopmadan önceki bir azaptan söz edilmektedir ki, bu kabir azabından başka bir şey değildir. Firavun ailesinin ateşe arz edildiklerinin bildirilmesinden sonra, arkadan/kıyamet koptuğu gün de …’ şeklinde gelen ifade bunu teyit etmektedir.
İnsanın ölümüyle kabir hayatının başlayacağının bildirildiği bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur:
“Kabir (berzah), ahiret duraklarının ilkidir. Orada kurtulana ondan sonrası daha kolaydır. Eğer orada kurtulamazsa ondan sonrası daha zordur.” (Tirmizi, Zühd 5.)
Her insan ister normal bir ölüm sonucunda toprağa verilmiş olsun, ister boğularak denizde kalsın, ister yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatını yaşayacak ve arkasından diriltilecektir. Bu ara alemde inkarcılar acı ve sıkıntılı bir hayat, inananlar ise amellerinin durumuna göre mutlu ve sıkıntısız bir hayat geçireceklerdir.(Bkz. Tirmizi, Cenaiz 70.)
Hadislerde, münker ve nekir adlı iki meleğin insanlara ‘Rabbın kimdir? Peygamberin kimdir? Kitabın hangisidir?’ şeklinde sorular yönelteceği ve alacakları cevaplara göre onlara muamele edeceği, haber verilir.(Bkz. Tirmizi, Cenaiz 70; Müsned, 3/126.)
Kabir azabını kabul etmeyenler, “Organizma halindeki canlıya ancak azap edilebilir.” veya “Azabı ancak canlı duyabilir, terkip bozulunca ölü azap duymaz.” tarzında itirazlarda bulunurlar. İnsan, sahip olduğu hayat şeklinin hep bu terkiple (organizmayla) olduğunu görüp durduğu için, hayat için, organizmayı ‘olmazsa olmaz’ sanıyor. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın bu terkibe ihtiyaç bırakmayan farklı bir hayat şekli yaratabileceğini düşünemiyor.
Esasında insanın bilgi ve idrak sınırlarını aşan bir hayat boyutunu ifade eden kabir hayatı konusunda yapılması gerekenin en doğrusu, -o hayatın ve oraya ait azabın keyfiyetiyle meşgul olmadan- Allah ve Resulü’nün verdiği haberleri tasdik edip orası için hazırlıklı olmaktır.
Haşir ve Mahşer Ahvali
Lügatte, toplamak, bir araya getirmek ve sevk etmek manalarına gelmekte olan haşir, dini bir ıstılah olarak, ‘Kıyamet gününde dirilişi müteakiben bütün yaratıkların toplanmasını ve toplanma yerine sevk edilmesini’ ifade etmektedir. Kur’an, haşrin, bütün insanların bir araya toplandığı(Hûd suresi, 11/103.) ve gerçekte kimin kazanıp kimin aldandığının ortaya çıkacağı bir gün olduğunu bildirir.(Bkz. Teğabun suresi, 64/9.) Yine Kur’an’a göre, haşir yerinde (mahşerde) toplanacak olan insanların görecekleri muamele, dünyadaki yaşayışlarına göre olacaktır.
Nitekim Kur’an’da, burada Allah’tan yüz çevirenlerin o gün kör olarak haşrolunacağı, kafirlerin yüzlerinin siyah ve kederli, mü’minlerinkinin ise parlak ve sevinçli olacağı(Bkz. Al-i İmran suresi, 3/106-7; Abese suresi, 80/38-43.) haber verilir. (Taha suresi, 20/124-126.)
Mahşerde haşrolunacakların durum ve ahvaliyle ilgili Allah Resulü’nden (aleyhissalatu vesselam) varid olan hadislerde ise mahşerin beyaz ve parlak bir düzlük olduğu, insanların çıplak, yalınayak, sünnetsiz ve kusursuz olarak haşrolunacağı bildirilir.[4] Kıyametin kopması ve dirilişin vuku bulmasından sonra mahşerin safhaları başlar. Bunları sırasıyla kısaca ele alalım.
Amel Defterlerinin Dağıtılması
İnsanların mahşer denilen alanda bir araya getirilmesinden sonra, kendilerine dünyada iken sarf ettikleri her bir sözün ve yaptıkları her bir işin kaydedildiği ‘amel defterleri’ dağıtılır. Bu defterlerin mahiyeti bilinmemektedir. Bu itibarla onların bu dünyadaki defterlere benzetilmesi isabetli bir yaklaşım değildir. Melekler tarafından tutulmuş bu defterler/kayıtlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur:
“(Artık) kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün. ‘Vay halimize’ derler, bu nasıl bir kitapmış; küçük-büyük bir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. (Onlar) böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf suresi, 18/49)
Kur’an-ı Kerim, amel defterlerinin cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan veya arkadan verildiğini bildirir. Defteri sağdan verilenlere ‘ashab-ı yemin’, soldan veya arkadan verilenlere ise, ‘ashab-ı şimal’ adı verilir. Defterlerin sağdan verilmesi iyi bir sonucun, soldan verilmesi de azabın habercisidir.(Bkz. İnşikak suresi, 84/7-11.)
Hesap ve Sual
Mahşer yerinde herkesin Allah nezdindeki yerine ve derecesine göre uzun yahut kısa süren bir bekleyişi olacaktır. Burada insanlar, aracı olmaksızın Allah tarafından hesaba çekilecektir. Hadis-i şeriflerde mü’minlerin sorulan sorulara kolaylıkla cevap vereceği bildirilirken, inkarcıların ise, inceden inceye bir hesap ve sorgulamadan geçirileceği haber verilir.(Bkz. Buhari, Rikak 49; Müslim, Zekat 20.)
Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, gerektiğinde insanların uzuvları (Bkz. Fussilet suresi, 41/21.) ve yeryüzü de insanın yaptıklarına şahitlik edecektir.(Bkz. Zilzal suresi, 99/4.) Zerre miktar hayır işleyenin mükafatını, kötülük işleyenin cezasını göreceği sorgu ve hesap sırasında insanlar, şu beş şeyin hesabı sorulmadan bırakılmayacaklardır:
- Ömrünü nerede tükettiği,
- Gençliğini nasıl geçirdiği,
- İlmini hangi yolda kullandığı ve onunla nasıl amel ettiği,
- Malını nerede kazanıp nerede harcadığı,
- Bedenini nerelerde kullanıp yıprattığı.(Bkz. Tirmizi, sıfatu’l-kıyame 1.)
Mizan
“Biz Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu (bu teraziye) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” (Enbiya suresi, 21/47)
Sırat
Kevser Havzı
Dipnotlar
1. Kainatta Abes ve Tesadüfe Yer Olmayışı
İbretler ve hikmetlerle dolu olan bir alemin, hedefi olmadan yok olup gitmesi düşünülemez. Eşya ve hadiseleri dikkatle inceleyen herkes, her şeyin üstünde Yüce Yaratıcının hikmet mührünü ve izlerini görecek ve rahatlıkla bu alemin başıboş olmadığına ve bir hedef ve gayesinin olduğuna hükmedecektir.
Dünyaya anlam kazandıran ahirettir. Zira, harekete anlam veren maksattır. Ebedi olan ahiret alemi olmasaydı dünyanın gerçek maksat diyebileceğimiz nihai bir maksadı olmazdı ve her şey gezip dolaşma cinsinden boş yere bir dönüp-durma olurdu.
Bunun içindir ki, Kur’an Cenab-ı Hakk’ın, varlığı kendisi için bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadığını ve böyle bir şeyin O’nun şanına da uygun düşmeyeceğini vurgulayan şu ifadelere yer verir:
“Elbette biz göğü, yeri ve bunların aralarında olan varlıkları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! (Faraza) yapacak olsak, öyle yapardık.” (Enbiya suresi, 21/16, 17.)
Kainattaki eşsiz nizamı ve onda tezahür eden mükemmelliği nazarlarımıza arz etmek suretiyle düşünceyi harekete geçiren Kur’an-ı Kerim, varlığın her bir cüz’ünün bir hakikat/gerçek üzere yaratıldığını(Bkz. Yunus suresi, 10/5-6.) ve bu hakikat üzere kuruluş ve yaratılışın da, ölüm sonrası yeni bir hayatın varlığını düşündürme ve inandırmaya matuf olduğunu bildirir. Önemle üzerinde durduğu bu husus bir ayette şöyle ele alınır:
“Gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükselten, sonra da arş üzerine istiva eden Allah’tır. (O Allah ki,) Güneş’i ve Ay’ı iradesine boyun eğdirmiştir. Her biri belli bir vakte kadar akıp gitmektedir. Rabbinizle karşılaşacağınıza yakinen inanasınız diye, O, (mevcudatın) işini (işte böyle) düzenler (ve) ayetleri (ni böyle) ayan-beyan açıklar.” (Ra’d suresi, 13/2)
Hem görüyoruz ki, bu dünyanın kemali yoktur; geçici, devamsız, kararsız ve değişkendir. Alemlerin Rabbi Yüce Allah’ın ebedi ve muhteşem rububiyeti, muazzam ve kuşatıcı hakimiyeti böyle bir dünya üzerinde kurulamaz ve duramaz. Demek ki, Ona layık daimi, kararlı, zevalsiz, mükemmel ve muhteşem başka bir diyar gerekir. O halde Yüce Allah’ın başka bir baki memleketi vardır ve insanı onun için çalıştırmaktadır.
2. İnsan Ruhunda Bulunan Sonsuz Yaşama Arzusu
İnsan ruhundaki sonsuzluk arzusu, ahiretin varlığını gösteren çok kuvvetli psikolojik bir delildir. Su ile susayan insan arasında özel ve deruni bir alakanın bulunması gibi, insanın da ruhunda ebedi bir hayat arzusunu hissetmesi, esasında böyle bir şeyin mevcudiyetine büyük bir delil teşkil etmektedir. Bu psikolojik arzu, akıbetimizin ahiret gerçeğiyle olan alakasını kuvvetlendirmektedir.
İnsanlık tarihi, ondaki bu fıtri duygunun tezahürlerini gösteren örneklerle doludur. Aslında insanın düşünmeden ilk bakışta ‘bir yok oluş’ gibi telakki ettiği ölümden ürkmesi bile, onun bu ebediyet duygusuna olan derin arzusundan kaynaklanmaktadır. Fıtrattan yükselen bu ses, insanın ebed için yaratıldığını gösterir. Her insan, kendinde yok olmayı istemeyen bu fıtri duyguyla, gelip geçici iğreti bir hayat için değil de, ebedi, yok olmayan bir hayat için yaratıldığını hisseder ki, bu his ve şuur da fani bir hayattan sonra ebedi bir hayatın varlığının açık bir işaretidir.
En kötü var olma bile yokluktan iyidir. Filozof M. Unamuno, yok olmanın kör talihinden kurtulup var olmaya devam edebilmek uğrunda, insanların her türlü işkenceye katlanabileceğini şu çarpıcı sözüyle dile getirir:
“Yok olmaktansa, ebediyyen Cehennem’de yanmaya razıyım, çünkü hiçbir şey bana, yokluğun kendisi kadar korkunç görünmemiştir.”[1]
Bir başka alemde de olsa, hayatın ebediliğini arzu etmek, insanların ruhunda hafife alınması mümkün olmayan güçlü bir duygudur. Şüphesiz ruhumuzun derinliklerinde şiddetle arzulayıp duyduğumuz bu duygu, insanlığın varlığında mevcut asli/fıtri bir duygunun yankısı mahiyetindedir.
Sonuç: Maddi yönüyle bile insanı tatmin edip cevap veremeyen dünyanın, onun hayal ve ebedi yaşama arzusu gibi kainatı kuşatacak istidat ve kabiliyetlerine cevap vermesi düşünülemez. Öyleyse dünyada bu duygularının karşılığını göremeyen insan, onların karşılığını başka bir alemde görecektir.
Kur’an, ahiret hayatının gerçekleşmesini bir kısım mühim sebeplere de bağlar. Bunları sırasıyla kısaca ele alıp inceleyelim:
1. Ubûdiyetin/Kulluğun Karşılığının Verilmesi
İnsanın yaratılışının önemli gayeleri vardır ve bu yaratılışta Yüce Yaratıcı’nın pek çok hikmetlerinin olduğu açık bir gerçektir. Sürekli değişen ve her an yenilenen bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyin bir noktaya bir sona doğru seyrettiğini görüyoruz ki, varılacak bu son nokta, yaratılış gayesinin ve bu istikametteki çabaların anlam kazanacağı ahiret hayatından başkası değildir.
Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, Allah’ın, salih kullarının amellerini karşılıksız bırakması, -O’nun hikmetine münafi bir durumun ortaya çıkması demek olacağından- düşünülemez. Zira böyle bir durumda, hayır ve şer, iyilik ve kötülük farkı ortadan kalkacak; iyi ile kötü arasında mücadele veren insanın çabası bir anlam ifade etmeyecektir.
Öyleyse, insanların yapmış olduğu salih amellerin karşılığını görebilmeleri için, ölüm sonrası bu hayatın ötesinde başka bir hayatın varlığı gerekmektedir. Bu itibarladır ki, Kur’an iyilik ve güzellik sergileyenlerin karşılığının yine aynı şekilde bir iyilik ve güzellik olacağını hatırlatır:
“İhsanın (iyiliğin, güzelliğin) neticesi ondan başka bir şey mi olacaktır?” (Rahman suresi, 55/60)
Dünyada nefsini haramlardan Allah için koruyan, helalin idraki içinde yaşayan ve hak-hakikat için her türlü külfete katlanan bir şahsın fedakarlıkları için Yüce Allah’ın bir mükafat vermemesi mümkün müdür?
Nitekim Kur’an, Rablerine yönelip “Bize va’dettiğin mükafatları lutfet.” (Al-i İmran suresi, 3/194) diyen kullarına Allah’ın icabetinin şu şekilde olduğunu bildirir:
“Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, benim yolumda işkenceye, ziyana uğrayanların yine benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin elbette kusurlarını örtecek ve onları Allah tarafından mükafat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. (Şu bir gerçek ki) en güzel mükafatlar Allah’ın yanındadır.” (Al-i İmran suresi, 3/195)
Yine bu münasebetle Mürselat suresinde Yüce Allah, -yaratılış maksat ve istikametinde kulluklarını eda edenlerin bu davranışlarına karşılık olarak- bütün güzellik ve nimetleriyle Cennet’in kendilerine verileceğini şöyle beyan eder:
“Biz, gerçekten güzel davrananları böylece mükafatlandırırız … “(Mürselât suresi, 77/44,45.)
Netice olarak diyebiliriz ki, insanın yapmış olduğu ibadetin karşılığını alması ve amellerinin gerçek değerini görmesi gibi, yaratılışa ait gayelerin gerçekleşmesi için ahiret hayatı mutlaka vuku bulacaktır:
“O gün insanlar, -yaptıklarının karşılığı kendilerine gösterilsin diye- grup grup (ilahi divana) çıkarlar.”(Zilzal suresi, 99/6)
2. Mutlak Adaletin Gerçekleştirilmesi
Eski-yeni, medeni-gayr-i medeni, bilgili-bilgisiz herkeste, dünyada iken elde edilemeyen adaletin gerçekleşmesi konusunda bu alemin ötesinde bir başka hayatın varlığına dair ilhama benzeyen gizli bir şuur hali mevcuttur. İnsan fıtratından sökülüp atılması mümkün olmayan bu şiddetli duygunun mercii, nihai tahlilde bütün asılların aslı olan Yüce Allah’tır.
Öyleyse Cenab-ı Hak, insanların fıtratına yerleştirdiği bu duygunun icabı olarak, rabbani adaletin bir gün hükmünü tam icra edeceği ve bugünkünden daha mükemmel olan bir hayat sahası yaratacaktır. Bu itibarla ‘Ceza ve mükafat olarak vicdani ıstırap ve vicdani tatmin insan için yeterlidir, bu itibarla ahiret düşüncesine gerek yoktur.’ şeklinde gündeme getirilen bir yaklaşımın tutarsızlığı üzerinde durmamız gerekmektedir.
Böyle bir yaklaşımın, ‘ahiret hayatına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırabileceğini’ ileri sürmenin makul hiçbir temeli yoktur. Sözgelimi, bir kimse suçsuz bir insanı öldürmüş ve bu öldüren de hemen bir kaza dolayısıyla ölmüşse, bu kişi o suçtan ıstırap çekmek için ne zaman fırsat bulacaktır? Veya bu şahıs, hak ve adalet gibi bir değer uğrunda savaşıp can vermişse, bu kişinin kalbinde duyması gereken itminan mükafatı ne zaman gerçekleşecektir?
Görülüyor ki, bu dünyada her suça tam tamına bir ceza ve her iyiliğe tam tamına bir mükafat verilemiyor. Bu itibarladır ki, aklın insanı ulaştırdığı en son nokta, ahiretin vuku bulmasının gerekliliğidir.
Kur’an-ı Kerim, ahiret meselesini ve onda görülecek olan hesabı, adil karşılık çerçevesinde ele alır:
- “Zerre miktar bir hayır işleyen de, şer işleyen de onun karşılığını görecektir.” (Zilzal suresi, 99/7,8)
- “Kıyamet günü için Biz, adil teraziler koyarız. Hiçbir kimseye zerre kadar bir haksızlık edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz (fazlasıyla) yeteriz.” (Enbiya suresi, 21/47)
Ahiret hayatı, ilahi adaletin mutlak anlamda tecellisi bakımından temel ve merkezi bir konuma sahiptir. Nitekim Kur’an, hayatlarının sonlarına kadar farklı yolları takip etmiş insanların, ölümlerinden sonra -mükafat ve ceza olarak- aynı akıbetle karşılaşmalarının mümkün olmayacağını ve bunun Allah’tan beklenemeyeceğini kesin bir ifadeyle vurgular:
- “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, iman edip güzel ve makbul işler gerçekleştirenlere yaptığımız muameleyi, kendilerine de göstereceğimizi; hayatlarında ve ölümlerinde onları bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü bir muhakeme!” (Casiye suresi, 45/21)
- “Biz şimdi Müslümanları, suçlu (kafirler) gibi mi tutacağız? Ne oluyor size? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (Kalem suresi, 68/35-6.)
Yüce Allah va’dettiği o günü mutlaka yaratacaktır. Zira, O’nun, yaratılış gayelerine uygun biçimde ömürlerini geçiren mü’minleri takdir etmemesi ve de hayata tuzak kuran, nizamı bozan inkarcı ve fasıkları tekfir etmemesi, adalet ve hikmetinden vazgeçmesi manasına gelecektir.
Hasılı, gerek mü’minler mükafatlarını, gerek kafirler cezalarını çoğunlukla bu dünyada almadıklarına göre, demek ki, netice, büyük bir mahkemeye bırakılmaktadır.
3. İhtilafların Sona Erdirilmesi
İnsanın yeryüzünde yaratılışından beri, hakikatin, fertler ve toplumlar arasında anlaşmazlıklara neden olabilecek biçimde değişik şekillerde algılandığı bilinen bir husustur. Bu değişik algılamalar, farklı nazariyelere dayalı birçok toplum, kültür ve inançların doğmasına neden olmuştur. Her çağda, bu inançların taraftarları, kabullendikleri düşünceleri yaymak için büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Durum böyle olunca aklı başında olan her insan, bu ihtilafların mutlaka bir gün çözümlenmesi ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun ortaya çıkması gerektiği, sonucuna varacaktır.
Ne var ki, gerçekler üzerindeki perdelerin, bu dünyada iken açılamayacağı ve her şeyin ortaya serilemeyeceği de meydandadır. Çünkü dünyanın üzerine kurulduğu yapı buna izin vermez. Öyleyse bu ihtiyacın karşılanması için başka bir aleme/hayata ihtiyaç vardır. Gerek inat ve nefret gibi önyargıların, gerekse yanlış zihni tavırların ürettiği ihtilafların, ne söz meclislerinde ne de harp meydanlarında çözülebilmesi mümkün değildir.
Öyleyse, her şeyin kesin ve nihai bir hükümle karara bağlanacağı bir gün gerekir ki, insanlar hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan hakkın ve batılın iç yüzünü öğrenebilsinler. Bu ise, ancak, her şeyi, en iyi bilen ve görüp gözeten Allah’ın huzurunda gerçekleşebilir. Ahiret hayatının zaruretine esas teşkil eden bu husus, Nahl suresinde şöyle açıklanır:
“Onlar ‘Ölecek kimseyi Allah diriltmez.’ diye var güçleriyle yemin ettiler. Hayır, bu O’nun üzerine aldığı hak bir vaaddir (diriltecektir.) Ama insanların çoğu bunu bilmezler. (Diriltecektir ki,) hakkında ihtilaf ettikleri gerçeği onlara açıklasın ve inkar edenler de yalancı olduklarını bilsinler.” (Nahl suresi, 16/38-9.)
Bu ayette yüce Allah, öldükten sonra tekrar diriltmeyi üzerine aldığı bir va’d olarak bildirdikten sonra, bunu hangi sebeple üzerine aldığını da beyan etmiştir ki, bunlardan biri, ihtilaf ettikleri gerçeğin onlara bildirilmesi; ikincisi ise, inkar edenlerin gerçekten yalancı olduklarının kendilerine gösterilmesidir.
Kur’an, o günü, insanın, yalnız söz ve amellerinin değil, gizli maksat ve niyetlerinin de ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulacağı bir gün olarak vasfeder:
“O gün, bütün sırlar ortaya dökülür.” (Tarık suresi, 86/9.)
Öldükten sonra dirilme ve insanın yapmış olduklarından dolayı hesaba çekilmesi meselesi çok eski zamanlardan beri insan aklını meşgul eden konulardan bir tanesi olmuş ve kabul veya red noktasında düşünceler birbiriyle çarpışıp durmuştur.
İnsanlık tarihi, diriliş ve ahiret hayatı konusuyla ilgili farklı görüş ve tutumlara sahne olmuştur. Asli fıtratını muhafaza edememiş kimselere bir ölçüde en garip gelen şey, bir peygamberin öldükten sonra yeniden diriltileceğini bildirmesi olmuştur. İçinde yaşadığı hayat mucizesi, fıtrat çizgisinden uzaklaşan beşere, bir sonraki hayatın daha kolay ve daha basit olabileceği gerçeğini çoğu zaman ilham etmemiştir.
Esasen sürekli her şey ve hadise bu hakikati haykırmakla birlikte bu tip insanlar kendilerini sefahete, gaflete saldıklarından duymamış veya duymak istememişlerdir. Bunun için de pek çok insan “ahiret” karşısında kendilerini uyaran insanlara karşı sırtlarını dönmüşler neticede -her an biraz daha yaklaşmakta oldukları- kıyametin ve arkasından gelecek olan yeni bir hayatın vuku bulmayacağı vehmine kapılıp inkar yolunu tutmuşlardır. Kur’an, insanların içine düştüğü bu durumu ifade sadedinde şöyle der:
“Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda şüphe yoktur. Fakat insanların birçoğu buna inanmazlar.” (Mu’min suresi, 40/59.)
Ahiretin İnkarına Sebep Olan Faktörler
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi maksadıyla, ahiret hayatının imkan ve lüzumuna geçmeden önce, insanları ahireti inkara sevk eden faktörler üzerinde kısaca durmamız yararlı olacaktır.
Geçmişte ve günümüzde birçok insan, bilmediği ahiret hakkında sürekli olarak konuşmaktan çekinmemiş ve ölüm ötesi hayatı akıl ve idraklerine sığdıramadıklarını ileri sürerek kabule yanaşmamışlardır. Bu çerçevede Kur’an’da, gerek ‘düşüncenin ihmaliyle’ alakalı gerekse ‘nefsani” faktörler açısından ahireti inkara götüren bir kısım sebeplerin nazara verildiği görülmektedir.
Kur’an’a göre, ahirete inanmayanların tatmin edici hiçbir delili yoktur. Ancak inkarcılar, sathi bakışlarıyla kavrayamadıklarından veya kavrama cehd ve gayretini göstermediklerinden, ortaya birçok iddia atmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu insanları inkara sevk eden faktörleri şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
1. Doğru Düşüncenin İhmaliyle Alakalı Faktörler
Sathi ve ön yargılı değerlendirme
İnsana, gerek peygamberler vasıtasıyla, gerekse kainatta cereyan eden hadiselerin diliyle ard arda bilgiler verilmektedir. Bu hususla ilgili olarak bir ayette şöyle buyrulur:
“ … Ahiret hakkında onlara bilgiler ard arda gelmektedir, ama, onlar bundan bir şüphe içindedirler, daha doğrusu onlar bundan yana kördürler.” (Neml suresi, 27/66.)
Bu ayet, ahirete dair delillerin bolluğuna rağmen, bir kısım insanlarda cehalet ve körlük içinde hareket etmeleri sebebiyle- bu konuda hiç bir bilgi ve fikri ameliyenin oluşmadığını anlatmaktadır. Kur’an, insanlara aklı muhatap alarak hitap etmiştir.
Pek çok yerde hususiyle ‘şartlanmışlık ve nefsanilikle bozulmamış akıl sahipleri’ manasına gelen ‘ulu’l-elbab'(Bkz. Bakara suresi, 2/179, 197, 269; Al-i İmran suresi, 3/7, 190; Maide suresi, 5/100; Yusuf suresi, 12/111; Ra’d suresi, 13/19; İbrahim suresi, 14/52; Sad suresi, 38/29, 43; Zümer suresi, 39/9, 18, 21; Gafir (Mü’min) suresi, 40/54; Talak suresi, 65/10.) ifadesini kullanması bunun en açık örneğidir. Çünkü bir şeyin idraki ve bunun neticesinde nihai karar verme, akıl ve irade ile olmaktadır. Bu itibarla denilebilir ki, Kur’ani manada tefekkür, aklın, hakikati arayış seyrinde en doğru şekil ve en doğru yerde kullanılmasıdır. Akıl ancak böyle bir tefekkürle, -elde edilen bilgilerin arkasındaki- gerçeği görebilir.
Zanna dayalı fikir yürütme:
Bu hayatın sonunda başka bir hayatın olmadığına dair, inkarcıların elinde hiç bir ilmi dayanakları yoktur. İnsanı ancak zamanın yok edeceği ve geriye toz topraktan başka bir şey kalmayacağı şeklindeki düşünceler, gerçekte ahireti inkar edenlerin zanlarından öte bir şey değildir.
Onlar ‘Bu hayattan sonra ne olacağını bilemeyiz; insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve yok olur.’ demekten öteye geçemezler. Gerçekte iddialarının akli ve mantıki bir temeli yoktur, ama onlar öyle olmasını arzu ederler.
Kur’an, inkarcıların çoğunun, düşünceyi ihmal ve cehaleti tercih etmelerinin bir tezahürü olan zan ve tahmine dayandıklarını belirgin bir şekilde şu ayet-i kerimeyle ortaya koymaktadır:
“İnkarcıların çoğu sırf bir zan (ve tahmine) tabi olurlar. Oysaki zan, gerçek adına bir şey ifade etmez.” (Yunus suresi, 10/36)
İnsanın tahmine dayanarak hakkında konuştuğu sahalar ise, aslında onun bilgi sahibi olmadığı sahalardır. Öyleyse insanın bilgisi olmadığı bir hususta hiçbir esasa dayanmadan heva ve vehimlerinden ibaret olan bir zanna tabi olmak suretiyle gerçeğe ulaşması asla mümkün değildir.
Taklide Yönelme:
İnsanların, diğer birçok konuda olduğu gibi ahiret konusunda da inkara kaymalarında sahip oldukları bilgilerin, doğru olup olmadığını öğrenmek için kendilerini zahmete sokmadan önde bulunanların veya çoğunluğu teşkil edenlerin düşüncelerine kapılmalarının rolü büyüktür.
Hiç bir delile dayanmaksızın öncekileri taklit edenlerin, onlar gibi ahireti inkara gittiklerine Kur’an şu ayetiyle dikkat çeker:
“Hayır; yine öncekilerin dediklerini derler. Öncekiler: ‘Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? Yemin olsun ki, biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti. Bu evvelkilerin masallarından öte bir şey değildir.’ demişlerdi.” (Mü’minûn suresi, 23/81-83.)
2. Nefsani Faktörler
Kur’an-Kerim, ahireti inkara götüren sebepler arasında bir kısım nefsani faktörler üzerinde de durur. Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu bu noktaları esas olarak üç başlık altında toplamak mümkündür:
- Tutku boyutuna ulaşmış dünya sevgisi,
- Azgınlığı ve şehevi istekleri sürekli bir biçimde devam ettirme arzusu,
- Kibir veya gurur.
Şimdi bunları kısaca değerlendirmeye çalışacağız:
Tutku Boyutuna Ulaşmış Dünya Sevgisi
Dünyayı ve hayatı sevmek insanın yaratılışında vardır.(Kur’an bu hususa şu ayetiyle temas eder: “Kadın, evlat, tonlarca altın, gümüş, eğitilmiş atlar, hayvanlar ve ekinlere olan istek ve tutku, insanlara süslü (cazip) kılınmıştır.“(Al-i İmran suresi, 3/14.)) İnsan ihtiyaçlarını, arzularını ve zevklerini helal dairede fazlasıyla tatmin edebilir. Helal dairesi keyfe kafidir, haramlara girmeye lüzum yoktur.
Burada konunun daha net anlaşılması açısından Bediüzzaman Hazretlerinin dünya ile ilgili çok orijinal ve enfes yaklaşımından bahsetmek istiyoruz: Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü: Dünya, Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir sanat galerisidir. Dünyadaki eşya ve hadiseler Allah’ın isimlerinin yansıdığı birer ayna gibidirler.
Her varlık Allah’ın harika bir sanatı, bir kitabı, bir mektubudur. Dünyanın bu yüzü gayet güzeldir, aşka layıktır.
İkinci yüzü: Ahirete bakar. Dünya ahiretin tarlasıdır. Cennetin mezraıdır. Ahirete, ebedi hayata giden yol dünyadan geçmektedir. Dünyanın Allah’ın hoşnutluğu çerçevesinde değerlendirilmesiyle ahiret kazanılmaktadır. Şu yüzü de evvelki yüz gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete layıktır.
Üçüncü yüzü: Sırf insanın hevasına bakan, gaflet perdesi olan ve ehli dünyanın hevesatının oyuncağı olan yüzüdür. Bu yüz çirkindir. Fani, gelip-geçicidir, elemlidir, aldatır.(Bkz. Said Nursi, Sözler, s. 862.) Bu açıdan meseleye baktığımızda sadece dünyanın çirkin yüzüne takılıp kalan ve her şeyi ondan ibaret gören insanların dünya zevkine dalmaları; uzun olsun kısa olsun hep bu hayatı düşünmeleri, varsa yoksa bu hayata yönelmeleri ve ona sonsuz umut bağlamaları onları ahireti inkara götüren sebeplerden biridir.
İşte dünyanın bu çirkin yüzüne tutkunun, insana, ölüm ötesini unutturduğunu işaretle Kur’an, bir ayetinde şöyle der:
“Onları, dünya hayatı aldattı.“(En’am suresi, 6/130. Ayrıca bkz. A’raf suresi, 7/51; Lokman suresi, 31/33; Fatır suresi, 35/5; Al-i İmran suresi, 3/185; Hadid suresi, 57/20.)
A’raf suresinde geçen bu ayetin hemen akabinden onların, ahirete kavuşacaklarını unuttukları, vurgulanır.(Bkz. A’raf suresi, 7/51.) Böylece, tutku boyutuna çıkmış dünyevi zevklerin insanı nasıl düşünemez hale getirdiğine dikkat çekilir. Yalnız dünya hayatına razı olup ona kilitlenenlerin, başka daimi ve daha yüksek bir hayat hakkında düşünüp fikir yürütmeleri oldukça zordur. Diğer bir ifadeyle, dünyayı varlıklarının gayesi kılanların düşüncelerinin, onun ötesine uzanması güçtür.
Azgınlığı ve Şehevi İstekleri Sürekli Bir Biçimde Devam Ettirme Arzusu
Hak ve had tanımayan mütecavizlerin ve günaha düşkün olanların en belirgin özellikleri, hesap gününü inkar etmeleridir. Kur’an-ı Kerim bu hususu
“Hesap gününü, her bir haddini aşmış, günaha düşkünden başkası inkar etmez.” (Mutaffifin suresi, 83/12.)
beyanıyla dile getirmektedir. Ahireti inkar edenlerin bu konuda sergiledikleri tavır ve tutumlar, aslında yükümlülük ve sorumluluğun etkisinden kurtulma çabasıdır. Böyleleri, ahiret gününü yalanlamakla teselli bulmaya çalışırlar. Öyle ki, bu insanlar, kendilerine ölüm ötesi hayatın varlığını bildiren ilahi mesajlar hatırlatıldığı zaman, ‘Bunlar önceki milletlerin uydurmalarıdır, onlardan intikal eden hikayelerdir; üzerinde durmaya değmeyen asılsız şeylerdir.’ gibi sözlerle karşılık verirler:
“Ona (diriliş gerçeğini bildiren) ayetlerimiz okunduğu zaman da, ‘Eskilerin masallarıdır.’ der.” (Mutaffifin suresi, 82/13)
Görüldüğü üzere, yaptıkları işin sonunu ve akıbetini düşünmeden keyiflerince şehevi arzularını yaşamaya ve beşerin hukukuna tecavüz etmeye alışmış olan bu insanlar, ceza gününe (karşılıkların verileceği güne) inanmaları durumunda, keyifleri kaçmış olacağından, kendilerince çıkış yolunu, din gününün aslı yoktur, manasına gelen “Eskilerin masallarıdır.” sözleriyle bulmuşlardır.
İnkarcıları böyle söylemeğe sevk eden, onların işlemiş oldukları fiillerdir. Onlar kalpleri katılaşıncaya kadar bu yolda devam etmişlerdir. Onların kalpleri, günahları alışkanlık haline getirmelerinden dolayı pas tutmuş aynalar gibi kararmış; sonuçta gerçeği duymaz ve göstermez olmuştur. Ahireti inkar eden tiplerin bu durumu başka bir ayette ise şu ifadelerle ele alınır:
“Fakat insan önünü boş bulup günaha devam etmek ister (ve), ‘O kıyamet günü ne zamanmış?’, diye sorar.” (Kıyame suresi, 75/5-6)
Bu ayet, ahireti inkar etmenin ruhtaki gizli saikini, asli sebebini açıklıyor. Şöyle ki, insan şehvetlere dalmak, haramlara yönelmek istiyor, ama öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme fikri, onunla arzuları arasına giriyor. İnsan, hiçbir şeyin kendisini bu zevklerden engellemesini istemediği için de ahiret düşüncesini kendinden uzak tutmak istiyor; öldükten sonra tekrar dirilme fikrini zihninden silip atmak istiyor.
Kibir / Gurur
Ahireti kabullenme noktasında insanı menfi tavır almaya götüren bir başka faktör olarak kibri görmekteyiz. İnsanın büyüklenmesi ve kendini yüksek görmesi anlamına gelen kibir, ekseriyetle inatla iç içe bulunmakta ve insan fıtratının Yaratıcıya açılan pencerelerini perdeleyen bir sebep olmaktadır. Kur’an-ı Kerim ahireti inkar edenlerin daha çok kibirli ve gururlu kimseler olduğunu Hz. Musa’nın (aleyhissalatu vesselam) diliyle şöyle ifade eder:
“Musa ‘Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırırn.’dedi.” (Mü’min suresi, 40/27.)
Kibir, basireti örten, kör eden bir perdedir. Bu itibarla kibirle örtülü bir vicdanın, ne kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri görebilmesi ne de ölüm ötesi bir hayatın varlığını kabullenmesi mümkün değildir, zira basiret körleşince basar (göz) da bir işe yaramaz olur. Kur’an, büyüklenen bir kalp ve kibirlenen bir nefsin ahiret gerçeği karşısında teslim ve ikna olmayacağını bildirir:
“Ahirete inanmayanlara gelince, onların kalpleri inkarcı, kendileri de büyüklük taslayan kimselerdir.” (Nahl suresi, 16/22.)
Bunlar, Allah’ a kul olmayı, Allah’ın kulları gibi muamele görmeyi kibirlerine yediremeyerek, Peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarını dinlemeye tenezzül etmeyip karşı çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bu inkarcılar, mücerret bir büyüklük davası ve kuru bir azamet kuruntusuna saplanmışlardır.
Kur’an’ın Dirilişin İmkanını İspat Metotları
Ahiret hayatının gerçekleşmesinin en büyük delil ve teminatı, Cenab-ı Hakk’ın kullarına olan va’didir. Kur’an, her nefsin öleceğini[1]n suresi, 23/15; Ankebût suresi, 29/57; Rahman suresi, 55/26., ölümden kaçılamayacağını[2], öldürenin Allah olduğunu[3] ve sonunda dönüşün yine O’na olacağını[4] pek çok yerde vurgulayarak, öldükten sonra dirilişin, Allah’ın va’dinin bir gereği olduğunu bildirir:
“Size va’dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur. Hiç şüphe yok, ceza ve hesap da mutlaka gerçekleşecektir.”(Zariyat suresi, 51/5-6. Keza bkz. Nahl suresi, 16/38; Yunus suresi, 10/4.)
Bilindiği gibi, bir haberin doğruluğu onu bildirenin doğruluğuna bağlıdır. Şu halde, va’dine muhalefet etmesi asla söz konusu olmayan Yüce Yaratıcı, bütün semavi kitaplarda ve de Kur’an-ı Hakim’de bir kitap gibi yarattığı şu kainatı kapatıp, başka bir gün yeniden açacağını söylüyor.
Madem ki, söyleyen O’dur; ve bu mevzunun söz sahibi peygamberler de buna şehadet ediyorlar; o halde ahiret hayatının vuku.una olmuş nazarıyla bakılmalıdır. Kur’an, sadece öldükten sonra dirilmenin mutlaka meydana geleceğini haber vermekle yetinmemiştir. İnsan aklını meşgul eden önemli meselelerden biri olan ba’s ve haşri ispatlayan kesin deliller getirmiştir. Delillerini ortaya koyarken de, inkarcıların itirazlarını içine alan canlı örnekler vermiştir.
Ba’s (öldükten sonra dirilme) ve haşr meselesini hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde kendine has akli ve mantiki metotlarla ispat eden Kur’an, dirilişin imkanını, şu üç yolla ele almıştır:
Temsili Kıyas Usûlüyle İspat
Kur’an’da, ahiret aleminin imkanını izah ve ispat konusunda, muhatapların gerçeği bulmaları için kullanılan metodlardan birisi olarak, kıyas/mukayese usulünü görmekteyiz. Bu usul, Kur’an’da inkarcıların iddialarının batıl olduğunun gösterilmesi bakımından kendisine has bir istidlal metodu olmuştur.
Bir şeyi yoktan var edebilenin onu ikinci defa var etmesinin daha kolay olması
İnsan, bazen kendi kudret ve düşüncesini aşan bir şeyle karşılaştığı zaman o şeyin gerçekleşmesinin imkansız olduğu zannına kapılır. Bu itibarladır ki, Kur’an, Yüce Yaratıcının kudreti merkez alındığında, cesetlerin diriltilmesinin ve haşrin herhangi bir imkansızlığının söz konusu olmayacağını sürekli bir biçimde vurgular.
Bir sayfada milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden zat, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini va’detse ‘Bu, onun kudretinden uzaktır.’ denilebilir mi?
Bu açıdan Kur’an’ın şu ayetini yeniden düşünelim:
“O gün göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıksa onu, yine öyle iade ederiz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız.” (Enbiya suresi, 21/104.)
Yine aynı paralelde başka bir misalle meseleyi ele alalım; yoktan bir makineyi ıcad eden sanatkar, daha sonra bu makineyi söküp dağıtsa ve ikinci defa bu makineyi monte edeceğini söylese, ona karşı ‘Hayır başaramazsın, yapamazsın!’ denilebilir mi?
Sınırlı beşer kudreti açısından bu durum mümkün olduğuna göre; bir sınır ve kayıt tanımayan ilahi kudret açısından hangi engel söz konusu olabilir? Eşyayı yokluktan varlık alemine çıkaran Yüce Kudretin, nasıl olur da, dağılan parçalanan varlıkları tekrar birleştirmeye gücü yetmez? Yok iken var olan insanın, yok olduktan sonra tekrar var olması niçin mümkün olmasın? Kur’an inkarcı kafanın “Ben öldüğümde mi, diriltileceğim.” itirazına şu veciz ifade ile cevap verir:
“O, kendisi önceden hiçbir şey değil iken, onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mı?” (Meryem suresi, 19/66-67)
İnsanın yaratılışı, dünyaya gelişi ve bu gelişme safhaları kendisinin hiç bir müdahale ve ilavesi olmadan hep dışardan olmaktadır. Bu itibarla insanın geçirmiş olduğu yaratılış seyri, onun Allah’ı ve ahireti tasdik etmesi hususunda kendine en yakın ve en müessir bir delildir.
Kur’an, dirilişi, enfüsi delillerle ispat ederken dikkatlerimizi, yaşadığımız norma aleme çevirir. Yeniden dirilişin imkan dairesinde cereyan eden bir vakıa olduğunun delili olarak, insanın kendi hayat safhalarını gözler önüne serer:
“Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, (bilin ki): Biz sizi (ilkin) topraktan, sonra bir nutfeden (spermden), sonra alaka ( embriyo)’dan, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, (kudretimiz)i size açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz. Sonra da sizi bir bebek olarak (dünyaya) çıkarırız. Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülür, kimi de hayatın en düşkün biçimine götürülür, öyle ki, daha önce bildiği şeyleri bilmez hale gelir.”(Hacc suresi, 22/5)
Basit bir nutfeden mükemmel bir varlığın meydana getirilmesi, Allah’ın varlığına bir delil olduğu gibi, ba’s ve haşre de kat’i bir delildir. Nitekim ayet-i kerimenin son kısmında
” … Bu böyledir, çünkü Allah tek gerçektir. Ölüleri O diriltir ve O, her şeye kadirdir.” (Hacc suresi, 22/6)
buyrularak bu hususa dikkat çekilir. Kur’ an, ahireti inkar eden insanın bu konudaki düşmanca tavır ve itirazlannı onun kendi yaratılış seyrinden habersiz oluşuna bağlar:
“İnsan, bizim kendisini bir nutfeden (spermden) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?” (Yasin suresi, 36/77)
İnsanın kendisini unutması, daha açık bir ifadeyle yaratılışındaki o harikalık ve mükemmelliği unutması, inkar kapısını aralamaya sebep olmaktadır. Kur’an’ın bu hususla ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz ayetin devamındaki şu ifadesi, bu hususu vurgulamaktadır:
“Ve o yaratılışını (nasıl meydana geldiğini) unuttu.” (Yasin suresi, 36/78)
Kendi yaratılış seyrinin farkında olan bir insanın, ikinci dirilişinden şüphe etmesi düşünülemez. Topraktan, canlı, düşünen, konuşan, duyan, anlayan şuur ve idrak sahibi insanı yaratan Allah, elbette toprak olmuş insanı yine ondan diriltebilir.
Diriltmek daha kolay
Kur’an-ı Kerim, yine bu mukayese usfilü içinde insanların zihinlerini farklı bir zaviyeden uyandırmaya çalışır. Ahireti inkar edenlerin, sık sık, ‘Biz, içinde hayat namına bir şey kalmamış kemik yığınlarına döndükten sonra mı, yeniden diriltilip hayata döndürüleceğiz?’ şeklinde dışarı vurdukları şüphe ve itirazlarına karşı Kur’an, Yüce Allah’ın kainatta insandan daha büyük ve daha zor olan şeyleri yaratmış olduğunu hatırlatarak, bunun yanında insanların yeniden hayata döndürülmelerinin pek zor bir iş olmadığını bildirir.
Bu noktada Kur’an, inkarcıların daha ciddi düşünmelerini temin maksadıyla ilk olarak şu soruyu yöneltir:
“(Sizce, öldükten sonra O’nun) sizi tekrar yaratması mı zor, yoksa semayı yaratmak mı? (O sema ki,) onu Allah bina etmiştir.” (Naziat suresi, 79/27)
Bu ayetle insanlara adeta “Sizler tekrar tekrar, ‘Bu çürümüş kemikler nasıl canlandırılacak?’ diye sorup duruyorsunuz; şu muazzam semayı yaratan Allah için hiçbir şeyin güç olamayacağını düşünmüyor musunuz?” denilmektedir.
Kur’an-ı Kerim, ilk adım olarak ‘İnsanın yaratılışı mı, yoksa bütün unsurlarıyla birlikte semanın yaratılışı mı daha zor?’ şeklinde ortaya koyduğu sorularla zihinleri önemli bir noktaya teksif ettikten sonra, ikinci adım olarak da bu soruların cevabını bizzat kendisi verir:
“Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir şeydir. Lakin insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmez.” (Mü’min suresi, 40/57)
Yüksek ve mükemmel bir köşkü inşa eden birisi için, yıkılmış basit bir kulübeyi yeniden bina etmek nasıl daha kolay ise, aynen öyle de varlık olarak arz ve semavat karşısında son derece küçük bir yer işgal eden insanın yaratılış meselesi de koca kainatın yaratılışı yanında bundan farklı bir şey değildir. Kur’ an başka bir ayetinde, o denli büyüklüğü ile arz ve semavatı muazzam bir nizam ve ahenk içinde yaratıp devam ettirmeye kadir olan Allah’ın, ölümlerinden sonra insanları tekrar yaratmasının, zorluk adına zikre değer bir husus olmadığını şöyle ifade eder:
“(Şimdi), semavat ve arzı Yaratan, onları (insanlar) gibisini yaratmağa kadir olmaz mı? Elbette kadirdir. O, çok bilen yaratıcıdır.”(Yasin suresi, 36/81)
Bir şeyi zıddına çevirebilenin benzer diğer bir şeyi de zıddına çevirebilmesi
Dirilişin imkanını ispat sadedinde Kur’an-ı Kerim’in insanlara sunduğu diğer bir mukayese şekli ise özel bir misalle ele alınmıştır:
“Size yeşil ağaçtan ateş yaratan/çıkaran O’dur. İşte siz ondan yakıp durmaktasınız.”[5]
Kur’ an, burada verdiği misalle evvela o gün bu mesajların ilk muhatapları durumunda olan Araplara, kullandıkları yeşil iki ağacı[6] birbirine sürtmekle elde ettikleri ateşi nazara vererek, Yüce Allah’ın murat ettiği her şeyi yapmaya ve yerine getirmeye kadir olduğuna; kudretinin önünde hiçbir engelin bulunmadığına dikkat çeker.
Ayetin konuyla alakalı olarak ifade etmek istediği husus ise şudur. Su ile ateş birbirine zıt şeylerdir. Suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan ateşin çıkması adeta imkansız iken, Yüce Kudret ateşi yeşil ağaçtan çıkararak, bir şeyi onun zıddı olan diğer bir şeyden yarattığını göstermiştir.[7]
Ölüm ötesi hayatın imkanını istidlal sadedinde verdiği bu misalle Kur’an, bu alemde bir şeyin, onun zıddı olan diğer bir şeyden meydana gelmesinin müşahede edilen mümkün bir vakıa olduğunu hatırlatıp, zihinleri, bu açıdan dirilişin imkanını kabule hazırlamayı hedeflemiştir.
Hasılı, Kur’an, yaş bir ağaçtan zıddı olan ateşi çıkarmağa muktedir olan Yüce Yaratıcının, hayata zıt gibi görünen çürümüş kemiklerden de hayatı var etmeğe muktedir olacağını üstün bir beyanla dikkatlerimize arz eder.
Karşılaştırılabilir Örneklerini Göstermek Suretiyle İspat
Kur’an, bazen de bizlere dirilişin bizatihi karşılaştırılabilir, seyredilebilir örneklerini hatırlatır. Bu örnekler uzakta olmayıp, inanan, inanmayan her insanın yanı başında bulunan, diğer bir ifadeyle herkesin müşahede ettiği vakıalardır. Kur’an böylece tecrübe dünyasından aldığı delillere dayanarak hem diriliş olayının akli temellerini gösterir, hem de bunu inkar edenlerin hiçbir delile sahip bulunmadığını ve itirazlarının ilmi bir değer taşımadığını ortaya koyar.
Bu cümleden olarak o, dirilişi imkansız görenlere karşı kupkuru ölü arzın yağmur suyuyla canlanışını ve muhtelif bitkilerle bezenişini ve insanın bizatihi tecrübe ettiği uyku örneğini, yeniden dirilmenin mümkün olduğunu ispatlayan deliller olarak arz eder.
Burada aklın, düşünce ve tefekkür yoluyla varabileceği hükümler, öğretici bir üslup içinde verilir. Öyle ki, onun bu konudaki ispat ve ikna üslubunu, bir meselenin ulûhiyet makamından kullara haber verilmesi halinden ziyade; bir hocanın talebesine ders vermesi gibi mütalaa etmek mümkündür.
Sunduğu bu deliller itibarıyla mesele ister bir filozof isterse bir çoban zaviyesinden ele alınsın, Kur’an’ın takip ettiği bu ispat ve ikna metodundan daha üstünü gösterilemez. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mevzu ile alakalı hadisleri de Kur’an-ı Kerim’in anlattıklarının tafsil ve tefsirinden ibarettir. Şimdi Kur’an’ın bu maksatla insanların dikkat nazarlarına sunduğu bu örnekleri kısaca ele alalım.
Ölümünden Sonra Arzın Canlandırılması
Kışta ölü gibi olan yeryüzünün ilkbaharda tekrar diriltilmesi, Kur’an’da öldükten sonra dirilişin imkan dahilinde ve seyredilebilen bir vakıa olduğunu göstermek maksadıyla verilen en çarpıcı misaldir. Allah’ın yeryüzünde hakim kıldığı bir kanunla her şey tekrar tekrar yenilenmektedir.
Özellikle Kur’an, bizlere bu noktada su ve onunla boy atıp gelişen nebatatı misal vererek, bununla dikkatleri şu noktaya çeker:
‘Her şey yok edilip tekrar geri döndürülüyorsa, insanın da öldükten sonra eski haline döndürülmesi niçin mümkün olmasın?’ İçinde bulunduğumuz hayatın işleyişi, ölüm sonrası bir hayatın imkanına başlı başına bir delildir. Şöyle ki, kış ve bahar mevsimlerinin birbiri ardınca gelip geçmesi, ölüm ve diriliş hadiselerini aylarca bize seyrettirmektedir. Benzerlerini daimi bir surette görüp seyrettiğimiz bir alemde dirilişin vukuunu çok görmemizin bir anlamı olabilir mi?
Öldükten sonra dirilme ve haşr bundan öte bir şey midir? Yoksa insan kendi haşrini O’nun kudretinden uzak bir şey mi zanneder? Böyle her baharda sayısız ‘ba’sü ba’de’l-mevt’ olayına sahne olan yeryüzüne bir kez ibret gözüyle bakabilen, kendisinin de öldükten sonra aynen bunlar gibi yeni ikinci bir alemin baharında haşrolunacağını anlamada güçlük çekmeyecektir.
Bu hususa işaret eden Kur’an’da pek çok ayet vardır. Birkaçını zikredelim:
- “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl da diriltiyor. Bunları yapan (O Allah), şüphesiz ölüleri de diriltir. O her şeye kadirdir.”(Rum suresi, 30/50.)
- “O’nun ayetlerinden biri de şudur: Sen, toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine bir su indirdiğimiz zaman, titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah, ölüleri de diriltir. O, her şeye gücü yetendir.”(Fussilet suresi, 41/39.)
Yaratılışın birliğini göstermesi açısından Kur’an’ın ölü arzı insanın dirilişine delil olarak getirmesi, önemli bir husustur. Zira o Mutlak Kudret, her zaman diliminde dünyanın şeklini hangi kanunla değiştiriyorsa, Kıyamet gününde kainatın şeklini de aynı kanunla değiştirir. Baharda ölmüş bütün ağaç ve bitkileriyle arzı, hangi kanunla diriltiyorsa, öldükten sonra da insanları aynı kanunla diriltir.
Konuyla alakalı ayetlerin sonunda, “İşte böyle çıkartılacaksınız.”(A’raf suresi, 7/25; Rum suresi, 30/19; Casiye suresi, 45/35.) veya “İşte çıkış da böyledir.”(Kaf suresi, 50/11.) denilerek, biz insanlara ‘Nasıl ölü toprak canlanıyor, ağaçlara taze bir hayat geliyor ve bitkiler yerden çıkıyorsa, siz de kabirlerinizden öyle yeni bir can bulup çıkacaksınız.’ mesajı verilir.
İnsanın her sabah ölümden diriltilircesine uyandırılması
Kur’an-ı Kerim, tecrübe dünyasından ele aldığı deliller arasında şunu da hatırlatır; eğer insan bir çeşit ölüm sayılabilecek olan uykuya dalışından sonra tekrar hayata dönüşü üzerinde fikir yürütür ve bu ahenk ve işleyişi araştırırsa, ba’s ve haşri anlamada güçlük çekmeyecektir.
Yeniden dirilmenin imkanı konusunda inkarcılar, “Öldükten sonra yeni bir bitkisel hayatın mümkün olabileceğini kabul edelim; ama hislerin ve şuurun vücudumuzla alakası kesildikten sonra, insani hayatımız yeniden tekrar nasıl başlayabilecektir?” diyerek bunun imkansız olduğunu belirtirler. Onların bu itirazına karşı, Kur’an günlük bir tecrübe olan uykuyu hatırlatmıştır.
Zira ard arda gelen uyku ve uyanıklık halleri, ölümden sonra da hayatın olacağı hususunda bizlere güzel bir örnek teşkil eder. Yeniden dirilişin ispatı için bundan daha fazla bir ikna gücü istenemez. Kur’an’da şöyle buyrulur:
“O’ dur ki, geceleyin sizi öldürür gibi uyutur, gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra da belirlenmiş bir süre geçip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Yine dönüşünüz O’nadır; (ve yine) O, dünyada yaptıklarınızı size haber verecektir.”(En’am suresi, 6/60.)
Allame Elmalılı Hamdi Yazır’ın da söz konusu ayetteki “Sonra (gündüzün yine) sizi diriltir.” kısmıyla alakalı oldukça önemli bir değerlendirmesi vardır. O, -kısmen sadeleştirerek ve özetleyerek iktibas ettiğimiz yorumunda- şöyle der:
Allah (c.c.), bedeninizde zedelenen, uzuvlarınızdan ölen kısımları uykuda haberiniz olmadan telafi ederek yeniler ve sizden aldığı şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri verip önceki gibi maddi ve manevi hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır; siz ancak o zaman geceyi gündüzü fark eder; kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı hiç kaybetmemiş, arada hiçbir kesinti fasılası geçmemiş gibi bilir tanırsınız.
İnsanın sahip olduğu maddi-manevi her iki hayat, her gün her gece ve hatta her an böyle ruhani ve cismani bir ‘diriliş’ içindedir. Bunu birçokları mecazi bir mana ile dirilme kabul ederlerse de, ciddi bir şekilde ilmi bir gözle bakıldığı zaman, bunun tam manasıyla bir ‘ba’s/diriliş’ olduğu ortaya çıkar.”[8]
İnsanların -uykudan sonra uyandıkları gibi- öldükten sonra dirileceklerini ifade eden bir başka ayet ise, Zümer suresinde yer almaktadır:
“Allah, ölümleri vaktinde canları alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar.) Böylece kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın (ruhunu) tutar, diğerini ise kararlaştırılan vakte kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için önemli ayetler vardır.” (Zümer suresi, 39/42)
Bu ayetler ölüm ve uyku arasındaki benzerliği, yani uyanma ve ölümden sonraki diriliş arasında bulunan benzerliği açıklamaktadır. Uyku, zayıf ve küçük bir ölüm; ölüm ise, büyük ve şiddetli bir uyku. Her iki durumda da insan ruhu için bir hayattan başka bir hayata geçiş söz konusudur. Uyuyup uyanma ile ölüm ve dirilişin benzerliğine hadis-i şeriflerde de vurgu yapılmıştır.
Mesela, bir Nebevi beyanda uykuya yatarken “Allah’ım, Senin isminle ölüyor ve diriliyorum!” kalkarken “Bizi ölümümüzden sonra dirilten Allah’a hamd olsun!” (Buhari, Tevhid 13) şeklinde tavsiyede bulunulmuştur.
Uyuma ve uyanma olayının yaratıcısı olan Yüce Allah, bu ikisi arasında vuku bulan ‘rüya’ gerçeğiyle de bu husustaki şüpheleri izale sadedinde düşüncelerimize ayrı bir ufuk açmaktadır. Şöyle ki O, hislerimizi bu alemden çekip bizi başka bir alemin seslerine ve renklerine bağlayıp gezdirmekle, bu üç boyutlu maddi çeperlerin kuşattığı alemden başka farklı alemlerin de var olduğunu insana bizzat yaşatarak göstermektedir.
Her gece ölümün bir nevi küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, Kıyametin ve haşrin alametlerini her gün seyrediyor demektir. Görüldüğü gibi insan, öldükten sonra dirilişin bir benzerini, uyuma ve uyanması ile fiilen yaşamaktadır. Kur’an, ölümle uyku, dirilişle uyanma arasındaki bu benzerliği gündeme getirmek suretiyle şu mesajı verir:
Allah insanı nasıl uyutuyorsa, öyle öldürür; nasıl da uyandırıyorsa öyle diriltir.
Geçmişte Yaşanmış Diriliş Örneklerini Nazara Vererek İspat
Kur’an-ı Kerim’in dirilişin imkanını ispat yollarından birisi de geçmişte vuku bulmuş mucizevi diriliş hadiselerini gündeme getirmesidir. Kıssalar içerisinde anlatılan bu tür olaylarda şahıslarla ilgili unsurlar genelde gizli tutularak, verilmek istenen bu ibret ağırlıklı mana, yaşanmış bir örnekle açıklanmıştır.
Diğer bir ifadeyle, öldükten sonra dirilme gerçeği, tarihen vuku bulmuş bir olayla muhataba anlatılıp, Allah’ın ölülere tekrar hayat vermeğe gücünün yettiği gösterilmiştir. Dirilişin imkan ve vukuunun fiili birer delili olarak, Kur’an tarafından tescil edilmiş bu vak’alar için ‘Bunları zamanında yaşayanlar görmüşlerdir, sonradan gelenler bunları göremeyecektir ki, onlara örnek olsun?’ diyenlere şu noktayı hatırlatmak kafidir:
“Bu hadiseleri haber veren kaynağın hakkaniyeti ispatlandıktan sonra, bunların her gün gözler önünde cereyan etmekte olan vakıalardan farkı kalmaz. Kur’an’ın diriliş gerçeğini akıllara yaklaştırmak ve onu ispatlamak için hatırlattığı bu vakıalar, cereyan ettikleri çağdakilere ışık tuttuğu gibi her zaman ve mekandaki insanlara da mesaj mahiyetindedir.”
Diriliş hakkındaki şüphe ve tereddütlerin giderilmesi sadedinde serdedilen bu örnekler, bir yandan dirilişin imkan dairesinde bir hadise olduğunu bildirirken aynı zamanda dirilişin mutlaka cismani olacağını da haber vermektedir. Kur’an, ölüm sonrası dirilişi hayretle karşılayan ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak isteyenlere cevap teşkil etmek üzere, geçmişte yaşanmış duyular aleminden insan zihnine diriliş gerçeğini yaklaştıran örnekler sunmuştur. Bunların birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
- Üç yüz dokuz sene mağarada uyutulduktan sonra Ashab-ı Kehf’in diriltilmesi (Bkz. Kehf suresi, 18/9-19),
- İsrailoğullarından ölmüş birisinin kendisine bir sığırın organıyla vurularak diriltilmesi (Bkz. Bakara suresi, 2/72-73.),
- Sina çölünde İsrailoğullarından bir topluluğun topluca öldürülüp diriltilmesi(Bkz. Bakara suresi, 2/55-56.),
- Hz. İsa’nın bir mucize olarak bazı insanları hayata kavuşturması ve bunun yanında Allah’ın izniyle çamurdan yaptığı kuşlara üfleyip onları diriltmesi (Bkz. Al-i İmran suresi, 3/49; Maide suresi, 5/110.)
- ve parçalanmış dört kuşun Hz. İbrahim’in talebi üzerine diriltilmesi.(Bkz. Bakara suresi, 2/260.)
Dipnotlar
A’râf sûresi’nin 143. âyeti, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm), bir buudda buluşma yerine gelip Rabbinin kelâmına muhatap olduktan sonra, Cenâb-ı Hak’tan taleb-i rü’yetini (Cenâb-ı Hakk’ı görmek istemesini) anlatmaktadır. Evet o, bu âyette Rabb-i Kerim’ine, رَبِّ أَرِن۪ۤي أَنْظُرْ إِلَيْكَ❁ “Rabbim, görün bana, bakayım Sana!” (A’râf sûresi, 7/143) yani “Rabbim tecellî buyur, nurdan hicabın kaldır, vuslatına vâsıl olup göreyim Seni!” demiştir.
Kelâmcılar arasında bu meselenin değişik yönleriyle bir hayli ve oldukça uzun boylu münakaşası yapılır. Meselenin bir yönünü, “Cenâb-ı Hakk’ın görülüp görülmeyeceği” diğer yönünü de, “Cenâb-ı Hakk’ın görülmesi mümkünse, dünyada herkes bunu görebilir mi?” hususu teşkil eder. Şayet O’nun görülmesi dünyada mümkün değilse, Hz. Musa’nın isteği ne mânâya gelir?
Önce kısaca bir fikir vermek için dolaylı yoldan soruyla alâkalı bazı hususları arz etmek istiyorum. Ehl-i Sünnet, Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetinin mümkün olduğunda icma hâlindedirler. Allah (celle celâluhu) görülür ama bu, bizim sair eşyayı görmemiz gibi değildir. Biz, gördüğümüz şeyleri güneşin ziyası altında, göz yardımıyla görürüz. Bunun için de gözün tümsekliği, yaratılış keyfiyeti, göz-ışık münasebeti gibi şartlar lâzımdır. Allah mesafeden, ziya ile görünmekten münezzeh olduğu gibi, görünmek, bilinmek için ışığa ihtiyaç duymadan da münezzehtir. Allah, gözlerimizi bu dünyada Zât’ını görebilecek mahiyette yaratmamıştır. Allah görülür, ama nasıl? Kalble mi? Basarla mı? Basiretle mi? Ya da O, başka bir göz lütfeder de onunla mı görülür? Bunları bilemeyiz; bilemez ve keyfiyeti mevzuunda hiçbir şey söyleyemeyiz.
Akaid kitaplarında “Cennet’te mü’minler, keyfiyetsiz, kemmiyetsiz, riyazî ve hendesî ölçüler içine girmeyecek şekilde Rabb-i Kerim’lerini görürler.” deniliyor. Esasen O’nu görme mevzuu darb-ı meselle dahi anlatılamaz. Çünkü görülmek istenen, Zât-ı Bâri’dir; şuunatı, tecellîsi ve esmâsının cilveleri değil. Burada verâların verâsında, hicabı Nur olan Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının görülmesi söz konusudur. Sahih, hatta mütevatir derecesine varan hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahirette Cenâb-ı Hakk’ın görüleceği hususunu teyit etmektedir: Cerir b. Abdullah’ın (radıyallâhu anh) anlattığına göre, “Resûlullah bir dolunay gecesi aya baktı ve: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklık da yaşamayacaksınız (herkes rahatça görecek)…” buyurdular (Buhârî, mevâkîtü’s-salât 16; Müslim, mesâcid 211).
Ehl-i Sünnet âlimleri, insanlar dünyada Cenâb-ı Hakk’ı görmeye muktedir olamasalar da ahirette Allah’ın görüleceğini söylerler. Onlara göre, En’âm sûresi 103. âyetinin nefyettiği şey ihata meselesidir. Evet, Allah ihata edilmez. İhata, bir meseleyi olduğu gibi kavramadır. Kavrama ise, meseleyi kemmî ve keyfî ölçüler içine sokar. Sınırlı bir insanın ihata edebildiği şeyin de sınırlı olması icap eder. Bir insanın, Hâlik-ı kâinat gibi nâmütenâhî (sınırsız) olması lâzım ki O nâmütenâhîyi idrak edebilsin. Hâlbuki kat’iyen bu mümkün değildir. Daha doğrusu Allah, imkân âlemi içinde böyle sınırsız bir varlık yaratmamıştır.
Öyleyse insan Allah’ı görür ama ihata ve idrak edip kavrayamaz. Zannediyorum bunu böyle anlamak en uygunudur ve Ehl-i Sünnet de böyle anlamıştır. Evet, Cennet’te mü’minler, her hafta, Cenâb-ı Hakk’ın cemal-i bâkemâlini kendi mir’ât-ı ruhlarına göre müşâhede edecekler. Herkes O’na karşı ne çapta bir ayna tevcih etmişse, O da o kadar tecellî ile onu şereflendirecektir. Yani herkes O’nu kendi mir’ât-ı ruhuna göre görecektir. Bunun mânâsı, Allah Cennet’te görülecek demek değil; görenler Cennet’te bulunacak ve görecekler demektir.
Efendimiz’in miraçta Allah’ı görmesi de şüphelidir. Hz. Âişe, bu görmeye karşı çıkar ve “Kim Muhammed, Rabb’ini gördü derse, o, Allah’a ve Resûlü’ne karşı iftirada bulunmuş olur. Zira görmüyor musunuz ki Kur’ân-ı Kerim,
❁ لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ۬ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ “Gözler O’nu idrak edemez. O, basar ve basireti idrak eder.”(En’âm sûresi, 6/103) ferman ediyor.” der (Buhârî, tefsîru sûre (53) 1; Müslim, îmân 287). Şayet Allah Resûlü’nün Allah’ı gördüğü kabul edilirse, Cennet’ten görmüştür. Evet, o makam öyle bir makamdır ki oraya yükselen insan, dünyadaki buudların dışına çıkıp öyle farklı bir derinliğe giriveriyor ki, anında onu görüş milyonda altıdan milyonda bine yükseliyor ve Zât’tan değişik tecellîler müşâhede ediyor. Mü’minler de işte böyle bir rü’yete –inşâallahu teâla– mazhar olacak.
Şimdi sorulan tecellî meselesine gelelim. Eşya, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinden ibarettir. Daha doğrusu esmâ-i ilâhiyenin tecellîsinden ibarettir. Meselâ, eşyadaki tertipler, Cenâb-ı Hakk’ın “Mukaddir” ismine dayalıdır. Kimisinin önce, kimisinin sonra bir tertibe göre sıraya girmesi her şeyi bir takdire bağlayan “Mukaddir” isminin bir aksidir. Koca koca cirimlerin küçük küçük cisimlere musahhar olup emirlerine âmâde olması “Muktedir” ismine, “Kudret” sıfatına bağlıdır. Bunun gibi, bütün eşyayı ele aldığımız zaman, bunların hemen hepsi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birine bağlı olduğunu görürüz. Bu itibarla eşya, Allah’ın isimlerinin tecellîlerinin gölgelerinden ibaret demektir.
Daha kolay anlaşılması için bir misal arz edeyim. Nasıl sinema şeridinde bir kısım şekil ve resimleri perdeye ışık vasıtasıyla aksettirmek suretiyle karşımızda bir kısım görüntüler meydana geliyor. Aslında karşımızdaki bu şeyler şekil değildir; şekli temsilen bir kısım şebehlerdir (karartılar) ki karşımızda oynamaktadırlar. Aynen öyle de Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretleri Zâtî kudreti, Zâtî iradesi, Zâtî meşîetiyle esmâ-i ilâhiyesini yokluk âlemine işte böyle tecellî ettirmiştir. Bu tecellîde bir kısım kimseler “müşahit”, bir kısım kimseler de “müşâhede edilen” olmuştur. Bir kısım şeyler “meşher” olmuş, bir kısım kimseler de o “meşherde gezenler.” Evet, olup biten şeyler bundan ibarettir. Her şeyin zimâmı Allah’ın elindedir. Gösteren, gösterdiği şeyleri yaratan ve bir tecellî ile ayakta tutan hep O’dur. Eşyanın, Kendisiyle münasebeti kesildiği zaman her şey bir sükûnete ve humûdete düşecektir.
Cenâb-ı Hakk’ın Tur’da, Hz. Musa’ya tecellîsi bir esmâ tecellîsi değildir. O, âzam derecede Kelâm sıfatının veya Zât-ı Ulûhiyet’in tecellîsidir. Hz. Musa,(Bkz.: A’râf sûresi, 7/143.) tıpkı Hz. İbrahim gibi,(Bkz.: Bakara sûresi, 2/260.) kalbinde nebi seviyesine yakışır bir itminan hâsıl olsun diye Allah’tan taleb-i rü’yette bulunuyor. Ben tam burada antrparantez bir şey sormak istiyorum: Hepiniz Allah’a inanırsınız. Kimsenin bu hususta bir tereddüdü yoktur. Buna rağmen hiçbiriniz “Bir payanda veya destekle daha yukarıya çıkayım da âli bir makamdan benim için görülebilecek şeyleri göreyim.” demiyorsunuzdur. Fakat birisi, “Ben şu mihrabın arkasından Cennet’ten size uzanan bir üzümü göstereceğim. Bundan alamayacak ve yiyemeyeceksiniz ama gayb âlemine dair yeni bir ıttılaınız olacak. Bununla itminana kavuşacaksınız.” dese, hiçbiriniz, “Biz zaten inanıyoruz. Böyle bir şeye ihtiyacımız yok!” demezsiniz. Belki, “Ah! Keşke olsa. Hiç olmazsa bir günlüğüne bile olsa bir itminan hâsıl ederiz!” dersiniz.
İşte büyük vazifelerle muvazzaf bir Nebi de, ihtiyaç hâsıl olduğu zaman böyle bir şey isteyebilir. Bazen de Allah onun bu isteğini bildiğinden, istemesine gerek kalmadan da verebilir. Efendimiz’in iki hâdiseden dolayı canı gırtlağına geldiği zaman, Miraç hâdisesi ile serfiraz kılınmıştır. Ebû Talip ve Hz. Hatice’nin vefatları Efendimiz’in hissiyat-ı ulviyesini sarstığı bir zamanda O, Allah’a dayandı, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud da O’nu terk etmediğini gösterdi. Bu tabirler Kur’ânî olduğu için tereddüt etmeden kullanıyorum. Âyette, رَبُّكَ وَمَا قَلٰى مَا وَدَّعَكَ “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duhâ sûresi, 93/3) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Allah O’nu Miraç’a aldı ve kurb-i huzuruyla serfiraz kıldı. Böyle bir mesele, İbrahim ve Musa için de olabilir. Hz. İbrahim de, belki kavminin karakterini aksettirme üslûbuyla,
❁رَبِّ أَرِن۪ي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتٰى “Allahım, göster bana, ölüleri nasıl diriltiyorsun?” şeklinde bir talepte bulunmuştu. Bazılarının aklına “Hz. İbrahim, Allah’ın ölüleri dirilteceğine inanmıyor muydu?” diye bir soru gelebilir. Cenâb-ı Hak böyle bir istifhamın belirmesine meydan vermemek için, “Yâ İbrahim! İnanmıyor musun?” dedi. O da, “Biliyorsun, inanıyorum yâ Rabbi, fakat kalbin oturaklaşması gibi ciddî bir mevzu var. Onu istiyorum.”(Bakara sûresi, 2/260) diye konuştu. Bütün cihan tereddütle dolup taşsa da ben iki kere iki dört eder kat’iyetinde inanmalıyım ki öldükten sonra insan mutlaka dirilecektir. Bunun mânâsı, bir nebi kanaatiyle aksine rüyada bile ihtimal vermeme demektir.
Hz. İbrahim böyle bir şey istemişti; Hz. Musa ise rü’yet istedi. Hz. Musa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mesih ve Fahr-i Kâinat Efendimiz gibi beş ülü’l-azm peygamberden biriydi. Hz. Musa’nın taleb-i rü’yetteki maksadı, İsrailoğulları gibi her gün başına bir gaile çıkaran maddeci bir cemaat karşısında kalbinde, Hz. İbrahim’in istediği böyle bir itminânı hâsıl etmekti.
İkincisi, –ben böyle nezih bir nebi için meseleyi bu şekilde ele almaktan hicap ediyorum ama– İsrailoğullarında öyle bir ruh hâli ve karakter vardı ki, onlar, “Biz, görmeden Allah’a inanmayız!”(Bkz.: Bakara sûresi, 2/55.) diyebiliyorlardı. Onların mücriminde veya yarı iman etmişinde bu şekilde sadece gördüğüne inanma iddiası kendisini gösterince; sâfi, musaffâ, ülü’l-azm bir peygamberin itminan hâsıl etmek için yaptığı taleb-i rü’yet, o ruha ve karaktere tam muvafık düşüyordu. İnsan ne kadar terbiye görürse görsün, ne kadar musaffa olursa olsun, içindeki bazı şeyleri atamaz; ama bu, bazılarında ulvi ve mukaddes olur; Hz. Musa’da olduğu gibi. O, Cenâb-ı Hakk’a itminan hâsıl etsin diye O’nu görmek istemişti. Kavminde ise görme talebinin arkasında ilhad yani “Görmezsek inanmayız!” düşüncesi vardı.
Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ını müşâhede etmeyi istedi. Hâlbuki bu gözlerle O görülmezdi. İnsanın O’nu görebilmesi için âdeta lâmekâna yükselmesi, imkânla vücup arası bir noktayı ihraz etmesi lâzımdır. Bunun için ona, milyar defa milyarca sene ışık hızıyla öteleri görecek bir göz verilmesi ve bu gözün de ziyanın yardımı ve gözün anatomik yapısına ihtiyaç duymaması lâzımdır. Bu da insan fıtratının ve mahiyetinin değişmesi ve insanın ahiret insanı olması demektir. Ahirette istenecek meseleyi, Hz. Musa kendisine talim gelmeden dünyada istedi, “Rabbim görün bana, bakayım Sana!” dedi. Hz. Musa, Zât-ı Bâri’nin rü’yetine dünyadaki durumuyla tahammül edemeyeceğinden Allah لَنْ تَرَانِي “Asla göremezsin!” buyurdu. Bu ifade, nefy-i müebbet için değil, nefy-i müekked içindir ve لَنْ تَرَانِي tekit için getirilmiştir. Yani ebediyen göremezsin demek değildir, şimdilerde göremezsin, demektir ki, bu da ahirette görülebilir demektir. Bu husus dikkat edilmesi gereken ince bir husustur.
Bu talep üzerine Allah, “Şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen de Beni görürsün!” buyurdu ve “Rabbi Zât-ı Ulûhiyet’iyle veya sıfât-ı akdesiyle tecellî edince, dağ şak şak olup parçalandı. Hz. Musa da baygın olarak yığıldı kaldı.” (A’râf sûresi, 7/143). Demek ki Hz. Musa, o tecellîye tahammül edemedi. Edemeyecekti de, zira bu, ihtimal zâtî bir tecellîydi. Hâlbuki, eşyadaki tecellî, esmâ-i ilâhiye tecellîsidir. Bizim ilmimiz yetse yetse ancak esmâ-i ilâhiyeyi kavramaya yeter. Sıfât-ı ilâhiye hakkında “hayret” yaşarız. Zât-ı Bâri hakkında ise, sadece sükût ederiz. Orası hayretüstü bir makamdır. Evet, en yüksek makam zâtî tecellî makamıdır ki, dağı parça parça etti. İşte o tecellî, bu tecellîdir.
Esasen bir nebi olarak Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’te görülebileceğini ve insanoğlunun O’nu görebileceğini bilir. Ama o, Cennet’te mümkün olan bir meselenin burada da mümkün olabileceğini düşünmüş ve böyle bir talepte bulunmuştur. Allah için mümkün olmayan bir şey yoktur. Hz. Musa da işte bu mümkünü istemiştir ki, bu da, makam-ı bâlâ-yı nübüvvete yakışır. Bu itibarla da Hz. Musa’ya “Allah dünyada görülmez. O, bunu talep etmişti.” isnadı yapılamaz. Yapılmamalı da. Evet, Hz. Musa biliyordu ki, Allah istese görünür ve onda görme kabiliyeti yaratabilir. İşte o böyle mümkün olan bir şeyi talep etti. Fakat Allah’ın hükmü o ki, görme bu dünyada olmayacak, ahirette olacaktır.
Bir de arz ettiğim gibi başka bir sır daha var burada. Taleb-i rü’yeti, onun kendi cemaati istemiştir. Hz. Musa da, bu isteklerine karşı, onlara gördüğü Rabb’ini anlatacaktı.
Âyetin sonundaki وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ❁ “Ben ümmetim içinde Seni görmeden iman edenlerin ilkiyim.” ifadesi için, Hz. Musa’dan evvel pek çok peygamberin geldiği ve dolayısıyla bu sözün mânâsının ne olduğu soruluyor. Orada, Hz. Musa ilk insandan bu yana ilk iman eden benim demek istemiyor. Nitekim aynı meseleyi Hz. İbrahim de ifade ediyor: “Benim namazım da, her türlü ibadetlerim de, hayatım da ölümüm de hep Rabbü’l-âlemîn olan Allah’a aittir. Eşi-ortağı yoktur O’nun. Bana verilen emir de budur. O’na ilk teslim olan da benim.” (En’âm sûresi, 6/162-163) Hâlbuki onun yaşadığı zamana kadar çokları O’nun emirleri çerçevesinde ibadetle Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’a yükselmişti. Ama kendi devrinde ilk defa, itminan derecesinde imanı hâsıl eden Hz. İbrahim ve yine kendi devrinde, içinde itminanı en evvel hâsıl eden Hz. Musa olmuştur. Yani kendi devrinde ilk mü’min, Hz. Musa’dır.
Esasen burada bize de bir ders var: Hz. Musa, Zât-ı Bâri’nin rü’yetini talep etti. Bir beşer için dünyada Zât’ın tecellîsi ve Zât’ın rü’yetinin mümkün olmadığı Hz. Musa’ya gösterildi. Hz. Musa da yaşadığı tecrübeden sonra, “Ben ilk inanan oldum ki, Sen dünyada Zât’ınla tecellî etsen, kimse bunu görmeye muktedir olamaz. Hatta sıfât-ı akdesinle tecellî buyursan da bunu kimse idrak edemez.” hükmüne vardı. Demek ki bu işe kısmen de olsa ilk muvaffak olan yine de Hz. Musa’ydı. Mesele bu şekilde olduğundan dolayı o, aslında devr-i Âdem’den bu yana mü’minlerin ilki olduğunu ifade etmiyordu.
Kıyametin vukû bulacağı hususunda hiç kimsenin tereddüdü yoktur. Hattâ günümüzün müspet ilmi ve ilim adamları da bu mevzuda ittifak halindedirler. Ancak onlar bu gerçeği çok uzun bir zaman sonra beklemektedirler. Halbuki fevkalâde hâdiseler o kadar çoktur ki, bunlardan birisiyle kıyamet kopabilir.
Meselâ bidayette dünyadan koptuğu kabul edilen “ay” neticede anasının sinesine dönmek istese işte dünya, atomik kanunlar içinde müthiş bir infilaka maruz kalır… Ve kıyamet kopuverir.
Bir hadis-i şerifte “âyetinin tefsiri münasebetiyle” i “ay” ile anlatan Allah Rasulü (sav) Hz. Âişe’ye (ra) “ay”ı göstermiş ve:
‘Ya Âişe! Şu zulmetle bürüyen ayın şerrinden Allah’a sığın!’ buyurmuştur.
Ondandır ki, ehlullah rüyada ay görmeyi şerre; güneş görmeyi ise hayra alâmet sayar ve öyle tâbir ederler.
Bir kuyruklu yıldız gelip küre-i arza çarpıp kıyameti koparabilir. Veya yanlış bir atom denemesi bu kıyametin kopmasına sebep olabilir. Zahirî sebep ne olursa olsun bütün bunların ardında sebepleri elinde tutan Zât, sûra üfleme emrini verecek ve kıyameti koparacaktır.
Kur’ân-ı Kerim, bizim tespit edebildiğimize göre, öldükten sonra dirilme hakikatini iki grupta toplamıştır.
Birincisi: Kıyâs-ı temsilî,
İkincisi: Nazîrini gösterme metodu.
Kur’ân bu iki şıkkı ele alırken bir makro âlemden, âfâkî delillerle haşrin meydana geleceğini, bir de normo (enfüsî) dediğimiz âlemden bunu anlatırken mikro âleme de inerek haşri ispat ediyor. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim makro ve mikro âlemi birden ele alarak meseleyi anlatır ki, biz buna ‘âlemşümul delil’ de diyebiliriz. Bu son kısımda ise mutlak yaratılış nazara verilir.
Şimdi bütün bu kısımları sırasıyla arz etmeye çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim, kıyâs-ı temsilî usulüyle makro âlemden misaller vermek suretiyle haşri ispat ediyor:
“Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istivâ etti (bütün mülkünün, bütün yaratıklarının yâni tahtına, yönetimine hâkim oldu, her şeyi düzenleyip yönetti), güneşi ve ayı irâdesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) iş(ini) düzenler, âyetleri açıklar ki, Rabb’inizle karşılaşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Ra’d/2)
Haşirle insanları yeniden diriltecek olan Cenâb-ı Hakk semayı direksiz olarak tutmakta, koyduğu nizam ve intizam sayesinde de yıldızlar seyr ve seyahatlerine devam edebilmektedir. Siz bu muhteşem semânın direksiz bir şekilde hareket halinde olduğunu ve kendisinde hiçbir füturun müşâhede edilmediğini görüyorsunuz. Semayı böyle direksiz yükselttikten sonra Allah, Arşa istiva buyuruyor ve hükmünü oradan infâz ediyor. Sonra da güneş ve ayı teshir edip âdeta istifade etme, faydalanma zimamlarını sizin elinize veriyor. her şeyi bir hesapla yapıyor ve böylece size sonsuz ilminden hikmet pırıltıları gösteriyor.
Evet, gökte ve yerde olan bütün işleri düzenleyen, her şeyin alnında kudret mührünü gösteren Allah size haşri vaad ediyor; tafsil ettiği ayetleriyle size güç ve kuvvetini gösteriyor. Belki bütün bunları düşünür, tedebbür eder ve bir gün O’na kavuşacağınıza hakkalyakîn inanırsınız.
Gerçekte, biz âhirete inanırken, bütün rubûbiyet ve şuûnatıyla kendisini gösteren ve hissettiren bir Allah’ın haşri dilediği şekilde var edeceğine inanıyoruz:
“O gün göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıksa onu, yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız.” (Enbiyâ/104)
Semâyı bir kitap gibi dürer ve bugünkü mahiyetinden uzaklaştırırız. Hareket ve hararet kalmaz, bir duraklama ve bir donma baş gösterir. Mahfazasından çıkarıp enzârınıza arz ettiğimiz kâinat kitabını kapatıp, evvelce olduğu gibi yine mahfazasına koyarız. Bütün mükevvenat bidâyette nasılsa o hale döner. İlkinde sebeplerin sukut etmesi gibi bu ikinci yaratılışta da sebepler sukut edecek ve kitabı dürdüğümüz gibi tekrar açacak ve zerratı yeniden yaratacağız.
“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeğe de kâdir olduğunu görmüyorlar mı? Evet O, her şeye kâdirdir.” (Ahkâf/33)
Gökleri ve yeri yaratıp bir sistem içinde vaz’ eden ve bundan asla yorulup usanmayan bir Allah, ölüleri tekrar diriltmeye kâdir değil mi? Nazar-ı ibretle baksanız, her hâdisenin verâsında ‘Allah!’ diyeceksiniz. O Allah ki asla yorulmaz ve dinlenme ihtiyacı duymaz. Başka bir ayette bu husus:
“Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” (Kâf/38)şeklinde anlatılır.
İşte böyle bir Allah ölüleri yeniden diriltmeye muktedir değil midir?
Kıyas-ı temsilî Kurân’ın bir istidlâl metodudur. Bu içinde yaşadığımız âlemi nazara vererek, Allah’ın hallakiyetini göstermek suretiyle, yeniden böyle bir âlemi yaratacağına zihinleri kabule hazırlamaktır. Bu metot sayesinde insanın haşre olan inancı kat kat pekişir.
“Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette kâdirdir! O, çok bilen yaratıcıdır.” (Yâsin/81)
“Sizi yaratmak mı zor, göğü yaratmak mı? Ki onu Allah, bina edip yükseltmiştir.” (Nâizat/27)
Sizin yaratılmanız mı, yoksa cin ve insi hâvi bütün sistemlerin yaratılması mı zor? Kâinat sarayını kuran Allah, cennette sizin için daha küçük saraylar inşâ ve icat edemez mi?
“Onun âyetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kâdirdir.” (Fussilet/39)
Siz yeri; haşyet içinde, bitmiş tükenmiş; saygıyla Allah’a boyun bükmüş bir insan gibi, O’ndan meded ister gördüğünüz bir anda, semâdan yağmur indirdik. Sonra bir ihtizaz ve hareket başladı. Yerin altındaki tohumcuklar, rüşeymler başlarını çıkardı. Yeryüzü bir yeşillik ve çemen-zâr haline geldi. İşte her baharda yeri böyle dirilten Allah, ölüleri de aynı şekilde diriltecektir. Şu kadar nebatâtın haşrini her baharda size gösteren Allah ölüleri ihyâ edip diriltecektir.
Evet, Allah ölüm uykusuna yatan bir sürü havâmm ve haşarâtı, ölmüş kupkuru ağaçları bahar mevsiminde yeniden dirilttiği gibi sizi de, hazan mevsiminiz olan ölümle toprağa düştükten sonra bir gün gelecek tekrar diriltecektir.
“Ey insanlar eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alaka (embriyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç ve kabiliyetinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş ölmüş görürsün. Fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.” (Hac/5)
Ayetin son kısmında da belirtildiği üzere siz yeryüzünü hiçbir şey bitirmesi mümkün olmayan, yanmış kül gibi görürsünüz. Semâdan yağmuru sağnak sağnak indirdiğimizde bir ihtizaz, bir hareket başlar. Ve derken bitkiler boy atar. Allah, içinizi açacak manzaraları, her şeyden çift çift yaratmak suretiyle nazarınıza takdim buyurur.
“Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (her şey O’nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her şeyi yapabilir.” (Hac/6)
Bütün bu gördüğünüz şeyler doğrudur. Çünkü Allah’tandır. İşte ölüleri diriltecek olan da O’dur. Ve O, her şeye kâdirdir. Başınızın üzerinde dönüp duran binlerce hâdiseyi tedbir ve idare eden Allah (cc) tecellileriyle size, her şeye kâdir olduğunu göstermiş oluyor.
“Ve (çünkü) o (kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir, onda şüphe yoktur. Ve Allah, kabirlerde olanları diriltecektir.” (Hac/7)
Görüldüğü gibi kıyamet mutlaka gelecek, bunda şüphe yoktur. Ve Allah, bütün ölüleri diriltecektir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk bütün bu âyetlerde haşrin nazîrini evvela yeryüzünde gösterdi. Bütün bu bahar hâk ile yeksân olduktan ve toprağa gömülen tohumlar çürüdükten sonra, Cenâb-ı Hakk onları ikinci bir baharda yeniden nasıl diriltiyor; aynen öyle de kabirlerde çürüyen insanı da ikinci bir bahar olan haşir günü tekrar diriltecektir.
Bu açıdan mesele ister bir filozof isterse bir çoban zaviyesinden ele alınsın; Kurân’ın bu ikna metodundan daha üstünü gösterilemez. Efendimiz’in (s.a.s) mevzu ile alâkalı hadisleri de dahil, bütün söylenenler sadece Kur’ân-ı Kerim’in anlattıklarının tafsil ve tefsirinden ibarettir.
Kur’ân-ı Kerim haşr-i âzamı enfüsî delillerle ispat ederken nazarlarımızı normo âleme çevirerek meseleye şu misallerle açıklık kazandırmaktadır:
“İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.” (A’râf/29)
Başta sizi topraktan, nutfeden, kan pıhtısından ve bir çiğnem etten yarattığı gibi, tekrar sizin aslî atomlarınızı bir araya getirip terkip yapacak ve sizi yeniden yaratacaktır.
‘İnsan, Bizim kendisini bir nutfe (sperma)’dan yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir mesel verdi: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” dedi.
De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (Yâsin/77-79)
İlk devrin kâfiri de yirminci asrın müntehi kâfiri de aynı şeyi söylüyor: Kül haline gelmiş bu kemikleri kim diriltecek?
Kur’ân onlara cevap veriyor: “Hayatı bidâyette kim vermişse, yine o diriltecektir.”
“O ki size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.” (Yâsin/80)
O Allah ki (cc) damla damla içinden su damlayan ağaçtan ateş çıkarıyor. Halbuki “iki zıt yan yana gelmez, bir arada toplanmaz” prensibi muhkem bir kaidedir. Kudreti Sonsuz iki zıddı bir arada cem ediyor. Arabın bildiği Merh ve Afar ağaçlarından damla damla su damlarken sürtüldüğünde ateş çıkıverir. İşte böylece kudretini gösteren Allah (cc) hayata zıt gibi görünen çürümüş kemiklerle hayatı cem eder ve insanı ikinci bir hayatla diriltir, ihyâ eder.
Kur’ân-ı Kerim aynı usulle en küçük atom parça ve parçacıklarından müteşekkil mikro âlemi de nazarımıza verip haşri ispat eder:
“Ey insanlar eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) Biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alaka (embriyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için(sizi büyütüyoruz.) İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.” (Hac/5)
Eğer haşirden şüpheniz varsa, mahiyetinizde cereyan eden hadiseye bakıp, şu enfüsî delili tetkik edin:
Allah (cc) başlangıçta sizi topraktan yarattı. Mâhiyet-i aslîniz yeryüzünden alınan birtakım elementlerden ibarettir. Sonra karıştırılarak bir protein çorbası yapılmıştır. Bir kademe sonra yani canlılık seviyesine gelince mahiyetiniz bir damla su oldu. Hem de hor ve hakir bir su… Daha sonra bir kan pıhtısı ve derken şekilli veya şekilsiz bir çiğnem et… Bu hale geldikten sonra artık ya yaratılır veya yaratılmazsınız. Ya bir düşük olarak düşer gider ya da ahsen-i takvim sırrına mazhar bir insan olmanız için mahiyetinizde bulunan tohumunuza göre bir hüviyete irca olunursunuz. Sonra onları dilediğimiz kadar ana rahminde tutarız. Bazen çocuk 3-4 aylıkken düşer; bazen altı, bazen dokuz aylıkken dünyaya gelir.
Ter ü taze bir çocuk haline getirdiğimiz sizler, daha sonra da tam kıvamına, işe yarar hale gelebilmeniz için belli bir noktaya varmaya çalışırsınız. Kiminiz vefat eder müntehaya ulaşamaz. Kiminiz de erzel-i ömre gider dayanırsınız. Belinizin, ayaklarınızın ağrıyıp başınızın büküleceği; ihtiyarlığın sizleri mağlup edip saçlarınızın ağaracağı erzel bir hayata maruz bırakılırsınız. O hale getirilirsiniz ki; her şey olduktan sonra hiçbir şey olmadığınızı anlayasınız. Çocukluktan başlar ve nihayet sakallı bir çocuk olarak göçüp gidersiniz.
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Rabb’i onu) yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bun(ları yapan Allah)ın, ölüleri diriltmeğe gücü yetmez mi?” (Kıyâme/36-40)
Sizi belli kademelerden ve merhalelerden geçirip bu hale irca eden Allah, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi? Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim Haşir meselesini başka hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde, kendine has aklîlik ve mantıkîlikle ispat etmiş oluyor. Kur’ân ayetlerinin hemen hemen üçte birisi bu hakikatlerden bahseder. Biz yukarıda zikrettiklerimizle bu mevzuda sadece bir fikir vermiş oluyoruz. Zaten bundan sonra söyleyeceklerimiz de, bu âyetlerin tefsir ve tafsilinden ibaret olacaktır.
Fikir, düşünce, his, duygu, insan, insanlık ve bütün bunlara bağlı niyet amel ve aksiyonlar; bu dünyadan sel gibi akar. Ve nihayet akış mecrasının mahiyetine göre bir havuzda toplanıverir. Burada bizler herhangi bir mükâfat ve mücazât görmüyoruz. Nice zalimler, cebbârlar ve firavunlara taş çıkartacak kimseler bu dünyada hiçbir cezaya, ikâba maruz kalmadan; başı, beli, dişi ağrımadan; ceberutu, hodfuruşluğu yanına âdeta kâr kalarak öbür âleme gitmiştir. Aynen bunlar gibi binbir musibete maruz binbir belanın cenderesinden geçmiş, binbir musibet başında değirmen taşı gibi çevrilmiş kimseler de bu dünyadan oldukça mazlum, mağdur olarak diğer âleme göçmüşlerdir.
Zâlimin, kendine göre düşünce ve hesapları, mazlumun da yine kendine göre büyük farklılık arz eden niyet ve düşünceleri vardır.
İşte bir çağlayan gibi akan birbirine tamamen zıt bu iki mecrâ diğer dünyada bir havuza dolan sular misâli temerküz edecek, bu dünyadaki hâl ve hareketlerinin muhasebesi için Cenâb-ı Celle ve A’lâ’nın karşısında sıraya dizileceklerdir. Yapılan muhasebe neticesinde mazlum dünyada iken varlığına kendi varlığı gibi inanmış olduğu cennete, zâlim ise içinde bulunmayı aklının ucundan bile geçirmemiş olduğu cehenneme bir çöp yığını gibi atılacaktır.
Bu dünyada yapılmamış olan ebrâr ve eşrârın temyizini öte tarafta Adil-i Mutlak olan Allah yapacak, eşrar ve zalimler güruhuna:
“Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın (bakayım!)” (Yâsin/59) şeklinde hitap edecektir. İşte bu mahiyetteki tefrik ve temyiz, muamele yönüyle bu dünyada yapılmamaktadır. Halbuki, diğer eşya arasında, iyi kötüden, güzel çirkinden; kemâl noksandan; burada ayrılmaktadır. İnsan gibi, kâinatın enmuzeci ve özü olan bir varlığın kaideden istisna edilmesi düşünülemez. Burada olmuyor, demek başka bir âlemde olacaktır.
Tohum yere atılıyor çürüyor ve bittiği yerde yeni bir hayat başlıyor. Ağaç dal budak salıp semalara ser çekiyor. Yapraklarla süslenip, meyvelerle donatılıyor. Daha sonra da her şeyini döküp kupkuru bir kemik haline geliyor. Fakat yeni bir baharda tekrar süslenip kendisini sizin nazarınıza arz ediyor. Bütün hevâmm ve haşerat sonbaharda kış uykusuna girip, ölüm gibi bir hale maruz kalıyor. İkinci bir baharda yeniden haşr ve neşre tâbi tutuluyor. Bütün varlıklarda cereyan eden bu kanundan insanın müstesna tutulmasına nasıl ihtimal verilebilir? Onun da bir baharı, bir kışı ve ikinci bir baharı vardır. Zira o da bir tohumdan meydana gelmiş; bir ağaç gibi olgunlaşmış; fikir, sır, hafî gibi meyveler vermiştir. Daha sonra da hiçbir şeye yaramaz hale gelmiştir. Bir tohum gibi yeniden toprağa düşmüştür. Ve şimdi ikinci bir baharını beklemektedir. Mevsim geldiği ve sûr’a üflendiğinde o da tahakkuk edecektir.
Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve ahirette daha başkadır. Bu dünyada biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.
Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kâide ve temel olup, hadîste “acbü’z-zeneb”, yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tesbit etmek mümkün değildir. Allah (c.c.), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlar üzerinde haşr edecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir. Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır.
İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah (c.c.)’ın lütfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyada hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir. Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında makul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkîl edebilirler….
Bilhassa mü’min olanlar bir araya gelecekler. Tur Sûresi’nde mü’minlerin, Cennet’te yine mü’min olan aileleri ve çocuklarıyla birlikte olacakları buyurulur. Bunların, dünyada iken aileleri için şefkatli oldukları da beyan edilir. Aileleri içinde, onlara şefkatli olmak nasıl davranmayı gerektiriyorsa, öyle davranmışlardır. İnşikak Sûresi’nde ise, bunların hesaplarının kolay görüleceği ve sonra ailelerinin yanına sevinerek dönecekleri anlatılır.
Mü’minlere karşılık, inanmayanlar da Âhiret’te bir araya veya karşı karşıya geleceklerdir. Orada azabı görünce birbirlerine atf-ı cürümde bulunacak ve bazısı bazısına, Bizi Allah’ın Yolu’ndan siz saptırdınız. Siz olmasaydınız, biz hidayet üzere olurduk” derken, diğerleri de onlara, “Size hidayet geldi de, biz mi mani olduk?” şeklinde cevap verecektir. Evet, bu şekilde birbirlerini suçlayacaklar; bu ise, fayda vermek şöyle dursun, azabı artırmaktan başka bir işe yaramayacak; tam tersine, bir başka hicran ve hüsran ifade edecektir. Abese Sûresi’nde buyurulduğu gibi, orada birbirlerinden kaçacaklar; kişi kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak; bir de onların üzerine yüklediği mesuliyetten, onların kendisine atf-ı cürümde bulunmasından, onlarla bir araya gelip yüzleşmekten ve haklaşmaktan kaçacak. Kur’an-ı Kerim, bunun mühim bir sebebini anlatırken, mü’minlerin durumuna tam mukabil gelen ifadede bulunur: “Çünkü onlar, dünyada aileleri içinde şen ve şakraktılar.” (İnşikak:13) Dünyada şen-şakrak ve çılgınca bir aile hayatını tercih etmişlerdi; bu, onları Allah’ın yolundan alıkoymuştu. Bir başka âyet-i kerimede buyurulduğu üzere (Vâkıa:45), dünya hayatında mütrefînden idiler; yani, dünya hayatı tek hedefleriydi; yiyip içip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
Bir de, kendisi mü’min olup da, ehli içinde mü’min olmayanların durumları vardır. Bu ise, bir hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmektedir: Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki: “Kıyamet günü, Hz. İbrahim’in babası getirilir; fakat bir değişikliğe uğrar ve İbrahim, ondan uzaklaşır.” Bu hadisten benim anladığım, Cennet hiçbir şekilde üzüntü yeri olmadığı için, Allah, orada mü’minleri, Cehennem’e gitmiş yakınlarından dolayı da üzmeyecektir. Bir âyet-i kerimede buyurulduğu gibi, iman ve takva dışında orada münasebetler kesilecek ve mü’minlerin mü’min olmayan yakınları herhalde mesh, yani şekil, suret değiştirme gibi bir cezaya da maruz bırakılacak ve mü’min, o yakınlarından tiksinti duyacak, onları daha fazla yakını olarak hissetmeyecek; yani, aradaki yakınlık münasebeti kesilecektir.
Âhiret, bu âlemden her bakımdan çok farklıdır. Dünya ile bir benzerlik arz etse de, bu sadece bir isim benzerliğinden ibarettir. Kur’an-ı Kerim, Cennet’te mü’minlere benzer meyveler verilecek buyurur. Bu benzerliğin, Cennet meyveleri ile dünya nimetleri arasında olduğu beyan buyurulmuş, fakat İbn-i Abbas, bu benzerliğin sadece isim benzerliğinden ibaret olacağını söylemiştir. Yani orada da portakal olacak, elma olacak, muz olacak; fakat adı, belki görüntüsü de böyle olacak, ama her şey, orada farklı bir hâl alacaktır. Orada hanım nedir, evlâd nedir, ırmak nedir, ağaç nedir, bunları ancak, inşa-Allah oraya gidince anlayacağız.”