Melekler Soru Cevap-1

Sorular ve Cevaplar

Melek Kavramı

Melek kelimesi, sözlükte ‘haberci, elçi, güç ve kuvvet’ gibi anlamlara gelir. İslam terminolojisinde ise, ‘Allah tarafından yaratılmış, erkeklik ve dişilikleri olmayan ve Allah’a itaatten ayrılmayan latif ve nurani bir varlık’ olarak tarif edilir.

Meleklere İmanın Vücûbu

Melekler, bizim zahiri duyularımızla algılanabilecek maddi bir yapıya sahip olmamaları yönüyle gayb alemine ait varlıklardır. Bunun için de, haklarında duyularla değil, peygamberlerin verdikleri haberlerle bilgi sahibi olunur. Yüce Yaratıcı, gaybın son habercisi, son peygamberi Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyetmiş olduğu kitabında, bize meleklerden bahseder ve onların varlığına inanmayı iman esasları içinde zikreder:

“Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, (buna) mü’minler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.” (Bakara suresi, 2/285)

Meleklere inanmayan kişi, ilgili ayetlerin hükmünü inkar ettiği için iman etmiş sayılmaz. Esasında meleklere inanmamak, dolaylı olarak vahyi, peygamberi, peygamberin getirdiği kitabı ve tebliğ ettiği dini inkar etmek anlamına gelir. Çünkü din, peygamberlere melekler aracılığıyla bildirilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

” … Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, o artık tam bir dalalet içine düşmüş demektir.” (Nisa suresi, 4/136.)

Meleklerin Varlığı, Mahiyeti ve Özellikleri

Kainatta çok küçük bir yer işgal eden gezegenimizde binlerce çeşit hayat ve yaşama şekli mevcuttur. Tam bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba, yeryüzünde vaziyet böyle iken, dünyadan çok daha büyük yıldızların, gezegenlerin ve sistemlerin kendi şartlarına uygun canlı ve şuurlu sakinleri var mıdır? Bu soruya bir çırpıda verilecek ‘hayır’ cevabı elbette ki yanıltıcı olacaktır.

Bütün hayat şartlarını sadece kendi dünyamızın hayat şartlarına kıyas edip diğer gezegen ve yıldızları şuur sahibi canlılardan hali/boş görmek hiç de makul değildir. Şu halde bilmediğimiz bu gibi mevzularda, bu sahanın uzmanları, özel donanımlı müstesna varlıklar olan peygamberler tarafından bizlere anlatılanlara inanmamız gerekir. Konuya, akla ufuk açabilecek temsili bir kıyas ile yaklaşmaya çalışalım:

Sayısız hazineleri ve eşsiz sanat harikaları bulunan bir Sultan düşünelim. Bu Sultan, emsalsiz diyebileceğimiz muhtelif saraylardan bir şehir kurmuş ve o muhteşem şehrin bir köşesinde de kulübe ebadında küçük bir ev/hane yaptırmıştır. Biz, bu küçücük binada büyük bir faaliyet ve hareket olduğunu bizzat gözlerimizle müşahede ediyoruz. Sonra gözlerimizi o muhteşem saraylara çeviriyoruz; fakat oralarda kimseleri göremiyoruz.

Bizim bu göremeyişimiz başlıca üç sebepten kaynaklanıyor olabilir:

Göz zaafımızdan, sakinlerinin bizden saklanışından, oralarda kimse olmayışından. Böylesine muhteşem bir şehirde ‘binlerce sarayın boş, sadece küçücük bir binanın binlerce canlıyla dolu’ oluşunu kabul manasına gelen son görüş, aklı başında birisinin kabul edebileceği bir görüş değildir. O halde ya göz zaafımız o sarayların sakinlerini görmemize manidir, yahut o sakinler bilemediğimiz hikmetlerle bizden gizlenmektedirler. İşte meseleyi zihinlere yakınlaştırma maksadına yönelik olarak arz etmeye çalıştığımız bu ‘muhteşem şehir’ örneğindeki küçücük bina, ‘dünya’mızdır. Bu şehirdeki büyük saraylar da dünyamızın dışındaki yıldızlar ve sistemlerdir. Şimdi bu örneğimizin ışığında düşünelim.

Kainat şehrinin ‘dünya’ isimli küçük bir noktasında/haneciğinde bin bir ışık, renk ve ses cümbüşüne ve de sürekli bir faaliyete şahit olup seyreden birisinin, o muhteşem yıldız saraylarını ‘boş’ zannetmesi doğru mudur? Elbette ki hayır. Zira oralarda da hayat vardır ve oraların da şuurlu sakinleri mevcuttur. Bizim onları görmeyişimiz onların olmamasını gerektirmez. Göremeyişimiz, ya bizim gözümüzdeki bir zaaftan ya da onların başka bir boyutta oluşlarındandır. Şu halde, meleklerin gözle görülmez, duyu organlarıyla algılanamaz oluşları, inkar edilmeleri için bir gerekçe olamaz. Zira onların görünmeyişleri, var olmadıklarından veya asla gorunmez olduklarından değildir. Bu, bizim onları görecek bir kabiliyet ve kapasitede yaratılmadığımızdandır.

Başka bir ifadeyle, meleklerin görünmeyişleri, onların bizim gözlem ve tecrübeye dayanan bilgilerimizin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklar oluşlarındandır. Bugün var olduğu ilmen ispat edilen veya hissedilen nice varlıklar vardır ki biz onları çıplak gözle göremiyoruz. Melekleri bize birçok özelliğiyle tanıtan Kur’an-ı Kerim, onların nasıl bir unsurdan yaratılmış oldukları hususunda bilgi vermez. Onlarla ilgili bu bilgiyi biz, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde görmekteyiz. Bir hadis-i şerifte “Cinlerin ve şeytanların ateşten, Hz. A.dem’in topraktan/çamurdan, meleklerin ise, nurdan yaratıldığı” (Müslim, Zühd 10) bildirilir.

Melekler, öfke, kin, gazap, kıskanma ve haset gibi negatif duygulardan uzak olup, beşere ait diğer his ve meyillerden de korunmuşlardır. Dolayısıyla onlar için, isyan ve başkaldırma gibi herhangi bir günah söz konusu değildir. “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmezler ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler.” (Tahrim suresi, 66/6.)

İnsanların sahip oldukları yemek, içmek, erkeklik, dişilik, evlenmek, gibi fiil ve özelliklerden uzak (Bkz. Zuhruf suresi, 43/19; Saffat suresi, 37/49; Necm suresi, 53/27.) ruhani birer varlık olan meleklerin, makamları sabittir ve onlar için bir ücret de söz konusu değildir, ama, Allah namına işledikleri her emirde latif bir zevk ve hoş bir lezzetleri vardır. Allah’a karşı derecelerine göre feyiz (manevi bir keyif) alırlar.

Nurdan ibaret varlıklar olmaları yönüyle, ihtiyaç duydukları gıdalar da manevidir; zikir, tesbih, hamd ve Cenab-ı Hakk’a ait marifet ve muhabbet nurlarından lezzet alırlar ve O’na ibadet hususunda ne bir büyüklük duygusuna kapılırlar ne de yorulup usanırlar: “… O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tesbih ederler.” (Enbiya suresi, 21/19-20)

Ayrıca melekler, kendilerine has latif ve nurani bir yapıya sahip olmaları sebebiyle hareket ve nüfuz keyfiyetleri son derece süratli ve mükemmel olan varlıklardır. Kur’an’da onların bu özelliklerini ifade sadedinde şöyle buyrulur:

“Melekler ve ruh, O(nun arşı)na -miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan- bir günde yükselip çıkarlar.”(Mearic suresi, 70/4)

“Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamd olsun … “ (Fatır suresi, 35/1)

Gerek Kur’an’da gerekse hadis-i şeriflerde meleklerin kanatlarından söz edilir. Bu kanatların, içinde bulunduğumuz aleme ait varlıkların kanatlarıyla aynı olduğunu söyleyemeyiz. Meleklerin farklı bir boyutta hayat süren nurani varlıklar olduğu göz önünde tutulursa, bunları kuş veya uçak kanatları gibi maddi vasıflara konu etmenin doğru olmayacağı ortadadır.

Melekler, beşerin idrak vasıtalarıyla tanınamayacak bir yapıdadırlar. Şu halde bu kanatların mahiyetini ancak Allah ve onları gören peygamberler bilebilirler. Meleklerin kanatları hakkında bilinmesi gereken bir husus da şudur:

Bu kelimenin Kur’aıı’daki karşılığı ‘cenah’tır. Cenah ise sadece ‘kanat’tan ibaret olmayıp ‘yan, taraf ve hususiyet’ gibi manalara da gelmektedir. Bu cümleden olarak, Kur’an’da, / uli ecniha’ şeklinde geçen bu ifadeyi, güç ve sür’at gibi meleklere verilmiş olan hususiyetlerin çeşitliliği veya Allah katındaki dereceleri’ olarak anlamak da mümkündür.

Melekler, Allah’ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilen varlıklardır. Melekler peygamberler tarafından hem asli şekilleriyle hem de, temessül etmiş oldukları başka şekilleriyle görülmüşlerdir. Mesela, Cebrail (aleyhissalatu vesselam) Hz. Meryem’e bir insan şeklinde görünmüştür. (Bkz. Meryem suresi, 19/16-17.) Hz. İbrahim’e (aleyhissalatu vesselam) bir oğul müjdesiyle gelen melekler de, insan şeklinde görünmüşlerdir. Hz. İbrahim onları misafir zannederek kendilerine yemek hazırlamış, fakat yemediklerini görünce korkmuş sonra da onların melek olduğunu anlamıştır.(Bkz. Hud, suresi 11/69-70.)

Bu ayetten meleklerin yiyip içmediği sonucu da çıkmaktadır. Keza, Cibril hadisi olarak bilinen, -iman, İslam ve ihsan kavramlarının tanımlarının yapıldığı- rivayette de belirtildiği gibi, Cebrail sahabiler tarafından insan şeklinde görülmüştür. (Müslim, İman 37; Ebu Davud, Sünnet 15)

Allah’ı İdrak Etme Açısından Melek ve İnsan Arasındaki Fark

İlahi azamet ve sırlara daha yakından şahit olmaları yönüyle melekler, Cenab-ı Hakk’ın Zat-ı Uluhiyetine ait hususiyetleri idrak mevzuunda insanlardan daha ileridedirler.

Bir diğer ifadeyle melekler, Allah’ın sıfat ve isimlerini bilme noktasında insanların önündedirler. Ancak insanlar, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını aksettiren cami’ /kapsamlı bir ayna olmalarından ötürü potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvi sayılırlar.

Melekler, Yüce Yaratıcı’nın isim ve sıfatlarına sadece nurani/ruhani cepheleriyle ayna olabilecek bir yapıda yaratılmışlardır, insanlara gelince onlar, hem cismani hem de ruhani olmak üzere iki ayrı açıdan ilahi isim ve sıfatların tecellilerine mazhar olabilecek özelliklerle yaratılmışlardır.

Meleklerin Görevleri

Yüce Yaratıcı tarafından meleklere verilen görevleri Kur’an ayetlerinin ve bazı hadis-i şeriflerin ışığında şöyle sıralayabiliriz:

  • Allah’ı her bir eksik ve yanlış mülahazadan tenzih etmek, O’na gece gündüz övgü ve şükranda bulunmak ve O’nu, O’na yaraşır bir biçimde takdis etmek (yüceltmek.) (Bkz. Bakara suresi, 2/30; A’raf suresi, 7/206; Nahl suresi, 16/50; Enbiya suresi, 21/19, 27; Şura suresi, 42/5; Tahrim suresi, 66/6.),
  • Allah’ın peygamber olarak seçtiği kullarına vahiy getirmek (Bkz. Nisa suresi, 4/163; Hac suresi, 22/75; Şuara suresi, 26/193-194.),
  • Peygamberleri salat ve selam ile yüceltmek ve bütün insanlara dünyada hayır duada bulunmak (Bkz. Şura suresi, 42/5; Mümin suresi, 40/7-9; Necm suresi, 53/26. Bir hadiste ise, meleklerin şefaatinden de söz edilir. Bkz. Buhari, Tevhid, 24),
  • Peygamberlere ve mü’minlere manevi bir güçle destek olup onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında rahatlatmak, inkarcıları ise sıkıntıya sokmak (Bkz. Bakara suresi, 2/87; Al-i İmran suresi, 3/124-125; Maide suresi, 5/110; Enfal suresi, 8/12; Nahl suresi, 16/28; Fussilet suresi, 41/130-132; Mücadele suresi, 58/22), 
  • İnsanı koruyan takipçiler olarak bir anlamda insanlara hizmet etmek (Bkz. Ra’d suresi, 13/11.), 
  • İnsanların fiillerini kaydetmek (Bkz. Ra’d suresi, 13/11; Kaf suresi, 50/17-18; İnfitar suresi, 82/10-12; Tarık suresi, 86/4.),
  • Kainatla ilgili olarak yürütülen ilahi icraata vasıta olmak (Bkz. Naziat suresi, 79/5.),
  • Beşerin yaratılış ve ölümüyle ilgili olarak görev yapmak (Bkz. Buharı, Bed’u’l-Halk, 6; En’am suresi, 6/39; Secde suresi, 32/11.),
  • İlahi cezaları icra eden elemanlar olarak görev yapmak (Bkz. Bakara suresi, 2/210; Enfal suresi, 8/50; Furkan suresi, 25/21-26; Muhammed suresi, 47/27; Hicr, 15/7-8.).

Meleklerin Sayısı ve Çeşitleri

Meleklerin sayısını ancak Allah bilir. Kur’an’da ve hadislerde meleklerin sayıları hakkında açık bir bilgi mevcut değildir. Ancak Kur’an’ın ‘Göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir.‘ (Bkz. Fetih suresi, 48/4,7. Keza bkz. Tevbe suresi, 9/26; Ahzab suresi, 33/9.) şeklindeki beyanlarından hareketle, sayılamayacak kadar çok olduklarını söylememiz mümkündür.

Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla tanımaktayız. Bazılarını ise, sadece memur oldukları vazifenin türü itibarıyla ve hepsine birden verilen unvanla bilmekteyiz. Melekler için hakiki manada bir tasarruf söz konusu değildir. Onlar sadece ilahi icraatın alkışçıları ve nezaretçileri durumundadırlar. Aksi bir düşünce tevhid ilkesiyle örtüşmez. Bu cümleden olarak, melekleri, temel görevleri açısından şu gruplarda inceleyebiliriz:

Dört Büyük Melek

Cebrail

Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’an’da üç yerde Cibril olarak geçmektedir. (Bkz. Bakara suresi, 2/97, 98; Tahrim suresi, 66/4.) Ayrıca Cibril ayetlerde “ruh“, “rûhena“, “resulün kerim“, “resulü rabbik“, “rûhu’l-emin“, “rûhu’l-kudüs” gibi isimlerle de zikredilmektedir. (Bkz. Mearic suresi, 70/4; Nebe’ suresi, 78/38; Kadr suresi, 97/4; Meryem suresi, 19/7; Tekvir suresi, 81/19; Meryem suresi, 19/19; Şura suresi, 26/193; Bakara suresi, 2/87, 253; Maide suresi, 5/110; Nahl suresi, 16/102.) Bir hadiste ise, bunlara ilaveten ‘en-Namus‘ diye isimlendirilmektedir. (Bkz. Buhari, bed’u’l-vahiy 3.)

Mikail

Dört büyük melekten biri olup Allah tarafından kainattaki olayların ve yaratıkların rızıklarının idaresine vasıta kılınmıştır. İsmi, Kur’an’da sadece bir ayette geçer. (Bkz. Bakara suresi, 2/98.)

İsrafil

Bu meleğin adı Kur’an’da açıkça geçmez. .Ayetlerde yalnızca, sura üflenileceğinin haberi verilir. (Bkz. En’am suresi, 6/73; Kehf suresi, 18/99; Taha suresi, 20/122; Yasin suresi, 36/51.) Adı, hadiste dört büyük meleğin içinde zikredilir. (Bkz. Buharı, Rikak 43.)

Azrail

Görevi, eceli/vakti gelenlerin ruhunu teslim almaktır. Kur’an’da ‘ölüm meleği‘ adıyla zikredilmiştir. (Bkz. Secde suresi, 32/11.)

Kirâmen Katibin Melekleri

İnsanın sağında ve solunda görevli olarak bulunan iki meleğin adıdır. Sağdaki, iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tespit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler, kıyamet günü hesap sırasında yapılan işlere de şahitlik edeceklerdir. (Bkz. Kaf suresi, 50/17-18; İnfitar suresi, 82/10-12; Zuhruf suresi, 43/80.)

Mukarrebûn Melekleri

İlliyyun ve keriibiyyun olarak da anılan bu melekler, Allah’ı tesbih ve anmakla görevli olup O’na çok yakın ve O’nun katında şerefli bir mevkide bulunurlar. (Bkz. Nisa suresi, 4/172.)

Hamele-i Arş Melekleri

Arşı taşıyan meleklerin adıdır. Kur’an’da haklarında şöyle buyrulur: “Arşı yüklenen bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) rablerini hamd ile tesbih ederler (yüceltirler), O’na iman ederler.” (Mü’min suresi, 40/7. Keza bkz. Hakka suresi, 69/17.)

Münker ve Nekir

Ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir. ‘Bilinmeyen tanınmayan, yadırganan‘ anlamındaki münker ve nekir, mezardaki şahsa, hiç görmediği bir şekille gelmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır. Bu iki melek kabirdeki ölülere, “Rabbin kim?“, “Peygamberin kim?“, “Kitabın ne?” şeklinde sorular yöneltirler ve insana, alacakları cevaplara göre muamele ederler. (Bkz. Tirmizi, Cenaiz, 70; Müsned, 3/126.)

Hadis-i Şeriflerde, insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham eden (Tirmizi, Tefsir 3.), namaz kılanlarla birlikte Fatiha suresinin bitiminde ‘amin‘ diyen (Buharı, Ezan 11; Müslim, Salat 18.), her gün sabah ve ikindi namazlarında mü’minlerle birlikte olan (Buhari, Mevakıt 16; Müslim, Mesacid 37.), Kur’an okunurken yeryüzüne inen (Buhari, Fezailu’l-Kur’an 15; Müslim, Müsafirin 36.), ilim ve zikir meclislerini dolaşan (Buhari, Daavat 66; Müslim, Zikir 8.) ve mü’minlere rahmet okuyan (Tirmizi, İlim 19) meleklere de dikkat çekilir.

Allah’a ve ahiret hayatına inanma gibi, meleklerin varlığına inanmanın da, insan hayatı üzerinde önemli etki ve yansımaları söz konusudur. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
Meleklere inanan birisi, kendisini hiçbir zaman yalnız hissetmez. Zira böyle birisi en yalnız zamanlarında bile, kendisiyle beraber bulunan meleklerin varlığını bilir ve onların mevcudiyetlerinden duyduğu manevi bir feyizle yalnızlığını ünsiyete (sıcak bir birlikteliğe) çevirir. Görmediği o manevi dostlarla bir nevi arkadaşlık yaparak huzur bulur.

Melek inancı, inanan bir insanın nefsani heveslerine karşı frenleyici bir unsur olması ve böylece onun hayatını zabt u rapt altına almasını kolaylaştırması yönüyle de önemli bir etkiye sahiptir. Şöyle ki, her an onların kontrol ve murakabesi altında olduğunu bilen ve düşünen bir mü’min, günahlara doğru yürümekten hem utanacak hem de çekinecektir.

Melek inancı, manevi güzelliğin ve ahlaki inceliğin bir sembolü olarak, insanlarda kendilerine benzemeye özlem duyulan bir hedef olarak da teşvik edici bir etkiye sahiptir. Pratikte, hayatlarını duru ve nezih olarak yaşamaya çalışan insanların, ‘melek gibi insan’ ve benzeri nitelemelerle anılmaları, bu inancın insan hayatındaki olumlu etkilerini gösterir.

Meleklerin İnsanları Koruması

Allah insanı doğrudan koruduğu gibi, melekleri vasıtasıyla da koruyabilir; her şeyden önce böyle bir durum Allah’ın meşietine bağlıdır. Bazen on katlı bir binadan bir bebek düşmekte ve hiçbir şey olmamaktadır.

İnsanların imanı, teslimiyeti, donanımı, Allah’a yakınlığı, metafizik alemlere açık olması, içinde bulunduğu durum gibi hususlar, melekler ile mülaki olma, onların yardımına mazhar olma hususunda değişik faktörlerdir.

İlgili hadis-i şeriflerin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, meleklerin insanlarla manevi bir bağlantı kurmaları ve onlara destekçi olmaları, onların sergileyecekleri salih amel ve tavırlara bağlı bulunmaktadır.

İnsanla melek arasındaki münasebet, insanın ömrü boyunca devam eder. Ahirette ise bu münasebet ebedileşir ve sonsuza kadar sürer. Ancak burada hadiseye yine Kur’ânî kriterlerle bakmak gerekir. Aksi halde meleklere hakiki manada tasarruf verilmiş olur ki, bu da gizli bir şirk demektir. Onun içindir ki Kur’ân, bu husus üzerinde açık-kapalı birçok tahşidat yapar ve meleğin sadece vazifeli bir memur olduğu gerçeğine dikkat çeker.

Bir kısım melekler, insanların amellerini yazmakla vazifelidirler. Bu hakikata işaret eden bazı ayetlerde şöyle denilmektedir: ‘And olsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedirler.’ (Kaf, 50/16-17)

Bu ayetlerde, önce insanın Allah tarafından yaratıldığı, içinden geçen herşeyin Allah tarafından bilindiği ve Cenab-ı Hakk’ın insana şah damarından daha yakın olduğu anlatılmakta, daha sonra da melekler tarafından insanın her halinin kaydedildiği dile getirilmektedir ki, ayetin mes’eleye bu şekildeki yaklaşımı, belli manalara ve bilhasa ‘tevhid’ şuuruna dikkat çekmektedir. Bu cümleden olarak:

Birincisi: Kasem ve te’kid edatlarıyla, en küçük bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmamak üzere deniliyor ki, ‘Kasem olsun, gerçekten de insanı biz yarattık.’ Bu ifade ile, yaratmanın doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a ait olduğu ve hiçkimsenin bu mevzuda Cenab-ı Hakk’a ortak ve şerik olamayacağı anlatılmış oluyor. Yani ‘Melekler Cenab-ı Hakk’ın yardımcı ve muînleri değildirler ve hilkatte şirke yer yoktur. Onlar sadece yaratma hadisesinin müşahidleri ve nezâretçileridirler. Başkalarının olmadığı gibi meleklerin de yaratmaya müdahaleleri yoktur’ denilmektedir.

İkincisi: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ ifadesi ile yine bize, aynı manayı ihtar ediyor. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır. Yani daha insan kendisinden habersiz ve vücudunda olabilecek hadiseler henüz vuku bulmamışken, Allah (cc) ona, ondan daha yakın; ilmiyle herşeyi bilmekte ve herşeyden haberdar bulunmaktadır. Ayrıca, madem ki Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır; öyle ise insandaki tasarruflarında onun hiçbir vesile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Meleklere gelince, yukarıda da söylediğimiz gibi, onlar sadece İlâhi icraatın alkışçıları ve nezâretçileri durumundadırlar.

Kur’an, evvela insanın aklına gelebilecek her türlü şüphe ve tereddüt isini-pasını temizliyor; ardından da bize, meleklere ait bu misyonu naklediyor.

İki melek, insanın sağında ve solunda durmakta. Öyle ki insanın hem fiili, hem sözü hem davranışı, hatta hayalinden geçenler, onun his dünyasına misafir olan düşünceler dahi bu iki melek tarafından kaydedilmekte.. insan abes olarak yaratılmış bir varlık değil ki, onun davranış ve fiileri kayda alınmasın. Evet, insana ait herşey iyi-kötü mutlaka, ahirette değerlendirilmek üzere amel defterine tesbit edilmektedir. Başka bir ayette de:

‘Mükerrem Katipler, yaptıklarınızı bilmekte.’ (İnfıtar, 82/11-12)

Diğer bir ayette de bu hususta şöyle tahşidat yapılmaktadır: ‘Yoksa biz, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmez miyiz sanıyorlar? Hayır, işitiriz ve yanlarında bulunan elçilerimiz de (her yaptıklarını) yazarlar.’ (Zuhruf, 43/80)

1) Kur’an’da Meleklerin Temessülü

Temessül, Arapça bir kelime olup, bir şeyin belli şekil ve surete bürünmesi manasına gelir. Meleklerin temessülü ise, onların cismânî bir şekil alarak bizlere görünmesi demektir. İşte bu manada meleklerin temessül ettiğine dair pek çok misal vardır.

Kur’an, çeşitli vesilelerle bize bu türlü temessülleri haber verir. Mesela, Hz. İbrahim’e melekler insan suretinde gelip misafir olmuşlardır. Kur’an’da bu hadise şöyle anlatılır:

‘İbrahim’ in ikram gören konuklarının haberi sana geldi mi? Bir zaman onun yanına girmişler ‘Selam’ demişlerdi. ‘Selam, siz tanınmış, bir topluluksunuz’ dedi (ve konuklarına yemek hazırlamak için) gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi. Onu önlerine yaklaştırdı, ‘Yemez misiniz?’ dedi: (Yemediklerini görünce) onlardan içine bir korku düştü. ‘Korkma’ dediler ve ona ‘Bilge’ bir oğlu olacağını müjdelediler.

Karısı (Sâre), çığlık içinde geldi. (Hayretten elini), yüzüne vurarak: ‘(Ben) kısır kocakarı (yım, benden nasıl çocuk olur?) dedi. Dediler ki: ‘Rabbin böyle dedi. O hüküm ve hikmet sahibi Alim’dir.’ (Zariyat, 51 /24-3O)

Aynı hadise bir başka yerde şu şekilde anlatılır:

‘Elçilerimiz İbrahim’e müjde getirdikleri zaman ‘Selam’ dediler. O da ‘Selam’ dedi; çok durmadan, hemen kızarmış bir buzağı getirdi. Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içine bir korku düştü. ‘Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik.

Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da (torun) Yakub’u.

(İbrahim’in karısı); ‘Vay, dedi, ben bir kocakarı, bu koca da bir pîr iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak birşey:

(Elçi melekler) dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev halkı! O, övülmeye layıktır. İyiliği boldur.’ (Hûd, 11/69-73)

Hadisenin devamını Kur’an bize şöyle anlatır:

‘İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadele etmeğe başladı. (Elçilerimize onlardan azabı kaldırmalarını veya hafifletmelerini rica ediyordu.) Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Allah’a dönüp yalvarandır. (Melekler): ‘Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. (Boşuna uğraşma) Zira Rabbinin emri gelmiştir. Mutlaka onlara, geri çevrilmez azab gelecektir.’ (Hud, 11/74-76)

Hadisenin başka bir kesiti de Ankebût Sûresi’nde şöyle anlatılır:

‘(İbrahim): ‘Ama orada Lût var’ dedi. ‘Biz orada kimin bulunduğunu daha iyi biliriz. Onu ve ailesini kurtaracağız. Yalnız karısı (azapta) kalacaklardandır.’ (Ankebût, 29/32)

Melekler Hz. Lût’a gelirler. Hepsi de göz kamaştıracak kadar güzel birer delikanlı şeklindedirler. Hz. Lût onların gelişinden ve kavminin ahlaksızlıkları sebebiyle onu mahcup edecek davranış sergileyeceğinden ciddi şekilde endişe duyar ve içi daralır.

Hadiseyi Kur’an’dan takip edelim:

‘Elçilerimiz Lût’a gelince onlar yüzünden kaygılandı, (çünkü elçiler genç delikanlı şeklinde gelmişlerdi ) Onlar için, içi daraldı, ‘Bu çetin bir gündür’ dedi.

Daha önce de kötü işler yapmakta olan kavmi koşarak ona geldiler. Lût: ‘Ey kavmim, işte kızlarım onlar sizin için daha (güzel, daha) temiz! Allah’tan korkun, konuklarım içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin’ dedi.

Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekala bilirsin!’ (Lût:) ‘Keşke size karşı dayanacak bir gücüm olsaydı. Yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim’ dedi.

Melekler dediler ki; ‘Ey Lût! Biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiçkimse geri kalmasın. Çünkü ötekilerine erişen azap ona da erişecektir. Onlara va’dedilen azab zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?’

Hz. Meryem’e melek, kusursuz bir insan suretinde temessül etmiştir. Kur’an bu hadiseyi de şöyle kıssa etmektedir: ‘Kitapta Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönüne bir yere çekilmişti. Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i) ona gönderdik. O, ona kusursuz bir insan şeklinde temessül etti.

Meryem: ‘Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (bana dokunma)’ dedi.

(Ruh): Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim.)

(Meryem): ‘Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.’

(Ruh): ‘Öyledir, dedi, Rabbin: Bana kolaydır. Onu insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi. Ve iş olup bitti.’

Bu misaller de hep meleğin veya meleklerin temessüllerinden bahsedilmektedir. Melekler öyle bir şekle girip, surete bürünmektedirler ki, muhatabları onları aynen bir insan gibi görüp, hissetmektedir. Onun içindir ki, Hz. İbrahim, gelen misafirlerine ziyafet hazırlamış ve yine onun içindir ki, Hz. Lût misafirlerine karşı mahçup olmamak için çırpınıp durmuştur. Halbuki gelenler melektir. Yemez, içmezler ve onlarda erkeklik-dişilik yoktur. Biz bu ayetlerin işaretinden anlıyoruz ki, temessül, ayniyete yakın bir misliyet çerçevesi içinde vuku’ bulmaktadır.

2) Hadîslerde Meleklerin Temessülü

a) Dıhyeleşen Cibril (as)

Birçok hadis ve müşahede de bu hususu teyid eder mahiyettetir. Şimdi de bunlardan bazılarını nakledelim:

Müttefakun aleyh bir hadis-i şerifte Hz. Ömer (ra) şunları anlatıyor: ‘Allah Rasulü’nün huzurunda oturuyorduk. Beyaz elbiseler içinde tanımadığımız bir yabancı geldi. Üzerinde yolculuk alâmeti de yoktu. Efendimiz’den izin istedi. ‘Yaklaşabilir miyim Ya Rasulallah?’ dedi. Ve bu ifadesini üç defa tekrar etti. Her izin alışta Allah Rasulü’ne biraz daha yaklaşıyordu. Sonra ellerini dizlerine koydu ve Efendimiz’e soru sormaya başladı:

– İman nedir?

Allah Rasulü cevap verdi: ‘İman, senin Allah’a, meleklere, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve ahiret gününe inanmandır.’

-İslam nedir?
-Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet getirmen, namaz kılman, oruç tutman, zekat vermen ve hacca gitmen..
-İhsan nedir?
-Senin Allah’ı görüyor gibi kulluk etmen. Sen O’nu görmesen de O, seni görmektedir.

Allah Rasulü’nün verdiği her cevaptan sonra yabancı ‘Sadakte’ diyor ve Allah Rasulü’nü tasdik ediyordu. Biz ise olanları hayret içinde seyrediyorduk. Ve içimizden, ‘hem soruyor hem de tasdik ediyor’, diye geçiriyorduk. Son olarak da kıyamet ile ilgili bir soru sordu:

Kıyamet ne zaman kopacak? dedi. Efendimiz bu soruya: ‘Şu anda kendisine soru sorulan, sorandan fazla bir şey bilmiyor’ cevabını verdi. Ardından da kıyamete ait bazı alametleri saydı.

Adam bunu da dinledikten sonra kalktı ve gitti. Birkaç kişi arkasından çıkıp baktı, fakat yolcu ortada görünmüyordu..

Allah Rasulü bize, bu gelenin kim olduğunu bilip bilmediğimizi sordu. ‘Allah ve Rasulü bilir’ diye cevap verdik. Ve şöyle buyurdu: ‘O Cibril’di. Size dininizi öğretmek için geldi.’ (Buhari, İman 37, 34)

Cibril bazı kere vahyi insan suretine bürünerek getirirdi. Bu vahiy şekli Efendimiz’e de en hafif geleniydi. Sahabe onu Dıhyetü’l-Kelbî’ye benzetirdi. Halbuki o anda Dıhyeleşen Cibril’di..

b) Meleklerle Hemdem Olan Sahabiler

Useyd bin Hudeyr (ra) anlatıyor: Vakit geceydi. Kur’an okuyordum. Atım kişnemeye başladı. Öyle ki, yakınında uyumakta olan oğlum Yahya’ya zarar verecek diye korktum ve sustum. Ben susunca atın kişnemesi durdu. Ben tekrar Kur’an okumaya başladım, at da kişnemeye başladı.. ben susunca da durdu ve bu durum birkaç kere tekrar etti.. Kur’an okumayı bıraktım.. zira at Yahya’ya zarar verecekti.. tam bu esnada başım yukarıya doğru çevrildi.. bulutsu bir ışık kümesinin yukarıya doğru çıktığını gördüm. Çıktı çıktı ve gözden kayboldu.. sabah gelip gördüklerimi ve başımdan geçen hadiseyi Allah Rasulü’ne anlattım. ‘Kur’an okumaya devam etseydin, onlar da orada bekler ve seni dinlerlerdi’ (Buhari, Fezailü’l-Kur’an 15; Müslim, Müsafirin 242; Müsned, 3/81)buyurdu.

Sahabe-i kiramdan Hanzala henüz evlenmişti. Ve Uhud’a da yıkanamadan çıkmıştı.. derken Uhud’da şehid oldu. İslam ordusu geri dönünce hanımı gelip Allah Rasulü’ne durumu sordu. İki Cihan Serveri cevap verdi: ‘Birinci kat semada teneşir tahtası kuruldu.. ve Hanzala’nın na’şı orada melekler tarafından yıkandı..’ (Müstedrek, 3/204)

Hanzala ki cihad emrini duyunca hanımını yatakta bırakıp koşmuştu. Yıkanmaya dahi vakit bulamamıştı.. evet, Allah Rasulü’nün emrine itaatta bu zirveyi tutanlara, Cenab-ı Hakk ayrı bir teveccühte bulunuyor ve Hanzala’nın na’şı meleklerce yıkanıyordu.

Sa’d b. Muaz, Ensar’ın ulularındandı. Mus’ab dergahında gelip iman etmiş ve ardından da Müslümanlığı en kâmil mânâda temsile koyulmuştu.

Hendek’te, Allah Rasulü’nün önünde, göğsünü siper etmiş savaşırken, talihsiz bir ok gelip şahdamarına saplanmıştı ve o gün çok kan kaybetmişti. Allah Rasulü Sa’d b. Muaz’a ayrı bir önem veriyordu. Hastalığı esnasında onu birçok defalar ziyaret etti. Gel gör ki, Sa’d b. Muaz aldığı bu derin ve onulmaz yara sebebiyle her gün ahirete biraz daha yaklaşıyordu.

Acı haberi Cibril ulaştırdı. ‘Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla arş lerzeye geldi’ dedi. Allah Rasulü yerinden fırladığı gibi koşmaya başladı. Sahabi de ardından koşuyordu.. kimisinin ridası düşüyor, kimisinin takunyası ayağından fırlıyordu. Allah Rasulü’ne yetişmek adeta mümkün olmuyordu. ‘Bizi yordun Ya Rasulallah’ dediler. Niçin bu kadar acele edildiğini bilemediklerinden böyle diyorlardı.

Allah Rasulü acelesinin sebebini izah etti: ‘Melekler bizden önce yetişir, Hanzala’yı yıkadıkları gibi Sa’d’ın cenazesini de yıkarlar ve biz bu pâyeden mahrum kalırız diye korktum ve onun için acele ettim’ dedi. Cenaze namazında Allah Rasulü ayaklarının ucuna basarak yürüyordu.. sebebini soranlara, ‘O kadar çok melek var ki, adım atacak yer bulamıyorum’ (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 12; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 123,125; Tirmizi, Menakib, 3847; Mecmau’z-Zevaid, 9/308-310; Üsdü’l-Gâbe, 2/221-225; Zehebi, Siyeri A’lâmi’n-Nübela, 1/287, 294) diyordu.

c) Melekler Ordusu

Hendek muharebesinde İslam ordusu, düşmanlar tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Önde Kureyş müşrikleri arkada ise her an kötülük yapmaları muhtemel çeşitli Yahudi kabileleri.. savaş bütün şiddetiyle devam ediyor. Bir ara Allah Rasulü: ‘İçinizde, Ebu Süfyan tarafına geçip onların durumundan bize haber getirecek birisi yok mu’ buyurdu. Fakat şahıs açıkça belirlenmediği için Allah Rasulü’nün teklifine kimse cevap vermedi. Belki de hiç kimsenin yerinden kalkacak dermanı yoktu. Bunun üzerine Efendimiz Huzeyfe’ye (ra) ismiyle seslendi: ‘Kalk, git. Ebu Süfyan ve ordusu hakkında bize haber getir’ dedi. Ardından da ‘Sakın gidip gelirken herhangi bir hadiseye sebebiyet verme ve onlara görünme’ diye tembihte bulundu.(İbni Kesir, el-Bidaye 4/130,131; İbni Hişam, Sîre 3/242,243) Hadisenin gerisini bizzat bu şanlı sahabiden dinleyelim: ‘Ben hemen yerimden fırlayıp kalktım. Sanki o yorgun-argın insan ben değilmişim gibiydi.. öyle zindelenmiş, öyle canlanmıştım. Yola koyulduğumda hava gül gülistandı. Adeta güneş başımı yakıyordu. Halbuki karşı tarafa geçtiğimde bir de ne göreyim, ortalık kızıl kıyamet. Fırtına her şeyi önüne almış sürüklüyor.. kazanlar devriliyor, çadırlar uçuşuyor, insanlar oraya-buraya koşuşuyor.. bu arada Ebu Süfyan’ın sesini duydum, ordusuna şöyle bağırıyordu: ‘Muhkem bir yerde değilsiniz. Göçe hazırlanın. Ben göç ediyorum.’

Bir ara Ebu Süfyan’ı karşımda buldum. Sırtı bana dönüktü. O anda içimden Allah Rasulü’nün bu amansız düşmanını öldürmek geçti… Tam elimi sadağıma atmış idim ki, Efendimiz’in ‘Sakın bir hadiseye sebebiyet verme’ sözü aklıma geldi ve niyetimden vaçgeçtim..

İş anlaşılmıştı. Kureyş, büyük bir bozgun içinde ric’ata hazırlanıyordu. Bu durumu Allah Rasulü’ne müjdelemek için hemen geriye döndüm. Yolda, atlarını belli bir istikamete doğru mahmuzlamış giden sarıklı süvariler gördüm. Hiçbirini de tanımıyordum. Bana ‘Sahibine selam söyle, müşriklerin haklarından geldik’ dediler ve yanımdan geçip gittiler.

Allah Rasulü merakla beni bekliyordu. Durumu olduğu gibi aktardım. Beni bir battaniyeye sarıp ısıttılar. Zira soğuk iliklerime işlemişti. Halbuki bu tarafta hava yine gül-gülistandı. İki Cihan Serveri getirdiğim habere çok sevindi. Hemen iki rekat şükür namazı kıldı. Melekler kafirlerin altını üstüne getirmiş ve onları perişan etmişlerdi… Benimle selam gönderen süvariler de onlardı..’ (İbni Kesir, el-Bidaye 4/130-132)

Hz. Aişe Validemiz anlatıyor: Hendek muharebesinden dönülmüştü. O esnada ben hücremde bulunuyordum. Dışarıda bir ses duydum. Allah Rasulü tam kapının önünde birisiyle konuşuyor ve eliyle karşısındaki şahsın üzerindeki tozu-toprağı siliyordu. Muhatabı, Allah Rasulü’ne: ‘Ya Rasulallah silahınızı bıraktınız mı? Ama biz melekler topluluğu henüz silahlarımızı bırakmadık. Allah (cc) Sana, Kurayzaoğulları üzerine yürümeni emir buyuruyor’ dedi. (Buhari, Meğâzi 30; İbni Kesir, el-Bidaye, 3/134)

Allah Rasulü içeriye girince sordum: ‘Ya Rasûlallah kiminle konuşuyordun?’ ‘Cibril’le’ buyurdu. ‘Rabbimin emrini tebliğe gelmişti..’

Sahabi öbek öbek Beni Kurayza’ya doğru giderken, yağız bir delikanlı görürler. O da atını mahmuzlamış ve Beni Kurayza’ya doğru gitmektedir. Başında beyaz bir sarık vardır. Görenler onu ilk önce Dıhye’ye (ra) benzetmiştir. Durumu Allah Rasulü’ne söylerler.

Şöyle cevap verir: ‘O Cibril’di.. bizden önce gidip Beni Kurayza’nın kalbine korku ve panik saldı.. onların maneviyatlarını sarstı, ümitlerini bitirip tüketti…’ (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/120)

d) Sarıklı Süvariler

Bir sahabi heyecanla, Bedir’de başından geçen bir hadiseyi Allah Rasulü’ne (sav) anlatıyor: ‘Ya Rasulallah, bir ara alt edemeyeceğim kadar güçlü bir kafir beni önüne katmış kovalıyordu. Tam bana yetişecekti ki, ‘Ukdüm Hayzüm; Hayzum, ilerle’ diye bir ses, sonra da müthiş bir kamçı şakırtısı duydum. Arkama döndüğümde bir de ne göreyim! Kafir upuzun yerde yatıyor. Başında bir kamçı yarası vardı. Fakat o ses ve kamçının sahibi ortalıkta görünmüyordu.’

Allah Rasulü bu sahabinin anlattıklarını dinledikten sonra şöyle buyurdu: ‘O Cibril’di. Hayzüm onun atının adıdır. Uhud’a, mü’minlerin imdadına koşmak için gelmişti…’ (Müslim, Cihad 58)

Ebu Rafi anlatıyor: Mekke müşrikleri, Bedir’den hezimetle geri dönmüştü. Ben zemzem kuyusunun kıyısında Müslümanlar’ın kullanacakları oklara temren yapıyordum. Bir ara Ebu Leheb geldi, sırtı bana dönük oturdu. Çok heyecanlıydı. Ebu Süfyan’ı görünce hemen yanına çağırdı: ‘Yeğenim, hele anlat nasıl oldu?’ dedi. Ebu Süfyan anlatmaya başladı: ‘Vallahi amca dedi, ben ficar savaşlarında da bulundum fakat, Bedir’de gördüklerimi hiçbir yerde görmedim… Biz onlara boyunlarımızı uzatıverdik… Onlar da istediklerini öldürdü, istediklerini de esir ettiler. Zira bizim karşı koyacak dermanımız yoktu… Gökle yer arasını beyaz elbiseli, sarı sarıklı yağız gençler, atak süvariler doldurmuştu. Bunlara ne ok, ne kılıç işliyordu…’

Ben, Ebu Süfyan’ın dediklerini duyunca saklandığım yerden fırladım ve ‘Vallahi bunlar meleklerdir’ dedim. Ebu Leheb zaten burnundan soluyordu… O sinirle üzerime saldırdı ve bana bir tokat vurdu. Ümmü Fazıl, hadiseyi görmüştü. Hemen yanımıza geldi ve Ebu Leheb’e ‘Efendisi burada yok diye suçsuz bir adamı dövüyorsun öyle mi?’ dedi ve elindeki yayı Ebu Leheb’in kafasına geçiriverdi. Ebu Leheb aldığı bu yara ile kanlar içinde evine döndü, ertesi gün hastalandı ve bir hafta sonra da öldü… Belki de onu Bedir hezimetinin kederi öldürmüştü. (İbni Sa’d, Tabakat, 4/74; Taberi, 2/288)

Zübeyr b. Avvam, Allah Rasulü’nün ‘Havarim’ dediği yiğit sahabi… Bedir’de başına sarı bir sarık dolamıştı. O gün Cibril de aynı kıyafete bürünmüştü… Bir ara Efendimiz’in yanına geldi ve bütün meleklerin bugün Zübeyr gibi başlarına sarı sarık doladıklarını söyledi.. adeta, gök yer o gün Zübeyr’lerle doluvermişti. (İbni Esir, Üsdü’l-Gâbe, 2/250,251)

Bedir’de, Uhud’da, Huneyn’de çok açık ve seçik olarak melekler bizzat göründükleri gibi, Çanakkale’de, Kıbrıs’ta, Afganistan’da ve İslâm’ın yüce adının yükseltilmesi için kavga verilen daha nice yerlerde, melekler görülmüş ve müşahede edilmiştir. Bu çeşit melâikeye ait temessüller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün mesele, meleklerin bulunabilecekleri zemini, bizlerin hazır hale getirmesidir. Bu yapıldığı takdirde melekler yine gelir, içimizde arz-ı endam eder ve bizlere de görünürler.

Birincisi, meleklere inanan birisi, kendisini hiçbir zaman yalnız görmez. Zira böyle birisi en yalnız zamanlarında bile, kendisiyle beraber bulunan meleklerin varlığını bilir ve onların mevcudiyetlerinden duyduğu manevî bir feyizle yalnızlığını ünsiyete (sıcak bir beraberliğe) çevirir. Görmediği o manevî dostlarla bir nevi arkadaşlık yaparak huzur bulur.

İkincisi, melek inancı, inanan bir insanın nefsanî heveslerine karşı frenleyici bir unsur olması ve böylece onun hayatını zabt u rapt altına almasını kolaylaştırması yönüyle de önemli bir etkiye sahiptir. Şöyle ki, her an onların kontrol ve murakabesi altında olduğunu bilen ve düşünen bir mü’min, günahlara doğru yürümekten utanacaktır.

Üçüncüsü, melek inancı, manevî güzelliğin ve ahlâkî inceliğin bir sembolü olarak, insanlarda -kendilerine benzemeye- özlem duyulan bir hedef olarak da teşvik edici bir etkiye sahiptir. Pratikte, hayatlarını duru ve nezih olarak yaşamaya çalışan insanların, ‘melek gibi insan’ ve benzeri nitelemelerle anılmaları, bu inancın insan hayatındaki olumlu etkilerini gösterir.

Soru: Rivayetlere göre, Hazreti İbrahim (as) Efendimiz, meleklerin tesbîhini işitince çok heyecanlanmış ve onu tekrar dinleyebilmek için malının önemli bir bölümünü vermeyi teklif etmişti. Halilürrahman’ı hayran bırakan o tesbîh ne ifade etmektedir; ondan bizim anlamamız gereken manalar nelerdir?

Hazreti İbrahim efendimizin meleklerin tesbîhini dinleyişi bir menkıbede anlatılır. O menkıbenin gerçekten vaki olup olmadığı hakkında tereddütler varsa da ondan alınacak ibretler çok önemlidir. Rivayetlere göre; Hazreti İbrahim, kendi döneminin en zenginlerinden sayılacak kadar servet sahibidir. Fakat, dünyanın ömrünün kısa olduğunu ve sür’atle zevale gittiğini, dünya lezzetlerinin zehirli bala benzediğini, burada güzel addedilen dünyevi zinetlerin kabirde çirkin sayıldığını, oraya götürülemeyeceğini ve şu imtihan yurdunda bir saatlik lezzeti terk etmeye bedel ahirette senelerce dostlarla beraber olunacağını yakin derecesinde bilen Halilürrahman, dünyayı kesben olmasa da kalben terketmiştir. Onun çalışıp kazanması, dünyayı imar etmek ve din-i mübînin yeryüzünün dörtbir yanında şehbal açmasını sağlamak içindir.

Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı -hâşâ- itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir.

Melekler, Allah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Allah’la alakası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur. Bu davranışıyla da, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile Cânan yolunda feda edebileceğini gösterir.

Evet, Seyyid Nigari ne hoş söyler:
“Cânan dileyen dağdağa-i câna düşer mi;
Cân isteyen endişe-i Cânana düşer mi?”

Cânan’ı diliyorsan, kalbinde can dağdağası olamaz, mal sevgisi orada yer tutamaz. Gerekirse her şeyini, malını, mülkünü ve hatta canını bir keseye koyar; “Maksud O’dur, matlup O’dur, mahbub O” dediğin Allah uğrunda tereddüt etmeden verirsin. Aksine, “malım-mülküm” diyor ve can derdine düşüyorsan, Cânan’a ayırdığın gönlünü fani şeylere kaptırmış ve O’na karşı gereken teveccühü gösterememiş sayılırsın.

Tesbîh

İhtimal, “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” sözü umumi manada meleklerin tesbîhidir. Kur’an-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah’ı tesbîh ettiğini haber vermekte (Hadîd, 57/1); meleklerin de Arş’ın etrafını çevirmiş olarak hamd ü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettiklerini anlatmaktadır. (Zümer, 39/75) Ayrıca, Allah Teâlâ meleklere insan neslini yaratacağını haber verdiğinde, onlar “Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh u takdîs etmekteyiz” demişler (Bakara, 2/30); bunu söylerken de “nüsebbihu” ve “nükaddisu” kelimelerini kullanarak kendilerinin sürekli Allah’ı “tesbîh” ve “takdîs” ettiklerini belirtmişlerdir.

Tesbîh, Cenab-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbîh, layık olmayanı reddetmek; takdîs ise, layık olanı isbattır. Dolayısıyla, tesbîhde bir çeşit takdîs, takdîsde de tesbîh vardır.

Müslim, Ebû Davud ve Nesâi gibi muteber hadis kitaplarında, Peygamber Efendimizin rükû ve secdede “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh- Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbîh u takdîs ederim.” dediği rivayet edilmektedir. Dolayısıyla, bu tesbîh, rükû ve secdede tekrarlanabilecek güzel bir zikirdir. Şu kadar var ki, bir rivayette “… Rabbunâ ve Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” denmekte ve “Rabbunâ” kelimesi ilave edilmektedir. Hanefi mezhebine göre; beşer kelamı olma ihtimali bulunan sözler namaz içerisinde okunmadığı için, “Sübhâneke” duasındaki “vecelle senâüke” bölümü Cenaze namazı haricinde terkedildiği gibi, “Rabbunâ” ilavesinin rükû ve secdede söylenmemesi evlâdır. Evet, bu tesbîhin namazda okunması Hanefiler arasında yaygın değilse bile, onu özellikle rükûda okumayı Efendimiz tavsiye buyurduğuna göre, biz de Rabbimiz karşısında iki büklüm bulunmamızın sesi-soluğu olarak “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” diyebiliriz.

Sübbûh

“Sübbûh” kelimesi Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerifidir; O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ifade eder. Sübbûh, sebeplere tesir-i hakikî vermeme ve esbâbı birer perde görme hakikatine bakan bir isimdir. “Sübhan” kelimesi de ondan gelir ve aynı manayı bildirir. Bundan dolayı, zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda, Hazreti Yunus (aleyhisselam) “Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) derken “Sübhan” ismine sığınmıştır. Hazreti Yunus bin Metta, bu sözleriyle, “Sebeplerin hakiki tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat, dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibu’l-Esbâb, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşietinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!” manalarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır.

Sübbûh ismi bir manada tevhid-i hakikîyi işaret etmektedir. Yani, her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve rubûbiyet mührünü görmek, her şeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açmak, her şeyin O’nun birliğine delil olduğunu müşahede etmek, ulûhiyetinde, rububiyetinde ve mülkünde hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığına tam inanmak ve böylece bir çeşit daimî huzura ulaşmak, kısacası O’na isim, sıfat ve şe’nleri müvacehesinden iman etmek demek olan hakikî tevhide bakan bir isimdir.

Evet, sadece ilmi açısından bile kainata bakacak olsak; O’nun ilmi bütün varlığı kuşatmıştır. Hatta, olmamış şeyler de ilm-i ilahîye aittir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi muhittir. O’nun ilmi, “vacib”e taalluk ettiği gibi “mümkin”e ve aynı zamanda “madum”a da taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, -Bediüzzaman’ın ifadesiyle- adem alemleri de Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır. İşte, her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren… her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde “Sübbûh” deme ve “sübhaneke” diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü, onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) sözü de bu tesbîhlerinin ayrı bir terennümüdür.

Aynı zamanda, Sübbûh ismi, Cenâb-ı Hakk’ın, mahiyet-i nefsi’l-emriyesi itibariyle Zâtına bakan yanı açısından şerik kabul etmemesini ifade eder. Üstad’ın yaklaşımıyla, bir köyde iki muhtar, bir nahiyede iki müdür, bir kasabada iki kaymakam, bir vilayette iki vali ve bir memlekette iki hükümdar olmaz. “Eğer gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir, yücedir!” (Enbiya, 21/22) mealindeki ayet-i kerime de bu hakikate dikkat çekmektedir. Eğer öyle bir şey olsaydı eşya da herc u merce uğrar ve mahvolurdu. Her ilah kendi arzu, istek ve iradesine göre icraatta bulunur ve kainatta önü alınamaz bir dağınıklık, büyük bir karmaşa meydana gelirdi. Halbuki, kendine has bir münezzehiyet, mukaddesiyet ve muazzeziyet içinde Cenâb-ı Hakk zatında şeriki nefyeder; bir ortak ya da yardımcıya meydan vermez.

İşte, meleklerin “Sübbûh” ismini zikretmeleri, hem Zât-ı Uluhiyet’e bakan yanıyla, hem de kendileri dahil, esbâbın değişik şeylere sadece birer perde olduğunu çok iyi bilmeleri açısından, O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ikrar etmek demektir.

Kuddûs

Kuddûs ismine gelince; Üstad Hazretleri 30. Lema’da, Esma-i Hüsnâ’dan Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs’ü anlatırken, Kuddûs ile alakalı olarak “bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzam’ın altı nurundan bir nuru” demiştir. Kuddûs, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh bulunduğu gibi, bütün güzel vasıflarla muttasıf, tahdîd ve tasvire sığmayan kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını kendisinde cem’ eden Zat demektir.

Kuddûs, Cenâb-ı Hakk’a bakan yanıyla, Zat-ı Uluhiyet’in münezzehiyetine delalet eden; kendisinde kusur sayılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi, en mükemmel sıfatların da sahibi bulunan münezzeh, mukaddes ve muallâ Zat’ı gösteren bir isimdir. O öyle bir Rabb’dir ki, O’nu bilseniz, mutlaka seversiniz; O’nu sevince vuslat arzusuyla yanıp tutuşursunuz; O’nu bir de görseniz, artık kat’iyen O’ndan ayrılamazsınız. Aliyyu’l Kârî’nin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde “bî kem u keyf” O’nu müşahade edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, yine Üstad’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnutum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.

Cennet’teki o büyük mazhariyet bir yana, daha dünyadayken o hakikate birazcık aşina olan aşıklar bile adeta O’ndan başka hiçbir şeyi görmezler. Gözlerini o ufka diktikleri için dünyanın bütün güzellikleri önlerine serilse de mâsivâya nazar etmezler. İşte, Kuddûs ismi görüldüğü zaman insanları kendine aşık eden, “Ey Cânan” dedirtip ardından koşturan böyle bir güzelliğe, böyle bir mukaddesiyete, böyle bir münezzehiyete ve hakikî matlub, hakikî maksud ve hakikî mahbuba işaret etmektedir.

Ayrıca, ef’al aleminde de Kuddûs isminin tecellîleri vardır. Yerde ve gökteki bütün nezahet, temizlik, mükemmel dizayn, tertip ve düzen bu ismin birer tecellîsidir. Meseleye Bediüzzamanca yaklaşacak olursak; bu kâinat sürekli çalışan büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir misafirhanedir. Aslında, böyle işlek fabrikalar ve misafirhaneler çer-çöple, enkazla, süprüntülerle çok çabuk kirlenir. Eğer dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz hale gelir. Halbuki bu kâinat fabrikası ve yeryüzü misafirhanesi, çok işlek olmasına rağmen, o derece parlak, temiz ve naziftir, o kadar kirsiz, bulaşıksız ve ufunetsizdir ki, adeta onda hiçbir lüzumsuz şey, işe yaramaz bir madde ve bir kir bulunmaz. Demek ki, bu fabrikaya ve misafirhaneye bakan Zât, onu küçük bir oda gibi süpürtüyor, temizliyor, tanzim ve tanzif ediyor. Zahiren çok iç bulandırıcı şeyler bulunması gerektiği halde öyle olmuyor; eko-sistemde akılları hayrette bırakan bir mükemmeliyet görülüyor. İnsanların kirleteceği ve berbat edeceği ana kadar tabiatın her sayfası seyretmeye doyulmaz bir güzelliğe bürünüyor. Dağı-tepesi, ovası-obası, ırmağı-deresiyle bütün yeryüzü adeta bir güzellikler meşheri gibi önümüzde arz-ı endam ediyor. İşte, bütün bu temizlik ve güzellikler, Kuddûs isminin ef’al alemindeki tecellîlerinden kaynaklanıyor.

Her Şeyin Rabb’i

Söz konusu tesbîhde, Sübbûh ve Kuddûs isimlerini “Bütün meleklerin ve Ruh’un Rabbi” ifadesi takip etmektedir. Rab; sâhib, efendi, mâlik, ıslâh ve terbiye eden, yetiştiren, herkesi görüp gözeten, her varlığın ihtiyaçlarını karşılayan manalarına gelmektedir. Melekler; Cenab-ı Hakk’a taatle meşgul olan, Allah’ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getiren ve kat’iyen itaatsizlik etmeyen, herbirinin sabit bir makamı ve muayyen bir rütbesi bulunan nurdan yaratılmış varlıklardır. İnsan su, hava, ışık ve gıda ile beslenip onlardan lezzet aldığı gibi melekler de zikir, tesbîh, hamd, marifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve onlardan tat alırlar. Ruh’a gelince, o, Bediüzzaman’ın tarifiyle, “bir kanun-u zîvücud-u haricî ve bir nâmûs-u zîşuurdur.” Ruh denince çokları, Ruh-u Küllî’yi anlamışlar; bazıları da ona, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ruhu demişlerdir. Onu “Rûhü’l-Kudüs” ve “Rûhü’l-Emîn” de denilen Cebrail (aleyhisselam) olarak anlayanlar da olmuştur. Dolayısıyla, melekler, Cenab-ı Hakk’ın azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren “vâhidî” tecellîleri müşahede etmiş; O’nun esmâ ve sıfatlarının bütün varlık üzerinde gâlibane, kâhirane ve hâkimane tecellî ettiğini görmüş ve meleklerin, Ruh’un, ruhânilerin, bütün alemlerin ve o alemlerdeki her şeyin Rabbi olarak Allah Teala’yı tesbîh u takdîs etmişlerdir.

Ayrıca, melekler, tesbîhin Cenâb-ı Hak indindeki kıymetini ve onun Allah katında en makbul sözlerden olduğunu da biliyor ve o marifetle tesbîhlerini daha bir derin dile getiriyorlardı. Nitekim, Rasûl-u Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; “İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” Evet, kabaca “Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allahım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin.” manalarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilakis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdırlar. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü, bu söz Cenab-ı Hak nezdinde çok sevimlidir.

Peygamber Efendimizden öğrendiğimiz “Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm” tesbîhinde aynı zamanda cemal tecellîsine de işaret vardır. Bazı ayet-i kerimelerde tesbîh ile hamd beraber zikredildiği gibi bu sözde de Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellîlerini ifade eden tesbîhle, cemalî tecellîlerine imada bulunan hamd beraberce söylenmiştir. Allah Teala’nın kudret, irade ve meşietinin bütün kainat çapında hükmünü icra ettiğini gören meleklerin “Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” deyip bütün alemlerin rabbi Allah’ı kastetmeleri vahidî ve celalî tecellînin ifadesidir. Fakat, Allah’ın, lütuf, şefkat, merhamet gibi sıfatlarından yansıyan, Cenâb-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, seviye ve ihtiyaçları nisbetinde ihsan ve ikramda bulunması şeklinde müşahede edilen ehadî ve cemalî tecellîleri de vardır. Rahmâniyet ve Rahîmiyet dalga boylu tecellîlerden, canlı-cansız her varlığın, kendi kabiliyet, donanım ve istîdadına göre istifadesi söz konusudur ki, işte bunlar cemalî tecellîlerdir. Bu türlü tecellîlerde, mecâlî, yani, tecellî alanı olan varlıklar ya da bir yönüyle mazharlar, kendi donanımları, konumları, seviyeleri, istidatları ve ihtiyaçları nazar-ı itibara alınarak hususi görülüp gözetilirler. Farklı farklı şeylere ihtiyaç içinde oldukları, ayrı ayrı beslendikleri, çeşit çeşit bakım-görüme muhtaç bulundukları halde hiçbiri unutulmayarak ve hiçbiri terkedilmeyerek hepsine tek tek nimetler verilir ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın cemalî tecellîsidir. Mesela, bir bebeğe önce anne sütü, sonra mama verilir. Çocuk biraz büyüyünce pelte, daha sonra püre, sonunda da ekmek ve katı gıda ile beslenir.

Evet, bütün varlıkların birden görülüp gözetilmesi şeklindeki celâlî tecellînin yanı sıra bir bebeğin kendi durumuna göre ona özel rızık verilmesi de cemâlî bir tecellîdir. Celâl ile Cemâl’i bir arada müşahede eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm” diyerek bu iki tecellîye birden dikkat çekmiştir. Zaten, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, “İsm-i Celâl, genellikle nevilerde ve külliyatta tecellî eder; ism-i Cemâl ise mevcudatın cüz’iyatında tecellî eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellîsidir; cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri ise cemalin tecellîyatındandır. Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”

Gönlün Sesi

İşte biz, o azametli tecellîler karşısında hayret ve dehşet yaşar, “Sübhanallah” deriz. Cenab-ı Hakk’ın azim icraatını temaşa eder, “Allahu Ekber”le gürleriz. Bu arada, bir Cemâl tecellîsi olarak üzerimize sağanak sağanak nimetler yağmasına mukabil de “Elhamdülillah” der, hamd ü senâ duygumuzu seslendiririz.

Tabii ki, söylediğimiz her tesbîh, her tahmîd ve her tekbir gönlümüzün sesi-soluğu olmalıdır. Telaffuz ettiğimiz kelimeler şuurumuzdan vize alarak söz kalıbına dökülmelidir. Hazreti Üstad’ın tahiyyât okuyuşunu defaatle arz etmişimdir. O, söylediği her kelimeyi vicdanında tam duyacağı ana kadar sürekli tekrar edermiş. Kendine has edasıyla “Et-tahiyyâtu” der, onu gönlüne göre duyamadığına kani olursa, “Et-tahiyyâtu, et-tahiyyâtu” diyerek defalarca tekrar eder; istediği kıvamı yakalayacağı ve bütün benliğinde hissedeceği ana kadar diğer kelimeye geçmezmiş. İmam Şâzelî ve Ahmed Bedevî gibi zatların, namazda “Sübhane rabbiye’l-azim” dedikleri zaman, bütün zerrat-ı kainatı mülahazaya alabildiklerini nakleder ve onların seviyesini yakalamak istediğini söylermiş. O ufka ulaşabilmek için yıllarca gayret etmiş, Allah’a karşı teveccühünü derinleştirmiş ve dudaklarından dökülen her kelimeye, vicdanının ve şuurunun mührünü vurmuş. Aslında, böyle bir cehd Allah’ın hakkıdır; her haliyle Allah’a muhtaç olan zavallı, âciz, zayıf ve fakir kulların da vazifesidir. Nitekim, Hazreti İbrahim’e tesir eden de, duyduğu sözün muhtevasıyla beraber meleklerin kendi ufukları itibariyle meseleyi melekçe dile getirişleri olmuştur.

Hâsılı, melekler, tesbîhle alakalı olarak arz etmeye çalıştığım hususlardan çok daha fazlasını derince duymuş; topyekün varlığa mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakarak tevhid-i hakikîyi tam kavramış ve bu hakikatin fezlekesi olarak “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” demişlerdir. Gönlü uhrevî esintilere aşina olan İbrahim Aleyhisselam da engin bir marifet ve derin bir duyuşla dile getirilen bu tesbîhe hayran kalmıştır. Bizim de, o ufku idrak etmiş olma düşüncesiyle değil, o ufka talebimizi ortaya koyma mülahazasıyla Rabbimizi tesbîh u takdîs etmemiz bir vazifedir. Ümid ederiz ki, bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak rükû ve secdede o sırlı kelimeleri söylememiz bizim içimizde de aynı hakikatlerin inkişafına sebebiyet verir.

Kişinin amelinin keyfiyet ve durumuna göre meleklerin tahşidatı artar. Bu hususa işaret eden pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadislerde, tergîb ve teşvik esasına dayanılarak özetle şöyle denilmektedir. ‘Namazda ilk safta duranların, saflarını sık ve düzgün tutanların ve namazdan sonra tesbihatlarını hudû ve huşû içinde Allah’a takdim edenlerin, seherlerde kalkıp Allah karşısında el pençe divan duranların etrafında melekler pervaz ederler.’ Seherler ki, o vakitlerde Cenab-ı Hakk, rahmetiyle dünya semasına nüzul buyurur. Yok mu tevbe eden tevbesini kabul edeyim?’ (1) diyerek rahmetinin enginliğini vicdanlara duyurur. O dakikalardadır ki her yanda bir bâd-ı tecelli eser. Bu tecellinin uğradığı her yer anber kokar, gül kokar ve her gönül huzur ve saadet yudumlar dolaşır. Evet, sineler bir başka çoşkuyla dolar taşar seherlerde.

Alem gaflet içinde ve döşek üzerinde geceyi ve ömrünü tüketirken, sen değişik ağırlıkların altından sıyrılarak, her şeyin üstesinden gelmeye çalış ve her zaman Rabbinin karşısında el pençe divan dur. Kur’an: ‘Yanlarını yataklardan uzaklaştırır, korkarak ve umarak Rabblerine dua ederler..’ (Secde/16) diyor ve teheccüd namazı kılanları tebrik ve tebcil ediyor. Sen de bu tebrik ve tebcile mazhar olmaya çalış!

Kat’iyyen bil ki, berzah azabından kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da geceyi ihya etmektir. Şayet kabirden ötesi hayatına nur saçmak, ayağın herhangi bir yere takılmadan, kösteklenmeden dümdüz sırat-ı müstakim erbabı olarak burada ve ötede yürümek istiyorsan, gecenin kara zülüfleri üzerine nurlar saçarak hiç olmazsa iki rekat namaz kılmalısın. Evet, dört kıl, altı kıl, sekiz kıl; hiç olmazsa ahd u peymana sadakatin ifadesi olarak iki rekat namaz kıl ki, berzah hayatın aydınlansın!.

Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor: ‘Herkes gelir Allah Rasulü’ne rüyasını anlatır, O (sav) da tabir buyururdu. Ben de hep, ‘keşke bir rüya da ben görsem de gelip Allah Rasulüne anlatsam’ diye içimden geçirirdim. bir gün bir rüya gördüm. Tanımadığım bazı kişiler beni ellerimden tutup zorla bir istikamete doğru sürüklüyorlardı. Beni bu halde sürükleye sürükleye derince bir çukurun yanına kadar getirdiler. Çukur alev alev kaynıyordu. Bana buranın Cehennem olduğunu söylediler. Onlar beni orada tutuyorlardı. Ben de kan revan içinde tir tir titriyordum ki ‘buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur’ dedi.’

(Evet, bu rüyayı gören Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tı. Bu her yönüyle babasıyla atbaşı giden nadide bir insandı.. düşünün ki, babasından sonra onu, hem de o günün insanları, başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer, bizzat buna mani olup ‘Bir evden bir kurban yeter’ demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı… İşte bu rüyayı o görüyordu.) Sonra sözlerine şöyle devam etti: ‘Ben gördüğüm bu rüyayı ablam Hafsa’ya anlattım. O da Efendimiz’e intikal ettirmiş. Allah Rasulü rüyayı dinledikten sonra şöyle buyurmuşlar: ‘İbn-i Ömer ne güzel insandır. Keşke bir de teheccüd kılsaydı!’ (2)

Zira, Cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tablo ile gösterilen belaya maruz kalmanın tek yolu ise, gecenin teheccüdle aydınlatılmasıdır. İbn-i Ömer diyor ki: ‘Ben Allah Rasulü’nden bunu duyduktan sonra artık bir defa bile teheccüdü terk etmedim.’

Aynı hassasiyet ifadesini Hz. Ali’den de duyuyor. Şöyle buyuruyor: ‘Ben Rasulü Ekrem’den önemli bir dua ile alakalı fermanı duyduktan sonra, onu okumayı hiç mi hiç bırakmadım. Bunu duyan yardımcısı soruyor: ‘Sıffın gecesinde de mi?’ Hz. Ali cevap veriyor: Evet, o gece de terketmedim.’

Mevlana İkbal şöyle diyor: ‘Allah’a hamd ederim ki onbeş-yirmi sene İngiltere’nin o loş, karanlık, isli ve pis havası altında kalmama rağmen bir tek gece bile teheccüdümü terketmedim.’

Teheccüd vakti, meleklerin nüzul ettiği an olması itibariyle çok önemlidir. Teheccüd kılan insanın arkasında melekler saf saf olur durur ve onun rikkat kazanmış his dünyasına ilham esintileri üflerler. Bu da yine meleklere ait vazifelerden biridir. Onların bu vazifeyi yerine getirebilmesi için de insanın o vakti kulluk ve dua ile değerlendirmesi gerektir.

İnsan, her anını nurlu yaşamaya alışmalıdır. Zira, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin de dediği gibi: ‘Bir ân-ı seyyâle vücûd-u enver, binlerce sene vücûd-u ebtere müreccahtır.’

Nurlu anlar, insanların meleklerle, ruhânilerle sarmaş-dolaş olduğu anlar ve zamanlardır. Böyle anlarda, insanın sağına-soluna bölük bölük melek ve rûhânîler iner ve onu çepeçevre kuşatırlar. Hatta o insan basacak yer bulamaz: Adımını nereye ve hangi noktaya atsa mutlaka bir melek kanadı ona eşlik eder. Nifaklarından endişe duyup da ağlaya ağlaya Allah Rasulü’nün yanına gelen iki şanlı sahabi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Hanzala’ya İki Cihan Serveri’nin söyledikleri, bu hakikata parmak basması bakımından oldukça önemlidir. Vak’a şöyle cereyan eder:

Hz. Ebu Bekir, Hz. Hanzala’nın hıçkıra hıçkıra ağladığını görür. Ona niçin ağladığını sorar. Aldığı cevap onu da ağlatır. Zira Hz. Hanzala özet olarak şöyle demektedir: ‘Yâ Eba Bekir, Hanzala münafık oldu. Zira ben, Rasulü Ekrem’in yanında bulunduğum andaki hali, evime döndüğümde bulamıyorum. Allah Rasulü’nün huzurunda bütünüyle iman kesiliyor, ayrılınca ise o hali kaybediyorum. Bana, bu bir nifak alameti gibi geliyor. Ve onun için de ağlıyorum.’

Hz. Ebu Bekir bunları duyunca o da ağlamaya başlar. ‘Vallahi’ der, ‘aynı hal bende de var.’ Beraberce Allah Rasulü’ne giderler. Her ikisi de ağlamaktadır. Efendimiz onlara niçin ağladıklarını sorar. Onlar da durumu, olduğu gibi Allah Rasulü’ne aktarırlar. Bunun üzerine Efendimiz, mealen onlara şu cevabî karşılıkta bulunur: ‘Eğer her zaman benim yanımda bulunduğunuz hali muhafaza etseydiniz, Allah’a yemin ederim, melekler gelir sizinle musafaha ederlerdi. Siz çarşıda-pazarda hep onlarla içli-dışlı olurdunuz. Ama Yâ Hanzala! Bu işin esası şudur: Bir müddet Rabbe kulluk, bir müddet de dünya için çalışma.. ve dünya için çalışırken de Rabbi unutmama..’ (3) İşte bütün mesele burada. Huzurda, Rabbe kulluğun hakkını verme.. çarşıda-pazarda ve evde de onlara ait hakları gözetme.. hiçbir zaman istikameti terketmeme ve daima Cenab-ı Hakk’ın murakabesi altında bulunduğu şuuruyla hareket etmeye çalışma.

Böyle davranılırsa kalb, rikkat ve inceliğini korur. Kalb rikkatini muhafaza ettiği sürece de, melekler gelir o insana musafaha etmeye durur. Ne var ki, kalbe rikkat kazandırma ve bu rikkati koruma da ancak geceleri ihya ile olur. Gecelerini ihya edemeyenlerin kalb rikkatini muhafaza etmeleri çok zordur.

“Allah’a sığınalım kasvet dolu kalbten..
Allah’a sığınalım yaşarmayan gözden..
Allah’a sığınalım fayda vermeyen ilimden
Ve Allah’a sığınalım faydasız geçen ömürden.”

Bunlar birbiriyle iç içe ve birbiriyle sebep-netice bütünlüğünde olan durumlardır ki, Allah Rasulü’nün dualarında peşipeşine zikredilirler. Kalbte kasvet varsa gözde yaş olmaz, göz yaşarmıyorsa o insanın kalbinde rikkat bulunmaz; bunların olmadığı yerde ise elde edilen bütün malumat ahiret adına hiçbir işe yaramaz. Faydasız geçen bir ömrün ise hesabı çok çetindir. Böyle bir ömür yaşamaktansa, bir an evvel ölmek daha yeğdir. Ölümü kendisine tercih ettirecek ömür ise sırtta bir yük, omuzda bir bâr demektir. Böyle bir ömürden Cenab-ı Hakk’a sığınmak gerektir.

Melek, aşk ve cûşiş insanıyla beraber bulunmaktan ayrı bir haz, ledünnî bir zevk alır. Evet, onunla el ele, dudak dudağa, gönül günüle vermek ve bütünleşip yek vücud haline gelmek melek için ayrı bir seçkinlik pâyesi sayılır.

Meleklerle insanlar arasındaki irtibatı anlatan hadislerden biri de şudur: ‘Kim ilim yoluna sülûk ederse, Allah ona Cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler işittikleri şeylerden hoşnut oldukları için kanatlarını ilim talibinin ayakları altına sererler.’ (4)

Nasıl olur bu? Melekler, ilim yolcularının gelip geçecekleri yollara nasıl kanatlarını sererler? Bizce keyfiyeti meçhul. Fakat bilinen bir gerçek var ki o da, sayıları çok az bu seçkinler, meleklerce koruma altındadırlar. Çünkü onlar nebîlerin varisleridir. ‘Allah seni koruyacaktır’ hakikatı onlar hakkında da böyle tecellî etmektedir. Allah ve Rasulü onlardan hoşnut ve razıdır. Böyle olunca da melekler onlardan hoşnut ve razı olmak durumundadır. Bu durum melekler için ayrı bir haz ve rûhânî bir zevk kaynağıdır. Onlardır ki, kevn u mekanın ve bütün mevcudatın -buna melekler de dahil- manasını keşfedip açma misyonunu yüklenmişlerdir. Eğer onların bu cehdi olmasaydı ve bu manada Allah Rasulü’nden istifade ve istifaze sağlanmasaydı kâinatın mahiyetini anlamak, kavramak asla mümkün olmayacaktı.

Ehl-i ilimdir ki, Efendimiz’in derslerine en birinci muhatablardır. Ehl-i ilimdir ki, varlık aleminde tecelli eden ‘Esmâ’yı anlama adına kurulan ders halkasında en birinci safı teşkil ederler. Evet, onlarla varlık abesiyyet, eşya ve hadiseler başıbozukluktan kurtulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, melekler onlara ayrı bir önem, ayrı bir ehemmiyet vermekte ve kanatlarını onların ayaklarının altına sermektedirler.

Meleklerin insanlara olan bu ta’zimi, sırf Allah içindir. Bu sebeple de onlar yaptıkları bu hizmeti döndüklerinde, Rablerine bir armağan, bir hediye gibi takdim ederler. Melekleri ilim ehline hizmet etmeye sevkeden sırra gelince: Meleklerde sonsuz denecek ölçüde bir ilim ve irfan aşkı vardır. Allah’ı bilmek, O’nu tanımak ve O’nun marifetine ermek meleklerin yaradılış gayesi ve biricik hadefleridir. Buna vesile oldukları için de onlar, ilim erbabına hep hizmet etmek isterler. Yoksa Allah’ı bilmeye, Rasulü Ekrem’i tanıtmaya götürmeyen, Kur’ânî hakikatlara nüfuza merdiven teşkil etmeyen ilimler katiyyen melekleri cezbedecek ve onları yeryüzüne indirecek şeyler değildir. Zaten biz öyle bir ilim de tanımıyoruz. Zira, fizik, kimya, matematik, astronomi ve daha ne kadar ilim dalı varsa, bunların hepsi kendi sahalarında, her zaman beşerin elinden tutar ve onu marifet semasına yükseltirler. Bu ilimleri bir kısım kendini bilmezler ve rûhen şeytan istilasına uğramış bir kısım sarhoşlar, Allah’ı inkarda kullanıyorlarsa, bu onların kıstaslarının inhirafı, kafalarının dönmesi, bakışlarının bulanması neticesidir. Onlar meleklerden, melekler de onlardan fersah fersah uzaktır. Halbuki diğer ilim erbabı önünde melekler, tevazu duygu ve düşüncesiyle kanatlarını seriyor ve onlara tazimde bulunuyorlar. Hz. Adem’e melâike-i kiramın secdesinde (Allahu a’lem) bu mananın büyük bir tesiri vardır.


[1] Buhari, Tevhid 35; Teheccüd 14; Tirmizi, Daavat 80; Ebu Davud, Salat 311

[2] Buhari, Teheccüd 2; Fezailü Ashabi’n-Nebi 19; İbni Mace, Rüya 10

[3] Müslim, Tevbe 12,13: Tirmizi, Kıyame 59; Müsned, 4/346

[4] Ebu Davut, İlim 1; Tirmizi, İlim 19; Nesei, Taharet 112; İbni Mace, Mukaddime 17

Meleklerde müthiş denecek çapta ve bizim havsalamızın alamayacağı ölçüde bir haşyet ve Allah korkusu vardır. Kur’an onların bu durumunu şöyle anlatır: ‘Üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi harfiyyen yerine getirirler’ (Nahl/5) Bu ayet bilhasa meleklere ait havfı anlatır. Onun için evvelâ bu mânâda ‘havf’ ile ilgili bazı mülahazalarımızı arzetmekte yarar var.

Havf çeşit çeşittir. Havf (korku) bazen günahtan olur. Mü’min, günahları karşısında irkilir, ürperir ve titrer. Nasıl olmasın ki, günah ebed yolunda insanın önünü kesmiş en büyük düşmanıdır. Ve her zaman onun varlık gayesini tehdit etmektedir. Allah’a kul olmak için yaradılmış olan insan, kendine bir vedîa ve emânet olarak verilen uzuvları, günah ve inhiraflarla Hakk’ın istemediği istikamette ve kendi hevesine göre kullanmakla emanete hiyanet ve kendine de zulmetmiş sayılır.

Evet, günah ki bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmaktır. Günaha giren kimse, kendini vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallıdır. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalır.

Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya maruz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.

İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.

Adem (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhun ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, başaşağı düştüğü o günah gayyasından kurtulamadı ve helak olup gitti.

Ve daha

‘Nice servi revan canlar,
Nice gül yüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi hanlar
Ve nice tâcdarlar.’

böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açtı, bir daha da geriye dönmeye muvaffak olamadılar..

Kur’an bize şu duayı öğretiyor: ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz Sen çok bağış yapansın.’ (Âl-i İmran, 3/8)

Farkına varmadan insanın kalbi kayar, hayatı istikametini kaybeder, zevki-şevki söner, geceleri bir ölünün geceleri gibi geçer. Öyle ki gecesinin siyah zülüfleri üzerinde ne bir ‘âh’ ne de iki damla gözyaşı bulunur. Çünkü kalbi ve ruhi hayat tamamen dumura uğramış ve bu mevzuda bir duraklama, donma ve humûdet başlamıştır. İşte insan bu duruma düşmekten korkmalıdır. Kalbin dalalete doğru çevrilmeye başlaması, ebedi hasretin ilk sinyalleridir. Çok kere bu hale sebebiyet veren de yine işlenen herhangi bir günah olmaktadır. Zira, her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır. İşlenen her günah, her hata, insanı Allah’tan uzaklaştırıp, küfre yaklaştırır. Günah küfür demek değildir. Fakat her günah işleyen, bilmelidir ki, küfre doğru bir adım atmış ve Allah’tan da bir adım uzaklaşmıştır.

Bu mevzuda günahın en küçüğü dahi bir korku sebebi, bir korku vesilesidir. Ancak bütün bunlar beşere ait korkulardır. Meleklere gelince onlar bu türlü korku ve endişelerden münezzeh ve müberradırlar. Ancak onlarda da bir korku vardır. Bu ise Cenab-ı Hakk’ın celaline karşı duyulan korku cinsindendir ki buna ‘iclal’ denilir.

‘İclal’ Allah’ın azametini görme korkusudur. Rasulü Ekrem (sav) buyuruyor ki: ‘Semada Cenab-ı Hakk bir emir ferman edeceği zaman semalar titrer ve tarrakalar çıkarır. Melâike-i kiram ne olduğunu hisseder ve hepsi secdeye kapanır. Başını ilk kaldıran Hz. Cibril olur. Başını kaldırır ve Rabbinden emir telakki eder. Daha sonra da diğer melekler başlarını kaldırır ve;

‘Rabbimiz ne dedi yâ Cibril’ derler. Cibril şu cevabı verir: ‘Hak söylüyor Rabbimiz. Aliyy ve Kebir olan O’dur.’ (1)

Kenzü’l-Ummal’de Taberani’nin rivayet ettiği bir başka hadislerinde de Rasulü Ekrem şunu ifade buyuruyorlar: ‘Yedi kat semada bir adım, bir karış, hatta bir avuç yer yoktur ki orada kıyama durmuş veya ruküa varmış veya secdeye kapanmış bir melek olmasın. Kıyamet günü de bütün melekler başlarını kaldırır, Rabbi Kerimlerine doğru teveccüh eder, bakar ve ‘Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey Ma’bud’ (2) derler. Evet, bunu devamlı rüku, secde ve kıyamda bulunan melekler söylüyor ki, bu bir iclal ve i’zam korkusudur.

İbn-i Kesir’in de işaret ettiği bu hadisler, yaratıldığı günden beri kıyamda, rükuda, secdede duran meleklerin varlığına delalet etmektedir. (3) Rasulü Ekrem (sav) anlatıyor: ‘Mi’rac gecesi belli bir noktada, Hz. Cibril’i eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. (Adeta o noktaya vardığında ayaklarının bağı çözüldü. Eskimiş bir elbise gibi yığıldı kaldı.) Allah korkusu onu bu hale getirmişti. O zaman bir meleğin Cenab-ı Hakk’ı nasıl bildiğini anladım.

Bir ara Cibril’e döndüm ve ‘Hiç Rabbini gördün mü?’ diye sordum. Birdenbire irkildi, neredeyse yıkılacaktı. Ve bana şu cevabı verdi: ‘Nasıl olur Ya Muhammed? Rabbimle aramda nurdan 70 perde vardır. Bir lahza yaklaşsam, bir adım atsam yanar kül olurum.’ (4)

Mi’rac’a gidilirken Cibril, Efendimiz’e bir binek getirmişti. Adı Burak idi bu bineğin. Ancak hem bineğin kendisi hem de ona nasıl binildiği bizce meçhuldür. Zaten gidilen ve gezilen yerler de meçhuldür. Sanki Efendimiz, bu bilinmez binekle, bilinmeyen âlemlere yelken açmıştır. Ancak Burak, neşvesinden dolayı biraz serkeşçedir. Bir ara Cibril ona yaklaşır ve kulağına eğilerek: ‘Ne yapıyorsun böyle? Sana şimdiye kadar böyle bir süvari binmemiştir?’ der. Ve olan o esnada olur. Burak tepeden tırnağa ter içinde kalır. (5)

İşte daha önce söylediğimiz Efendimiz’in şevk ve iştiyak içinde, o ana kadar görmediği âlemleri müşahede ettiği esnada Cibril’e ‘Rabbini hiç gördün mü’ sualine karşı onun haşyet ve dehşet içinde verdiği cevap ve işte Burak’ın Efendimiz’in vasfını işitir işitmez takındığı hal; bunlar hep birer irfan ve hep birer haşyet örneğidir.

Bu bir melek haşyetidir. Cenab-ı Hakk’ın azametine karşı meleğin duyduğu saygı budur. Halbuki onlar, hiçbir işlerinde isyan etmezler ve kendilerine ne emrolunursa onu da aynen yaparlar. Buna rağmen onların haşyeti böyle olursa, ya her hali günah bizlerin hali ve haşyeti nice olmalıdır. Zaten Efendimiz’in bu vak’aları nakletme hikmetlerinden biri de bize bu şuuru aşılamak içindir. Dünya ve ahirette meleğe enîs olmak isteyenler şimdiden karakterlerini melekleştirmelidirler. Bu da ancak onlar gibi yaşamakla mümkündür. İçinde meleklere benzer haşyet yaşamayanların ise bu hali kazanması oldukça zordur.


[1] Ali el-Muttaki, Kenzü’l-Ummal, 2/36

[2] Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 10/367

[3] İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/38

[4] Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, 1/434

[5] Mecmau’z-Zevaid, 1/328; Kadı İyaz, Şifa, 185

Bazı âyet-i kerimelerde anlatılan meleklerin yardıma gelmesini bazıları psikolojik bir faktör gibi algılayıp öyle yorumluyorlar. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Kur’ân-ı Kerim bu hususu Âl-i İmrân sûresinde peşi peşine iki âyet içinde zikreder, konuya girmeden önce bu âyet-i kerimelerin meallerini bilmekte yarar var. “O zaman (Bedir’de) mü’minlere şöyle demiştin: “Rabbimizin üç bin melek indirmekle yardımda bulunması yetişmez mi size?” Evet, eğer siz sabreder ve peygambere (s.a.s) itaatsizlikte bulunmazsanız, düşmanlar size saldırsalar bile, Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.” (Âl-i İmrân, 3/125)

Bunların ardından da Cenâb-ı Hakk: “Allah bu yardımı sırf size bir müjde olsun ve kalbinize güven gelsin diye yaptı” (Âl-i İmran, 3/126) buyurmaktadır.

Bu son âyet-i kerimede Kur’ân, meleklerin inmesini “büşra” yani “müjde” diye ifade ediyor. Demek ki, orada hem bir savaş, hem de bir bayram yaşanacak ve meleklerin katılımıyla semavî bir şehrayin gerçekleştirilecek… Evet Allah, onları indirmekle mü’minlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmiş ve iradelerine fer vermiştir.

Ayetlerde meleklerin vasfı olarak zikredilen iki önemli husus göze çarpıyor: Biri; “münzelîn” yani indirilmiş olmaları, diğeri “müsevvimîn” yani onların nişanlı ve işaretli bulunmalarıdır. Eğer Kur’ân-ı Kerim, sadece “münzelîn” deseydi, yukarıda bahsedildiği gibi, meleklerin inişi psikolojik bir faktör olarak yorumlanarak, sadece mü’minlerin morallerini takviye adına indirilmiş “sekine” gibi kabul edebilirdi. Onların bir bölümüne ayrıca “müsevvimîn” denmesi, böyle bir yorumu boşa çıkartır. Çünkü onları hiç görmeyen insanlara, onların alâmetlerinden bahsetmenin, nişanlı, işaretli olduklarını söylemenin bir mânâsı yoktur.

Bizim sekine dediğimiz ve belki de çoklarımızın yaşadığı gönüllerin, kalplerin kendisiyle itminana erdiği şeyle, melekleri ve onların inişini karıştırmamak gerekir. Asr-ı Saadet’ten bu yana, nice vak’alar vardır ki, melekler bazen insan suretinde, bazen kendilerine has keyfiyetle yeryüzüne inmişlerdir. Bazen ruhanîlerle melekler arasında bir iltibas yaşansa da fizik-ötesi bir kısım varlıkların yeryüzüne inişinde şüphe yoktur.

Ayrıca âyetlerde 3000 ve 5000 melekten bahsediliyor ki, ister Bedir’de ister başka yerde, bir avuç insanı zabt u rabt altına almak için bu kadar meleğe ihtiyaç yok; 5-10 melek bile onların hakkından gelebilir. Zira Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifade ettiği gibi, “melek” kelimesi, Arapça’da “melek”den gelir. Bu ise güç ve kuvvet demektir. Onlardan değil 5-10 tanesi, bir tanesi bile -eğer Allah dilerse- Samanyolunu eline alır ve tesbih taneleri gibi çevirebilir.

Bu itibarla da, konuyu ele alırken, 3000-5000 meleğin inişini daha farklı anlamak icab eder. Melekler orada, yeryüzüne bir zafer şöleni için ve kendilerini gören mü’minlere moral takviyesi mülahazasıyla inmiş olabilecekleri gibi, onlarla aynı şerefi paylaşmak için de inmiş olabilirler.

Meleklerin bizzat kâfirleri öldürmek için indikleri söylenemez. Gerçi bazı yerlerde, meleklerin cismanî açıdan tam temessül ettiğini, eline kılıç-kırbaç alıp savaştığı söylense de bu çok mevsuk değildir. Mesela, Bedir’de Hz. Cibril (a.s)’in Efendimiz (s.a.s)’e gelip “siz silahlarınızı çıkarttınız mı? Biz daha çıkartmadık” demesi de, bu türden bir tebşir ve takviyedir. Bu türlü durumlarda onların da bizimle aynı şartları paylaşmalarından, başları-gözleri toz-duman olmuş olabilir.. sarıkları bozulabilir… Ve bu türlü şeyler, İslâm’ın ilk dönemlerinde birer mucize olarak tecelli etmiş ve bununla Cenâb-ı Hakk, “bu ordu da bozguna uğrarsa senin nam-ı celilini zikredecek kimse kalmaz” duasına, meleklerle cevap vermiş: “Rabbin sana darılmadı ve terketmedi” (Duha, 93/3) beyanını bir kere daha bu mübarek yerlerde göstermiştir.

Efendimiz (s.a.s)’in âhirete irtihalinden sonra da bu türlü şeyler cereyan etmesi sözkonusudur. Meselâ, Kadisiye’de, Yermük’te ve daha başka yerlerde hep o te’yid görülmüştür. Hatta, Çanakkale’de İngiliz orduları kumandanı Hamilton’un “sizin ordularınız içinde beyaz atlı, sarıklı insanlar savaşıyordu” dediği, çokları tarafından bilinen gerçeklerdendir. Murad Hüdavendigar’ın ağabeyi Süleyman Şah, Gelibolu’dan Trakya’ya geçerken şehid olmuş ve daha sonraları Hıristiyanların ifadesine göre, o hep orduların önünde, atının üzerinde savaşırken görülmüştür. Hatta üsture midir, değil midir bilemeyiz; Battal Gazi için de aynı şeyler söylenir.

Günümüzde de yalan söyleyeceklerine ihtimal vermeyeceğimiz sağlam, sika insanlar veya yalan üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan pek çok kimse defaatle gelip, ruhanîleri veya Kanuni’yi, Yavuz’u, Fatih’i bulundukları mekânların koridorlarında gördüklerini söylemişlerdir. Bunlar rüyalarda olduğu gibi yakazaten de görülen şeylerdir. Konuyla alâkalı dosyayı kurcalayacak olsak, yüzlerce birbirini teyid eden müşahede çıkacaktır ortaya. Demek ki, onlar mü’minlerin başarılarını alkışlamak, âyetin ifadesiyle “büşra” müjde vermek için gelip görünüyorlar.

Yalnız görme meselesi herkes için geçerli değildir. Bedir’den Çanakkale’ye ve günümüze kadar devam eden süreçte, yeryüzüne inen bu ruhanîleri herkes görmemiş veya görememiştir. Nice nezih insanlar vardır ki hiçbir şey görmemiştir; ama bazıları da her zaman görebilmektedir ve bu, bir nasib meselesidir.

Konuyu bağlarken son bir hususa daha temas etmek istiyorum. Bu çok su götürür bir mevzudur ve su-i istimâle de açıktır. Bu açıdan da konunun su-i istimâl edilmesine fırsat verilmemeli ve ona kapı da açılmamalıdır. Bu türlü durumlarda Hz. Muhammed (s.a.s)’in emir ve direktiflerinin her şeyin önüne çıkarılması gerekir. Yoksa arzu, istek ve hevesler gemi azıya alabilir, dolayısıyla da, önü alınamaz inanç kaymalarına fırsat verilmiş olur.

Son bir nokta; meleklerin inmesini psikolojik bir faktör olarak yorumlama, maneviyata inanmamanın bir göstergesi olsa gerek. Böyleleri her şeyi, cismaniyet çizgisi içinde çözmeye çalışırlar. Halbuki Üstad Hazretleri’nin yaklaşımı içinde “her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür.”

Kur’an-ı Kerim meleklerin yazma işini çeşitli vesilelerle anlatır. İmam Hasan ve İmam Katâde, mübah şeylerin dahi melekler tarafından yazıldığını söylerler. Onlara göre, ağzımıza koyduğumuz her lokma dahi yazılmaktadır. Onun içindir ki seleften bazı zatlar, vücutlarını ayakta tutacak kadar yemek yer ve ‘Lokmalar yazılıyor. Cenab-ı Hakk’ın huzurunda defterlerin açıldığında durmadan yiyip içen bir kul olmaktan utanır, haya ederim’ derlerdi. Bazıları da, def-i hacete fazla ihtiyaç duymamak için böyle davranırlardı; davranırlardı zira, oraya her girişinin Cenab-ı Hakk’tan bir uzaklık olduğunu düşünürlerdi. Ayrıca, ihtiyacını gidermek için oraya giren bir insanın açılıp-saçılmasını da hesaba katarlardı. Böyle utanılacak birşeyi sıkça yapmak ise onlar için bir ızdıraptı. Bunun için de onlar, buna sebep olabilecek şeyleri imkan ölçüsünde azaltmaya bakarlardı.

Mübahları terketmek gerekir mi gerekmez mi? Bu eskiden beri üzerinde konuşulagelen bir husustur. Bize göre insan, israfa meyletmemek şartıyla mübahlardan istifade etmelidir. Bunda bir mahzur yoktur. Ancak yine de bütün davranışların yazıldığı hesaba katılarak hareket edilmelidir. Cumhur, herşeyin kaydedildiğini söylerken İbn-i Abbas (ra) sadece günah ve sevapların yazıldığını söylemektedir. Ona göre bir amelin neticesi, günah veya sevap hükümlerinden birine giriyorsa, o amel, melekler tarafından yazılıp kaydedilmektedir. Yani insanın ibadetleri, orucu, zekatı, haccı, namazı, duası, tesbihi ve dudaklarından sevap adına dökülen herşey mutlaka yazılmaktadır. Ve tabii insanın işlediği günahlar da yine melekler tarafından kaydedilmektedir.

İmam Mâlik, bir hastanın inleyişlerinin dahi yazılmakta olduğunu söylemektedir. Bir hadis-i kudside Cenab-ı Hakk ‘Ben hasta kulumun inlemelerinden hoşlanırım’ buyurmaktadır. Zira onun bela ve musibetler altında inlemesi, Hz. Yakub’un ‘İnnema eşkû bessî ve hüznî ilallah; Ben sadece gam ve kederimi Allah’a arzediyorum’ (Yusuf, 12/86) demesi gibi, dağınıklık ve perişaniyetini Allah’a şikayet etmesidir. Cenab-ı Hakk kulunun bu tür eninlerinden, uluhiyetine yakışır şekilde bir ‘Lezzet-i mukaddese’si olduğunu ifade buyurur.

İmam Ahmed b. Hanbel ölüm döşeğinde hasta yatıyordu. Hapishanede çektiği işkence ve zulüm vücudunu tamamen eritmiş ve onu yatağa düşürmüştü. Bu bitkin halinde, bazen iniltileri duyuluyordu.

Bu arada akın akın kendisini ziyarete geliyorlardı. Bunların çoğu da onun talebeleriydi. Ahmed b. Hanbel’in talebeleri arasında, ileride Buhari’leri yetiştirecek çapta nadide insanlar vardı. Bunlardan biri birgün İmam’a: ‘Tavus b. Keysan’dan, hastanın iniltilerinin kaydedildiğine dair bir hadis işittim’ dedi. İmam, o güne kadar böyle bir hadis duymamıştı, o andan itibaren ruhu cesedinden ayrılacağı ana kadar bir daha da iniltisi işitilmedi. Bu iniltilerinin şikayet adına kaydolabileceği endişesi, koca imamı inlemekten dahi vazgeçirmişti.

Alimlerin ekserisi, meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere de muttali olduklarını söylerler. Bazı alimler bunu kabul etmeyip kendi görüşlerini destekler mahiyette mürsel birkaç hadis rivayet etseler de, birinci görüşü savunanlar iddialarında haklı gibidirler. Zira Buhari, Müslim, Tirmizi’de meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere muttali olduklarına dair pek çok hadis vardır. Mesela bu hadislerden birinde şöyle denilmektedir:

‘Aziz ve Celil olan Allah, meleklerine şöyle ferman eder: Kulum bir kötülük yapmak istediğinde onu yapıncaya kadar yazmayın. Yaptığında da sadece bir günah yazın. Eğer onu benden dolayı terkederse bir iyilik yazın. Eğer iyilik yapmak ister de yapmazsa bir sevap yazın. Eğer yaparsa, on mislinden başlayarak yetmişbin misline kadar sevap yazın.’ (1)

Demek oluyor ki insanın niyetine, niyetindeki ihlas ve samimiyet baremine göre sevaplar kat kat yazılıyor. Günahlara gelince onlar, Cenab-ı Hakk’ın merhametinin bir eseri olarak sadece işlenen kadar kaydedilir.

Bu manaları ifade eden sayısız hadis vardır. İfadelerdeki farklılıklara rağmen aynı noktayı işaret etmelerinin manaya kazandırdığı kuvvete dayanarak diyoruz ki, melekler insanların niyetlerini bilmektedirler. Ancak onlar kendi istedikleri gibi yazma-çizme hakkına sahip değillerdir. Niyetlerin iyi veya kötüsünün nasıl kaydedilmesi gerektiğine dair, bizzat Cenab-ı Hakk’tan talimatları gelmektedir.


[1] Buhari, Rikak 31; Tevhid 35; Müslim, İman 203, 204,206,207,209; Tirmizi, Tefsir Sure 6/10

Allah (celle celâluhu), insanı doğrudan koruduğu gibi, meleklerle de koruyabilir; fakat bunun için insanın, irade ve kalbi ile kontak olması, safvetinin bu mevzua uygun bulunması, melekle münasebete geçmesi; Allah’la alâka ve rabıtasının devam etmesi ve bir mânevî ittisalin gerçekleşmesi şarttır. Melekler âlemiyle münasebet kuran herhangi bir insanla melekler de münasebete geçerler; Bedir’de, Hayber’de zahîr oldukları ve sahabenin gasline ve cenazesine iştirak ettikleri[1] gibi… Meleklerin korumasını çocuklarda, masum sabîlerde ve beli bükülmüş yaşlılarda da görürüz; çünkü, Allah’ın (celle celâluhu) bunlara hususî bir merhameti vardır. Meleklerin insana yardım edip zahîr olmaları, insanın Hak kapısından ayrılmamasına, ilhah ve ısrarla ciğeri sökülüyor, göbeği çatlıyor ve kalbi fırlıyor gibi yalvarıp yakarmasına ve ruhunun infisale geçerek, O’nunla kontak olup melekût âlemiyle münasebet kurabilmesine bağlıdır. Yoksa, esneyerek ve ne dediğinden habersiz bir kalble değil… Kalıpla ve ucundan tutarak yapılan ibadetlerle bu münasebet kurulamaz; çile ve ızdırap çekmeden, meleğin semavî eli imdada koşmaz.

[1] Buhârî, menâkıbu’l-ensâr, 12; Müslim, fezâilu’s-sahabe 123,125; Tirmizî, menâkıb, 3847; el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 9/308-310; Üsdü’l-ğâbe, 2/221-225; ez-Zehebi, Siyeri a’lâmi’n-nübela, 1/287,294.

“O, onların yaptıklarını da yapacaklarını da, açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir. Onlar, sadece O’nun râzı olduğu kimse hakkında şefâat ederler. O’na duydukları tâzimden ötürü çekinir, titrerler.”

Taberî’ye göre bu âyette Cenâb-ı Allah, meleklerin, İsa’nın ve Üzeyr’in şefâat sahibi olduğuna işaret etmiş, bir kısım sahte tanrıların ve putların ise şefâat edemeyeceklerini istisna ederek belirtmiştir.

Kurtubî, İbn Abbas’tan gelen bir rivâyete dayanarak bu âyette şefâatle muhatap olacak insanların “Lâ ilâhe illallah” diyenler olduğunu, Mücâhid’den gelen bir yoruma göre ise, Allah’ın razı olduğu herkestir, diye nakilde bulunur. Suyûtî’ye göre ise meleklerin şefâati tevhid ehli için söz konusudur.

Muhâsibî ise konuyu daha farklı bir açıdan ele alır ve şöyle der: “O melekler, Allah’ın râzı olduğu kimselerden başkasına şefâat edemezler. Allah’ın huzurunda, şefâat etmeleri emrolunmadıkça, Mevlâ’nın sevgisine ters düşmekten korktuklarından, bu konuyu Allah’ın huzuruna getiremezler. Yani müminlerle birlikte kâfirler için de mağfiret dileyerek O’nun sevgisine aykırı davranmazlar. Çünkü Allah, kâfirleri ebediyyen affetmeyeceğini kesin bir hükme bağlamıştır. İşte Allah bu âyetle meleklerin ancak kendisinin şefâat edilmelerine razı olduğu insanlara şefâat edeceklerini beyan ediyor ve melekleri bu vasıfla medhediyor.”

Ebu’s-Suûd ise, meleklerin, Allah’ın râzı oldukları dışındakiler için Allah’a karşı duydukları mehâbet ve saygıdan ötürü şefâat etmeyeceklerini belirtirken meleklerin şefâat edemeyişlerini Allah korkusu veya saygısına bağlar.

Vâhidî, söz konusu âyetin tefsirinde, “Meleklerin şefâat edeceği Allah’ın razı olduğu kimseler, tevhid kelimesini söyleyenlerdir” açıklamasını yapar. Şevkânî tefsirinde, “Meleklerin ahirette, Allah’ın râzı olduğu kimselere şefâat edecekleri sahih hadislerle sabittir demekte ve Allah’ın râzı olduğu ve meleklerin şefâat edeceği kimseler hakkındaki ‘onlar tevhid ehlidir’ tefsirini de hemen akabinde nakletmektedir.

Âlûsî bu âyeti şöyle tefsir eder: “İbn Abbas’tan gelen rivâyete göre meleklerin şefâati ?? ??? ??? ????diyenleredir ve istiğfardan ibarettir. Sahih hadislerde geldiği üzere meleklerin şefâati, dünya ve âhirette olur. Âyette, Mu’tezile’nin, ‘Şefâat büyük günah sahipleri için olmaz’ görüşünü destekleyici bir durum yoktur. Zira âyet meleklerin, râzı olunan şefâatten daha fazlasına güç yetiremeyeceklerini göstermektedir. Bununla birlikte meleklerin şefâat etmemeleri, başkalarının da şefâat etmeyecekleri anlamına gelmez.”

Bazıları, meleklerin şefâatçi olması inancının ‘Hristiyanlardan müşrik Araplara sirayet etmiş bir düşünce’ olduğunu ileri sürmüşlerse de böyle bir iddia, Kur’ân, meleklerin şefâat etmeyeceklerini açıkça belirtmedikçe –ki böyle bir Kur’ânî beyan vârid değildir– şefâati reddetmeye mesnet olamaz. Şunu da ifade etmeden geçmememiz gerekir: Kur’ân-ı Kerim, insanlar üzerinde kirâmen-kâtibîn ve kirâmen-berarah adındaki değerli yazıcı meleklerden bahseder. Binâenaleyh, insanın neler yapıp ettiğini bilen ve şâhitlik eden meleklerin, ilgili oldukları şahıslar hakkında şefâatte bulunmaları en az insanlarınki kadar mümkündür.

Diğer bir âyet-i kerimede ise, Yüce Allah, “Göklerde nice melâike var ki, Allah’ın dilediği ve râzı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmadıkça, onların şefâatleri aslâ fayda vermez.” buyurmuştur.

İbn-i Cerir et-Taberî, bu âyetin yorumunda şöyle der: Bu âyet puta tapanları ve Kureyş aristokratlarını kınamakta ve onlara “Biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz.” diyenleri yermekte ve şunu kasdetmektedir: Benim katımdaki meleklerin bile şefâatinin fayda vermesi, ancak benim izin ve rızâma bağlıdır. Hâl böyleyken, meleklerin dışında kalan bir takım uydurma tanrıların şefâatini siz düşünün. Şunu onlara bildir ki, O’ndan başkasına kulluk edenlerin şefâati fayda vermeyecektir.”

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır” (Ebû Dâvûd Sünne18) Abdullah b. Amr “Arş’ı taşıyan melekler sekiz tanedir” der. Sa’id b. Cübeyr âyetteki “sekiz melek” ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbni Kesîr, 8/239).

“Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O’na inanırlar ve mü’minlerin bağışlanmasını isterler: Rabbimiz! İlim ve rahmetle her şeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru” (Mü’min Suresi, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbni Kesîr “Allahu Teâla, Arş’ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki “Kerûbiyyûn melekleri’nin Allah’ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir” der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbni Kesîr, 7/ 120).

İbn Sina ” Melâike” risalesinde Arş’taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü’minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) “Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş’ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah’ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür” der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, 9/ 7). (Ş.İ.Ans.)

Melekler arasında da, insanlarda olduğu gibi derece farklılıkları vardır. Mesela dört büyük melek diğerlerinden üstündür. Daha sonra ise sırasıyla Hamele-i arş, Mele-i âlâ, Nediy-yi âlâ, Refik-i âlâ melekleri gelir. Bunları, Kerûbiyyun, Müheyyemun, Cennete nâzır Rıdvan ve Cehenneme bakan Malik takip eder. Meseleyi daha umumi bir platformda ifade edecek olursak, zerreden sistemlere kadar her yerde müekkel (vazifeli) melekler vardır ve bunlar arasında derece farkı olması da gayet normaldir.

İnsana ait bazı davranışlar, insanla melek arasındaki bu ciddi ve çok buudlu münasebeti zedeler ve bazı durumlarda da kesintiye uğratır. Zira insan o esnada meleklerin hoşlanmayacağı, onların kerih ve çirkin görecekleri bir durum sergilemektedir. Bu noktaya işaret eden ve bu hususta tahşidat yapan pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadisler insan-melek münasebetini zedeleyen davranışları engelleme gayretine matuf söylenmiş öğretici hadislerdir. İnsan onlara uyduğu nispette, meleklerle olan münasebetlerini devam ettirir.

Mesela, bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: ‘Kim soğan, sarmısak, pırasa gibi kerih kokulu şeyler yerse, mescidimize gelmesin. Zira melekler kerih kokulardan hoşlanmazlar’ (1) buyurmaktadır. Biz günümüzdeki yaygın bir illeti de buna ekleyip ‘sigara içenler’ de diyebiliriz. Zira hükmün menatı ‘kerih’ kokudur ki sigara da en az diğerleri kadar insanı rahatsız edecek kerih kokuya sahiptir. Elbette kişi bu kokuları izale edici müdahalelerde bulunabilirse, mescide gelmeyi engelleyen hüküm de ortadan kalkar. Zira burada esas olan kerih ve çirkin kokunun giderilmiş olmasıdır. Yoksa gaye, insanları mescidden menetmek değildir..

Meleklerin münasebetini kesintiye uğratan bir başka sebebe de Allah Rasulü şöyle işaret buyurur: ‘İçinde sûret ve köpek bulunan bir eve melekler girmez.’ (2)

Bir başka hadiste de bu husus teyid edilmektedir. Şöyle ki Efendimiz, Cibril’le buluşacaktır. Vakit geldiği halde Cibril bir türlü gelmemektedir. Efendimiz bundan ciddi şekilde tedirgin olur. Acaba Cibril niçin gelmemiştir? Gelmesine mani nedir?

Daha sonra Efendimiz (sav) evin içini araştırır. Divan gibi bir şeyin altında torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’e ait küçük bir köpek yavrusu bulur. Onu dışarıya çıkarır. Hemen Cibril gelir. Efendimiz niçin geciktiğini sorar. Cibril cevap verir: ‘Biz melekler topluluğu, resim ve köpeğin bulunduğu yere girmeyiz…’ (3)

İslam’da resim ve heykelin yasaklanmasına sebep olarak pek çok hikmet söylenebilir. Ama bizim için hikmetten ziyade illet mühimdir. Bununla beraber bir ismi de Hakîm olan Cenab-ı Hakk’ın her emir ve yasağında mutlaka bir hikmet vardır.

Resim ve heykelin yasaklanmasında cahiliye insanının puta tapıcılığının elbette tesiri olmuştur. Yani, puta tapıcılığı yeni bırakmış bu insanlarla eski düşünceleri arasındaki köprüyü ortadan kaldırmak ve bir daha öyle yanlış bir saplantıya geçit vermemek için, Efendimiz resim ve heykel hakkında çok ciddi tahşidat yapmıştır. Hatta Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde mevzu ile alakalı Efendimiz şöyle buyurmaktadır;

‘Ahirette, resim yapanlara Cenab-ı Hakk, yaptıkları resimlere can vermelerini emredecek. Bunu yapamadıkları sürece de onlara azapta bulunacak… Zaten bunu yapmaları da asla mümkün olmayacaktır.’ (4)

Efendimizin bu tahşidatını sadece cahiliyeye karşı bir ilan-ı harb olarak değerlendirmek eksiktir ve hatadır.

Nitekim resim ve heykelden içtinab eden başta Efendimiz’dir. Halbuki onun için cahiliyeye ait eski düşünce hiçbir zaman mevzubahis olmamıştır ve olamaz da… Öyle ise, resim ve heykelin yasaklanması hususunu çok yönlü tahlil etmek gerekmektedir.

Köpeklerin de necis ve pis oluşları, meleklerin gelmesine mani teşkil edebileceği gibi, bizim bilmediğimiz bazı sebepler de buna âmil olabilir. Nitekim bir hadis-i şerif’lerinde Efendimiz ‘Eğer bir ümmet olmasalardı bütün köpeklerin öldürülmelerini emrederdim’ (5) buyurmuşlardır. Ekolojik dengede elbette bu hayvanların da bir yeri ve ağırlığı vardır. Fakat onların bulunduğu yere meleklerin girmediği de bir vâkıadır. Çoban köpekleri, av köpekleri ve bazı işlerde kullanılan köpekler bunun dışındadırlar.

Evlerde itina ve binbir masrafla beslenen süs köpekleri de hem onlara yapılan bunca masraf hem de hiçbir işe yaramamaları açısından, bulundurulmaları mahzurludur ve meleklerin gelmesine manidir. Fakat gel gör ki, günümüzde, bilhassa kendilerini entel kabul edenlerimiz arasında, Avrupa’da yaygın bu illet, bizde de süratle yayılmış ve süs köpeklerini beslemek moda halini almıştır. Ben şahsen burada İlâhî bir sır görüyorum. Sanki Cenab-ı Hakk, o engin rahmetinden mahrum kalmaya hak kazanmış ve pek çoğu itibariyle ruhen meshe uğramış bazı insanlara, rahmetinden mahrumiyete sebep olsun diye böyle bir illet musallat etmiştir. Yani onlar, bu varlığı evlerine sokmakla gelecek rahmeti, kendi elleriyle geri çevirmiş olmakta ve böylece kendi mahrumiyetleri için yine bizzat kendileri zemin hazırlamaktadırlar.

İnsan-melek münasebetini zedeleyen bir başka sebep de yine hadis-i şerif’lerde ‘ceres’ sözcüğüyle ifade edilen çanlardır. Efendimiz ‘İçinde çan bulunan eve melek girmez’ (6) demekle de, bu hususa işaret buyurmuşlardır. Ayrıca yine hadislerde, hayvanların boyunlarına takılan çıngıraklar kasdedilerek böyle sürüler veya böyle kervanlara meleklerin iştirak etmeyeceği ifade edilmektedir.

Çan ve çıngıraklarda hiçbir lâhûtilik yoktur. Hatta bunlar insanların dünya zaaflarını kamçılayıcı mahiyettedir. Onun içindir ki, lâhûtîlikten mahrum ve dünya meylini kamçılayıcı bu sesleri melekler sevmemekte ve bunların bulunduğu yerleri terketmektedirler.

Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, insanla melek arasındaki münasebetin devamı için, belli bir zemin ve belli bir atmosfer şartı sözkonusudur. Böyle bir zemin temin edildiği sürece melekler insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu temin edilmediği zaman ise insanı şeytanıyla başbaşa bırakırlar.

Cenab-ı Hakk’tan niyazımız, bizi hep meleklere enis ve celis etmesidir. Onlarla dost olup, onlarla oturup kalkalım… Ahirette de yine ‘kişi sevdiğiyle, dostuyla beraberdir’ (7) fehvasınca onlarla beraber olmaya hak kazanalım..

Mevzuyu, meleklerin temessül etmesiyle alakalı Kur’an ve hadis kaynaklı müşahhas bazı misallerle bitirmek istiyorum.


[1] Buhari, Ezan 160; Et’ime 49; İ’tisam 24; Müslim, Mesacid 72; Tirmizi, Et’ime 13

[2] Müslim, Libas 81,82,83,84; Ebu Davud, Tahare 89; Libas 45; Tirmizi, Edeb 44

[3] Müslim, Libas 81,82,83,84; Ebu Davud, Tahare 89; Libas 45; Tirmizi, Edeb 44

[4] Buhari, Tabir 45; Libas 97; Müslim, Libas 100; Ebu Davud, Edeb 88; Tirmizi, Libas 19

[5] Ebu Davud, Edahi 22; Tirmizi, Sayd 16,17; Nesei, Sayd 10; İbni Mace, Sayd 6

[6] Ebu Davud, Hatem 6; Nesei, Zinet 54; Müslim, Libas 103; Buhari, Cihad 139

[7] Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Tirmizi, Zühd 50; Daavat 98

Kur’ân, insanların yaptığı her işi yazan ve kaydedenlerin “Kirâmen Kâtibin –Kerim ve değerli yazıcılar” olduğunu söyler. Ardından “Yapmakta olduklarınızı bilirler.” (İnfitar 82/11-12) diyerek, o meleklerin başka bir vasfına dikkatlerimizi çeker. İster genel mânâda melekler, isterse, özel anlamda “Kirâmen Katibîn” Allah’ın emri istikametinde iş yapan, mahiyetleri her zaman kötülük ve isyana kapalı olan varlıklardır. Kirâmen Katibîn “Ma yelfizu min kavlin –Onun ağzından bir söz çıkmaz ki…” (Kaf, 50/18) âyetinde ifade edilen lâfızları -ki bu ağızdan çıkan ve atılan lâf demektir- yazmaktadır. Kur’ân’ın bu hakikatı beyanda kullandığı kelime çok önemlidir. Buna göre lâfız yani ağızdan çıkan söz yazılmakta ama; dilek, istek, arzu, niyet veya başka bir tabirle düşünce plânında kalan şey yazılmamaktadır. Bizim mefhum-u muhalefet kaidesine tâbi olarak çıkardığımız bu mânâya Allah Resûlü (s.a.s) bir istisna getirir ve düşünce plânında kalıp, amel safhasına intikal etmeyen müspet ve iyi şeylere de sevap verileceğini söyler. Bu ise, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere olan lütûf ve ihsanından başka bir şey değildir.

İnsanın iş ve hareketlerinin kayda geçmesi, kulun ahirette, Allah önünde herhangi bir hüccet veya mazeretinin kalmaması hikmetine binaendir. Yoksa Cenâb-ı Hak, kader plânında tespit buyurduğu şeylerin olacağını/olduğunu elbette bilmektedir. Fakat “Levh-i Mahfuz” ile “Levh-i Mahv u İsbat” mutabakatının sağlanması bu kitabet işine bağlıdır. Kulun mükâfat veya mücazata istihkakı da, ancak bu suretle tescîl ve tespit edilmektedir. Bu açıdan Allah, “Allâmü’l-Guyûb” olmasına rağmen, yine de “Kirâmen Kâtibîn”e vazife gördürmektedir. Zira ortada bir şehadet veya işhad meselesi, yani hiç kimsenin itirazına medar olmayacak biçimde bir tespit söz konusudur.

Söz buraya gelmişken bir başka hususa da dikkatinizi çekmek isterim. Kur’ân “Ve nahnu akrabu ileyhi min habli’l-verîd –Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) buyurur. Müfessirler insana şah damarından daha yakın olan varlığın veya varlıkların kim/kimler olduğu hususunda farklı mütalâalarda bulunmuşlardır. Bazıları bunun Zât-ı Ulûhiyet olduğunu söylerken, bazıları “Kirâmen Katibîn”dir demişlerdir. Bu ikinci görüşü esas alacak olursak melekler, cismanî ve bedenî bir varlığa sahip bulunmadıklarından aksine nûrânî ve lâtif varlıklar olduklarından, bizim maddî, mânevî değişik menfezlerimizden içeri girip, hissiyatımız dahil her şeyimize nigahban olabilirler. Aynı şeyi “Hafaza melekleri” için de söylemek mümkündür. Ne var ki bütün bunlara rağmen onlar sadece bizim söz, fiil ve davranışlarımızı yazmaktadırlar. Bu aynı zamanda Allah ile melekleri arasında var olan bir münasebeti de göstermektedir.

Burada ayrı bir nükteye daha işaret etmek istiyorum; Allah’ın melekleri O’nun tesmiyesi içinde “Kerim”se, Allah “Ekremü’l Ekramin”dir. Belki ism-i tafdil sigası ile söylenen bu ifade bile azdır; zira burada, başkalarına da zat-ı uluhiyete yaraşır nispette bir kerem izafesi bahis mevzuudur. Hâlbuki bu bir mânâda doğru değildir. Bu açıdan şöyle denilmesi daha uygun olur; Kerim olan sadece Allah’tır. Başkalarının kerim oluşu bütünüyle izafidir ve Allah’ın kerim sıfatının gölgesinin, gölgesinin, gölgesinin… gölgesinden ibarettir.

Evvelâ şunu herkes bilmelidir ki, Allah (celle celâluhu) yaptığı işlerden dolayı sorguya çekilmez.[1] Allah’ın yaratmasında hikmet, hilkate tâbidir. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri, “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.” ifadeleriyle dile getirir.

Şüphesiz, melâike-i kiramın yaratılmasının da pek çok hikmetleri vardır. Bununla alâkalı değişik şeyler söylenmiştir, ama biz aklımızın ermediği yerde Allah’a soru sormayız. Allah bize sorar da biz soramayız; sadece “Acaba şunun hikmeti ne ola ki?” deriz. Her şeyden evvel bu edebi bize bizzat Kur’ân öğretmektedir. Çünkü Allah, ilmiyle bütün kevn ü mekânları muhittir. İnsan ise O’nun ilminden yine O’nun tecellîsiyle ancak belli bir miktara mazhardır.[2] Hz. Musa ile Hızır’ın karşılaşmasında bir vak’a vardır. Hızır, Hz. Musa’ya, denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: “Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk’ın ilmine nispeten, şu kuşun gagasına bulaşan suyun okyanusa nispeti gibidir.”

İşte bu kadar muhit bir ilimle eşyayı yaratan Allah karşısında yeryüzünde kuş gagasına bulaşmış ilmiyle zavallı insan, elbette ki Allah’ın ilmine dayalı meleklerin hikmetini hakkıyla kavrayamaz. Bu itibarla da insan haddini bilmeli ve Allah’a karşı edepli olmalıdır.

Bununla beraber Cenâb-ı Hakk’ın melâikeyi yaratmasının çok hikmetleri vardır. Evvelâ, melâike-i kiram, insandaki ruh gibi cansızlar âleminde bir bakıma ruhun vazifesini görmektedir. Meselâ ağaçlara müekkel melâike, ağacın hâl ve keyfiyet diliyle Allah’ı göstermesini dille seslendirir, O’nu tesbih u takdis eder ve ona melek diliyle tercüman olurlar. Melâikeden öyleleri vardır ki, onlar da küre-i arza müekkeldir. O geniş kabiliyet ve istidadıyla, “İleyhi yes’adü’l-kelimu’t-tayyibu…”[3] fehvâsınca yeryüzünden Allah’a doğru yükselen bütün güzel kelimeleri ve salih amelleri temsil eder, alkışlar ve Allah’a takdim eder. Eşya câmid yanıyla yaptığı işleri şuuru ve hissiyle yapmaz; melekler buna şuur katar ve bu işleri, şuur ve idrak buudlu olarak Allah’a takdim ederler. Meselâ yağmur ve karın katrelerine bir kısım melekler müekkeldirler. Kar kristalleri, fotoğraflarıyla ilim adamlarını hayrette bırakmışlardır. Bu küçük parçacıklarda bile sanat izhar eden Allah, onları da müekkelsiz bırakmamıştır. Ayrıca ehl-i tahkik ve ehl-i şühud da müekkel meleklerin var olduğunu ifade etmektedirler. Evet, en küçük atom olan hidrojenden uranyuma, hücreden en büyük varlıklara, ondan da sistemlere kadar canlı-cansız her şeyde müekkel melâike vardır ve melekler, bu varlıkların tesbihat ve takdisatlarını Allah’a takdim etmektedirler.

İkinci olarak, Allah’ın yarattığı her varlığın Allah’a farklı şekilde ayna olma keyfiyeti söz konusudur. Cenâb-ı Hak, “Cin ve insi Beni bilsin ve Bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”[4] buyurmaktadır. (“Beni bilsin” sözü İbn Abbas’ın tefsiridir.) Cin ve ins, Allah’ı bilecek, O’nu bî kem u keyf gösterecek, bilme ve göstermesine göre de tesbih ve takdis edecektir. Yani her şey kendi ruhuna ve kabiliyetine göre O’na aynalık yapacaktır. Ancak cismaniyet başka, nuraniyet başkadır. Cinlerin yaratıldığı “mâric” ve “nâr” farklı, melâikenin yaratıldığı “nur” farklıdır. Yine esir âlemi başka, atom ve elektronlar âlemi başkadır. Bunların hepsi kendilerine has âlemlerin diliyle Allah’ı gösterirler.

Bir misalle açalım: Bir endam aynasının olduğunu düşünelim. Bu aynanın karşısına geçip baktığınızda nasıl iseniz aynaya öyle aksetmiş olursunuz, ama karşısında dev aynası olan bir insan, kendini olduğundan çok farklı görür. Zira bu, farklı bir aynadır ve kendince göstermektedir. Bir de şöyle bir ayna düşünelim ki, bu ayna kişiyi buudlarıyla göstererek ona bir derinlik kazandırmaktadır. Bunun dışında bir de şöyle bir ayna farz edelim; bu ayna da, doğrudan doğruya buudla kalmamakta, aynı zamanda harekâtı da göstermektedir. Evet, görüldüğü gibi görünme şekli çeşitli aynalara göre değiştiği ve farklılaştığı gibi cismaniyet Allah’a ayrı bir ayna, melâike-i kiram her türlü hırs, kapris, kin, haset ve emre isyan etmekten münezzehiyet gibi özel yanlarıyla farklı bir aynadır. Vâkıa, Allah yemez içmez, üzerinden zaman geçmez, tebeddülden, tegayyürden, berîdir; aynalar ise öyle değildir; zira ayna mütecellînin aynı değildir.

Allah’ın mutlak istiğnasına keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz melâike-i kiramın bir ayinedarlığı söz konusudur ki, o hususiyet insanlarda yoktur. Çünkü onlar, yiyip içmekte, evlenmekte, tebeddül ve tegayyur etmektedirler. İnsanda meleğin meleklik yönü vardır. Ancak o da, tıpkı cevheri taştan topraktan ayrılmamış maden-toprak bileşimi gibi bir şeydir. Zaten o, tasaffi etmek ve melekleşmek üzere bu dünyada bulunmaktadır. Posa ve tortu burada ayrılacak, ıstıfa edecek ve o ahiret yurduna öyle gidecektir. Melek ise, posası ayrılmış saf ve som altın durumunda bir varlıktır. Öyleyse ondaki şe’n-i Rubûbiyet, tecellî, esmâ-i ilâhiyenin cilvelenmesi insandan çok farklı olacaktır. İnsan, bir yönüyle esmâ-ı ilâhîyi kesif, donuk ve mat olarak, melekler ise melekût yönüne bakan yönüyle çok saf ve duru bir şekilde aksettirirler. Evet, insan, Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi ve tanınması mevzuunda bir kitap olduğu gibi melâike-i kiram da ayrı bir kitaptır.

Cenâb-ı Hak mahlukatı, ihtiyaçtan dolayı değil, tezahür-ü rubûbiyet nokta-i nazarından yaratır. Allah, “Ben, kenz-i mahfi (bilinmeyen bir hazine) idim. Bilinmekliğimi murat ettim ve mahlukatı yarattım.” buyurmaktadır. Melekler de bu çerçeve içinde mütalâa edilmektedir. Evet, beşer, semek, eşcâr, zemin O’ndan gelen bir kitaptır ve her biri, bir dil hâlinde O’nu ifade etmektedir.

Hikmetleri uzatmak mümkündür. Ben şimdilik bir fikir vermek için bu kadarla iktifa etmek istiyorum.

[1] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/23
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/255
[3] “Güzel ve temiz sözler O’na yükselir.” (Fâtır sûresi, 35/10)
[4] Zâriyât sûresi, 51/56

Bu mesele biraz, orucun sevabını doğrudan Allah’ın yazmasına benzemektedir. Allah Teala buyurur ki, “orucu siz yazmayın, onu bizzat Ben yazacağım”. Bu teveccüh, elbette orucun yüksek kıymetini göstermektedir. Evet, oruç o kadar kıymetlidir ki onu bizzat Allah yazmaktadır. Bu şekilde oruca teşvik, oruçluyu da takdir ve tebşir buyrulmuştur.

İlim meselesi de öyledir. Bilindiği üzere, aslında her canlının ruhunu alan hakikatte Allah’tır. Fakat Allah (c.c), her icraatına bazı melekleri de şahit ya da nezaretçi olarak tavzif buyurur. Bu, onları şereflendirmek içindir. Yoksa –hâşâ- Allah’ın ihtiyacı yoktur. Öyleyse her canı almada ya Azrail (aleyhisselam) ya da onun yardımcıları vazifelendirilmişlerdir.(Enam Suresi, 6/61) Ancak ilim ehline has bir keyfiyettir ki, onun ruhunu doğrudan, vasıtasız bir şekilde Allah kabzetmektedir. Bu teveccüh, ilmin şerefini, âlimin değerini göstermekte ve bizi teşvik etmektedir.

Cahiliye döneminde insanlar putlara taptıklarından, onlara ilah özelliği verdiklerinden dolayı tevhid inancı ile gelen İslam’ın belli bir tavrı vardır. İnsana, “yaratma”iddiasını çağrıştıracak hisler verdiği, şirke, cismaniyata ve riyakârlığa kapı araladığı endişesiyle tavır konmuş ve insan resimlerinden ziyade ihtiyaç olduğu zamanlarda, tabiat, ağaç, çiçek resimleri tavsiye edilmiştir. (Müslim, Libas, 99)

Dinimizin bu tavrının gereği olarak, heykelleri evimize hiç sokmamak, resimleri de en azından duvarlara asmamak gerekir. Kıble tarafında olmamak şartıyla duvarında resim asılı olan odada namaz kılmak mekruh olmakla beraber caizdir. Fakat namazınızın sıhhatine zararı dokunur. Resimlerin bulunduğu odaya meleklerin girmemesi meselesine gelince bu konuda açık beyanlar vardır: Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “İçerisinde resim, cünüb ve köpek bulunan eve (rahmet) melekleri girmez.”(Ebu Davud, Taharet 90, Libas 48; Nesai, Taharet 168)

Başka bir hadislerinde ise buyururlar ki: “Melekler, içerisinde köpek ve timsaller (resimler, suretler, heykeller) bulunan eve girmezler.”(Buhari, Libas 92; Müslim, Libas 102)

Bu açık beyanlardan da anlaşılıyor ki, evimizde resim ve heykel bulundurmak, evimizi meleklerin maneviyatından mahrum kılmak demektir.

Ayrıca yukarıda kaynakları verilen hadisler içerisinde şöyle bir hadise geçmektedir: Hazreti Aişe validemiz anlatıyor: “Resulullah (sas) bir seferden dönmüştü. O yokken ben, yüklüğün önüne, üzerinde resimler bulunan bir bez çekmiştim. Resulullah perdeyi görünce, çekip attı, öfkeden yüzünün rengi atmıştı. Buyurdu ki, “Ey Aişe! Bil ki, Kıyamet günü insanların en çok azab görecek olanı Allah’ın yarattıklarını taklid edenlerdir.”Hz. Aişe rivayetine devamla diyor ki: “Biz o bezi kestik bir veya iki minder yaptık.”(Buhari, Libas 91, 95; Müslim, Libas 87). Bu hadis-i şerifte geçen tehdit, her ne kadar Allah’a eş koşmaya, kendi gücüyle bir şeyler yapma veya yaratma sevdasına kapılmaya, Allah yapıyorsa biz de yapıyoruz gibi hezeyanlara girmeye ve bu hezeyanlara girenlere karşı söylenmiş bir tehdit olsa da, bu türlü düşünceleri çağrıştırma tehlikesine binaen bütün mü’minlere de bir ikazdır. Dolayısıyla da her zaman temkinli olmak gerekir.

Her ne kadar günümüzde resim, heykel vs.ye yaratıcılık vasfı verilmese de onların bulunduğu yere meleğin girmeyeceği hadis-i şeriflerde bildiriliyor. Hadiste bildirilen bu hususun bizim bildiğimiz bilmediğimiz bir çok hikmetleri vardır. İhtimal bazı habis ruhlar, cinler, şeytanlar bu bahsi geçen şeylerin bulunduğu yerlere daha çok rağbet gösterebilirler. Bu itibarla ihtiyatlı davranmakta fayda var. Mümkün mertebe resim vs. in olduğu yerde namaz kılmamalı. Varsa üzerlerine bir şey örterek namaz kılınması daha muvafık olur. Allahu alem.

Herşeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, enbiya-ı izâma vahiy getiren melek, sadece Cebrail (as) değildir. Hz. Cebrail’le beraber Hz. Mikail’in, Hz. İsrafil’in ve hatta hiç bilinmedik bir meleğin de peygamberlere vahiy getirmesi söz konusudur. Ancak vahiy, genelde Cibril’le tanınmakta ve “Cibril”denildiğinde de “vahyin emîni bir melek”akla gelmektedir. Evet, Hz. Cebrail vahiyle böylesine bütünleşmiş büyük bir melektir. Cebrail’in bir diğer misyonu, enbiya-ı izâmı korumaktır. Nitekim Cebrail (as), Mikail (as) ile birlikte Bedir’de Efendimiz’i (sav) düşmana karşı korumuşlardır.

Hz. Cebrail’in bir diğer misyonu ise Bedir’de “ukdum Hayzum”diyerek atını sağa-sola koşuşturarak düşmanları kırbaçlamak suretiyle yaptığı gibi bir taraftan düşmanların moralini bozmak, diğer taraftan da inanan insanların kuvve-i maneviyelerini takviye edip onları şahlandırmaktır. Bunlar gibi Cebrail’in daha değişik misyonları vardır, ama bu misyonları arasında en önemlisi onun “vahiy meleği”olması ve vahiy getirmesidir. Kur’an-ı Kerim’de bu mübarek melekten bahsedilirken onun Allah’ın her emrine karşı iki büklüm, inkıyad içinde bulunduğu ve makam itibariyle de “emîn”olduğu bildirilmektedir (Tekvîr, 81/21) ki bu, Hz. Cibril’in önemli bir vasfıdır. Cibril-i Emîn, gelecekte tamamen emanetle irtibatlı önemli bir vazifeyi yükleneceğinden, yüklendiği bu vazifeyi tam ve bihakkın eda edeceğinden dolayı bu önemli vasıf bizzat Cenab-ı Hak tarafından ona adeta bir ilk lütuf ve bir avans olarak bahşedilmiştir.

Enbiya-ı izâm gibi bir elçi olması itibariyle Cibril-i Emin’in de emin olmasının yanında daha başka sıfatları da vardır. Ama ihtimal ki bu sıfatlar, onun bir melek tabiatı taşıması ve zaten başka türlü olamayacağından dolayı ayrıca zikredilmemiştir. Mesela enbiya-ı izâmın “iffet”sıfatı vardır; ancak melekler zaten şehevânî duygu taşımadıkları için haramlara karşı kapalı sayılırlar; bu açıdan iffet, tabii olarak Hz. Cibril’in önemli bir yanı ve derinliği olmasına rağmen, o iffetle nazara verilmez. Aynı zamanda melekler yalan söylemeyen varlıklardır. Daha doğrusu Hakk’ın mükerrem ibadıdırlar. Evet onlar, Allah’ın emirlerine kilitlenmiş olduklarından tabiatları itibariyle yalana kapalıdırlar. Öyle ise sıdk (doğruluk) onların tabiatı demektir. Doğruluk, haddizatında emniyetin bir yanı olduğundan dolayı bu husus emanet içinde de mütalaa edilebilir. Enbiya-ı izâm, insanları tiksindirip kaçıracak yara, bere, hastalık.. vb gibi kusurlardan mualla, müberra ve mukaddestirler. Cibril de bir melek olduğu için tabiatı daima güzelliklere açıktır ve kendisi için kusur sayılabilecek her türlü durumdan mualla, müberra ve mukaddestir.

Cibril’in tabiatı tek buutlu değildir. İbn Arabi Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın bir kısım isimleri okunduğunda cinlerin halden hale geçip değişik şekil aldıklarını söylemiştir. İhtimal cinler gibi melekler de Allah’ın isimlerinden bazılarını okuduklarında o isimlere göre değişik şekillerde temessül edebilmektedirler. Efendimiz’in (sav) vahyin kendisine nasıl geldiğini soran Hâris bin Hişam’a vermiş olduğu şu cevap da bu hakikatı ifade etmektedir: “(Vahiy) Bazen çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de budur. Benden o hal zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazen melek bana bir insan olarak temessül eder. Benimle konuşur. Ben de onun söylediğini tastamam bellemiş olurum…”(Buhari, Bed’ul-vahiy, 2) Nüzul şekilleri farklı farklı olan bu vahyin bir kısmını değişik şekillerde tecelli ederek Cibril-i Emin tebliğ etmiştir. Öyle ise Cibril değişik şekillere girebilme ve her an değişebilme kabiliyetine sahip bir varlıktır. Efendimiz (sav) onu asıl keyfiyetiyle sadece iki defa görmüştür ki, bunlardan ilki Mekke’nin doğusunda Ciyad denilen yerde, ikincisi ise Miraç’da Sidretü’l-müntehâ’da vuku bulmuştur. Melekler, sınırsız denebilecek kadar buutları olan engin varlıklardır. Onların sahip oldukları bu buutlar genelde “kanat”olarak da ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de melekler “ulî ecnihatin”ifadesiyle tavsif edilerek onların “kanat sahibi”varlıklar oldukları bildirilmiştir. (Bkz: Fâtır, 35/1) Evet, meleklerin kendilerine has derinlikleri vardır. Onlar bu derinlikleri ile değişik temessül keyfiyetlerini haizdirler ve bu hususiyetleri ile onlar bir anda hem Efendimiz’in huzurunda vazife icrasıyla meşgul, hem Allah’ın azameti karşısında mehâbet ve mehâfetle iki büklüm, hem de bir başka yerde bir mazlum, mağdur ve mahkumuna imdat etmekte ve bir başka yerde de başka birinin kuvve-i maneviyesini yükseltmektedirler. Melekler, nurânî varlıklar oldukları için temessülleri de nurânîdir ve pek çok aynada bütün hususiyetleri ile birden tecelli edebilirler. Nitekim Üstad Bediüzzaman “nurânî bir şey hadsiz ayineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül edebilir”(Mektubat, s. 351) sözüyle bu hakikate işaret etmektedir. İşte böylesine engin temessül kabiliyeti olan bir meleğin herhangi bir kusurla vasıflandırılması elbette mümkün değildir. Dolayısıyla bu yönüyle de ayıp ve kusurlardan müberra olma da meleğin tabiatıdır denebilir.

Tekrar emniyet mevzuuna dönecek olursak; Cibril melek olduğu için zaten emindir ve o, Cenab-ı Hak vahyi kime götürmesini emretmişse ona götürmüştür. Burada bir taraftan Yahudiler’den diğer taraftan da Râfizilerden bir kısım insanların Cibril hakkındaki yanlış tarz-ı telakkilerine karşı cevap vardır. zira Cenab-ı Hak, ona vahyi, ne Yahudilerden herhangi birisine ne de Hz. Ali’ye (ra) değil İnsanlığın İftihar Tablosu’na götürmesini emretmiştir ve Cibril (as) de O’na (sav) götürmüştür. Belağatta, sözü söyleyen kimsenin cümlenin içinde yer alan hükmü kendisinin de bildiğini muhataba bildirmesine “lazım-ı faide-i haber”denir. Yani o haberde mutlaka gözetilen bir fayda ve maslahat vardır. Dolayısıyla ayet-i kerimede Cibril’in emin olmasının vurgulanması, Cibril’in emin olması mevzuunda şüphe ve tereddüt olduğundan dolayı değildir. Zira Cibril’in emin olduğu zaten malumdur. Kur’an-ı Kerim bu ifadesiyle Yahudiler ve daha sonra zuhur edecek Râfiziler gibi bir kısım kimselerin onunla alakalı münasebetsiz iddialarını önlemek için Cibril’in emniyetini nazara vererek muhtemel inhirafları önlemek istemiştir.

Bütün resuller emindir, çünkü emanet, her peygamberin sıfatıdır. Cebrail de (as) Efendimiz’e (sav) vahyi getirme makamında anıldığından dolayı, o makamda önemli olan emniyet sıfatıyla yadedilmiştir. Mevzuyu bir misalle tavzih edecek olursak; mesela hırsızlık ve yolsuzluk yapması söz konusu bile edilemeyecek bir insanın hırsızlık ve yolsuzluğa müsait olmayan, fakat açık saçık kadınların bulunduğu bir çarşı ve pazarda dolaştığını düşünelim. Bu insanın “nezahetini”ifade için “bu adam hırsızlık ve yolsuzluk yapan bir insan değildir”yerine “bu kişi çok iffetlidir”denilir. Çünkü o zemin, hırsızlık ve yolsuzluğun yapılmasına müsait değildir. Oralarda dolaşan bu insan, göz, düşünce veya hayal zinası yapabilir ve hatta fiilen o işin içine yuvarlanabilir. Genel atmosfer, hırsızlık ve yolsuzluğa müsait olmadığından dolayı o kişinin bu yönüyle alakalı herhangi bir şey değil de, onun “afif”olduğu söylenir. Bu insan, sadece iffeti nazara verilip iffeti adına müdafaa edildiği zaman bu, onun diğer güzel vasıflara sahip olmadığı manasına gelmez. Zira o kişinin konumu ve üzerinde durulması gereken husus itibariyle orada onun iffetli olduğuna dikkat çekilmesi gerekmektedir. İşte Cibril de söz konusu ayet-i kerimede peygamberlere mesaj getirmesi ve onlara elçilik yapması konumu ile ele alınmaktadır. Öyle ise orada önemli olan mesele, Cibril’in peygamberlere getireceği mesaj mevzuundaki emniyetidir. O, Cenab-ı Hakk’tan aldığı mesajları “emin”olarak getirmiştir ve onun emanete hıyanette bulunması da söz konusu değildir. İşte böylesine değişik mülahazalarla hem şahsının emin olması, hem de şahsı hakkında “emin değildir”vehmini izale etmesi, ayrıca Yahudi ve Râfizilerin yanlış mülahazaları gibi değişik düşüncelere karşı, vahyi getirmede emniyet yanının hususiyet arz etmesinden dolayı Cibril, Kur’an-ı Kerim’de daha ziyade o yanıyla ele alınmış ve onun emin oluşuna dikkat çekilmiştir. (Allahu a’lem)

İnsanların meleklerle münasebeti veya tersine bir ifade ile meleklerin insanlarla münasebeti, daha insanoğlu ana karnında iken başlar. Buhari ve Müslim’in beraberce rivayet ettikleri bir hadis, bu konuda bize gayet aydınlatıcı bilgi vermektedir. Hadiste şöyle denilmektedir:

‘Allah (cc) rahime bir melek vazifelendirir. O melek ana rahmine nutfe düşmesinden itibaren her safhada Rabb’e seslenir ve ‘Rabbim, şu anda ‘nutfe’; Rabbim şu anda ‘alaka’; Rabbim şu anda ‘mudğa’ der. Cenâb-ı Hakk, o cenini yaratmayı murad buyurursa melek sorar; ‘Rabbim, bu erkek mi olsun dişi mi? Şakî mi yoksa said mi? Rızkı nedir? Eceli nedir? Bütün bunlar kişi daha anasının karnında iken yazılır.’ (1)

Bir başka hadiste de şöyle denilmektedir:

‘Sizden herbirinizin yaradılışı evvela ana karnında kırk günde toplanır. Sonra kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et olur. Sonra ona melek gönderilir ve ruh üflenir. Ve meleğe, ‘Rızkını, ecelini, amelini, şaki mi, said mi olacağını yazması’ (2) söylenir.

Bu ve benzeri hadislerde anlatılan yazma ameliyesi, levh-i mahfuzda kayıtlı malumatın, meleklerce istinsahı manasına gelir. Zira, eşya daha vücuda gelmeden evvel, ilmî plânda, ‘levh-i mahfuz-u a’zam’da tespit edilmiş bulunmaktadır ki, biz buna bu yönüyle de kader diyoruz.

Kader, herşeyi daha olmadan evvel ilmî planda ve ilmî vücuduyla Allah’a vermek, Allah’a havale etmektir. Olmak vetiresi havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini alma durumunda olan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları halinde, ‘Levh-i mahv ve isbat’ta, yine Allah’ın ilmi dahilinde olmak kaydıyla mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp tesbit edilmektedir. Bizler mertebe mertebe hep bir kaderle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hal ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen ve esasen kendisi için geçmiş ve gelecek diye hiçbirşey sözkonusu olmayan Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden normo âleme ondan da makro âleme kadar, yani en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî planda, ilmî vücudlarıyla tanzim edip programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp, irade, kudret ve meşiet planına geçirmesi ve hârici alemde göstermesi adına olup-biten herşeyi, daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin’de tesbit ve takdir etmesidir.

Kader, insanın kesbiyle, Allah’ın yaratmasının mukâreneti ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle, o işe eğilim gösterir, Allah da dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle, eşyayı olmadan evvel bilen Allah’ın, yine olacakları daha olmadan evvel bu şekilde tesbit buyurmasıdır.

Cenine ruh üfleyinceye kadar, Cenab-ı Hakk’ın tasarrufu perdesizdir. Daha sonra melek gönderilir ve cenine ruh üflenir.

Embriyolojik safhaların bütününde insan-melek münasebeti devam eder. Hatta bu meseleyi anne-babanın ilk temasına kadar götürmek de mümkündür. Onun içindir ki Hadis-i Şeriflerde, mukârenet öncesi: ‘Allah’ım beni şeytandan, şeytanı da benden uzak tut’ (3) şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir. Böylece, daha işin başında muhtemel bir çocuğa şeytanın temas etmesi, yani onunla kontak kurması önlenmiş olacaktır. Daha açık ve net bir ifade ile söyleyecek olursak, bu çocuk daha o dakikadan itibaren melekûtî yönü gelişmeye hazır bir zemin bulmuş sayılır. Yani bu şekildeki bir davranış onun için, şeytandan korunması adına bir sığınaktır. Ve yapılan dua ta ‘rahm-i mâder’de böyle bir melek atmosferi hasıl etme yolunda atılan ilk adımdır.


[1] Buhari, Hayz 17; Enbiya 1; Kader 1; Müslim, Kader 5

[2] Buhari, Bedu’l-halk 6; Enbiya 1; Kader 82; Tevhid 28: Müslim, Kader 1; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirimizi, Kader 4; İbni Mace, Mukaddime 10

[3] Buhari, Bedü’l-Halk 11; Vudu 8; Nikah 66; Daavat 55; Tevhid 13; Müslim, Talak 6; Ebu Davud, Nikah 45; Tirmizi, Nikah 6; İbni Mace, Nikah 27

İlk vahyin gelişiyle ilgili en meşhur ve ayrıntılı rivayet, Buhari’de de bulunan Hz. Aişe’nin rivayet ettiği hadistir. Fakat başka hadisi şeriflerde de bu olay ayrıntısıyla anlatılmıştır. Hadis kitaplarındaki “Bed’ul Vahiy (Vahyin başlangıcı)” bölümlerinde bu rivayetleri görmek mümkündür. Zaten Efendimiz (s.a.s) hakkında yazılan siyer kitapları da, bu bölümü anlatırken, bu hadislerin mazmunundan istifade etmişlerdir.

Şimdi Cebrail’in (a.s) Efendimiz’e görünme keyfiyetine baktığımızda şunları söyleyebiliriz. Rivayetlerden ve siyer kitaplarından anlaşıldığına göre, Cebrail (a.s.) ilk defa Efendimiz’e (s.a.s.) insan suretinde görünmüştür. Hadislerde geçen “beni tuttu, kuvvetlice sıktı” gibi ifadelerden de bu anlaşılabilir. Daha sonra Efendimiz Hira’dan evine dönerken tekrar Cibril-i Emin’i görmüştür ki, burada Cibril’in bütün semayı kapladığını anlatıyor. Demek ki, burada aslî hüviyetindeydi. Aynı şekilde vahyin bir müddet kesilip tekrar başlaması esnasında da, Efendimiz’in (s.a.s.) Cebrail’i (a.s.) melek suretinde gördüğünü anlıyoruz.

Esasında bunları ayrıntısıyla bilmenin çok da önemli olduğunu düşünmüyoruz. Neticede, Efendimiz (s.a.s), Cebrail’i (a.s) gerek asli suretiyle, gerekse de insan suretinde birçok defa görmüştür. Ne zaman insan, ne zaman melek suretinde gördü, bunu ayrıntısıyla bilmek sadece merakımızı giderir, yoksa pratikte bize bir faydası olmayacaktır.

Hayat sadece dünya hayatından ibaret olsaydı, bu soruyu sormanın bir manası olurdu. Ancak, biz her şeyimizi ahiret hayatına endeksli olarak düşündüğümüz için, burada olup biten her şeyin bir manasının olduğuna ve her şeyin neticesinin görüleceğine inanırız. Dolayısıyla, Allah yardım etmiş de biz yenmişiz ve bu millet Çanakkale’de yok olmaktan kurtulmuş. Bu son kertede, artık işin başa düştüğü, ya biteceğiz ya da yeneceğiz diye Mehmetçiğin bütün varlığıyla savaştığı bu cephede Allah büyük bir zafer nasib etmiş. Bütün bunlar bir lütuftur, nimettir. Öper başımıza kor ve şükrederiz. Ama öbür tarafta da Allah, Müslümanların bu dünyadaki günahlarını silmek için onlara musibetler vermiş, onları yenilgiye uğratmış. Pek çoğunun ruhunu almış, yine pek çoğunun malı menali gitmiş. Düşmana da geçici bir zevk yaşatmış. Bunu da, imtihan olmasının yanı başında yine Allah’ın bir nimeti olarak algılarız. Çünkü inanırız ki, kaybolan mallarımız sadakadır, ölenlerimiz şehittir, başımıza gelenler de günahlarımıza keffarettir.. Dolayısıyla sonsuz hayat açısından meseleye bakınca, orada da Allah bize yardım etmiştir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ne güzel buyururlar: “Mü’minin hali ne güzeldir. Onun bütün hali, kendi hayrınadır. Bu güzel hal başkalarında yoktur. Bolluk, mutluluk, ferahlık yaşadığında şükreder, kendisi için hayırlı olur. Başına bir musibet geldiğinde de sabreder, kendisi için yine hayırlı olur. (Müslim)

Bir diğer mesele de; dünya bir imtihandan ibarettir. Kimileri inanır kimileri inanmaz. Allah insanları iman etmeye davet eder ama bu konuda zorlamaz. Aklımıza kapı açar ve bize seçme hakkı verir. İnsan aklını kullanarak inanmak ve aklını kullanamayarak inanmamak arasında bir imtihandadır dünyada.

Şimdi, Allah her savaşta meleklerini gönderip inananlara açıkça yardım ettiğini gösterse ve onlar da hep yense o zaman Allah, inanmayanları inanmaya zorlamış olur. Çünkü bunu gören herkes inanmak zorunda kalacaktır. Hâşâ Allah, böyle bir zorlamadan uzaktır. Allah istiyor ki, insanlar akıllarını kullansınlar, düşünsünler, doğru tercihlerini yapsınlar ve hidayete ersinler.

Soru: Peygamberlere vahyi tebliğ eden Hz. Cebrail’in, Kur’ân-ı Kerim’de başka sıfatlarla değil de özellikle “emin” sıfatıyla vasfedilmesinin önemi ve hikmetleri nelerdir?

Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, enbiyâ-i izâma vahiy getiren melek, sadece Cebrail (aleyhisselâm) değildir. Hz. Cebrail’le beraber Hz. Mikâil’in, Hz. İsrafil’in ve hatta hiç bilinmedik bir meleğin de peygamberlere vahiy getirmesi söz konusudur. Ancak vahiy, genelde Cibril’le tanınmakta ve “Cibril” denildiğinde de “vahyin emini bir melek” akla gelmektedir. Evet, Hz. Cebrail vahiyle böylesine bütünleşmiş büyük bir melektir.

Cebrail’in bir diğer misyonu, enbiyâ-i izâmı korumaktır. Nitekim Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (aleyhisselâm) ile birlikte Bedir’de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşmana karşı korumuşlardır.

Hz. Cebrail’in bir diğer misyonu ise Bedir’de أُقْدُمْ حَيْزُومُ diyerek atını sağa-sola koşuşturarak düşmanları kırbaçlamak suretiyle yaptığı gibi, bir taraftan düşmanların moralini bozmak, diğer taraftan da inanan insanların kuvve-i mâneviyelerini takviye edip onları şahlandırmaktır.

Bunlar gibi Cebrail’in daha değişik misyonları vardır, ama bu misyonları arasında en önemlisi, onun “vahiy meleği” olması ve vahiy getirmesidir. Kur’ân-ı Kerim’de bu mübarek melekten bahsedilirken, onun Allah’ın her emrine karşı iki büklüm, inkıyat içinde bulunduğu ve makam itibarıyla da “emin” olduğu bildirilmektedir[1][1] ki bu, Hz. Cibril’in önemli bir vasfıdır. Cibril-i Emin, gelecekte tamamen emanetle irtibatlı önemli bir vazifeyi yükleneceğinden, yüklendiği bu vazifeyi tam ve bihakkın temsil edeceğinden dolayı bu önemli vasıf bizzat Cenâb-ı Hak tarafından ona âdeta bir ilk lütuf ve bir avans olarak bahşedilmiştir.

Enbiyâ-i izâm gibi bir elçi olması itibarıyla Cibril-i Emin’in de emin olmasının yanında daha başka sıfatları da vardır. Ama ihtimal ki bu sıfatlar, onun bir melek tabiatı taşıması ve zaten başka türlü olamayacağından dolayı ayrıca zikredilmemiştir. Meselâ enbiyâ-i izâmın “iffet” sıfatı vardır; ancak melekler zaten şehevânî duygu taşımadıkları için harama karşı kapalı sayılırlar; bu açıdan iffet, tabiî olarak Hz. Cibril’in önemli bir yanı ve derinliği olmasına rağmen o, iffetle nazara verilmez. Aynı zamanda melekler, yalan söylemeyen varlıklardır. Daha doğrusu Hakk’ın mükerrem ibadıdır. Evet, onlar, Allah’ın emirlerine kilitlenmiş olduklarından tabiatları itibarıyla yalana kapalıdırlar. Öyle ise sıdk (doğruluk), onların tabiatı demektir. Doğruluk, haddizatında emniyetin bir yanı olduğundan dolayı bu husus emanet içinde mütalâa edilebilir.

Enbiyâ-i izâm, insanları tiksindirip kaçıracak yara, bere, hastalık vb. gibi kusurlardan muallâ, müberra ve mukaddestirler. Cibril de bir melek olduğu için tabiatı daima güzelliklere açıktır ve kendisi için kusur sayılabilecek her türlü durumdan muallâ, müberra ve mukaddestir.

Cibril’in tabiatı tek buudlu değildir. İbn Arabî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım isimleri okunduğunda cinlerin hâlden hâle geçip değişik şekil aldıklarını söylemiştir. İhtimal cinler gibi melekler de Allah’ın isimlerinden bazılarını okuduklarında o isimlere göre değişik şekillerde temessül edebilmektedirler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyin kendisine nasıl geldiğini soran Hâris b. Hişam’a vermiş olduğu şu cevap da bu hakikati ifade etmektedir: “(Vahiy) bazen çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hâl zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazen melek bana bir insan olarak temessül eder. Benimle konuşur. Ben de onun söylediğini tastamam bellemiş olurum…” Nüzul şekilleri farklı farklı olan bu vahyin bir kısmını değişik şekillerde tecellî ederek Cibril-i Emin tebliğ etmiştir. Öyle ise Cibril değişik şekillere girebilme ve her an değişebilme kabiliyetine sahip bir varlıktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu asıl keyfiyetiyle sadece iki defa görmüştür ki, bunlardan ilki Mekke’nin doğusunda Ciyad denilen yerde, ikincisi ise miraçta Sidretü’l-Müntehâ’da vuku bulmuştur.

Melekler, sınırsız denebilecek kadar buudları olan engin varlıklardır. Onların sahip oldukları bu buudlar genelde “kanat” olarak da ifade edilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de melekler اُول۪ي اَجْنِحَةٍ ifadesiyle tavsif edilerek onların “kanat sahibi” varlıklar oldukları bildirilmiştir.[2][2] Evet, meleklerin kendilerine has derinlikleri vardır. Onlar bu derinlikleri ile değişik temessül keyfiyetlerini haizdirler ve bu hususiyetleri ile onlar bir anda hem Efendimiz’in huzurunda vazife icrasıyla meşgul, hem Allah’ın azameti karşısında mehâbet ve mehâfetle iki büklüm, hem de bir başka yerde bir mazlum, mağdur ve mahkûma imdat etmekte ve bir başka yerde de başka birinin kuvve-i mâneviyesini yükseltmektedirler.

Melekler, nuranî varlıklar oldukları için temessülleri de nuranîdir ve pek çok aynada bütün hususiyetleri ile birden tecellî edebilirler. Nitekim Üstad Bediüzzaman, “Nuranî bir şey hadsiz ayineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül edebilir.” sözüyle bu hakikate işaret etmektedir. İşte böylesine engin temessül kabiliyeti olan bir meleğin herhangi bir kusurla vasıflandırılması elbette mümkün değildir. Dolayısıyla bu yönüyle ayıp ve kusurlardan müberra olma da meleğin tabiatıdır, denebilir.

Tekrar emniyet mevzuuna dönecek olursak; Cibril, melek olduğu için zaten emindir ve o, Cenâb-ı Hak vahyi kime götürmesini emretmişse ona götürmüştür. Burada, bir taraftan Yahudilerden, diğer taraftan da Rafizîlerden bir kısım insanların Cibril hakkındaki yanlış tarz-ı telakkilerine karşı cevap vardır. Zira Cenâb-ı Hak, ona vahyi, ne Yahudilerden herhangi birisine ne de Hz. Ali’ye (radıyallâhu anh) değil, İnsanlığın İftihar Tablosu’na götürmesini emretmiştir ve Cibril (aleyhisselâm) da O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) götürmüştür.

Belâgatta, sözü söyleyen kimsenin, cümlenin içinde yer alan hükmü kendisinin de bildiğini muhataba bildirmesine “Lâzım-ı faide-i haber” denir. Yani o haberde mutlaka gözetilen bir fayda ve maslahat vardır. Dolayısıyla âyet-i kerimede Cibril’in emin olmasının vurgulanması, Cibril’in emin olması mevzuunda şüphe ve tereddüt olduğundan dolayı değildir. Zira Cibril’in emin olduğu zaten malumdur. Kur’ân-ı Kerim bu ifadesiyle Yahudiler ve daha sonra zuhur edecek Rafizîler gibi bir kısım kimselerin onunla alâkalı münasebetsiz iddialarını önlemek için Cibril’in emniyetini nazara vererek muhtemel inhirafları önlemek istemiştir.

Bütün resûller emindir, çünkü emanet, her peygamberin sıfatıdır. Cebrail (aleyhisselâm) da Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyi getirme makamında anıldığından, o makamda önemli olan emniyet sıfatıyla yâd edilmiştir.

Mevzuu bir misalle tavzih edecek olursak; meselâ hırsızlık ve yolsuzluk yapması söz konusu bile edilemeyecek bir insanın hırsızlık ve yolsuzluğa müsait olmayan, fakat açık saçık kadınların bulunduğu bir çarşı ve pazarda dolaştığını düşünelim. Bu insanın “nezahetini” ifade için “Bu adam hırsızlık ve yolsuzluk yapan bir insan değildir.” yerine “Bu kişi çok iffetlidir.” denilir. Çünkü o zemin, hırsızlık ve yolsuzluğun yapılmasına müsait değildir. Oralarda dolaşan bu insan, göz, düşünce veya hayal zinası yapabilir ve hatta fiilen o işin içine yuvarlanabilir. Genel atmosfer, hırsızlık ve yolsuzluğa müsait olmadığından o kişinin, bu yönüyle alâkalı herhangi bir şey değil de, onun “afif” olduğu söylenir. Bu insan, sadece iffeti nazara verilip iffeti adına müdafaa edildiği zaman bu, onun diğer güzel vasıflara sahip olmadığı mânâsına gelmez. Zira o kişinin konumu ve üzerinde durulması gereken husus itibarıyla orada onun iffetli olduğuna dikkat çekilmesi gerekmektedir.

İşte Cibril de söz konusu âyet-i kerimede peygamberlere mesaj getirmesi ve onlara elçilik yapması konumu ile ele alınmaktadır. Öyle ise orada önemli olan mesele, Cibril’in peygamberlere getireceği mesaj mevzuundaki emniyetidir. O, Cenâb-ı Hak’tan aldığı mesajları “emin” olarak getirmiştir ve onun emanete hıyanette bulunması da söz konusu değildir.

İşte böylesine değişik mülâhazalarla hem şahsının emin olması hem de şahsı hakkında “Emin değildir.” vehmini izale etmesi, ayrıca Yahudi ve Rafizîlerin yanlış mülâhazaları gibi değişik düşüncelere karşı, vahyi getirmede emniyet yanının hususiyet arz etmesinden dolayı Cibril Kur’ân-ı Kerim’de daha ziyade o yanıyla ele alınmış ve onun emin oluşuna dikkat çekilmiştir. (Allahu a’lem)

[1][1]    Bkz.: Tekvir sûresi, 81/21.

[2][2]   Bkz.: Fâtır sûresi, 35/1.

Hazreti Cebrail (aleyhisselam), peygamberlere vahiy getirdiği gibi bunun dışında da vazifeleri vardır. Kur’an’a göre Cebrail (aleyhisselam) karşı konulamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir. “Arşın sahibi” nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine itaat ettiği şerefli bir varlıktır.(Necm Suresi, 53/5-6; Tekvîr Surei, 81/19-21)

Cebrail (aleyhisselam), kadir gecesinde meleklerle birlikte yeryüzüne iner. Ahirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur. Cebrail (aleyhisselam) sadece peygamberlere değil meleklere de Allah’ın emirlerini tebliğ eder. Aynı zamanda arşı taşıyan mukarrebin adı verilen meleklerdendir. Emrinde arşın çevresinde bulunan meleklerden bir ordu vardır. Ayrıca hadislerde geçtiği üzere Hassan b. Sabit’e kâfirleri hicveden şiirlerinde ilham vermiştir. (Müsned, 4/61,156; Buharî, Meğazî, 17; Müslim, Fezail, 46,47) Bu da göstermektedir ki Cebrail (aleyhisselam), peygamberlere vahiy getirirken peygamber olmayan Allah dostlarına da ilhamda bulunmaktadır.

Bu soruda da yine, beşerî ölçü ve kıstasların insanı yanıltmış olduğunu görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, “nomen”i “Fenomen”de görmek, ruh’un fonksiyonunu cesedde aramak da birer yanlışlıktır. Buna binâen, suâlin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını, terminolojik hataları îzah etmeden soruyu cevaplandırmak, muvâfık olmayacaktır. Evvelâ inhiraf noktaları bilinmeli, sonra soruya cevap verilmelidir.

Melek, tâbî bulunduğu âlem itibariyle; hilkat ve mâhiyeti, mükellefiyet ve vazîfeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mâhiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, ebetteki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun bu yönleriyle tanınmasında zarûret olduğu kanâatindeyiz.

Melek, kuvvet demek olan “melk”den veya elçilik manâsına gelen “melek”den alınmıştır. Birincisi itibariyle çok kuvvetli, belki aynı kuvvet manâsına; ikincisi îtibariyle de emr-i ilâhînin (Allah’ın emri) âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik manâsına gelir.

Bu üstün vasıflar Cenab-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazîfelendirilenlerde, bulunmasında zarûret vardır. Bu üstün varlıklar, hayâta, memât’a nezâret edenlerden alın da, arş-ı ilâhi hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazîfelilerine kadar, geniş bir sahada, Allah’ın icraâtına nezâret ve temaşâ ile mükelleftirler.

Makro-âlemden mikro-âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller; bütün terekküb (sentez) ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah’ın “kelâm”sıfatından, beşere gelen teşrii emirlerde, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlem-şümûl “evrensel”câzibe ve dâfia “çekme ve itme”kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müthiş bir kuvvet istemek de ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..

Melekler, o kadar eşyâ ve hâdiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası,ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede “kâinatta cereyan eden kanunlar”bu şuurlu kuvvetler her şeyi elinde tutan Hakk’ın, sonsuz kuvvetinin -kâbiliyet ve istidatlarına göre- onlardaki tecellisinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellinin nokta-i mihrâkiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham sahibinin onlardaki tecellisinden başka bir şey değildir.

Bu îtibarla, yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve yaratıcının muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazîfelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarûri olan bir kısım kayıtları onlar için de vârit görmek, bir düşünce inhirâfı ve bir cehâlet ifâdesidir.

Evet; eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddî bir ceset taşıyıp çözülme ve dağılmaya mâruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümler de, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Halbuki, bütün bu farklılık var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..

Melekler, yaratılış itibariyle de insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaratılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyâl kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme,pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezâhür etme gibi hususiyetlere mâlik bulunan melâike, Hz. Aişe’nin naklettiği bir hadîse göre nurdan yaratılmışlardır. Bu itibarla da, Nur’un hususiyetlerine mazhardırlar.

Güneş gibi parlak cisimlerin, bir tek şey olmalarıyla beraber, her şeffaf cisimde aksiyle görüldüğü, her göz bebeğine bir anda girebildiği gibi, varlıkları “nur”dan olan melekler dahi, aynı anda pek çok ruha birden aksedebilir, binlercesi ile bir anda muâmelede bulunabilirler.

Kaldı ki, mâhiyetleri lâtif olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kâbil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görünmeleri de kâbildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzû haline gelmiştir ki, erbâbınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar katidir. Allah’ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, her hangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhâr etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nispetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.

Bu madde ötesi seyyâliyet ve cevvâliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruha nispetle daha cevvâl olan melâikenin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna işaret etmektedir.

Melâike ve ruhların temessülleri öteden beri bilinen şeylerdir. Başta Nebîler olarak pek çok gönül erbâbı bu mevzûdaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şahit göstermişlerdir.

Cebraîl’in (as) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münâsebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde; muhârebe sırasında da bir muharip suretinde zuhûr etmesi gibi durumlar, hep temessüle misâl olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok, hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (as) Hazreti Dıhye suretinde göründüğü gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de “Uhud”harbinin en hareketli ânında, Mus’âb b. Umeyr şekline girerek, Resûlullah’ın (sav) önünde akşama kadar harbeder. Kezâ, pek çok melekler, Zubeyr b. Avvam suretinde, Bedir harbine iştirak ederek müminlerin kuvve-i ma’neviyelerini takviyeye medâr olurlar.

Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayb âleminin erleriyle temasları sayılmayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezâhürü, meselemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes, bildiği ve tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir rûh’un, rüyâlar vâsıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şahit olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan, “şuuraltı”meselesini ta’mim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar, veyl olsun cehâlete!

Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsîlen anlatıldığı yerlere havâle ederek, netice olarak diyebiliriz ki; her varlık aynalarda misâliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyla ve bütün fonksiyonlarıyla görünebilir…

Bu hususta onun bir fert olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münâsebet kurduğu şahısların çokluğu mânî’ olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan âyinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve tesirine şahit olunduğu gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler.. Hayat üfleyebilir ve ruhları kabz edebilirler.

Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizâtında Allah’tır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezâretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde o bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hâzır ve nâzır olan Yaratıcı, akla, hayâle gelmez ve hesap altına girmez pek çok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var, hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki -bazıları akıldan. uzak görseler bile- Kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.

Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil aleyhisselâm yapsın; her ruh’u kabzedilecek zât, vadesi dolunca ona teveccüh eder ve ruh’u kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şu misâli arz edebiliriz. Meselâ: Aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir “göndermeç”düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyâl -ve olursa mors- alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlûkat, vade ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyâlleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan berî olan zât, bir anda, canlı makinalardan ibaret olan insan ruhuyla münasebet kuramasın, istediği zaman onu alıp ve istediği zaman devam ettiremesin?

Bütün bunlar bir yana, ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalaâlar vardır:

Beyan ettiğimiz üzere, her canlıya hayatı veren Allah (cc) olduğu gibi, onu alan da yine Odur. Buna göre Azrâil’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraâta nezâret ve alkışlamaktır.

Allah’ın emri ve izniyle her ruh’u Azrâil aleyhisselâmın kabzetmesidir ki; bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misâller vererek meseleyi aydınlatmağa çalıştık.

Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrâil (as) yardımcı olacak bir çok melâike vardır ve sınıf sınıftırlar. Bir kısmı ise, incitmeden, telaşlandırmadan usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruh’u bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesine ulaştırıcıdırlar ki; Kurân bu sınıfların hepsine işaret eder. “O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun. “(Nâziat/1-3)

Bu itibarla ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların bütünü Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.

Netice olarak diyebiliriz ki, baştaki suâle sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirâfıdır. Yânî meleklerin insana benzetilmesi suretiyle yanlışlık yapılmaktadır. Oysa ki, katiyyen görüp kanaat getirdik ki; melek ne yaradılışı itibariyle, ne de mâhiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icrâatı itibariyle de, tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan rûh’u gibi temessül eder; bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münâsebet kurabilir. Günümüzde alabildiğine yaygınlaşan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münâsebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzûunda, kanaat-ı katiyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh, bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunlarında kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse.. Bir de mükelleflerin bir tâne değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zât’a gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüde düşürecek bir hususun kalmadığını görürüz.

Her şeyin doğrusunu O bilir.

İster ruhları bizzat Hz. Azrail kabzetmiş olsun, isterse bu işi o, avane ve yardımcılarına yaptırıyor bulunsun netice değişmez ve her insan amelinin durumuna göre temessül eden bir melekle karşı karşıya kalır ve son nefesini bu halet içinde verir.

Eğer vefat eden, mü’min ve salih amel sahibi bir insan ise onun ruhunu almaya gelen melek ‘Hemen çekip alanlara’ (Nâziat, 79/2) ayetinde işaret edildiği gibi neşe ve sürur dolu olarak gelir; huzur dolu bir atmosfer içinde o ruhu kabzeder. Ruhu kabzedilen insan, o halette iken bazen çok cüz’î bir acı hissetse bile ekseriyetle acı duymuş sayılmaz.. o mele-i âlânın müşahedesiyle kendinden geçer ve meleklerin teşyi ve karşılamalarıyla yüceler yücesi aleme doğru kanat çırpan ruhunu seyreder. (Allah’ım bize de böyle bir netice nasib eyle!)

Kafirler ise kendi amelleri cinsinden korkunç yapılı meleklerle karşılaşırlar. Son anda açılan gözleriyle gidecekleri yeri müşahede ederler ki, bu manzara onların içini korkuyla, endişeyle doldurur. ‘Andolsun söküp çıkaranlara’ (Nâziat, 79/1 ) mealindeki ayette de buna işaret vardır.

Onların ruhu, su dolu büyük bir kovanın derin bir kuyudan çıkarılması gibi ağır ağır ve yine onların ruhu diken üzerine atılmış ipekli bir kumaşın sökülüp alınması gibi parçalana parçalana kabzedilecektir. Onlar binbir çeşit ızdırabı ruhlarında yaşayacak ve kapkaranlık bir ruhla bu dünyadan göçüp gideceklerdir. (Allah’ım bizi bu kötü akıbetten muhafaza eyle!)

Kafirlerin bu son durumlarını Kur’an şöyle dile getirir: ‘Görseydin o inkar edenleri; melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar. ‘Haydi kavurucu azabı tadın'(diyorlardı)’ (Enfal, 8/50)

Bunun bir manası da şudur; o anda kafirlerin maruz kaldığı azabı tasavvur dahi edemezsin, öyle şedid ve öyle ızdırap vericidir ki..!

Halbuki mü’minin ruhu kabzedilirken, nasıl neşe ve sürur havası eserse, daha sonra meleklerin elinde, solması istenmeyen bir demet gül gibi elden ele dolaşarak mele-i âlâya yükselirken de aynı sürur ve neşe hissedilir. Ve uğradığı her yerde bu ruh, ilgi, alaka ve iltifat görür. Zaten o ölüm anında da gözünün alabildiği ölçüde, kalabalık bir melek topluluğu tarafından karşılanmıştır. Onun semaya doğru ilk kanat çırpışları nasıl başlamışsa kabirden haşre, haşirden sırata, oradan da Cennete uzanan yolculuğu yine aynı şekilde devam edecektir. Zira insan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl da ölürse öyle haşrolur.

Hz. Azrail’in bir ferd olmasının, bütün ruhları kabzetmesine mâni bir yanı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münasebet kurduğu şahısların çokluğu mani olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan ayinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve tesirine şahid olunduğu gibi, tamamen nur ve nûrânî olan melekler, evleviyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler.. hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.

Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizatında Allah’dır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezâretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde de o, bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hazır ve nazır olan Yaratıcı, akla, hayale gelmez ve hesap altına girmez pekçok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki bazıları akıldan uzak görseler bile kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.

Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrail (as) yapsın; her ruhu kabzedilecek zat, vadesi dolunca ona teveccüh eder ve ruhu kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şöyle bir misal arzedebiliriz. Mesela: Aynı frekansda çalışan binlerce radyo gibi alıcılar düşünelim; bunların çalıştığı frekansda gönderme yapan bir ‘göndermeç’ düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyal ve olursa mors alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi, acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle, güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlukat, vade ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zat’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir bilgisayar tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan uzak olan Zat, bir anda, canlı makinalardan ibaret olan insan ruhuyla münasebet kurmasın, istediği zaman onun ruhunu alıp ve istediği zaman da devam ettiremesin?

Ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalalar vardır:

1) Her canlıya hayatı veren Allah’tır (cc). Hayatı alan da yine O’dur. Buna göre Azrail’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraata nezâret ve bu icraatı alkışlamaktır.

2) Allah’ın emri ve izniyle her ruhu Azrail’in (as) kabzetmesidir ki, bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misaller vererek meseleyi daha önce aydınlatmaya çalışmıştık..

3) Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezâret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrail’e (as) yardımcı olacak birçok melâike vardır ve bunlar sınıf sınıftırlar. Bir kısmı incitmeden, telaşlandırmadan, usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruhu bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesine ulaştırıcıdırlar ki, Kur’an bu sınıfların hepsine işaret eder.

‘O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun.’ (Nâziat, 79/1-3)

Bu itibarla, ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların hepsi Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.

Netice olarak diyebiliriz ki, tereddüte düşüp de ‘Azrail bir tek olduğu halde bunca ruhu nasıl kabzediyor?’ sorusuna sebebiyet veren, evvela bir anlayış inhirafıdır. Oysa ki, yukarıdaki misallerden de anlaşıldığı üzere, melek ne yaradılışı itibariyle, ne de mahiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icraat itibariyle de tamamen ondan farklı bir durum arzetmektedir. O, tıpkı insan ruhu gibi temessül eder, bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münasebet kurabilir. Günümüzde bir hayli yaygınlaşmış bulunan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münasebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzuunda kanaat-ı katiyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunların kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse… Bir de mükelleflerin bir tane değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zata gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüte sebebiyet verecek bir hususun kalmadığını görürüz. Yine de herşeyin doğrusunu ancak Cenab-ı Hakk bilir…

Televizyonun biraz hususi bir durumu var. Orada görünen suretler, bir nevi canlı hükmüne geçebilirler veya canlıdırlar. Ancak gazetelerdeki resimler, resim ve fotoğraf hükmündedir ve onların da diğer resimler gibi saklanması gerekir. Bunun çaresi, gazete ve dergileri okuduktan sonra balkona veya apartmanın koridoruna koymaktır. Gazetelerin kapalı bir şekilde katlanarak konulmasında da mahzur yoktur. Önemli olan, açıkta durmamasıdır. Selametle kalın..

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers