Kur’an’ın Altın İkliminde
Pırlanta Kitaplar Serisi
- Asrın Getirdiği Tereddütler 1-2-3-4
- Bahar Neşidesi
- Beyan
- Bir İ’câz Hecelemesi
- Çağ ve Nesil-1 (Çağ ve Nesil)
- Çağ ve Nesil-2 (Buhranlar Anaforunda İnsan)
- Çağ ve Nesil-3 (Yitirilmiş Cennete Doğru)
- Çağ ve Nesil-4 (Zamanın Altın Dilimi)
- Çağ ve Nesil-5 (Günler Baharı Soluklarken)
- Çağ ve Nesil-6 (Yeşeren Düşünceler)
- Çağ ve Nesil-7 (Işığın Göründüğü Ufuk)
- Çağ ve Nesil-8 (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)
- Çağ ve Nesil-9 (Sükûtun Çığlıkları)
- Çekirdekten Çınara
- Enginliğiyle Bizim Dünyamız
- Fatiha Üzerine Mülâhazalar
- Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç
- İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad
- İnancın Gölgesinde 1 – 2
- İrşad Ekseni
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-1
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-2
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-3
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-4
- Kendi Dünyamıza Doğru
- Kırık Testi-1 (Kırık Testi)
- Kırık Testi-2 (Sohbet-i Cânân)
- Kırık Testi-3 (Gurbet Ufukları)
- Kırık Testi-4 (Ümit Burcu)
- Kırık Testi-5 (İkindi Yağmurları)
- Kırık Testi-6 (Diriliş Çağrısı)
- Kırık Testi-7 (Ölümsüzlük İksiri)
- Kırık Testi-8 (Vuslat Muştusu)
- Kırık Testi-9 (Kalb İbresi)
- Kırık Testi-10 (Cemre Beklentisi)
- Kırık Testi-11 (Yaşatma İdeali)
- Kırık Testi-12 (Yenilenme Cehdi)
- Kırık Testi-13 (Mefkûre Yolculuğu)
- Kırık Testi-14 (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
- Kırık Testi-15 (Yolun Kaderi)
- Kırık Testi-16 (Dert Musikisi)
- Kırık Testi-17 (İstikamet Çizgisi)
- Kırık Testi-18 (İmtihanlar Kuşağı)
- Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
- Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar
- Kur’an’ın Altın İkliminde
- Miraç Enginlikli İbadet: Namaz
- Ölçü veya Yoldaki Işıklar
- Ölüm Ötesi Hayat
- Prizma (1 2 3 4)
- Prizma 5 (Kendi İklimimiz)
- Prizma 6 (Yol Mülâhazaları)
- Prizma 7 (Zihin Harmanı)
- Prizma 8 (Çizgimizi Hecelerken)
- Prizma 9 (Kendi Ruhumuzu Ararken)
- Ruhumuzun Heykelini Dikerken
- Sohbet Atmosferi
- Sonsuz Nur
- Varlığın Metafizik Boyutu
- Yaratılış Gerçeği ve Evrim
- Zekât
Bölüm Başlıkları
Takdim yerine
Rabbin kelimelerini yazmak için okyanuslar mürekkep olsaydı, hatta ona bir misli daha ilave edilseydi, okyanuslar bitip tükenecekti ama, O’nun (teşriî ve tekvînî emirleriyle alâkalı) kelimeleri bitmeyecekti.[1]
Ezelden gelip ebede giden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün çağların sesi soluğu olma liyakatiyle serfiraz bir beyan mucizesi ve meleklerin ışığına pervane döndükleri kelam-ı ilâhînin en nurefşan ifadesidir. Göklerden gönüllere boşalan bu beyan çağlayanı; ifadesi, üslûbu, beyan tarzı açısından bir harikalar mecmuası olduğu gibi; içtimaî disiplinleri, hukukî kuralları, terbiye ile alâkalı kaideleri, insan, varlık ve kâinat hakkındaki yorumlarıyla da, her zaman herkesin başvurabileceği dupduru bir kaynak; en karmaşık ve en bulanık dönemlerin dahi bulandıramayacağı kadar engin bir ummandır.
Bu itibarladır ki, yeryüzünde Hak rahmetini temsil eden o olduğu gibi, gönüllerden imansızlık zulmetini silen de yine odur! İnsanlık doğru yolu buldu ve o doğru yolda yürümeyi öğrendiyse, onun sayesinde öğrendi. Öğrendi de kaoslardan ve yollara takılıp kalmaktan kurtuldu. Varlık onunla aydınlandı ve ruhlara ünsiyet salan dost ve ahbap hâline geldi..!
O, bu bütüncül bakışı ve ihata eden engin ifade ve üslûbunun yanında, muhteva ve mânâ genişliği, beyan inceliği, herkesin ilim ufkuna göre açılma sihri ve ruhlara nüfuzu sayesinde öyle bir güce sahiptir ki, önyargısız olmaları şartıyla, ulaşabildiği herkesi büyülemiş ve başları döndürmüştür.
Evet, o, üzerine eğildikçe kalblerde, kafalarda, lambaları her an daha bir artan sihirli bir avize gibi, değişik tecellî dalga boyunda yeni yeni inkişaflara vesile olarak, insanın zâhir ve bâtın duygularına çeşit çeşit ilâhî armağanlar sunmaktadır.
Ne var ki, her zaman istifadeye açık bu beyan-ı ilâhînin o bitmez-tükenmez hazinelerine mazhar olup onlardan istifade elde edebilmek için de, imtihan dünyasında bulunan insanoğlunun akıl, şuur ve hissiyle ona yönelmesi, onu anlama istikametinde cehd ve gayret göstermesi ve o istikamette iradesinin hakkını vermesi gerekir. İşte “Kur’ân’ın Altın İkliminde” adıyla elinizde tuttuğunuz bu kıymetli eser; günümüz dili ve anlayış seviyesi nazar-ı itibara alınarak, ona yürekten inanmış coşkun bir gönül tarafından, derin bir vukufiyet ve muhkem bir üslûpla sizi o mücevher dolu ummana çağırmakta, o ummana ulaştıracak vesile ve vasıtaları, yol ve yöntemleri önünüze sermektedir.
Bu sebepledir ki, bu altın iklime adımınızı attığınız esnada, asırlar boyunca insanlığa hayat nefhetmiş bir beyan çağlayanına –muvakkat bir hicrandan sonra– yeniden kavuşma heyecan ve helecanını duyacaksınız. Çünkü o iklimde müşahhas misaller hâlinde göreceksiniz ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın lafız ve mânâsında öyle bir kuşatıcılık, öyle bir zenginlik ve öyle bir derinlik var ki, asırlardır fakihler ondan istifade ve istinbat ile sayıları yüz binlere ulaşan eserler meydana getirmiş ve kütüphaneler dolusu kitaplar yazmışlardır. Ârifler, irfan peteklerini onun bal özüyle doldurmuş ve bal akan kitaplarıyla milyonlara şeker şerbet sunmuşlardır. Âşıklar, ondan aldıkları ilhamlarla coşmuş, cezb u incizabın gelgitleri arasında ne aşk ve muhabbetnâmeler meydana getirmişlerdir. Evet, asırlar gelip geçmiş ama geçip giden zaman asla onu soldurmamış/solduramamış, renk attıramamış; aksine, zamanüstü o Kelam-ı Ezelî, ilerleyen zamanla birlikte daha bir gençleşmiş, daha bir revnakdârlık ve güzelliğe bürünmüş, enginlik ve zenginliği daha bir hissedilir hâle gelmiştir.
Ve yine, o altın iklime doğru kapıyı aralayıp içeri girdiğinizde, birkaç asırdan beri, özünden uzaklaşan, kendinden kaçan ve kendine yabancılaşan insanoğlunu, o ulvî kıymet ve değeri ölçüsünde yeniden görecek; dolayısıyla bir insan olarak kendinizle tekrar yüz yüze gelecek, kendinizi yeniden “oku”yacak, yeniden kendinizi tanıyıp tanımlayacak ve o altın iklimin yumuşak ve şefkatli atmosferinde bir kez daha kendinizi bulup özünüze ereceksiniz. Zira insanı muhatap kabul edip ona hitapta bulunan bu ışıktan beyan, bütün buud ve derinlikleriyle insanı ele almakta, gizli ve açık duygularıyla adım adım onu takip etmekte; kalbi, sırrı, hafîsi, ahfâsı.. ve bugüne kadar henüz keşfedilememiş daha nice latîfe ve hisleriyle onu bir bütünlük içinde analize tâbi tutmakta; tâbi tutup son tahlilde bize, bizi anlatmakta, bize, bizi tanıtmaktadır. Dikkatli bir şekilde Kur’ân’ı dinleyen, onun lafız ve mânâ münasebetlerini yakından takip eden herkes, onun âyetleri arasında kendi ruh hâlini bulur; hatta çok defa kendisinin dahi izahta güçlük çektiği ledünnî ahvalinin şerh edildiğini görür. Tabiî bu biraz da, insanın Kur’ân’ın ruhuna nüfuz etmesi ve onun ışıktan dünyasına sızmasına bağlıdır. İşte bu yapılabildiği takdirde insan, o Kitab-ı Mübîn’de kendini bulur ve tanır, acz u fakrını idrak eder, nâmütenâhî arzu ve ihtiyaçlarının çehresinde Sonsuz Kudret ve Merhamet’e muhtaç olduğunun farkına varır, o şuurla dolar ve böylece Yaratıcısına iltica edip her türlü yalnızlıktan kurtulur. Çünkü Kur’ân, Yaratıcı-insan-kâinat arasındaki münasebeti en muvazeneli şekilde ortaya koyan bir koordinatlar mecmuasıdır. Dahası Kur’ân, insanı dünyaya baktırdığı gibi ukbâya da baktırır. Fenâya ve bekâya mazhar yönleriyle onu cem eder ve bütünleştirir. Maddesinin anatomisini yaptığı kadar, ledünniyatının da anatomisini ortaya kor. İnsanın nasıl bir gelişme ve terakki ya da düşüş ve tedenni yolu takip ettiğini, şekilden şekle, hâlden hâle, tavırdan tavıra girerken hangi mertebe ve makamlardan geçtiğini ve hisleri, heyecanları ve ruhî referanslarıyla nasıl bir çizelge ortaya koyduğunu bütünüyle Kur’ân’da adım adım takip edebilirsiniz. O nurlu beyanda, insanı bütün yönleriyle müşâhedeniz mümkün olduğu/olabileceği gibi, farklı anlayış ve konumdaki insanların çeşit çeşit duygu, düşünce ve iç dünyalarını da onda bulmanız mümkün olacaktır. Evet, kırılan ümitlerin, sönen aşkların, sarsılan emellerin veya ümitle çarpan sinelerin, tülpembe hülyaların, sevapla ışıldayan gözlerin, günahla kararan yüzlerin, aşk u iştiyakla çarpan sinelerin, karamsarlığa kendini salmış bedbîn ruhların hepsinin akislerini onda görmek mümkündür.
İşte elinizde tuttuğunuz bu eserde, “insan eksenli Kur’ân tefsiri” anlayışı istikametinde, Kur’ân’ın psikolojik tahlillerini, insan üzerine yapılan semavî şerh ve analizleri, müşahhas ve canlı misaller eşliğinde, orijinal tespit ve yorumların ışığı altında okuma imkânını bulacaksınız.
Bu iklimde yolculuğunuzu devam ettirdiğinizde, koskoca kâinatın bir sergi, bir meşher hâlinde önünüze serildiğini; bir kitap gibi önünüze konulduğunu görecek ve böylece onu bir meşher gibi müşâhede edecek, bir kitap gibi okuyacak, bir kitap gibi duyacak ve bir kitabın rengârenk canlı, yaldızlı nakışlarını temâşâ ediyor gibi hayran hayran seyre dalacaksınız. Evet, seyahat müddetince siz, kâinat kitab-ı kebirinde, Kur’ân’ın, kâinat kitabını okuduğunu duyacak ve bu okuyuş karşısında nefesinizi tutup vicdan ve gönül kulağıyla o lahûtî sesi dinlemeye duracaksınız. Zira Kur’ân, nasıl ki, kâinatın misal-i musağğarı olan insanı bir bütün hâlinde ele alıp, bütün derinlik, zenginlik ve enginliğiyle onu şerh etmektedir. Aynı şekilde o, kâinatı bir bütün olarak ele alıp öyle değerlendirmektedir. Bu sebeple var olan hiçbir şey onun ilgi sahasının dışında kalmamakta, zerreden küreye bütün mevcudat onda âdeta hallaç edilmekte, zâhir-bâtın, iç-dış, öz-kışır her şey bütün ahvaliyle ve derecesine göre onda yerini almaktadır. Bundan dolayı elinizdeki bu eserde, “Kur’ân’ın Işığında İlmî Gelişmeler” ana başlığı altında, o nurlu beyanın projektörüyle çağımızı, çağımızdaki ilmî gelişmeleri perspektife aldığınızda ezelden gelip ebede giden Kur’ân hakikatlerinin nasıl bir ihtişam ve görkemle her bir asrın burcunda bayrak gibi dalgalandığını görecek, görüp kendinizden geçecek ve âdeta o kelam-ı ilâhînin size şöyle seslendiğini duyup hisseder gibi olacaksınız: “Ben, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahil, yeryüzünde hiçbir beşerin kelâmı olamam. O Şeref-i Nev’i İnsan, Ferid-i Kevn ü Zaman (aleyhissalâtu vesselâm), sadece benimle irşad eden en büyük bir mürşittir. Ben, ancak ve ancak bütün kevn ü mekânları birbirine bağlayan ve ezelden ebede kadar her şeyi ilmiyle ihata eden bir Zât’ın kelâmıyım. Sizin aklınızın ulaşamadığı, idrakinizin eremediği yerlerde benim asırlar öncesinden dikili olan bayrağım dalgalanmaktadır. İleride sizler, değişik yöntem ve teknolojik imkânlarla daha enteresan şeyler keşfedeceksiniz. Teleskoplarınız, trilyonlarca kilometre ötede bulunan nebülözleri getirip gözler önüne serecek ama, oralara gittiğinizde de yine benim bayrağımın dalgalandığını göreceksiniz.”
“Yolculuğa devam” deyip bu altın iklimde kanat çırpmayı sürdürdüğünüz takdirde, “Bu Kitap, iman edenler için, onların Rabbileri tarafından basiretleri açan bir hidayet ve burhandır…”[2] âyet-i kerimesinin hakikatini, küllî prensip ve temel kaideleriyle, müşahhas ve canlı misalleriyle müşâhede etme imkânını bulacaksınız. Zira “Kur’ân’da Terbiye” adlı bölümü okuduğunuzda, onun terbiye anlayışında fertten aileye, aileden topluma, kademe kademe, hayatın hiçbir kesimi ihmal edilmeksizin, kuşatıcı bir bakış açısıyla, akılların ikna ve tenvir edildiğini, nefislerin terbiye ve kalblerin tasfiyeye tâbi tutulduğunu net bir şekilde görme imkânına kavuşacaksınız. Evet, o yüce beyan, ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyaya gönderilen insana, mutluluk ve saadetin en idealini, teâli ve terakkinin en erişilmezini ve yaşamanın en insancasını göstererek, ona yolların en doğrusuyla “insan-ı kâmil” olma zirvelerini vaad etmektedir. Bundandır ki, arkasına aldıklarını şaşırtmadan, yanıltmadan ve en kestirme yoldan maksada ulaştıran en son, en kâmil söz o olduğu gibi, insanî melekeleri ölmemiş kimseler için tam bir rahmet, hidayet ve hikmet kaynağı olan da yine odur. Bunun en canlı ve çarpıcı misali ise, onun ilk talebeleri ve mucizevî semeresi olan sahabe-i kiram neslidir.
Biz, elinizde tuttuğunuz bu kıymetli, derin ve muhtevalı eseri, üç-beş sayfalık bir “takdim” içerisinde size arz edemeyeceğimizin farkında bulunuyoruz. Bu sebeple “Takdim Yerine” deyip o engin, derin ve hacimli eserden sadece birkaç kare arz etmek, o deryadan sadece bir-iki katre sunmakla, sözü daha fazla uzatmadan, aradan çekilip bu kıymetli eserle sizi baş başa bırakmak istiyoruz. Ancak yayınevi olarak öyle inanıyor ve öyle ümit ediyoruz ki, siz değerli okuyucularımız bu kıymetli eserin içine girdiğinizde yani “Kur’ân’ın Altın İkliminde” seyahate çıktığınızda nice engin ufuklara şehbal açacak, nice güzelliklerle göz göze gelecek, onları temâşâya dalacak; o altın iklimde nice Cennet kevserleri yudumlayacak ve tarifi imkânsız ne cennetâsâ bir neşe ve huzurla soluklanacaksınız. Bu vesileyle bir kez daha, bu feyyaz ve bereketli eserin telifi dolayısıyla, Muhterem Müellifimize gönül dolusu teşekkürü borç bildiğimizi ifade etmek ve Cenâb-ı Hak’tan kendisine sıhhat, sağlık ve afiyet dua ve niyazıyla sözü burada noktalamak istiyoruz.
[1] Kehf sûresi, 18/109.
[2] Câsiye sûresi, 45/20.
Giriş
Kitap, Arapça bir kelime olup, lügatte, cem eden, toplayan mânâsına gelir. Herhangi bir mevzu ile alâkalı çeşitli meseleleri terkip edip bir araya getirdiği için “Kitab”a kitap denilmiştir.
Muhteva ve mânâ itibarıyla kâinat da bir kitaptır. Fizik, kimya, astronomi ve daha binlerce ilim onda iç içe ve omuz omuzadır. Evet, kâinat öyle bir kitaptır ki, onu “Kudret” ve “İrade” yazmıştır. Tabiî bu kitâbet “kader” projesine göre gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da kâinat harf harf, satır satır ilâhî isim ve sıfatların tecellîlerini yansıtmaktadır.
Kitap, kelime olarak mânâsını en anlamlı, en tonlu şekilde Kur’ân’da bulur. Zira “câmi” olması yönüyle Kur’ân’a denk ikinci bir kitap yoktur. Kur’ân, “Mülteka’l-bahreyn” diyebileceğimiz, iki denizin birleştiği, iki ummanın aynı çizgide buluştuğu bir kitaptır. Varlığın, iç ve dışı, zâhir ve bâtını, mucize televvünüyle ancak Kur’ân’la ortaya konmuş ve tanınmıştır. Lafız ve mânâ âhengi itibarıyla zirvede bir kitaptan söz edilecekse, o, Kur’ân’dır. Dünya ve ahiret mülâhazası en hassas ölçülerle yalnız Kur’ân’da dengelenmiştir. Ayrıca o, geçmiş kitapların doğru yönlerini bünyesinde toplamış olmakla da mucizevî ayrı bir derinlik gösterir.
Bütün bu yönleriyle Kur’ân, beyan âleminde makam-ı cem’in unvanıdır. Evet, Kur’ân, “hakâik-i sâbite” (sâbit, değişmez hakikatler) ile “âyân-ı sâbite”yi (varlıkların ilm-i ilâhî’deki sabit asılları, mahiyetleri) bir araya getiren biricik kitaptır. Mülk, melekût ve görünen-görünmeyen âlemler onda iç içedir. Kur’ân, şehadet âleminde, gayba ait bir dildir. Gayb âlemine ait haberleri en doğru şekilde bildiren de odur. İşte Kur’ân bu yönüyle de bir “câmi” ve bir birleştiricidir. Bütün bu hususiyetlerinden dolayı da kelimenin tam anlamıyla “kitap” dendiğinde Kur’ân anlaşılır.
Bugün pek çok düşünür, gelecek yılların Kur’ân’a açık yıllar olacağı hususunda ittifak hâlindedirler. Aslında, az dikkat edildiğinde, içinde bulunduğumuz çağın, düşünce ve tasavvurlarımızın çok çok üstünde bir süratle Kur’ân’a doğru kaydığı hemen sezilebilir. Evet, artık bugün, en âmiyâne bakışlar dahi, Kur’ân’ın ne denli kâinatla içli-dışlı olduğunu sezebiliyor, onun varlık adına söylediği sözlerin isabetini görüyor, mesajlarındaki güç ve nuraniyet karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlar, denebilir.
Günümüzde bu yüce kitabın; varlığın bağrındaki sırları, tabiatın ruhundaki incelikleri zevkle mütalaa edilecek bir kitap şeklinde, ilim ve irfan erbabının gözleri önüne serdiğini, yine ilim ve hikmetle uğraşanlar söylüyorlar.
Evet, varlığı didik didik edip, onun gaye, muhteva ve esaslarını herhangi bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde açıklayıp ortaya koyan, bu Kur’ân’dır.
İnsanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim edip ona en yüksek hedefleri gösteren ve elinden tutup gösterdiği hedeflere ulaştıran; dahası ona lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emreden ve onunla kötülükler arasına, âdeta aşılmaz engeller koyan, yine o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır. Allah’ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve afiyeti, istidat ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifade etme yollarını gösterip insanları birbirine “bâr (yük)” olmadan kurtaran, yine bu ilâhî beyandır.
Bu öyle ışık kaynağı bir kitaptır ki, ona gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusunu tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını öğretip, onlara iki cihan mutluluğuna giden yolları gösterir ve bu yolda kapıları ardına kadar açık bırakır.
O, öyle rehber bir kitaptır ki, sayesinde hakikate uyanmış gözlerin önüne geçer, onları ötelerde gezdirir, itminan ve doygunluğa ermiş kalbleri mehâbet ikliminde dolaştırır. Mütefekkir ruhları hayret ve hayranlıklarla sarhoş eder ve temiz vicdanlara her an ayrı bir nefha üfler.
Bu kitaptır ki, insanları türlü türlü sapıklıklardan kurtararak fazilet yoluna irşad edip, Allah’ın emirlerini yerine getirenlere gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin tasavvur edemeyeceği mükâfatlar; o emirleri ihlal edenlere de bakışları bulandıracak, başları döndürecek ve yürekleri hoplatacak cezalar var olduğunu ifade ederek, akılları hayrette bırakan muhteşem muvazeneler vaz’etmiştir.
Bu kitap, düşmanlıktan başka bir şey bilmeyen münkir tâli’sizlerin ve dostluğun hakkını veremeyen iz’ansız dostların bunca tecavüz, tebdil ve tağyir gayretlerine rağmen, yeryüzünü şereflendirdiği günden bu yana hep olduğu gibi kalmış ve kitaplar arasında vahiy orijinini koruyan biricik Allah mesajı olmakla serfirazdır.
Kur’ân, Levh-i Mahfuz’un en nadide pırlantası olarak nazil olduğu zaman, eşi-menendi olmama gibi bir mazhariyetle nazil olmuştu. Bugün de aynı parlaklık ve kıymetini, hatta daha da artırarak bütün ihtişamıyla devam ettirmektedir. Gelecek yıllar ise –inşâallah– onun, güneşlere taç giydireceği yıllar olacaktır.
Kur’ân-ı Mübin, ilk zuhuruyla şarkı, garbı, şimali, cenûbu ışıktan kollarıyla sardığında, uğradığı her yere bütün ilimleri de beraber götürmüş ve dünyanın dört bir yanını cennet yamaçlarına çevirmişti. O gün ona sahip çıkanlar, onun o nurdan mesajlarını en mükemmel şekilde temsil ediyor ve insanlığa “Kur’ân medeniyeti”ne açılan yolları gösteriyorlardı. Bu öyle yüksek seviyede bir temsil ve gösterme idi ki, bugün dünyanın muallimi olduklarını iddia edenler, o gün bulunsalardı Kur’ân talebelerine ancak çırak olabilirlerdi…
Kur’ân-ı Mecid, öyle nurdan ezelî ve ebedî mesajlarla gelmiştir ki, beden ve cismaniyetimizin yanında kalb, ruh, akıl ve vicdanlarımızı da terbiye ederek bizleri geleceğin insanları olarak hazırlamakta ve bizlere hedef olarak maddî-mânevî zirveler ötesi şâhikaları göstermektedir –ki bir kısım körler, sağırlar görüp duymasalar dahi– yakın bir gelecekte onun, aklı başında millet ve devletlerin sık sık başvuracakları bir kevser kaynağı hâline geleceğinde şüphe yoktur.
Şayet günümüzün Müslümanları, Kur’ân çizgisinde ve ilk Müslümanlar safvetinde hareket edebilselerdi –ki bugün o istikamette ciddî gelişmelerin olduğu söylenebilir– bir hamlede sıçrayıp devletler muvazenesindeki yerlerini alacak ve taklit vadilerinde başkalarının yâveleriyle teselli olmaktan kurtulacaklardı.
Kur’ân’ın ilk talebelerinin, cihanı hayret ve dehşetlere sevk eden iman, ahlâk, fazilet ve aksiyonları, günümüz insanının bir kere daha hassasiyetle ele alıp incelemesi gerekli olan önemli hususlardandır. Evet, bir zamanlar, Mekke’nin yalçın kayaları arasında zuhur edip, bir hamlede dünyanın dört bir yanını aydınlığa kavuşturan birkaç bin sahabinin, Kur’ân’ın aydınlık ikliminde gerçekleştirdikleri o büyük inkılâp, her zaman üzerinde düşünülüp değerlendirilmesi iktiza eden harikalar cümlesinden bir hâdisedir ve mü’minlerin daima müracaat edecekleri tertemiz ve pırıl pırıl bir örnektir.
Bu itibarla diyebiliriz ki, Kur’ân, dünden bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklimine teveccüh edenleri aldatmayacak ve hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zira inanıyoruz ki, zihinler müspet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hak mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında, tetkik ve araştırmaya tâbi tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm, Kur’ân’ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir.
Kur’ân; insanoğlunun kıymet ve değerleri ölçüsünde, onun kalb-ruh-akıl ve cismaniyetini nazar-ı itibara alarak “Yüksekler Yükseği”nden nüzul ile insanlık ufkunda tulû etmiş, en mükemmel mesajlarıyla bir ilâhî kanunlar mecmuasıdır.
Bugün yaklaşık bir buçuk milyar insanın tâbi olduğu Kur’ân, ebedî ve değişmeyen ilâhî prensipleriyle, topyekûn beşer mutluluğunun ve o mutluluğa ulaştıran en kestirme, en aydınlık yolun göstericisi olarak eşi benzeri bulunmayan tek kitaptır.
O Kur’ân; içinde milyonlarca âlim, binlerce filozof ve mütefekkirin de bulunduğu, küre-i arzın kaderine hükmetmiş en muhteşem, en nuranî cemaatlerin ışık kaynağı bir kitaptır. Ve bu mânâda onun saltanatına denk ikinci bir saltanat da yoktur.
Kur’ân; nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama, bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur’ân’ın beraatıyla neticelenmiş ve mücadeleler onun zaferiyle noktalanmıştır.
Kur’ân’a iman eden, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Muhammed’e iman eden de Allah’a (celle celâluhu) iman etmiş sayılır. Kur’ân’a inanmayan, Hz. Muhammed’e, Hz. Muhammed’e inanmayan da Allah’a inanmış sayılmaz. İşte, gerçek Müslümanlığın çerçevesi!..
Kur’ân, gönüllerde billûrlaşan bir nur, ruhlara ışık tutan bir aydınlık kaynağı ve baştanbaşa bir hakikatler meşheridir. Onu gerçek çehresiyle ancak, bir çiçekte kâinattaki bütün güzellikleri sezebilen ve bir damlada tufanları seyredebilen inanmış ruhlar tanıyıp anlayabilir.
Kur’ân; öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.
Müslümanlar, ancak Kur’ân’ı tasdik ve ona iman etmekle aralarında bir birliğe ulaşabileceklerdir. Kur’ân’ı tasdik etmeyenler, Müslüman olamayacakları gibi; aralarında kalıcı bir birlik de tesis edebilmeleri mümkün değildir.
“İman bir vicdan meselesidir.” demek, “Allah’ı (celle celâluhu), Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ı yalnız dille değil, vicdanımla da tasdik ederim.” demektir. Her çeşidiyle bu anlayışa bağlı ibadet ise, bu sağlam tasdikin zarurî bir tezahürüdür. İnsanlık, cehalet ve küfrün vahşetleri içinde bocalayıp durduğu bir dönemde, o vahşi muhitte bir aydınlık tufanı şeklinde belirip, bir hamlede dünyaları nura gark etme gibi, tarihin emsalini gösteremediği en büyük inkılâp bir kere olmuş ve o da Kur’ân’la gerçekleştirilmiştir. Şahit olarak buna tarih yeter…
İnsana, insanın mânâ ve mahiyetini, hakkı, hikmeti, Allah’ın zât, sıfât ve isimlerini en hassas muvazenelerle öğreten kitap Kur’ân’dır ve bu sahada ona denk ikinci bir kitap göstermek de mümkün değildir. Asfiyânın hikmetlerine, hakperest filozofların felsefelerine baksan, bunu sen de anlayacaksın!..
Hakikî adaleti, gerçek hürriyeti, dengeli müsâvâtı (eşitlik), hayrı, namusu, fazileti, hatta hayvanlara varıncaya kadar her varlığa şefkati emredip; zulmü, şirki, haksızlığı, cehaleti, rüşveti, faizi, yalanı, yalan şahadeti açıkça men eden biricik kitap, Kur’ân’dır.
Yetimi, fakiri, mazlumu himaye edip, padişahla köleyi, kumandanla neferi, davalıyla davacıyı aynı sandalyeye oturtup muhakeme eden kitap da yalnız Kur’ân’dır.
Kur’ân’ı üstûre ve hurafelere kaynak göstermek, on dört asır evvelki cahiliye Araplarından bugünün dinsizlerinin tevarüs ettiği bir kısım tutarsız hezeyanlardan başka bir şey değildir ve bu anlayışla hikmet ve hakikî felsefe alay eder…
Kur’ân, öyle parlak bir beyandır ki, ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyaya gönderilen insana, mutluluk ve saadetin en idealini, teâli ve terakkinin en erişilmezini ve yaşamanın en insancasını göstererek ona, yolların en doğrusuyla “İnsan-ı kâmil” olma zirvelerini vaadetmektedir. Bu şanı yüce kitaptır ki, bütün cihan, derin bir gaflet ve dalâlet içinde bocalayıp durduğu bir dönemde o, insan fert ve cemaatlerinin birbirine karşı hukuk ve muamelelerini, hareket ve davranışlarını, vazife ve mükellefiyetlerini tanzim ederek, hürriyet, adalet ve müsâvât hakikatlerini, bir hamlede hem de gerçek mânâlarıyla tahakkuk ettirmiş; zulüm ve haksızlığa karşı mücadelelerin en çalımlısını vermiş; beşeri, hatta bütün canlıları içine alabilecek şekilde âlemşümul (evrensel) şefkat ve merhamete çağırarak, harp ve sulhü insanî değerler çizgisine çekip, etrafında toplananları yeryüzü emniyet ve huzurunun, denge ve muvazenesinin temsilcileri hâline getirmiştir.
Bu, öyle pırıl pırıl nûrefşan bir kitaptır ki, bir taraftan insana acz ve fakrını hatırlatarak, onun gurur ve bencilliğini frenlerken, diğer taraftan onu aşk u şevkiyle coşturarak, nâmütenâhîliklere yelken açmaya çağırır. Bu, öyle bir ilâhî nefhalar mecmuasıdır ki, bizlere, her emriyle binlerce faydalar temin ederek ve her yasağıyla da akla hayale gelmedik zararları hatırlatarak, bizleri hep emniyet ve güven yamaçlarında dolaştırmaktadır. Evet, o, emanet, ihsan ve adalet mesajlarıyla gönüllerimizi coşturup, Cennet ufuklarını gösterdiği aynı anda, ahlâksızlık, münkerat ve başkalarının mal, can, ırz ve hukukuna tecavüz gibi gayyâlara çeken duygu ve düşüncelere karşı da tahşidat yapıp, bizleri sürekli Hakk’ın sıyanet ve himaye çizgisine çağırmaktadır.
Bu öyle bir kitaptır ki, kendinden evvel gelip geçmiş bütün peygamberleri kudsî bilmiş, onların suhuf ve kitaplarını mübarek tanımış, hususiyle Tevrat, Zebur ve İncil’e tazimde bulunmuş; onlardaki ihtilaflı noktaları hal ve fasl, tağyîr edilmiş yerleri tashih, mahzuf kalmış bölümleri de tespit ederek bir mânâda kaybolmuş kitapları bulup ortaya çıkarmış ve o kitapları tebliğle serfiraz bütün peygamberleri saygıyla anmış, hususiyle Hz. Musa ve Hz. İsa’yı (aleyhimesselâm) “Ülü’l-azm” peygamberler arasında sayarak hak ve hakkaniyetin dili olduğunu göstermiş.. sonra bu iki şanlı peygamberin validelerinin de ilhama mazhar, ötelere açık, beşerüstü ruh ve vicdana sahip bulunduklarını ihtar ederek, ihkâk-ı hak maksadıyla nazil olduğunu bütün selim kalblere duyurmuş ve kabul ettirmiştir.
Kur’ân ve onun getirdikleri hakkında olumsuz söz söyleyenlerin, muvakkaten olsun, beşerin nizam, âhenk, huzur ve emniyeti adına bir şeyler söylemeleri gerekmez miydi? Doğrusu, Kur’ân’a yabancı medeniyetlerin perişaniyet ve derbederliği, onun ışığından mahrum gönüllerin sıkıntı ve buhranlarla inim inim inlemesi karşısında bu temerrüt ve bu inadı anlamak mümkün değildir
İnsanlık için en muntazam hayat, Kur’ân’ın solukladığı hayattır. Öyle ki, medeniyetin, bugün dünyanın dört bir yanında takdirle yâd edilip alkışlanan bir kısım güzelliklerinin, tamamen Kur’ân’ın yüzlerce sene evvel teşvik ettiği şeyler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kusur ve kabahat kimde?
Bizde, öteden beri Kur’ân hakkında atıp tutanlar ve onunla uğraşmayı meslek hâline getirenler, daha çok, bilmediklerini dahi bilmeyen cahiller olmuştur. Ne acıdır ki, bu zavallılar, aleyhinde oldukları kitap hakkında ne bir araştırma yapmış ne de bir şeyler okumuşlardır. Aslında bunların iddialarıyla, pozitif ilimlere karşı temerrüt gösteren cahillerin iddiaları arasında pek de fark yoktur; ne var ki halkın hakikatlere uyanması için daha bir süre beklemek icap edecektir.
Kur’ân sayesinde insan, Allah’a (celle celâluhu) muhatap olma gibi mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilinde, Kur’ân’daki ilâhîliği dinler. Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse yemininde yalancı sayılmaz. Kur’ân’ın aydınlık ikliminde insan, daha dünyada iken, kabirden, berzahtan geçer; mahşeri, sıratı görür; Cehennemlerin dehşetiyle ürperir ve Cennetlerin huzur tüten yamaçlarında dolaştığını duyar ve hisseder gibi olur.
Müslümanları, Kur’ân’ı anlama ve onda derinleşmeden alıkoyanlar, dolayısıyla onları dinin ruhundan ve İslâm’ın özünden de uzaklaştırmış oldular. Öyle zannediyorum ki, çok yakın bir gelecekte insanlığın takdir ve hayranlık dolu bakışları altında, Kur’ân okyanusuna doğru akan çeşitli ilim, teknik ve sanat çağlayanları, esas kaynaklarına dökülüp onunla bütünleşince, âlimler, araştırmacılar ve sanatkârlar da, bir kere daha kendilerini o deryanın içinde bulacaklar…
Geleceğin Kur’ân devri olmasını çok görmemek lazım! Zira Kur’ân, geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen bir Zât’ın kelâmıdır..!
Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç senede, belli fasılalarla ve vahiy yoluyla Peygamber Efendimiz’e inen, ifade tarzı itibarıyla mucize olan, bize kadar tevatüren nakledilmiş bulunan, Mushaflarda da aynen indiği günkü orijinalliğini muhafaza eden nefsî ve lafzî ilâhî kelâmdır.
Onun, harf ve şekillerle kâğıtlara yazılışı dışında hem lafzî hem de nefsî kelâm yönü, ilâhî kelâm olma vasfına bağlıdır. Zira Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından gelmiştir. Kelâm sıfatı ise, hem ezelî hem de ebedîdir. Durum böyle olunca, daha henüz hiçbir varlık yokken dahi Kur’ân vardı ve mevcuttu. Fakat o, nefsî kelâm olarak vardı. Çünkü Cenâb-ı Hak, varlığa haricî vücud giydirmeden evvel de yine “Mütekellim” idi, konuşuyordu. Zât-ı Bârî’ye ait bin bir ismin binlerce cilvesinden tek cilvesi olan kâinat ağacı üzerinde olgun bir meyve hâlinde zuhur eden insanla konuşacağı ana kadar Cenâb-ı Hak yine konuşuyordu. O’nun işte böyle bir “kelâm-ı nefsî” dediğimiz konuşması vardır. İşte Kur’ân da, bu nefsî konuşma cümlesindendir. Bu yönüyle de Kur’ân, ezelden gelmiştir ve ebede gitmektedir.. ve Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta da böyle bir ayırıcı özellik bulmak mümkün değildir.
A. Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesindeki hikmet
İnsanlık, semavî kitaplara muhtaçtır. Zira ilâhî mesajların öğreticiliği dışında beşerin, problemlerini kendi kendine halletmesi imkânsızdır. Onun içindir ki, daha ilk insanla beraber Allah (celle celâluhu), ilâhî mesajlar ihtiva eden bir kısım sayfalar göndermiştir. Hz. Âdem’e gönderilen sayfalar da aynen Kur’ân-ı Kerim gibi vahiy yoluyla nazil olmuştur. Sonra Hz. Âdem onları kâğıtlara yazmak suretiyle tespit etmiştir. Bazılarının zannettikleri gibi, yazı daha sonra keşfedilmiş değildir. Aksine o, ilk insan Hz. Âdem ile beraber başlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e yazıyı vahiy yoluyla talim etmiş ve öğretmiştir.[1] Aksine ona gönderilen sahifelerin tespiti nasıl mümkün olurdu ki!
Bu sahifeler gökten yazılı olarak inmiş değildi. Zira vahiy çeşitleri arasında böyle bir yola hiç rastlanmamıştır. Ne Kur’ân’da ne de hadislerde açıktan açığa yazılı, kâğıtlarla gönderilen bir vahiy çeşidinden bahsedilmemiştir. Şûrâ sûresinin 42/51. âyeti de[2] bu mütalaayı müeyyiddir.[3] Bu itibarla da, Hz. Âdem’e gönderilen sayfalar, nazil olmuş, sonra da bu sayfalar onun tarafından yazıya geçirilmiştir denebilir. Zaten Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’e, gerekli olan ilimlerin hepsini özet olarak öğretmiştir. Ondan sonra anlatılanlar ise, zaman, şartlar çerçevesinde bir tafsil ve konuyu daha genişçe ele almaktan ibarettir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:
Hz. Âdem’e gönderilen sahifelerle diğer peygamberlere gönderilen sahifeler veya kitaplar arasında esasta hiçbir farklılık yoktur. İlk sahife neyi anlatıyorsa son kitap Kur’ân da temel esaslar açısından aynı şeyi anlatmaktadır. Sadece fark, icmal ve tafsildedir. Hz. Âdem’e özet olarak anlatılan her şey, Efendimiz’e tafsil edilerek anlatılmış ve geniş geniş izahlarla vahyedilmiştir. Yani Hz. Âdem’e anlatılan çekirdekse, Efendimiz’e anlatılan dalı, budağı ve meyveleriyle ağaç olmuştur. Ne var ki bu usûlde dahi mucize çapında bir sistem mevcuttur. Her şeyden evvel, ilk insanlar, idrak ve fikirleriyle çok fazla inkişaf etmediklerinden, onlara anlayacakları seviyede ders vermek gerekiyordu; onun için de onlara fazla tafsilat yapılmadı. Onlara anlatma tarzı ilkokul seviyesindeki bir çocuğa ders verme mahiyetinde idi. Zira muhatapların umumî seviyesi, böyle bir dersi gerektiriyordu. Eşyanın ledünniyatına vâkıf olmaktan uzak bu ilk insanlara verilecek bilgiler, sathî (yüzeysel) olmalıydı. Ancak şu da bir gerçektir ki, işin ilmini yapmış olan birisi, Kur’ân’da anlatılan bütün hakikatlerin Hz. Âdem’e verilen sahifelerde bulunduğunu çok rahatlıkla söyleyebilir.
Bu husus diğer semavî kitaplar için de aynen geçerlidir. Yani Kur’ân’daki hakikatleri, (icmalen de olsa) Tevrat ve İncil’de de bulmak mümkündür. Tabiî bir dilden başka bir dile çevrilince bazı değişmelerin, hatta tahriflerin olduğu da bir gerçektir. Defalarca çevirilerle değişime uğramış veya tahrif edilmiş kitaplarda, bu kitapların kendi orijinal metinlerini bile bulmak çok zordur. Bu durumda, onlarda Kur’ân’ı bulmak nasıl mümkün olabilir ki
Görüldüğü gibi insanlık, yeryüzüne geldiği andan itibaren onun hayatına yön verecek, ferdî, ailevî, içtimaî hayatını düzenleyecek ve onu hayra, güzele, iyi ve doğruya sevk edecek bir ilâhî mesaj olmuştur. Bu da açıktan açığa şunu göstermektedir ki, ilâhî yol rehberleri olmadan, beşer hiçbir meselesini halledemeyecektir. Aslında yaratılış ve fıtrata uygun olan da budur. Yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, kâinatı bir kitap şeklinde yaratmıştır. Kâinat denen muhteşem kitapla birden ve aniden karşılaşan insan, ona bu kitabı izah ve şerh edecek bir mürşide muhtaçtır. Peygamberler ve ellerindeki semavî kitaplar, beşer için her zaman yanılmaz ve yanıltmaz birer mürşid olmuşlardır.
Kâinat kitabının, insanın duygularına hitap eden yönleri vardır. Meselâ insan, kâinat kitabını tetkik ettiğinde, bu koca ağacın çekirdeğinden köküne, dalına-budağına, çiçeğinden meyvesine kadar ilâhî “Kudret” ve “İrade”nin yazdığı o muhteşem kitaptan aldığı mânâ usâreleriyle bir arı gibi petekler oluşturacak ve onları kalb ve dimağına emanet edecektir. Kalb ve dimağ ise bu mânâları analiz ederek onların verâsında anlatılmak istenenleri kavramaya çalışacaklardır. Ne var ki, herhangi bir mürşid olmadığında, onların bu mânâları anlayıp kavramada âciz kalmaları da kaçınılmazdı. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:
Bir insan düşünelim ki, bu, hayatında hiç mi hiç cami ve cemaat görmemiştir. Biz tutup bu kimseyi muhteşem bir camiye sokalım ve ondan caminin içinde gördüklerini değerlendirmesini isteyelim… Şüphesiz bu insan, gördükleri karşısında bize şaşkın şaşkın bakacak ve hiçbir değerlendirmede bulunamayacaktır.. evet, o, minber ne işe yarar, mihraptaki hikmet nedir, kürsüde ne yapılır bilemeyecektir. Hele insanların bir imam arkasında saf bağlayıp aynı sesle yatıp kalkmalarına hiçbir mânâ veremeyecektir. İsterse bu insan başka sahalarda deha çapında bir insan olsun, bu konuda cami âdâb ve erkânı ile alâkalı az çok bilgi almış veya tecrübe edinmiş bir çocuk kadar dahi düşüncesi olmayacak ve doğru dürüst bir şey söyleyemeyecektir. Zira öğreten biri olmadan, bir caminin ne işe yaradığının ve onun içindeki müştemilatın hangi gayelere hizmet ettiğinin bilinmesi imkânsızdır.
Evet, nebi rehberliği olmadan kâinat mescidine giren insanın durumu da bundan farksızdır. O, her bahar mevsiminde binlerce, milyonlarca çeşit bitkinin yeşermesini, dal budak salıp gelişmesini, çiçek açıp meyve vermesini görecek, ancak bütün bu olanları (şaşkınlığından dolayı) tabiatla izah etmeye çalışacaktır. Gökyüzünde sayısız denecek kadar yıldız ona göz kırpacak ama o, bu baş döndürücü âhengi izahta her şeyi “doğa kanunu” şeklinde heceleyip duracaktır. Fizik, kimya ayrı ayrı dillerle ona eşya arasındaki âhenkten, nizamdan ve hiçbir şeyin başıboş olmadığından bahsetse de o, bu oluşu eşyanın kendisine vererek her şeyi anladığını sanacaktır.
Yani insan, peygamber rehberliği olmadan, gördükleri, bildikleri ve hissedip duyduklarıyla hakikati gerçek yüzüyle tam bulamayacak, cehalet karanlıklarından kurtulup “mârifet” aydınlığına ulaşamayacaktır. Aslında insanı böyle bir mârifete (Allah’ı bilmeye) götürmeyen ilim de ilim değildir. Onun içindir ki bizim literatürümüzde cahil, Allah’ı bilmeyen insandır. Evet, yüzlerce ilmi hallaç etse de, Allah’ı bilmeyen bir insan, hakikî mânâda cehaletten kurtulamaz. O’nu tanıyana gelince, hiç okuma-yazma bilmese de umumî mânâda cahil sayılmaz. Zira o, neticede bilmesi gerekeni bilmiş, kâinat sarayını kuran ustayı ve o kitabın muhteşem müellifini tanımıştır. Bu ise, ilimde varılması gereken son noktadır. Mademki, kâinat kitabını Cenâb-ı Hak yazmıştır, elbette onu en iyi bilen de O olacaktır.
Bazen en âmi bir insan bile iki mısralık bir şiir yazabilir; yazabilir ve o mısraların içinde başkasının bilmesi imkânsız öyle sırlar gizler, öyle telmih ve işaretlerde bulunur ki onu kendisinden başka kimse anlayamaz.
Durum böyle olunca, binlerce girift bilmecenin yumaklaştığı şu kâinat kitabını anlayamayışımız gayet normal olduğu gibi, bu girift meseleleri bizlere şerh ve izah edecek muallim ve mürşitlerin bulunması da zarurî değil midir..? İşte bu muallimlere biz “Peygamber”, onlarla beraber gelen kitaplara da “Semavî Kitap”lar adını veriyoruz.
Peygamber ve Kitap olmadan hakikatin olduğu gibi keşfedilmesi imkânsızdır. Buna en açık delil, günümüz felsefesinin geldiği noktadır. Asırlardır hakikati arayan binlerce feylesof, aynı ekol içinde dahi belli bir ortak çizgide buluşamamışlardır. Aristo ve Descartes, her ikisi de rasyonalist olmasına rağmen görüş ve düşünceleri arasında dağlar kadar fark vardır.. ve her biri hakikati çok değişik şekilde anlatmaktadır. Eflatun’un varlık hakkındaki düşünceleri nerede, bir Aristo’nun, Sokrates’in ve bir Descartes’in düşünceleri nerede?.
Aradaki farkın, herhangi bir telif ve birleştirmeye imkân vermeyecek ölçüde olduğu söylenebilir. Bu farklılık da bize gösteriyor ki, mücerret insan aklı, kâmil mânâda hakikati anlayıp kavramaya yeterli değildir; yeterli değildir ki, kâinat kitabının en kalın çizgilerle ve herkesin görebileceği ölçüde yazılmış satırlarını okumada dahi bu denli ihtilaflara düşülmektedir. Hâlbuki bu satırlar, körlerin bile göreceği ölçüde büyük ve kalın çizgilerle yazılmıştır. Öyle ki, bu dokuda yıldızlar kelimeler olmuş, nebülözler satırları meydana getirmiş, galaksi ve Samanyolu gibi sistemler ise paragraf mesabesindedir.
Şimdi bu yazıları okumayan insan, nasıl olur da beşerin ruhî yapısına ait derin, sırlı ve ince meseleleri okuyabilir, okuyup insanoğlunun pedagojik, psikolojik ve sosyolojik problemlerine çözümler getirebilir..! Böyle bir cürette bulunmak, olsa olsa şaşkınlığın ve cehaletin ifadesi olabilir. Günümüzün insanı, nice zamandır böyle bir cehaletin zebûnu olarak yaşamaktadır.
Hayır, başkası değil, Allah’tır (celle celâluhu) şu kâinat kitabını yazan; bu kitabıyla insan arasında münasebet kuran, insanı bu büyük kitaba fihrist yapan, damlada deryayı gösteren. Öyle ise, bu kâinatın mânâ ve mahiyetini bütünüyle ancak O bilebilir. O bilebilir insanın meyillerini, iç âlemini, fizikî-ruhî yapısını ve insanî temayüllerini. Zira kâinat, kâinatullah; insan, abdullah; ve bunların anatomisini tahlil eden Kur’ân da kelâmullah’tır. Dolayısıyla bunlar arasındaki münasebeti en iyi bilen, böyle bir münasebeti kurmuş olan Allah’tır. Bu mevzuda söz söylemek de ancak O’nun hakkıdır. O’nun ilmi, bütün eşyayı kuşatmıştır. O bildirmedikçe, insan hiçbir şey bilemez.
“O’nun ilminden, Kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.”[4] âyeti, bizler için vird-i zeban olmalıdır. Bütün beşeriyetin ilmi, Hz. Hızır’ın dediği gibi Cenâb-ı Hakk’ın ilmine kıyasla, okyanustan bir kuşun gagasına bulaşan ıslaklık kadar dahi değildir.[5] İşte insanoğlunun “Bildik” dediklerinin hepsi bundan ibarettir ve o, söylediklerini bu kadarcık müktesebat itibarıyla söylemektedir. Hâlbuki daha bilinmesi gereken, okyanus çapında ilimler vardır ki, insanoğlu, bunların cahili bulunmaktadır. Ne acıdır ki, o, buna rağmen bilgiçlik taslamaktadır; işte bu da onun cehaletinin koyu karanlık ayrı bir buududur. Böyle bir cehalet karanlığı içinde gömülü insanın, kendi hakkında vereceği hükümlerde bile saçma-sapan ve isabetsiz olacağı açıktır. Hâlbuki ilâhî hüküm ve kararlarda, yüzde bin isabet vardır.
Sözün özü şudur; insanoğlu meselelerini Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun mucize kitabına havale ettiği zaman, maddî-mânevî, ferdî, ailevî ve içtimaî kargaşadan, kaostan ve anarşiden kurtulacak, hakikî huzur, refah ve saadetin altın ikliminde yaşayacaktır. Aksi hâlde, derbederlik onun değişmeyen kaderi olacaktır.
İşte Cenâb-ı Hak, engin rahmetinin bir eseri olarak gönderdiği kitaplar vasıtasıyla, insanlığı böyle bir akıbetten kurtarmıştır. Buna da, insanlık adına müstağni kalınamayacağını düşünüyoruz. Günümüzde bu husus daha köklü, daha derin bir anlam kazanmıştır. Çünkü o, kâmil beşere gönderilen en kâmil kitaptır.
B. Kur’ân ve diğer kitaplar
Diğer peygamberlere özetle bildirilen hakikatler, Peygamber Efendimiz’e Kur’ân vasıtasıyla gayet geniş olarak anlatılmıştır. Çünkü Kur’ân, son derece gelişmiş topluluklara hitap etmek için gönderilmiş bir kitaptır. Onu takiben gelecek bir başka semavî kitap da yoktur. Dolayısıyla beşer, ferdî, içtimaî, siyasî, kültürel veya teknik bakımdan hangi ufka yükselirse yükselsin, karşısında Kur’ân’ı bir mürşid ve yol gösterici olarak bulmalıdır; bulmuştur da…
İnsanoğlu, kâinatı laboratuvara soktu. Fizik, kimya, dev adımlarla ilerledi. Astronomi baş döndürücü bir keyfiyete yükseldi ve galaksileri keşfe yöneldi. Madde parçalandı.. antimadde keşfedildi.. yakın bir gelecekte belki petrolün yerini güneş enerjisi alacak; alacak zira fen ve teknik astronomik rakamlarla ilerliyor. Bugün yeni buluşları takip dahi imkânsız gibi… Evet, bütün bu gelişmeler oldu ve daha niceleri de olacak. Ancak her yeni gelişme, mutlaka bir noktada Kur’ân’la buluşacak ve onun âlemşümûl referanslarını saygıyla alkışlayacaktır.
Öyle ise, böyle bir devreye hitap eden Kur’ân, tafsilî bir kitap olmalıydı ve öyle de oldu… Bütün kâinatı, küçük bir fihristte takdim eder gibi “yaş-kuru” her şeyiyle[6] insanlığa sundu. Ama insanımız, hakikaten ona gereken önemi verip, ondan tam istifade edebildi mi? İşte bu soruya müspet cevap vermede zannediyorum biraz zorlanacağız.
Günümüz insanı, Kur’ân’dan çok uzak hâle geldi veya getirildi. Bu uzaklık, Müslümanları Kur’ân’a karşı yabancılaştırdı. Bugün dünyanın neresinde ne olduğunu çok iyi bilen nice Müslüman vardır ki, gönüllerinin bağı, bahçesi olan Kur’ân’da kaç âyet olduğunu dahi bilmezler. Hatta bunlardan bazıları, bir günlük neşelerine verdikleri ehemmiyet kadar olsun ebedî saadetlerinin teminatı, garantisi olan Kur’ân’a ehemmiyet vermezler. Ne Kur’ân okur ne de ona ait meseleleri dinlemek isterler. Hâlbuki Kur’ân, his, duygu, kalb ve kafalarıyla kendine sahip çıkacak gönüller beklemektedir. Müslüman, kendi kitabına sahip çıktığı zaman, değil sadece Müslümanların, bütün insanlığın mâkus tâli’i değişecektir. Yaşadığımız zaman diliminde, her şeyden çok bu şuurun geliştirilmesine ihtiyaç, hatta zaruret vardır.
Bütün cinler ve insanlar toplansa, sırt sırta, kafa kafaya verseler, o müthiş sulta ve muhteşem sultanlarıyla bir araya gelseler, hâkimiyetlerini ve hâkimiyetlerindeki gücü kullansalar, Kur’ân gibi bir kelâm meydana getiremezler. O, beşere Allah tarafından sunulmuş bir ip, bir hablullahtır. İnsanlık, elinde olan bu ipe tutunduğu zaman çukurlar ve gayyalar içinde çırpınmadan kurtulacak, insanlığın en yüce mertebelerine çıkarak “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar olduğunu ortaya koyacaktır. Evet, böylece o, Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı hâline gelecektir. Yani devamlı surette Allah’ın, nazarını üzerinde dolaştırdığı, tebrik ve tebcil ettiği varlıklar sırasına girecektir.
Yukarıda söylediğimiz bu hükmü, ileride delilleriyle arz etmeye çalışacağız. Bu delilden sonra, Kur’ân’ın, Allah kelâmı olduğunu, başka bir kimsenin böyle bir eser vücuda getirmesinin herkesi aştığını göreceğiz. İnsanlık âleminde Kur’ân’ı en iyi anlayan, onu takdir ve tebcil eden hiç şüphesiz Efendimiz’dir. O, Kur’ân’ı bütün enginliğiyle içine sindirmiştir. Öyle ki O, gece gündüz Kur’ân’ı dilinden hiç mi hiç düşürmemiştir. O’ndaki o anlatılmaz Kur’ân aşkı ve sevgisidir ki, kendisinden asırlarca sonra bile insanlara tesir etmiş ve sayısız denebilecek ölçüde seçkin Kur’ân talebeleri yetişmiştir.
Onlar arasında Tâvûs b. Keysan, İmam-ı Âzam, İmam Şâfii, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, İmam Mesruk gibi niceleri vardır ki, bunlardan bazıları, her gece iki yüz rekât namaz kılmış –ihtimal “bast-ı zaman”a mazhariyetle– ve bu namazlarında Kur’ân’ı iki kere hatmetmişlerdir. Onlar, Kur’ân ile o denli bütünleşmişlerdi ki, insanüstü bir hâl aldıkları söylenebilirdi. Onlar âdeta Kur’ânîleşmişlerdi. Allah (celle celâluhu), Habibi’ni bir âyetin diliyle şöyle konuşturur: “Bana Müslümanlardan olmam emredildi. Ve bana Kur’ân okumam emredildi.”[7] Evet, onlar, Resûlullah’ı çok iyi anlamışlardı.
Aslında hakikî mânâda Müslüman olmakla Kur’ân okumak arasında çok ciddî bir münasebet var; evet, bu husus iki âyette ard arda zikredilmişti. Bu çok önemliydi. Aksine, Kur’ân okuma, bazı insanların yaptığı gibi onu sadece kaba bir tilâvetle yerine getirme değildi. Kur’ân okuma, onu hayata hayat kılarak, onunla şekillenme, mücessem bir Kur’ân hâline gelme idi.. tıpkı Allah Resûlü gibi…
Bu sebepledir ki, Hz. Âişe Validemiz, Efendimiz’i anlatırken, “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”[8] buyurmaktadır. Yani O kendisini, yaşayan bir Kur’ân hâline getirmişti. İşte böyle bir Kur’ân okumaydı ki, okuyanları dünyada zirvelerde dolaştırıyor, ötede de onlara Firdevsler vaadediyordu. Ruhuna inilmeden, içe sindirilmeden okunan Kur’ân’ın ise, bu çeşit mazhariyetlere vesile olması söz konusu değildir.
Âyette anlatılan hakikat ile bir anlamda sanki “Vaz’ı hâs, mevzuun leh âm” şöyle deniyordu: “Gel gerçekten Müslüman ol, ‘silm ü selâm atmosferi’ne gir; emirlerim karşısında gassalin elindeki meyyit tavrını al, arzularından sıyrıl, şahsî isteklerini arkaya at ve bende fâni ol!”
Farklı bir açılımla konuyu şöyle devam ettirebiliriz: İyi bir Müslüman olma, Kur’ân okumaya bağlıdır. Bir insan Kur’ân okuyor ve onun mânâsında derinleşiyorsa teslim olma yoluna girmiş sayılır. Kur’ân hakikatlerini anlama, kavrama için gayret gösteren, bir gün mutlaka onun hakikatine ulaşacaktır. Kur’ân hakikati ise Müslümanlığı tam duyup zevk etmenin en yanıltmaz yoludur.
Tirmizî’nin İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyurmaktadır; “İçinde Kur’ân’dan bir şey olmayan kimse, yıkılmaya yüz tutmuş ev gibidir.”[9] Efendimiz, latîf bir teşbih ve benzetme ile Kur’ânsızlığı anlatma sadedinde; içinde Kur’ân hakikatinden bir şey olmayan insan, harap bir ev gibidir diyor.
Nedir o Kur’ân’dan mahrum olmakla yıkılışa yüz tutmuş kimse/kimseler? O, bazen bir insandır, bazen bir ailedir, bazen bir cemiyettir, bazen de bir devlettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü mutlak mânâda söylemiştir. Evet, eğer insanların şahsî hayatında Kur’ân’ın vaadettiği ruh, mânâ ve ledünniyât yok ve ferdin hayatı Kur’ân ölçülerine göre ayarlanmamışsa, o hayat Kur’ân’a uygun yaşanmıyorsa ve neticede yuvada Kur’ân ruhu hâkim değilse herkes ve her şey harap bir ev gibidir. Öyle insanlar, öyle aileler, öyle toplumlar ve öyle idareler, bir gün mutlaka şeytanın ve şeytanlaşmış insanların çelme ve oyunlarıyla yıkılıp giderler. Hele öyle yığınlar rezil ve zelil yaşamaktan, başkalarına el açıp dilencilik yapmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar.
Siz, Allah Resûlü’nün bu sözüne tutunun ve dört asırdan beri hırpaniliğe yüz tutmuş bir milyarı aşan İslâm âleminin perişanlığını, tutarsızlığını, değersiz hâle gelişini, bu mülâhazaların ışığı altında görmeye ve tahlil etmeye çalışın. Bu vesile ile Kur’ân’a yönelmenin önemini bir kez daha hatırlamaya çalışın. Evet, bu kâinat, Kur’ân ruhuyla kâim ve onun hatırına ayakta…
Kur’ân, kâinatın hem ruhu hem de hayatıdır. O bütün bütün kâinatı terk ettiğinde her hâlde kâinat da yıkılıp gidecektir. İşte bu hususa işaretle Allah Resûlü, “Kur’ân, Allah’a göklerden, yerden ve bunların içindekilerden daha sevgilidir.”[10] buyurmaktadır. O sevgili Kur’ân hatırınadır ki, gökler ve yer ayakta durmaktadır. Kur’ân olmadığı zaman onlar da olmayacaktır. “Beyin Mimarı” zatın teşbihi ile Kur’ân, dünyanın beynidir. Ondan mahrum kaldığında dünya divane olup başını bir gezegene çarpacak ve kıyameti koparacaktır.[11]
Bu itibarla biz, Kur’ân’ı Nebiler Sultanı’nın ufku açısından anlamaya çalışma durumundayız. Aksine onu sadece dille seslendirmenin insana bu şuur ve derinliği vermeyeceği açıktır. Ancak Kur’ân’da derinleşenlerdir ki, kendi içlerinde de derinleşir ve Kur’ân’la kendileri arasında münasebet kurmaya muvaffak olabilirler. Her şeyden evvel Kur’ân’da Allah, bize bizi anlatıyor; kâinatı anlatıyor ve tabiî O (celle celâluhu) kitabında bize Kendini anlatıyor. Öyle ise, Allah, kâinat ve insan arasındaki irtibat ancak Kur’ân ile anlaşılır ve bu yüce hakikat ancak Kur’ân ile yakalanır.
Sen mahluksun, O ise Hâlık’tır. Kâinatı bir kitap, seni de o kitaba fihrist olarak hazırlayan O’dur. Seni okuyan, kâinatı anlar ve kâinatı okumayı becerebilenler de senin mahiyetini idrak eder. Dikkat etsen, bunun böyle olduğunu Kur’ân’da görebilirsin. Ancak aynı maksatla içine döndüğün, ruhunda ve ledünniyatında derinleştiğin zaman, oralarda da aynı hakikatin mevcudiyetini duyup hissedebilirsin. Ve işte o vakit daha iyi anlarsın ki, insan ve Kur’ân aynı hakikatin iki ayrı yüzünden ibaretmiş.. ve insan tıpkı bir saat gibi içindeki akrebi, yelkovanı ve değişik çarkları ile hep aynı hakikat istikametinde hareket etmektedir. Öyle ki içindeki çarkların bazısı sağa, bazısı sola doğru dönmektedir, ama hepsi aynı hakikati göstermekte, daha doğrusu aynı hakikat için hareket etmektedir. Parça parça mütalaaya alınca görünen o bir tek hakikatin çeşitli yönleridir. Esasen tek bir hakikat vardır, o da zaman parçalarının işaretlenmesi.
İşte insan, kâinat ve Kur’ân da aynı hakikatin böyle ayrı ayrı yönlerinden ibarettir. Bir yönüyle hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayna olmaktadır. Ahsen-i takvîme mazhar insan O’nun “Kudret” ve “İrade”sinin; “Ahsen-i Kelâm” olan Kur’ân da “Kelâm” sıfatının eseridir.
Kâinatta da Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismi cilvelenmektedir. Bütün bunları bir tek hakikate bağlamadan ne insanı ne kâinatı ne de Kur’ân’ı anlamak mümkündür. Onun içindir ki, büyük veli Muhyiddin İbn Arabî, “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.”[12] der. Bu söz, Esmâ-i İlâhiyeye vâkıf olmanın oldukça tonlu bir ifadesidir. Öyle ki, Rab ve insan arasındaki nisbet ve irtibat ancak bu kadar veciz ifade edilebilir. Cenâb-ı Hak ile insan arasında bir nisbet mevcuttur. Nefsin (insan) ifade ettiği mânâlarda Rabbi ifade eden şeyleri bulmak mümkündür.
Aynı gerçeği Kur’ân için de söyleyebiliriz. Ancak bu nisbet ve irtibat, hiçbir zaman felsefecilerin dediği gibi bir teşebbüh, tecessüm, tecessüd, hulûl, ittihad mahiyetinde değildir. Ne insan Cenâb-ı Hakk’a ne de Cenâb-ı Hak insana veya herhangi bir mahluka benzer. Bunlar bazı felsefecilerin sapıttığı noktalardır. Belki arada, bir Hâlık-mahluk (Yaratan-yaratılmış), bir tecellî-mazhar münasebeti vardır. Bu münasebeti felsefecilerin anlayışıyla yorumlamak sadece bir iddia ve Kur’ân bilgilerine vâkıf olmayışın neticesidir.
Kur’ân’da derinleşen insan, orada anlatılan önemli bir objenin de kendisi olduğunu hemen anlar. Anlar ve şöyle düşünür: İhtimal kâinatta münteşir hakikat, yine insanın içindeki bir çekirdekten yayılıp dal budak salmış bir inkişaftan ibarettir. Öyle ise, insanın âfâkta dolaşması enfüse bağlı götürülmelidir. Evet, insan biraz dikkat ettiğinde, aranan her şeyin onun öz benliğinde mevcut olduğunu müşâhede edecektir. O bulunduğunda, onda mütecellî olan “Rab” de bulunmuş olacaktır. “Mâverâdan bekliyorken bir haber/ Perde kalktı öyle gördüm ben beni.” diyen Hak dostu, bu hakikati cidden iyi kavramıştır.
Ne var ki bütün bunları anlama, kavrama, şuur hâline getirme ve bu hakikatleri Kur’ân’dan çıkarma, kat’iyen onun özüne inmeden okumakla elde edilebilecek türden bir şey değildir.
Gırtlaktan aşağıya inmeden okunan Kur’ân’ı Allah Resûlü şöyle eleştirir: “Bir zaman gelecek, Kur’ân okuyacaklar, fakat Kur’ân, gırtlaklarından aşağıya inmeyecek. Onlar, okun avı delip avdan öteye çıktığı gibi dinden çıkacaklar.”[13]
Kur’ân’ın gırtlaktan aşağıya inmeyişinin mânâsı şu olsa gerek: Kur’ân, hayata hayat olmayacak. Fert, aile, toplum ve idare Kur’ânî ölçülerden uzaklaşacak.. ve daha kötüsü de, herkes içinde bulunduğu durum itibarıyla kendisini bu ölçülere uymaktan müstağni görecek. Onu okuyanlar bile başkasına okuyacak.. nasihatlar başkasına yapılacak…
Evet, bütün bunlar olmuştur ve olmaktadır.. ve bu, öyle bir belâdır ki, ona maruz kalan –muhalfarz– melek de olsa kendini kurtaramaz.. kurtaramaz ve Firavun’un akıbetine maruz kalır. Sonra bin mürşid, bin nâsih gelse de onu bu akıbetten kurtaramaz. Nedir bu belâ? Hangi musibettir bu musibet? Nedir insanı bu derekeye düşüren şey?
Bu, bir insanın kendini olduğundan başka görme hastalığıdır: Ermemiştir ama, kendini ermiş zanneder; görmemiştir, bilmemiştir, Kur’ân’da derinleşememiştir ama, kendini hep zirvelerde tahayyül eder. Değişik bir ifade ile böyle biri kendini görmüş, bilmiş, ermiş ve derinleşmiş kabul eder. Aslında sığdır, sathîdir (yüzeyseldir) bütün görüşleri. Ne var ki o, kendini bir umman şeklinde görme ve gösterme peşindedir. Veya hakikaten kendini öyle kabul etmektedir.!
Oysaki her insan kendini, zatı itibarıyla bir “hiç olduğu”na inandırmalıdır ki, –Kur’ân ahlâkı da bunu gerektirir– hiçliğin sevkiyle her şey olana yönelsin. Bu konuda esas olan da bunu diliyle söylemek değil, vicdanına kabul ettirmektir ve bu, büyüklerin yoludur. Evet, dünden bugüne ahlâkı Kur’ân olan yüzlerce, binlerce seçkin insan bu mevzuda nice örnek tavırlar sergilemişlerdir. İşte onlardan biri olan Çorum’daki hak dostu: “Beni, Amr b. Ma’dikerib’in ayaklarının dibine defnedin!” diyor. Evet, bugün onun kabri, Amr b. Ma’dikerib’in ayakları altında bulunmaktadır.. ve mezar taşında da, “Köpekleri de girişte ön ayaklarını uzatmış vaziyettedir.”[14] mealindeki âyet yazılıdır.
Bir dönemde sahabenin büyük ekseriyeti, cihad vesilesiyle dünyanın dört bir yanına dağılmış.. ve bunlardan birçoğu da bir daha geriye dönmemişti; dönmemiş, ya bir savaşta şehit düşmüş ya ecel onu gurbette yakalamış ya da başka bir sebeple gittiği yerde meçhullere karışmıştı. Daha sonra da bulundukları yerlerin mânevî dinamikleri gibi vazifelerini sürdürdükleri görülmüş ve tespit edilmiştir. İşte bu sahabilerden biri de Amr b. Ma’dikerib’dir (radıyallahu anh).
O, sahabenin ileri gelenlerinden biri değildi. Hayatında, beş kişilik bir müfrezeye bile kumanda etmemişti. İhtimal bu sahada ciddî bir liyakati yoktu. Ama bir nefer olarak üzerine düşeni hakkıyla eda edenlerdendi. Güçlü, kuvvetli ve gözü pek bir yiğitti. Harp meydanlarında bir kasırga gibi eser ve düşmanı târumar ederdi. Büyük ihtimalle, İstanbul’un fethi için yola çıkmıştı. Fakat Çorum dolaylarında vefat etti… Sonra da oraya defnedildi. Bugün hâlâ kabri ziyaret edilenlerdendir.
Çorum’da yetişmiş büyük veli de sahabenin büyüklüğünü idrak edenlerden biri. Onun için de o vasiyetinde, Amr b. Ma’dikerib’in ayakucuna defnedilme tavsiyesinde bulunmuştu. Mezar taşına yazdırdığı âyet de oldukça mânidardır. Ashab-ı Kehf’in köpeklerinin durumu anlatılan bu âyette, “Köpekleri de eşikte, ön ayaklarını uzatmış vaziyettedir.”[15] denilmektedir.
Veli zatın zihninde çizdiği bu tablo oldukça düşündürücüdür. O, bir başka yerde defnedilme yerine, sahabenin, hem de en arka saflarda bulunan (ama sahabi olan) Amr b. Ma’dikerib’in ayakucunda gömülüp yatmayı yeğlemiştir. Bu, Kur’ân ahlâkıyla bütünleşmiş insanların tevazu ve mahviyeti adına nasıl enginleşebileceklerinin en çarpıcı örneklerinden biridir ki, bu tür örnekler de, ancak Kur’ân’la bütünleşmiş insanlarda görülebilirdi.
Nebilerden sonra bizim için uyulması gereken en önemli insanlar sahabe efendilerimizdir. Çünkü onlar, oturan-kalkan, gezen-uyuyan canlı birer Kur’ân gibiydiler. Onların her hâl, her tavır ve her davranışlarında Kur’ân nümâyândı. Her biri tepeden tırnağa âdeta Kur’ân olmuştu.
Evet, onların her hâlleri Kur’ân’dı. Onlar ve onlardan sonra gelen tâbiûn hazerâtı, gönül ve kafalarını o denli Kur’ân’a vermişlerdi ki, hayatları da bütünüyle Kur’ân’ın temsilinden ibaret olmuştu.. öyle ki, o aydınlık çağda ümmî hiçbir insan kalmamıştı da sabanın kuyruğundan tutup çiftçilik yapan kimseler dahi, Kur’ân’a ait hükümleri çok rahatlıkla münakaşa edebiliyor ve normal sohbetlerinde bile ilmî en derin meselelerin müzakeresini yapabiliyorlardı.
Bütün bunlar yirmi-otuz sene gibi kısa bir zaman içinde gerçekleşmişti. Evet, atına eyer, ayağına çarık bulamayan bedevi bir millet, Kur’ân sayesinde, medeni milletlerin mürşid ve muallimi hâline gelmişti. Onlar başka değil, Kur’ân’la insanlığın sultanı olmuşlardı. Hâlbuki daha önce, başkalarının kulu kölesi olarak yaşıyorlardı ve sürüm sürüm idiler.
Evet, kim Allah’ın Kitabı’na sarılırsa Allah onu yüceltir ve aziz eder; zira o “Hablü’l-metin”in bir ucu Allah’ın elindedir.[16] Ona tutunan hep yükselir. Ondan elini gevşeten de zelil ve derbeder olur.
Allah sevgisi ve Resûlullah muhabbetinin en belirgin özelliği, Kur’ân sevgisidir. Kim Kur’ân’ı seviyorsa, Allah ve Resûlü’nü de seviyor demektir. Durum aksi olunca, neticenin de aksine zuhur edeceği açıktır. Allah ve Resûlü’nü seven, aynı zamanda Allah ve Resûlü tarafından da sevilir. Öyle ise, kim böyle sevilmeyi istiyor ve arzu ediyorsa, mutlaka Kur’ân’ı sevmelidir. Bu hususa işaret sadedinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim, Allah ve Resûlü’nü sevdiğini öğrenmek istiyorsa baksın, eğer Kur’ân’ı seviyorsa, o, Allah ve Resûlü’nü seviyor demektir…”[17]
Bu hadis-i şeriften mülhem, şöyle bir mânâ çıkarmak da mümkün olur: “Kim Allah ve Resûlü’nü sevmek istiyorsa, baksın, eğer Kur’ân’ı seviyorsa, Allah ve Resûlü’nü de seviyor demektir…”
Hangi mânâyı düşünürsek düşünelim, netice değişmez. Hem Allah ve Resûlü tarafından sevilmek hem de onları seviyor olmak, ancak Kur’ân sevgisiyle mümkündür. Zaten hakikî mânâda Kur’ân’ı sevmeyen bir mü’min de düşünülemez.
Kişi, Kur’ân okuyup okumamasına göre ayrı ayrı değer hükümlerine tâbi tutulur… Ve mü’min de münafık da, böyle bir kriterle birbirinden ayrılır. Efendimiz, bu hususu da şöyle bir temsille ifade buyururlar: “Kur’ân okuyan mü’minin misali turunçgillerden bir meyveye benzer; tadı da güzeldir kokusu da. Kur’ân okumayan mü’minin misali de hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir. Kur’ân okuyan münafığın misali, kokusu güzel fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur’ân okumayan münafığın misali de, kokusu bulunmayan, tadı da acı olan Ebû Cehil karpuzu gibidir.”[18]
Allah Resûlü, Kur’ân okuyan mü’mini, turunca benzetiyor. Bu, iman ve amel bütünlüğünü, tatma ve tattırma, duyma ve başkalarına da duyurma gibi pek çok mülâhazaları içine alacak bir benzetmedir. Zaten, Kur’ân’dan uzak kalan kimse, bilerek veya bilmeyerek Allah’tan da uzaklaşmış sayılır. Çünkü Kur’ân, insanı Allah’la irtibatlandıran en sağlam iptir; ona sımsıkı tutunan Allah’a yakın olur; ellerini gevşeten de uzaklaşır.
“Kokusu da hoştur, tadı da hoştur.” Onu tadan iyi bir şey tatmış ve faydalı bir şey yapmış sayılır. Kokusuyla da başkalarının arzu ve iştihalarını tetiklemiş olur.
Evet, Kur’ân tekrar tekrar okundukça, gönüllerde bir nur, bir feyiz ve bereket bırakır. Onun içindir ki Allah Resûlü bazen bir âyeti defalarca okur ve tekrar ederdi.[19]
Hadis diye rivayet edilen bir sözde, bir gün O’nun bu hâlini müşâhede eden sahabi sebebini sorduğunda şu cevabı almıştı: “O âyette derinleşerek Cenâb-ı Hak’tan şefaat edebilmem için fırsat istedim. O da bana ümmetime şefaat etme fırsatı bahşetti.”
Abbâd b. Hamza anlatıyor: Hz. Ebû Bekir’in kızı, ninem Hz. Esmâ’ya (radıyallâhu anhâ) uğramıştım; Tûr sûresini okuyordu. فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ [20] âyetine geldiğinde durdu. Âyeti tekrar tekrar okuyor, Allah’a sığınıp dua ediyordu. Devam edeceğini anlayınca kalkıp çarşıya çıktım. Döndüğümde baktım, hâlâ aynı âyeti okuyor ve ağlıyordu.[21]
Evet, Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ, Kur’ân’da derinleşiyor ve sinesiyle onun derinliklerine açılıyordu da bir daha geriye dönmeyi düşünmüyordu. O ki, Kur’ân’da en çok derinleşenlerden biri olan Hz. Ebû Bekir’in kızıydı.. o, Kur’ân sevgisini ve Kur’ân’a bağlılığını işte böyle temsil etmeliydi!..
Sahabe, tâbiûn ve onları takip edenler, her şeyi Kur’ân’da görüyor ve her şeyi onda bulmanın mümkün olduğuna inanıyorlardı. Elbette bütünüyle Kur’ân’a yabancı olanlar, benim bu ifadelerimi abartılı bulacak ve yadırgayacaklardır ama bu, onların kendi meseleleridir. Böylelerinin, yabancı ve yabani oldukları bir konuda yanlış değer hükümlerine varmaları gayet normaldir.
Ben şahsen Kur’ân’a, ilâhî kelâmın, beşer idraki gözetilerek şuur hâlinde kristalleşmiş şekli diye bakıyorum.. ve onu, her hâlimizi bilen canlı bir varlık olarak değerlendiriyorum. Bunu söylerken de, Efendimiz’in, “Kur’ân, ahirette insanların lehinde veya aleyhinde şehadet edecektir.”[22] nurlu beyanına dayanıyorum. Hâlimiz, kim bilir onu ne kadar üzüyor ve rencide ediyordur. Evet, ona uygun bir hayat yaşayamayışımız, mutlaka onu hüzne boğuyordur. Yine de ümidimiz var ki, o, az dahi olsa kendisine sahip çıkanlara mutlaka ötede arkadaşlık edecektir.
Evet, Kur’ân’a işte böyle bir idrak ufkundan bakmamız gerekmektedir. Ancak o zamandır ki, Kur’ân’ın, hayat bahşeden bir kitap olduğu anlaşılacaktır. Aslında o, sadece okunup dinlenmek, cenazelerin arkasından tilâvet edilmek üzere nazil olmamıştır; o, hayata hayat olmak, cansız cesetlere can üflemek için inmiştir. Farklı bir ifade ile o, yerdekileri ruhanîlik semasına yükseltsin diye gönderilmiştir. Bu itibarla o, zâhiri, bâtını, iç derinliği ve öteye bakan enginliği nazara alınarak okunmalıdır ki özündeki lâhûtîlik tam duyulabilsin.
İşte bu okuyuştur ki, insanın Rabbisiyle konuşması sayılmıştır. Bu hususu teyit eden bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: “Kim Rabbisiyle konuşmak istiyorsa Kur’ân okusun.”[23]
Evet, Kur’ân, insanın Allah’la, Allah’ın (celle celâluhu) da insanla konuşmasıdır. Derecesi bu seviyeye yükselenler Kur’ân okurken öyle bir ruh hâletine girerler ki, bir daha da o ledünnîlikten ayrılmayı düşünmezler.
Bu hâl, Kur’ân’ı Allah’tan dinliyor gibi dinleme neticesinde insan vicdanını tesir altına alan bir keyfiyettir ki, tatmayanın bilmesi mümkün değildir. İsterseniz buna, “Kur’ân’ı tedebbür etme” de diyebilirsiniz.
Kur’ân, hitap alanı itibarıyla Allah Resûlü’ne kâfi geliyordu. Bu yüzden de O, başka şeye müracaatı zait ve fazla görüyordu. Kendisi başka şeye müracaat etmediği gibi, çok defa ashabını da böyle bir şeyden men ediyordu.
Hatta Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) İbranice öğrenmek istediğini duyunca, sebebini sormuş, “Tevrat”ı anlamak istediği cevabını alınca da, kaşlarını çatarak: “Kur’ân ve ben size yeterim!” buyurmuşlardı. Bir başka defasında da, “Musa (aleyhisselâm) dahi gelse, bana tâbi olmaktan başka yapacağı iş yoktur.”[24] buyurmamışlar mıydı?
Evet, herkes Kur’ân’a tâbi olacak. Zira o, her derde dermandır. Çünkü onda kâinatın, insanın ve en büyük hakikatlerin ruh ve mânâları vardır. Hak, onda tecellî etmiştir.
Cafer-i Sâdık Hazretleri ne doğru söyler: “Allah, yarattıklarına kelâmıyla tecellî etmiştir. Fakat onlar görmüyorlar.”[25]
Hâlbuki az bir göz kesilip o ilâhî kelâma bakabilseler, onda Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiğini göreceklerdir. Elbette bu tecellî ne cevherdir ne arazdır ne de cisimdir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, kelâmında keyfiyetten, kemmiyetten müberra olarak tecellî etmesidir.
İnsan bunları, ancak, “tedebbür”le anlar; ve bu sayede illet ve mâlûl arasındaki münasebetleri de mülâhazaya alarak nelere ulaşır nelere! Evet, Kur’ân’ı baştan sona, sürekli düşüne düşüne ve beynini zonklata zonklata okuyanlardır ki onun ruhuna nüfuz edebilirler. Aslında Kur’ân akıl ve muhakemelere hitap eder. Bu itibarla da onu ancak akıl sahipleri tam anlar.. ve muhâkeme erbabı da derinliklerine nüfuz edebilir.
Ona, işte bu zaviyeden yaklaşan nice büyük dehâlar, edipler, şairler onun karşısında serfürû etmiş ve nice devâsâ kametler ona teslim ve talebe olmuşlardır.
Kur’ân, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve emsali nadide insanları inkıyat ettirdiği gibi, devrinin en büyük şairleri olan Lebid’i, Hansâ’yı ve daha sonraki dönemlerde de Mevlâna’dan Câmi’ye, Hafız’dan Enverî’ye yüzlerce söz sultanını teslim almıştır. Dahası Sir James Jeans, onun sadece bir âyetini duyunca ayağa fırlamış ve Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağını haykırmıştır. Batılı ilim adamlarının Kur’ân hakkındaki itirafları mücelletlere sığmayacak kadar çoktur.
Bunların her biri, ayrı bir eserde Kur’ân’ın mucizeliğini ve büyüklüğünü dile getirmiştir. Arap diline vâkıf ve bu dilin üstadları Abdülkâhir Cürcânî, Sekkâkî ve Zemahşerî gibi insanlar, Kur’ân’a talebe olmayı hayatlarının en büyük gayesi bilmişlerdir. Zira Kur’ân, onların bütün duygu, düşünce ve karihalarını tatmin etmiş ve onları teslim almıştır. Ondan sonra da bu zatlar başka şeye müracaata ihtiyaç duymamışlardır. Lebid’le Hz. Ömer arasında cereyan eden şu vak’a ne kadar çarpıcı ve ibret vericidir:
Lebid, Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde İran’da bulunmaktadır. Halife Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkâs aracılığı ile ona bir mektup gönderir ve Lebid’in bir şiir yazmasını rica eder. Lebid, hangi dönemine ait şiir istenildiğini sorar. Gelen cevapta, “Müslüman olduktan sonraki döneme ait ” denilir. Bunun üzerine Lebid, gelen mektubun arkasını çevirir ve Hz. Ömer’e şu cevabı yazar: “Yâ Ömer, ben İslâm’a girdikten sonra hiç şiir yazmadım. Zira önümde Kur’ân gibi bir kelâmı tetkikle meşgulüm. Şu sırada Bakara sûresini tetkik ediyorum. Ve sana onun son âyetlerini yazıp gönderiyorum…”
Lebid daha sonra Bakara sûresinin son üç âyetini yazar ve Halife’ye gönderir. Gelen cevap, Hz. Ömer’i cidden çok memnun eder.[26]
Evet, Lebid’in bu şekildeki davranışı onu sevindirmiştir. Dr. Morrison’un da ifade ettiği gibi, bütün lügatler Arapça’ya, Arapça da Kur’ân’a borçludur. Öyle ise denebilir ki, yeryüzünde konuşulan bütün dillere disiplin ve kural açısından Kur’ân’ın bir katkısı söz konusudur. Esasen bu, filologlarca tetkik edilmesi gereken önemli bir mevzudur. İhtisas sahamıza girmediği için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz. Şu kadar var ki, Morrison’un bu sözü, Kur’ân’ın her şeyi aştığını ifade bakımından üzerinde durulmaya değer.
İnsanlar eğer düşünebilselerdi, Kur’ân karşısında heybetten tüyleri diken diken olacak ve bu mehâbet, onların gönül dünyalarını bahar yamaçlarına çevirecekti. Heyhât ki, günümüz nesillerinin pek çoğu böyle bir düşünceden fersah fersah uzak. Ama her zaman bir kısım düşünen akıl sahipleri ve gönül erleri de olmuştur ki, Cenâb-ı Hak, onların Kur’ân karşısındaki durumlarını şöyle resmeder ve onları bize birer örnek olarak sunar: “Allah, sözün en güzelini, ikişerli, birbirine benzer bir kitap hâlinde indirdi. Rabbilerinden korkanların ondan derileri ürperir (tüyleri diken diken olur.) Sonra ciltleri ve kalbleri Allah’ın zikrine karşı yumuşar (iç ve dış bütünlüğüne ererler). İşte bu, Allah’ın onlara hidayetidir. Onunla dilediklerini hidayete erdirir. Ama Allah kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz.”[27]
Evet, Kur’ân, bir hidayet kaynağıdır. Kim hangi sahada doğruyu bulmak istiyorsa, mutlaka Kur’ân’a müracaat etmeli ve gideceği yola onun rehberliğinde gitmelidir. Bu da, yine devamlı surette Kur’ân’la bütünleşmeyi, onu “tedebbür” ile okumayı ve dinlemeyi gerektirmektedir.
Efendimiz, hem Kur’ân okumaya hem de okunan Kur’ân’ı dinlemeye çok hassasiyet gösterirlerdi. Hatta sürekli hem hâliyle hem de diliyle Kur’ân okumaya teşvik ederlerdi. Öyle ki, O’nun en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir, daha Mekke döneminde, hem de Mekke’den sürgün edilmesi pahasına Kur’ân okumaktan vazgeçmemiş, evinin önündeki cumbada okuduğu Kur’ân’la nice katı kalbleri yumuşatarak, Mekke atmosferinin de İslâm adına yumuşamasına sebep olmuştu… Onun okuduğu Kur’ân’ı dinlemek için, genç-ihtiyar, kadın-erkek evinin önünde toplanır ve saatlerce Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) okuduğu Kur’ân’ı dinlerlerdi…[28]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sahabenin Kur’ân okuyuşlarını takdirle karşılar ve onlardan Kur’ân öğrenilmesini tavsiye ederlerdi. İbn Mesud (radıyallâhu anh) da bu sahabilerden biriydi. Allah Resûlü, bir defasında ondan bizzat Kur’ân dinlemeyi arzu buyurmuş ve ona “Bana Kur’ân oku!” demişti… İbn Mesud hayret ve heyecanla: “Yâ Resûlallah, Kur’ân size iniyor, ben sizin huzurunuzda nasıl Kur’ân okurum?” demiş; ancak Efendimiz, “Ben, başkasından Kur’ân dinlemeyi severim.” buyurarak talebini tekrar etmişti. Bunun üzerine de İbn Mesud (radıyallâhu anh), O’nun huzurunda Nisâ sûresini okumaya başladı ki, vak’anın gerisini isterseniz kendinden dinleyelim: “Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (hâlleri) nice olur!”[29] mealindeki âyete gelince, Allah Resûlü, “Yeter, yeter!” dedi. Ben okumayı bıraktım. Baktım ki Allah Resûlü’nün gözleri dopdolu ve gözyaşları çağlıyor [30]
Evet, Allah Resûlü, Kur’ân okunurken hep haşyetle ürperirdi. Onun için de dayanamamış ve İbn Mesud’a “Yeter, yeter!” demişti. Kim bilir belki de o anda kalbi tahammül edemez bir hâle gelmişti. Zira Allah’tan en çok korkan O idi. Kur’ân’ın mânâsını en iyi bilen de yine O’ydu. Eğer O’nun tahammül gücü de sıradan bir insanın seviyesinde olsaydı, bu korku ve haşyetle O, buna tahammül edemez ve Hakk’a yürürdü. Ama Allah (celle celâluhu) O’na ayrı bir güç ve ayrı bir kuvvet vermişti. Onun için de onca duyarlılığına rağmen Kur’ân okumaya, dinlemeye tahammül edebiliyor ve durmadan sürekli onunla meşgul oluyordu.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah Resûlü örnek alınacak müstesna bir insandı. O’nun Kur’ân’a olan düşkünlük ve bağlılığı bize öğretici bir ders olmalıdır. Biz de vaktimizin belli bir bölümünü Kur’ân okumaya ve onu tefsir edip anlatan eserleri tetkike ayırarak, onun nurundan istifadeye çalışmalıyız. Böyle yaparsak Kur’ân da bize sahip çıkar. Bu vesile ile hem dünyamız hem de ahiretimiz mâmur olur.
[1] Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 1/94.
[2] “Allah, bir beşerle ya (mânâyı onun kalbine doğrudan atma şeklinde) vahiyde bulunma, ya bir perde arkasından ona hitap etme, ya da dilediğini ona vahiy yoluyla iletecek bir elçi (melek) gönderme dışında hiçbir şekilde konuşmaz.”
[3] Seyyidinâ Hz. Musa’ya gönderilen levhalarla ilgili ise farklı görüşler vardır. Bunlardan birine göre Cebrail’in (aleyhisselâm) zümrüt, zebercet veya yakut levhalar şekline getirdiği, ikincisi ise Hz. Musa’nın ağaç parçalarına işlediği mahiyettedir. (Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 9/66; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 2/149).
[4] Bakara sûresi, 2/255.
[5] Buhârî, ilim 44, enbiyâ 27, tefsîru sûre (18) 2; Müslim, fezâil 170.
[6] Bkz.: En’âm sûresi, 6/59.
[7] Neml sûresi, 27/91-92.
[8] Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu’ 26.
[9] Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 18; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.
[10] Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 6; ed-Deylemî, el-Müsned 3/230.
[11] Bediüzzaman, Sözler s.117 (Onuncu Söz, Zeylin ikinci parçası), Lem’alar s.417 (Otuzuncu Lem’a).
[12] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.
[13] Buhârî, enbiyâ 6, meğâzî 61, fezâilü’l-Kur’ân 36; Müslim, zekât 142-144.
[14] Kehf sûresi, 18/18.
[15] Kehf sûresi, 18/18.
[16] Bkz.: Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 14; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.
[17] Abd İbn Humeyd, el-Müsned 1/333; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/132.
[18] Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 17, 26, et’ime 30, tevhîd 57; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 37.
[19] İbn Mâce, ikâmet 179; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/170, 177.
[20] “Allah bize lütfetti ve bizi o kavurucu, deriden içeriye işleyen ateşin azabından korudu.” (Tûr sûresi, 52/27).
[21] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 2/25; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/55.
[22] Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 85; Nesâî, zekât 1.
[23] Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 7/239; ed-Deylemî, el-Müsned 1/302.
[24] Dârimî, mukaddime 39.
[25] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân 1/452.
[26] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675.
[27] Zümer sûresi, 39/23.
[28] Buhârî, salât 86, kefâlet 4, menakıbü’l-ensâr 45; Abdurrezzak, el-Musannef 5/386.
[29] Nisâ sûresi, 4/41.
[30] Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 33, 35; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 247-248.
Kur'an'ın ifade üstünlüğü (Belâğatı)
Kur’ân, Allah kelâmıdır. Bu itibarla da o, hiçbir beşer sözüne benzemez. Onun kendine mahsus bir ifade tarzı ve üslûbu vardır. Ele aldığı konuları anlatmada, onu bir başka söze kıyas etmek imkânsızdır. Zira Kur’ân, her türlü mukayeseden mukaddes ve müberrâdır.
Kur’ân, insanın ruhî yapısına dair meseleleri dile getirdiği zaman, insan kevser içiyormuş gibi bir haz duyar. Sanki ruh-u Kur’ân onun alyuvarlarına, akyuvarlarına binmiş de damarlarındaki kanla beraber kalbine giriyor ve beyninin her fakültesine uğruyor gibi olur. Bu, Kur’ân’a mahsus bir tesirdir. Bu ölçüde bir tesiri başka kitaplarda bulmak da mümkün değildir.
Siz bir hatip düşünün, o ne kadar güçlü bir hatip de olsa, jest ve mimikleri, el-kol hareketleri, belli ölçüde de olsa onun sözüne, ağzından çıkan cümlelere kuvvet verir ve bir mânâda destek olur. Böyle bir hatibi gözünüz kapalı dinleseniz, anlattıklarının ancak yarısını anlarsınız. Zira onun sözlerine destek olan jestler, mimikler, el ve kol hareketleri ve bunların ağızdan çıkan sözlere ilave ettikleri mânâlar, sizin için artık kaybolmuştur. Bir de bu hatibin konuştuklarını yazıya dökün, artık onun belli nispette mânâya tesir eden ses tonu da kaybolmuştur. Dolayısıyla bu konuşmalar yazıya döküldüğünde mânâ adına bir kısım firelerle, seviye kaybı kaçınılmazdır. Hâlbuki Kur’ân, konuşurken bunun aksine olarak tamamen fâik bir tesir icra etmektedir. Evet, gözümüzü kapayıp onu dinlerken dahi, hayalimiz çok rahatlıkla onun imalarını, işaretlerini, canlı vurgularını duyuyor gibi oluruz. İfadeleri yazıya döküldüğünde dahi tesiri hiç geçmeyen bir derya gibi dalgalanır durur.
Bu, sadece Kur’ân’da var olan bir hususiyet ve fâikiyettir. Böyle olması da gayet normaldir. Zira o, Allah kelâmıdır. Onda konuşan, kâinatı, insanı ve bütün varlığı yaratan Allah’tır. Nasıl O’nun yaratması beşerin yaptıklarına benzemez, kelâmı da benzemez. Ancak onda bir tenezzül söz konusudur ki, o da ilâhî kelâmın, beşer idraki seviyesine göre bir tecellî dalga boyunda nüzûl demektir.
Belâgat, maksadı en veciz şekilde ve hiç karışıklığa meydan vermeden anlatma demektir. Hâlin gerektirdiği duruma uygun söz söyleme ve muhatabın durumunu nazara alma, belâgatin önde gelen şartları arasındadır.
İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, belâgati yönüyle Kur’ân, pırıl pırıl bir mucizedir ve hiçbir beşerin böylesine beliğ bir eser vücuda getirmesi mümkün değildir. İsterseniz bugüne kadar yazılmış bütün eserleri bir araya getirin, sonra onların yanına Kur’ân’ı getiriverin, göreceksiniz ki, bütün bu beliğ eserler, Kur’ân’ın belâgati karşısında, güneş görmüş ateş böceklerine dönecek, teker teker sönecek ve hiçbirinin, Kur’ân’ı duymuş, Kur’ân’a doymuş sinelere vereceği bir şey olmadığı görülecektir.
Evet, bülbül şakırken saksağan sesine yer yoktur. Gül bahçesinde insanı kendinden geçiren ve mest eden bülbül sesi nerede, dikenliklerde kulak tırmalayan saksağan sesi nerede! Hatta bu kıyas dahi, Allah kelâmıyla beşer sözlerini birbirine mukayese saygısızlığı ihtiva etmektedir. Zira aradaki fark, ölçü kabul etmeyecek derecededir. Fakat elimizden başka şey gelmediği için, meseleyi ancak bu seviyede müşahhaslaştırabiliyoruz. Şu kadar var ki, hangi benzetme ve teşbih unsurunu kullanırsak kullanalım, aradaki farkı ifadeden âciz kaldığımızı/kalacağımızı da baştan kabul ediyoruz.
Kur’ân’ın ifade üstünlüğünü ispat eden en açık ve vâzıh husus şudur (zannederim bunu okuma yazma bilmeyen, avamdan insanlar dahi çok rahatlıkla anlar ve tasdik ederler): Kur’ân, ümmî bir cemaat içinde nazil oldu ve kendini ifade etti. Evet, o cemaat ümmî idi; yani okuma-yazma bilmiyorlardı. Tarihlerini yazacak tarihçileri, vak’anüvisleri de yoktu. Dolayısıyla, tarihî hâdiselerin onların hafızalarına yerleşmesi için bir yola ihtiyaç vardı. Bu kestirme yol da şiirdi. Onun için toplum, şiire her şeyden çok daha fazla önem veriyor, en mühim tarihî vak’alarını şiirle tespit ediyor ve bunların nesilden nesile intikalini temine çalışıyorlardı.
Nasıl günümüzde politika ve işadamlığı revaçta ve herkes bir kısım meşhur işadamı ve politikacıları tanır.. tanır ve bazısı onlar gibi olmak ister. Aynen öyle de, şairler de o gün Arap Yarımadası’nda o şekilde tanınır ve örnek alınırlardı. Kabileler, kahramanlarından çok şairleri ile övünürlerdi. Bu sebeple de şiir her şeyin önünde teşvik görürdü. İnsanlar, daha çocuk denebilecek yaşta şiir söylemeye başlarlardı. Şiirle tanışmaları, gider beşik hayatına dayanırdı. Meseleyi, günümüzde umumîleşmiş ve herkesin bildiği bir üslûpla anlatacak olursak:
Nasıl ki, Hz. Musa zamanında sihir revaçta idi; Hz. Musa, elindeki âsâ ile sihrin ve sihirbazın karşısına çıktı ve onları aştı.. derken onunla sihirbazların düzeni bozuldu.. bozulmalıydı da, zira Hz. Musa hakkı temsil ediyordu ve Hak’tan teyit görüyordu. Yed-i beyzâ mucizesiyle ortalık nurlanıyor ve insanlar dalga dalga nurun etrafında halkalanıyordu.. ve derken bunlar karşısında bir gün Firavun dize geldi; geldi de yobazlığa başvurmaya başladı.
Evet, başka türlü mağlup edemediği Allah’ın nebisini artık kaba kuvvetle mağlup etmeye çalışıyordu. Her türlü saldırı ve tasallutu denedi. Derken bir gün kafasını gayretullah sûruna çarptı. Artık onun da sonu gelmişti ve yakarışları fayda vermeyecek, imanını ilan etmesi de kabul görmeyecekti. Kızıldeniz’de boğuldu. Bu, bir yönüyle Firavun’un sihirli dünyasının sulara gömülmesi demekti.. evet sihir, şimdi bütünüyle mağlup olmuştu.
Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise revaçta olan tıptı. Tabiplik oldukça ileri bir seviyedeydi. Söylendiğine göre Romalılar, o gün beyin ameliyatı bile yapıyorlardı. Bu, o günün insanlarına, bir bakıma ölmüş insana yeniden hayat vermek gibi harika görünüyordu. Onun için Hz. İsa (aleyhisselâm) Ruhullah olarak o günkü tıp ilminin ulaşabileceği zirvelerin çok ötesinde mucizeler gösteriyor; Allah’ın izniyle ölüleri diriltiyor, ölmüş ruhlara hayat üflediği gibi, bir kısım cansız cesetleri de Allah’ın izniyle hayata döndürüyordu.
Nebiler Sultanı devrinde ise, ifadelerdeki sihir, kelimelerdeki hayat mevzubahis idi. Bir söz, ölmüş heyecanlara hayat veriyor ve yığınları ayağa kaldırıyordu. İnsanlar, şiirdeki sihrin gücüyle âdeta büyüleniyorlardı.
Lebid, söz söylediği zaman gruplar, yerinde birbirine giriyor ve yerinde birbirine girmiş yığınlar hemen ayrılıp sulh oluyorlardı. A’şâ için altın yaldızlı, altın sırmalı kürsüler kuruluyordu. Kendisini bir sene bekleyen insanların karşısına çıkan şair, çok büyük bir tezahürat ve coşkuyla karşılanıyordu. Herkes kulak kesilip onu dinliyordu.. o zaman bu şiirler daha söylenirken ezberleniyordu…
İşte Kur’ân böyle bir devirde bu dönemin entelektüelinin karşısına çıktı.. bütün ediplere, şairlere ve bütün cin ve inse şöyle seslendi: “Eğer kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân)dan şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah’tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız– o hâlde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.”[1]
Evet, bu bir meydan okumaydı.. ve bu meydan okuyuş zaman ve mekânla sınırlı da değildi. Dünün insanı bu ifadelere muhatap olduğu gibi, bugünün insanı da ona muhataptır.. yarının insanı da muhatap olacaktır. Yine Mekke insanı buna muhatap olduğu gibi, dünyada yaşayan bütün insanlar da muhataptır ve muhatap olacaktır da. Ayrıca insanlar muhatap olduğu gibi cinler de muhataptır.
İşte, bu kadar geniş daireye Kur’ân meydan okuyor ve “Elinizden geliyorsa, Kur’ân gibi bir kitap da siz meydana getirin!” diyordu ve diyor. O hep böyle meydan okumuş, ama hiç kimse, hiçbir asırda, değil Kur’ân’ın bütününe, tek bir sûresine, hatta kısa bir âyetine dahi nazire getirememiştir. Sözleri sihir tesiri yapan nice edip ve şairler vardır ki, Kur’ân karşısında sadece susmuş ve tek kelime konuşamamışlardır.
Tarih şahittir ki, Kur’ân’a nazire yapılmamıştır. Zira eğer Kur’ân’a, (velev ki bir sûresine) nazire yapılmış olsaydı, mutlaka günümüze kadar gelecekti. Şu iki sebepten bu neticeye varıyoruz:
Birincisi: Mekke müşriklerinin Kur’ân’a nazire yapmaya olan şiddetli ihtiyaçları.
İkincisi: Kur’ân’ın meydan okuyuşu aleni, açık ve herkesi içine aldığından, böyle bir teşebbüs de mutlaka aleni ve herkesin gözü önünde olacaktı. Hâlbuki ne dost ne de düşman hiç kimse böyle bir şeye teşebbüs edememişti. Edenler de ancak maskara olmuş ve teşebbüsleri neticesiz kalmıştı. Şimdi isterseniz bu iki sebebi biraz daha açalım:
Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in risaletine en büyük delil ve şahit durumundadır. Hâlbuki bütün Mekke halkı, işin başında O’na karşı gelmiş, O’nun peygamberliğini inkâr etmiş ve O’na inanan insanlara yapmadık kötülük bırakmamışlardı. Eğer onlar, davalarında haklı olsalardı, canlarını, mallarını tehlikeye atarak Efendimiz’le mücadele etme yolunu seçmezlerdi. Aksine, Kur’ân’a getirecekleri küçük bir nazire, onları davalarında haklı çıkaracak ve Efendimiz de, dedikleri ve diyeceklerinden vazgeçecekti. Her şey bu kadar basitti. Oysaki böyle kolay bir yol dururken onlar, yolun en zorunu tercih etme durumunda kalmışlardı.
Bu tercih ise, akılları yetmediğinden değildi. Zira daha sonra aynı şahıslar dünyayı idare ettiler. Medeni milletlere imam ve muallim oldular. Öyle ise, onlara bu zor yolu tercih ettiren neydi? Niçin canlarını, mallarını ve bütün varlıklarını ortaya döküp, Allah Resûlü’nün karşısına ordularla çıkma lüzumunu duydular? Cevap gayet net ve kesindir. Câhız’ın dediği gibi: Mücadele-i bi’l-hurûf (harflerle harbetme) mümkün olmadığından muharebe-i bi’s-süyûfa (kılıçlarla harbe) mecbur kalmışlardı.[2]
Büyük dil ustası Câhız’a ait bu tespit, cidden harikadır. Eğer Mekke müşrikleri, harflerle mücadeleye güç yetirebilselerdi, kat’iyen can, mal ve evlatlarını gözden çıkaracak bir yola girmeyeceklerdi. Hâlbuki Kur’ân, onları münazaraya davet ederken, sadece dünyalarını değil, ahiretlerini de tehdit ediyordu. Böyle bir tehdidi kabullenme ancak âcizlik ve çaresizlik olabilirdi. Demek ki, onların Kur’ân’a nazire yapmaya takat ve mecalleri yoktu…
Diyelim ki, böyle bir teşebbüs oldu ve Kur’ân’a nazire yapıldı. O zaman da bütün tarihlerin, bu hâdiseden bahsetmeleri gerekmez miydi? Hâlbuki bir-iki teşebbüsten başka bu mevzuda tarihin kaydettiği hiçbir hâdise söz konusu değildir. Aslında bu teşebbüsler de sahiplerini maskara etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Bu teşebbüslerden en çok bilineni, yalancı peygamber Müseyleme’ye ait olanıdır.
Müseyleme, aslında büyük bir ediptir. İfadelerindeki güç, nice insanları arkasından sürüklemiştir ama, sözleri Kur’ân’la mukayese edilince, dinleyenleri sadece güldürmüş ve söz sahibi Müseyleme’yi maskara hâline getirmiştir.
O, aklınca Kâria sûresine nazire yapma cüretkârlığında bulunmuştur. Şimdi isterseniz önce o sûre-i celilenin meal-i icmâlîsini verelim:
“(Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hâdise. Nedir o hâdise? O hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün insanlar, yayılmış pervaneler gibi olurlar. Dağlar, atılmış renkli yün hâline gelir. Kimin tartıları ağır gelirse o, memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif gelirse, onun anası (bağrına atılacağı) hâviye (uçurum)dur. Onun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir.”[3]
Şimdi bir, dünya ve ukbâyı kucaklayan, insanı dehşetten dehşete düşüren bu ifadelere bakın, bir de Müseyleme’nin şu tanzîrine (!):
“Fil. Nedir fil? Filin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Onun kısa bir kuyruğu, uzun bir hortumu vardır.”
Evet, Müseyleme bunları söyleyince aile efradı dahil herkes buna gülüyorlardı.[4]
A. Kur’ân’ın İfade Üstünlüğü
Kur’ân-ı Kerim’in ifade üstünlüğünü nazmının cezaleti, beyanının bedi’ ve garip keyfiyeti ve ifadesinin haşmeti gibi hususlarda görmek mümkündür.
Şimdi bu hususları bazı misaller vererek biraz daha açmaya çalışalım:
1. Nazmın Cezaleti
Cezalet, Arapça bir kelime olup, bolluk, bereket, çok yönlülük, destekli, payandalı olup, hiçbir zaman kısır kalıp yozlaşmamak gibi mânâlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’in nazmında, bütün bu mânâları apaçık müşâhede etmek mümkündür.
Sağından, solundan ona hep bereket akar. Evet, Kur’ân’ın nazmı bu yönlerden her zaman desteklenir ve beslenir. Zâhiren müfâd (sözün ifade ettiği mânâ) bir görünürken, bakarsın binler olmuştur.
Kur’ân’ın nazmındaki bu hususiyeti ilk keşfedenlerden biri Zemahşerî’dir. O, tefsirinde yer yer bu noktaya temas eder. Ancak Bediüzzaman’ın bu noktada yakaladığı nükteler çok daha dâhiyânedir. Ve onun söyledikleri şimdiye kadar çok fazla söylenmemiştir.
Biz, burada mevzu ile alâkalı ondan mülhem üç misal vereceğiz. Vereceğimiz misallerde de sadece nazmın cezaleti yönüne temasla yetinip âyetin genişçe tefsirine girmeyeceğiz.
Birinci misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَاوَيْلَنَۤا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ “Andolsun, onlara Rabbi’nin azabından bir esinti dokunsa, ‘Eyvah bize, biz gerçekten zalimlermişiz!’ derler.”[5]
Âyet, azabın en şiddetlisini anlatmak için nazara en hafifini veriyor. Böylece insan muhayyilesinde azabın en şiddetlisi daha dehşetli gösteriliyor…
Şimdi eğer bir azabın en hafifi dahi insana dokunduğunda onun beynini kaynatacak şiddette ise, siz varın böyle bir azabın en ağırını düşünün…[6] evet, küçük bir dokunma ile insanın, canını yakan veya onu şoke eden azabın büyüğü ne korkunçtur!.. Âyetin ifade ettiği mânâ çerçevesinde bütün bunlar vardır. Ancak âyet, Allah kelâmı olma hüviyetiyle muhataplarına nazmındaki cezalet adına mucizevî bir üslûp göstermektedir.
Şöyle ki, âyetin umumî mânâsında nasıl azlık ifadesi örgüleniyor; öyle de âyette kullanılan kelimeler dahi aynı şekilde azlık ifade etmekte ve böylece âyetin cüzleri, onun bütününe mânâ yönüyle payanda ve destek olmaktadır. Hatta daha derinlemesine düşünürsek harfler dahi sesiyle, mahreciyle, mûsıkîsiyle, edasıyla bu mânâyı beslemekte ve teyit etmektedir.
Ancak şu son kısım bir zevk işidir. Kur’ân’ın diline vâkıf olmayanların bu zevki tatmaları imkânsızdır. Onun için biz de birinci kısımla alâkalı nükteleri takdimle iktifa edeceğiz. Şimdi önce biraz âyetin kelimeleri üzerinde duralım:
إِنْ “Eğer”: Bu kelime, şek (şüphe) ifade eder. Şek (şüphe), ise azlığa delildir.
مَسَّ fiili, çok az dokunma, elinin ucuyla hafif değiverme demektir. Yine azlık ifade eder. Ayrıca kelimenin kendi yapısındaki şeddeli “sin”de dahi bir hafif sesliliği, bir yumuşaklılığı hissetmek mümkündür.
نَفْحَةٌ kelimesi, bir kokucuk, bir esinticik mânâsına gelir. Sonundaki tenvin tenkir (bilinmezlik) içindir. O kadar az ki, bilinmiyor demektir. Bu azap, bir kasırga, bir hortum çapında değil, sadece bir kokucuk, hem de bilinmeyecek derecede küçük bir kokucuk şeklindedir.
مِنْ bir parça, bütünden bir bölüm mânâsınadır ki, yine azlığı ifade eder.
عَذَاب kelimesi نَكَال ve عِقَاب gibi kelimelere göre az bir ceza demektir. Kökten kazıma ve şiddetli azaba maruz bırakma yerine sadece عَذَاب kelimesinin seçilmesi de mânidardır. Hatta Muhyiddin İbn Arabî gibi bazı kimseler; عَذَاب, عَذْب kökünden gelir, عَذْب ise tatmak demektir. Dolayısıyla belki de azap, (artık bir süre sonra alışmaktan dolayı) bazı kimselere zevk verecektir, demektedirler. Dolayısıyla azap kelimesi ceza mânâsında en yumuşak kelimelerden biridir. Bu yönüyle o da azlığı ifade etmektedir.
رَبّ terbiye eden, yetiştiren, rahmetle imdada koşan demektir. Kahhâr, Cebbâr, Müntakim, Mümît gibi isimlere nazaran Rab kelimesi çok açıkça şefkati hissettirir. Bu da, azaba ayrı bir hafiflik mânâsı kazandırmaktadır.
Görüldüğü gibi, âyetin umumu azlık ifade ederken, âyetteki her kelime, hatta her harf dahi o azlığa delâlet etmektedir. Hiçbir beşer karihasının bu kadar ustalıkla söz söylemesi mümkün değildir.
İkinci misal: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcar ve infak ederler.”[7] âyetidir. Bu âyette esasen zekâta ait bütün prensipler mevcuttur. Şöyle ki;
İnsan, zekât verirken bütün malını değil, malından bir parça vermelidir. Gerektiğinde Hz. Ebû Bekir gibi bazı kimseler bütün mallarını Allah yolunda infak edebilirler ama bu, hususî bir durumdur ve çok kere de Hz. Ebû Bekir ruhundaki insanlara mahsustur. Onun içindir ki Efendimiz, Kâ’b b. Malik ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi sahabilerin, mallarının bütününü infak tekliflerini geri çevirmiş ve böyle bir davranışın aşırılık olacağını ifade buyurmuştur. Sa’d b. Ebî Vakkas ısrar edince de, ancak malının üçte birini infak etmesine razı olmuştur. Ayrıca, bu hâdise münasebetiyle Efendimiz, ebede kadar yeni ve taze kalacak şöyle bir prensip getirmiştir: “Senin, evlâd ü iyâlini zengin bırakman, onları başkalarına muhtaç bırakmandan daha iyidir.”[8]
Zekât verilecek mal helâl kazançtan, helâl rızıktan olmalıdır. Haramla yapılan hiçbir harcama Allah katında makbul değildir. Meselâ, bir insan haram olarak kazandığı şeyin hepsini Allah için harcasa veya böyle bir kazançla hacca gitse, kat’iyen onun haccı Allah tarafından kabul edilmez.
Zekât verilen şahsa minnet edilmemeli, verilen şey başa kakılmamalıdır. Zaten bir başka âyette bu husus açıkça dile getirilir ve şöyle denilir: “Ey insanlar, insanlara gösteriş için malını verip Allah’a ve ahiret gününe inanmayan adam gibi, başa kakmakla ve eziyet etmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.”[9]
Zekât ancak muhtaç olana verilmelidir. Öyle ki, o şahıs hem zekât almaya ehil olmalı hem de onu nafakası için harcamalıdır.
Zekât, Allah rızası düşünülerek verilmelidir. Başka gaye ve maksatlar zekâtın ruhunu zedeleyen faktörlerdir.
İşte bütün bu esasları, zikrettiğimiz âyetin içinde bulmamız mümkündür. Bu da Kur’ân’ın lafzındaki cezalete ayrı bir örnek, ayrı bir delildir.
Şimdi, saydığımız hususları sırasıyla âyette takip etmeye çalışalım:
Malın hepsi değil, bir kısmı verilmelidir. مِمَّا’daki مِنْ “teb’iz” için olup, bir parça, az bir bölüm demektir. Dolayısıyla verilecek zekât, Allah’ın rızık olarak verdiğinden küçük bir parça olmalıdır.
Zekât, kişinin kendi helâl malından verilmelidir. رَزَقْنَاهُمْ’deki هُمْ zamiri buna işaret eder. Zira âyet “Kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.” demektedir. Ali’den alınıp Veli’ye verilen kat’iyen zekât olmaz.
Minnet etmemek, başa kakmamak.
رَزَقْنَاهُمْ’deki نَا zamiri bize bu mânâyı fısıldar, yani “Rızkı veren Biziz, öyle ise hiç kimsenin o mevzuda, başkasına minnet edip başa kakmaya hakkı yoktur.” demektedir. Evet, toprağı, suyu, havayı, güneşi yaratan Allah’tır. Bunların varlığıyla neşv ü nemâ bulan tohumu da Allah yaratmıştır. Öyle ise insan neye mâliktir ki, mahsulün öşrünü veya zekâtını verirken, verdiği insana karşı gurur, kibir ifade eden tavırlara girsin ve karşı tarafa minnet etmeye kalksın.
Zekât, muhtaç olanlara verilmelidir. يُنْفِقُونَ ifadesi de buna işaret eder. Yani, kendisine zekât verilenler, bunun nafaka olduğunu unutmamalıdırlar.
Zekât, Allah için verilmelidir. Yine رَزَقْنَا ifadesi buna işaret eder, yani “Rızkı veren Benim, öyle ise infak da ancak Benim adıma olmalıdır.”
Bütün bunların yanında “rızık” kelimesiyle zekât, daha başka mânâlara da açık bir kelimedir. Evet, nasıl mal rızıktır, ilim de öyle bir rızıktır. Hitabet de bir rızıktır. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. Öğretmek, hakkı anlatmak, ilmin ve hitabet kabiliyetinin zekâtını vermek demektir. İşte مِمَّ’daki مَا’nın umumiyet ifade etmesi bunlara da parmak basmaktadır.
Görüldüğü gibi, bir âyetin kısa bir bölümüne o kadar çok hakikat sığdırılmıştır ki, böyle bir durum ancak ilâhî bir kelâmda bulunabilir. Evet, hiçbir beşer sözünde bu bereket ve bu bolluğun bulunması söz konusu değildir.
Üçüncü Misal:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Bu misaldeki âyeti bir bütün olarak ele alacak olursak mealen âyette şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun, bir kere de azmettin mi artık Allah’a tevekkül et; çünkü Allah Kendine tevekkül edenleri sever.”[10]
Burada âyetin tahliline geçmeden evvel, ileride anlatacağımız hususlara ışık tutması bakımından kısa bir açıklama yararlı olacak:
Bu âyet, Uhud vak’ası münasebetiyle nazil olmuştu. Uhud’a çıkılmadan evvel Efendimiz konuyu ashabıyla istişare etmişti ki, bu mânâda istişare, devlet reisinin ashab-ı re’yin fikrini alması ve karar verilecek konuya hissen de iştirak etmeleri için çok önemliydi. Reis veya emîr bazen böyle yapar ve meseleyi görüş sahibi insanların düşüncelerine takdim eder. Orada herkes kendi fikrini söyler.. ve müzakerede bir zenginliğe ulaşılırdı. Orada, görüşülmesinde mahzur olmayan her şey görüşülürdü; ancak emîrin bilip onların bilmedikleri veya bilinmesinde değişik mahzurlar söz konusu olabilen hususlara girilmezdi. Bazen emîr mahzur faktörlerini nazara alarak, istişare ettiği insanların görüşlerinin hilafına da karar verebilirdi. Evet, bu durumda karar verme yetkisi sadece ona aitti. Ne var ki, emîrin ashab-ı re’yle istişare etmesi, yine de temel bir disiplindi. Zira bu sayede içtimaî şuur gelişmiş olur; herkes az çok ne yapacağını bilir ve kendine değer verildiği ölçüde performans sergiler
Evet, bu ve emsali daha nice hikmetlere binaen Allah Resûlü, hep ashabıyla istişare etmişti. Uhud savaşı esnasında çoğunluk, Medine’nin dışında harp etmeye taraftardı. Efendimiz de kendi düşüncelerini ifade etti ama sonunda istişarenin değerini vurgulama adına onların görüşüne uygun karar aldı.
Derken netice itibarıyla Uhud’da bir dağılma söz konusu oldu. (Buna tam bir mağlubiyet demesek de Müslümanların, istedikleri zaferi elde edemedikleri açıktı.) Bundan dolayı Allah Resûlü’nün kalbinde hafif bir incinme olabilirdi. Bu ise, sahabe için felaketlerin en büyüğü demekti.
İşte tam bu esnada âyet indi ve bu duruma âdeta set çekti.. set çekti ve Efendimiz’e her şeye rağmen ashabıyla istişare etmesi tavsiyesinde bulundu: “Eğer Sen onlara karşı kaba, haşin olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi.”[11] denildi.
Şimdi bu mealdeki âyetin kelimeleri üzerinde duralım ve bütün kelimelerin nasıl aynı mazmun, aynı mânâ etrafında örgülendiklerini görelim:
فَظَّ kelimesi Arapça’da çeşitli mânâlara gelir. En önemlileri şunlardır:
Kötü huylu,
Kaba davranışlı,
Ağzı bozuk, sözleriyle başkalarını kırıp-geçiren, gücendiren, nefret ettiren,
Çölde susadığında hayvanları boğazlayıp onların işkembelerini sıkan ve oradan çıkan bulanık suyu içen,
Zorlayan, her şeyi zora koşan,
Karışık ve bulanık işler yapan.
غَلِيظَ kelimesi ise; kalın, kaba, katı, haşin ve sert mânâlarına gelen غِلْظَةٌ kökünden türetilmiş bir sıfattır ve incelik, yumuşaklık, nezaket ve mülayemetin zıddıdır. Kelimeyi teşkil eden harflerin sertliği, iç mûsıkîsi, ayet içindeki diğer kelimelerle müşterek hem-âhenk olması mazmun ve müfadda birleşik noktayı işaretlemektedir.
اِنْفَضَّ kelimesine gelince; bir şeyin, başka bir şeye çarparak kırılıp dökülmesi, tazyik altında kalan herhangi bir şeyin dağılması, başın koparak, diğer unsurların etrafa yayılmaları gibi mânâlara gelir.
Görüldüğü gibi âyetteki kelimelerin hepsi aynı mânâ etrafında odaklaşmakta ve mûsıkîleriyle dahi bir baskı, bir şiddet ve bir dağılmayı ifade etmektedir ki, anlatılmak istenen de odur. Evet, eğer ortada bir baskı, bir tazyik varsa dağılma, patlama ve kırılma kaçınılmaz olur. Bunlardan biri sebep, diğeri ise neticedir. Böyle bir sebep ve netice münasebetini bu kadar insicam içinde başka şekilde ifade etmek ise imkânsızdır. Evet, hâdise, öyle kelimeler seçilerek anlatılmıştır ki, bunun üstünde anlatış olamaz.
Esasen bütün Kur’ân âyetleri ele alınıp tahlil edilebilse, hepsinde aynı hususiyeti görmek mümkündür. Evet, Fatiha-i Şerife’den “Nâs” sûre-i celilesine kadar Kur’ân-ı Kerim’in hemen bütününde aynı cezaleti, aynı bütünlüğü görmek mümkündür. Meselâ, Fatiha sûresinin ilk âyeti اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ’dir. Bu âyette anlatılmak istenen; hamd ü senâ ve şükr ü minnetin zerreden küreye/kürelere, dünyadan ukbâya, ecsaddan ervaha, maddeden mânâya her şeyi yaratan, sevk ve idare eden bütün âlemlerin Rabbi Allah’ın (celle celâluhu) hakkı, biz gibi yaratıkların da vazifesi olduğu hakikatidir. Bu hakikat, âyeti teşkil eden kelimelerin hemen hepsinde bir mânâda meknûzdur.
Şöyle ki, حَمْدُ kelimesi, yukarıda sözü edilen ve edilmeyen tazim ve minnet mülâhazalarının bütününü câmi bir lafızdır ve âyette anlatılmak istenen mânâyı bi’t-tazammun ifade etmektedir. اَللّٰهُ lafz-ı celâlesi Mâbud-u Mutlak’ın hâs ismi olması itibarıyla, hamd ü senâ, şükr ü minnet, medh u tebcil bu ismin tazammun ve iltizam ettiği mânâlar olması itibarıyla O’nun hakkı ve O’na mahsus olduğuna en kat’î delâletle delâlet etmektedir. Keza لِلّٰهِ’deki ل istihkak ve ihtisas mânâlarına gelmesi açısından hamd ü senânın O’na mahsus ve O’nun hakkı olmasını işaretlediği açıktır.
رَبِّ الْعَالَمِينَ ifadesi; her şeyi yoktan var eden, merhamet ve şefkatle görüp gözeten ve var ettiklerini değişik şekillerde donatan, türlü türlü ihsanlarla sevindiren, bütün âlemlerin Rabbi olması itibarıyla her türlü takdir, tazim, tebcil ve hamd ü senâ da bi’l-iltizam O’nun hakkı olduğunu gösterir ki bu da اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ âyetiyle anlatılmak istenen hakikate omuz vermektedir.
Hem meselâ Nâs sûre-i celilesi, hem bir tevhid-i rubûbiyet ifade etmesi, hem her türlü olumsuzluk ihtimalleri karşısında O’nun değişik tasarruflarının me’hazi olan ad ve unvanlarına insanların dikkatlerini çekerek onlara biricik melce ve mencâlarını hatırlatması, hem de onların maddî-mânevî korunmaları adına gerekli esasları göstermesi gibi hususları ihtiva etmektedir ki, bir mânâda sûrenin temel mazmunu da işte budur.
Bu temel mazmun, bütün âyet ve cümlelerde de tele’lü etmektedir. Şöyle ki, insî ve cinnî şeytanlar, görülmedik ve sezilmedik şekilde insanoğlunda işletilmeye ve ona nüfuz etmeye müsait belli damarları hem sinsice kullanarak onu ifsat etme taarruzlarına karşılık, o da, boşluklarının farkında olma şuuruyla o Kudreti Sonsuz’a yönelip düşmanlarının muhtemel hücum keyfiyetlerine mukabil رَبِّ النَّاسِ , مَلِكِ النَّاسِ , إِلٰهِ النَّاسِ unvanlarıyla ve aynı zamanda o olabildiğine sinsiliği aliterasyon üslûbuyla vurgulamasında öyle bir zenginlik, cezalet-i beyan söz konusudur ki, dahası olamaz.
Ancak biz, diğer mevzulara geçebilmek için şimdilik bu birkaç misalle iktifa etmek istiyoruz. Sadece şu birkaç misal dahi hiçbir şüphe ve tereddüde mahal olmadığının delilidir. Evet, Kur’ân’ın lafzında tasavvurları aşan öyle bir cezalet, bir bolluk ve bir zenginlik var ki, tek başına Kur’ân’ın, Allah kelâmı olduğunu gösterir.
2. Beyanın Bedîîliği ve Garipliği
Kur’ân-ı Kerim’in üslûbunda bir tazelik, bir gariplik vardır. Yani Kur’ân, o güne kadar hiç görülmemiş ve kullanılmamış enfes, imrendirici bir üslûba sahiptir. Şöyle ki, daha önceki edip, beliğ ve şairlerin ifade ve beyanlarıyla karşılaştırıldığında, Kur’ân onlardan hiçbirine benzememektedir. Dahası Kur’ân-ı Kerim’in nüzulünden sonra yazılmış eserler için de aynı şey söz konusudur… Evet, bunların da hiçbiri Kur’ân’a benzememektedir. Onun üslûbu kendine mahsustur; ne o kimseyi taklit etmiştir ne de kimse onu taklit edebilmiştir.
Aslında üslûptaki garipliğin, muhataplarda bir yadırgama, bir kabullenememe meydana getirmesi muhtemelken, Kur’ân’ın o bedîî üslûbu yadırganmak şöyle dursun, orijinal bulunmuş ve takdir görmüştür. Onun üslûbunda her zaman muhatabı çepeçevre kuşatan ılık bir atmosfer vardır. Onun içindir ki, pek çok kimse onu bir kısım peşin fikirlerle de olsa dinlediklerinde, onun o büyüleyici tesirinden kurtulamamış, hatta çokları hemen iman etmiş, etmeyenler de, Kur’ân’ın büyüklüğünü kabullenmek zorunda kalmışlardır. Velid b. Muğîre ikinci şıkka ait en çarpıcı örneklerdendir. O, Allah Resûlü’nü dinledikten sonra, Mekke müşriklerine şöyle der: “Vallahi ben şiiri en iyi bilenlerinizdenim. O’nun söyledikleri şiir değildir. Kâhinlere, sihirbazlara ait nice sözler dinledim. O’nun söyledikleri, bunlara da benzemiyor. Dolayısıyla gelin O’nunla uğraşmayın.”[12]
Zaten kendisi de o günden sonra köşesine çekilir ve Allah Resûlü’ne karşı belli ölçüde tavır almaktan vazgeçer. Evet o, Müslüman olmamıştır ama Kur’ân karşısında âdeta çarpılmış ve kendinden geçmiştir.
Kur’ân’ın üslûbundaki garipliği iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
Birincisi, harflerdeki, özellikle “mukattaa” harflerindeki büyüleyicilik;
İkincisi de, Kur’ân’ın bütününde görülen o harikulâde câmiiyettir.
a. Mukattaa Harflerindeki Büyüleyicilik
Kur’ân’ın harflerinde, özellikle mukattaa harflerinde teshir eden bir gariplik ve bir orijinallik vardır.
Mukattaa harfleri, bazı sûrelerin başlarındaki “Elif, Lâm, Mîm” gibi harflerdir. Hâlbuki o güne kadar böyle harflerle ilgili bir şifreleme usûlü hiç görülmemiş ve denenmemiştir.
Evet, Kur’ân’ın sırları onun ruhuna şifrelenmiştir. Bu şifrelerin anahtarları da “mukattaa” harfleridir. Şifrenin ne demek olduğunu bilenler bunu iyi anlarlar. Kulaklığı takan alıcı bir telsiz operatörünün kulağına bizce mânâsız “di-di-dâ-dit; dâ-dâ-dit” gelir. O da bu sesleri “F-G” gibi harflere çevirir ve beşer beşer yazar. Ancak bu harflerden önce operatör bir grup rakam almıştır ki, bütün sır işte bu rakamlardadır. Gelen şifrelenmiş mesaj, işte bu rakamlarla çözülür ve bir mânâ ifade eder.
İsterseniz, mukattaa harflerinin Kur’ân’daki sırlara birer şifre olduğunu buna benzetebilirsiniz. Ama bu sadece bir benzetme. O harfler olmasaydı, Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman gibi kimseler, o hazinenin kapısını açamaz ve Kur’ân’a ait sırlara vâkıf olamazlardı.
Harflere ait şifreleri bilmeye gelince, o tamamen bir ilham işidir. Cenâb-ı Hak, murad buyurduğu insanların gönüllerine bu şifreleri ilham eder. Onlar da kendi devirlerinde Kur’ân’a ait sırları bu şifreler vasıtasıyla çözer ve çevrelerine ilâhî sırları duyururlar. Bu sırlar, mükellefiyetlerimizle alâkalı sırlar değildir. Bunlar, bir tür mâide-i Kur’âniye ve ekstra ihsan-ı rabbaniyedir.
Biz burada, mukattaa harflerine ait mucizevî yönlerin hepsini açıklayacak iktidarda değiliz. Ancak, bir fikir vermek bakımından önemli gördüğümüz birkaç hususa temas edip geçmek istiyoruz.
Kur’ân, mukattaa harflerini intihap ve işleyişte belli bir yol takip etmiştir. Şöyle ki: Kıraat ilmiyle meşgul olanların bildiği üzere harfler mehcûre, mehmûze, şedîde, rahve, kalkale gibi kısımlara ayrılır. Bunlardan bir kısmı yumuşak, diğer kısmı ise şiddetli harflerdir. Mukattaa harflerinde, Arap alfabesinde mevcut harflerin sadece yarısı kullanılmıştır. Kullanılan harfler de yine bir tasnife/tansife tâbi tutulmuş ve yumuşak harfler, şiddetli harflerin iki katı olarak alınıp kullanılmıştır. Böyle bir taksim, kat’iyen rastlantılara bağlı ve tesadüfî olamaz, olamaz ve bu itibarla da, harflerin bu şekilde tanzimi dahi tek başına Kur’ân’ın mucizeliğini ve Allah kelâmı olduğunu işaretlemektedir. Bu hususu şöyle basit ve avamca bir misalle anlatmak mümkündür.
Farz edelim ki, bir yol kenarında belli sayıda direkler bulunuyor. Sonra görüyoruz ki, bu direkler birer tane atlanarak yıkılmışlar.. yani bu yıkılmalarda hep birer direk atlanılmış ve öyle yıkılmış. İşte böyle bir şey tesadüfî olamadığı gibi, esen bir rüzgârla birer direk atlanarak bunların yıkıldığını söylemek de makul bir izah sayılmaz. Zira yıkılan direklerin yıkılmasında, yerinde kalanların ise bırakılmalarında bir kasıt, bir irade ve bir tercihin söz konusu olduğu görülmektedir.
Mukattaa harflerinin seçilişinde de aynı durum bahis mevzuudur ve bu seçilmeler asla gelişi güzel değildir.
Meselâ, Kur’ân’da sadece iki yerde mukattaa harfi olarak ” ق ” vardır. “ق” harfi ile başlayan Kâf sûresi ve Şûrâ sûresindeki “ق”tır.
İşarî yorumculara göre ق, şifre olarak Kur’ân demektir.. evet, dikkat edildiğinde “ق”ın Kur’ân’a ait bir şifre olduğu görülür. Şöyle ki, her iki sûrede 57’şer tane “ق” vardır. Bunların toplamı 114 eder. Bu rakam, Kur’ân-ı Kerim sûrelerinin yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki “ق” sayısı, remzen Kur’ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir. Zaten her iki sûrenin mânâ ve muhtevası da Kur’ân’la çok alâkalıdır. Kâf sûresi ق وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ diye başlar ve Kur’ân’a kasem eder. Sonunda da فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَعِيدِ “Tehdidimden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.”[13] der ve sûreyi tamamlar.
Şûrâ sûresi de حم عسقكَذٰلِكَ يُوحِۤي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللّٰهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf. O Aziz ve Hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyeder.”[14] ifadesiyle başlar ve Kur’ân’ın bir hususiyetini dile getirerek bitirir. Sûrenin sonunda da aynen şöyle denilmektedir: وَكَذٰلِكَ أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِه مَنْ نَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِۤي إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍصِرَاطِ اللّٰهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَۤا إِلَى اللّٰهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ “İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola hidayet rehberliği yapıyorsun: Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah’ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner!”[15]
Görüldüğü gibi her iki sûrenin başı ve sonu Kur’ân’la alâkalıdır. Zaten “ق” ile Kur’ân’a remiz yapıldığını, ardından da her iki sûrede Kur’ân’ın anlatıldığını daha önce işaretleyip geçmiştik. Orada da ifade ettiğimiz gibi, her iki sûrede 57’şer defa “ق” zikredilmiş, toplam sayı ile de Kur’ân sûrelerinin adedi işaretlenmiştir.
Böyle bir tespit, tayin ve şifre kat’iyen tesadüflere verilemez; evet, bütün bunların kendiliğinden olması mümkün değildir.
Hem bu sûre, son inen sûrelerden de değildir. Öyle ise bu tesbit, sûre ve âyetler daha inmeden/indirilmeden onları bilen birisi tarafından belirlenmiştir. Evet, bu, Efendimiz dahil kimsenin işi olamaz. Zira O dahi, Kur’ân’ın nüzulü tamamlanmadan onun 114 sûreden ibaret olacağını biliyor değildi. Bilmediği için de 114 ق ile 114 sûreye işaret etmesi imkânsızdı.
İşte bütün bunlar ve daha nice delâil, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu gösterdiği gibi mukattaa harflerinin sıralanış ve adedi de ayrıca mucize çapında bir harikadır.
Kur’ân harflerinde mevcut orijinalliklerden biri de, mukattaa harflerindeki öncelik ve sonralık durumuna göre, sûrede geçen aynı harflerin eksik veya fazla olmasıyla alâkalıdır. İsterseniz bunu da yine bir misalle izah etmeye çalışalım:
Meselâ: Ra’d sûresinin başında الر harfleri vardır. Bu harfler, gösterildiği şekilde tertip edilmiştir. Yani birinci sırada “ا”, ikincide “ل”, üçüncüde “م” ve dördüncü sırada da “ر” vardır. Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır.
Şöyle ki: Ra’d sûresinde 625 “ا”, 479 “ل”, 260 “م”, 127 tane de “ر” vardır.
Bunlardan başka bu sûrede, mukattaa harflerinin sıralanışı ile aynı harflerin sûre içindeki tekrarı da ciddî bir tenasüp ve uygunluk sergilemektedir. Bu durum sadece Ra’d sûresine mahsus da değildir. Meselâ, Bakara sûresinin mukattaa harfleri olanالم ‘de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir. Bu sûrede 4592 “ا”, 3204 “ل”, 2195 tane de “م” vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara sûresinde de kendini korumuştur.
Mukattaa ile başlayan bir başka sûre de “Âl-i İmrân”dır. Aynı ilmî program ve tayin bu sûrede de söz konusudur. Sûrenin mukattaa harfleri الم’dir. Harf sayısı da yine bu sıraya göre tanzim edilmiştir. Sûrede 2578 “ا”, 1885 “ل”, 1251 “م” mevcuttur. Görüldüğü gibi sıra yine korunmuştur. Harfleri sayılacak olsa, Ankebût ve Rum sûrelerinde de aynı durum görülecektir.
Yâsîn sûresinde ise durum tamamen farklıdır ve aksinedir. Bu sûrede sonra gelen öncekinden daha çok zikredilmiştir. Zira Yâsîn sûresinin mukattaatında harflerin normal sırası tersine dönmüştür. Yani en son harf olan “ي” başa geçmiş, sıralamada ondan önce olan “س” ise sona kalmıştır. Öyle ise bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da tersine dönmeli, “س” daha çok, “ي” ise daha az olmalıdır. Nitekim öyle de olmuştur.
Mukattaa harfleriyle alâkalı hususu işin erbabına bırakarak şimdilik bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.
b. Kur’ân’ın Umumî Mânâdaki Câmiiyeti
Kur’ân-ı Kerim, çeşitli devirlerde yaşayan her seviyede insanın anlayışı ve fikrî kapasitelerine ayrı ayrı riayet etmekte eşsiz bir üslûp ve beyana sahiptir. O, öyle bir dil kullanır ki, nazil olmaya başladığı devrin insanları, o dili çok rahatlıkla anladıkları gibi asırlar sonra gelen insanlar da aynı dili rahatlıkla anlayabilirler. O, maksadını öyle bir üslûpla ifade eder ki, bizzat gökler ötesi âlemden onu alıp getiren Cibril, onun ifadelerinden kendine göre mânâlar çıkarır, Efendimiz onun esrarını kendi ufku açısından anlar, sonrakilerin istifadeleri de kendilerine göre olur. Tabiî bunun yanında dağda koyun güden bir çoban, saban süren bir çiftçi, ev işleriyle meşgul bir kadın veya bir bedevi de o Kur’ân’dan neler ve neler anlar…
Asırlar asırları kovalar; Ebû Hanifeler, Şafiiler, Ahmed b. Hanbeller, İmam Malikler ve daha nice devâsâ kametler ve eşsiz dehalar ona talebe olur, ruh ve kalbleriyle ona yönelir ve ondan ne lâl-ü güherler elde ederler. Aslında bizim gibi onlara çıraklık dahi yapamayacak insanların ona müracaat ettiklerinde alacak pek çok şey bulmaları onun ne cömert bir kaynak olduğunu gösterir. Allah için, bu nasıl bir ifade tarzıdır ki, Mele-i A’lâ’nın sakinleri de ondan yararlanmakta, kültür ibresi sıfırı gösteren kimseler de ondan istifaze etmektedir. İnsanın beynini donduracak bu harika keyfiyeti, Cenâb-ı Hakk’a vermeden ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu kabullenmeden izah mümkün değildir.
Bilindiği gibi, çevrenin insan üzerinde tesiri büyüktür. İstidat, kabiliyet ve melekelerde inkişaf, müsait şartların hazırlanmasıyla olur. Sarayda yetişmiş, hususî mürebbiyelerce terbiye edilmiş, hususî öğretmenlerden ders almış ve böylece ruhu, hisleri, kalb ve kafası mamur hâle gelmiş bir insan, elbette ki sokaktaki herhangi bir fertten farklı seviyede bir donanıma sahip olacaktır.
Bu itibarla da onu muhatap alanlar ifadelerinde, en azından onun seviyesini tutturmak zorundadırlar. Tabiî bu ifadeler sokaktaki bir insanın başının üstünden uçup gidecektir. Ne var ki, hitap eden Kur’ân olunca, işin mahiyeti de değişmektedir. O, sarayda yetişmiş insanla, sokaktaki insanı aynı anda huzuruna alır ve her ikisine de aynı ifadelerle hitap eder; neticede her ikisi de kendi seviyelerine göre onu anlar, ona talebe olur ve onun irşad halesine girerler. İşte, biz buna, Kur’ân’ın “Câmiiyet”i diyoruz. Kur’ân’a ait bu hususiyeti, Efendimiz bir hadislerinde şöyle dile getirirler: “Her âyetin bir zahrı, bir batnı, bir son sınırı (serhaddi), bir de serhat ötesi vardır. Ayrıca bunların hepsinin de hem dalları hem de bir kısım yaprakları vardır.”[16]
“Zahr” sırt, “batın” karın demektir. Bununla, görünen veya açıkça görünmeyen mânâlar kastedilir. Ancak bu görünmeyen mânâlar da gözüne firaset sürmesi çekilmiş kalb ehli tarafından görülebilir. Bu da gayet normaldir.
Nasıl ki, nice ışık ve ses dalgalarını biz normal şartlarda çıplak gözle göremez ve kulaklarımızla işitemeyiz; hâlbuki bir radyo veya televizyonun düğmesine dokunduğumuzda bunlar işitilip görülür hâle gelir; bunun gibi Kur’ân’ın da böyle görünmeyen bir kısım mânâları vardır ki, onları ancak gönül erleri anlar ve idrak ederler. Kur’ân’ın bâtınî mânâlarını bir araya getiren yüzlerce cilt tefsir yazılmıştır. Bunlardan bir kısmı bütün Kur’ân’ı, bir kısmı birkaç sûreyi, diğer bir kısmı sadece bir sûre veya âyeti tefsir etmişlerdir. Cenâb-ı Hak kimin gönlüne ne kadar ilham etmişse, o da bize o kadarını intikal ettirmiştir.
Her âyetin bir “haddi” bir de “muttalaı” vardır. Bazen âyetlerin mânâsı menşe itibarıyla kavranır. Bazen de bu kavrama netice itibarıyla olur. Bundan başka her “zahr”ın, her “batn”ın, her “had” ve “muttala”ın da değişik dalı, budağı, yaprağı ve meyvesi vardır ki, bunlara ulaşmak yüce kâmetlerin işidir. Ayrıca her devir insanı da bunlara muttali olamaz. Belki önceleri anlaşılmayan bu hakikatler daha sonraki devir ve asırlarda anlaşılacaktır.
Onun içindir ki, Kur’ân asla zaman aşımına uğramaz. Kur’ân’ın gençlik ve tazeliği kıyamete kadar bâkîdir. Daha dünyanın ömrü elli asır devam etse, o gençlik ve şebâbetinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Nitekim bugüne kadar yazılmış binlerce, yüz binlerce tefsir bunun apaçık delilidir. Son mü’min, son nefesini verinceye kadar da Kur’ân talebeleri kendi seviye ve kapasitelerine göre ondan hep değişik mânâlar devşirecektir. Kur’ân’ın ilâhî câmiiyeti de bunu gerektirmektedir.
Biz burada Kur’ân’ın bu özelliğini bir-iki misalle göstermeye çalışacağız. Neticede görülecektir ki, Kur’ân her insana ve her devrin insanına ayrı ayrı hitap etmek gibi bir hususiyetin tek ve yegâne beyan âbidesidir. Ondan başka hiçbir kelâmda bu harika keyfiyete şahit olmak da mümkün değildir.
Birinci misal: Nebe sûresindeki أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا “Yapmadık mı arzı bir beşik?”[17] âyetidir. Şu üç-dört kelimelik âyette, Kur’ân’ın nasıl bir câmiiyete sahip olduğunu görürsek, sair âyet ve sûreleri buna kıyas ederek daha net bir değerlendirme yapabiliriz.
Âyet, yerin bir beşik olarak hazırlandığını söylüyor. مِهَاد; مَهْد veya مُهْد kökünden gelir ki, beşik veya döşek demektir. Bu mânâya göre yeryüzü, üzerinde rahat gezilebilen bir beşik gibidir. İnsanın ihtiyacı olan her şey orada hazır hâlde bulunmaktadır. Âyetten bu mânâyı anlamak için ayrıca öyle derin ilim, irfan ve araştırmaya da ihtiyaç yoktur. Zira bunlar, herkesin müşâhede edebildiği türden şeylerdir.
Edebî zevk sahibi biri bu âyetten şöyle bir mânâ anlar: Zemin öyle bir beşik ve bir döşek gibi hazırlanmıştır ki, insan onu her zaman bir ana kucağı sıcaklığında bulur ve hep huzur soluklar. Ayrıca o, sürekli bir beşik gibi sallanmaktadır; ancak bu sallanma, o denli âhenkli, düzenli ve dinlendiricidir ki, insan ona “Beşiğim” diyebilir. Eğer o hareket ve sallanma böyle bir âhenk ve nizamla olmasaydı, hiçbir şey yerinde, kararında kalmaz ve biz de şimdilerde tadıp duyduğumuz huzuru kat’iyen bilemezdik. Oysaki o vaz’ı ve konumu itibarıyla şefkatli bir ananın salladığı beşik gibi sallanıyor. Öyle ki biz, bu sallanmanın farkına bile varamıyoruz. Bu da dünyayı bizim için hazırlayan Zât’ın nasıl sınırsız bir şefkate sahip olduğunu gösteriyor.
Evet, madem dünya O’nun tasarrufundadır ve O’nun tasarrufuyla sallanmaktadır; öyle ise endişe edecek, korkacak, tedirgin olacak bir şey de yoktur. İşte bu düşüncedir ki, ruhlarımıza ılık bir güven duygusu vermekte ve çocuğun, annesinin salladığı beşikte duyduğu aynı güveni duymakta ve çevremizde olup biteni değerlendirdiğimiz ölçüde hep huzurla soluklanmaktayız.
مِهَاد kelimesinin bir mânâsı da düz yer ve satıh demektir. Düşünce ufku itibarıyla biraz daha derinleşmiş bir insan ise bu âyetten şu mânâyı anlar: Her insan, bulunduğu nokta ve yer itibarıyla zemini yuvarlak değil de düz bir satıh gibi görür. Yani aslında dünya küre şeklindedir ama insanların, bulundukları yerleri düz satıh şeklinde görmeleri hiss-i zâhirin gereğidir. Hele bir de bundan asırlarca öncesi düşünülecek olursa
Bu hususlar farklı bir zaviyeden âyetin yorumu. Diğer açıdan dünyanın küre şeklinde olduğuna işaret eden o kadar çok âyet vardır ki, yeri geldiğinde icmâlen dahi olsa onlara da işaret edilecektir.
Evet, görülüyor ki, bu kısacık âyet ayrı ayrı tabakalardaki insanlara, ayrı ayrı mânâlar ilham etmekte ve her tabaka da kendine bakan mânâ yönüyle tam tatmin olmaktadır.
İkinci Misal: Kur’ân, وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا “Dağları kazıklar yapmadık mı?”[18] buyuruyor.
Buradaki istifham, isbâtîdir. Bu da “Dağları kazık yaptık.” demektir. Âyetin sadece zâhirî mânâsına bakan ve değerlendirmesini bu şekilde yapan ümmî bir insan, dağları karşıdan kazıklar şeklinde görür ve kendi seviyesine göre bu ifadeyi yerinde bulur. Zaten dağların duruş şekli de, yere çakılmış kazıklara benzemektedir.
Bir şaire bu âyet, –Bediüzzaman üslûbuyla[19]– şu mânâları ilham eder: Evet, şairane bir ruha göre yeryüzü bir taban, sema da yıldızlarla yaldızlı bir tavandır. Semanın etekleri ufuklarda dağların başına binmiş veya dağlar semanın eteklerine omuz verip onu tutuyor gibidir. Böylece dağlar, âdeta tavanı tutan sütunlara benzerler. Dünya bu hâliyle, bir kasrı, bir sarayı andırır. Öyle ki bu sarayın tavanında milyonlarca ışıl ışıl seyyar lambalar, sarayın tabanı ise yemyeşil halılar gibi otlar, rengârenk ve çeşit çeşit çiçeklerle süslenmiştir. Düşünün ki, böyle büyük bir sarayın tavanıyla tabanını birleştiren dağlara sütunlar nazarıyla bakmak ne kadar latîftir..!
Hayatını çadırda geçiren bir göçebeye gelince, o da bu âyetten kendine göre bir şeyler anlar. Şöyle ki, onun nazarında dağlar, mahrûtî (konik) birer çadır gibidirler. Ne var ki, bunlarla göçebelerin çadırları arasında bir fark vardır; o da, bu çadırlar, ihtişam ve rasânetleriyle her şeyi aşan bir sonsuz kudretle ayakta durmaktadır. Göçebe meseleyi böyle görür ve böyle değerlendirir. Demek ki âyetin mânâsından o da istifade etmekte ve kendine göre bir şeyler anlamaktadır.
Bir idareci de bu âyetten devlet sistematiğini anlar. Evet, devlet, toplumun sevk ve idare vazifesini üstlenmiş bir kuruluş gibidir. Tabir-i diğerle o, bir ülkede bir hükümete ve ortak nizama bağlı yaşayan bir topluluğun meydana getirdiği siyasî ve idarî bir teşkilattır. Onun da aynen dağlar gibi mahrûtî bir yapısı vardır. Zira devlet, hiyerarşi esasına göre kurulmuştur. Bu şekilde oluşamamış toplumların ayakta durması imkânsızdır. Evet, dağların birer kazık olması, işte bu mânâları da çağrıştırır.
Diğer taraftan, insan hayatının devamını sağlayan toprak, hava ve su gibi ana unsurlarla ciddî irtibat ve alâkası yönüyle de dağlar umumî hayat için birer kazık hükmündedirler.
Şöyle ki, dağlar suların mahzenidir. Bir canlının hayatını devam ettirebilmesi için su vazgeçilmez bir unsurdur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de her şeyi sudan yarattığını haber vermektedir. İnsan vücudunun %70’ten fazlasının su olması, insan hayatında suyun ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir. Diğer canlı ve bitkiler de insanlardan farklı değildir. Şöyle böyle onların da vücut yapılarının %70’inden fazlasını su teşkil etmektedir. Bu bakımdan suyun ehemmiyeti tartışılamaz. Hayatı ayakta tutan ve temel unsurlardan biri sayılan suya mahzenlik yapan ise dağlardır. Öyle ise, dağların, suların mahzeni olarak hayata direklik yaptığını söylemek zannediyorum en uygun olanıdır.
Diğer taraftan, hayatı devam ettiren unsurlardan ikincisi olan havanın tasfiye ve temizlenme işleri de büyük ölçüde dağlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Evet, dağlar, havayı tarar ve tasfiye ederler. Demek ki, hava da bir yönüyle dağlara dayanmaktadır. Evet, temiz hava olmasa insan yaşayamaz. Öyle ise, insan hayatının devamı adına dağların önemi çok büyüktür. Diğer taraftan, insanlarla dağları baştan sona örten bitki ve ağaçlar arasında karşılıklı gaz alışverişi olmaktadır. Şöyle ki, bitkiler karbondioksit alıp oksijen vermekte, insanlar ise, tam tersine oksijen alıp karbondioksit vermektedirler. Bu da, insan hayatı için ayrıca önem arz eden hususlardan bir diğeridir.
Dağlar, toprağı da korur, ona dâyelik ve annelik yaparlar. Eğer dağlar olmasaydı, denizler yeryüzünü istila ederdi ki, o zaman yeryüzünün ne hâl alacağını kestirmek zor olmasa gerek. Evet, işte böyle bataklık hâline gelmiş bir dünyada insanın yaşaması çok kolay olmayacaktı. Öyle ise, toprağın bu şekilde korunması insan hayatının devamı adına çok önemlidir. Yani insan hayatının devamı birçok yönüyle dağlara bağlıdır.
Ayrıca, yağan yağmur ve akan sellerle toprak durmadan aşınmaktadır. Eğer aşınan toprak, dağlarla beslenip takviye edilmeseydi, şu anda yeryüzünde bir avuç toprak kalmayacaktı. Yeryüzünde toprak kalmayınca da, orada insanla beraber pek çok canlının yaşaması da mümkün olmayacaktı. Hâlbuki dağlar devamlı surette toprağı beslemekte ve böylece hem toprağın hem de pek çok canlının yaşama ortamı korunmaktadır.
Bu itibarla herhâlde canlılar âlemiyle meşgul olan bir ilim adamı da, “Dağları kazıklar yapmadık mı?” âyetinde bunları ve bunlara benzer daha nice mânâları anlayacak ve Kur’ân’ın câmiiyeti karşısında o da iki büklüm olacaktır.
Herhâlde bir jeolog da bu âyetten nasibini alacak, kendine göre önemli şeylere ulaşacaktır. Evet, küre-i arz içinde her an çeşitli inkılâplar olmakta, bu inkılâplarla bazı madenler çözülmekte ve yeni yeni terkiplere girmektedir. Arzdaki bu değişim ve karışımlar, hiddetlenen bir insan gibi, yerkürenin içinde infialler ve infilaklar meydana getirmektedir. Yanardağlardan fışkıran lavlar bu iç muhtevanın sesi-soluğudur ve yerküre âdeta bu yolla deşarj olmaktadır. Tabiî böylece, daha büyük homurdanmaların da önü alınmaktadır.
Yanardağlarda lavların fışkırdığı yerleri öfkeli bir insanın ağzına benzetecek olursak, dünya bu ağızlar vasıtasıyla âdeta “of” demektedir. Tabiî ki onun “of”laması kendi çapına göre olmakta ve yerküre bu iş için kendi çapına uygun ağızlar kullanmaktadır. Elbette ki bu büyük “of”lama bazı yerlerde sarsıntı da meydana getirmektedir; ancak yerküre böyle nefes almasa ihtimal değişik şekilde çatlayacaktır. Evet, küre-i arz, dâhilî inkılaplardan meydana gelen sıkıntılarını lavlarla dışarıya püskürtmekte ve sükûnete ermektedir. Durum böyle olunca da kendisinden lavlar fışkıran yanardağlar, bir bakıma umum dünyanın selâmeti adına birer kazık ve birer koruyucu demektir.
Bu âyetten başka bir mânâyı da şöyle anlamak mümkündür: Malumdur ki, çakılan kazık veya çivinin satıh üstünde kalan kısmı, alttaki kısma göre çok daha azdır. İşte dağları kazık veya çiviye teşbihte bu mânâya da işaret edilmiştir. En yüksek dağların dahi altta kalan kısmı yukarıda görülen kısmından kat kat fazladır. Çakılmış çivinin başıyla uzun kısmı arasındaki nispet farkı, dağlar için de aynen geçerlidir. Hâlbuki bu tespit, ilim adamlarınca henüz keşfedilmiştir. Kur’ân ise bu hakikate asırlarca önce işaret etmiştir.
İşte, iki-üç kelimelik âyetlerde bile, görüldüğü gibi, hep böyle birçok yönlülük ve bir câmiiyet söz konusudur ve aslında bu özellik Kur’ân’ın pek çok âyetinde mevcuttur.
Üçüncü misal:أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا “O kâfirler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi de, Biz onları ayırdık.”[20]
Evvelâ, âyeti teşkil eden kelimeler üzerinde durarak kısa bir tahlil yapmak uygun olur:
Küfretme mânâsında kullanılan كَفَرَ bir şeyi örtmek, kapatmak demektir. Onun içindir ki, tohumu örten çiftçiye de bu ameliyesi sebebiyle Arapça’da “kâfir” denir. كَفَرَ الْحَبَّةَ sözüyle anlatılmak istenen mânâ da budur. Kâfire, kâfir denilmesinde de bu espri mevcuttur. Yani o, içindeki mârifet kabiliyet ve istidadını setretmiş ve onlara inkişaf etme imkânı vermemiş demektir. Böylece kalb, yüce hakikate kapalı kalmıştır. Ama bu bir neticedir. Onu bu neticeye götüren ana sebep, onun körler gibi yaşamış olması ve gerçeklere göz kapamasıdır.
Evet, kâfir, kalbini, kafasını ve bütün duygularını ihmal edip âtıl bırakan, hatta onları deformasyona uğratan insan demektir ki, âyet, hayatlarını böyle gaflet içinde geçiren ve ömürlerini cismaniyetin karanlık istekleri istikametinde tüketen insanları ve onların akla, mantığa ters tavırlarını bu kelimeyle deşifre eder.
Bitişik mânâsına gelen رَتْق kelime olarak yırtığı dikilmiş kumaş veya parçaları bir araya getirilerek birleştirilmiş nesne demektir. Bununla, yerin ve göklerin daha önceleri sıvı veya gaz hâlinde bir bütün olduğunun anlatıldığı açıktır. Evet, demek ki bir dönemde sema henüz yırtılmamış bir bütün ve hadis-i şerifte “amâ” olarak anılan bu ürperten hâliyle ilâhî tecellînin öyle bir arşıydı ki, bütün yıldızlar, sistemler, galaksiler, nebülözler bu zemin ve bu tarlada çimlenip gelişeceklerdi. (Bu mânâları âyetten nasıl çıkardığımızı ileride anlatacağız.)
Mealde, ayırma kelimesiyle karşıladığımız فَتْق yırtığı çözmek, açmak, fethetmek gibi mânâlara gelir. Âyetteki yeri itibarıyla, bir araya gelmiş gazları birbirinden ayırmaya فَتْق denir. Ayrıca فَتْق tesbih tanelerini ipe dizmek mânâsına, kapalı bir muammayı çözmeye de denir ki, bu şümûlünden ötürü âyette, diğer müradifler değil de فَتْق kelimesi kullanılmıştır. Zira o, söz konusu bütün mânâları içine alan kapsamlı bir kelimedir.
Şimdi de biraz, her kesimin bu âyetten ne anlayıp nasıl istifade edebileceğini arz etmeye çalışalım:
Evvelâ, âlim-âmi herkesin anlayacağı şu mânâ çok önemlidir:
Gökler ve yer henüz aralarında bir nizam ve âhenk teessüs etmemiş; sema yağmursuz, bulutsuz, zemin de geleceğine emanetti. Bu baş döndüren heyulanın parçaları arasında ne bir buhar alışverişi ne de bir başka münasebet vardı.. küre-i arz var olduktan sonra da ne gökten yere yağmur düşüyor ne de yerden yukarılara buhar yükseliyordu. Henüz yer-gök belirsizdi, gece-gündüz birbirinden ayrılmamıştı. Zemin döl yatağında, atmosfer de “altında da üstünde de hava bulunmayan amâ”nın bağrındaydı. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, nizamsız, âhenksiz gibi görünen bu dev kitleye bir nizam ve âhenk verdi ve tesbih tanelerini ipe dizer gibi dizdi ve her şeyin emrine musahhar olduğunu gözler önüne serdi.. arzı-semayı yarattı, zemini atmosferle donattı ve her şeye sonsuz gücünün ilhamlarını duyurdu. Öyle ki artık, gök gürledikçe zeminin yüzünde hayat gülücükleri açıyordu.
Bu seviyenin biraz üstündekiler ise, âyetten şu hususları çıkarabilirler:
Gök ve yer, biçimsiz, şekilsiz, işe yaramaz gibi bir görünümde idi… Her fiilinde binlerce hikmet bulunan ve abes iş yapmaktan münezzeh olan Allah (celle celâluhu), bütün gökleri ve yerleri bir hikmet ve bir gaye için yaratacaktı; yarattı ve gökleri, yeri bir biçime, bir şekle soktu; öyle ki dünyayı bir saray, semayı da ona yıldızlarla yaldızlanmış tavan hâline getirdi.. ve insanı da o saraya sultan yaptı; yaptı ve her şeyi âdeta onun emrine verdi. Böylece insan yeryüzünün halifesi oldu. O, iradeye emanet hususlarda istediği her şeye müdahale edebilecek ve arzuladığı şeyler de büyük ölçüde yerine getirilecekti. Sanki dünya, bir beşik, insan da o beşikte istirahat eden nazlı-nazenin bir bebekti. Varlık bütünüyle onun gözünün içine bakıyor ve onun işaretleri de âdeta dua ve emir sayılıyordu. Oysaki ona hizmet eden bu varlıklar şayet kendi başlarına buyruk olsalardı, ne onu tanır ne de onun emrine koşarlardı. Her şeyi ona musahhar kılan Cenâb-ı Hak’tı ve Cenâb-ı Hak, bu suretle insanlara sonsuz ihsanlarda bulunmuştu…
Günümüzün bilgi, tecrübe ve anlayışıyla bu âyete müracaat edenler ise, âyetten şu mânâları çıkarabilirler:
Fezada pek çok sehâbiye (nebülöz) vardır. İhtimal bizim sistemimiz de buhardan bir sehâbiye idi. Gitgide (Allah’ın iradesiyle) sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü, dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü anilmerkez (merkezkaç) kuvveti altında, Allah’ın kanun ve meşîetiyle ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Sonra da Cenâb-ı Hak, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Bu seyyareleri, hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında hem de kendi etraflarında döndürmeye başlattı
Evet, bunun böyle anlaşılması âyetin ruhuna uygundur, zira رَتْق kelimesinin ruhunda “mâi hâlinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir nesne” gibi mânâlar da vardır. “Gök ve yer, mâi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü.” Derken, Cenâb-ı Hak onları fethetti, açıverdi, şekillendirdi ve sisteme koydu.
Burada yeri gelmişken şu nükteyi de ifade etmeden geçemeyeceğim:
Kur’ân-ı Kerim, “kâfirler” sözüyle elbette ki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören ve çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kastetmiyordu. Esasen, o günün insanına “Gökler ve yerler bir bütündü, sonra Biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık.” ifadesi, çok fazla bir şey de ifade etmezdi. Yani o günün insanı bu ifadelerden bugün bizim anladıklarımızı anlayamazdı. Bu itibarla da âyetin bugüne bakan mânâsına muhatap olan, buradaki “kâfirler” sözüyle o devrin kâfirlerinden daha ziyade, hakikatlere göz yuman, bugünün kâfirleri olsa gerek.
Görüldüğü gibi bir tek âyet, bir tek ifade ile ayrı ayrı seviyedeki insanlara ayrı ayrı şeyler anlatmakta ve her insana kendi seviyesine göre çok farklı şeyler ilham etmekte.. evet, daha önce de söylediğimiz gibi, böyle bir câmiiyet sadece ve sadece Kur’ân’a mahsustur ve daima da öyle kalacaktır. Zira hiçbir beşer sözüyle böyle bir televvüne ulaşmak mümkün değildir.
[1] Bakara sûresi, 2/23-24.
[2] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/313-314; Hüseyin Cisrî, Risâle-i Hamîdiye (Türkçe terceme) s.42.
[3] Kâria sûresi, 101/1-11.
[4] İbnü’l-Cevzî, Keşfü’l-müşkil 3/320; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/412.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/46.
[6] Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 40, rikak 51; Müslim, îmân 362-364.
[7] Bakara sûresi, 2/3.
[8] Buhârî, vesâyâ 16, cihâd 103, menâkıb 23; Müslim, tevbe 53.
[9] Bakara sûresi, 2/264.
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[12] el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/328.
[13] Kâf sûresi, 50/45.
[14] Şûrâ sûresi, 42/1-3.
[15] Şûrâ sûresi, 42/52-53.
[16] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/278; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/236.
[17] Nebe sûresi, 78/6.
[18] Nebe sûresi, 78/7.
[19] Bediüzzaman, Sözler s.421 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua).
[20] Enbiyâ sûresi, 21/30.
Kur'ân'ın mânâsındaki çok yönlülük
Buraya kadar anlattıklarımız, daha ziyade Kur’ân’ın lafızlarındaki derinlik ve çok yönlülükle alâkalıydı. Bir de Kur’ân’ın mânâsında farklı bir derinlik ve câmiiyet vardır ki, o, bu yönüyle de harikadır, mucizedir.
Evet, onun mânâsında öyle bir câmiiyet vardır ki, asırlardır fakihler ondan istifade ve istinbat ile sayıları yüz binlere ulaşan eserler meydana getirmiş ve dünya kadar kitap yazmışlardır. Ârifler, irfan peteklerini onun bal özüyle doldurmuş ve bal akan kitaplarıyla milyonlara şeker-şerbet sunmuşlardır. Âşıklar, ondan aldıkları ilhamlarla coşmuş, cezb u incizabın gelgitleri arasında ne aşk ve muhabbetnâmeler meydana getirmişlerdir. Binaenaleyh, ister fıkıh, ister tefsir, ister kelâm, isterse tasavvufa dair bugüne gelinceye dek ne kadar eser meydana getirilmişse hepsinin kaynağı, esası, temeli Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır.
Evet, Kur’ân, bir taraftan Ebû Hanife, Şafii, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel gibi dev fakihleri yetiştirirken, diğer taraftan da Şeyh Hasan Şazilî’ye, Ahmet Rifâî’ye, İmam Rabbânî’ye, Abdülkâdir Geylânî’ye ve daha nicelerine rehberlik yapmış ve onları vilâyet semasının ayları, güneşleri hâline getirmiştir.
Evet, bu öyle bir zenginliktir ki, ormanlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve durmadan onun ruhundaki mânâlar yazılsa yine de bitmeyecek ve tükenmeyecektir. Delil mi istiyorsunuz? İşte size ölçü olabilecek küçük bir delil:
Bir insan, günde yüz sayfa okumak şartıyla sadece Hanefi fıkhına dair yazılmış eserleri okumaya kalksa, bu iş için seneler isteyen bir zamana ihtiyacı olacaktır. Diğer mezheplere ait fıkıh kitapları bu hesaba dahil olmadığı gibi, Hanefi fıkhına dair henüz bilinmeyen ve basılmadık eserler de dahil değildir. Bizim bilmediğimiz, adını dahi duymadığımız kim bilir daha nice kitaplar var ki yok olup gitmiş veya henüz matbaa mürekkebi görmemiştir.
Demek oluyor ki, diğer mezhepleri de hesaba katacak olursak, sadece fıkıhla alâkalı eserleri okumak, birkaç insanın ömrünü alabilecektir. Tefsir, kelâm, hadis, tasavvuf gibi diğer sahalarda yazılan eserleri de buna kıyas edecek olursak, ne büyük rakamlarla karşı karşıya kaldığımızı görür ve ürpeririz. Evet, işte bütün bu çağlayanlar hep Kur’ân menbaından akıp gelmektedir. Ve kıyamete kadar da akıp duracaktır.
Bu itibarla denebilir ki, Kur’ân hazinesinin cevherleri bitip tükenecek gibi değildir. Zira ondaki mânâ zenginliğinin arkasında nâmütenâhî bir “ilim” vardır.
Kur’ân, kâinatı bir bütün olarak ele alır ve öyle değerlendirir. Var olan hiçbir şey onun ilgi sahasının dışında kalmaz. Evet, Kur’ân zerreden küreye bütün mevcudatı âdeta hallaç eder. Zâhir-bâtın, iç-dış, öz-kışır her şey bütün ahvaliyle ve derecesine göre onda yerini alır.
Kur’ân-ı Kerim’in, bütün varlığı ihtiva ettiğini, her şeyden söz açtığını az dikkat eden hemen herkes anlar.
Meselâ, o, “zerre” unvanı altında atomlara yemin eder. Onların baş döndürücü keyfiyetlerini nazara verir. Böylece bu küçük parçacıklar da Kur’ân’da kendilerine ayrılan yeri almış olurlar. Küçüklüklerinden dolayı Kur’ân’ın ihâtası dışında kalmazlar. Evet, atomların sırlı deveranından, rüzgârların huzurbahş cereyanlarına kadar her şey Kur’ân’da mânâ ve değerine göre yerini alır; sıradanlıktan sıyrılır ve tasavvurlarımızı aşan değerlere ulaşır. “Andolsun; birbiri ardınca gönderilenlere. Rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara.”[1]
Bir de bakarsınız Kur’ân, bu deveran ve cevelanı o sûrede bırakır, başka bir sûrede ve başka bir âyette insanın kalbini, ledünniyatını ve iç yapısını ele alır; “Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer.”[2] der, zâhirden bâtına geçer ve gaybî bir mesele ile ruhlarda ayrı bir ürperti hâsıl eder.
İnsanı kalbi ile ele alan Kur’ân, onun iradesini de ihmal etmez. Evet, insan iradesinin tahlili de en çarpıcı şekilde yine Kur’ân’la seslendirilir.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”[3] İşte insan iradesi ve kadere ait nice sırlar, bu ifadede düğümlenmektedir.
Sonra, insanın ilk yaratılışına dikkati çeker. İçinden binlerce nebi, veli ve bunun yanında binlerce de Firavun ve Nemrut çıkaran insanın asıl yapısını, aslî cevherini de yine Kur’ân ortaya koyar: “Sizi adi bir sudan yaratmadık mı? Onu, bir karar-ı mekîne (sağlam bir yerleşme zeminine) koyduk. Belli bir süre içinde de biçimlendirdik. Ne güzel biçim vereniz Biz!”[4]
Ne var ki insan, hep bu güzel şekilde ve kıvamında kalamamıştır.
“Allah, sizi yaratan sonra da öldürendir; içinizde kimini de ömrünün en reziline (bebeklik çağı gibi güçsüz ihtiyarlık çağına) iletir ki, neticede o, biraz bilgiden sonra hiçbir şeyi bilmez olur. Doğrusu Allah bilendir ve her şeye kadirdir.”[5]
Bu durum, geçici dünya hayatında geçici bir akıbettir. Temiz ruhları ebedî bir rahat ve huzur beklemektedir ki, ahiret âlemini anlatan yüzlerce âyet hep bu gerçeği nazara verir.
İnsan ölür. Her ölen insanla beraber hususî bir kıyamet kopar. Güneş dürülür, yıldızlar dağılır, dağlar yerlerinden oynar. Bu da daha büyük bir kıyamettir.
Kur’ân bu neticeyi anlatmayı da ihmal etmez; “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman…”[6] der. İnsana, güneşin ziyasının çekileceği, yıldızların bağı kopmuş tesbih taneleri gibi döküleceği bir müthiş anı hatırlatır ve gönüllere ürperti salar; salar ve şöyle der: “Buraya geldiğin gibi gideceksin, dünyaya burada kalacağın kadar meylet. Neticede gideceğin ve ebedî kalacağın menziline de ciddî hazırlık yap. Ahiret yurdu için çalış. Dünyadan da nasibini unutma…”[7]
Kur’ân, kâinatın yaratıldığı ilk devreye de dikkat çeker ve: “Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: ‘İster istemez gelin!’ dedi. Onlar ‘İsteyerek geldik.’ dediler.”[8] diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın iradesini semaya tevcih ettiğini, hâlbuki semanın o ana kadar sadece bir duman olduğunu anlatır. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın o semayı tesviye ettiğini, düzelttiğini, bir biçime koyduğunu, zemin ve göklerin de isteyerek, arzu ederek O’nun kanunlarına boyun eğdiğini, kâinatın bir kitap gibi yazıldığını, okusunlar diye şuur sahiplerinin nazarına arz edildiğini anlatır ve gönüllerimize ihtiyaç duyduğu her şeyi fısıldar ve alâkadar olduğumuz her problemi halleder.
Maddî kâinatların yaratılış keyfiyetine temas eden Kur’ân, onun değiştirilip dönüştürülmesini açıklamayı da ihmal etmez ve onu da kendi üslûbuyla seslendirir: “O gün (kâinatın bir sayfası olan) göğü, tıpkı bir kitap eczası gibi düreriz.”[9] der.
Bir başka âyet, sırların ortaya döküleceği o günü haber verme sadedinde: “O gün bütün sırlar ortaya dökülür.”[10] der.. ve işte o gün insanın eli, dili, ayakları kendi aleyhinde şahitlik yapar ve ona altından kalkılmaz hâller yaşatır. Evet: “O gün dilleri, elleri ve ayakları onların yaptıklarına şahitlik edecektir.”[11] der ve sinelere ürperti salar.
İş bununla da kalmaz, o gün herkes birbirinden, hatta en yakınlarından da kaçarak saklanacak delik arar. Evet; “O gün kişi kaçar kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından. Zira o gün, onlardan her kişinin kendisine yeter derecede problemi vardır.”[12] denilerek o günün dehşeti gözler önüne serilir.. evet, o gün cidden dehşet verici bir gündür ve insanın o gün için dünyada iken yaptığı amellerden başka hiçbir sermayesi de yoktur. Herkes çalıştığının karşılığını o gün tam ve eksiksiz olarak görecektir. İşte şahidi: “Artık kim zerre ağırlığında hayır yapmışsa onu görür. Ve kim de zerre miktarı şer yapmışsa o da onu görür.”[13] hakikati, olduğu gibi zuhur eder ve yüzler amellere göre şekillenir: “O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır.”[14]
Sonra Kur’ân, insanı son hâlleriyle yakalar. Cennet veya Cehennemle neticelenmiş hayattan bahisler açar. Amel defterini alınca insanların nasıl sevinç veya hüzün çığlıkları koparacaklarını dile getirir. İlâhî Cemal’i seyreden tâli’lilerin yüzlerinde yerleşen nadret ve sürurun ölümsüz tasvirleriyle içlere inşirah salar. Ne var ki, bütün bunların ötesinde esas gaye Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktır.. ve bitmeyen mutluluk da işte o zaman başlar.
“Allah (celle celâluhu) inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’ın razı olması ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük, en büyük muvaffakiyet de budur.”[15] İpi bu şekilde göğüsleyenlerdir ki yarışı kazanmışlardır.
Baştan buraya kadar söylediklerimizden de anlaşıldığı gibi, Kur’ân’ın mânâsında öyle bir umumîlik vardır ki, o bütüncül bakış sayesinde varlık âleminde hiçbir saha ihmal edilmemiştir. Evet, Kur’ân başlangıç ve netice münasebeti içinde bütün vak’a ve hâdiselere, kıymetleri ölçüsünde mutlaka temas etmiştir; etmiştir zira Kur’ân, bütün kâinatın anatomisini yapacak çapta bir câmiiyete sahiptir. Sanki onda, en küçük noktalar bile ilâhî büyüteçle büyütülmüş ve insanın nazarına arz edilmiştir.
Ondaki bu hususiyettir ki, dönemin dev şair ve ediplerini Kur’ân’a teslime mecbur etmiştir. Günümüz de dünden farklı değildir. Bugün nice dev ilim, fikir ve düşünce adamı Kur’ân’a teslim olmakta ve kendileri için onu eşsiz bir üstad ve yol gösterici kabul etmektedir. Elbette böyle bir kabulleniş önemli bir mesaj teşkil etmektedir. Teker teker veya toplu hâlde, bütün bu kabullenişlerin altında şöyle bir itiraf vardır: Kur’ân, Allah’ın (celle celâluhu) insanlığa en câmi mesajıdır.
İsterseniz yine o günden bir misal verelim; o günden, yani şiirin altın çağını yaşadığı dönemden:
İşte cahiliyenin büyük şairlerinden Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın iki oğlu Kâ’b ve Büceyr.. iki şair kardeş. Büceyr daha önce İslâm’la şereflenmiş, Kâ’b ise İslâm aleyhtarı faaliyetleriyle geç uyanacaklardan biri. Tabiî daha sonra şiiriyle hem aradaki mesafeyi kapatan hem de Resûlullah’tan iltifat gören insan. Hem Kâ’b hem de Büceyr şanlı iki kardeş sahabi. Kur’ân’daki o müthiş cazibenin ışığa koşan pervaneleri
Bunlardan bilhassa Kâ’b b. Mâlik tek başına bir destan insandır. Şair ve Hazrec’in medar-ı iftiharı.. Tebük’e iştirak edemediği için verilen cezayı zehir yudumlar gibi yudumlar ama sadakatinden zerre kadar taviz vermez. İşte onu bu şekilde teslim alıp büyüleyen ilâhî beyan Hazreti Kur’ân’dır.
Allah Resûlü’nün “Allahım, onu Ruhü’l-Kudüs ile teyit buyur.” diye hakkında dua ettiği müstesna şair Hassan b. Sâbit;[16] sözü kadar kılıcı, kılıcı kadar da sözü keskin büyük edip ve şair Abdullah b. Revâha; kardeşi Sahr’ın ölümü üzerine yazdığı mersiye ile o günün Arap dünyasını gözyaşına boğan, fakat İslâm’a girdikten sonra Kâdisiye’de dört evlâdını şehit vermesine rağmen metanetinden hiçbir şey kaybetmeyen ve evlatlarına hitaben, “Ne mutlu size ki benden evvel Resûlullah’a kavuştunuz. Ne mutlu bana ki bugün dört şehidin anasıyım.” diyen üstün kabiliyet, üstün yetenek şaire (kadın şair) Hansâ[17] ve daha sayılamayacak kadar çok şair ve edibi de yine kendisine bağlayan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan başka bir şey değildir.
Esasen meseleyi daha da şümûllendirmek mümkündür. Hepimizin yakından tanıdığı bütün büyük şahsiyetleri Kur’ân’ın câmiiyetiyle irtibatlandırmak hiç de yanlış bir yaklaşım olmasa gerek. Meseleye işte bu noktadan bakınca, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Fahreddin Râzî, Mevlâna Celâleddin, Bediüzzaman Said Nursî ve benzeri büyüklerin hemen hepsi Kur’ân’ın sonsuz ışığı etrafında dönen pervanelerdir ve Kur’ân, sadece kendisinde bulunan o sırlı ve kudsî cazibesiyle onları kendisine bağlamış ve hayranları hâline getirmiştir.
[1] Mürselât sûresi, 77/1-4.
[2] Enfâl sûresi, 8/24.
[3] Dehr sûresi, 76/30.
[4] Mürselât sûresi, 77/20-23.
[5] Nahl sûresi, 16/70.
[6] Tekvir sûresi, 81/1-2.
[7] Bkz.: Kasas sûresi, 28/77.
[8] Fussilet sûresi, 41/11.
[9] Enbiyâ sûresi, 21/104.
[10] Târık sûresi, 86/9.
[11] Nûr sûresi, 24/24.
[12] Abese sûresi, 80/34-37.
[13] Zilzâl sûresi, 99/7-8.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3/106.
[15] Tevbe sûresi, 9/72.
[16] Buhârî, salât 68, bed’ü’l-halk 6; Müslim, fezâilü’s-sahabe 151-152.
[17] Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 7/101.
Kur'ân'daki insicam
Kur’ân-ı Kerim’in Allah kelâmı olduğunu işaretleyen hususlardan biri de ondaki insicamdır. Kur’ân, usta bir sanatkârın fırçasından çıkmış en nadide tablolardan çok aşkın bir insicam ihtiva etmektedir. Renkler öylesine münasip ve kullanılan malzeme öylesine yerli yerinde ve uygun düşmüştür ki tarifi imkânsızdır. Onda gözü tırmalayan, zevk-i selimi rahatsız eden hiçbir husus, hiçbir yön yoktur.
Meselenin tafsilatına geçmeden, Kur’ân’daki insicam sözünden ne anlıyoruz, şimdi de biraz onun üzerinde duralım:
Kur’ân’ın bütününde anlatılan hususlar âdeta onun her cüz’ünde de aynıyla mevcuttur. Öyle ki bütün Kur’ân’ı Bakara sûresinde, onu Fatiha’da, Fatiha’yı besmelede bulmak mümkündür. Bu sebepledir ki bir insan, Kur’ân’ın herhangi bir sûresine baksa ve “Bütün Kur’ân bu sûrede vardır.” dese yalan söylemiş olmaz. Hatta bu hususta yemin dahi edilebilir. Çünkü işin aslı onun dediği gibidir. Yani, Kur’ân’ın her sûresi âdeta küçük bir Kur’ân hükmündedir.
Kur’ân-ı Kerim ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı yerlerde ve ayrı ayrı vesilelerle nazil olmasına rağmen onun âyetleri arasında öyle bir insicam vardır ki, sanki o, aynı anda, aynı yerde ve tek bir sebep çerçevesinde nazil olmuş gibidir.
Evet, besmelede çekirdek hâlinde bütün Kur’ân vardır. Bu çekirdek, Fatiha’da filizlenmiş, Bakara sûresinde dal budak salmış ve bütün Kur’ân’la da çiçek açmış, meyve vermiş gibidir.. evet, çekirdekle meyve arasındaki nisbet, Kur’ân’ın âyetleri arasında da aynıyla mevcuttur.
Fakat burada bizim baştan sona bütün Kur’ân âyetlerindeki insicamı göstermemiz imkânsızdır. Onun için de, burada sadece bir fikir verme adına besmele ile Fatiha arasındaki insicama dikkat çekecek ve çok kısa olmak şartıyla Fatiha âyetleri arasındaki bütünlüğü göstermeye çalışacağız.
1. Besmele ile Fatiha Arasındaki Münasebet
Besmele ile Fatiha arasında çok ciddî bir mânâ münasebeti vardır. Âdeta بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Fatiha’dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki birçok fukahâ, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’i Fatiha’nın yedi âyetinden biri saymıştır.[1]
Bismillah, Allah’ın ismiyle başlar.. Allah varlığı kadim ve zâtî; hakâik-i eşya O’nun varlığının ziyası, işârâtı ve âyâtı.. taayyün-i evvelin mümtaz siması Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuru, emare ve işaretlerin ilki.. evet, O ilkti ve O’nun nurundan kâinat var edildi.. derken O’nun ilm ü iradesiyle hâdiseler zincirleme birbirini takip etti.
Bu vetire tabiî hâdiseler şeklinde görünen yüzü itibarıyla gazların kaynaştığı devirler, jeolojik fasıllar olarak yâd edilebilir. Atılan çekirdek büyüyüp ağaç olmaya doğru sürüp gitti…
Nasıl ki insan, bahçesine bir meyve ağacı diker veya bir tohum eker; bu kimse, değişik bakım ameliyeleriyle hep gözü onun üzerinde olur ve daima onun başındaki mukadder meyveye nazar eder. Gerçi meyve vereceği ana kadar, onun değişik dalları, budakları, yaprakları hikmetsiz, mânâsız görülebilir, ancak o ağaç aslında yüce bir gaye için dikilmiştir ve sizin nazarınız her zaman ağacın başında, çiçekler arasında bir gün mutlaka arz-ı endam edecek olan plan, proje ve gayretlerinizi onun üzerine bina ettiğiniz meyve ve semerededir. Aynen onun gibi Allah (celle celâluhu) yokluğun bağrına Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu bir tohum olarak atmıştır ki, varlık ağacı, O’ndan meydana gelmiştir. İsterseniz, elektronlar O’ndan teşekkül etti, atom âlemi O’ndan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrakimizin dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy atan ve Arş-ı Azam’dan bize doğru uzanan kâinat ağacıdır.. ve bu ağacın, mevsimi gelince meyve vermesidir. İşte o meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası Allah’ın “safî, öz, hulâsa” mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Şüphesiz besmele bu mebde ve münteha ile çok alâkalıdır. Evet, Allah celâliyle tecellî ediyor, bir çekirdek ve bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irade veriyor; akıl, kalb, his ve daha başka melekeler ihsan ediyor ve kâinatın mânâsını, muhtevasını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. İşte bu mânâları ifade ettikten sonradır ki “بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ” ile “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” arasında bir münasebetin var olduğu görülür.
Besmelede, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bir cazibesi vardır ve hiçbir şey bu umumî cazibenin tesir alanının dışında değildir. Öyle ise, Fatiha sûresi de bu cazibenin manyetik alanı dışında kalamaz. Zaten biz, bütünüyle Kur’ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fatiha’ya da besmele ile başlıyoruz. Böyle bir üslûbun özünde bize tevcih edilen bir kısım mukadder sorular vardır:
“Besmelede, Kendisini rahmâniyet ve rahîmiyetle tanıtan Cenâb-ı Hakk’a karşı, siz nasıl bir mukabelede bulunmalısınız? Yani Bismillah’ta celâliyle, cemâliyle tecellî eden bu cazibe-i rahmete karşı siz, hangi söz ve davranışla karşılık vermelisiniz?”
İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” şeklinde olacaktır ki, bu beyanla biz, bizleri bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât’a hamd ü senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’de Cenâb-ı Hak, küllî ve umumî olarak tecellî ediyor ve rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bize bir şeyler elde etme yolunu açıp, Kendine yönelenleri hidayete erdiriyor. Yani Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa, sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve nihayet, besmelenin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine ümmet kılıyor.
Böylesine bir merhamet cazibesiyle çepeçevre bizi kuşatan ilâhî rahmet, bize اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor. Yani Allah’a hamdolsun bizi insan olarak yarattı… Allah’a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan İslâmiyetle, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak şerefiyle şereflendirdi…
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ’de her zaman gâibâne duyuşlar ve sezişler içinde bulunuyor, âsârındaki şahit ve burhanların diliyle O’na ait esrarı araştırıyoruz. Sonra Allah’ın (celle celâluhu), رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak, kâinat çapındaki engin tasarrufunu nazara alıyor, bir adım daha atıyoruz. Bin bir lütfun bin bir televvün içinde dalgalandığını duyuyor, hissediyor ve hemen اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ diyor şükranla iki büklüm oluyoruz. Yani O, bize yeryüzünü bir nimet sofrası gibi o engin merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor; biz de bunu görüyor, kâinat çapındaki emsaliyle mütalaaya alıyor ve bu tasarrufun enginliğiyle hayretlere açılıyoruz.
Evet, bütün varlık اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hakikatiyle mevcelenmekte, bu şefkat dalgaları sürekli birbirini takip edip durmakta ve bu inayetler silsilesi sürüp gitmekte; nihayet, bütün bunların verâsında Allah bize, esmâ, sıfât ve zâtını hissettirmektedir. İşte Kendisini bize böyle rahmetiyle hissettiren Allah’ın o sonsuz rahmetine karşı bütün mahlukatın dilleriyle, duyuşlarıyla ve hissedişleriyle, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” diyoruz ki, bu da “بِسْمِ اللّٰهِ” ile “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” arasındaki münasebetten farklı bir televvün demektir.
Evet, biz fikrî seyahatimizi bir ölçüde gâibâne ve Allah’tan uzaklığımız mülâhazasıyla sürdürüyoruz. Aslında bir mânâda Allah bize bizden yakın olsa da biz O’ndan uzak bulunuyoruz. Bu makam, gaybûbet ve fark ufkudur. Hâlbuki cem makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki teleskopik bir gözle kavrayıp, onunla Allah’ın huzuruna gelmesi şeklinde yorumlanmaktadır.
Allah’ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve O’na kulluk, ancak ve ancak bütün kâinatın mânâ ve muhtevasını birden kavrayabilmekle mümkün olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de nâmütenâhî makamı görecek teleskop gibi bir basiret lazımdır ki, bu geniş dairede Allah’ın icraatını görebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” diyebilsin.. ya da Allah’ı tesbih ve takdis edebilsin. Hâlbuki bütün bunlara kâmil mânâda muttali olamadığımız için, her zaman çıkış noktası itibarıyla hep gâibâne davranıyor ve يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar gaybe iman ederler.”[2] yörüngesinde seyahatimizi sürdürüyoruz.
İnsan, kâinattaki geniş tasarrufa bakıp onu vicdanî mârifet adına değerlendirdiği ölçüde Allah’a karşı bir kurb ve yakınlık kazanabilir. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki ağyâr buzlarını çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok daha başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra “Akla ne geliyorsa, verâsında Allah vardır.” zirvesine yükselir. Meselâ, bir çiçeğe baktığında hemen kalbinde, “Onu bu vaziyette tanzim eden Allah’tır.” hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğü zaman, “Bunu böyle tasvir eden, bu şekli veren ve onu böylesine kıvama getiren Allah’tır.” hakikati, içini ısıtıverir.. derken kendi nevinin simasında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm’in tecellîlerini müşâhede eder.
İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, hep gaybûbet makamından kurtulmak için çırpınır durur. Nihayet bir gün kalb ve vicdanında Cenâb-ı Hakk’a karşı “Sen” diyebileceği bir engin his belirir. Böyle bir hissin belirmesiyle de o, âdeta kendini Mevlâ’sının huzurunda bulur. Diğer bir tabirle kendini “Evvel”, “Âhir”, “Zâhir”, “Bâtın” isimlerinin halitası önünde görür ve bütün samimiyet ve içtenlikle: “Yalnız Sana kulluk yaparız.”[3] der. Ve Allah’a “Sen” diyebileceği makamı ona has enginliği, renginliği ve zenginliğiyle kemmiyetler, keyfiyetler ve tasavvurlar üstü benliğinin derinliklerinde duymaya başlar.
Sultanın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah’a vereceğimiz hediye ise, O’nun bizi yaratmada esas kabul ettiği maksat olmalıdır. O da, mârifet ve muhabbet-i ilâhiyedir. İşte bu zaviyeden O’nu bildiğimizi O’na arz ederek zimamın O’nun elinde olduğunu kabullenmiş oluruz ki, ancak bu sayede vicdanımız, “Sen” diyeceği muhatabını tam duymuş olur. Aslında, vicdanımızda Allah’a ait bu duygu her zaman mündemiçtir. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani Rabbülâlemîn’in icraatını ve rahmetle tecellî ettiğini gördükten sonra içimizdeki gubar silinir gider ve apaçık “Hakikat-i Hakâik” hissedilmeye başlar. Ondan sonra ki, “sadece Sana” mânâsını ifade eden إِيَّاكَ ‘yi ekleyerek إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yaparız.” deyiveririz.
Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Zira kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve ekstra yardıma mazhariyetle kalkılabilir. Böyle bir duyuş ufkunda artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına urûc ettiği böyle bir konumda o, elbette yardımı da sadece Allah’tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini müşâhede etmiş, sonra da gayb makamından hitap makamına terakki etmiştir.
Bu makamda insan, kendisine bir fırsat ve salahiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Bu itibarla da ne pahasına olursa olsun, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Evet, istenmeye değer husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kat’iyen kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidayeti talep sadedinde اِهْدِنَا denmeli, Rabb-i Rahîm’den sırat-ı müstakîme ulaştırma talep edilmelidir.
Kur’ân-ı Kerim’in muhtevası itikat, ibadet ve hayat olmak üzere üç temel esasa dayanır. İtikat, inanılması gerekli hususların bütünüdür. İbadet, yapılması lüzumlu amellerin hepsini içine alan bir tabirdir. Hayat ise, Kur’ân’a ait hükümlerin fert, aile ve topyekün cemiyete tatbik edilme keyfiyetidir.
Bütün Kur’ân, bu üç temel esastan bahsettiği gibi Kur’ân’ın ayrı ayrı her sûresinde de bu üç esası bulmak mümkündür. İsterseniz bir misal olması bakımından kısaca Fatiha sûresine bakıp bu hususları orada da görmeye çalışalım:
Fatiha sûresindeاَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‘den, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar itikat anlatılır. Şöyle ki, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ, Cenâb-ı Hakk’ın hakikî ve tek Mâbud olduğunu ifade eder. Bu ifade, tevhid inancının özü ve hulâsasıdır ve imanın esas rüknünün değişik bir unvanıdır. رَبِّ الْعَالَمِين ise Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta tasarruf eden bütün tekvînî sıfatlarını ve bu sıfatlara bağlı isimlerini işaretleyen bir ifadedir. Evet, bütün âlemleri halk ve sevk ü idarede ne kadar ismin tecellîsi söz konusu ise hepsi رَبِّ الْعَالَمِين ifadesinde mündemiçtir. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e gelince orada haşir, ahiret, hesap, mizan, terazi, Cennet, Cehennem, mükâfat ve mücazat gibi tabirlerle ifade edilen din günü ve onun yegâne sahibi olan Allah (celle celâluhu) anlatılmaktadır.
Görüldüğü gibi, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar olan âyetlerde, hemen bütün buudlarıyla itikat işlenmekte ve akideyle ilgili meseleler dile getirilmektedir. إِيَّاكَ نَعْبُدُ ile ibadete intikal edilir. Her türlü mâlî ve bedenî ibadet bu ifade içinde kendine yer bulur.. ve bu kısa ifade ile namaz, oruç, zekât, hac ve cihad anlatılmış olur. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’de ise, her şeyde ilâhî inayetin üssülesas olması ve ibadette bir derinleşme söz konusudur. Ardından اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ denilir ki, bu ve bundan sonraki âyetler hayatla çok yakından ilgilidir. Zaten Fatiha, âdeta hep sırat-ı müstakîm etrafında döner durur. Zira o öyle bir yoldur ki, o yolda ifrat ve tefrit yoktur. Cismanî arzular ile ruhanî hazlar fevkalâde bir denge içindedir. Akıl ve kalb, aynı çizgide atbaşıdır.
Eğer doğru yola hidayet talebi bu üç ana esas etrafında örgülenirse mânâ şöyle olacaktır: “Allahım, bizi akidede doğru yola hidayet et. Allahım, bizi ibadet hayatımızda istikamete ulaştır.. ve Allahım, hayat tarzı itibarıyla da bize din yolunu göster.”
Görüldüğü gibi bütün Kur’ân’ın ana teması ve ukde-i hayatiyesi olan bu üç esas, Fatiha’da da aynı şekilde âdeta bir ukde-i hayatiye mahiyetinde. Evet, ilâhî hidayet olmazsa ne düşüncede ne ibadette ne de günlük hayatta doğruyu bulmak mümkün değildir. Öyleyse, işe hidayet talebiyle başlamak gerekir. Nitekim Bakara sûresinin mebdei de yine hidayetle memhurdur ki, bunun ruh ve şifresinin هُدًى لِلْمُتَّقِينَ olduğunu söylemek mümkündür.
Fatiha’da istenilen hidayetin Kur’ân’da olduğu ve insanların ister itikat, ister ibadet ve isterse hayat tarzı itibarıyla hidayete ermesi için mutlak surette Kur’ân’a ittiba etmeleri gerektiği hususu gayet veciz bir şekilde ve sadece iki kelimeden müteşekkil bir cümlede ele alınıp sunulmuştur.
Ayrıca Fatiha’daki hidayet talebi ile Bakara sûresindeki هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesi arasında çok ciddî bir irtibat vardır. Yani Fatiha’da istenilen mânâ-i masdarî şeklindeki hidayeti, insanlar pratiğe çevirme peşinde olurlarsa işte o zaman Kur’ân’ın tarif ettiği hayat tarzı, kazandırdığı düşünce ve İslâmî üslûp da elde edilmiş olur. Fatiha’da hidayet talebinde bulunanlardır ki, Bakara sûresinde, Kur’ân’ın bir hidayet kaynağı olduğunu ancak onlar hissedip arkasında olabilirler.
Fatiha’da icmâl edilen akide ve ibadet, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de hemen göze çarpar. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Fatiha sûresinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ’tan مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ’e kadar itikat, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’de ise ibadet vurgusu yapılır. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde de هُدًى لِلْمُتَّقِينَ denildikten sonra müttakilere ait vasıflar dile getirilirken “Onlar gaybe iman ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.”[4] denilmekle Fatiha’daki إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Sadece Sana kulluk yaparız.” mazmunu hatırlatılır.
Kulluk, bedenî ve malî olmak üzere iki türlü eda edilir. İşte Bakara sûresinde “Namazlarını dosdoğru kılarlar”[5] cümlesiyle bedenî ibadete, “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler”[6] ifadesiyle de malî ibadete işarette bulunulur. Böylece Fatiha ile Bakara sûresinin ilk âyetleri arasındaki uyum ve insicam gayet net olarak kendini gösterir.
Burada bu iki ibadetin özellikle zikredilmesi, namaz ve zekâtın temel ibadetlerden olması itibarıyladır. Diğer taraftan Fatiha’daki أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesinin de “İşte onlar Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler ve felâha erenler de işte onlardır.”[7] mealindeki âyetle tam bir mutabakatı vardır. Demek oluyor ki Bakara sûresinin ilk beş âyetinde Fatiha’da anlatılanlar yeniden bir kez daha hatırlatılıyor.. ve iki sûre arasındaki insicam ve uyum nazara veriliyor.
Fatiha sûresinin 7. âyetinde “Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”[8] ifadesinin Bakara sûresindeki mukabili ise إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا ile başlayan ve 20. âyete kadar devam eden bölümün konusu oluyor. Zaten aynı konular daha sonra Yunus sûresine kadar da ele alınır ve tafsilatıyla işlenir. Böylece, bir yönüyle Fatiha’nın, âdeta bütün Kur’ân’la bir bütünlük içinde olduğu görülür ki, böyle bir insicamı sadece Kur’ân’da görebiliriz. Ve Kur’ân, pek çok yönüyle olduğu gibi bu yönüyle de harikulâde mucizevî bir kitaptır.
2. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ Sûreleri Arasındaki Münasebet
İsterseniz şimdi biraz da Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerindeki mutabakat, insicam ve konu vahdeti üzerinde duralım: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki (Allah’ın azabından) korunasınız. O Rab ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile, Allah’a eş-ortak koşmayın.”[9]
Görüldüğü gibi âyet evvelâ bütün insanları Allah’a kulluğa ve O’na inanmaya davet ediyor. Onların inanmaları için de, gökte ve yerde ilim, kudret ve irade tecellîlerini gözler önüne seriyor; seriyor aynen bir sinema şeridinde olduğu gibi bir çırpıda ilâhî tasarrufatını temâşâ ettiriyor. Yağmuru nasıl yağdırdığını, otları nasıl bitirdiğini, meyvelere nasıl neşv ü nemâ verdiğini ve her şeyi nasıl insanın imdadına koşturduğunu anlatıyor. Hemen birinci makta’da (kesit) Allah’ın yerde ve gökte olan nimetlerini anlatmaktan maksat, insanları O’na kulluğa davettir. Yani objektifte (hedefte) olan, “kulluk”tur; mücerred olarak nimetlerin serdedilmesi değildir.
Şimdi bu mânâyı hatırımızda tutarak, bundan sonraki ifadelere göz atalım: “Allah, hakikatleri açıklama yolunda bir sivrisineği, hatta daha ötesinde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı) misal vermekten çekinmez. İnananlar onun, Rabbi’lerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise; Allah bu misalle ne demek istedi der dururlar. (Allah) onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu da yola getirir. (Aslında O) onunla sadece fasıkları saptırır.”[10]
Âyetin baş kısmında, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden, Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın irad ettiği misallerden bahsediliyor. Sonra da bu misallerin nasıl da bazı kâfir ve münafıklar tarafından hafife alınmak istenildiği hususu üzerinde duruluyor. Onun ardından, insanlara, âlem-i ervahta verdikleri bir söz hatırlatılıyor. Bu söz, ahir zamanda gelecek olan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanma ve O’na tâbi olma sözüdür. Fakat ne yazık ki, çokları verdikleri bu sözden dönmüşlerdir/dönmektedirler. Bu hususu şu âyet farklı bir üslûpla hatırlatıyor: “Onlar ki, Allah’a verdikleri sözü nakzeder (bozar)lar.”[11]
Evet, onların hayatları sürekli bozgunculuktur. İçtimaî yapıları anarşiye kilitlidir. Evet, onlar evvelâ Allah’la olan akit ve ahidlerini nakzetmişlerdir. Bu da onların içtimaî akitlerine aynen yansımıştır. Onlar fasit bir daire içindedirler ve her fasit daire bir başka fasit daire oluşturmaktadır.
“Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağları) kesiverirler ve yeryüzünde sürekli bozgunculuk çıkarırlar.”[12] denilmekle buna işaret buyrulur.
Bakara sûresinin ilk âyetleri, çeşitli argümanları kullanarak bize bir karakter analizi yaparlar. Bu analizle çizilen portre, hiss-i selim, akl-ı selim ve kalb-i selimin “Evet” dediği gerçeğin ta kendisidir. Bu portrede arz-ı endam eden karakter, tarihte peygamberleri katleden ve Peygamberimiz devrinde O’na karşı her türlü kötülüğü yapan mütemerrit bir kavmin karakteridir.
Kur’ân’da yer yer tasvir edilen bu karakter, hayata tutkundur. Yaşamayı ve menfaatini çok sever. Şahsî çıkarları adına yapmayacağı hiçbir kötülük yoktur. Ayrıca bunlar peygamber katledecek kadar da hunhardırlar. Dahası Cenâb-ı Hak’la pazarlık yapacak kadar da küstah. Anarşi çıkarmak, toplumu kaosa sürüklemek onların en belirgin vasıflarındandır. Dünyayı bütünüyle kendilerine mâl etmek emelindedirler. Bu emel uğruna kavga vermek, bu mütemerritlerin en önemli hususiyetlerindendir. Unutulmamalıdır ki, o, fırsat buldukça bu karakteristik özelliğini, hususiyle de Müslümanlar aleyhinde her zaman ortaya koyacaktır. Müslümanlar da daha işin başında firaset ve basiretle hareket etme zorundadır.
Evet, Kur’ân’da bazı sûrelerde, bilhassa Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ve Kur’ân’dan çok daha sert ifadelerle Eski ve Yeni Ahid gibi Kitab-ı Mukaddes nüshalarında bu karakter tasvir edilir. Bazen bizzat Cenâb-ı Allah tarafından bazen de Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimesselâm) gibi İsrailî peygamberler tarafından tecrim ve takbih olunan mütemerrit bu karakterin sık sık fesat çıkaracağından ve bu sebeple de böylelerine karşı dikkatli olunması gerektiğinden bazen sarihan bazen de işârî olarak bahsedilir; bahsedilir ve bu karakterin menfî tutumlarına karşı inananlar uyarılır. Tavır almanın şekli bazen sertçe de olabilir. Bazen, zâhiren kerih gibi görünen bu sertlik içinde büyük hayırlar bulunabilir. Nitekim âyette şöyle denilmektedir: “Belki hoşunuza gitmez ama, size kıtal farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Ve hoşlandığınız şey de hakkınızda şer olabilir.”[13]
Kader kalemleri Levh-i Mahfuz’da sizin için böyle bir mükellefiyet yazmıştır. Dolayısıyla hakkınızda yazılan bu hüküm mutlaka karşınıza çıkacaktır. Beşerî olarak bu hükmün bütün bütün dışında kalmak imkânsızdır. İçtimaî coğrafya her an yeni yeni hâdiselerle değişip durmaktadır. Durum böyle olunca da bazen kavga kaçınılmaz olur. Bazen de zorba bir milletin ve bir emperyalist gücün milletinize saldırması söz konusu olabilir.
Bu takdirde ırz, namus, haysiyet, mal-mülk, nesil ve nefsin korunması ancak müdafaa ve mukabele ile mümkün olabilir. Bu yönüyle hatta harp bile olsa “hüsün ligayrihi” prensibi içinde o dahi dolaylı bir güzelliğe sahiptir. Doğrudan hakikî güzele ulaşılamadığı yer ve zamanlarda dolaylı olarak güzele ulaşmak ve her zaman hayır peşinde olmak önemli bir hâdisedir.
İşte bazen muharebeler bu yolla da olabilir. Kur’ân-ı Kerim, haksızlığa maruz kalmışların cihad etme mecburiyetinde olduklarını çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle ele alır. Bakara sûresinde de bu tür âyetler vardır. Aslında bu sûrede daha pek çok içtimaî meselelere temas edilir. Ancak teker teker bu meseleler üzerinde durmak bu kitap çerçevesini aşan bir konudur. Onun için biz bu sûre ile ilgili kuşbakışı seyahatimizi burada noktalayıp Âl-i İmrân sûresinin önceki sûrelerle olan münasebetine intikal etmek istiyoruz.
Bakara sûresinin ilk âyetleri ile Âl-i İmran sûresinin ilk âyetleri ciddî bir tenasüp arz etmektedir. Zaten pek çok defa söylediğimiz gibi, Kur’ân’ın bütün sûreleri birbiriyle hemâhenktir. Ne var ki, adı geçen iki sûre arasındaki tenasüp çok daha belirgin ve çok daha çarpıcıdır.
Bakara sûresi: “Elif Lâm Mîm. İşte o kitap: kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.”[14] mealindeki âyetlerle başladığı gibi, Âl-i İmran sûresi de: “Elif Lâm Mîm. O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur, O daima Hayy ve Kayyum’dur. Sana kitabı hak ile ve kendinden öncekini de tasdik edici olarak indiren O’dur.”[15] âyetleriyle başlamaktadır. Hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde aradaki tenasüp apaçık görülmektedir.
Şimdi hafızamızı yoklayalım ve Bakara sûresinin ilk 20 âyetinin muhtevasını hatırlamaya çalışalım. Orada müttakilerden, kâfirlerden ve münafıklardan bahsediliyordu. Âl-i İmrân’da ise müttakilerin, kâfir ve münafıklara karşı cihada çağrılması üzerinde duruluyor. Bu tasnif de, yine iki sûre arasında muhtevadaki tenasübü işaretlemektedir.
Âl-i İmrân’da genişçe Uhud Savaşı ile ilgili malumat verilir. Bu, Bakara sûresindeki mücerred ifadeleri bir anlamda müşahhaslaştırmak demektir. Uhud’da müttakiler vardır, münafıklar vardır, bir de kâfirler vardır. Demek ki, buradaki anlatımda da yukarıdaki tenasübe riayet edilmiştir. Diğer taraftan, Bakara sûresinde icmâlle anlatılan bazı meseleler Âl-i İmrân’da tafsil edilmektedir. Ve yine tenasüp, yine tenasüp, yine tenasüp
Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerindeki insicamı aynıyla Nisâ sûresinde görmek de mümkündür. Zaten bu tertip ve tenasüp Kur’ân’ın her tarafında mevcuttur. Evet, Fatiha’daki “Ancak Sana ibadet ederiz.”[16] âyeti ile Bakara sûresindeki “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin.”[17] âyetleri arasındaki insicamı daha önce icmâlen anlatıldığı şekliyle hafızalarınızda canlandırın; her şeyi siz de gayet net olarak göreceksiniz.
Evet, Fatiha sûresindeki ubûdiyet vurgulaması, Bakara sûresinde onun neden ve niçinleri cevaplandırılarak yeniden ele alınır.. ve “O (Rab) ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de artık bile bile Allah’a eşler, ortaklar koşmayın.”[18] denilerek insanlar kulluğa ve tevhide davet edilir.
Nisâ sûresinde de söze, hitap sigası dahi değişmeden يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ “Ey insanlar!” denilerek başlanıyor, Fatiha ve Bakara sûrelerinde dikkat çekilen kulluk burada daha tafsilatlı bir şekilde ele alınıyor ve şöyle deniliyor: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun, adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.”[19]
Dikkat edilecek olursa, bu âyetler arasındaki insicam da hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde gayet açık ve net olarak görülmektedir. Evvelâ, bu farklı sûrelerin hepsinde önce kulluğa dikkat çekiliyor. İkincisi, âyetler bir şifre gibi aynı hitap sigası ile başlıyor. Üçüncüsü, birinde icmâlen ele alınan takva diğerinde tafsilatıyla işleniyor. Dördüncüsü, birinde “Ey insanlar!” denilerek mutlak bırakılan hitap, diğerinde “O Allah ki, sizi bir erkek ve dişiden yarattı. Sonra sizi peyderpey onlardan üretip çoğalttı.” demek suretiyle bir açılıma geçiliyor.
Burada sûreler arasındaki âhenk ve insicama şöyle bir misal de verebiliriz: Bakara sûresinde, “Onlar ki, söz verip bağlılık vaadinde bulunduktan sonra Allah’a verdikleri ahdi bozar ve Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keser koparır; yeryüzünde de bozgunculuk çıkarırlar.”[20] deniliyor. Mâide sûresinin ilk âyetinde ise “Ey iman edenler! Yaptığınız akitleri yerine getirin “[21] ifadesi yer alır ki, bu iki âyet arasındaki insicamı görmek ve göstermek için herhangi bir yoruma da ihtiyaç kalmaz; kalmaz çünkü bu âyetlerde sanki birbirinin devamı gibi bir durum söz konusudur. Öyle ki araya yüzlerce âyet girmiş olmasına rağmen insicamda zerre kadar bir aksaklık söz konusu değildir.
Bakara sûre-i celilesi, münafıklarla ilgili oldukça ilginç tipler ve karakterler ortaya koyduktan sonra, sözü o yegâne yaratıcı, her şeyi tanzim edici Sonsuz Kudret ve İrade’ye getirir; sonra da şöyle devam eder: هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى إِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “O (Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra da iradesini göğe tevcih etti. Onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilendir.”[22]
Görüldüğü gibi burada âyet هُوَ “O” ile başlıyor. En’âm sûresi de Kur’ân’da هُوَ lafzının en fazla geçtiği sûredir. Biz burada sadece onlardan birkaçını zikrederek, Bakara sûresinin bu âyetiyle En’âm sûresinden alıp aktaracağımız âyetler arasındaki insicamın korunduğunu görmeye çalışalım:
هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ “O (Allah) ki, sizi çamurdan yarattı.”[23] Evet siz, menşe itibarıyla bir çamur idiniz. Sonra Allah (celle celâluhu) sizi o çamurdan insan sûret, mânâ ve mahiyetine yükseltti.
وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ “O (Allah) ki, gece uyku hâlinde sizi vefat ettirir.”[24] Bu vefat ile size istirahatınızı temin etme imkânı verir.
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَۤائِفَ الْأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَۤا اٰتَاكُمْ “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sonra size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”[25]
Halife olarak siz, Allah’ın iradesiyle kâinatına müdahale etme salahiyetini elde edip O’nun hesabına yerin tımarına, bağ ve bahçelerin ıslahına, ağaçların aşılanmasına müdahalede bulunduğunuz gibi aile, toplum ve devlet işlerini de O’nun iradesine göre tanzim edersiniz. Evet siz, yeryüzünde O’nun halifesi ve matmah-ı nazarısınız…
Bakara ve En’âm sûrelerinde bu âyetlerin uzun uzun izahı yapılmaktadır. Latîf bir tertip içinde En’âm sûresine kadar bütün sûreleri göz önünde tutmayan bir Zât’ın, bu insicam içinde ve bu keyfiyette söz söylemesi imkânsızdır. Bu itibarla da görünen insicam ve müşâhede edilen âhenk, beşer ifade gücünün çok çok üstünde ve mucizedir.
Yaratılış hakikatini ele alan âyetlerin, farklı bir üslûpla, farklı sûrelerde, ama tek bir cümle insicamı içinde ifade edilişi de yine baştan beri söylediğimiz hususu destekleyen bir çizgide cereyan etmektedir. Bu âyetler, hem içinde bulunduğu sûrenin siyak ve sibakına uyum sağlamakta hem de kendinden önceki ya da sonraki sûrelerde yer alan âyetlerle sımsıkı bir uyum içinde bulunmaktadır.
Evet, insanın yaratılışı ve meleklerin secdesiyle tekrim edilişini anlatan âyetler, ilginç bir insicamı ortaya koyuyor. Bakara sûresinin “Hani meleklere, Âdem’e secde edin dedik de (onlar) secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi.”[26] âyeti, A’râf sûresinin 11. âyetinden itibaren uzun uzadıya tefsir ediliyor. Hâdisenin ehemmiyetine binaendir ki, Kur’ân bu hususa fasıl fasıl yer verir ve insanın nazarını bu hakikate çeker. Aslında, Kur’ân’ın genel yapısında bazı önemli hâdiseleri bu şekilde fasıl fasıl nazara verdiğine sık sık rastlamak mümkündür. İşte A’râf sûresinin mevzu ile ilgili âyeti: وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلَۤائِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُۤوا إِلَّا إِبْلِيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ “Sizi Biz yarattık, sonra size şekil verdik. Peşinden de meleklere: ‘Haydi, tazimde bulunun Adem’e!’ dedik. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı.. ve secde edenlerden olmadı.”[27]
Görüldüğü gibi burada da iki âyet arasında tam bir mutabakat söz konusu. Öyle ki insan ciddî bir tefekkürle bu âyetleri takip ettiğinde, Kur’ân’da mevcut olan insicamı ve tertibe ait temel doneleri hemen görebilir. A’râf sûresi, yaratma hâdisesine temas ettikten sonra sözü yine malum mütemerritlere getirir ve önceki sûrelerin ilgili âyetlerine göndermelerde bulunur. Bu da yine sık sık temas edildiği gibi Kur’ân’ın insicamından sesler ve soluklardır.
Âyetler ve sûreler arasındaki bu baş döndürücü âhenk ve insicama delil olabilecek çapta pek çok misal irad etmek mümkündür. Nitekim daha önce bunlardan bir kısmına temas edilmişti. Şimdi dönüp önemli gördüğümüz bir başka hususu arz etmek istiyoruz:
Bakara sûresinde, Peygamber Efendimiz dönemine kadar ve o dönemde sergilediği negatif yönleriyle analizi yapılan mütemerrit karakter ve müfsit tiple alâkalı, bilhassa onun yeryüzünde fitne ve fesat çıkarma ve bu yolla insanlığı çeşitli içtimaî çalkantılara maruz bırakma hususiyeti üzerinde detaylı malumat vardır. Yine Bakara sûresinde üzerinde durulan meselelerden biri de, bu içtimaî çalkantılar esnasında Müslümana önemli işler ve vazifeler düşeceği gerçeğidir. Yani Müslümanın “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna kâfir, münafık ve onların Ehl-i Kitap’tan yandaşlarıyla münasebetlerinde yapması gereken fedakârlıklardan kaçınmamasıdır ki, bunun İslâm terminolojisindeki adı cihaddır.
Efendimiz’e yer yer bu mesele etrafında sorular yöneltildiği, yine Bakara sûresinin bazı âyetlerinde ifade edilmiştir. Ezcümle: “Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş, büyük bir günahtır. Fakat Allah yolunda bulunmaya engel olmak, Allah’a ve Mescid-i Haram’a karşı kâfirce tavır almak, halkını ondan (Mekke’den) sürüp çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır.”[28] âyetinde bu gayet sarih olarak ifade edilir.
Enfâl sûresinde ise aynı malzeme kullanılır ve Bakara sûresinde harpten sual edilmesine bedel, burada harbin neticesinde kazanılan ganimetlerden ve ganimet taksiminden sual edildiği hususu üzerinde durulur.[29]
Şimdi, şu iki âyet arasındaki insicamın baş döndürücü âhengine bakın ki, iki âyet arasına giren yüzlerce âyet, bunların arasında örgülenen nizam ve intizama zerre kadar zarar vermiyor.
Hâsılı, Kur’ân-ı Kerim baştan sona ve derinlemesine tetkik edilip incelense, beşer karihasının üstesinden gelmesi imkânsız bir ölçüde onda müthiş bir âhenk ve insicamın var olduğu görülür. Kur’ân’ın en kısa sûresinden en uzun sûresine kadar her tarafında, sûrelerin kendi içindeki insicamı yanında, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün sûrelerin birbiriyle olan münasebeti içinde de aynı insicamı görmek mümkündür. Hatta buna “mümkündür” demenin yerine “vâkıadır” demek daha uygun düşecektir. Zaten her sûre sanki bütün Kur’ân’ın bir özeti, bir hulâsasıdır. Durum böyle olunca da aradaki insicam onun yapı ve tabiatının gereği demektir.
Müfessirler ve diğer İslâm âlimleri bu mesele üzerinde ittifak içindedirler ve şöyle derler: Bütün Kur’ân Bakara sûresinde, Bakara sûresi Fatiha’da, o da besmelede mündemiçtir.[30] Mademki realite budur; elbette baştan sona Kur’ân’ı tek bir cümle insicamı içinde değerlendirmek mümkün demektir.
[1] Bkz.: el-Mevsûatü’l-fıkhiyye 8/83-86.
[2] Bakara sûresi, 2/3.
[3] Fâtiha sûresi, 1/5.
[4] Bakara sûresi, 2/3.
[5] Bakara sûresi, 2/3.
[6] Bakara sûresi, 2/3.
[7] Bakara sûresi, 2/5.
[8] Fâtiha sûresi, 1/7.
[9] Bakara sûresi, 2/21-22.
[10] Bakara sûresi, 2/26.
[11] Bakara sûresi, 2/27.
[12] Bakara sûresi, 2/27.
[13] Bakara sûresi, 2/216.
[14] Bakara sûresi, 2/1-2.
[15] Âl-i İmrân sûresi, 3/1-3.
[16] Fâtiha sûresi, 1/5.
[17] Bakara sûresi, 2/21.
[18] Bakara sûresi, 2/22.
[19] Nisâ sûresi, 4/1.
[20] Bakara sûresi, 2/27.
[21] Mâide sûresi, 5/1.
[22] Bakara sûresi, 2/29.
[23] En’âm sûresi, 6/2.
[24] En’âm sûresi, 6/60.
[25] En’âm sûresi, 6/165.
[26] Bakara sûresi, 2/34.
[27] A’râf sûresi, 7/11.
[28] Bakara sûresi, 2/217.
[29] Bkz.: Enfâl sûresi, 8/1.
[30] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/425; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 5/15; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/39.
Kur'an'ın üslubundaki mucizelik
Kur’ân-ı Kerim’in tertip ve düzeni, âhenk ve insicamı, onun mucizevî buudlarından bir kısmını teşkil ettiği gibi, ifade tarzı ve anlatım keyfiyeti de beşer idrakini aşan, insan kudretini âciz bırakan onun bir başka mucizevî buudunu teşkil etmektedir. İsterseniz şimdi bu mücerred fikrimizi bir-iki misalle müşahhaslaştırmaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, muhataplar karşısında, parça parça olarak ve peyderpey inmesine rağmen onun sûreleri, âyetleri ve hatta kelimeleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Bir solukta söylenmiş şiir gibidir âdeta onun bütünü. Bu ise ancak, 23 seneyi bir “an” gibi gören.. geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada nazara alan.. hâsılı, zamandan ve mekândan münezzeh bir Zât’ın kelâmı olmakla açıklanabilir.
Her ilim ve fennin kendine göre bir terminolojisi, bir üslûbu, bir ifade tarzı ve bir dili vardır. O ilim ve fen, ihtiva ettiği mevzu ve konuları kendine has bu dil ve bu üslûpla ifade eder. Bu açıdan hukuk diliyle şiir ve edebiyat dili arasında, onunla mühendislik dili arasında mutlaka bir kısım farklılıklar vardır ve olacaktır. Meselâ, hukuk dili kesinlik ve netlik gerektirir. Meseleler gayet geniş ve teferruatlı anlatılır. Hangi suça hangi oranda ve ne ceza verileceği mutlaka açık açık ifadeye dökülür. Yoksa en küçük bir yanlışlık ve iltibas, hukukun ana prensibi olan adalete gölge düşürür ve haksızlığa sebep olabilir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:
Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerinden biri de, onun bir hukuk kitabı oluşudur. Kur’ân’da ahkâmla ilgili yüzlerce âyet vardır. Ancak Kur’ân’ı, yüzde yüz haklılık ve isabetlilik özelliğinin yanında diğer hukuk kitaplarından ayıran önemli bir husus da, bu bapta onun kullandığı üslûp keyfiyetidir. Kur’ân bu âyetlerde de muhtevası değişik diğer âyetlerdeki üslûp ve ifade tarzını kullanır. Ama yine de konunun tamamiyetine ve bütünlüğüne zerre kadar halel gelmez. Vecizdir Kur’ân-ı Kerim; anlatımı da gayet özlüdür. Ancak aynı zamanda Kur’ân’ın ifadelerinde insanı hayrete düşürecek ölçüde bir zenginlik mevcuttur.
Meselâ, miras âyetini ele alalım. Esasen miras, fıkıh kitaplarında ciltler dolusu malumatla anlatılan bir meseledir veya meseleler mecmuasıdır. Hâlbuki Kur’ân, bu uzun ve muğlak konuyu beş-on satırda hem de hiçbir eksik yan bırakmadan öyle bir üslûpla anlatıp takdim etmiştir ki, dahası olamaz. Sadece anlatmakla da kalmamış, anlattıklarını edebî bir dille ve şiirimsi bir âhenkle ortaya koymuştur.
Bu tür muhtevalı anlatımlar esasen erbabınca birkaç kere okunsa sıkıntı verir ve okumada da devamlılık ve süreklilik çok zor olur. Hâlbuki Kur’ân’daki bütün ahkâm âyeti yüzlerce, binlerce defa okunmakta ve onları okuyanlar zerrece bir bıkkınlık ve usanma hissetmemektedirler. Bu da yine Kur’ân’ın mucizevî yönlerinden birini teşkil etmektedir ve hiçbir beşer kelâmının bu konuda Kur’ân’a benzemesi ve hele onunla boy ölçüşmesi mümkün değil demektir.
Kur’ân ilk nazil olduğunda, karşısında farklı bir kültür ve medeniyet buldu. Ancak o, hiç çocukluk dönemini geçirmedi ve kekeleme nedir bilmedi. Yani ekmeğe “mama” demedi. İptida ile geldi, fakat meseleleri en müntehiyâne bir üslûpla ortaya koydu. Evet, o yeni bir filizdi, ama asırlık çınarlar kadar muhteşem ve çalımlıydı. Ve kendini kabul ettirirken de bu şekliyle kabul ettiriyordu. O, Arap edebiyatının sesini soluğunu kesen öyle bir üslûpla doğdu ki, birden hepsinin önüne geçerek onlara kudve ve imam oldu. Bundan böyle şairler onu taklit edebildikleri nispette güçlü kabul edilecekti. Evet, Kur’ân âdeta edebiyatı teslim almıştı. Şair ve ediplere düşen de, onun karşısında serfürû ve inkıyat etmekti. Özetle, Kur’ân muhteşemdi ve şairler de ona teslim olmuştu.
İşte Kur’ân’ın ifade ve üslûbundaki çarpıcılığı böyle bir perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde, onun büyüklüğüne kapalı kalmak bizim karartılmış kaderimiz olur.
Şimdi bu noktadan çıkış yaparak Kur’ân’daki örneklerden birkaçına bakmaya çalışalım. Bu misallerin hemen hepsi, Arap Yarımadası’nda yaşayan insanların tasavvur ve hayal dünyalarının çok ötesinde gerçekleşmiş şeylerdir. Kur’ân’ın sadece bu özelliği bile, onun Allah kelâmı olduğuna açık bir delildir. Zira o muhitte büyümüş, yetişmiş bir insanın, biraz sonra arz edeceğimiz misallere benzer temsiller getirmesi imkânsızdır.
Ayrıca nazara alınması gereken diğer bir husus da şudur: Sahrada yaşayan insanların hayatları beş-on kelime etrafında dönüp durmaktadır. Bunların hayat standartları medeni bir dünyayı ve böyle bir dünyanın standartlarını kavramaya müsait değildi. Hâlbuki Kur’ân’da yapılan tasvirlerin pek çoğunda mükemmel bir dünya canlandırılıyordu. Hem de kullanılan ifadeler gayet yerindeydi, mübalağadan arındırılmıştı ve gerçekleri olduğu gibi yansıtıyordu.
Diğer taraftan Kur’ân’da, korkutan, ürperten, insanların gönlünü hoplatan bir kısım tasvirlere de yer veriliyordu ki, bu tür tasvirlerde kullanılan üslûp konuyla fevkalâde bir bütünlük içindeydi ve okuyanların gönlünde ürperti hâsıl ediyordu.
İsterseniz şimdi Nur sûresinden bir misalle konuyu müşahhaslaştırmaya çalışalım. Sonra da sırasıyla yukarıda saydığımız özelliklere ait misalleri arz edelim:
Nur sûresinin 39. âyetinde şöyle deniliyor: “İnkâr edenler(e gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah’ı bulur; Allah onun hesabını tastamam görür, evet O, hesabı çabuk görendir.”
Âyet, küfür içine düşmüş bocalayan bir insanın hayatını ve tasavvurlarını dile getiriyor. Dünyada devamlı surette kuruntular arkasında koşan, dünyevî yarınlarını iyi etme düşüncesiyle bütün bir hayat boyu çırpınıp duran ama neticede perişaniyetin pençesine düşen bir kâfirin zavallı akıbetidir bu. Ebed için yaratılan, ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle tatmin olamayan zavallı insan böylece fenâ bulup gidecektir. Onun bütün çırpınışları hiçi aramaktan farksızdır.
İşte kâfir böyle bir neticenin tâli’siz yolcusudur. O, işte böyle yorgun, bitkin ve de sefil bir hâlde hayat yolculuğunu devam ettirirken bir gün ömür şeridi kopacak, o da aniden Mevlâ’nın gazabıyla ve şiddetli bir hesapla karşı karşıya kalacaktır. İşte Kur’ân-ı Kerim, kâfirin bu durumunu tablolaştırırken öyle malzemeler kullanıyor ki, biz Kur’ân’ın kullandığı kelimeler arasında o kâfirin perişan vaziyetinin resmedildiğini görüyor gibi oluyoruz.
Evvelâ, çölde yaşayan insanın anlayabileceği bir teşbih ve tasvirle meseleye giriş yapıyor. Serap, hiç bitki örtüsü bulunmayan çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde, yakında veya ufukta su ya da yeşillik varmış gibi görünme hâdisesidir. Çöldeki insan bu tür görüntülerle sık sık karşılaşır ki, Kur’ân kâfirin duygu ve düşüncelerini onunla resmediyor.
“Susayan onu su sanır” ifadesi, tasviri daha da derinleştirir. Serabı gören herhangi bir insan değil, özellikle susamış insandır. İşte böyle bir insan, susuzluğun canına tak ettiği bir demde su zannettiği serabın peşinden koşar, ama “Yanına gelince onun hiçbir şey olmadığını anlar.” Bu tasvir, onun hayat karelerinin bütününü ele veren görüntülerdir. O, her defasında suyu buldum zannedecek, koşup yorulacak ama sadece bir hiçle karşılaşacaktır. Bu iş o kadar sürüp gidecektir ki, o insan Allah’ın huzuruna da dünyada yaşadığı bu şekille varacaktır. Zira hadis diye rivayet edilen bir sözde, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.”[1] buyrulmaktadır.
Evet, kâfir işte böyle durmadan serap kovalayan bir zavallıdır. Bu hâliyle o, değil hayallerinin bütününü bulmak, onların en küçüğünü dahi elde edemeyecek ve hayalleri bir bir serap olup onun önünden kaçacaktır. Hâlbuki insan, yeryüzüne Allah’ı bulmak için gönderilmiştir. Ama sanki kâfir bu hayatî neticeyi ahirete bırakmış gibidir. Onun için de o, ahirette Cenâb-ı Hakk’ı, lütfuyla değil kahrıyla bulacaktır. Allah da ona göre hesabını görecektir.
İşte her seviyeden insana kendini dikkatle takip ettirecek net, kesin ama muhayyilenin cevelanına da mâni olmayan, abartısız fakat çarpıcı ve etkileyici bir tasvir ve temsilin eşsiz örnekleri.! Biz böyle bir tasvir karşısında içimiz dolu dolu: “Ey Kur’ân, sen ancak Allah kelâmı ve bir mucize olabilirsin!” diyor ve inançla soluklanıyoruz.
Şimdi bir de Kur’ân’da, kâfirin genel durumunu aksettiren şu tasvire bakın: “Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer. Öyle bir deniz ki, onu, dalga üstüne dalga kaplamakta Üstünde de koyu bulut.. ve üst üste binmiş karanlıklar İçinde bulunan insan, elini uzatsa, neredeyse kendi elini bile göremiyor. Öyle ya Allah birine nur vermezse artık onun için ışık olamaz.”[2]
İşte böylesine karanlık ve vahşet içindedir kâfir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde kâfirin bütün kâinatı nasıl kapkaranlık gördüğünü ve buna sebep olan âmilleri derin bir tetkik ve tahlile tâbi tutar. Küfrün kaybettirdikleri ile iman ve mârifetin kazandırdıklarını salahiyetli bir kalemden öğrenmek isteyenler, mutlaka o eserlere müracaat etmelidirler.[3]
Evet, insanın gözünde iman gözlüğü, kalbinde iman nuru olmaz, o da eşya ve hâdiselere iman nuruyla bakamazsa onun göreceği sadece birbiri üstüne yığılmış karanlıklar olacaktır. Onun altında kendisini tehdit eden korkunç dalgalar, o dalganın üstünde yine dalgalar.. ve üstünde insanın canını gırtlağına getirecek, onu bunaltacak zifiri karanlıklar.
Kur’ân’da yer alan bu tür tasvirler o günkü Arabın aklının köşesinden bile geçiremeyeceği orijinalliğe sahiptir. Zira Arap Yarımadası’nda yaşayanların Kur’ân’da tasvir edilen bu ölü dalgaları bilmeleri imkânsızdır. Çünkü bu dalgalar ancak büyük okyanuslarda görülmektedir. Şöyle ki, denizin üstünde olduğu gibi altında da dağlar cesametinde dalgalar mevcuttur. Kızıldeniz kenarında veya hiç suyun bulunmadığı bir çölde yaşayanlara bu tasviri anlatmak bile çok müşkil olsa gerek. Nerede kaldı ki onlardan biri bu tasviri yapabilmiş olsun. Zaten, adına ölü dalgalar denilen denizaltı dalgalarını, çok daha sonraları büyük okyanuslarda araştırma yapanlar keşfedebilmişlerdi.
Bu enfes tasvirler, Kur’ân’ın hayat ve kâinatın içine vâkıf olduğunu gösterir ki, o da, kâinatı tek bir nokta gibi gören ve bilen bir Zât’ın kelâmı olmakla izah edilebilir.
Şimdi gelin, bir de bu tasvirin, kâfirin ruh hâlini aksettirmedeki gücüne bakın: Kâfir, dünyası kapkaranlık bir insandır. Bir de o, adım adım ölüme doğru sürüklenmektedir. Hâlbuki ölüm, onun için bir hiçlik, bir yokluk demektir. Tabiî kabir de yılanların, çıyanların, akreplerin yuvalandığı bir zindandır. Bütün bunlarla beraber o, bütün yakınlarından, maziden ve istikbalden kopmuş ve böylece de çökmüş bir ruh hâleti içindedir. Yer, onu yutmakla tehdit etmekte.. mazi, onun için büyük bir mezar görünümünde.. istikbal ise onu hiçlik gayyasına çekmekte… Evet, kâfir öylesi bir karanlıklar anaforuna kapılmıştır ki, elini çıkarsa kendi elini dahi göremeyecektir.
Şimdi soruyoruz: Hayatında bir kere dahi olsun okyanuslara açılmamış, oralardaki ölü dalgaları müşâhede etmemiş, İskandinav ülkelerinde olduğu gibi, aylarca süren karanlık günleri bir mevsimlik dahi olsa yaşamamış olan bir insanın böyle bir tasvire gücü yetebilir mi? Asla. Öyleyse bu tasvir ve bu tasvirdeki güç Peygamber Efendimiz’in şahsına izafe edilemez. Ve yine öyleyse bu kelâm, Cenâb-ı Hak’tan başkasının olamaz.. evet, o, Allah kelâmıdır; mucize olduğu da gayet açıktır.
A. Kur’ân’da bağ-bahçe tasvirleri ve bunun mucizelik yönü
Kur’ân’ın, temsil getirmedeki mucizeliğini ifade eden bağ-bahçe misalleri de üzerinde durulmaya değer.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’de bağ ve bahçe tasvirleri sıkça yer alır. Hâlbuki Kur’ân’da yer alan bu tasvirlerin pek çoğunu Arap Yarımadası’nda müşâhede etme imkânı yoktur. Zira bu tür bağ ve bahçeler Arap Yarımadası’nda bulunmamaktadır. Öyleyse bu tasvirleri, Arabistan’da doğmuş, büyümüş, yaşamış ve irtihâl-i dâr-ı bekâ etmiş ve bu arada, dünyanın bu tasvirleri canlı olarak gösterecek yerlerine hiç seyahat etmemiş bir Zât’a, yani Efendiler Efendisi’ne vermek elbette mümkün değildir. Hâlbuki bu tasvirler Kur’ân’da vardır. Dolayısıyla Kur’ân, yeri göğü yaratan; keza bahis konusu bağ ve bahçeleri o keyfiyette donatan Müteâl bir Zât’ın kelâmıdır. Tasvirlerdeki mucizelik yönünü anlamada bu husus çok önemlidir.
Diğer taraftan da, tasvirlerdeki edebî güç ve kuvvet de yine Kur’ân’ın mucizeliğini ele vermektedir. Gelin şimdi bu mânâdaki bazı tasvirlere hep beraber bakalım:
فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ إِلٰى طَعَامِهِأَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّاثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّافَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّاوَعِنَبًا وَقَضْبًاوَزَيْتُونًا وَنَخْلًاوَحَدَۤائِقَ غُلْبًاوَفَاكِهَةً وَأَبًّامَتَاعًا لَكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ
“İnsan (şu) yiyeceğine bir baksın! (Nasıl) Biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da orada daneler bitirdik. Üzümler, yoncalar, zeytin ve hurmalar; iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler, çayırlar… (hepsi) sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.” (Abese sûresi, 80/24-32)
Mevlâ, evvelâ insanı yaratıyor. Ve onu nimetleriyle perverde ediyor. Sonra da bu nimetleri idrak etmesi için onları bütün teferruatıyla kitabında anlatıyor, nazara veriyor. Bütün bu nimetler karşısında duygusuz ve hissiz kalan insan acaba gerçek mânâda insanlığını kavrayabilmiş midir, mânâsına getiriyor.
“İnsan bir kere kendisine gönderdiğimiz rızka baksın.” Onları sebeplere ve kör tabiata vermenin imkânı var mı? “Yağmuru gökten öyle bir döküşle döktük ki!..” Bir tek mevsim o yağmur yeryüzüne dökülmeseydi acaba ne olurdu? Allah (celle celâluhu) nimetinin büyüklüğünü burada صَبَبْنَا kelimesiyle anlatıyor. “İndirdik” ya da “yağdırdık” demiyor da, صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا “Bir döküş döktük!” diyor. Hele düşünün bir kere, bir sene yağmur yağmasa ya da bulutlar kaçıverse, buharlaşan deniz suları uçup gitse, insan yeryüzünden fışkıracak bir damla su bulamadığı gibi gökten yere düşecek bir damla yağmur da bulamasa, o zaman her taraf çöle dönmeyecek mi? Öyleyse bu büyük nimet birkaç damla suyla değil de, bardaktan boşanırcasına dökülen sularla anlatılmalıdır.. zaten Kur’ân da böyle anlatıyor ve “Bir döküş döktük ki!” diyor.
“Sonra, taş gibi o toprak tabakasını ince, narin filizlerle delip parça parça yarıverdik.” Oysa o filizler, el ucuyla dokunsan eğilecek kadar narin yapılıdır. Ama Biz kudretimizle onu o sert taş gibi toprağa galip kıldık.
“Üzümler, yoncalar, yeşillikler, çemenler bitirdik. Zemini bir çemenzâr hâline getirdik. Ve sonra iri ve sık ağaçlı iç içe girmiş bahçeler, meyveler, çayırlar hâsıl ettik.”
Bir tarafta hayvanların, kuşların, tavukların vs. yiyecekleri olan tohum ve taneler حَبًّا kelimesi ile anlatılırken, devamında da insanın yiyeceği ve içeceği şeylere değiniliyor. Bunlar iç içe işleniyor. “Üzüm ve yonca:” Biri insanın, diğeri hayvanın yiyeceği.
“İç içe girmiş bahçeler…” Evet, gölgesinde günlerce yürüyeceğiniz ağaçların uçları birbiriyle sarmaş dolaş olmuş bağlar ve bahçeler verdik. Dağında-deresinde, ovasında-obasında yürüdüğünüz zaman çamın çamla, çınarın çınarla, kavağın kavakla baş başa verip (tasvir budur) halka-i zikirde bulunuyor gibi salındıklarını görebileceğiniz bağlar ve bahçeler.. zeytinlikler, hurmalıklar…
“Bir de bol bol meyveler.” Önce tek tek isimlerini zikrettikten sonra burada da umumî olarak “Meyveler verdik.” diyor. Bugün var olanıyla, yarın var olacağıyla meyveler…
أَبًّا kelimesi çayır ve yonca olarak tefsir edilmişse de kesin değildir. Belki hayvanlara verilen tabiî ve sun’î yemlerin, belki de tarlalara, bağ ve bahçelere atılan sun’î gübrelerin umumuna bakan bir ifadedir İşin doğrusunu ancak Allah bilir. Hz. Ömer bu âyeti minberde tefsir ederken أَبًّا kelimesine kadar okumuş ve şöyle demişti: “Bunların hepsinin mânâsını biliyoruz. Ama bu أَبًّا nedir ki?” Sonra da, “Ey anasının oğlu! أَبًّا’nin ne demek olduğunu bilmesen sanki ne olur? Vallahi bu bir tekellüftür.” demiş ve elindeki asâyı kırıp attıktan sonra da, “Bu kitapta beyan olunanı talep ve onunla amel edin. Bilmediklerinizi de Allah’a havale edin.” buyurmuştu.[4]
“(Bütün bunlar) siz ve hayvanlarınız içindir.” Evet, hem size hem de hayvanlarınıza nimetlerimizdir ki, sizler verdiğimiz bu nimetlerle ayakta duruyor ve hayatınızı idame ettiriyorsunuz. Bunlar olmasaydı hayatınız sönerdi ve yok olurdunuz.
Şimdi gelin düşünün, bu tasvir edilenleri Mekke vadisinde yaşayan bir insanın bilmesi, anlaması mümkün mü? Evet, o gün itibarıyla büyük ölçüde mahsulü hurma, karpuz ve hıyardan ibaret olan Arap Yarımadası insanının bunları gerektiği ölçüde ve tasvir edildiği şekliyle bilmesine, anlatmasına imkân ve ihtimal var mı? İşte, Kur’ân’da böylesine zengin, parlak ve öylesine cazip bir tasvir gücü var ki, dahası olamaz.
[1] Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431. [2] Nûr sûresi, 24/40.
[3] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.297 (Yirmi İkinci Söz), s.331 (Yirmi Üçüncü Söz), s.643 (Otuz İkinci Söz), s.712 (Otuz Üçüncü Söz), Asâ-yı Musa s.92 (Âyetü’l-Kübrâ).
[4] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/136; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 1/181.
Nâsih-mensûh âyetlerdeki insicam
Nesih, lügat itibarıyla, bir şeyi değiştirmek, yani bir şeyin yerine diğer bir şeyi ikame etmek mânâlarına gelir. Aynı zamanda bu kelimede ilgâ, izale mânâları da melhuzdur.
Istılah olarak neshe gelince o, herhangi bir şer’î hükmün, diğer bir şer’î delilin delâletiyle nihayete erdiğini beyan etme ve bizim açımızdan zâhiren mevcut olan hükmü tağyir ve değiştirme demektir ki, biz burada konunun usûl-i tefsirle alâkalı bu yanından daha ziyade birbirinden farklı görünen âyetler arasındaki insicam üzerinde durmak istiyoruz.
Kur’ân-ı Kerim, bazen muvakkat kaydıyla, nazil olduğu çevrenin anlayışını ve müşâhedelerini nazara alır; alır ve o insanları, daha sonra bütün vuzuhuyla anlatılacak hakikatlere, o hakikatlere bağlı hükümlere alıştırır, ısındırır. Ne var ki yine de başlangıçla netice arasında zerre kadar zıddiyet görülmez. Sanki biri diğerinin hazırlayıcısı, öncüsü, diğeri de onun mütemmimi ve tamamlayıcısıdır. İşte bu durum da yine Kur’ân’a ait mucizevî özelliklerden biridir.
İsterseniz bazı örneklerle konuyu biraz daha açalım. Gelin evvelâ içki ile ilgili âyetlere kısaca ve meal çerçevesinde bir göz atalım:
“Hurma ağacı meyvelerinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.” (Nahl sûresi, 16/67)
Dikkat edilirse, burada bir atıf yapılmıştır. Bir sekr (içki), bir de rızk-ı hasen (güzel rızık)… Henüz içkinin yasak olduğuna dair hiçbir şey gelmemiştir. Daha sonra başka bir âyet geliyor:
“Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: O ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları faydalarından büyüktür..” (Bakara sûresi, 2/219)
Evet, bunların zâhiren bir kısım faydaları var gibidir ama, hakikatte ise günah ve zararı daha çoktur. Bu ikinci tenbihten sonra ise:
“Ey inananlar! Sarhoşken ne dediğinizi bilmedikçe namaza yaklaşmayın.” (Nisâ sûresi, 4/43)
Bu üç devrede mesaj, bir kısım tenbihlerle fertlerin kafalarında içki ile alâkalı değişik soru işaretleri belirmiştir. Artık bunca ima ve işaretten sonra son ve kesin hükmü ortaya koyma zamanı gelmiştir:
“Ey inananlar! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), (üzerinde yazılar yazılmış) şans okları (çekmek ve bunlara göre hareket etmek) şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide sûresi, 5/90)
Şimdi gelin bir de yukarıdan beri üzerinde durduğumuz bu âyetler arasında, belirli fasılalarla inmiş olmasına rağmen, aradaki sıkı münasebete kuşbakışı bir göz atalım. Evet, farklı zamanlarda, farklı mazmunlarla inen bu âyetler arasında en küçük bir zıtlık olmadığı, aksine, içkinin yasaklanması istikametinde adım adım aynı hedefe doğru gittiklerini görürüz. Şöyle ki, birinci âyette: “Hurma ağacının meyvelerinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.” (Nahl sûresi, 16/67) deniliyor. Yani, “Üzümler, hurmalar Allah’ın size birer nimetidir. İsterseniz onları tane tane yer, isterseniz sizi sarhoş edecek içkiler imal edersiniz.”
Ancak Kur’ân, içkiye rızk-ı hasen, hoş bir rızık demiyor. Demek ki evvelâ içki, rızk-ı hasen değildir. Hele Allah’ın hoşuna gidecek bir şey asla değildir. Dikkat edilirse, bu âyetin hükmü kaldırılsa bile, son hükümle arasında herhangi bir tezat yoktur. Sadece o günün cahiliye insanına, neticede yasağa varacak yolda biraz müdârât söz konusudur. Yani en doğruya, kapalı bir şekilde işaret edilmiştir. Gerçi ondan sonra gelen âyette de tam kesinlik yok; zira onda da: “Sana şarap ve kumardan soruyorlar. De ki, o ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları faydalarından daha büyüktür.” (Bakara sûresi, 2/219) şeklinde bir ifade ile işin üzerine gidilmektedir.
Yani, alâküllihâl içkide, insana ciddî zararlar var ama, âyetin devamında bulunan لِلنَّاسِ kelimesindeki harf-i tarifi “ahd” için alırsak “Onda bazı kimseler için faydalar da var.” mânâsına gelir ki, bu da içki imal eden, satıp para kazanan kimseler için bir fayda söz konusu olduğu mânâsına gelir. Aklı gözüne inmiş rical-i devlet ve içki müptelası olmuş bir kısım zevat için belki fayda var! Ama haddizatında bir vebal, bir günah, bir zarar olduğu ortada. Demek ki âyet hükmü kesip atmamış ama insan iyi dikkat edip âyetin ruhuna nüfuz edebildiğinde, içki içenin suratına inen tokadı hemen hissedecektir.
Bu arada içki kesin yasak edilmediği için hâlâ ona devam edenler vardı ki, kısa bir süre sonra “Ey insanlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın!” (Nisâ sûresi, 4/43) âyeti nazil oldu. Bundan anlaşılan da, Cenâb-ı Hak, sarhoş veya içkili olarak huzuruna gelmeyi kabul etmiyordu. Hâlbuki her mü’min sık sık O’nun huzuruna gitme durumunda idi. Evet, günde beş defa Mevlâ’nın huzurunda teneffüs etme, kırk defa başını secdeye koyup deşarj olma onun hem vazifesiydi hem de buna ihtiyacı vardı. Mevlâ ise, “Benim huzurumda deşarj olacaksanız, aklınız başınızda gelin!” diyor. Öyleyse aklı başında olanlar, bu zararlı şeyi terk etme mecburiyetinde idi. Bu âyetin ruhuna inebilenlerin pek çoğu bu âyetle içkiyi terk etti. Ancak aynı derinliğe erememiş ve bu ufku yakalayamamış bir kısım insanlar hâlâ içki içiyorlardı.
Evet, Kur’ân, fikir ve vicdanları bu kadar hazırladıktan sonra bile meseleyi henüz kavrayamayanlar vardı. Nihayet son noktayı koyma zamanı gelmişti ki, Kur’ân: “Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide sûresi, 5/90) diyerek içkinin de diğerleri gibi bir şeytan işi olduğunu ifade etti ve kesin olarak yasakladı.
Evet, içki ve benzeri fiillerin hepsi o mel’unun işidir, cahiliyenin köhne âdet ve kalıntılarıdır. Şeytan, içki ve sarhoşluğu kullanarak insanları birbirine düşürmüştür ve düşürmektedir ki, Kur’ân da işte buna işaret ediyor.
Aynı âyetten şu hükmü çıkaran fakihler de olmuştur: İçki içmiş bir insan ağzını yıkamadan, içkinin bulaşığı dudağında ve dilinde olduğu hâlde bir kaptan su içerse o kap pis olur ve üç defa yıkanması gerekir. Zira âyet bunu رِجْسٌ “pislik” kelimesiyle anlatıyor. Kur’ân’ın, konuyla alâkalı beyanını: “Öyleyse bu pislikten sakının ki kurtuluşa eresiniz!.” ifadeleriyle noktalaması da ayrıca üzerinde durulmaya değer.
Görüldüğü gibi, bu âyetler –ki bunlar, ahkâm cihetiyle birbirini nesheden âyetlerdir– arasında bile esas itibarıyla herhangi bir zıddiyet, bir çelişki söz konusu değildir. Ve yine görüldüğü gibi bu âyetler bile birbirleriyle çok ciddî bir insicam ve münasebet içindedir. İşte Kur’ân’ın bütün âyetleri arasında böyle bir tertip ve insicam söz konusudur. Aynı tertip ve insicamı bir başka eserde ve bir başka kelâmda bulmak mümkün değildir.
İki kelimeye sığdırılmış büyük mucize
Kur’ân’ın bir diğer hususiyeti de, az sözle çok mânâ ifade etmesindeki îcazî üstünlüğüdür. O, kelime ve harfleri öyle yerli yerinde ve öylesine veciz kullanır ki, ona ait kelime ve harflerden birini kaldırsanız veya kelimelerin takdim-tehir ile yerini değiştirseniz, zebercet bir gerdanlığın yerine çocuk oyuncağı kolyeyi koymuş olursunuz.
İsterseniz bir örnekle konuyu müşahhaslaştıralım: وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَۤا أُۨولِي الْأَلْبَابِ “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara sûresi, 2/179) mealiyle ifade edeceğimiz âyet de kısasta caydırıcılığı ifade adına veciz bir beyandır. Toplumdaki her türlü saldırganlığın, tecavüzün, her türlü ızrarın önünü alma konusunda iki kelime ile ifade edilmiş hayatî bir müeyyidedir. “Kısasta hayat vardır.” müeyyidesi ki Kur’ân-ı Kerim bunu sadece iki kelimeden ibaret bir ifade ile فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ der ve bağlar. Bu hükme karşı nazire getirmek isteyen Arap edipleri Kur’ân nazil olduğu günden beri kendilerine göre veciz cümlelerle bunu taklit edegelmişlerdir ama heyhât! O zebercet gerdanlığın dengini ortaya koyamamışlardır.
İşte bunlardan birisi: قَتْلُ الْبَعْضِ إِحْيَاءٌ لِلْجَمْعِ “İnsanların bazısını öldürmek, cemaati ihya etmek demektir.”
Kur’ân’ın iki kelimeyle ifade ettiğini, yukarıdaki ifadenin sahipleri dört kelimeyle dile getirmek istemişlerdir. Ne var ki, bu ifadede, âmi bir insanın dahi rahatlıkla görebileceği boşluklar mevcuttur. Bu itibarla da Kur’ân’ın ifadesiyle bu sözün mukayesesini yapmak zait ve münasebetsiz görülmüştür.
Âyetin örneği gösterilmeye çalışılan ikinci cümle ise şudur: أَكْثِرُوا الْقَتْلَ لِيَقْتُلَ الْقَتْلَ “Çok öldürün ki, öldürmeyi öldürmüş olasınız!”
Görüldüğü gibi bu cümlede de birçok boşluklar mevcut. Bu cümlenin mânâsında ne kısas var ne de öldürülenlerin öldürülüş sebebi. Ayrıca bu mânâ, “insanların öldürülmesini meşrulaştırma” gibi değişik iltibaslara sebebiyet verecek mahiyettedir.
Son olarak –ki edipler bu cümleyi, benzerleri arasında en veciz ve en seviyeli olarak kabul ederler; o da– اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ “İnsan öldürmeyi nefyetme bakımından en gerekli şey yine katildir.” cümlesidir.
Bu da üç kelimeden ibarettir. Ayrıca bir kısım iltibaslara yol açacak mânâ eksiklikleri vardır. Şöyle ki, öldürmeyi engellemek için öldürmek, yanlış anlam ve tatbikata sebebiyet verebilir. Ayrıca mesele daha başka yönleriyle aşağıda ele alınacağı üzere, böyle bir söz savaşta öldürmeyi akla getirir. Kısas, böyle bir öldürme değildir ve kısasla ilgili olarak böyle bir sözün söylenmesi yanlıştır.
Şimdi nazire olarak söylenilen bu sözlerin en vecizi durumundaki son cümle ile Kur’ân’ın فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ âyeti arasında bir mukayese yapmaya çalışalım:
Mesele veciz olma yönüyle ele alınırsa görülür ki, Kur’ân âyeti bu cümleye nispetle çok vecizdir. Çünkü âyet فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ “Kısasta hayat vardır.” hükmünü iki kelime ile anlatmıştır. Hâlbuki اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ “İnsan öldürmeyi nefyetme bakımından en gerekli şey yine katildir.” ifadesinde üç kelime vardır.
Ayrıca bu ifadede “katil” kelimesi iki kere tekrar edilmiştir ki, üç kelimelik bir cümlede böyle bir tekrar hiç de beliğ değildir.
Hem söz konusu cümle insanın kendi kendisini katletmesine de açıktır. Böyle bir imayla da yanlış anlayışlara açık bir kapı bırakılmıştır. Kaldı ki suç ortaya çıkmadıkça ceza tatbik edilemez. Ama sözün ruhunda bütün bu nevi iltibasların girebileceği boşluklar bulunmaktadır.
“Kısas” kelimesine gelince, isminden de anlaşıldığı gibi bu bir mukabeledir ve sadece katil hâdisesiyle sınırlı değildir. Dövme, yaralama, kırma ve her türlü zarar verme bu mânâya dahildir. Evet, kısas, bütün bunlara karşı mukabele demektir. Fakat önceki söz tamamen “katil” ile sınırlıdır ve katil dışında yaralama, zarar verme gibi herhangi bir cezaî müeyyideyi ihtiva etmemektedir. Bu noktada kısas tabiri bütün bunları câmi iken, “katil” kelimesi dar ve sınırlı bir mânâ ifade etmektedir.
Bir diğer önemli husus, فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ ifadesinde öldürme, yaralamadan ziyade bir hayattan söz edilmektedir. Burada esas olan ne öldürme ne de herhangi bir şekilde zarar vermedir. Bilakis gerek ferdin ve gerekse aile ve cemiyetin bu nevi zararlara karşı sigorta edilmesi, emniyete kavuşturulması mevzuubahistir. “Hayat vardır”dan kasıt budur. Ayrıca, bu âyeti meydana getiren her iki kelimede hukukun en temel prensiplerinden olan hayatın kudsiyeti vurgulanmaktadır. Böylece âyette gerek terkibi cihetiyle ve gerekse mânâ yönüyle herhangi bir eksik ve gediğin olmadığı açıktır. Ayrıca âyet her yönüyle fevkalâde yumuşaktır. Öyle ki, okuyanın aklını, kalbini ve vicdanını aynı anda doldurmakta ve güven hissi vermektedir.
Görüldüğü gibi, Arap ediplerinin asırların birikimiyle dillerinden süzüle süzüle ifade edebildikleri en veciz cümleler, Kur’ân’ın bir âyeti karşısında, güneş karşısındaki mum gibi sönük kalmaktadır. Bu sebeple, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmişlerdir. Onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.
Kur'ân'ın maksatlarını ifadedeki harikulâdelik
Şimdi de bu hususla alâkalı bazı misaller irad etmeye çalışalım:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ “O hâlde sen, emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir (ve onların deyip ettiklerine aldırma).” (Hicr sûresi, 15/94)
Elbette âyetin sadece mealine bakıldığında bahis konusu edilen mucizeliği hemen sezmek mümkün değildir. Onun için burada önce âyetin Efendimiz’e hitaben ne demek istediğini kısaca arz etmekte yarar var. Kullanılan malzemenin keyfiyeti, daha sonraki bir konu.
Evet, âyet sanki Efendimiz’e şöyle demektedir: “Artık hak ve hakikati topluluklara apaçık ve doğrudan doğruya anlat.” Bu ifadeden anlıyoruz ki, daha önceleri bir sırriyet ve ketûmiyet dönemi yaşanmıştır. O dönemde hak ve hakikatin diline bir mânâda kilit vurulmak istenmiş, tebliğ ve irşadın aleni yapılması engellenmiş ve İslâm’ın sesi soluğu kesilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden de onun âvâz-ı bülendi, istenen ölçüde çıkmamış, daha doğrusu duyulmamıştır. Ancak bir süre sonra öyle bir dönem gelmiştir ki ruhlarda, yüreklerde ve sinelerde magmalaşan imanı artık baskı altında tutmanın imkânı kalmamıştır; kalmamıştır ve tebliğin açıktan yapılması mevsimi gelmiştir. Mademki tebliğin açıktan yapılmasına ilâhî müsaade çıkmıştır, öyleyse ses ve sada da davanın büyüklük ve azametiyle orantılı olmalıdır.
İşte âyet bütün bu mânâları tek kelime ile, فَاصْدَعْ “(Kafalarını çatlatırcasına) anlat!” beyanıyla ifade etmektedir. صَدْع kelimesinin karakteristik yapısı ve mûsıkîsi âyetin ifade ettiği mânâya tam mutabıktır. Zira bu kelimeyle şu mânâlar nazara verilmektedir: Bir şeyi yarmak, yarıp çıkarmak, bir şeyi açıktan söylemek, halkın içinde hakikatleri açık açık haykırmak, kayyim gibi bir meselenin başına dikilip hâkimiyetini ilan etmek ve kafaların içine sokarcasına anlatmak. صَدْع kelimesinde ayrıca ağırlık, ciddiyet ve vakar mânâları da vardır. Evet, فَاصْدَعْ emrinde bütün bu mânâlar göz önüne alınmış ve bu kelime buraya özellikle seçilerek konulmuştur.
Âyette dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, بِمَا تُؤْمَرُ “Emrolunduğun şeyi” ifadesidir. Belki sen, kendine ait şeyleri anlatmada sıkılır, pasif davranır, hatta müsamaha edalı bir ihmalde bulunabilirsin. Ama sana emrolunanlar, Allah’ın vahyi olan Kur’ân âyetleridir. Bu sebeple, emre itaatteki inceliğin gereği Allah’ın emrettiğini, sen de onlara emredip anlatmalısın.
Âyetin ifadesindeki derinlik ve üslûbundaki ihtişama bakın ki bedevi bir şair, Müslüman olmadığı hâlde bu âyeti duyar duymaz secdeye kapanır. Etrafındakiler büyük bir şaşkınlıkla yanına gelip ona “Yoksa Müslüman mı oldun?” diye sorarlar. O ise: “Hayır! Ben bu âyetin belâgatine secde ettim.” der.[1] Yani bu, âdeta beni çepeçevre kuşattı ve sesimi soluğumu kesti; zira bu kadar derin hakikatleri iki kelime ile ifade etmek bir beşer için mümkün değildir. Bu yüzden ben de, ifadedeki bu ihtişam ve saltanata secde ettim.
Âyet, “Müşriklerden yüz çevir, onlara aldırma!” diyerek devam ediyor. Artık sen kendi yolunu takip et. Hakikatleri kendi üslûbunla anlat. Yarasaları kendi başlarına bırak, onların küfür ve dalâletleriyle meşgul olma. Sen, nur ve aydınlık yolun yolcususun. Zulümatlı ve zulümlü yollardan uzak dur. Kur’ân’ın derinliğine uygun bir üslûp ve eda ile sana emrolunanları tam bir cesaretle tebliğ et.
İşte Kur’ân-ı Kerim bütün bu mânâları tek bir cümleye, hatta tek bir kelimeye sığdırmış ve bununla da mucizeliğini herkese ilan etmiştir. Azıcık belâgat ve fesahatten anlayan her insan, aslında o bedevi Arap gibi secdeye kapanıp Kur’ân’ın mucizeliğini kabul etme mecburiyetinde kalacaktır ama onun bu inceliklerinin duyurulmasına ihtiyaç vardır.
[1] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/149; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 14/86.
Kur'ân'ın delil getirmedeki harika üslûbu
Kur’ân-ı Kerim, ispat sadedinde ele aldığı konuları delillerle ortaya koyar; bunu yaparken de felsefenin başvurageldiği mugalâtalar nevinden sun’î ve sığ iğfal oyunlarına girmez ve ele aldığı meseleyi sadece bir sınıfın mevzuu hâline getirmez. Ondaki derinlik, dupduru bir suyun derinliği gibidir. Baksanız, onca derinliğine rağmen dibini görüyor gibi olursunuz. İçine girince de, başınızdan çok aşkın olduğunu müşâhede edersiniz.
Dupduru suyun derinliği neyse, Kur’ân’ın derinliği ve besâteti de odur. Kur’ân felsefî oyunlarla, diyalektikle, mantık cerbezeleri ile insanların zihinlerini ve kalblerini iğfal etmez. Onda her şey apaçıktır ve yine mantık oyunları yoktur. Doğrudan doğruya hakikatin ifadesi nümâyândır. Öyle ki, bu üslûbu Kur’ân’ın hemen her yerinde görmek mümkündür.
Evet, o, yok yere, insanların âşinâ bulunduğu meseleleri, onların ürkeceği ve vahşet duyacağı, yabancı bulacağı meseleler hâline getirmez. Her şeyi onların ruhuna, anlayışına göre tatlı bir üslûpla arz eder.
Oysa felsefe, en açık meseleleri dahi arz ederken, insanın ruhunu sıkar. Her şeyi âdeta karanlıklaştırır. Akıl ve zihinleri alt üst ederek fikir karmaşasına ve düşünce kargaşasına sebebiyet verir. Onun üslûbunda ruh ve canlılık yoktur. Derin mânâ ve mahiyetten uzak ve beşerin pratik hayatından, mâşerî vicdanın hüsnükabulünden de kopuktur. Hayattan kopuk olduğu için de, hayata girmeye yeltenince fıtrat-ı selimede tepkiler meydana getirir.
Hâlbuki Kur’ân, beşer hayatıyla iç içedir. Verdiği misaller, daima hüsnükabul görür. Çünkü o fıtrata hitap eder, yaratılışa seslenir. İnsanın ruhunda mündemiç bulunan his ve duyguları görmezlikten gelmez ve kendine yönelen hiçbir teveccühü ihmal ve göz ardı etmez.
Şimdi meseleyi bazı misallerle biraz daha açmaya çalışalım:
Öteden beri akıl yolu ile bu kâinatın hâdis (sonradan yaratılmış) olduğu anlatılmaya çalışılır. Felsefecilerin akılcı yaklaşımlarına karşı kelâmcılar da bir nevi Aristo mantığından yola çıkıp bu mantığın kıstaslarını kullanarak, hayır istikametinde bildikleri o büyük davayı ispat için bir kısım deliller ortaya koymuşlardır. Nitekim kelâmcılar, kâinatın sonradan yaratıldığını, değişip durduğunu ve değişip durmadan münezzeh ve mukaddes olan Allah’ın kâinatı yarattığını anlatırken derler ki: “Âlem mütegayyirdir. Yani bu kâinat, her şeyiyle tahavvül etmekte ve durmadan değişmektedir. Zerreler, sistemler hareket hâlindedir. Yaz, kış, bahar birbirini takip etmekte ve her gelen yeni bir şeyle gelmektedir. Binaenaleyh kâinatta her zaman ciddî bir değişme, tegayyür ve tebeddül göze çarpmaktadır. Öyle ise bu tegayyür ve tebeddül, hâdis ve sonradan meydana gelmiş olmanın ifadesidir. Her tebeddül ve tegayyür eden, inhilale uğramakta, çözülmekte ve adım adım gidip bir sona dayanmaktadır. Evet, her şey değişmektedir, değişken olan ise hâdistir; her hâdis bir muhdise muhtaçtır. O muhdis ise Allah’tır.”
Kelâmcılar mantıkî böyle bir yol takip ederek gidip bu neticeye ulaşırlar. Ulaşırlar ama avam halk bundan bir şey anlamaz. Zira onun tasavvuru ve aklı bunları kavramaktan âcizdir. Topyekün koca bir baharı göz önüne getiremeyen, elektronların dönüşünü hissedemeyen, çekirdek, nötron ve protonu bilemeyen kimse kâinattaki akışı da bilemez ve kavrayamaz. Hele umumî hareketi ve bu hareketin neticesini asla idrak edemez. Dolayısıyla da hareketlerden, tagayyür ve tebeddüllerden Allah’ın varlığına istidlallerde bulunamaz.
Kur’ân’a gelince o, bütün sadeliği ve besâteti ile bunları anlatırken, avam-ı nâsın dahi müdrikesinde bir şeyler şekillendirecek bir üslûpla anlatır.
Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan akılcı bir filozof tam istifade ettiği gibi, sıradan bir insan da ondan tam yararlanır. Meselâ Kur’ân, Hz. İbrahim’in Nemrut karşısında müdafaasını verir ve şöyle dediğini nakleder: “Benim Rabbim O’dur ki, yaşatır ve öldürür.” (Bakara sûresi, 2/258) Evet, ihyâ ve imâte eden O’dur. Yani hayatı da ölümü de yaratan O’dur. Aslında hayat da bir muammadır, ölüm de Yani hayat bir kısım uzvî fonksiyonların icrasından ibaret olmadığı gibi, ölüm de bu mekanizmanın ta’til-i eşgâl etmesi demek değildir. Hayat, bir sırr-ı ilâhîdir. Hayatın esas cevheri ruh, Allah’ın bir nefhası ve cansızlar âleminde rahmet tecellîsidir.
Ölüm ise Allah’ın Mümît ismiyle tecellîsinden ibarettir. Yoksa ölüm, Allah’ın “Hayy” ismiyle tecellî etmemesinin neticesi, yani bir çözülme ya da inhilal değildir. Allah ile mahlukat arasındaki irtibat daimîdir. O bir an bile mahluklarından inayetini eksik etmez. Burada Kur’ân’ın hükmü çok açıktır. Onun için Nemrut bunu çok iyi kavramıştır. Fakat inat ve küfürde ısrar edip diyecektir ki, “Ben de diriltir ve öldürürüm.” (Bakara sûresi, 2/258)
Dikkat edilmezse burada bir kısım avam kimseler aldanabilirler. Yani Nemrut ufak tefek gözbağcılığı ile öldürme ve diriltmeyi taklit etmeye yeltenerek, halkı kandırabilir. Hz. İbrahim bunu sezerek müteakiben taklidi imkânsız olan bir hususa dikkat çeker. Öyle ki, Allah’tan başkasının bunda herhangi bir müdahalesi kat’iyen söz konusu olamaz.
“İbrahim: ‘Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!’ deyiverdi.” (Bakara sûresi, 2/258)
İhyâ ve imâte cüz’î bir dairede tecellî ettiğinden dikkatle tetkik etmeyen, hayat ve memâtın hakikatini tam mânâsıyla anlayamayabilir. Onun içindir ki burada cüz’î bir daireden küllî dairedeki bir tecellîye geçilmiştir. Bunu, en müdakkik, mütefekkir ve mütefennin biri anlayabileceği gibi, en âmi çoban dahi rahatlıkla anlayabilir. Güneşin doğup batması, esasen yeryüzünde bir hayatın var olması ve yok olması demektir. Bu çarkın ve zembereğin hareketi, güneşin doğup batmasıyla çok ilgilidir. Keza insanın ömrü de
Biraz daha öteye gidersek, sistemimizin ömrünün de güneşin hareketleriyle alâkalı olduğu görülür. Günlerin ve mevsimlerin birbirini takip etmesiyle, yerde milyonlarca ve milyarlarca hayat ve ölüm hâdisesi söz konusudur. Allah’ın iradesi hep bu şekilde tecellî eder durur yeryüzünde. Öyle ki günlerin, ayların, mevsimlerin deveranı ile Allah birdenbire koca bir baharı bütün ihtişamıyla insanın önüne serer. Yazı bütün letafetiyle, hazan mevsimini de hüznüyle ortaya koyar. Ardından upuzun bir kış mevsimiyle de binlerce, milyonlarca ölüm sahneleri sergiler. Bunların hepsi güneşin doğup-batmasıyla yakından alâkalıdır. Bütün hayata gelişler ve veda edişler; ihyâ ve imâteler böylesine bir tecellî temadisi neticesindedir.
İşte böyle bir üslûpla Hz. İbrahim, küllî bir dairede cereyan eden delille kâfirin sesini soluğunu kesiverir. Kur’ân, kâfir Nemrut’un bu delil karşısındaki şaşkın tavrını beyan ederken; “Kâfir yutkundu ve sesini kesiverdi.” (Bakara sûresi, 2/258) der. Avamca tabiriyle kâfir “gık” bile diyemedi ve apışıp kaldı. Ortaya atılan delil çok açıktı. Hiç kimse “Acaba ne demek istedi?” şeklinde sormadı; soramazdı da.
İşte Kur’ân bu kadar açık alıyor, besâtet içinde işliyor her meseleyi. Mütefennin bir insan müdakkik nazarıyla baktığı zaman, güneşin doğuşu ve batışıyla, baharda neler olur, kışta neler meydana gelir, bunu detaylarıyla anlar. Aynı âyetlerden sıradan bir insan, hatta âmi bir çoban dahi bir şeyler çıkarır; çıkarır ve kamet-i kıymetince belli değerlendirmelerde bulunur. Ne seviyede düşünürse düşünsün hayattan ve memâttan bir mânâ çıkarabilir. İhyâ ve imâteyi o dar düşüncesi içinde kendine göre değerlendirebilir.
Yaratıcı ve yaratılış meselesi, tarih boyunca bütün mütefennin, mütefekkir ve müdakkik akılları meşgul edegelmiştir. O kadar ki, bu mevzuda binlerce eser ortaya konmuştur. Kelâmcıların “burhan-ı temânu” dedikleri bir delil ve istidlâl çeşidi vardır ki, bu, kâinatta iki elin aynı anda tasarrufunu reddeden, ona imkân vermeyen, diğer yandan mevcudattaki vahdet ve nizamın menşûruyla müşâhede edilen bir delil-i kadim u kavîdir.
Diğer bir yaklaşımla, kâinatta bir “redd-i müdahale” (gayrin müdahalesini reddetme) kanunu mevcuttur. Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde de sık sık tekerrür eden izah tarzıyla, “Bir yerde iki amir, bir köyde iki muhtar, bir kazada iki kaymakam, bir vilayette iki vali olmaz; olsa karışıklık çıkar.” ve nizam zîr ü zeber olur.[1]
Bu misaller, mevcut kanunu en âmi akıllara dahi anlatacak keyfiyette irad edilmiş örneklerdir. Biz bu redd-i müdahale kanununu devlet mekanizmasının işleyişinde her zaman müşâhede edebiliriz. Nasıl ki devlet idaresine, idari mekanizmanın dışında başkalarının karışması ile sık sık hercümerçler meydana gelir. Öyle de, kâinatın sevk ve idaresine ikinci bir elin karışması, orada öyle hercümerçler meydana getirir. Oysaki kâinat, o muhteşem nizam ve intizamı ile tıpkı denizlerde rahatlıkla yüzebilen bir gemi gibi varacağı sahile doğru âhenkle yol almaktadır. Bu da bize, kâinatın idaresine karışan ikinci bir elin olmadığını gösterir. İşte kelâmcılar bunu “bürhan-ı temânü” dedikleri bir delile dayanarak ispatlamaya çalışırlar ki, erbabınca bu önemli bir istidlal yoludur.
Gerek Müslüman filozofları ve gerekse kelâmcıları asırlarca meşgul eden bu mesele, Kur’ân-ı Kerim’de öyle bir sadelik içinde ele alınıp anlatılmıştır ki, âdeta her şey iki-üç kelimenin büyülü ifadesine emanettir. Evet, Kur’ân, bütün kelâmcıların ve filozofların söyleyeceği/söyleyebileceği şeyleri işte böyle bir yarım âyetle söyleyivermiştir. Bu itibarla denebilir ki, eğer insan aklı, Kur’ân’ın anlatmış olduğu bu yüce hakikate ulaşmışsa, sadece ve sadece Kur’ân’ın dediği şeyi, ama farklı ve değişik bir ifade ile tekrarlayıp duracak; ulaşamamışsa, ömür boyu hayret içinde kalacaktır.
Evet, ezelden ebede kadar hepimizin müstenedi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki şu âyettir: لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, (yer ve gök) ikisi de bozulup gitmişti.”[2]
Evet, eğer göklerde ve yerde Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak’tan başka tasarruf ve müdahale edici biri olsaydı, yer gök fesada giderdi. Bu açıdan şu nizam ve intizam, bu âhenk ve binlerce hikmet dolu kitap gösteriyor ki, kâinat sayfalarına müdahale eden ikinci bir varlık yoktur.
Âyetin bizzat kendi mantığı içinde derinleşecek olursak, onun hakikatine biraz daha yaklaşmış oluruz. Şimdi diyelim ki, –farzımuhal– göklerin ve yerin yaratılmasında iki el tasarruf etmiştir. O takdirde bu iki el, aynı eser üzerinde ya eşit kudrete sahip bulunacak veya biri daha güçlü olacaktır. Biri o eseri yapmaya kadirse, diğerinin bulunması abes, eğer kadir değilse, o zaman o da âciz sayılır. Acz ise, hilkate müdahale edemez; zira hilkat nâmütenâhî kudret ister. Müsavî iseler ve birincinin yaptığını diğeri yapmıyorsa “içtima-i zıddeyn” olacak, biri ihyâ ederken öbürü imâte edecektir. Buna göre de her halükârda bir kısım düzensizlik ve noksanlıklar ortaya çıkacaktır. Âciz olan ise Allah sayılmaz. Zira Allah (celle celâluhu) zaaftan, iktidarsızlıktan, aczden müberrâ ve münezzehtir.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.743 (Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere), Şualar s.14 (İkinci Şua, İkinci Makam).
[6] Enbiyâ sûresi, 21/22.
İhlâs sûresindeki mucizevî besâtet
Tevhid-i Ulûhiyet’e ait bir sûre olan İhlâs sûresinin icmâlî meali şöyledir: “De ki, O Allah birdir. Allah Samed’dir (Her şey varlık ve bekâsını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi (değildir ve) olamamıştır.” (İhlâs sûresi, 112/1-4)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, tevhid-i ulûhiyeti ifade eden bu mübarek sûrede, Allah’ın varlığını, O’nun kâinatta tek tasarruf sahibi olduğunu, herkesin ve her şeyin O’na müteveccih bulunduğunu, O’na dayanmadan hiçbir şeyi izah etmeye imkân olamayacağını gayet veciz olarak anlatır: “De ki, O Allah birdir.” Evet, Allah birdir çünkü “Allah Samed’dir.”
Bu cümleler birbirinin hem delili hem illeti durumundadır. Allah ki, her şey O’na muhtaç, ama O hiçbir şeye muhtaç değil; O haşr u neşretmezse baharın gelmesi mümkün değildir. O canlıları yaratıp dört bir yana yaymazsa, herhangi bir canlının kendi kendine gün yüzüne çıkma ihtimali yoktur. Baharın gelmesi de, canlıların vücud bulması da O’na muhtaçtır.
Bugün pek çok dallarıyla ilimler de aynı şeyi söylüyor; sebepsiz ve failsiz bir şeyin vücuda gelmesi mümkün değildir. Yani hem değişik ilim dalları hem de topyekün varlık ayrı ayrı delillerle Allah’ın yegâne yaratıcı ve güç sahibi olduğunu, eşi ve menendi olmadığını ifade ediyor. Hem de aklı başında erbab-ı basiret için başka delile ihtiyaç duyulmayacak şekilde ifade ediyor. Çünkü Kur’ân’ın bu sade ve anlaşılır dili, başka bir delile ihtiyaç bırakmayacak ölçüde açıktır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, felsefenin o anlamsız mugalâta ve kupkuru diyalektiğine de hiç mi hiç ihtiyaç duymamaktadır.
“Ne doğurmuş ve ne de bir başkası tarafından doğurulmuştur.”
Etrafımızda, nebatat, hayvanat ve insanlar âleminde mütemadiyen doğan ve doğuran şeyler görürüz. Her sınıfın kendilerine göre anneleri ve babaları vardır. Bunlar bir bakıma sebep-müsebbep, illet ve mâlul münasebeti içinde, şart-ı âdi unvanıyla kendi nev’ilerine dâyelik yaparlar. Bunlar, biri olmazsa diğeri olmayan ya da her ikisi olmadan bir üçüncüsünün varlığı esbap planında mümkün bulunmayan şeylerdir.
Bütün bu hususiyetler ise, arazların, cevherlerin ve yok olabilecek şeylerin hâssalarıdır. Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya gelince O, bunların hepsinden münezzehtir. O, her an görüp durduğumuz nesneler cinsinden ya da mahluk ve varlıklardan bir varlık değildir. O, sebepler ve illetler neticesinde de meydana gelmiş değildir.
İşte âyet bir taraftan bunu anlatırken, diğer taraftan da Allah’a (celle celâluhu) evlat isnat eden bütün muharref din ve telakkileri temelinden sarsmaktadır. Hz. İsa, Allah’ın oğlu değildir, çünkü Allah evlattan münezzehtir. Ayrıca Hz. İsa ilâh da olamaz, zira o, bir anneden doğmuştur. İlâh odur ki, o, doğmamış ve doğurmamıştır. Hz. Üzeyir de O’nun oğlu değildir. (Bütün bunlar, kendini bilmezlerin türrehatındandır.)
İllet-mâlul, sebep-müsebbep kavramları gerek kelâm ilminde ve gerekse felsefede çok uzun bahisler ve misaller ile ancak anlatılabilmiştir. Hâlbuki Kur’ân, fevkalâde bir sadelik içinde her seviyeden aklın kavrayabileceği kolaylıkta, sadece yarım âyet ile bu önemli hakikati anlatmış ve dünya kadar problemi birden çözmüştür.
Haşri ispat eden âyetlerdeki sadelik
İbn Sina’ya demişler ki: “Bize öldükten sonra dirilmeyi ispat ediver.” O da, “Oraya akıl yoluyla gidilmez.” cevabını vermiş.[1] Oysa Kur’ân-ı Kerim’de haşirle alâkalı, akla hitap eden onlarca âyet vardır. Bu âyetler, alabildiğine sadelik içinde ve aklen imkânsız gibi görünen haşir meselesini gayet kolay izah etmektedirler.
Evet, Kur’ân’da haşir, uzun ve derin düşünmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar kolay ve anlaşılır bir üslûp ile ele alınmıştır. Misaller çoğu defa insanın pratik hayatından seçilmiş ve herkesin gözle müşâhede ettiği, hemen her mevsim görüp izlediği eşyanın ölüp dirilmesinden örnekler verilerek istidlalde bulunulmuştur. Yani, insanoğlunun da içinde bulunduğu ve hayatı beraberce yaşadığı, ölmeyi dirilmeyi paylaştığı nebatat âleminin ölüp dirilmesinden; onun da dirilmesine intikali sağlayacak pek çok tefekkürî ve tasavvurî koridorlar açılmıştır.
Bunların hemen hepsi, seviye farklı olsa da, akla hitap eden misallerdir. Kur’ân okuyan bir mü’minin bu âyetleri görmemesi mümkün değildir. Meselâ, öldükten sonra dirilmeyi kendine ait üslûp ve besâtet içinde şu âyet ne kadar kolay ve az kelimeyle ifade eder: كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ “İlkin sizi O yarattığı gibi, dönüşünüz de yine O’na olacaktır.” (A’râf sûresi, 7/29)
Evet, nasıl daha önce Allah (celle celâluhu) sizi yeryüzünde hayata mazhar kıldı; öyle de, siz de mutlaka tekrar dirilip, O’na döneceksiniz. Kemikleriniz çürüse ve siz toz-toprak olsanız da, aynen bidayette var olduğunuz gibi tekrar varlığa ereceksiniz. Bu ifadeyi bir çobana da ifade etseniz ne denilmek istendiğini hemen anlayacaktır.
Bu meseleyi biraz daha açıp şöyle misallendirebiliriz: Bir mâbet düşünelim ki, muhteşem kubbesiyle, büyüleyici kolon ve direkleriyle, iç-dış tezyinatıyla bir şaheser ve sanat harikasıdır. Şimdi bu muhteşem sanat âbidesini taş üstünde taş bırakmayacak hâle getirip, sonra da onun mimarına, bu camiyi aynıyla yeniden inşa et deseniz, herhâlde o mahir sanatkârın, aynı plan ile o camiyi yeniden inşa edip yükselteceğinde tereddüde düşmezsiniz. Çünkü caminin bir planı vardır. Ayrıca, bir defa inşa edildiği için de, hayal ve tasavvurda mimari yapı iyiden iyiye şekillenmiş ve billûrlaşmıştır.
İşte Kur’ân bu espri içinde diyor ki: O, sizi ilk defa nasıl yarattı ve hayata mazhar ettiyse, sonra da aynı rahatlık ve kolaylıkla yeniden ayrı bir hayata mazhar kılacaktır/kılmaya muktedirdir.
Evet, mesele en basit şekliyle işte bundan ibarettir. Bunu, ilmî kariyere sahip bir ilim adamına götürseniz o, meseleye biraz daha derinlemesine bakarak, kendi ufku ve tasavvuru içinde, muhteva hakkında zannediyorum şöyle diyecektir: Biz yeryüzünde hayatın meydana gelişini hâlâ bir muamma olarak kabul ediyoruz. İnsanlık hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, yine de canlıların sahip olduğu hayat iksirini meydana getiremeyecektir.
Pastör’ün “İlk canlı kendi kendine meydana gelmez.” düşüncesi, Müller’in uzun denemeleri sonucunda bir şey elde edememesi, Rusya’da kırk senelik bir çalışmadan sonra, “Kimyahaneler canlı icat edemez.” diyen Oparin’in itirafı, bu kaziyenin canlı şahitlerinden sadece birkaçı. Evet, ister fezada ve isterse yeryüzünde olsun, araştırmacılar, canlı organizmaya ait bütün şartları ve unsurları bir araya getirseler de, Allah yaratmadıktan sonra kimya mârifetiyle herhangi bir canlı meydana getirememişlerdir ve getiremeyeceklerdir.
Şunu bir kere daha hatırlatmakta yarar var; yeryüzünde bir canlı organizma vardır. Bu canlı ister başka gezegenden gelmiş olsun, isterse burada yaratılmış bulunsun, mutlaka bunun bir başlangıcı olmalıdır. İşte Kur’ân, burada, en mütefennin ve müdakkik kimselerden en âmi insanlara kadar herkesin anlayıp kanaat edeceği bir üslûpla şöyle demektedir: Allah sizi yeryüzünde, aklınızın alamayacağı, kıstaslarınızla izahını yapamayacağınız ve ilmî kanunlarınızla bir ad koyamayacağınız harika bir tarzda meydana getirmiştir. Ölüp toprağa gömüldükten sonra da o ilk yaratılış gibi sizi yeniden varlık sahnesine çıkaracaktır; bunda şüpheniz olmamalıdır.
Hayat iksirinin nasıl bir sır ve muamma olduğunu derinlemesine bilmek ve bu iksirin yeryüzündeki sonsuz cilvelerini görmek isteyen müdakkik nazarlara ise şu âyetler yepyeni ufuklar açmaktadır: “De ki, yeryüzünde gezin, bakın o yaratılış nasıl başladı! Sonra Allah, ahiret dirilişini de işte öyle gerçekleştirecektir. Çünkü O, her şeye kadirdir.” (Ankebût sûresi, 29/20)
Evet, yeryüzünde gezin dolaşın, hayatın nasıl başladığını görmeye çalışın. Bu mevzuda ilmî araştırmalarda bulunun. İlkbahardaki dirilişi, yaz günlerindeki gelişmeleri ve kıştaki ölümleri tetkik edin. Değişik yönleriyle hayatın sırrını keşfetmeye çalışın; başlangıçta hayat, yeryüzünde nasıl başladıysa Rabbiniz sizi öteki âlemde de öyle diriltip ebedî hayata mazhar kılacaktır.
“Allah’tır ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırır, derken Biz onu ölü bir beldeye süreriz, ölmüş olan yeri onunla diriltiriz. İşte (ölülerin) dirilip kalkması da böyledir.” (Fâtır sûresi, 35/9)
Ölü bir rüzgâr ve ölü bir belde.. derken yağmur yüklü bulutlar. Ve tabiî, Allah’ın iradesi tecellî etmeyince, hayattan ve var olmaktan bahsetmek mümkün değil. Evet, “Arz ölmüş, toprak çoraklaşmış, beldeler kupkuru hâle gelmişken bu sebepleri hazırlayarak onu ihya eden ve canlandıran Biziz Biz!” diyor Kudret-i Sonsuz. Ondan sonradır ki, zerreler ve küreler âdeta bir hayat iksiri ile harekete geçiyor ve umumî bir ölümün ardından O her şeye canlılık üflüyor. “İşte (öldükten sonra) dirilme de böyle.”
Gerçek bu iken ne diye koca bir hayatı ademe mahkûm ediyoruz? Binlerce, milyonlarca dirilmeleri görmezlikten gelerek “ebedî ölüm” teraneleri ile bu tatlı hayatı zehir hâline getiriyoruz? Etrafımızda olup bitenlere, ölüp de tekrar ve tekrar dirilenlere bakıp yeni bir diriliş mülâhazasıyla hayatımıza hayat katmalıyız…
Evet, kendi dirilişimizi düşünerek, hayat felsefemizi, inanç ve akide yapımızı buna göre tanzim ederek yeni ihsaslara, yeni duyuşlara ulaşabiliriz. “Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır.” (Kaf sûresi, 50/11) Nasıl ölen yaprak canlanıyor, ağaçlara taptaze bir hayat akıp geliyor ve bitkiler fışkırıp yerden çıkıyor; siz de kabirlerinizden öyle taptaze bir can bulup çıkacaksınız. Yani bugün yeryüzünde su ile hayatı meydana getiriyoruz, yarın da bir başka şeyle aynısını yapacağız. Ama bir gerçek var ki, öyle ya da böyle siz, haşir için kabirlerden diri olarak çıkacaksınız.
Kur’ân, daha onlarca âyetinde hep öldükten sonra dirilmeyi anlatır. Sadece zikredilen şu üç-beş âyetin bile, Kur’ân’ın haşri ispat etmede takip ettiği üslûp bakımından bizi aydınlattığı/aydınlatacağı kanaatindeyim.
Görüldüğü gibi Kur’ân, kesinlikle felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları cerbeze ve diyalektiklere girmemekte; getirdiği deliller ile en âmi bir insandan en muannit akılcıya kadar herkesi ikna edecek keyfiyettedir. Bu âyetleri, üzerlerinde uzun uzadıya düşünmeden, sadece hızlı bir okumakla bile bir insan, kolayca muhtevaya intikal edebilmekte ve yeryüzündeki dirilmeler ile öldükten sonraki dirilme arasında irtibatlar kurabilmektedir. Demek ki, mebde-i hilkat perspektifiyle, haşrin ve neşrin çok kolay meydana gelebileceğini, uzun uzadıya aklî deliller serdetmeye lüzum duymadan bu kadar besâtet içinde ispat edebilme, sadece ve sadece Kur’ân’a has bir özelliktir. Ama idraki Kur’ân anlayışına kapalı, kafası felsefe hastalığı ile müptela ve mâlul kimseler, ya İbn Sina gibi diyecek veya çok sapık yollara düşeceklerdir. Bu yüzden müceddit ve büyük mürşitler her meseleyi Kur’ân metodu ile ele aldıkları gibi, onlar haşir mevzuunda da dolambaçlı yollara sapmadan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın solmaz ve pörsümez beyanlarını esas almışlardır.
Her şeyden evvel Kur’ân, göklerin ve yerin yaratılışı gibi büyük bir meseleyi nazara vererek, haşr ü neşrin rahatlıkla olacağını dile getirmek sadedinde şöyle buyurur: “Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? O, her şeyi yaratan ve her şeyi bilendir.” (Yâsîn sûresi, 36/81)
Yani Kur’ân diyor ki: Gökleri sayfa sayfa açan, sistemler hâlinde birbirinden ayıran, belli bir nizam ve âhenk ile onları birbirine bağlayan, sonra da yeri bir döşek gibi hazırlayıp istirahatınıza sunan, orada ayrı ayrı ve çeşit çeşit nimet sofralarını getirip önünüze koyan, sonra da buyur eden Allah’ın, sizi öldükten sonra diriltmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Hâlbuki şu muhteşem kâinat, sayfa sayfa her mevsim ayrı bir güzellik, ayrı bir eda ile ve sürekli birbiri ardınca gelip giden nesillerle, her mevsim binlerce var ve yok olmalarla, tefekkür sahiplerine bir şeyler fısıldamakta, aklı ve vicdanı duru gönüller için neler ve neler anlatmakta.. hatta, çalışma melekesini yitirmiş beyinlere ne sırlı mesajlar fısıldamakta.
Evet, en bedevi ve müptedi bile, insana uzaktan göz kırpan yıldızlarla donatılmış şu müzeyyen sema âlemine, şu elvan elvan zemin yüzüne bakabilse, bunları böylece yaratan.. dahası gözümüz önünde her baharda pek çok âlemleri yaratan O zatın öldükten sonra, insanı tekrar diriltecek güce ve kudrete sahip bulunduğunu kabul etmemesi için kör, sağır ve kalbsiz olması lazımdır.
Evet, kâinatın mutlak hâkimi Allah’tır (celle celâluhu). İnsan, ister ışık hızıyla milyon kere milyon sene ötede bulunan nebülözleri, galaksileri ve sistemleri gösterebilecek bir teleskopla makro âlemi temâşâ etsin, ister elektro mikroskop ya da X ışınlarıyla mikro âlemlere baksın, en küçük âlemden en büyük âleme kadar her yerde ve her şey üzerinde Allah’ın tasarrufunu ve O’nun mutlak hâkimiyetini görecektir.
İşte beşer aklının idrak ve ihatasını aşan böyle geniş bir sahada hâkimiyetini her an insanlara duyuran Hz. Allah’ın (celle celâluhu), öldükten sonra insanı diriltmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!.. Böyle bir tasavvurdan insan vicdanı ürpermeli ve ürperir…
Evet, O, Hallâk-ı Âlem’dir. Her şeyi başta yaratan, sonra bu geniş dairede baş döndürücü bir düzen kuran O’dur. Bilerek ve planlanarak icra edilen şu sırlı yaratılış vetiresi ve bu muhteşem varoluş hâdisesi hiçbir zaman kör tabiatın işi olamaz. Zira bu yaratılış ve varoluş, her şeyi bilen, gören ve ihata eden bir ilme muhtaçtır. Öyle bir ilme de sadece ve sadece Hallâk-ı Âlem olan Allah sahiptir.
Bu ilim, yerin derinliklerindeki en gizli bir ihtiyacı olandan, kuruyan ve bir karbon yığını hâline gelen ağaçların yere düşen yapraklarına kadar her şeyi gören Zât’ın ilmi olabilir. Keza insanın kendisinin dahi duyamadığı ve haberdar olamadığı benliğinin derinliklerinde gizli bulunan niyet ve hislerine muttali olan bir Zât’ın ilmi olabilir. O ilim ki, aynı zamanda kâinatın derinliklerinde olan galaksilere, nebülözlere de nigehbandır. Evet, ebedî ve ezelî ilmiyle Allah (celle celâluhu), her şeyi ihata etmiştir. Kâinatın biricik Hâkim-i Mutlak’ı O’dur. Dünyaya hükmettiği gibi ahirete hükmedecek de O’dur.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan daha bunlar gibi pek çok hakikati nazar-ı itibara sunarak, akıl ve vicdanları uyanık tutmak için bir hayli misal irad eder. Vicdanları, uzun bir kış uykusuna yatan hevam ve haşerat gibi uyuyan düşünce ve duyguları uyuşukluktan kurtarır ve onları yeryüzündeki hayatı ve hayat sırrını kavramaya davet eder. Nebatatın kış mevsiminde ölmeleri ve bahar mevsimiyle de dirilmelerini tablo tablo gözler önüne serer ve bunları insanın hayatına, ölümüne ve öldükten sonra dirilmesine birer benzer olarak sunar; sunar ki insan, en basit bir teemmül ile haşir hakikatini rahatça kavrayabilsin.
Gerçekten de insan, insafla Kur’ân’ın esrarına yönelse ve aklı da kalbiyle, vicdanıyla münasebete geçip onlara kulak verse, kâinat ve ondaki esrar karşısında büyülenmemesi imkânsızdır. Evet, böylelikle o, dünya hayatına ait yakîni kadar, ölüm hakikatine ve öldükten sonra dirilmeye de yakîn hâsıl edecektir.
[1] Bkz.: İbn Haldun, Mukaddime s.519.
Kur'ân âyetlerindeki çok yönlülük
Geçmiş kitaplar, değişik felsefî akımlar, ilmî ve fikrî gelişmelere ve gelişmiş toplumların fikir ve ruh hayatındaki seviyeye ayak uyduramadığı için hayat dışı kalmışlardı. Hükümleri askıya alınmış, tesirleri de yok olup gitmişti. Oysa Kur’ân, bütün hayatı kucaklama ve en küçük meselelere kadar her şeye ışık kaynağı olma vaadiyle gelmişti. Onun nâsihinde, mensûhunda, muhkeminde, müteşabihinde; mütefekkir, fakih ve mütefennin hemen herkes için geniş bir mütalaa zemini mevcuttu. Evet insan, çok rahatlıkla, hiç sürçmeden onun enginliklerinde dolaşabilir ve rahatlıkla ondan yararlanabilirdi.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da birbirini nakzeden ifadeler yoktu.. evet, insafla bakan bir kimse, onda herhangi bir tenakuz olduğunu söyleyemez. Yirmi üç senede, ayrı ayrı hâdiselerle alâkalı inmiş olmasına rağmen onun âyet, makta’ ve sûrelerinde omuz omuza, yüz yüze ve diz dize bir vahdet müşâhede edilmektedir.
Kur’ân’da muamelata ait nazil olan ilk âyetler –alışveriş, şirketler ve feraiz gibi– İslâm’ın içtimaî yapısını hazırlayan âyetlerdir. Bir hazırlık mahiyetinde olduğu için de bunlardan bazılarıyla alâkalı sonradan daha şümullü âyetler de nazil olmuştur. Önce nazil olan âyet ile sonra nazil olan âyet arasında bazen bir tenakuz olabileceği akla gelse de dikkatle tetkik edildiğinde herhangi bir zıtlık olmadığı hemen müşâhede edilecektir. Hatta zıtlık şöyle dursun, bunların arasında her zaman tam bir mutabakat ve birbirini tamamlayıcılığın var olduğu görülecektir.
Meselâ, vasiyet ile ilgili şu âyete bakın: “Sizden öleceğini anlayan biriniz, geriye mal bırakacaksa; anası, babası ve akrabaları için, münasip bir tarzda vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, haksızlık yapmaktan korunan takva ehli üzerine borçtur.” (Bakara sûresi, 2/180)
Arap Yarımadası’nda anne ve babanın tanınmadığı, bunların hukukunun ayaklar altına alındığı, insanların mallarında keyfemâyeşâ (diledikleri gibi) tasarruf ettikleri ve anne-babaya hak ayırmayı akıllarından bile geçirmedikleri bir dönemde âyet, evvelâ bir başlangıç olarak anneye-babaya vasiyette bulunulması gerektiğini hatırlatıyor. Bu âyet, daha sonra nazil olan ve anneyi-babayı “Ashab-ı feraiz” arasına alan âyete bir zemin hazırlamaktadır.
Evet, o güne kadar hakkı-hukuku gözetilmeyen ebeveyn üzerine ilk defa bu şekilde dikkatler çekiliyor. İnsana bu kadar hizmeti ve faydası dokunan, zâhirî esbap açısından onun varlığının sebebi olan ebeveyn hakkında Kur’ân ilk bu vasiyet âyetiyle, hürmet ve mürüvvet kapılarını aralamış oluyor. Derken belli bir süre geçtikten sonra da şu âyet nazil oluyor: “Anne-babaya gelince, ölenin çocuğu varsa, onun terikesinden her birine altıda bir hisse vardır. Eğer çocuğu yoksa ve kendisine ana-babası vâris oluyorsa annesine üçte bir hisse vardır…” (Nisâ sûresi, 4/11)
Görüldüğü gibi âyetler, evlat vefat ettiği zaman anneye-babaya ne düşer, başka evlâdı olursa payı ne olur, dede-nine olma durumunda ne düşer, bir bir hepsine temas ediyor ki, bu, evvelki âyetin hükmünün nesh olması demektir. Şimdi burada zâhiren de olsa bir zıtlık göze çarpıyor gibi olabilir; oysa hükmün kalkmasına rağmen, işin ruhu hiç örselenmemiştir. Anne-baba yine muallâ haklarıyla yerlerini korumaktadırlar.
Bu açıdan denebilir ki, önceki âyet mevzua zemin hazırlıyor ve âdeta bir nevi efkârı yumuşatıyor. İkincisi de, onların haklarını tayin ve tespit ediyor. Tabiî evvelki mesele de tamamen rafa kaldırılmıyor. Hatta bu açıdan bazı ulemâ Kur’ân’da neshi kabul etmemişlerdir. Cumhurun nokta-i nazarı neshin var olduğu istikametinde ise de, bu iki görüşü telif etmek de mümkündür. Evet, nesih vardır, ama mensûh olan da nâsih olana tebaiyetle, insanlığa, meveddete ve mürüvvete vesile olabilecek bir hüküm ihtiva ediyor olabilir. Bu takdirde de, evvelki âyetten faydalanmak her zaman mümkündür.
Kur’ân’ın getirdiği hayat nizamına, o günkü cemiyet alışık olmadığından her şey birdenbire ortaya konmamış, istenen şeyler âheste âheste gerçekleşmiştir. Evet, o gün, henüz beşerî ve içtimaî durum tam mânâsıyla tekâmül etmemişti. Bu yüzden Kur’ân’da, gerek bu başlangıç devreleriyle ve gerekse daha sonraki geçiş dönemleriyle alâkalı farklı hükümler ihtiva eden birçok âyet vardır.
Evet, onda, genel yapısı itibarıyla tahsise, ta’mime, takyide ve ıtlaka açık pek çok emir bulmak mümkündür. Kur’ân bir bütün olarak incelendiğinde, beşerin terakki ve tekâmülü ile çok yakından ilgili olduğu görülür. Asıl hükümlerin yanında, aynı seviyeden farz, vacip ya da haram gibi kesin hükümler ihtiva etmediği hâlde, tebeî olarak bir kısım hükümler vardır ki, bunlar, beşerin fıtratı ve toplumların karakterlerine ait gelişmelere ışık tutucu mahiyettedir.
Yine meselâ, Kur’ân’ın, değişik zamanlar itibarıyla farklı toplumların farklı anlayışlarına hitap ederken, zamanla meydana gelecek gelişmelere göre bir üslûp takip ettiği hemen fark edilir. Söz gelimi, daha henüz İslâm’ın ruhunu kavrayamamış, Kur’ân’ın ifade semasına yükselememiş ve bir çoban gibi körü körüne itikadında ısrar edenlere “Sizin dininiz size, benimki de bana.” (Kâfirûn sûresi, 109/6) ölçüsünü getirmiştir. Bazıları bunu laiklik olarak anlayabilirler. Ama bir zaman sonra o, kavl-i fasl ederek önceki âyetten ne anlamamız lazım geldiğini ortaya koyacaktır.
Evet, herkesin dini kendine ama kobra gibi zehirlemekten lezzet alan, hayat-ı içtimaiye için bir semm-i kâtil olan, vicdanı tefessüh etmiş ve kâinattaki âsâr-ı ilâhiyeyi görmezlikten gelen, hatta Allah’a (celle celâluhu) başkaldıran, İslâm’a ve Müslümanlara harp ilan eden müşriklere karşı tavır alınması gerektiğini ifade edecektir. Demek ki bu, bir dönemde böyle uygulanacak, bir başka dönemde de karşı tarafın genel durumuyla alâkalı farklı bir uygulamaya geçilecektir.
İşte örneği: “Önceleri kendilerine kitap verilenlerden o Allah’a, ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan, O’nun hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verecekleri ana kadar mücadele edin.” (Tevbe sûresi, 9/29)
Önce verilen emir ve mesaj ne olursa olsun burada her şey belli bir şart ve zamana bağlanmıştır. Yani onlar, İslâm’ı kabul eder, tecavüz ve şirretliği bırakır ve İslâm’ın intişarına mâni olmazlarsa, onlardan, Müslümanlardan alınan zekât türü, onların inkıyatlarını ifade eden bir cizye alarak musalahada (barış antlaşması) bulunmak suretiyle, artık mücadeleden vazgeçebilirsiniz, demektir.
Mesele bu seviyede mütalaaya alınınca insan, “Bu, kat’iyen Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdır, başkasının olamaz!” der.
Beşer, bundan sonra da Kur’ân’ın anlattığı bu devrelere şahit olacaktır. Evet, bir zaman olmuş, Müslümanlar, وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِأَمْرِه۪ إِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imandan sonra küfre döndürmek isterler. Allah, yeni bir emir verinceye kadar, affedin, hoş görün.” (Bakara sûresi, 2/109) âyetindeki فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا emrini daha engince anlamış ve afv u safhta bulunarak, herkese tolerans göstermişlerdir. Ta Allah’ın (celle celâluhu) o diğer emri gelinceye kadar. Sonra o diğer emir gelerek, onlara bâdemâ daha farklı muamele yapılmasını emir sadedinde: “Cizye verir, hâkimiyetinizi tanıyarak inkıyat ederlerse, oturup onlarla anlaşma ve sulh yapabilirsiniz.” diyerek, kalıcı hükmünü ortaya koymuştur.
Mü’minler zayıf durumda olduklarında nasıl, güç ve kuvvet sahibi olduklarında nasıl davranacaklar, bunların hepsini Kur’ân’da bulmak mümkündür. Bu itibarla da âyetlerin hepsi de fert, cemiyet, dava ve irşad adına binlerce hikmet ve maslahat ihtiva etmektedir.
Peşi peşine gelen ve birbirinin hükmünü nesh ya da takviye eden âyetler, esasen İslâm’ın genel karakteristik yapısını da göstermektedir. Meselâ, sadece otoriteyi tesise matuf nazil olan emirler esas alınarak hareket edilecek olsa, ihtimal dini sevdirmek asla mümkün olmayacaktır. Evet, böyle bir emre göre hareket edildiği takdirde, Müslümanların işi bundan ibaretmiş gibi bir vehme kapılınacaktır. Dolayısıyla da Müslümanlar, başkalarının vehmettiği gibi, vuran-kıran bir toplum zannedilecek ve onlara, önüne geleni kesip biçen gaddarlar nazarıyla bakılacaktır. Oysa bir kısım kimselerden zekât mahiyetinde “cizye” unvanıyla vergi alarak sulh yoluna gidilse, zimmî hukuku icra edilerek azınlıklar vesâyet altına alınsa ve İslâm’ın güzel muameleleri insanlığın nazarına arz edilebilse, ihtimal ki birçok insan İslâm’ın güzellikleri karşısında ihtida edecektir. Tarihte bunun binlerce misalini görmek, göstermek mümkündür.
Mekke ahalisi Fetih günü İslâm’ın ve Resûlullah’ın afv u safhı sayesinde İslâm’a dehalet etmişti. Atalarımızın, Müslümanlığı kabulleri de –hem de kabileler hâlinde– böyle olmuştu. İslâm’ın çeyrek asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde Afrika’dan Orta Asya steplerine kadar intişar etmesi, yine onun bu engin ve evrensel muamelesi sayesinde gerçekleşmişti.
Bu açıdan diyebiliriz ki, beşer fıtratına seslenen Kur’ân âyetleri her zaman ciddî bir vahdet sergilemektedir. Evet, gerçi Kur’ân’ın içinde nâsih ve mensûh vardır ama bütün bu ayrı ayrı gibi görünen âyetler değişik zaviyeden farklı farklı şeyler anlatmış ve her devirde değişik bir dalga boyunda nurlarını neşretmişlerdir. İnsanlık, afv u safh devresinde ona müracaat etmiş.. harp-sulh devresinde ona yönelmiş.. ve değişik problemler karşısında hep ona sığınmıştır. Kâfirin, münafığın, müşriğin iç ve dış dinamiklerini, onların bu dinamikleri küfür ve nifak hesabına nasıl kullandıklarını, toplumu nasıl ifsat ettiklerini de yine en çarpıcı yönleriyle ve misalleriyle bulmak, görmek için Kur’ân âyetleri emsalsiz ve tükenmez bir irşat hazinesidir.
Evet, insanı her hâliyle en güzel tarif eden Kur’ân’dır. Değişik toplumları, bidayet ve nihayetleriyle, her devirdeki gelişip güçlenme keyfiyetleriyle tahlil eden biricik kitap yine odur. Sapık idealleri, ideolojileri, toplumların tabiî tekâmülleri içinde ve herhangi bir komplikasyona sebebiyet vermeden söküp atan veya tadil eden de yine odur. O, her zaman dinamik bir güç kaynağıdır. Hâlbuki beşerî sistem ve müesseselerin en karakteristik yapısı, bunların tamamen esnekliğe kapalı olmalarıdır. Bu sistemlerde, insanın ruhî, fikrî ve hissî tekâmülü bir noktada takılıp kalmakta ve daha sonra da yozlaşmaktadır.
Evet, fıtrat, tekâmülünü, yani Yaratıcı’nın kendisine çizdiği kemalini tamamlayamazsa tefessüh eder ve zamanla güdükleşir. Fıtrattaki hareket ve canlılık beşerî tekâmülün önemli bir dinamiğidir ve Kur’ân sürekli bu dinamiğin değerlendirilmesini salıklar. Beşerî ideolojilerin kısa bir süre sonra insan idrakine dar gelmesi, insanları yeni arayışlara zorlamasına karşılık, Kur’ân’ın, her zaman sıkıntı ve ihtiyaçlarımızla bizi kucaklaması onun bu dinamiğinin ifadesidir.
Kur'ân'ın kendine has ifade dili ve karakter tasviri
Şu ana kadar, üzerinde durabildiğimiz kadarıyla gördük ki, Kur’ân beşer tarafından ortaya konması imkânsız ilâhî bir şaheserdir. Her şeyden evvel onun kendine has karakteristik bir ifade ve konuşma tarzı vardır. O, bu muhteşem ifade tarzıyla, her zaman insanları çok farklı bir sıcaklıkta kucaklar. Bu yönüyle de o, ne Allah’tan gelen sair kitapların ifadelerine ne de beşerî kelâmların, hatta en mükemmel akıllardan çıkan ifadelerin hiçbirine benzememektedir.
Kur’ân’ın kendine has o enfes üslûbunu zevketmek ve arz edeceğim bir kısım misallerin daha iyi anlaşılması için az da olsa araştırma yapmaya, ilim irfan adına biraz olsun derinleşmeye, biraz da bediî zevkten hissedar olmaya ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biz böyle bir kitleyi karşımızda var sayarak misalleri arz ederken, mümkün olduğu kadar o kitlenin anlayış seviyesine göre sunmaya çalışacağız.
Biz, Kur’ân’ın karakteristik ifadesi sözcüğüyle şunu kastediyoruz: O, pek çok meseleye girer, pek çok konuyu ele alır ve tahlil eder. Meselâ o, yerinde maziden ve gelecekten bahisler açar, geçmişi-geleceği çizgi çizgi gözlerimizin önüne serer ve bunu yaparken de âdeta bahsettiği yerleri, cemaat ve fertleri bütün karakteristik yanlarıyla gözlerimizin önüne serer.
Evet, o konuşurken âdeta geçmiş kavimler, o kendilerine has mimikleriyle, tavırlarıyla, oturup kalkmalarıyla birden gözlerimizin önünde tülleniverir. İngiliz edebiyatı tarihinin en meşhur siması, bugün de zevkle takip edilen Shakespeare (Şekspir)’in, o engin tasvir gücüyle ve edebî bir enginlik içinde vak’aları nasıl tasvir ettiğini zevkle okursunuz. Oysaki bu tasvir gücüne rağmen, yine de beşer karihasının bütün zaaflarını bu üstün tasvirlerde görmek mümkündür.
Şöyle ki, Shakespeare de olsa, eski devirlere ait vak’aları kendi hususiyetleriyle vermeye çalışırken, olayları tasvirde yine de kendi devrinin sesini soluğunu aksettirir. O kadar ki, neredeyse kendi döneminin insanlarının hayat hikâyelerini anlatıyor sanırsınız. Oysa beşer, o vak’aların cereyan ettiği güne nispetle çok değişmiş, çok farklılaşmıştır. Hayat şartları, hayat standartları, düşünce ufku bütün bütün başkalaşmış ve ayrı bir hâl almıştır. Ne var ki o, bunları görmekten ve ihata etmekten çok uzak bulunmaktadır.
Oysaki Kur’ân-ı Kerim’de geçmişe ait vak’aları ele alıp takip ettiğiniz zaman, Nuh kavmini, Âd ve Semud’u en ince ruh hâlleri ve en karakteristik yanlarıyla olduğu gibi görebilirsiniz. –Allah’ın salât ve selâmı o devirlerde yaşayan ve bu âsi ve tâği cemaatlere nebilik yapmış bütün peygamberlere olsun.– Burada elbette ki, Allah’ın mu’ciz kelâmı ile, beşer karihasının her türlü zaaflarını taşıyan Shakespeare’in veya bir başkasının yazdıklarını mukayese ediyor değiliz. Bizim maksadımız şudur:
Kur’ân, geçmiş milletleri anlatırken, o cemaatleri bütün hususiyetleriyle, bir sahne ya da sinema perdesinde, olup bitenleri sergiliyormuşçasına tablolaştırıverir. Kur’ân’da değişik devirlere ait ayrı ayrı insanları anarken, çok farklı devirleri insanlarıyla beraber birden duyar ve yaşarsınız. Figürler, figüranlar tamamen birbirinden farklıdır. Ve siz, Kur’ânî vak’aları peşi peşine takip ederken onda, roman ve tiyatrolarda çokça karşılaştığınız o acayip hortlakları da göremezsiniz. Zira Kur’ân, vak’aları takdim ederken, doğrudan doğruya onları hayatın içinden alır veya aynı hayat misalleriyle insanların görüşlerine arz eder. Ve böylece, bir ders içinde bin dersi birden verir.
Evet, işte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın eşsiz ve benzersiz bir yönü! Onun aydınlık beyanında, şahıslar, mekân ve menziller okuyucunun hayalinde öyle canlanır, âbideler hâlinde hususî eda ve havalarıyla tecessüm eder ki, yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs zikredilmesine rağmen hiçbiri, ne zaman itibarıyla ne de keyfiyet itibarıyla karışmaz ve okuyucunun zihnini bulandırmaz.
Orta Çağ’ın meşhur ressamlarından Mikelanj, Hz. Musa’nın heykelini yapmış, bununla kendini veya Hz. Musa’yı anlatmak istemiş. Bu heykelin ne derece Hz. Musa’yı temsil ettiği belli değil. İhtimal bazı kaba hatları ile onu hatırlatıyor olabilir. Fakat ondan sonra gelen üç-dört asrın bütün mütefennin, mütefekkir ve sanatkâr insanları, eserle verilmek istenen şeyin verilip verilmediğine bakmadan bu sanatı asırlarca alkışlamışlardır…
Hâlbuki Kur’ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, kendi mücerret çizgisi ve üslûbu içinde asla putlaştırmadan, totemleştirmeden müşahhasın kat kat üstünde mücerret fikirlerle o meseleyi öyle sunar ki, sunduğu şeylerin silüeti, anında insanın kendi tahayyül ve tasavvurlarında canlanıverir.
Kur’ân’ın ifadesine ait diğer bir hususiyet de, meseleleri tasvir edip insanlara anlatırken, onları insanın içinde ciddî bir ürperti veya iştiyak hâsıl edecek tarzda anlatmasıdır. Meselâ, kötülüklerden bahsederken, insanda ciddî bir nefret hissi uyandırır. Onun ifadelerinde kötülük mide bulandırıcı, ruhlarda burkuntular hâsıl edici keyfiyetiyle ve tiksindirici mahiyetiyle insanın karşısına çıkıverir.
Yukarıda Hz. Musa’ya benzetilmeye çalışılan heykeli misal verişimiz şundandır: Sanat da, insanın, duygu ve düşüncesini ifade şekillerinden biridir. Sanatkâr, duygu ve düşüncelerini topluma arz ederken, onları sanatla ifade etmeye çalışır. Yani düşündüğü veya eşyada yakaladığı bir güzelliği müşahhaslaştırmak veya mücerret bir çerçevede başkalarına sunmak ister. Ne var ki, bunda her zaman başarılı da olamaz. Çok defa sanat ile toplumun gerçekleri ve güzellikleri paralellik arz etmeyebilir. Ayrıca sanattaki müşahhaslık, putçuluk ve totemcilik gibi toplumun karakterine ve ahlâkına ters bir duruma da yol açabilir.
Sanat, hususiyle de müşahhas şekliyle bir üslûptur, bir tasvirdir; ama o, Kur’ân’ın üslûp ve tasviri karşısında mukayese edilemeyecek ölçüde yaya ve geridir. Zira o, eşyayı tek boyutlu ele alır ve öylece yansıtır. Onda canlılık, hareket ve sürekli farklılık içinde tüllenen güzelliklerden söz etmek mümkün değildir. Kur’ân ise, bunu tam mânâsıyla verebilir, onun verdiği her misalde, anlatmak istediği hususiyetler bütün canlılığıyla tüllenir; tüllenir de, o ifadeler zaman ve mekânın tek boyutlu sınırlarında törpülenmez, solmaz…
Bir diğer husus da şudur: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, maksadını ifade ederken, çok veciz bir şekilde ve her şeyi kısa birkaç cümle veya bir-iki kelime içinde başarıyla anlatır. Öyle ki, o maksadı ifade etmek için, seçtiği kelimelerden başka kelimelerle o maksadı anlatmaya imkân yoktur. İnsan, onun birkaç cümlesi içinde, başka kitaplarda bulamadığı renginlik ve zenginlik karşısında kendinden geçer.
Kur’ân, geçmiş peygamberleri, o peygamberlerin kavimlerini, yerleriyle-yurtlarıyla dile getirirken veya oralarda yaşamış insanları arz ederken, “o milletler nasıl milletlerdi, yaşayışları, duygu ve düşünceleri, takip ettikleri hayat düsturları nelerdi, medeniyette hangi seviyeye ulaşmışlardı?” bütün bunları iki-üç cümleden ibaret olan bir âyet içinde bulmak mümkündür. Üstelik onun tasvirlerinde, her cemaati, kendi hususiyet ve karakteriyle diğerlerinden ayırmak da fevkalâde kolay ve rahattır. Bunların misallerini ve Kur’ân’ın bediî üslûbunu ileride göstermeyi düşünüyoruz.
Genel bir yaklaşım olarak şimdiye kadar, Kur’ân’ın tasvir gücü, kendine has üslûbu ve beşer tasavvurunu aşan zenginliğini arz etmeye çalıştık. Bu arada insan ve insan cemaatlerinin Kur’ân’ın eşsiz ifadelerinde nasıl yorumlandığını gördük.. gördük ve bildik ki, Kur’ân’ın harikulâde bir tasvir gücü ve ifade zenginliği var. Geçmiş zamanın bütün hâdise ve meseleleri, belli resimlere sıkıştırılmış olarak Kur’ân’da olağanüstü bir hâl alır. Öyle ki, değişik milletler, kendi karakterleriyle okuyucunun hayalinden resmigeçit yapıyor gibi dizi dizi gelir geçer. Hz. Lut (aleyhisselâm) kavminin, insanı tiksindiren ahlâksızlığı.. Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) cemaati Eyke ahalisinin ticarî ahlâksızlığı, murabaha ve spekülasyonları, halkı aldatan tabiatları.. Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) o hilekâr karaktere sahip muhatapları.. evet, bütün bu topluluklar, Kur’ân’ın âyet ve sûrelerinde bütün figür ve figüranlarıyla sıra sıra karşımıza dikilirler.
Kur’ân bu tabloları nazara verirken, insan artık bunlardaki teferruatı anlamada hiçbir şeye ihtiyaç hissetmez. Kelimelerdeki renk öyle seçilmiş, perdedeki ışıklar öylesine ayarlanmıştır ki, insan âdeta kendini bir piyes sahnesinde hissediyor gibi olur; bakmaya ve seyretmeye doyamadığı bir sahnede
Kur’ân’daki toplum ve millet karakterlerini incelerken, çok defa karşımıza belli bir kısım şahsiyet ve tipler de çıkmaktadır ki, Kur’ân konuşup tasvir ederken, daima bu tip karakterleri nazarlarımıza arz eder. Bunlar bazen bir nebi olabildiği gibi, onlara intisap etmiş ümmetlerden herhangi biri de olabilir. İsterseniz şimdi –Allah’ın inayetiyle– Kur’ân’da tebellür edip, hususiyet arz eden birkaç insan tipi ve karakteri üzerinde durmaya çalışalım:
Meselâ Kur’ân, İsrailoğullarını anlatırken, bu cemaatin zimamdarı olan Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) da resmederek bize sunar.. ve onu en temel karakteriyle bizimle konuşturur. Kur’ân’ın ifadelerinden, Hz. Musa’nın nasıl bir insan ve nasıl bir peygamber olduğunu anlamak mümkündür. Yüz hatları tamamen olmasa da nasıl bir fizikî yapıya sahip bulunduğu kıyafetname mülâhazalarıyla insanın gözünde âdeta canlanıverir.
Evet, bu ifadelerde, psikolojik yapısı, içtimaî hayattaki darbeleri, yapıcı ve birleştirici karakteri, büyük inşa gücü, daima ihtilallere, içtimaî hareketlere sebebiyet veren bir kısım kimseleri terbiye ve irşad etmesindeki dirayet ve kiyasetiyle Hz. Musa’yı bulmak ve tanımak mümkündür. Hatta Kur’ân’ın tasvirinde, onun pazularını ve adelî gücünün nasıl olduğunu dahi yakalayabilirsiniz. Yüzünün hatlarını, bakışlarını, bakışlarındaki derinliği, sakalının yapısını, ona ait hemen her şeyi tasavvur etmek mümkündür. Kur’ân, işte her şeyi böylesine canlı ve zihinlerde kalıcı olarak arz eder.
Kur’ân bunları yaparken “Hz. Musa” diyerek bir başlık atmıyor. O, aynı anda yüzlerce şahsı birden nazara veriyor. Aksi hâlde sadece Hz. Musa’yı anlatmak için bile sayfalar yetmeyecektir. Oysa Kur’ân, pek çok kimseyi temel hususiyetiyle arz ederken Hz. Musa’yı da zaman zaman görüntüye alır, değişik konuşmalar, hareketler ve hamlelerle bir başka buudda onun da silüetini nazara verir ve yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs dile getirilirken herhangi bir kargaşa ve anlaşmazlığa sebebiyet vermeden, çok rahatlıkla dilediği tipi, arzu ettiği karakteri insanın duygularının içine akıtıverir. Üstelik de her hâdiseyi aynı tatlılık, aynı renklilik ve aynı canlılık içinde ele alarak…
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hz. İbrahim’i anlatır. Anlatma değil, onu öyle tablolaştırır ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) asırlar sonra bu ifadelere bakarak “İşte ben, peygamberler içinde bu zata benzemekteyim.”[1] buyurur.
Evet, mesele o kadar açık ve nettir. Bu şahıs tipi öylesine ince teferruatıyla ortaya konmuş ve onun resmi o denli engin bir vuzuhla çizilmiştir ki, Nebiler Sultanı âdeta ona bakıyor ve beraberindekilere şöyle diyor: “Şu gördüğümüz resim var ya, işte ruhuyla, hâliyle, karakter ve içyapısıyla ben ona benziyorum.”
Peygamber Efendimiz bunu derken sahabe de Kur’ân’dan Hz. İbrahim’e ait karakteri çok iyi yakalamış olacak ki, bu beyanı tasviple karşılıyor. Eğer onlar, Efendiler Efendisi’nin sözündeki tasviri kavramamış olsalardı, herhâlde bu sözden hiçbir şey anlamayacaklardı. Ama onlar, âyât-ı Kur’âniye’nin açık tasviri sayesinde bunu çok iyi anlamışlardı. Hem öyle anlamışlardı ki, yeni bir şey deme lüzumunu duymamışlardı.
Eğer bizler de Kur’ân’ı onların anladığı gibi anlayabilseydik, başka söz söylemeye hacet kalmayacaktı. Evet, o zaman hemen herkesi, elinde Kur’ân, Mevlâ-i Müteâl’in huzurunda ona teveccüh etmiş ve kendinden geçmiş bir hâlde görecektik. Tabiî bu arada, bütün ilim ve teknik mahfillerinin Kur’ân’ı aziz tuttuğunu, her meselede evvelâ ona müracaat ederek teberrük ve teyemmünde bulunduklarını da müşâhede edecektik.
Evet, Kur’ân büyük Nebi Hz. Yusuf ve Hz. Süleyman’ı (aleyhimesselâm) anlatırken nasıl bütün hususiyetleriyle onları sahneye koyuyor, Firavun misali tipleri anlatırken de aynı şeyi yapıyor. Yani hususî ve umumî karakterlerin tablolarını çizip, onları öyle bir ortaya koyuyor ki, bununla modern tasvir sanatının varamadığı ufukları çok çok aşıyor. Aslında ne klasik ne de modern tasvirin, Kur’ân’ın ufkuna ulaşması mümkün değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın sonsuz ilminden gelmiştir. Bu kaynak öyle engin, öyle derindir ki, seneler ve seneler hiç durmadan çağlayıp dursa ve vâridâtını sergilese yine tükenmeyecek, yine bitmeyecektir!
Kur’ân, mürai bir tipi nazara verirken, çevrenizde tanıdığınız ne kadar mürai varsa, anında hepsi birden kafa ve hayalinizde canlanıverir. Müttakî, alımlı, ülü’l-azm bir tipi tasvir edince de onu hemen önünüzde görüyor gibi olursunuz; olur da önünde serfürû edecek bir tavır takınırsınız.
Şunu ifade etmek yerinde olur: Kur’ân, gerek umumî ve gerekse hususî karakterleri tasvir ederken, çizgilerde, hatlarda, ışık ve kostümlerde, ciddî bir âhenge ulaşan mükemmel bir sahne meydana getirir. Bu sahnede her şey tastamam, tablo alabildiğine canlı, oyun son derece tatlı ve rengârenktir. Artık her şey, bu canlı ve renkli sahneyi seyredip yorumlayacak okuyucu ve müşâhedecilere kalmıştır. Onlar da aynı tazelik ve canlılık içinde, arz edilen sahneyle bütünleşebilirse, bütün masraf ve gayretlere değmiş, maksat da hâsıl olmuş olur. İşte sahabenin Kur’ân ve Sahib-i Kur’ân’ı anlaması bu ölçüde idi.!
İnşâallah önümüzdeki bölümlerde, farklı karakterler üzerinde duracak ve Kur’ân’ın tasvir gücünü temaşaya devam edeceğiz.
A. Kur’ân’da karakteri deşifre edilen kavimlerden: Nuh Kavmi
Kur’ân, geçmiş kavim ve milletleri arz ederken, her toplumu kendi hususiyet ve karakteriyle arz eder. Öyle ki, onun bu husustaki belirleyiciliği sayesinde bir cemaati bütün ahvaliyle kolayca diğerlerinden ayırabilirsiniz. Şayet Kur’ân’ın âyetleri bu mülâhaza ile takip edilebilse, bir kısım toplumların temel karakterleri üzerinde hassasiyetle durulduğu görülecektir. Bu toplumlar, içinde rehberleri, öncüleri, suiistimal edilmiş veya edilmemiş sanat ruhuyla tarihleşmiş insanlarıyla bir bir belirir gözünüzün önünde.
Muhteşem binalar, debdebe içindeki hayatlarıyla tevehhüm-i ebediyet soluklayanlar.. ve görkemli âbideler, ebediyet duygularını izhar eden ve ebedden başka bir şeye razı olmayan gönüller ve ruhlar görür gibi olursunuz!
Kur’ân’da her peygamberin ümmeti ayrı ayrıdır. Kur’ân baştan sona gözden geçirilince, onun yüzlerce, binlerce cemaati gözler önüne serdiği görülür. Evet o, farklı bir üslûpla Hz. Âdem’den günümüze kadar yaşamış bütün toplumları, bütün fertleri karakterleriyle öyle bir resmeder ki, kendinizi onların içinde sanırsınız. Tabiî bütün bu cemaatleri, bu fertleri, böyle dar bir mevzu içinde anlatmaya imkân yoktur. Biz burada sadece Hud ve Şuarâ sûrelerinden, maksadı ifade sadedinde, bir kısım âyetleri dönüşümlü olarak serdetmekle iktifa edeceğiz. Şöyle buyrulur Şuarâ sûresindeki bir âyette: “Sizden bu (tebliğ vazifesi)ne karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi’ne aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/127)
Bilhassa Ramazan teravihlerinde hemen hepimizin duya duya âşinâ olduğu âyetler arasındadır bu âyet. Şuarâ sûresinde, bilhassa peygamberlerin sergüzeşt-i hayatları, mücadeleleri, mesajlarının ruhu ve onların istikamet üzere olan yaşayışları anlatılır.
Bunun yanında yer yer cemaatlerin, kabile ve kavimlerin durumları da ele alınır. Zikri geçen bütün peygamberlerin risalet vazifesi karşısında takındıkları müşterek bir tavır olarak bazı âyetler birçok defa tekrar edilir; edilir fakat her defasında ayrı ayrı hususlara dikkat çekilir. Bir yönüyle huy ve tabiatları birbirine benzeyen kavimleri dile getirmek için ilgili âyetler tekrar edilir. Zira küfrün muktezası olarak düşünce ve beyanların müşterek bir yanının da bulunması gayet tabiîdir.
Evet, Hz. Âdem devrinde küfür hesabına söylenen öyle sözler vardır ki, bu devirde de onları duymak mümkündür. Mütegalliplerin, mutasallıtların küfür hesabına söyledikleri, hatta medya ile topluma mâl ettikleri öyle şeyler işitiriz ki, imkân olsa da tarih öncesi kavimlerin küfür dolu hissiyatlarıyla bunları karşılaştırabilseydik, aynı şeyleri duyacaktık.
Ne var ki, bir de bunların ayrı ve birbirinden çok farklı yanları vardır ki, bu yönleriyle de tamamen birbirinden tefrik ve temyiz edilirler. Gelin şimdi şu ifadelerle bunu sezip almaya ve o insanları farklı yönleriyle yakalamaya çalışalım.!
“Nuh kavmi de peygamberleri tekzip etti.” (Şuarâ sûresi, 26/105)
“Kardeşleri Nuh, onlara: ‘Allah’tan korkun ve müttaki olun’ dedi.” (Şuarâ sûresi, 26/108)
Yani Hz. Nuh (aleyhisselâm) onlara, “Allah’ın himayesine girin.. kâinatta cari kanunları doğru okuyup değerlendirerek onlardan istifade edin.. hayatınızı, körü körüne değil, şuurlu olarak yaşayın.. sizin için yegâne melce ve mence Allah’tır ve Allah’ın himayesidir. Sakın ola ki, evâmir-i ilâhiyeyi ihmal etmeyin!.” gibi tavsiyelerde bulundu. Ve bu vazifeyi yaparken de: “Sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum. Benim ücretim Âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” dedi. Yani “Dûçâr olduğum bütün meşakkatlere ve maruz kaldığım bütün sıkıntılara karşı da sizden herhangi bir ücret ya da mükâfat istemiyorum. Ben, istediğimi yalnızca Allah’tan istiyorum Evet, rızaya talip bir yürek ve samimiyetle meşbû bir ruh olarak mükâfatımı sadece ve sadece O’ndan istiyorum. Zira Allah’ın rıza ve rıdvanı her şeyden önde gelir. Hatta amellerime terettüp edecek semerelerde bile gözüm yok… Uhrevî semereye gelince, verirse onu da ahirette verecektir ” gibi sıcak ve samimî ifadelerini görürüz Hz. Nuh’un…
Bu esnada onun cemaati de, kendi heva, anlayış ve karakteristik durumuyla karşımıza çıkar. Hz. Nuh’un bu kadar saf, duru, sıcak ve tatlı istekleri karşısında onlar da karakterlerinin sesi ve soluğu olarak şöyle diyeceklerdir: “Arkana hep sıradan kimseler düşmüşken kalkıp sana mı inanacağız!?” (Şuarâ sûresi, 26/111)
Böyle bir karşılığın mânâsı şudur: Sana insanların en rezili ve ayak takımı ittiba etmektedir. Yani biz şimdi ayak takımının dinine mi gireceğiz?
O günkü insanların idrak ve kültür seviyeleri ne olursa olsun bunların kalbî ve ruhî hayatları açısından bomboş oldukları bir gerçek. Fikrî ve ilmî boşluğun gereği taassup, küçüklüğün gereği çalım ve caka, düşünce sistemlerinin yetersizliğinin ve tutarsızlığının ifadesi saldırganlık, bunların en mümeyyiz vasıflarıdır. Bu gurur ve kibir dolu yürekler, en ince evsafıyla bu birkaç kelimelik âyette bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Birkaç kelime ama bu kelimeler çok şey ifade etmekte ve o kavmin en bariz huy ve karakterini ortaya koymaktadır.
Biz bu kavmin en bariz yanlarını, Kur’ân’ın âyetlerinde okumaya çalışacağız:
Nuh kavmi, Hz. Nuh’un onca samimî gayretlerine rağmen imana geleceğe benzemiyordu. Şirk ve küfür, ruhlarında kökleşmiş hatta onların örf ve âdetlerini bile kendi tesirine almıştı. Bu yüzden gönlü vazife şuuruyla şahlanmış bu yüce insana karşı onun en hâlisâne davetlerine, çırpınmalarına rağmen başkaldıracaklardı. Hatta yer yer olabildiğine küstahça bir tavırla onun karşısına dikilip şöyle diyeceklerdi: “Ey Nuh! Bu dediğinden vazgeçmezsen, mutlaka (recmedilip) taşlananlardan olacaksın.” (Şuarâ sûresi, 26/116)
Evet, “Tıpkı zina yapmış, recme maruz kalmış suçlu bir insan gibi taşlarız seni!” diyorlardı. İfadeden anlaşıldığına göre, olabildiğine mütegallip bu cemaat, karşılarındaki bu gönlü kırık, arkasında kendine iman etmiş ciddî bir cemaati bulunmayan bu Nebi’ye apaçık meydan okuyorlardı. İhtimal, bunların bütün köy ve kasabalarında küfür ve putperestlik hükümferma idi.
Başka bir âyette ele alındığı gibi peygamberin bütün ceht ve gayretine rağmen, gönüllerinde zerre miktar bir erime, yumuşama ve uyanma olmayan bu putperest cemaat, küfür ve inat içinde kaba bir tabiat sergileyerek şöyle demişlerdi:
قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَۤا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
“Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Üstelik bunda da çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getiriver.” (Hûd sûresi, 11/32)
Kabalığa bakın ki, “cihad ettin, emr-i bi’l-mâruf yaptın.” demiyorlar da, “cidal ettin, diyalektik yaptın, polemiğe girdin” diyorlar.. evet, “Hakk’ı anlattın, doğru olanın dellalı oldun” demiyor da, “cedel yaparak bizi iğfal etmek istedin” demeye getiriyorlar. Dahası فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا sözleriyle, “bütün dehanı, cehd ve gayretini cidal yapma mevzuunda kullandın” deme saygısızlığında bulunuyorlardı.
Tabiat ve karakteriyle muannit bir cemaatin, iç âlemini ifade bakımından ne mânidar! Ahiretten bahsediyorsun, Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vermeden söz ediyorsun, inanılmadığı takdirde başa gelecek belâ ve musibetlerden bahisler açıyorsun; onlarsa “Doğru söylüyor isen şayet, getir de görelim bu musibeti?” diyorlar. Demek ki, bunlar Allah’a da, peygamberlere de, ahirete de inanmıyorlar.
Biz bütün bunları, yukarıdaki şu bir-iki kelimelik âyetten anlıyoruz. Öyle ki, burada bir devir ve bir cemaatin, o muannit, o münkir, o küstah karakterinin nasıl tablolaştığını görmek mümkün. Tabiî bütün bunların karşısında da, Hakk’a ilticaı رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben (zâhiren) yenik düştüm bana yardım et!” sözüyle sızlanan bir peygamber vardır.
Şimdi bir de Kamer sûre-i celilesine intikal ederek birkaç âyet ile bu hususun nasıl tasvir edildiğini görmeye çalışalım. Burada da Hz. Nuh’un mağlup bir eda ile sızlanışı dile getirilir: “Bunun üzerine Rabbine ‘Rabbim, ben yenik düştüm, yardım et (Allahım!)’ diye yakarışta bulundu.” (Kamer sûresi, 54/10)
Şu inilti ve sızlanış içinde bir peygamberin, kendisini dinlemeyen, emir ve nehiylerden ibaret olan mesajlarına kulak tıkayan bir cemaat karşısında nasıl dilgir olduğunu, nasıl yanıp yakıldığını görmek mümkündür.
Evet, dua etti ve “Mağlubum Allahım!” dedi. Böyle bir durumda başka ne yapılabilirdi ki? Kadavralar gibi kaskatı kesilmiş ruhsuz bir cemaat vardı karşısında. Bazen kadavralarda bile insanın yüzüne bakarken yumuşak bir mânâ bulunabilir, ama bu cemaatte asla.. bu cemaat, granitler kadar sert ve cemadat kadar da ruhsuz idi. Ünsten de, ünsiyetten de fevkalâde uzak ve buz gibi bir hâlleri vardı. Bu yüzden Mevlâ-i Müteâl, Hz. Nuh’un o samimî ve içten iniltisine icabet buyurdu: “Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.” (Kamer sûresi, 54/11)
Yani hayrın, bereketin geldiği semadan artık onların başlarına sağanak sağanak belâlar indirdik. Rahmet belâya dönüştü ve sular ayn-ı belâ oldu. Toprak belâ ile gerindi ve belâ püskürdü.. ve tabiî böyle bir noktaya doğru gidilirken Hz. Nuh da duyguda, düşüncede kurtuluşa ermiş olanların, dünyevî necatlarına vesile olacak gemiyi hazırlıyor, diğerleri ise, yer yer Hz. Nuh’la dalga geçmek için onun yanına uğruyor ve kendilerince onunla alay ediyorlardı.
“Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince gemiyi yap ve zulmedenler hakkında Bana hitap etme (onların kurtuluşu için Bana yalvarma); artık onlar mutlaka boğulacaklardır.” (Hûd sûresi, 11/37)
O güne kadar böyle bir geminin bilinmediğini Kur’ân’ın bu âyetinden istinbat edebiliriz. Zira Allah (celle celâluhu) “Bizim gözetimimizde” buyuruyor. Yani “Bizim gözetimimiz ve nezaretimiz altında bir vapur yap. Bu vapurun plan ve projesini hazırlayacak olan da Biziz. Çünkü yapılacak olan bu gemi, sadece denizlerde yüzdürmek için değil, belki küre-i arzın bütününü veya mühim bir bölümünü su kapladığı zaman, sizi sahil-i selâmete çıkaracak, Cûdi-i emniyete götürecek bir vapur olması lazımdır. Bu yüzden de bizzat nezaretimiz altında yapılmalıdır.”
O güne kadar böyle bir şey görmeyen Hz. Nuh’un kavmi fevç fevç geminin yapıldığı yere uğruyor, Hz. Nuh’la (aleyhisselâm) akılları sıra alay etmeye çalışıyorlardı; çalışıyor da işin ciddiyetini hâlâ anlamış görünmüyorlardı.
Ve böyle bir cemaate karşı, işin gayretullaha dokunması; dokunup da yerlerin sularını fışkırtması, semanın bütün sularını yere indirmesi, Cenâb-ı Allah’ın kendi peygamberine, ona inananlarla beraber necat ve selâmete giden yolu göstermesi Evet, bütün bunlar öyle cazip bir üslûpla anlatılır ki, üstüne üslûp olmaz. İlâhî beyan, mebdei ve müntehası ile yığın yığın vak’ayı birkaç âyetle anlatır ama anlatılanlar mücelletlere sığmaz.
Evet, bu küfran cemaatinin yıllarca süren serkeşliğini anlatmak, mücadelelerle dopdolu bir peygamber hayatını aksettirmek, her iki kesimin de mimik ve davranışlarına kadar en ince ruh hâllerini ve çizgilerini üç-beş âyet gibi kısa cümleciklerle arz etmek, Kur’ân’dan başkasına nasip olmayan bir hususiyettir.
[1] Buhârî, enbiyâ 24, 48; Müslim, iman 271, 272, 278.
Hz. Nuh'tan Hz. Hud'a uzanan mücadele geleneği
Hz. Nuh’un kavmiyle olan mücadelesini ve kavminin ona karşı giriştiği temerrüt hareketini, Hz. Hud’un kavminde de aynen müşâhede etmekteyiz. İki inanmış insan, iki büyük nebi.. ve iki azgın cemaat… Şuarâ sûresinde fikren dolaşırken, yer yer o muhteşem binalarıyla beraber hâk ile yeksân olan Âd kavmini görür gibi olur ve ürpeririz.
“Âd (kavmi) de gönderilen peygamberi yalanladı.” (Şuarâ sûresi, 26/123)
İfadelerden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin hepsinin derdi davası birdi ve hepsi de aynı şeyleri söylüyordu. Evet, onlar insanların, Allah’ın himayesine sığınmalarını, Allah’a karşı saygılı olmalarını ve O’na itaat etmelerini istiyorlardı. Bu vazifeyi yaparken de “İş yaptım, ücretimi verin!” demiyor; aksine, “Biz, hasbeten lillah sizin için koştuk, hasbeten lillah yorulduk, sesimiz soluğumuz kesilinceye kadar sizin için gayret ettik.” diyor ve mükâfatlarını Allah’a bırakıyorlardı.
Hz. Nuh devri artık çok geride kalmıştı; ama benzer bir karakterde bu defa da karşımızda Hz. Hud’un (aleyhisselâm) kavmi Âd vardı. Temelde karakter benzerliği varsa da, Âd kavmi oldukça farklı bir kavimdi. Hz. Nuh’tan sonra uzun yıllar geçmiş, artık umranlar kurulmuş, yeni yeni medeniyetler teessüs etmişti. İhtimal, bu yeni toplumlar için okumalar, yazmalar, bilmeler, ilim ve irfan sahibi olmalar âdiyattan işler hâline gelmişti. Her ne kadar modern tarih, yazıyı belli bir devre ile irtibatlandırsa da, bunu olduğu gibi kabul etme mecburiyetinde değiliz. Zaten insanlığın menşeinin mağara devri gibi muhayyel bir vahşete bağlanması kat’iyen mâkul değildir.
Biz, bu çizgideki tekâmülü temelden reddediyor, mağara devrini, taş devrini, tunç devrini kayd-ı ihtiyatla karşılıyoruz. İhtimal bütün bunlar, dinsiz tekâmülcülerin, dinli ve dinsiz milletlerin tarihine sokuşturdukları eraciften gayr-i makul şeyler ve ilmî bir mesnetleri de söz konusu değil.. zaten böyle bir şeyin aslının olmadığı da bugün bir kısım Batılı münekkitler tarafından ifade edilmekte. Evet, insanlığın yeryüzündeki neş’eti, peygamberlerle başladığı için, beşer tarihinin temelinde vahşet değil, o günün şartlarına göre bir medeniyet söz konusudur.
Hud kavmi deyip sadede dönüyoruz. Allah (celle celâluhu) bu azgın insanlarla alâkalı “Siz her tepe üzerinde (gelip geçenleri yanıltmak için) bir işaret yapıp da boş şeylerle mi uğraşıyorsunuz.” (Şuarâ sûresi, 26/128) buyurmaktadır.
O günün medeniyetini, sanatını, düşünce ve gelişme ufkunu göstermesi bakımından bu ifadeler fevkalâde önemlidir. Bu devir, insanlık tarihinde yepyeni bir devirdir. Kaleler, burçlar devri… Tıpkı Cenevizlilerin gittikleri her yerde, en sivri tepelerde kaleler yaptıkları gibi, Âd kavmi de, diğer milletlerden korunmak için burçlar, kaleler yapıyorlardı. Ayrıca, oyun ve eğlence için de benzer binalar inşa ediyorlardı. Kur’ân, بِكُلِّ رِيعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَ “Eğlence yapmak, oyun oynamak için en zirvelerde ve dağların yamaçlarında binalar yapıyorsunuz.” (Şuarâ sûresi, 26/128) Yani, “gördüğünüz her tepeye bir bina konduruyorsunuz” der.
Esasen bu kısacık âyette anlatılan daha başka şeyler de var. Âyetin işaretinden anlıyoruz ki, o gün de saldırgan milletler mevcuttu ve onların saldırganlıklarından korunma yolları araştırılıyor ve o günün şartları içinde, zirvelerde, dağların bağırlarında kaleler, kuleler inşâ ediliyordu. Bunun yanında, cemaatin ayrı bir karakteri daha çıkıyor karşımıza:
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ “Siz, bir de mısna’lar veya masnu’lar yapıyorsunuz.” (Şuarâ sûresi, 26/129)
مَصَانِع, sanat mânâsına, مَصْنُوع’un cem’i olabileceği gibi, مِصْنَع’ın cem’i de olabilir. Bu da “Siz sanat eserleri yapıyorsunuz.” demek olur. Fâni olan sözlerinizi, fenâya mahkûm olan hatıralarınızı, sanatla bâkileştirmek istiyorsunuz. Dünyada ebedî kalacak gibi, bakıp bakıp iftihar edebilecek, böbürlenebilecek harika saraylar, âbideler ve bir bakıma sizi putperestliğe götüren sanat eserleri meydana getiriyorsunuz. Öyle ki, bunlarla hep övüneceğinizi ve gölgelerinde hep çalım çakacağınızı zannediyorsunuz…
Önceki bölümlerde Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) putperest kavmini ve Hz. Nuh’a karşı başkaldırışını gördük. Gördük ki, tam dokuz asırlık bir mücadele neticesinde gelinen nokta bir avuç inanan insanın, Hz. Nuh’un kervanına katılmasından ibaret. Evet, işte bu insanlar o kadar inatçı, o kadar küfür ve tuğyan içinde idiler.
Yukarıda ana karakterine kısmen temas ettiğimiz Hz. Hud’un (aleyhisselâm) kavmiyle (Âd) ilgili ifadelerden –Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ifadeleri içine girilebildiği ölçüde– taşları yontma, onlara şekil verme ve dağlara-taşlara ölümsüzlük duygusunu işlemenin mağrur, mütekebbir bir toplumun en bariz hususiyetleri olduğu hissediliyor. Evet, ortaya koydukları eserler, söz ve düşünceleriyle yan yana getirildiğinde görülür ki, bunların sanat ve mimari adına ortaya koydukları şeyler, birer sanat eseri olmaktan daha çok bir başkaldırma ve çalım âbidesi.. evet, Hz. Nuh’un kavmi ile Âd kavmini mukayese ederek ele aldığımızda, arada çok azim bir fark görürüz.
İşte onların söz ve tavırlarından bir kesit:
وَإِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ “Siz (insanları) derdest edip yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” (Şuarâ sûresi, 26/130) Yani siz putperest, eşyaperest olmanın yanında, aynı zamanda hodfuruş, bencil, gaddar ve o kadar da zalim insanlarsınız. Sizin gibi düşünmeyenleri ele geçirdiğiniz zaman cebrin, kahrın en amansızını ve en imansızını onlara tattırıyorsunuz. Baskı, şiddet, zulüm, tabiatınızın bir yanıymışçasına bunları icra ederken asla rahatsızlık da duymuyorsunuz.
Peygamberleri onlara bunları söylerken, onlar da peygamberlerine karşı şöyle diyeceklerdir: “Ey Hud! Bize hiçbir delil getirmedin.. ahirete gidenler dönüp gelmediler ki, ahiretin var olduğuna inanalım. Sonra, bir Allah var dedin. O’nu göstermedin ki, varlığını kabul edelim. Peygamber olduğunu ileri sürdün, buna dair bir alâmet, bir mucize görmedik ki, peygamberliğine inanalım…”
Görüldüğü gibi, ortaya atılan itirazların hepsi de iddia kokuyor ve iptidaî, akılları gözlerine inmiş inkârcıların densiz mazeretleri… Benzer düşünceler az farklı bir üslûpla Efendimiz’e karşı da ifade edilmiştir; günümüzde de ifade ediliyor… “Beraberinde bir melek gelse ya!” (Hûd sûresi, 11/12) veyahut “Bu Kur’ân, bu iki şehirden büyük bir adama indirilseydi ya!” (Zuhruf sûresi, 43/31) Evet, bunlar kaba kuvvetin her zamanki hırıltıları…
Kur’ân, o değişik anlayış, hava ve karakteriyle Hz. Hud’un kavmini, muhkem kaleleriyle, baş döndüren âbideleriyle, değişik türden heykel ve putlarıyla tekrar ber tekrar ele alır, zikreder. Hud kavmi, Hz. Nuh kavmine nispeten farklı bir küfür ve farklı bir kâfir tipi sergiler. Evet, sahneye farklı kavimler girince hemen Kur’ân’ın takdim keyfiyeti değişiveriyor.. ve her kavmi, her cemaati, kendine has özellikleriyle arz etmeye başlıyor.
Evet, Kur’ân’da yer alan kavim ve kabilelerin iç dünyalarına inebilsek Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yaptığı karakter tiplemelerinde öyle bir dil kullandığını göreceğiz ki, beşer, bu kadar az kelâmla, tarihe mal olmuş bu ayrı ayrı toplumları böylesine veciz ifadelerle ortaya koymaya kat’iyen güç yetiremeyecek ve “Bu, Allah kelâmıdır, başka olamaz!” demekten kendini alamayacaktır.
Müreffeh hayatın azdırdığı cemaat: Semud Kavmi
Asrın tarihçileri, önceleri Semud kavmini inkâr ediyorlardı. Şimdilerde bir kısım arkeologların yaptıkları kazı ve araştırmalar neticesinde, Semud veya Temud diye adlandırılan, uzun asırlar önce hayat sürmüş bir kavmin var olduğu ortaya çıkarılmıştır ki, bu, Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği Hz. Salih’in kavmi Semud ‘dan başkası değildir.. ve arkada bıraktıkları kalıntılarla bizlere neler ve neler anlatmaktadırlar.
Düşünce tarzlarından hayat anlayışlarına, sanat telakkilerinden medeniyet seviyelerine kadar karakter ve kaderlerinin dili, tercümanı sayılan eserleri onları da her yanlarıyla ele verecek mahiyette ve nettir. Bunlar, ne zaman yaşamış.. ne kadar hükümran olmuşlar.. ve nasıl hayat sahnesinden silinmişler? Bu hususta beşer tarihi kat ‘î ve açık bir şey söylemese de Kur ‘ân en karakteristik yanlarıyla Semud kavmini deşifre edip gözler önüne sermektedir:
“Semud kavmi de gönderilen elçileri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara demişti ki: (Allah’ın azabından) korunmaz mısınız? Ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/141-145)
Davet hep aynı; Hakk’a ve Allah’a davet.. öldükten sonra dirilmeye, haşre, hesaba.. ve kitaplara inanmaya davet. Ancak bütün bunlara karşı Semud kavmi de tıpkı selefleri gibi sadece ret ve inkârla mukabelede bulunuyor. Tabiî buna karşılık Hz. Salih de yılmadan onları uyarmaya çalışıyor:
“Siz burada güven içinde mi bırakılacaksınız sanıyorsunuz? Böyle bahçelerde, çeşme başlarında, ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? (Güven içinde bırakılacak gibi) dağları yontup evler yapıyorsunuz. Gelin, Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuarâ sûresi, 26/145-150)
Evet, daha önce de olduğu gibi Kur’ân, salih bir peygamberin diliyle Semud kavmini tutuyor, sarsıyor ve: Siz şu ferih fahur yaşadığınız dünyada ilânihâye böyle keyfinize göre kalacağınızı mı zannediyorsunuz, diyor.
Evet, bahçelerin içinde, şakır şakır akan suların başında, her mevsim ayrı bir eda ve üslûpla şakıyan bülbüller arasında, ebedî kalacağınızı mı sanıyorsunuz?
Şimdi söz buraya gelmişken, Kur’ân ile tarihî bilgilerin, bu bölge üzerinde nasıl örtüştüğünü görelim. Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ni yazan İsmail Hami Danişmend, aynı zamanda bir İslâm Tarihi Kronolojisi de yazmayı düşünüyordu. Fakat sadece bir medhal (giriş) yazıp gerisini getirmemişti. Merhum Danişmend yazdığı bu girişte, Ceziretü’l-Arap’taki umumî durumu arz ederken uzun uzadıya San’a’dan da bahseder. Ona göre, bir dönem Yemen’den kalkan bir insan, 50-60 derece sıcağın altında, başına güneş vurmadan, ayrı ayrı menzillerde konaklaya konaklaya bağ ve bahçeler arasından ta Şam’a kadar gidebilirdi.
Dikkat edilecek olursa, 60 derecedeki sıcağın kurutup çöl hâline getirdiği bir bölgede bağdan bahçeden bahsedilmesi gayet mânidardır! Hâlbuki bugün buralarda uçsuz bucaksız bir çölden, sık sık rastlanan kum fırtınasından, ölmüş ve kokuşmuş cenazelerden başka bir şey görmek mümkün değildir. Demek ki, arkeoloji ve tarih bu mevzuda Kur’ân’la omuz omuza aynı şeyleri terennüm ediyorlar.
Diğer taraftan, Semud kavminin kurdukları barajlardan da bahsedilmektedir ki, üzerinde durmaya değer. Hususiyle israiliyat türünden yapılan nakillerde mesele uzun uzun anlatılır. Arim barajı veya Kur’ân’da da işaret edilen “İrem”[1] barajı, tarihin hafızasındaki en kıymetli mahfuzattandır. Evet, arazilerini sulamak üzere tesis ve günümüzün tekniğine uygun inşa ettikleri barajlar ayrı bir araştırma konusu.
Kadim tarih, bu meşhur barajı anlatırken, onda kademe kademe üç gözün bulunduğunu nakleder. Demek ki, farklı dere ve vadilerden gelen sular evvelâ barajlarda biriktiriliyor; ardından, arazileri sulamak için barajda bulunan üç delikten önce birinci göz açılıyor ve su, önde bulunan havuza aktarılıyor. Buradan da arazilere intikal ettiriliyor. Sonra öndeki havuzda su bitince, bu defa da ikinci gözü açıyorlar ki, böylece su israf edilmeden kullanılıyordu. Fakat biz bu bilgileri doğrudan doğruya Kur’ân’da veya Sünnet’te göremiyoruz. Bunlar, daha ziyade İsrailiyata ait nakillerde mevcuttur. Teferruatı itibarıyla doğru veya yanlış olabilir. Ancak Kur’ân’ın çizdiği şehir ve medenî hayata tıpatıp uyduğunu müşâhede ettiğimizi söyleyebilirim.
Evet, Semud kavmi, o İrem bağ ve bahçeleri gibi yemyeşil bir dünyada ilânihâye kalacağını zannediyordu. Hz. Salih geldi ve onları bu gafletten uyarmaya çalıştı. Onlara şöyle dedi: Üst üste, aşağıya doğru sarkmış hurma salkımlarının altında, meyveli bağ ve bahçeler arasında, başınıza güneş vurmadan, Yemen’den ta Şam’a kadar gelip gittiğiniz o cennetnümûn âlemde sonsuza dek yaşayacağınızı mı sandınız?
Evet, bu ikazları Kur’ân’ın değişik sûrelerinde görmek mümkündür. Ama onlar buna kulak vermediler. Hz. Salih, bütün bunları samimiyet ve ciddiyetle ifade ettiği hâlde onu dinlemediler.
Kur’ân, Yemen’den Şam’a uzanan çizgide hayat süren Semud kavminin ayrı bir karakterini daha ortaya koyar ve onların cismaniyetlerine düşkün, zevklerini arayan bir toplum olduklarını vurgular. “Dağlarda ustalıkla evler yontuyorsunuz.” (Şuarâ sûresi, 26/149) âyetiyle de, farklı yönlerini nazara verir. Onlar, ülkemizde Göreme gibi yerlerde de gördüğümüz üzere, yumuşak taşları maharetli bir sanat anlayışıyla oyarak bina, saray, köşk ve villalar yapıyorlardı. İster sanat güçleri ister bedenî kuvvetleri olsun, onlarda tevehhüm-i ebediyeti bir hayli geliştirmişti. Bu duygu da onları bitip tükenme bilmeyen arzuların içinde dolaştırıyordu ki, yapılan resmî kazılar, korkunç bir hırs ve ebediyet tutkusuyla oyulmuş taşları ve taşlar üzerine büyük titizlikle yapılan işlemeleriyle bu insanların duygu, tutku ve karakterlerini ortaya koymaktadır.
Evet, Semud kavmi de diğerleri gibi, kendine has farklı bir karakter sergiler. Kayaları oyan bu kavmin imtihanı, kayadan çıkan bir deve ile gerçekleşir. Devenin kesilmesi, başlarına bir kısım musibetlerin gelmesi, sonra yerle bir edilmeleri onların serencamelerinden sadece birkaç kesittir ki, Kur’ân bunları şöyle hulâsa eder: “Dediler ki: Sen iyiden iyiye büyülenmişlerdensin.” (Şuarâ sûresi, 26/153)
Bu sözü, ilgili başka âyetlerden alacağımız mefhumlarla bir arada mütalaa ettiğimizde, şöyle dediklerini söyleyebiliriz: “Ey Salih! Sen, bundan evvel akıllıydın; senin hakkında bazı ümitlerimiz vardı. Sana, bir şeyler yapacak nazarıyla bakıyorduk. Seni aklı, dirayeti, kiyaseti olan bir kimse biliyorduk. Sen ise şimdi kalkmış, babalarımızın taptığı putlardan bizi alıkoymak, vazgeçirmek istiyorsun.”
Bu şekildeki karşılık, onların bir başka boşluğunu da ele veriyordu. Demek ki, o güne kadar puta tapma ve putperestlik onların gönüllerinde iyiden iyiye rüsuh bulmuş, kökleşmiş ve âdeta din hâline gelmişti. Hatırlanacağı gibi, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu kabîl şeylerle karşılaşmıştı.
Bütün bunlardan şöyle bir neticeye varmak mümkündür: Hz. Salih (aleyhisselâm) devrinde küfür tamamıyla formülleşmiş, hakkında kanunlar vaz’edilmiş, vazgeçilemez ve ihlal edilemez bir sistem hâline gelmişti. Yani her türlüsüyle küfür, bir kısım isimler altında, sosyal değerler hâlinde hükümferma idi.
Vak’anın gerisi malumdur. Mucizeye karşı çıkma, dokunmama sözü alınan devenin boğazlanması, gazab-ı ilâhînin üzerlerine gelmesi ve neticede hâk ile yeksân olmaları… Bütün bunları Kur’ân’da mütalaa ederken, Hz. Salih kavmini, karakteristik yanlarıyla ve bütün nankörlükleriyle, hatta figürleriyle önümüzde resmigeçit yapıyorlar gibi görürüz.
[1] Bkz.: Fecir sûresi, 89/7.
Kur'ân'da şahsiyet karakterleri
1. Hz. İbrahim ve Karakteri
Önceki bölümlerde, Kur’ân’ın karakterler üzerinde yaptığı umumî tahliller üzerinde durmuş, gerek şahsiyet ve gerekse cemiyet, kavim ve millet karakterlerine kuşbakışı bir göz atmıştık. Yukarıda arz edildiği üzere Kur’ân, bir kısım şahsiyet ve kavimlerin tarihî serencamelerini verirken, satır aralarında da onların karakterlerini deşifre edecek hususlara işaret etmektedir. İşte bu ve bundan sonraki bölümlerde mevzu bütünlüğünü bozmadan, Kur’ân’ın resmettiği bazı şahsiyet ve karakterler üzerinde duracağız.
Önce, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesinde mütevekkil, halim selim, bağrı yanık ve sabırlı insan olarak da yer alan Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) hususî karakterini Kur’ân’ın nasıl ele aldığını görelim.
Kur’ân, Hz. İbrahim’e çok yer ayırmıştır. Zira o, bir dönem itibarıyla nebilerin babasıdır. Evet o, bir yönüyle Hz. İshak’la bütün Benî İsrail peygamberlerinin, bir yönüyle de Hz. İsmail tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babası sayılmaktadır.
Evet, Kur’ân’da uzun bahislere konu olur Hz. İbrahim.. tabiî dünya kadar yerde de satır aralarında. Hz. İbrahim’in çocukluğu, Nemrutların, mütegallip ve mütekebbirlerin şerlerinden korunması için mağarada geçer. Aslında bir ölçüde bütün peygamberler için de aynı şeyler söz konusudur. Hz. Hud, dünyaya geldiği zaman herhâlde emniyet altında değildi.. Hz. Salih, Hz. Lut da tabiî
İlâhî hikmet gereği, nasıl Hz. Musa’nın doğumu gizlenmiş; onun gibi Hz. İbrahim de bir mağarada gizliden gizliye neş’et etmişti. Ve bir mağara terbiyesinde yetişen Hz. İbrahim’deki hilim, sabır ve teenni, dillere destan ve arkadan gelenlere de örnek olacak mahiyetteydi. Bu mağara hayatındaki derûnîlik, alır onu melekûtî temâşâya yükseltir ve bir peygamber fetaneti çerçevesinde, başkaları için fitne olmuş semaları doğru okumaya yöneltir. Yıldızlara, aya, güneşe bakar. Evet, kâinatın bir yaratıcısı olması lazım geldiği mülahazasıyla, çevresini irşad etme arayışına girer.
Gözüne evvelâ semanın yıldızları ilişir. Ancak, onların ufûl edip gittiğini görünce (ifadenin hedefi, muhatapları) şöyle der: “Ben, batıp gidenleri sevmem.”[1] Yani, böylelerine gönül veremem. Benim gibi batan ve ufûl eden şeyler, benim dertlerime derman olmaz. Ben, sonsuz dertler, nihayetsiz arzu ve iştiyaklar içindeyim. Benim, bütün bunlara çare olabilecek, ebediyete olan susuzluğumu giderebilecek ve gücümü aşan, batmayan, solmayan, hiçbir zaman yok olmayan bir güce ihtiyacım var. Bu yüzden yıldızlar benim Rabbim olamaz.
Hz. İbrahim, o günün umumî efkârına hâkim olan bir küfrü yıkmak için böyle konuşmaktadır.
Sonra aya yönelir Hz. İbrahim. Derken onun da batıp gittiğini görünce: “Rabbim hidayet etmezse ben de diğerleri gibi sapıtırım, dalâlet içinde yüzenlerden olurum. “[2] der.
Ve arkasından, o her gün ayrı bir büyü ile doğan güneşi görür. Ona takıldığı üslûbuyla konuşur. Nihayet yıldızperestlerin bu en parlak saneminin de batıp gittiğini, dolayısıyla da ilâh olamayacağını: “Doğrusu ben, hanîf olarak yüzümü, yeri ve gökleri Yaratan (Allah)’a çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim. “[3] sözleriyle ilan eder.
Evet, artık o, mülâhazayı gökleri ve yeri yaratıp ayı, güneşi nizama koyan ve yıldızları âhenk içinde hareket ettiren Mevlâ-i Müteâl’e getirmiş olma esprisiyle yıkılacakları yıkmış, aya, güneşe ve yıldızlara tapanların seslerini kesmiştir. Hz. İbrahim’in kavmiyle arasında geçenleri anlatan başka âyetlere müracaat ettiğimizde de, onu hep putlara, putperestliğe, küfre ve tağutlara başkaldıran karakteriyle görürüz; görür ve onun yıldızlar, ay ve güneş karşısındaki tavrı ve söyledikleriyle, gök cisimlerine tapan putperest kavmine bir ders vermek istediği neticesine varırız.
Bir başka gün kavmi onu kıra gitmeye davet eder. O ise, hastalık bahanesiyle gitmez. “Yıldızlara bir göz attı: ‘Ben hastayım!’ dedi.”[4] âyetleri, onun yıldızlara bakıp “Hastayım ” dediğini; devam eden âyetler de (90-93), kavmi ayrılıp gidince, oradaki büyük put hariç, bütün putları kırıp sonra da kavmine bir ders vermek maksadıyla kenara çekilip beklemeye durduğunu ifade ederler. Kavmi kırdan dönünce, putlara yapılanları görüp dehşete kapılırlar. Öfke ile birbirlerine, “Kim yaptı, hangi zalim putları bu hâle soktu?” diye söylenirken, içlerinden bazıları tarafından Hz. İbrahim suçlu görülerek insanların bulunduğu meydana getirilir. “Bunları sen mi yaptın ey İbrahim?” derler. O ise, bir nebiye yakışır vakar ve ciddiyet içinde: “Belki o yapmıştır.. işte büyük put da şurada, sorun ona, gücü yetiyorsa söylesin! “[5] deyiverir.
Bu kısacık cümle öyle hikmet ve hüccetlerle bezenmiş bir “sehl-i mümteni “dir ki, insan aklı bütün mantık oyunlarını kullanarak, putların mâbud olamayacaklarını ifade için ne söylerse söylesin, yine de bu kısa cümlecikte şu iki beyan kadar veciz olmayacaktır.
Evet, daha başta “İhtimal o yaptı; işte büyük put da şurada! [6] mânâsına بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هٰذَا der ki, bu sözün haddizatında yalana da ihtimali vardır. Ancak nebi ağzından yalanın zuhuru söz konusu değildir. Evet, bir nebiye yalan isnat etmenin vebali ağırdır. Bu yüzden de bu sözü târiz-i kelâm olarak görmek daha uygundur.
Aslında, Hz. İbrahim’e ait üç târiz-i kelâm olduğu öteden beri bilinmektedir. Peygamberlerin ismetini nazara almayan bir kısım müsteşrik mantıklı kimseler, bu târizler hakkında ileri geri söz sarfetmişlerdir ama muhakkikînce, hep arz edeceğim mahmil ve daha başka yorumlar üzerinde durulmuştur.
Şimdi, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) karakter ve ismetini anlatırken, ona isnat edilen bu üç yalandan, daha doğrusu üç târizden bahsetmek uygun olacaktır. Bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet, “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir. ” ve imanla meşbû sinelerde de kat’iyen barınamaz.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: “İbrahim, (bütün hayatı boyunca) üç kezibde bulundu.”[7] buyururlar. Buradaki “kezib ” yalan anlamına gelebileceği gibi, “târiz ” mânâsına hamledilmesi de mümkündür. Gerçi bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ama neticede anlatılmak istenen, mânâ bakımından yerindedir. Zaten mevzuu izah esnasında bu husus açıkça da görülecektir.
İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Evet, Hz. İbrahim için “Yalan söyledi” denemeyeceği gibi, “kezib ” tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vâki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince vâkıa mutabık sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere “târiz ” diyoruz.
Şimdi bu hususu biraz daha açalım: Yalanın cereyan zeminlerinden biri de hiç şüphesiz mizahtır. Efendimiz de mizah yapmıştır ama O’nun kullandığı malzeme hep doğru beyan türünden olmuştur. Meselâ, Hz. Enes’e “Ey iki kulaklı!”[8] demiştir ki, zaten Enes’in (radıyallâhu anh) iki kulağı vardı.
Bir başka defa yanına gelen bir kadına “Ey kocasının gözünde ak bulunan!” deyince, kadın; “Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok! ” karşılığını vermiş, Allah Resûlü de “Her insanın gözünde ak olur.”[9] diyerek, latif bir latifede bulunduğunu ortaya koymuştu.
Yine yaşlı bir kadının: “Yâ Resûlallah! Dua et Cennet’e gireyim. ” isteğine karşılık, Allah Resûlü, latîfe üslûbuyla “Yaşlılar Cennet’e giremez!” buyurur. Kadıncağız, bu sözdeki espriyi anlayamaz ve üzülür.. tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirir: “Yaşlılar, Cennet’e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler.”[10]
Evet, peygamberler, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat ederler. Zira onlar bulundukları makamın, şaka dahi olsa yalana tahammülü olmadığının farkındadırlar. Evet, onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söylediği şaka dahi olsa, onun içinde “hilâf-ı vâki ” bir söz, diğer insanlara yalanın ciddîsini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü örnek olmak asla söz konusu değildir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede bile o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmişti.. ve işte bir gün, bu duygu ve bu düşünce ile idi ki kendi kendine bütün putları kırıp geçirmeye karar vermişti. Ardından da düşündüklerini yapmaya koyulmuştu.
O günün inanç ve âdetlerinden biri de, hâdiseleri değerlendirmek için yıldızlara bakıp onların değişik münasebetlerinden değişik hükümler çıkarmaktı. Zira o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. Kâinatta hâkim güçler de, onların düşüncesine göre yine yıldızlardı.
İşte bir keresinde Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, devrin telakkisine göre yıldızlara baktı.. tabiî bu bakış sadece, oradakileri iknaya mâtuftu ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim, asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi. Yıldızlara baktıktan sonra “Ben hastayım!”[11] mânâsına إِنِّي سَقِيمٌ dedi. Bu, onun birinci târizidir. Nasıl ve niçinini ileride izah edeceğiz.
Onun ikinci târizi de, putları kırma ile alâkalı cereyan etmişti ki, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterip, “Belki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!” dedi.[12]
Üçüncü târize gelince, o bizzat Kur’ân’da zikredilmez. Bir münasebetle hanımına: “Sana kim olduğun sorulunca, benim kızkardeşim olduğunu söyle.”[13] buyurmuştu.
Evet, işte Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz bunlardan ibarettir. Şimdi bu hâdiseleri biraz daha açarak o zatın ismetini bir de hâdiselerin gerçek çehresinde görelim:
Birinci hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“İbrahim de şüphesiz onun (Nuh’un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbi’ne selim bir kalb ile geldi. Babasına ve milletine şöyle dedi: ‘Allah’ı bırakıp, uydurma tanrılar mı ediniyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız bu mu?’ Yıldızlara bir göz attı ve ‘Ben rahatsızım!’ dedi. Onu bırakıp gittiler.”[14]
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu “Ben hastayım! ” cümlesiyle esas rahatsız olduğu husus ne ise onu kastediyordu. O, doğduğu andan itibaren hep putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. Fakat diğerleri onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez de hemen putların hakkından gelmekle hakikî rahatsızlığının neden ibaret olduğunu ortaya koymuştu.
Evet, Hz. İbrahim, kavmi ayrılınca, onların putlarını kırmak suretiyle, putlara duyduğu rahatsızlığını ifade etmiş oluyordu. Ne var ki târiz yapıp onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullanarak onları başından savmasını bilmişti. Ancak onun sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim’in gayesinden habersiz olanlardı ki, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler; direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar. Bu mantalite ile onu nasıl anlayacaklardı ki..?
Hz. İbrahim’in ifadesi bir târizdi ve kat’iyen yalan değildi. Ne var ki yaptığı bu târiz, onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve orada kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere, bu târizi kendi ufkundan “yalan ” olarak niteleyip şefaate ehil olmadığını söyleyecektir.[15]
Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği “Ben rahatsızım! ” şeklindeki târizi günümüzün hizmet erlerinin, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendilerini mecbur bilerek veya bilmeyerek yaptıkları nazara alınacak olursa, Hz. İbrahim’in târizinde ne derece masum olduğu daha iyi anlaşılır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü devrimizde yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidir.
İstidradî olarak arz edeyim; durum böyle olunca, Efendimiz’in yalana cevaz verdiği üç yer mevzuunda dahi, dikkatli olmamız gerekmektedir.[16] Zira Asr-ı Saadet’te yalanla doğru arasında büyük uçurumlar vardı. Sahabe efendilerimiz doğruyu, Müseyleme ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı.. evet, doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı.
Onun için bugün hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat’iyen yalana yer vermemelidirler. Her şeyden evvel böyle bir davranış, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Evet, yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Eğer biz, yalan konusunda bu kadar hassasiyet gösterme mevkiinde isek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin o mevzuda ne denli hassasiyet göstereceklerini düşünmek icap eder.! Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed’in (aleyhisselâm) ceddi Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise…
İkincisi: “Belki o yaptı!
Bu hâdise Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Andolsun ki, daha önce İbrahim’e akla, vicdana uygun olanı (düşte) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ dedi. Onlar da, ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk.’ diye cevap verdiler. İbrahim, ‘Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz!’ deyince, ‘Sen bize bir gerçek mi getirdin (ciddî misin) yoksa şaka mı ediyorsun?’ dediler.
O da şöyle dedi: ‘Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün de Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınızın hakkından geleceğim.’ Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.
Milleti: ‘Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu (bunu yapan) zalimlerden biridir.’ deyiverdiler. Bazıları: ‘İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’ deyince, ‘O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.’ dediler. İbrahim gelince ona: ‘Ey İbrahim! Bunları tanrılarımıza sen mi yaptın?’ deyince İbrahim: ‘Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorsa sorun (bakalım) onlara…’ demişti. “[17]
O, müşriklerin putlarını teker teker kırdıktan sonra, baltayı en büyük olanın boynuna asmak ve müşriklerin dikkatlerini onun üzerine çekmekle, şüphesiz onlarla olan mücadelesinde ve bilhassa daha sonra söyleyeceği şeyler adına ciddî bir fetanet örneği sergilemişti.
Müşrikler geri döndüklerinde, putların perişan hâlini görür, merak ve biraz da öfkeyle; “Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın? ” diye sorarlar. Hz. İbrahim de; “Belki o yaptı! ” der ve sözün burasında biraz duraksar. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de بَلْ فَعَلَهُ “Belki o yaptı! “[18] sözünün üzerinde vakıf vardır. Yani, okurken sözün burasında durulacak demektir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) onlarla konuşurken “o ” zamiriyle, esasen kendisini kastediyor, belki de o anda kendisine işarette bulunuyordu. Fakat öyle bir söz ustalığı ve sanatı sergiliyordu ki, onların dikkatlerini doğrudan büyük puta çekiyordu. İki ayrı cümle söylemiş, fakat telaffuzda onları tek cümle hâlinde ifade etmişti. Böylece muhataplar, kelâm içindeki gizli inceliği kavrayamamışlardı.
Evet, “Belki o yaptı ” cümlesi iki şekilde anlaşılabilecek hususiyetteydi. Evvelâ müşrikler, baltayı büyük putun boynunda görmüş ve Hz. İbrahim’e kimin yaptığını sormuşlardı. Hz. İbrahim de, “Belki o yaptı, işte büyükleri! ” deyince, ifade etmeye çalıştığımız “târiz-i kelâm ” sanatı ile cevap vermiş oluyordu. Birinci, yani “Belki o yaptı! ” cümlesiyle kendisine işaret ediyordu. “İşte büyükleri! ” cümlesiyle de büyük putu gösteriyordu. Yani yaptığı, bir târiz-i kelâmdan ibaretti.
Ayrıca burada, küfür ve putçulukla bir istihza da vardı. Evet, “Büyükleri şu! ” derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmişti. Ancak, onlar kafalarını putçuluğa öyle takmışlardı ki, bu istihzayı anlayacak durumda değillerdi. O, onların putlarına “Büyük ” dedi ya, artık ne kastettiği umurlarında mıydı? Veya anladıysalar bile, bu târiz-i kelâm sanatı ve mücadelede düştükleri mağlubiyetten ötürü diyecek ya da savunacak bir şeyleri kalmamıştı.
İşte bu mahcubiyetle, Hz. İbrahim’e karşı mücadelelerini başka sahaya çekmek mecburiyeti duydular. Davalarını sözle savunamayınca, Hz. İbrahim’in vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Aşağı yukarı bütün peygamberlerin hayat mücadeleleri hep bu nevi münakaşalarla geçmiştir. Müşrikler usta ve mahir olduklarını iddia ettikleri söz düellosu ve diyalektiklerinde dahi mağlup olduklarında, daima hakkın temsilcilerine ve mübelliğlerine karşı hep aynı taktiği kullanagelmişlerdir İşte dünküler, işte bugünküler!
Hâsılı, aradan geçen bunca zamana rağmen değişen bir şey olmamış demekti. Evet, putperestlik, sadece belli nüanslar arz ederek taassup yüklü beyinler tarafından günümüze kadar sürdürülegelmiştir. Veyl olsun putperestliğe! Veyl dumûra uğramış beyinlere ve inanca, sevgiye kapalı sinelere!..
Üçüncüsü: Hz. İbrahim’le alâkalı diğer bir mesele de, onun hanımı için “kardeşim” tabirini kullanmasıdır. Böyle bir tabir öteden beri bazı densizlerin yanlış yorumuna sebep olagelmiştir. Evet, bunlar, imanlarının tehlikeye düşebileceğini dahi akıllarına getirmeden bir peygamber için “Yalan söylemiştir.” diyebilecek kadar densizlik sergileyebilmişlerdir. Evet, bir kısım inançsızlar, tarih boyunca Kur’ân’da zikredilen bu nevi sözlere, inceliklerini kavrayamadıkları için hücum edegelmişlerdir; inançsızların bu densizliklerini anlamak kolay, ancak inançlı olduklarını iddia edenlerin bu nevi sözleri mesnet göstererek yalan isnadına yeltenmelerini anlamak mümkün değildir.
Oysa Hz. İbrahim’in bu sözünde –hâşâ– yalanın zerresi dahi yoktur. Hatta buna târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru.. hem de apaçık bir doğru Eğer o ülkenin kralı veya adamları Sârâ Validemiz’le Hz. İbrahim arasındaki münasebeti Sârâ Validemiz’e sorarlarsa o, “Ben onun kardeşiyim. ” diyecekti; Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) sorarlarsa, bu defa o, Sârâ için “Kardeşim ” tabirini kullanacaktı. Zira, Hz. İbrahim, onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz’e kötülük yapmaları muhtemeldi.. muhtemeldi ve bu her ikisini de zor durumda bırakacaktı.. hatta Hz. İbrahim, Hz. Sârâ’yı terk etmeye mecbur edilecekti. Ancak, her iki takdim şeklinde de söylenecek olan, doğruya mutabıktı. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri bütünüyle kardeş saymaktadır.[19]
İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi gelseler yine de kardeş sayılmazlar. Oysaki zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar, bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda kadın-erkek ayrımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar, ama iman kardeşliği yine devam eder.
İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz’e “Kardeşim ” demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar, bunu hiçbir zaman anlamayacaklardır.
Şimdi konunun bize vermek istediği mesaja gelelim:
1. Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir.
2. Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü’min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Bu itibarla da, ne seviyede olursa olsun iman yolundaki bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.
2. Kur’ân’ın İfade Bütünlüğü İçinde Hz. İbrahim
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu, kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif’in bulunduğu yere getirdiği an ne kadar mütevekkildir! Evet, bu sabır ve itminan insanı, Mekke’ye oldukça yakın bir yer olan ve asırlar sonra Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ensarla el sıkışıp biat alacağı “Akabe ” mevkiinde oğlunu kurban etmek için yatırırken, sorumluluğunu yerine getirme konusunda ciddî ve kararlıydı. Tabiî oğlu da tam bir peygamber oğluna yakışan teslimiyet içinde: “Ey babacığım, sana emrolunanı yerine getir! “[20] demekteydi. Zaten, Kur’ân’da Hz. İbrahim’in karakterini takip ettiğimiz hemen her yerde bu engin teslimiyet ve tevekkülünü görürüz. Öyle ki, onda ne sabırsız bir tavır ne de hesabı ve muhasebesi yapılmamış bir davranış söz konusudur.
İşte böylesi bir iman ve teslimiyetle dopdolu bu âbide insan ve büyük Nebi’nin, aynı karakteri, ama farklı bir hâdise ile yine Kur’ân’da karşımıza çıkar: Allah (celle celâluhu) ondan, henüz çocuğunu yeni dünyaya getirmiş hanımını götürüp ıssız çöllerde bir vadiye bırakmasını ister.
Böyle tahammülfersâ bir teklife rağmen o, sonsuz bir tevekkül, teslimiyet ve itminan içinde: “Ey bizim Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mâbedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım. “[21] dediğine şahit oluruz. Ve sonra da zürriyetinin namaz kılmasını, Allah yolunda bulunmasını, kalbleriyle Kâbe’ye teveccüh etmelerini, insanların orayı iskân etmelerini Mevlâ’dan diler ve arkasına bakmadan çekip gider. Hanımı arkasından bağırır, “Yâ İbrahim! ” Hz. İbrahim, bu ürperten çığlığa dönüp bakmaz. Hanımı tekrarlar, yine iltifat etmez.. etmez; Mevlâ’ya karşı olan teslim ve tevekkülüne halel geleceğinden korkar…
Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek üzere yere yatırdığı andaki hâlini aynen burada da müşâhede etmek mümkündür. Evet, hanımı üçüncü kez bağırır: “Ey İbrahim! Bunu sana Rabbin emrettiyse çek git. Ben buna katlanırım. ” Hz. İbrahim de: “Evet, Rabbim emretti. ” cevabını verir [22] Evet, burada da Hz. İbrahim’in aynı karakter, aynı teslimiyet ve tevekkülünü görmek mümkündür.
Bir başka âyette bu sabır ve hilim insanını, babasına nasihat ederken müşâhede ederiz ki, oldukça önemlidir: “Babacığım, neden o duymayan, işitmeyen ve sana hiçbir fayda getirmeyen şeylere ibadet ediyorsun? “[23]
O, içi yanan bir evlâdın istek ve temennisiyle, babasının hidayete erme beklentisi içinde şefkat edalı bir üslûpla inler. İnsan azıcık tasavvurunu zorlasa, nasıl buruk bir dudak, mütekallis bir çehre, ızdıraptan buruşmuş bir sima ve fakat bunun altında rıza ile tüllenen bir yüzle karşı karşıya olduğunu hemen fark eder.
Evet, dikkatli bakan birinin nazarında Cenâb-ı Hakk’a inanmanın vakar ve ciddiyetini üzerinde taşıyan, teslimiyet ve tevekkül kahramanı bir insan siması canlanıverir..
Hz. İbrahim’in babası için yaptığı samimî duası, bazı densizlerce ta’n ü teşnie sebep olmakta ve onun adına bir zelle sayılmaktadır. Onun için bu mesele üzerinde biraz daha durmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) dalâlette olan babası için, neden Cenâb-ı Hak’tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan bir babanın arkasına bu kadar düştü ve ardından da onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a onca dua ve niyazda bulundu? Estağfirullah, bu bir hata mıydı? Hata ise, –tekrar hâşâ– bu şanı yüce bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi? Bu böyle olunca, onların başka hususlarda da hata edeceklerine ihtimal verenler çıkmaz mı? Öyle ise nasıl gönül itminanıyla onların arkalarından gideceğiz? İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern münkir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) duasında: “Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır. “[24] demişti. Hz. İbrahim’i bu duaya sevk eden âmili de Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır: “İbrahim’in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, çok içli (halim selim) ve yumuşak huylu idi. “[25]
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına ne sözü vermişti? Kur’ân buna da temas eder: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, size güzel bir örnek vardır: Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: Artık bizim ne sizinle ne de Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın tek ilâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz. Ne var ki, İbrahim’in babasına: ‘Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem de mümkün değildir.’ demesi başka. “[26]
Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna, küfrün ruhunda imana karşı nefretin bulunduğuna ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret edilir. Bu itibarla da kâfirin, Müslüman’ı bir türlü sevemeyeceğini işaretlemektedir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Evvelâ, babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakise ve kusur değildir. Efendimiz’in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdulmuttalip, Haşim ve daha başkaları nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ne var ki, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz’in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da kat’iyen söz konusu olamaz.
Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer Âzer, Hz. İbrahim’in babası ise ve Hz. İbrahim de onun için “Dalâlette idi. “[27] diyorsa, bunun Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen de Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen de melek gibiler şeytanlara kuluçkalık ederler. Allah (celle celâluhu) ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O’nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O’na hesap da soramaz. Evet O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Nitekim Hz. İbrahim’in iki oğlu da peygamberdir.
İkincisi: Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib’i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da, “Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim. “[28] demiştir. Ebû Talib ki, Efendimiz’i tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman onun yanında olmuştur. Onun bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş’in ilan ettiği boykotta bile onu yalnız bırakmamıştır.
Allah Resûlü’nün, kendisine bir hayat boyu bu kadar hizmet eden ve onu hep himayeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun Müslüman olmasını istemesi ne derece makul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun maddî vücudunun sebebidir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiş biridir. Ayrıca, düşünceleri ne olursa olsun din, onlara (yani ana-babaya) “üf ” demeyi bile yasaklamıştır.[29]
Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim de (aleyhisselâm) bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlama gayretini gözetmiştir. Ona vaadettiği dua da bu cümleden olsa gerek…
Dördüncüsü: Bir peygamber olarak Hz. İbrahim’in bütün insanlarla münasebetlerinde müsavi davranması söz konusu idi. Yani o, tebliğ açısından uzak-yakın herkese vazifesi icabı davasını samimî ve içten anlatma mevkiinde bulunuyordu. Kaldı ki, dua da hidayet vesilelerinden biridir. Bu hususta ümitsizliğe düşmemek gerekmektedir. Gerçi Bakara sûresinin “İnkâra saplananları ise, ister uyar ister uyarma, onlar için birdir, imana gelmezler. “[30] âyeti, sarahaten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini ifade etmektedir; etmektedir ama, buna rağmen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve sürekli onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah’ın (celle celâluhu) elindedir ve tabiî insanların kalbleri de… Buradaki “bir olma ” yani uyarıp uyarmamanın aynı olması, hidayete kapalı insanlar içindir; yoksa onlar da dahil, bütün insanlara tebliğle vazifeli olanlar için değildir.
İşte Hz. İbrahim de bunu bildiği ve buna inandığı içindir ki, duaya varıncaya kadar, babasına karşı meşru her vesileye başvurmuş ve her yolu denemiştir. Ayrıca bu, onun inancının ve itminanının da bir tezahürüdür. Ne var ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), meşîet-i ilâhiyenin bu istikamette olmadığını anlayınca, derhal bu yoldaki dualarından vazgeçmiş; vazgeçmiş ve babasından, babası ile beraber olanlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşmıştır.
Evet o, herkese tebliğ etmekle yükümlü bulunduğu davasında, babasını istisna edecek değildi. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince, onun hem bir evlat hem de bir nebi olma durumunu, babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl “Babacığım, babacığım! ” dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetler ne güzel dile getirir:
“Kitapta, İbrahim’e dair anlattıklarımızı da an: Şüphesiz o dosdoğru bir peygamberdi ve babasına şöyle demişti: Babacığım! O işitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi; bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapınma; çünkü şeytan, Rahmân’a başkaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın. “[31]
Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu o nurlu mesajlarını babasına da arz ediyordu ve onun için âdeta ölüp ölüp diriliyordu. Zaten hangi evlat, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal-i ciddiyet ve hürmetle, samimî olarak gayret göstermez ki? Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi halim, selim ve evvâh bir peygamber ise
Her şeye rağmen Hz. İbrahim, ne babasının gölgesinde kalacak ne de onun dalâletini bildikten sonra onun için istiğfar edecek bir insandı. Dolayısıyla o, bidayetteki bu duasında dahi temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu. Bütün bunlara rağmen onun günaha girebileceğini düşünmek başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir.
3. Ülü’l-Azm Bir Peygamber: Hz. Musa
Kur’ân, Hz. İbrahim’den (aleyhisselâm) farklı bir büyüğe de dikkatlerimizi çekmektedir. Bir nebiye, öfkeli insan denemez ama misyonu icabı fıtraten oldukça müteheyyiç bir insandır Hz. Musa. Yaptığı her şeyi derin bir heyecan içinde yapar. Aslında her işinde ayrı bir hikmeti olan Allah’ın, onu gönderdiği kavme öyle bir nebi göndermesi mahz-ı hikmettir ve bunu sadece O bilir. Şöyle ki, bir karar ve azim insanı olan Hz. Musa bir şeye azmetti mi, karar verdiği istikamette, ölümü pahasına da olsa yürür o işin üzerine; altından kalkamayacak gibi olsa bile kat’iyen vazgeçmez; Allah’ın emirlerini yerine getirirken yolunun üzerine çıkan her şeyi çiğner geçer.
Bu itibarla, ıslahlarıyla vazifelendirildiği farklı bir cemaati ıslah etmek için Hz. Musa gibi bir ülü’l-azm lazımdı. Evet, kırk sene Tih sahrasında onlara erbaîn, yani olgunlaşmaları için eğitim yaptıracak, rehabilite edecek ve çileden geçirecekti. Bu, günlük, aylık erbaîn türünden değildi; tam kırk senelik bir erbaîndi
Tevrat müellifleri anlatırlar, bizde de bir kısım zayıf rivayetlerde bunları görürüz: Hz. Musa, daha çocukken Firavun’un kucağında öfkeyle onun sakallarını yoluverir. Bu sebeple bazı esâtirciler, Firavun’un bundan şüphelendiğini, bu çocuğun ileride kendisine ve saltanatına zarar getirebileceğini düşünerek, onun öldürülmesini emrettiğini rivayet ederler. Fakat kendisine onun bir çocuk olduğunu, henüz bir şeyi temyiz edemediğini söylerler ve eline bir kor verilip denenmesi teklifinde bulunurlar. Hz. Musa, ateşi diline değdirdiği için de çocuk olduğuna hükmeder ve ilişmezler. Bunlar zayıf rivayetlerdir ama, Hz. Musa’nın karakteriyle tıpatıp uyuşmaktadır. Hz. Musa, Firavun sarayında neş’et eder ve onun büyük misyonu için burada hazırlanması çok önemlidir.
Kur’ân, Hz. Musa’yı, bir yerde başka, diğer bir yerde/yerlerde de başka münasebetlerle zikreder. Yirmi üç senede nazil olmasına ve muhtelif âyetlerde farklı konulara bağlı farklı şekilde ele alınmasına rağmen Kur’ân’da Hz. Musa hep aynı karakter ve aynı tavırlar içinde karşımıza çıkar.
Kur’ân-ı Kerim’de, uzunca bir sûre olan Tâhâ sûre-i celilesinde, Hz. Musa’ya da uzunca bir yer verilir. Orada anlatıldığına göre, halkın gaflet içinde bocaladığı, Mısır’da Kıptîler ile İsrailîlerin durmadan birbirleriyle uğraştıkları bir dönemde Hz. Musa, birisi Kıptî diğeri de İsrailî olan iki kişinin kavgasına şahit olur.. haklı olarak öfkelenir ve Kıpti’ye bir tokat aşkeder; Kıptî de ölüverir. Evet, Hz. Musa gibi hiddetli bir hakperest ve güçlü bir insanın bir vuruşuyla adam cansız yere seriliverir. Fakat Kur’ân, Hz. Musa’yı o engin muhasebe hissiyle şöyle konuşturur: “(Onlara): Ben dedi, yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, şaşkın bir vaziyette o işi yapmıştım. Sizden korktuğum için de kaçmıştım. Ama Rabbim bana hüküm ve hikmet verdi ve beni peygamberler arasına dahil etti. “[32]
Bir başka zaman Hz. Musa, Eyke’ye gider; bir ağacın altında oturur ve Rabbine karşı derin bir saygı edasıyla: “Hemen (Musa) o iki kızın (hayvanlarını) da suladı, sonra gölgeye çekildi ve: Rabbim, dedi, doğrusu bana indireceğin bir hayra muhtacım. “[33] der.
Evet, bu sızlanış, niyaz edalı bir iç çekiştir. O, aç ve susuzdur. Kendisini tehdit eden bir toplumdan kaçıp oraya gelmiştir ve bir melce aramaktadır. İhtimal, dağarcığında yiyecek bir ekmek bile yoktur. Ve işte bu ruh hâleti içinde biraz nazlı, biraz da niyazlı Mevlâsına yalvarır: “Ben şu anda göndereceğin hayırlar açısından gerçekten çok fakirim. ” der. Yani “Hususî ihsanına muhtaç ve bu çöllerde aç, susuz, bîilacım. ” diye içini döker.
Bütün bunları Hz. Musa, yani müteheyyiç bir gönül ve kavminin hususî karakterinin televvünlerini de taşıyan bir İsrail peygamberi söylemektedir! Ve her şey fevkalâde yerindedir. Şimdi bu Nebi’yi Kur’ân âyetlerinde takip ederek onunla birlikte Tur dağına çıkıverin; orada da yine aynı tavır ve üslûpta şunları ifade edecektir: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte Bizim ile buluşmaya gelip de, Rabbi ona konuşunca: ‘Rabbim, bana görün, Sana bakayım!’ dedi. (Rabbi) buyurdu ki: ‘Sen Beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görürsün!’ Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca da: ‘Sen yücesin, Sana tevbe ettim, ben (bu konuda da) inananların ilkiyim!’ dedi. “[34]
Mîkat için Tur’a çıktığında, “Rabbim, bana görün, Sana bakayım! ” diyor. Bunu şanı yüce, büyük bir nebi söylüyor..! Her Nebi, Mevlâ’nın gönderdiği şeylere bilâ kayd u şart rızadâde olmuştur. Ama o, benzer bir dilekte bulunan kavminin peygamberi olarak, o kavimde var olan ruh hâletiyle ve maddeciliği kırma niyetiyle, tabiî biraz da iştiyaktan ötürü böyle söyler.
Bu yüksek karakter fakat müteheyyiç fıtratı, daha çocukluğunda Firavun’un sakalını yolarken, Kıpti’yi bir tokatta yere sererken nasıl tanımışsak, hiçbir nebinin söylemeye cesaret edemeyeceği sözü sarf ederken de aynı şekilde görürüz. Evet, Kur’ân, o kendine has müthiş tasvir ve üslûbuyla hep aynı karakteri resmeder.
İsterseniz Kur’ân âyetlerinde Hz. Musa’yı takibe devam edelim: Rable buluşma vâki olmuş ve o, Tur’dan geriye dönmüştür. Cemaatinin yanına gelip de, onların Sâmirî tarafından azdırılarak buzağıya taptıklarını görünce, elindeki levhaları öfkeyle yere atıverir ve kardeşini yakasından tutarak sarsar. Kardeşi de bu heyecan karşısında: “Anamın oğlu, sakalımı saçımı çekiştirip durma! Bana ne diye itap ediyorsun? “[35] der.
Arkasındakilerin dalâleti karşısında heyecan dolu bir gönlün tepkisidir bu. Öyle ki, o, kendisi gibi bir nebi olan kardeşinin dahi saçını sakalını yolabilmektedir. Bütün bunlar, tam bir Hz. Musa hakperestliğinin tezahürüdür. O, Kur’ân’da hemen her yerde böyle anlatılır.
Bütün bunları düşündüğümüz zaman, herhâlde Hz. Musa’nın pazularını tasavvur edebiliyor, yüz takallüslerinden nasıl bir karaktere sahip olduğunu görüyor ve bunların yanında, Mevlâ’ya olan ilticasını, O’nun rızasını aldığını ve hak bildiği yolda ne müthiş bir hakşinas olduğunu herhâlde görüyor gibi oluyorsunuzdur…
4. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yusuf
Kur’ân, Hz. Yusuf’u (aleyhisselâm) anlatırken de karşımıza çok farklı bir karakter çıkarır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu bize tarif ederken, hikmeti, sabrı, teennisi, tedbiri ve ilmiyle devâsâ bir kameti resmeder. Aslında daha çocukken gördüğü bir rüyadan da bunu anlamak mümkündür.
O, ayın, güneşin ve yıldızların kendisine secde ettiklerini görür.. görür ve kendisinin bir hikmet kahramanı olacağını ele verir. Ay, güneş ve yıldızlar, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetle çizdiği sayfa ve kitaplardır. Bunların gelip onun karşısında secde etmeleri, secde edip inkıyatlarını belirtmeleri.. evet, bütün bunlar, onun nübüvvetine delâlet ettiği gibi, hikmet, ilim ve tedbir sahibi olduğuna da işarette bulunurlar.
Aynı zamanda o, bir teslim ve tevekkül insanıdır. Düşünün ki, kardeşleri götürüp onu kuyuya attıklarında derin bir teslimiyetle sesini bile çıkarmaz… Yoldan geçen bir kervan, onu kuyudan çıkardıktan sonra götürüp şehirde köle gibi satmak isterken, “Ben şuyum, buyum ” diye kendini anlatma ve kendini ispat etme lüzumunu duymaz; duymaz da Mevlâ’nın hikmetle ne nescettiğini takip etmeye çalışır.
Aynı zamanda o, tam bir ilim ve hikmet insanıdır. Geçirildiği bu yollardan geçerken nereye götürüldüğünü teenni ile düşünür ve hâdiseleri yorumlamaya çalışır (tevil-i ehâdîs). Onu, hapishaneye düştükten sonra kendisine rüya tabir ettiren insanların rüyalarını tabir ederken de aynı şekilde görürüz: O, rüyaları tabir etmekle kalmaz, onlara ciddî bir tevhid ve iman dersi de verir. Tabiî, Kur’ân bunları anlatırken, aynı zamanda irşad edilmek istenen insanlara karşı nasıl davranılması gerektiği mevzuunda da irşad erlerinin yoluna ışık tutmaktadır.
Burada antrparantez bir hususu arz etmekte fayda görüyorum. Şöyle ki: Bir kısım insanlar değişik maksatlarla gelerek bize çeşitli sorular tevcih ederler.. içtimaî, iktisadî ve dinî sorular. Bu arada dinsiz ve ateist kesimden de sırf diyalektik niyetiyle sorulan sorular olur. Bunlar prensip olarak Allah’ı asla kabul etmezler ama, yine de gelir sorarlar. Kader var mıdır? Kutuplarda nasıl namaz kılınacak? Ayda insan namaz kılarken yüzünü nereye döndürecek, falan filan…
Evet, bütün bunlar tamamen diyalektik yapmak içindir. Sanki sordukları soruları izah etseniz, hemen ibadet edeceklermiş gibi bir görüntü sergilerler. Aslında, kutuplarda nasıl namaz kılınacağını açıklasanız, ayda yüzlerin hangi tarafa döneceğini izah etseniz dahi inanmazlar; inanmazlar ama, soru üretirler durmadan.. ve bir meselede ilzam olsalar başka bir meseleye kaçarlar; onda da sesleri kesilse kalkar yeni meseleler üretirler.. ve sorular sürer gider.
İşte Hz. Yusuf bu konuda bize iyi bir ders ve mükemmel örnektir. Hikmet, ilim ve irfan insanı, evvelâ adamın esas derdinin dinlenmesi gerektiği mesajını verir. Tıpkı bir hastanın, hekiminin karşısında dil döküp ağlaması gibi…
Evet, mahir bir hekim evvelâ hastanın şikâyetlerine kulak verir. Yoksa elini ağrıyan yere koydu diye hemen oraya bakmaz. Hasta baş ağrısından şikâyetle eliyle başını tutar. Ama belki de bu, dişindeki bir iltihaptandır. Ya da böbrekleri ağrıyor diye iki büklüm hekimin karşısına çıkar. Böbreklerinden iki büklümdür ama ihtimal bu, onun dişinin iltihap kapması veya çürümesinden kaynaklanmaktadır. Veya sinüzit ya da damar tıkanıklığı başa vurmuştur.
Evet, baş ağrıyor diye, teşhis ve tedaviye mutlaka baştan başlanmaz. Evvelâ hastalığın gerçek sebebine inilir ve başka yerler de kurcalanarak hastalık teşhis edilmeye çalışılır. Evet, Yusuf (aleyhisselâm) da irşat adına inançsız bir insanı ele alırken, onu tıpkı bir hekim hassasiyeti içinde ele alır.
Meselâ, ona rüya tabiri sorarlar; o, rüyayı tabir etmeden önce mahir bir hekim edasıyla onları karşısına alır ve bir tevhid dersi verir. Varlık ve şuunâtı, bunları Allah’a vermeden, her şeyi O’na isnat etmeden açıklamanın imkânı olmadığını anlatmaya çalışır. Kendisinin de Allah’a inandığını, babaları İbrahim ve İshak’a tâbi olduğunu ve tevhide inanmanın insana nasıl huzur getireceğini bir bir şerh eder.. ve böyle bir tevhid dersi verdikten sonra da: “Gelelim şimdi sizin rüya meselenize ” der.
Evet, biz de, türlü türlü itirazlar hatta diyalektikler ile karşımıza çıkan insanlara, en evvel Allah’a ve Kitab’a inanmıyor ve Peygamber’i kabul etmiyor olduklarını düşünerek, en azından buna ihtimal vererek onlara Allah’ı, Kitab’ın mahiyetini, Peygamber’in nübüvvet ve risaletini anlatmalıyız. Ondan sonra soruya ve varsa, meselâ rüya gibi başka meselelerine cevap vermeye çalışmalıyız. Aksi hâlde “sittîn sene ” rüya tabir etseniz, sadece rüya tabir edilmiş olacak ve bir adım ileriye gidilemeyecektir. Şanı yüce Nebi, değil sorulan sorulara karşı, rüya tabir ederken dahi her şeye hikmetle yaklaşmaktadır.
Evet, “Kader nedir? ” diye sorana, inanmıyorsa onu anlatmak faydalı olmayacaktır. Önce Allah’a inanmalı ki, kaderi de doğru anlayabilsin. Çünkü bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Laboratuvarda bir neticeye varmışçasına, hendesî bir gerçeği ortaya koymuşçasına, fizikî bir hâdiseyi vuzuhla anlatırcasına Allah (celle celâluhu) anlatılmalı ki, inkâra mahal kalmasın.
Evet, yemek yeme, su içme rahatlığı içinde her mesele ilmî olarak ortaya konduğu takdirde, altyapı hazırlanmış olur. Yoksa belli bir temel oluşturmadan Allah’ı ve Peygamber’i anlatmanın ve kabul ettirmenin imkânı yoktur. Tabiî boş ve kuru diyalektiklerin de hiçbir faydası yoktur. Diyalektiğe girersek, iman meselelerinde kendimizi ezdirmiş ve boşuna yorulmuş oluruz.
Aslında Hz. Yusuf gibi olunmalıdır. Büyük Nebi, her hâliyle ders veriyor ve hapishanede bile o, bu yönüyle temayüz ediyor.
Yine başka bir yerde Kur’ân, onun bir başka yönünü nazara verir: İffetini, teennisini ve ağırbaşlılığını… O, görkemli bir delikanlıdır. Ve bir gün bütün cazibesiyle bir kadın çıkar karşısına.. hem de kadının evinde ve kapılar da kapanmış vaziyettedir. Kur’ân, işte bu âbide iffet kahramanını şöyle tablolaştırır: “Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi. “[36]
Kapı kapanmış, üzerine çullanan, entarisinden çeken ve eteklerini yırtan olabildiğine cazip bir kadın, onu ağına almak için her şeyi hazırlamıştır. Hz. Yusuf henüz peygamber değil. Ona, sen nebisin denmemiş, ama o iffetli bir insan ve bir hikmet adamıdır. Zinanın insanı nasıl başaşağı getireceğini çok iyi bilmektedir. Böyle bir manzara karşısında sarsılmamak ve bu korkunç alev karşısında yanmamak çok zordur. Ancak nebi namzedi bu insan, Everest Tepesi gibi dimdiktir.
İşte böyle bir durumda Hz. Yusuf, bir o kadar daha büyür insanın gözünde. Evet, bir hikmet, bir iffet âbidesi gibi müşâhede ederiz onu; çok açık teklifler karşısında, başında kar taneleri ve çiğ düşmüş gibi o kadar ak ve berrak tabiatıyla şöyle dediğine şahit oluruz: “Ben, Allah’a sığınırım! ” Evet, bir nebideki Allah korkusu, namus mülâhazası ve iffet düşüncesi işte bu enginliktedir.
Evet, onun her davranışı peygamberliğe ait ayrı bir derinliği ifade eder. Meselâ o, hapishanede o incelerden ince davranışları ile âdeta hep hikmet kanaviçeleri örer.
Bir iftira yüzünden hapse girmiştir. Orada melike ait bir rüyayı tevil eder. Tevil, melik tarafından isabetli ve hakîmane bulunur. Bunun üzerine, hapse bir adamını gönderir ve “Onu bana getirin! ” der. Ancak o iffet âbidesi, kendisini almaya gelen elçiye, “Efendine dön.. ve ‘Ellerini kesen kadınların zoru neydi?’ diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilendir. “[37] karşılığını verir. Yani Hz. Yusuf bu sözleriyle, melike şu mesajı göndermiştir: “Ben bir iftira neticesi hapse girdim. Böyle bir şeyin bir daha tekerrür etmesini istemem. Mesele tahkik edilsin. Suçlu ya da suçsuz kimmiş, her yönüyle açığa çıksın. “
İşte Nebiler Serveri İnsanlığın İftihar Tablosu, iffet âbidesi Hz. Yusuf’un bu tavrını tebcil ve takdir sadedinde: “Hz. Yusuf –sabır ve hikmet insanı– hapisten hemen çıkmadı. Bana çık denseydi, o dakikada çıkardım. “[38] buyurarak onu takdir eder. Nihayet yapılan tahkikat sonucu kadınlar, “Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik. ” derken Zeliha da, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden kâm almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğruyu söyleyenlerdendir. “[39] diyerek suçunu itiraf eder.
Kur’ân’ın, teferruat diye nitelendirilebilecek ölçülerde bütün detayları ile bildirdiği bu olayda, Hz. Yusuf tam bir tedbir ve temkin insanıdır. Öyle ki o, hiç acele etmez, sabırla hakikatin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacağı anı bekler.
Biz onun bu temkin ve tedbir insanı olma yönünü bir başka hâdisede de müşâhede ederiz. Şöyle ki, Mısır’da, o korkunç kıtlığın baş gösterdiği yıllarda, Melik’in kendisine özel danışmanlık teklifine rağmen o, “Beni ülkenin hazinelerinin (başına) tayin et. Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim. “[40] der.
İlk bakışta onun vazife talebini anlamakta biraz zorlanırız. Ama o, bu vazifenin eri olduğunun şuurundadır ve alternatifi de yoktur. Zahireleri usûlüne uygun şekilde stok etmesi, ülkeyi bir krizden kurtarması.. ve bütün bunları yaparken de müsâvâta (eşitlik) dikkat etmesi, hatta Kur’ân’da gördüğümüz kadarıyla, kardeşlerine bile bu hususta bir ayrıcalık göstermemesi, onun bu işe tam ehil olduğunu ifade eden misallerdendir.
Evet, bütün bu olaylar, onun ne kadar teenni, ilim, hikmet ve tedbir insanı olduğunu göstermektedir.
Aslında biz, bu ve buna benzer sonuçlara Kur’ân’ın o ölçülü, âhenkli, insicamlı ifade ve tasvirleri ile ulaşıyoruz. İşte Kur’ân’ın bu tasvir gücüdür ki, peygamberlerin hiçbirini diğerine karıştırmadan, onların normal insanüstü tip ve karakterlerini gözler önüne serer ve fevkalâde bir muvazene içinde o en büyük hak erlerini resmeder. Öyle ki, insan bu gözle Kur’ân’a bakınca, “Kur’ân Allah’ın kelâmıdır, beşer kelâmı olamaz. ” demekten kendini alamaz.
Modern psikoloji de bir mânâda insanları belli kategorilere ayırır ve öylece mütalaa eder: “Şu tip insanlar şöyledir, içe dönük olanlar böyledir. ” der ve belki genelleme yaparak mevzuu biraz daha daraltmış olur. Hatta çok defa hemen hemen aynı şeyleri tekrar eder durur.
Oysa Kur’ân, daha on dört asır evvel, insanların ruh dünyalarına, kalbî hayatlarına nüfuz etmiş olma üslûbuyla onları heyecanlarında, arzu, heves ve niyetlerinde âdeta zumlamış ve en vâzıh çizgilerle sunmuştur. Evet o, her tipi ayrı bir kâinat, ayrı bir kitap gibi resmetmiş ve onun portresini ortaya koymuştur. Yani Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan insanları arz ederken, modern psikolojinin acze düştüğü, yetersiz kaldığı her sahayı inceden inceye tahlil ederek gözler önüne sermiştir.
Şüphesiz Kur’ân’ın arz ettiği yüzlerce tipi burada mütalaa etmemize imkân yoktur. Belki altı-yedi tip üzerinde durarak Kur’ân’ın üslûp, beyan, ifade ve edasındaki eşsizliği ve benzersizliği ortaya koymaya çalışıyoruz ki, kanaatimce şimdilik yapılabilecek şey de budur.
Burada Firavun’u anlatmak da olabilirdi. Ancak gül bahçesinde saksağanı arz etmek suiedeptir. Onun için Firavun gibi, Nemrut gibi tipleri atlayacağız. Evet, dünyada Allah’ı, O’nun kitabını ve peygamberini atlayan insanları biz de atlayacak, nebi iklimini ve ondan gelen nurlarla gönüllerini donatmış mü’minleri anlatmakla yetinip, hayatlarında hep kara düşüncelerle yaşamış insanları bu gül bahçesinde misafir etmeyeceğiz.
5. Kur’ân ve Hz. Meryem
Hz. Meryem’den adını alan Meryem sûresinin baş taraflarında, giriftar olduğu musibet ve belâlarla bir kısım imtihanlara maruz kalan Hz. Meryem anlatılır. Buradaki ana konulardan biri, Hz. Meryem’in sebepler üstü diyebileceğimiz bir keyfiyette Hz. İsa’ya hamile kalmasıdır. Hâlbuki Hz. Meryem, çocukluğundan beri mâbedin ruhanî ikliminde yetişmiş, iffetine, namusuna son derece düşkün bir kadındır.
Allahu a’lem, bu kıssanın Kur’ân’da anlatılmasının hikmet ve sebeplerinden biri, o bin bir musibet ve belâya maruz kalan Nebiler Sultanı’nı teselli ve tesliye etmektir. Yani “Ey Habibim! Maruz kaldığın bu imtihanlarda Sen tek değilsin, Senden önce gelenler de bu ve buna benzer nice imtihanlar geçirdiler. İstersen bak, Hz. Meryem’in başından geçenlere ” denilmek istenmektedir.
Bunun yanı sıra, bu kıssa ile ilgili daha birçok sebep ve hikmet de söylenebilir. Ezcümle, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in gerçek mahiyetleri ancak bu âyetlerle anlaşılabilir. Hristiyanlıkta bugün dahi hâlâ var olan ekânim-i selâse anlayışı bu âyetlerle açık olarak sorgulanır. Bu açıdan Hristiyanlar Kur’ân’a çok şey borçludurlar. Nitekim Habeş Kralı Necaşi’nin Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmesi, bu âyetlerin nuranî atmosferinde gerçekleşmiştir.
Her neyse, Hz. Meryem’in Kur’ân’da zikredilmesinin sebep ve hikmetleri adına söylediğimiz bu hususları geçerek, o büyük kadınla ilgili âyetler çerçevesinde biraz da karakter tahlilinde bulunmak istiyoruz:
Hz. Meryem, Kur’ân âyetleri ve tarihi bilgilere göre, daha doğmadan ana-babası tarafından mâbedin hizmetine vakfedilmiş bir kutluydu. Kur’ân da, kavminin ona “Ey Harun’un kızkardeşi! “[41] dediğine işaret eder. Şayet bu Harun, peygamber olan Hz. Harun ise, onunla aralarında asırlar var. Ancak Hz. Harun, herkesin bildiği gibi, yaşadığı dönemde mâbetlerin kayyimliğini yapıyordu. İşte Hz. Meryem’e bu açıdan bir benzetme yaparak kavmi ona “Ey Harun’un kızkardeşi! ” diyordu. Bazı rivayetlerde ise, âyette geçen Harun’un Hz. Meryem’in hakikî erkek kardeşi olduğu nakledilir.
Hz. Meryem, mâbede adanmış olması sebebiyle çocukluğunu, gençliğini hep orada geçirmiştir. Kendini ister istemez böylesi lâhûtî esintilerin sabah akşam estiği bir mekânda bulan bu yüce kadın, zamanla daha ruhanî bir derinlik kazanmıştır. Öyle ki zaman gelmiş o, lâhûtî âlemden gelen nimetlerle perverde edilmiştir. Bazı camilerimizin mihraplarının üstünde yazılı bulunan: “Zekeriya, onun yanına mâbede ne zaman girse, beraberinde yiyecekler bulurdu. ‘Meryem, bu yiyecekleri nereden buluyorsun!’ deyince de o: ‘Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.’ derdi. “[42] âyeti, bu harikulâde hususların ifadesidir. Bazı tefsirler bu yiyecek maddelerinin kış mevsiminde yaz, yaz mevsiminde kış meyve ve sebzeleri olduğundan bahsederler.[43]
İşte böylesi mânevî atmosferde günlerini geçiren ve lâhûtî âlemin maddî ve mânevî nimetleriyle perverde olan iffet ve namus âbidesi bir kadın, birden sebepler üstü denecek şekilde hamile kalır. Kur’ân, hamile kalma esnasında emri tebliğ eden melekle, Hz. Meryem’in diyalogunu da anlatır.
Bu meleğin Hz. Cebrail olduğu rivayet edilir ki, o, bu esnada insan suretinde yeryüzüne indirilmiştir. Hz. Meryem onunla ilk karşılaştığında, “Eğer Allah’tan korkan bir kimse isen bana dokunma! ” der. Bunun üzerine melek, “Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin bir elçisiyim. ” karşılığını verir. Hz. Meryem bu defa, “Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir ki? “[44] mukabelesinde bulunur. Ve neticede Hz. Meryem hamile kalır. Ancak, Hz. Meryem, kavmine bunu nasıl izah edecektir? O, Allah’tan geldiğine inandığı bu mesele karşısında, sonsuz bir sabır gösterecektir ama, etrafındaki insanlara bunu anlatabilmek âdeta imkânsızdır.
Şimdi siz, tam bu noktada Hz. Meryem’in içinde bulunduğu ızdıraplı hâli tahayyül etmeye çalışın..!
Hz. Meryem, bu durumu itibarıyla kavminden uzak bir yere çekilmeye karar verir. Aslında onu uzlete çeken şey, iffeti ve namusudur. Onun ne kadar bir süre uzlette kaldığını bilmiyoruz. Kur’ân, bu konuda net bir şey söylemez; söylemez ve uzlete çekildikten sonra, hemen doğum öncesi zamana geçer. Doğum sancıları onu kıvrandırmaya başladığı anda, Hz. Meryem sevk-i ilâhî ile bir hurma ağacına yaslanır ve başına gelen şeyler karşısında derin derin düşüncelere dalar; dalar ve “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim! “[45] der. “Keşke ölseydim.. unutulup gitseydim! ” sözlerini, baştan bu yana ilâhî kaderin kendisi için nescettiğini o engin imanıyla takip eden Hz. Azrâ’nın, iffet duygusunun ağır bastığı ve onu feverana sevk ettiği anda söylediği sözler olarak değerlendirmek lazımdır.
Ayrıca burada, iki şey daha dikkat çekiyor:
1. Vicdan ızdırabı.
2. Doğum sancısı.
İşte bir taraftan doğum sancısı çeken, eli ayağı çekilen, maddî ızdıraptan dize gelen, diğer taraftan da bütün bu acıları bastıran vicdanının ızdırabıyla iki büklüm olan bu kadına, Mevlâ-i Müteâl’den öyle bir derman gelmeli ki, hem doğum sancıları son bulsun hem de vicdanında yanan ateşi söndürsün. Çok geçmeden meleğin getirdiği hak mesajı onun imdadına yetişir: “Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. “[46]
Hz. Meryem, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeden, ikaz mahiyetini taşıyan bu beyanlarla birden uyanır. Buradaki ilk ilâhî hedef –tabiî sezebildiğimiz kadarıyla– psikolojisi altüst olmuş bu iffet âbidesini o boğucu atmosferden kurtarmaktır. Nitekim bu ilâhî ikaz ya da ses, onu düşünce dünyasından az da olsa uzaklaştırır; uzaklaştırır ve daha başka düşünceler içerisine çeker. Kavminden kaçarak kupkuru bir çölde, tek başına bulunan Hz. Meryem, kendisini hurma ağaçları ile çevrili yeşilliklerin içine getiren kudreti düşünmeye başlar; başlar ve gönlü inşirahlarla dolarak rahatlar.
Bu iki âyet-i kerimede dikkati çeken ve mutlaka araştırılması gereken bir husus daha bulunmaktadır. O da, hamilelik ya da özellikle doğum öncesi dönem ile su ve hurma arasındaki ilgidir. İhtisas alanım olmamakla beraber, sırf Kur’ân’a olan itimadımdan temas edip geçeceğim. Hurma ve suyun –sesiyle, havasıyla, yenilip içilmesiyle– doğum esnasındaki kadınlara, ister fiziki yani rahim açılması, ister psikolojik yani moral değerler açısından faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu espriye bağlı olarak modern tıbbın “suda doğum ” gibi projeleri üzerinde durulabilir.
Ve melek mesajlarına devam eder: “Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan: Ben, Rahmân’a oruç adamıştım, de, o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım. “[47]
Bu ifadelerle zannediyorum, ruhî açıdan sıkıntılı, maddî açıdan da hasta olan –çünkü doğum yapmış– bir kadının hissiyatı, iç âlemi okşanmakta veya ona huzur verecek bir usûl telkin edilmektedir. Modern psikolojinin de bu noktada insanlara yaptığı benzer tavsiyeler vardır. Ama çoğu itibarıyla o tavsiyeler insan ruhuna nüfuz etmekten uzak, insanı daha çok hastalıklar içine itecek mahiyette ve tamamıyla tavsiyeyi yapan bilim adamlarının (!) dünya görüşlerini yansıtır niteliktedir.
Bunlar pek çoğu itibarıyla tamir adına ortaya konan, ama insanı kendine karşı daha çok yabancılaştıran, fıtratından uzaklaştıran ve değişik bir hastalığa çare bulacağım derken, belki onlarca hastalığa davetiye çıkaran türden şeylerdir.
Nihayet Hz. İsa dünyaya gelir. Hz. Meryem, kucağında çocuğuyla kavminin arasına döner. Kavminin ithamlarına beşikteki çocuk cevap verir Vak’anın geri kalan kısmı Meryem sûresinden takip edilebilir. Biz konumuz açısından meseleye bir kere daha dönüp, bu çerçevede bazı genellemelerde bulunmak istiyoruz.
Bizi bu kıssada ilgilendiren en önemli şey, bir kadının duygularını, ruhî durumunu, his ve heyecanlarını, toplum içerisindeki konumunu Kur’ân’ın nasıl tahlil ettiğidir. Görüldüğü gibi, Kur’ân, modern psikolojinin henüz ulaşamadığı ledünnî ufuklarda dolaşmakta ve bayrağını çok yükseklerde dalgalandırmaktadır. Bu açıdan Kur’ân’a bakıldığında, bundan asırlar önce ortaya konan tahliller, bu tahlillerdeki derinlik, akıllara durgunluk verecek ölçüdedir. Aslında farklı ruh hâllerinin tahlili hem psikoloji hem de psikososyoloji açısından çok mühimdir.
Evet, Kur’ân’da mutlak olarak insanın heyecan ve helecanlarına, teessürlerine, maddî ve mânevî geçirdiği değişimlerin ifadelerine sıkça rastlanır. Hatta normal karakterler bir tarafa, zaman zaman anormal karakterler, üstün zekâ ve dehaya sahip dimağlar, hayatlarını zaferlerle süslemiş zafer âbideleri, ibadet ü taatte kutuplaşmış tipler, âlem-i şehadette âlem-i misale ait levhaları seyreden zevk ve istiğrak ehli kişiler ve daha nice karakterlerin tahlilleri sıra sıradır Kur’ân-ı Kerim’de.
Şimdi böylesine engin ve zengin bir kaynaktan müstağni kalmayı nasıl izah ederiz? O hâlde Müslüman psikolog ve sosyologlara oldukça fazla iş düştüğü ortadadır. Bunlar, Kur’ân’ın genel hedef ve maksatlarını göz önünde bulundurarak, yapacakları çalışmalarla, günümüzün kendi özünden ve ruhundan uzaklaşmış/uzaklaştırılmış insanını, bir kere daha Kur’ân’a yöneltebilir ve Kur’ân ufkunda dolaştırabilirler.
[1] En’âm sûresi, 6/76.
[2] En’âm sûresi, 6/77.
[3] En’âm sûresi, 6/79.
[4] Sâffât sûresi, 37/88-89.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/59-63.
[6] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[7] Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
[8] Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
[9] el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/129; el-Irâkî, el-Muğnî an hamli’l-esfâr 2/796.
[10] Tirmizî, eş-Şemâil s.199; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/357.
[11] Sâffât sûresi, 37/89.
[12] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[13] Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
[14] Sâffât sûresi, 37/83-90.
[15] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, îmân 327.
[16] Tirmizî, birr 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/459, 460.
[17] Enbiyâ sûresi, 21/51-63.
[18] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[19] Bkz.: Hucurât sûresi, 49/10.
[20] Sâffât sûresi, 37/102.
[21] İbrahim sûresi, 14/37.
[22] Buhârî, enbiyâ 9; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/100.
[23] Meryem sûresi, 19/42.
[24] Şuarâ sûresi, 26/86.
[25] Tevbe sûresi, 9/114.
[26] Mümtahine sûresi, 60/4.
[27] Şuarâ sûresi, 26/86.
[28] Buhârî, cenâiz 81, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1; Müslim, îmân 39-40.
[29] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
[30] Bakara sûresi, 2/6.
[31] Meryem sûresi, 19/41-45.
[32] Şuarâ sûresi, 26/20-21.
[33] Kasas sûresi, 28/24.
[34] A’râf sûresi, 7/143.
[35] Tâhâ sûresi, 20/94.
[36] Yûsuf sûresi, 12/23.
[37] Yûsuf sûresi, 12/50.
[38] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 12/235. Ayrıca bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/346, 389; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/263.
[39] Yûsuf sûresi, 12/51.
[40] Yûsuf sûresi, 12/55.
[41] Meryem sûresi, 19/28.
[42] Âl-i İmrân sûresi, 3/37.
[43] Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 3/244-246; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 1/297.
[44] Meryem sûresi, 19/18-20.
[45] Meryem sûresi, 19/23.
[46] Meryem sûresi, 19/24-25.
[47] Meryem sûresi, 19/26.
Kur'ân'da toplum tahlilleri
Kur’ân-ı Kerim, belli prensipler dahilinde yer yer toplum tahlilleri de yapar. Yapılan tahliller sonucu, o cemiyetin genel karakteri ayan beyan ortaya çıkar. Genelde isim tasrih edilmeden yapılan bu tahlillerde öyle bir üslûp kullanılır ki, ilgili cemiyet hemen gözler önünde beliriverir. Hem öyle beliriverir ki, bunları tam anlamıyla kavrayabilmek için sosyolog veya psikolog olmaya da gerek kalmaz. Zira Kur’ân’ın ortaya koyduğu her tablo, aksine ihtimal vermeyecek ölçüde nettir.
Nitekim Asr-ı Saadet’te gerek Yahudi, Hristiyan ve gerekse müşrik ve Müslümanlar, içlerinden geçen şeylerin ifşa edileceği endişesiyle tir tir titrerlerdi. Bunlar arasında özellikle Müslümanlar, kalb ve vicdanlarını her zaman vahy-i semavî karşısında derleme, toparlama ihtiyacı duyarlardı. “Biz, Allah Resûlü hayatta iken, içimizden bir şey geçirmeye korkardık. Gerçi isimlerimiz verilmezdi ama kusurlarımızın büyüklüğü, O’nun ukbâdaki mücâzâtı nazara verilirdi ki, biz âdeta kaçacak delik arardık.” sözleri, onların duygularının ifadesidir.
Hatta bu noktada denilebilir ki, gönülleri dilhûn eden Nebiler Sultanı’nın vefatı, bir ölçüde onların rahatlamasına vesile olmuştu. Çünkü ilgili mevzuda bir âyetin nazil olması o edeb, vakar ve ciddiyet insanlarını çatlatacak ölçüde bir kısım şoklar yapabiliyordu.
Bu tür âyetlerde en çok dikkati çeken husus, Kur’ân’ın şahısları veya cemiyetleri unvan ve isimleri ile değil de, vasıfları itibarıyla zikretmesiydi. Yani ekranda yansıtılan manzara kâfir değil küfür, münafık değil nifak, dalâlet ve fısk ehli değil, dalâlet ve fıskın kendisiydi. Bugün fert ve toplum ile ilgili bilim adamlarının Kur’ân’ın bu özelliğinden çok büyük dersler çıkarmaları beklenir.
İşte bu çerçevede, Kur’ân’ın ayrı bir özelliği de, fert ve cemiyet tahlillerinde genelleme usûlünün kullanılmış olmasıdır. Öyle ki, Müşrik, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, Sâbii, Müslüman vb. bütün insanların genel özelliklerini, her zaman Kur’ân’ın satırlarında veya satır aralarında bulmak mümkündür. Bu, bizler için olabildiğine önemli bir kriterdir. Bizler bu kritere göre, insanlarla ister bire bir, isterse toplu olarak münasebetlerimizi ayarlayabiliriz. Arızaların nasıl giderileceği, neyin insanlara nasıl sunulacağı konusunda yukarıdaki hususlar çok önemlidir.
Kur’ân’ın, fert veya cemiyetleri tahlilinde öne çıkan hususiyetleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Bu tahlillerde mutlaka ferdî ve içtimaî maslahatlar gözetilmiştir.
2. Tahliller, şahıslardan tecrit içinde yapılmış ve fertler isimleriyle değil, özellikleriyle nazara verilmiştir.
Böylece, ilgili vasıfların kötülüğü tescil edilirken, şahıslar toplum içinde, cemiyetler de sair cemiyet ve toplumlar içinde kısmen kamufle edilmiştir. Bu vesile ile de birçok insan ve birçok cemiyet, rencide edilmeden, mükemmel insan, mükemmel toplum olma yolu gösterilmiştir.
3. Tahlillerde, cemiyette kabul gören meşru edep ve muaşeret kaidelerine, disiplinlere riayet edilmiştir.
4. Tahlillerde yıkıcı tenkitten ziyade, yapıcı bir üslûp kullanılmıştır.
5. Âzamî tasarruf prensibine riayet edilerek, mesele kısa ve özlü ifadelerle, gayet veciz bir biçimde ortaya konmuştur.
1. Kur’ân’da Ehl-i Kitap Resimleri
Kur’ân-ı Kerim’de fertlerin yanı sıra toplumların da çeşitli açılardan tahlillerinin yapıldığını ve tahlillerde öne çıkan hususları veya takip edilen esasları ifade ettik. Şimdi, Kur’ân’da tahlili yapılan Ehl-i Kitap’tan bazı resimlerle o hususu da biraz açmaya çalışalım:
Kur’ân-ı Kerim’de en çok tahlili yapılan milletlerden biri İsrailoğulları’dır. Sadece Bakara sûresine bu açıdan bakıldığında, bu konuyla alâkalı pek çok malzemenin var olduğu anlaşılır. Acaba Kur’ân, bu millet üzerinde neden bu kadar çok durmuştur? İsrafın her çeşidi Allah nezdinde ve Allah Kelâmı’nda söz konusu olmadığına göre bundaki hikmet ya da hikmetler nelerdir?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Kur’ân’ın bahsini ettiği bazı kitlelerle günümüzdeki müsamahasız ve saldırgan yığınlar arasında ne zihniyet ne de karakter açısından hiçbir fark yoktur. Bu açıdan projektörünüzü Kur’ân’a tuttuğunuzda bugünkü mütegallipleri; günümüz mütegalliplerine tuttuğunuzda da Kur’ân’daki fanatikleri rahatlıkla bulabilirsiniz. Öyleyse Kur’ân’ın bazıları hakkında on dört asır önce söylediği şeyler hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Evet, insanlık tarihi boyunca meydana gelen içtimaî, idarî, siyasî, askerî, kültürel hatta dinî fesatların temelinde bazı fanatik düşünce ve bağnaz zihniyetler vardır. Bütün dünyayı emperyalizm hesabına bir pazar hâline getiren kapitalizm, anarşinin yeryüzüne yayılmasına vesile olan komünizm, milletleri birbirine düşman hâline getiren ırkçılık, dahası şehvetin putlaştırılması evet, bunların hepsi bahsi geçen zıvanasız mantık ve düşüncenin ürünüdür. Bilhassa şu son asırlarda ortaya çıkmış pek çokları, Durkheim, Freud, Marks, Sartre, Engels ve sahalarında ün yapmış, şöhrete ulaşmış daha niceleri hep bu endazesiz düşüncenin çocuklarıdır.
Bu insanların düşüncelerinin ürünü olan kapitalizm, komünizm, faşizm ve Nazizm başta olmak üzere birçok sistem, değişik dönemlerde hep içtimaî dengeleri bozmuş, milletleri kendi iç bünyelerinde inkıraza sürüklemiş ve onları başka milletler nezdinde de düşman hâline getirmiştir. Neticede dünya bir kan gölü olmuştur ki, en son 1. ve 2. Dünya Savaşları bunun apaçık göstergesidir.
Bu açıdan Kur’ân, günde yüz defa çeşitli hile ve desiselerle insanlığı iğfale çalışan, sürekli fitneyi körükleyen, maddî çıkarları uğrunda her şeyi mubah gören bazı toplum ve insanlara karşı sairlerinin dikkatli olması için birçok âyetle tahkimat yapmakta ve onları teyakkuza sevk etmektedir.
Bu noktada hiç kimse, Allah, bir kısım anarşistleri nazara vermede itnab yapıyor (uzun uzadıya açıklamalarda bulunuyor) diye şüphe ve tereddüde düşmemelidir. Zira Allah (celle celâluhu), böylelerini sırat-ı müstakîme davet etmek için başta ülü’l-azm peygamberler olmak üzere birçok mürşit, muslih göndermiştir. Ama onlar kendilerine gönderilen peygamberlerin öğretilerine kulak asmamış, hatta onlardan bazılarını akıl almaz işkencelerle öldürmüşlerdir.
İşte Kur’ân’ın yaptığı şey, bütün bunlara rağmen, istikamete girmeyen bu ifrit ve muzır kimselere karşı, insanları uyarmaktan ibarettir. Zaten bugün dünyada siyasî, idarî, askerî ve iktisadî alanda cereyan eden hâdiseler de Kur’ân’ı doğrulamakta ve yapageldiği tenbihat ve tahşidatın ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
Öteden beri her şeyi kendi çıkar ve menfaatleri etrafında ele alan bu kabîl insanlar, her şeyi maddeye irca etmiş ve her şeyi maddede aramış “akılları gözlerinde” öyle körlerdir ki, maddeden başka hiçbir şey görmezler. Bu özellikleri itibarıyla da dünyanın her yerinde sömürünün temsilcileri olmuşlardır.
Evet, bunlar maddeciliği o kadar ileri götürmüş ve maddeci zihniyetle öylesine bütünleşmişlerdir ki, mânevî şeyleri bile madde ile izaha ya da anlamaya kalkmışlardır ki, bu mânevî şeyler arasında, bizzat Allah (celle celâluhu) da vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim gibi, mukaddes kitaplarda da ifade edildiği gibi bir gün böyle bir mantık, hem de küstah bir tavırla peygamberinin karşısına dikilip “Ey Nebi, Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız!” (Bakara sûresi, 2/55) der. Aslında bu, karakteristik bir iddia ve istektir.
Aynı zamanda bu, materyalizm, kapitalizm, ateizm, pozitivizm vb. fikrî ve idarî düşünce ekollerinin de temel esprisini oluşturmaktadır. Bu çerçevede siz, bir nebiye (aleyhisselâm) söylenen bu sözle, yirminci asırda aya çıkan Gagarin’in söylediği söz arasında bir farkın olmadığını görürsünüz. Gagarin de öyle diyordu: “Ben dünyanın etrafını dolaştım. Ay’a çıktım ama Allah’a rastlamadım.” İşte aklı gözüne inmiş, materyalist zihniyeti temsil eden sefil ruh ve işte Peygambere: “Allah’ı bize göster!” diyen Allah ve peygamber bilmez küstah!
Bu zihniyetin etkilerini günümüz Türkiye’sinde de görmemiz mümkündür. Ne acıdır ki bu zihniyet, ilim yuvaları olan bazı mekânlarda bile bütün ağırlığı ile kendini hissettirmektedir. Evet, hoca ve talebeleriyle, dün olduğu gibi bugün de, “Allah’ı görmüyoruz ki, O’na inanalım?” diyen insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Kur’ân’ın bu mevzuda yaptığı tahlilleri tam anlamıyla kavrayabilmek, Kur’ân’ın onların niyet, düşünce ve tasavvurlarını lif lif çözmesini, lime lime parçalamasını tam anlayabilmek ve onların içlerindeki fesat, hastalık ve kirleri tam görebilmek için, onların içlerinde bulunmak, hatta onlar gibi olmak lazımdır. Bu açıdan, onlar gibi veya onlardan biri olmadan, ilgili âyetlerin künhüne tam mânâsıyla vâkıf olunabileceğini zannetmiyorum.
Yaptığımız ön açıklamalardan sonra geçmiş peygamberler ile onların peygamber olarak gönderildiği milletler arasında geçen bazı olayları nazara vererek, onların karakterleri hakkında ancak ilme’l-yakîn seviyede olabilecek daha başka tahlil ve değerlendirmelere ihtiyaç var.
Bilindiği gibi bir toplum, yıllarca Firavun’un zulmü altında inim inim inlemiş ve ezilmişti. Zulmüyle etrafa dehşet saçan Firavun, elinin altındaki yığınları en ağır işlerde çalıştırıyor, çok defa erkekleri öldürtüp, kadınları da zillet içinde bırakıyordu… Ancak Allah (celle celâluhu), peygamberleri vasıtasıyla onları bu zulüm ve zilletten kurtarıp, rahat edecekleri bir muhit ve hür yaşayacakları bir ortama çıkardı. Öyle ki, Tîh sahrasında yaşarken bile –ki bu biraz da cezaydı– en medenî ve en zengin milletlerin dahi rahat elde edemeyecekleri “اَلْمَنُّ” ve “اَلسَّلْوٰى” yani bıldırcın eti ve kudret helvası onların sofralarını süslüyordu.
Lâhut âleminden nebi ufkuna akıp akıp gelen bu ve benzeri nimetler, onların günlük hayatlarının tabiî bir parçası olmuştu. Bir mânâda huzur ve saadetle dolu bir hayat içindeydiler. Ancak bilhassa bunların içlerinde bulunan ve hürriyetin kadrini idrak edemeyip, köleliğin ve emir kulları olmanın ruhlarında yer ettiği bayağı tipler, önlerindeki peygambere, dolayısıyla da Allah’a başkaldırarak, Firavun’un zulmü altında yaşadıkları günlerdeki hayata özlem duyuyor ve peygamberlerinden sebze, soğan, sarımsak, hıyar, mercimek vb. şeyler istiyorlardı. İhtimal, bunların ötesinde başka gıda maddelerini de bilmiyorlardı.
İşte bu insanlar, ruhlarında yer etmiş köleliğin tezahürü ve nankörlüklerinin göstergesi olarak, bıldırcın eti ve kudret helvası yerine, eskiden bildikleri sebze, soğan, sarımsak vb. şeyler peşindeydiler. Kur’ân, bu toplum içindeki nankörlüğü ele veren bir hususu bize şöyle bildirir: “Hani siz (verilen nimetlere karşılık): ‘Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; bakliyatından, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından da bize çıkarsın’ demiştiniz.” (Bakara sûresi, 2/61)
Bu tarihî vâkıada karakter tahlili adına şunları söyleyebiliriz:
Bazen insan, hemen çarçabuk ülfet ve ünsiyetin öldürücü güç ve atmosferine yenik düşebilir. Bu yanı itibarıyla o, ne kadar olağanüstü nimetlerle perverde edilirse edilsin, biraz da temadinin tesir kırıcılığıyla, daha başka şeyler arzu edebilir. Hatta çok defa bu arzunun doğru veya yanlış olduğunu da düşünmeyebilir. Nitekim yukarıdaki örnekte bazı kişiler, Firavun’un zulmünden kurtulup rahata, rahmete kavuşmuş olmalarına rağmen, şükür gerektiren böyle bir hâli hiç de nazar-ı dikkate almadan, eskiden yiyip içtikleri gıda maddelerini istemişlerdi. Hâlbuki bu, apaçık bir nankörlüktü. Ama yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazen insan böyle bir durumda yaptığı şeyin ne kadar doğru veya yanlış olduğunu düşünemeyebilir. Kaldı ki, onların bu hâle düşmesinde, yani yıllarca Tîh sahrasında dolaşmaya mecbur bırakılmalarında, Hz. Musa’nın kat’iyen herhangi bir dahli yoktu. Ne var ki, peygambere karşı nasıl davranılacağını bilmeyen bir kısım kimseler, sanki suçlu Hz. Musa imiş gibi bir de ona karşı tavır takınmışlardı. Aksine, “Ey Musa! Rabbine dua et ” sözlerini başka nasıl izah edebiliriz ki? Evet, onca nimet-i ilâhînin kendilerine gelmesine vesile olan Hz. Musa’ya karşı böyle davranmamalıydılar…
Aslında Kur’ân’ın beyanına göre, Hz. Musa’ya bu türlü çıkışta bulunanlar bir kısım nankör fıtratlı kimselerdi. Aynı nankör tipteki insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed’e de (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve “Sana yüklerimizle, ailelerimizle geldik. Seninle falan kabile gibi savaşmadık.” [1] deyip sadaka istemişlerdi.
Kur’ân, Hz. Muhammed’i minnet altında bırakmak isteyen bu insanların karakterlerini de şu âyetiyle ortaya koyar: “Onlar, İslâm’a girdikleri için seni minnet altına almak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayınız. Eğer doğru kimseler iseniz bilmelisiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. (Bundan dolayı edecekse O size minnet eder.)” (Hucurât sûresi, 49/17) Demek ki bu tür insanlar, sadece Hz. Musa cemaatine münhasır da değiller.
Hz. Musa’dan soğan, sarımsak vb. şeyler isteyen insanların ifadelerinden hareketle, genelleme planında şöyle bir yorum yapmak da mümkündür:
Hemen her insan yaşadığı hayat şartlarına belli bir müddet sonra alışıverir ve ülfet, ünsiyet içine girer; ardından da daha değişik şeylerin peşine düşer. Meselâ, yeknesak, tekdüze şehir hayatı yaşayan insan, “keşke bağım, bahçem, tarlam olsa; eksem, biçsem, sulasam” vs. der. Bu imkânlara kavuştuktan belli bir müddet sonra da kalkar başka şeyler ister ve bu istekler ilânihaye devam eder gider. İşte bu duygu, insan fıtratında tekdüzeliğe karşı var olan tepkinin açığa vurulmuş hâlidir.
Yukarıdaki âyete tekrar dönecek olursak, böylesine isteklerle huzuruna gelen insanlara Hz. Musa (aleyhisselâm): “Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin. Zira istekleriniz sizin için orada var.” şeklinde mukabelede bulunur. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın cezası bundan daha ağırdır ki, aynı âyetin devamında: “İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu.” (Bakara sûresi, 2/61) ifadeleri gelir.
Evet, Kur’ân bir hâdiseyi nazara verip, projektörlerini oraya tutarak, insanlığa gerçek insan veya insanlığın yollarını göstermek suretiyle insan olmanın vazgeçilmez vasıflarına doğrudan veya dolaylı olarak sık sık temas eder. Bütün mesele, Kur’ân’a bu zaviyeden bakabilmek, gerekli dersi alabilmek ve hepsinden öte de bunu hayata taşıyabilmektir.
2. Refah ve Zenginliğin Azdırdığı Hislere ve Şımarık Ruhlara Kur’ân’ın Bakışı ve İrşadı
İnsan fıtratında köpürüp duran his ve heyecanlar, onun yaşantısıyla orantılı olarak sürekli yatak değiştirirler. Pratik hayatın getirdiği sıkıntıların, sürur ve sevinçlerin, ızdırap ve çilelerin hisler üzerinde oldukça derin tesirleri vardır. Tabiî rahat ve rehavet içinde geçen bir hayat da hususî bir kısım hisler hâsıl eder. Hatta bu durum bazen gurur ve kibre sebebiyet verdiği için de insanın felâketine yol açabilir.
İnsan bazen nimetler içerisinde yüzer, hayatını lezzetlerle geçirir; seyahatler, seyr ü seferler ile zevk ve lezzet arayışı içinde olur. Evet, transatlantiklerle suları yara yara uzak diyarlara seyahatlerde bulunma, tabiî, maddî güzellik ve zenginlikleri müşâhede etme, insanın ruhuna, his ve duygularına haz ve lezzet adına neler ve neler kazandırır. Şayet bu insan, bir de tefekkür ufku ile gördüğü güzellikleri tahlil ve terkip yapabiliyorsa, artık o seyahatin tadına doyum olmaz. Kâinat meşherinde müşâhede edilen güzellikler, onların insanda meydana getirdiği intibalar, insanın tefekkür ufkuna zevk olur akar. Böyle bir tefekkür ciddî bir vahdet içinde, sanat ile sanatkâr arasında tefekkür koridorları açar.
Görüldüğü gibi, böyle bir seferin insanın maddî ve mânevî hayatına katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Kaldı ki, insan bedeninin ve iç dünyasının zaman zaman bu tür seyahatlere ihtiyacının olduğu da açıktır.
Böylesi seyahatlere çıkanlar arasında tefekkür ufkunu zorlamayan, eşya ile Hâlık’ı arasındaki münasebeti göremeyen ve kavrayamayan, dolayısıyla sadece dünyevî ve cismanî zevkler arayanlar da vardır. Bu insanlar, yapacakları seyahatlerde, seyahat vasıtalarının en rahat ve ferah olanını tercih ederler. Son model arabalar varken eski model bir arabaya iltifat etmezler. Bir mânâda bu beden insanları, cismanî zevk ve lezzeti doruk noktada tadabilmek için, her türlü masrafa girerek ellerinden geldiğince hayattan kâm almaya çalışırlar.
Hâlbuki bu âlemde her zevk, bir elemle neticelenir. Sadece zevk ve lezzet mülâhazası ile girilen her iş, akıbetinde çok defa bir elem ve keder getirir. Bundan kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da bu seyahatler esnasında tefekkür ufkunu zorlama, masnûdan Sâni’e ulaşma, böylece cismanî zevklerin yanında fikrî ve ruhî hayatımıza ve dolayısıyla da uhrevî hayatımıza zenginlik katmadır. Buna bir de İslâm’ın iki esası olan sabır ve şükrü ilave edersek, konu bütün bütün kazanç kaynağı hâline gelir. Yani tattığımız her zevk ve lezzete şükürle mukabelede bulunur, başımıza gelen belâ ve musibetlere de sabırla göğüs gerersek, dünyevî ve uhrevî haybet ve hüsrandan kurtulacağımız gibi, zevk ve lezzet verici sair şeyler de kendi kendine hâsıl olur.
Burada, fikrî ve tasavvurî bir tablo ile kendi içimize girme ve onda derinleşme adına bir hususu daha arz etme lüzumunu duyuyorum. Şöyle ki, çok verimli bir bağ ve tarlanız olduğunu düşünün. Tarlanızda pamuklarınız mükemmel şekilde büyümekte ve bağınızda da üzümleriniz yüzünüzü güldürecek keyfiyette bereket içinde gelişmektedir. Bu arada sizin yarınlara ait de bir kısım düşleriniz vardır. Meselâ siz bu ürünlerden elde edeceğiniz kazançlarınız ile sürekli girişeceğiniz yatırımları düşlüyorsunuzdur.
Bu yüzden durmadan bağınız ve tarlanız arasında, şevk insanlarına has bir tavır ve endamla, belki bazen gururla mekik dokuyup durursunuz. Öyle ki hep o kuru üzüm çubuğunun ucundaki şerbeti onun içine sanki siz doldurmuş, güneşten gelen radyasyonlarla onun çıkardığı hava arasındaki münasebeti siz kurmuş ve bu şeker sentezini sanki siz yapmışsınız gibi bir ruh hâleti içinde olursunuz. Hâlbuki sizin ürüne yaptığınız muamelelerle bunlar gerçekleşmez. Bunları lütuf ve ihsan eden Allah’tır (celle celâluhu). Sizin yaptığınız, sadece O’nun size ihsan ettiği bağ ve tarlaya yanlış veya doğru müdahaleden başka bir şey değildir.
Siz bu duygu ve düşünceler içinde iken birden havada yağmur bulutları belirse, şimşekler çaksa, yıldırımlar gürlese, gelmesi muhtemel felâket karşısında içinizde müthiş bir ürperti hâsıl olur. Havada çakan her şimşek içinizde bin bir fırtına koparır. Bütün bütün rahatınız kaçar. Geceleri uyuyamaz hâle gelirsiniz. Nihayet bir havaya, bir de bağ ve tarlanıza bakar durursunuz; durursunuz da, yağacak şiddetli bir dolunun hayallerinizi nasıl altüst edeceğini düşünmeye başlarsınız. Zira dolu neticesi pamuğunuzun ve üzümünüzün en azından kalitesi düşecektir. Belki de toptan helâk olacaktır. Bu arada ticarî piyasa da dalgalanabilir. Karaborsacılık başını alır gider. Bunu rüşvet, yolsuzluk vb. şeyler takip edebilir ve gayrimeşru ilişkiler artar. Derken ticarî alandaki bu istikrarsızlık, uzunluğu veya kısalığına göre siyasî, idarî, ahlâkî hemen her alana sirayet eder ve etkileri de uzun yıllar sürebilir. Hatta öyle ki, toplum yıkılmanın eşiğine bile gelebilir.
Şimdi refah, rahat ve rehavetin azdırdığı hisler üzerine yaptığımız bu tahlil denemesinin açılımını bir de Kur’ân’da takip edelim. İlgili âyet, Yunus sûresinde yer almaktadır. Âyet, bu olayla alâkalı tabloyu şöyle resmeder:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَۤاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
“Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide olduğunuz zamanı düşünün: Gemiler, tatlı bir rüzgârla içindeki yolcuları alıp götürdüğü ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir, dalgalar her taraftan onları sarar ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannedince, bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah’a tahsis edip gönülden O’na yalvarırlar: ‘Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!’ derler.” (Yûnus sûresi, 10/22)
İsterseniz bu toplu mealden sonra, âyetin mevzumuzu ilgilendiren yanlarını ön plana çıkartarak, bir de –eskilerin ifadesiyle– “lazım-ı mânâ” veya açıklamalı meali üzerinde duralım:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ Yani sizin karada, denizde, havada, otobüs, gemi, uçak vb. vasıtalarla yolculuk yapmanıza imkân sağlayan sadece ve sadece O’dur.
حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ… Düşünün ki, siz gemi ile yolculuk yapıyorsunuz. Deniz mutedil, tatlı bir rüzgâr var ve siz de ferih-fahur bir hâldesiniz. Daha doğrusu öyle bir hâlet-i ruhiye içindesiniz ki, sanki suyun kaldırma kuvvetini ve yüzme/yüzdürme kanununu siz vaz’etmişsiniz.. hatta etrafta seyrettiğiniz ve seyredip kendinizden geçtiğiniz o fevkalâde güzellikleri de siz yaratmışsınız gibi bir gaflet içindesiniz ve sanki bu türlü zevk ve safa içinde ebedî kalacakmış gibi bir hâliniz var.. hâlbuki dünyada her şey bir imtihan olduğu gibi, bu da bir imtihandır. Nitekim o imtihan da gelip çatacaktır:
جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ… Ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir fırtına ve her taraftan hücum eden korkunç dalgalar, birden gemiyi sarıp sarmalayıverir. İşte o an ikbal idbara döner. Gülmeler, ağlamalarla yer değiştirir. Herkesi bir endişe ve bir telaş alır ve ne yapacaklarını bilmez hâle gelirler.
وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ… Ve onlar, geç de olsa çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. Bütün sebeplerin sukut ettiği böyle bir anda yapılacak tek şey, Müsebbibü’l-esbâb olan (sebepleri yaratan) Allah’a sığınmaktır. Bu, insan tabiatının da gereğidir. Zaten onlar da öyle yaparlar; yaparlar ama teveccühlerinde bir noksanlık vardır.
لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا “Bizi bu musibetten kurtarırsan ” diyerek böyle bir atmosferde dahi, Allah’a karşı şart koşma saygısızlığında bulunurlar. Ne var ki, musibetten sıyrılınca o şartı da görmez olurlar. Nedir o şartlar?
لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ “Mutlaka Sana şükredenlerden olacağız.”
Heyhât! Onlar bu duygu ve düşüncelerinde asla samimî değillerdir. Gerçekten samimî olsalardı, musibet başlarına gelmezden önceki hâlleri öyle olmazdı. Dolayısıyla yaptıkları bu dua da içlerinin sesi değildir.
Şimdi bu âyet, –aradan bunca asır geçmiş olmasına rağmen günümüz insanlarını da muhatap alarak– rahat ve rehavetin şımarttığı insanların ruh hâllerini tahlil etmekte ve sıkışık anlarda onların söyledikleri sözlerin samimiyetsiz mırıltılar olduğunu açığa vurmakta, satır aralarında da gayet net olarak anlaşılan bir üslûp ile onları ikaz ve irşad buyurmaktadır.
Aynı çizgide bir başka âyet de bizlere, dünya hayatının gerçek veçhesini göstererek gaflet, cehalet, hırs, tamah vb. hasletlerle kazanılan ya da kaybedilen dünyevî şeylerin çok önemli olmadığını, aksine, esas olan ebedî hayata teveccühün önemli olduğunu vurgular. İşte böyle bir resmin kuşbakışı özeti:
“Bu fâni dünya hayatı bilir misiniz neye benzer? Tıpkı şuna benzer: Biz gökten bir yağmur indiririz, derken o yağmur vasıtasıyla, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkileri bol bol yetiştiririz ki, her taraf yemyeşil bir hâl alır. Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir; bahçe sahipleri de tam, bütün o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün aniden verdiğimiz emirle bir afet olur, her şeyi biçer götürür. Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi bir hâl alır… İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.” (Yûnus sûresi, 10/24)
Evet, gençlik, servet, makam, ihtişam vb. şeylerin tam kıvamını bulduğu anda birdenbire yok oluvermesi, tıpkı hasat mevsimi geldiği zaman, şiddetli bir yağmurla ekinlerin hazana uğraması veya maddî, bedenî ve cismanî zevkleri doruk noktada yaşarken, hastalıkların başa gelip çatması gibidir ve bunların hepsi bu çizgide ikazlardır. Aslında bunlar, insanları ahirete hazırlamakta ve nihaî olarak dünyanın, dünyada elde edilen şeylerin gerçek veçhesini göstermektedir ki, kişi dünyevî zevklerle ruhen ölmesin, her zaman bâki, ebedî şeyler arayışı içinde olsun.
İşte bu arayışa karşılık, “Allah, insanları esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir.” (Yûnus sûresi, 10/25) âyeti, insana gerçekten rehber olur. Böylece törpülenmiş hisler, rencide olmuş ruhlar, gurur ve kibirleri kırılmış insanlar, bu ümit-bahş âyetle yeniden hakikî hayata dönerler.
[1] Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/235; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 26/142, 145.
Kur'ân'da umumu alâkadar eden tiplemeler
1. Aceleci, Mürai ve Münafık Tipler
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yer yer umumî bir “tip” ve bir “model” kullanır. Evet o, nurefşan beyanlarıyla hâdiseleri tahlil ederken hedefte hususî bir şahıs olmaz. Fakat şu âyetler her insan için ya da belli tipler için, hemen her zaman söz konusu olabilecek davranış, inanış ve aldanış biçimlerini sergiler: “İnsan bir sıkıntıya maruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Ancak Biz onun sıkıntısını giderince de, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi çeker kendi yoluna gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir.”[1]
Dikkat edilirse âyet şu ya da bu kimseye değil, mutlak mânâda insana ait bir hususiyeti tespit ve tersim eder ve bu konumda bulunan insanın hâlet-i ruhiyesini enfes bir üslûpla dile getirir.
Evet, insan, kendisine herhangi bir zarar isabet ettiği; meselâ oğlu-kızı veya hanımı vefat ettiği; bağına-bahçesine bir zarar geldiği, işleri tamamen tersine dönüp ticaretinde iflasa gittiği ya da makam ve mevkiini kaybetme sath-ı mailine girdiği zaman durup dinlenmeden Rabbine dua eder. Bu duayı her zaman diliyle yapmasa da vicdanıyla sürekli aynı şeyleri mırıldanır, her zaman bunları düşünür ve en içten feryatla O’na teveccüh edip yalvarır.
Sonra Allah, onun başına gelen musibeti ve zararı kaldırdığı, sırtından o ağır yükü aldığı, pâye-i hil’atini yeniden giydirdiği, “Sen hükümdar oldun!” deyip yeniden tâcı başına koyduğu, işlerini yeniden denge ve düzene soktuğu zaman aynı insan öyle bir tavır takınır ki, sanki hiç o musibetlere maruz kalmamış, hiç el açıp Allah’a yalvarmamış ve yana yakıla Mevlâ’ya teveccüh etmemiş biri gibi oluverir.
Bu çizgide bir başka ruh hâleti münasebetiyle de Kur’ân şöyle der: “İnsana ne zaman bir nimet versek hemen Allah’tan yüz çevirir ve yan çiziverir.”[2]
Kur’ân’ın karakterini tasvir ettiği bu tip, Allah’ın kendisine in’amda ve ihsanda bulunmasına, nimetleriyle serfiraz kılmasına karşılık sanki elde ettiği bu nimetleri sebepler vermiş veya onları kendisi yaratmış gibi bir tavra girer.
Aslında Kur’ân’ın çok veciz olarak ifade buyurduğu bu insan tipi, her asırda karşımıza çıkan ve çıkabilecek olan bir karakteri simgeler. Evet, mazhar olduğu nimetleri ifade ederken; “Bunlar benim ilmim ve mârifetimle elde ettiğim şeylerdir.”[3] diyen insanların sayısı hiç de az değildir. Aslında, tiz perdeden telaffuz edilen bu tür lafları bugün çokça duymaktayız. Bunlar firavunca ve nemrutça düşüncelerden kaynaklanan sözlerdir.. ve Mevlâ’nın nimetlerine karşı korkunç bir nankörlüğün; Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb’ı unutmanın, sahip olunan bütün nimetleri ihsan edenden gafletin ifadesidir.
Kur’ân, o nurlu ifadeleriyle ayrı bir tipi de şöyle anlatır: “Ona bir zarar dokununca hemen umutsuzluğa düşer.”[4]
Aslında bu da bir kâfir karakteridir. İlk etapta insan bunu sezemeyebilir. Fakat biraz düşününce ve âyete im’ân-ı nazar ile (derinlemesine) bakınca bu ifadelerin arkasında, Mevlâ’ya başkaldıran bir Firavun tipinin resmedildiğini hemen anlayıverir.
Çünkü yeis (ümitsizlik) kâfirin şiarı ve onun ayrılmaz vasfıdır. Evet, küçük bir zarara maruz kaldığında hemen ümit dünyası yıkılıp altüst olan, elbette sağlam bir mü’min olamaz.
Görüldüğü gibi, örneklerini sunduğumuz bu âyetler ve Kur’ân’ın o engin ifadeleri içinde, iç dünyasında gelgitler yaşayan insanların hâli öyle karakterize edilmiş ve bu karakterler öyle sağlam tespit buyrulmuştur ki, akıllarını kalbleriyle beraber kullanmasını bilenler, his ve vicdanlarını dinleyenler ve sergüzeşt-i hayatlarını sinema şeridi gibi hayallerinden geçirebilenler, büyük-küçük maruz kaldıkları musibetlerle rehnedâr ve dâğidâr oldukları zamanlar hep içlerinde aynı şeyleri duyacaklardır.
Bir diğer ifadeyle insanlar, nimetlerin baş döndürücü atmosferi içinde yaşarken ülfet ve rehâvetle Mevlâ’yı nasıl unuttuklarına, unutup da kendi dünyalarında yer yer nasıl gelgitler yaşadıklarına bir bakıverseler, Kur’ân’ın çizdiği karakterlerdeki berraklığı görecek ve bütün benliğiyle, “Bu olsa olsa Allah kelâmıdır; başka olamaz!” diyeceklerdir.
Bu açıdan Kur’ân’ın, o engin ifadeleriyle tespit ve tersim ettiği “umumî karakterler” de büyük önem arz etmektedir.
Bazen de Kur’ân, değişik karakterleri resmederken karşımıza gösteriş ve çalım budalası bir karakteri çıkarır. O, mu’ciz ifadeleriyle iki-üç kelime içinde böyle birini gayet enfes bir üslûpla şöyle anlatır: “Onları gördüğün zaman kalıpları göz doldurur (ve dikkatini çeker), konuştuklarında durur sözlerini dinlersin, (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) aslında onlar elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah, canlarını alsın, sürekli nasıl da bâtıla (dönüyor ve) döndürülüyorlar?”[5]
Burada Kur’ân, dönek bir karaktere ait bulanık bir tip resmetmektedir. Bu, sokakta, evde bir türlü; insanlar içinde bir başka türlü görünen zıp orada zıp burada bir tiptir. Böyle bir karaktere sahip kişiler her sayhayı kendi aleyhlerine zannederler. Bunlar büründükleri hâl ve sun’î tavırlarıyla görkemli görünseler de aslında şeytan karakterinde insanlardır. O kadar ödlek, o kadar korkaktırlar ki, çevrelerinde hafif bir ses, bir sayha duyuluverse ya da gök gürleyip şimşek çaksa ödleri kopuverecek gibi olur. Zayıf ve yüreksiz olduklarını gizleyemez ve hemen kendilerini ele verirler.
Şimdi bir de Kur’ân’ın, ipliklerini birer birer pazara çıkardığı şu durumlarına bakın: “O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye bayılan kimselerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”[6]
Âyetten de anlaşıldığı üzere insanlar içinde, yaptıkları şeylerle medhedilmeyi isteyenler onlar olduğu gibi, yapmadıkları şeylerin kendilerine mâl edilmesini isteyenler de yine onlardır. Bunların hayır adına yaptıkları işlerden tek maksatları, dertleri, davaları halk arasında medh u senaya mazhar olmaktır. Bu yüzden de söyledikleri tesir etmez ve mâşerî vicdanca da hüsnükabul görmezler.
Ayrıca, Kur’ân’ın medhe lâyık gördüğü, bunun zıddı olan bir tip de vardır ki, bunlar, yapmadıklarıyla övünme şöyle dursun, yaptıklarıyla dahi övünmemeye azmetmiş muhasebe ve murakabe insanlarıdırlar. Kur’ân başka bir yerde de onların resmini nazara verir: “Nice peygamber var ki, onlarla beraber birçok yiğit çarpışıp gitti. Ama onlar Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü yılmadılar, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah böyle sabredenleri hep sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (kaydırma) sağlam tut, kâfir topluma karşı da bize yardım eyle!”[7]
Aslında bu dualar, büyük ölçüde hep kabul edilegelmiştir. Nitekim İslâm tarihinin değişik dönemlerinde bunları söyleyen pek çok fedakâr ve hasbiler görürüz. Meselâ:
“Allahım! Çalışmam neticesinde hâsıl olacak semereyi ve harmanın dövülüp savrulacağı günü bana gösterme… Cihad ettik; ederken kolumuz kanadımız kırıldı. Vücudumuzda yara almayan, ok, mızrak ve kurşun isabet etmeyen para kadar bir yer dahi kalmadı… Mahkeme mahkeme dolaştırılmadığımız, akla hayale gelmedik işkencelere tâbi tutulmadığımız, hâkimler ve savcılar önüne çıkmadığımız gün ve zaman yok gibidir. Bütün bunlar bir yana Allahım, eğer bu mazlumlara ihsan edeceksen, o günü bana gösterme.. ve sa’yimin semeresini dünyada tattırma. Evet, Müslümanlara umumî ihsanda bulunacağın gün benim canımı al ki, arkadan gelen nesiller benim ne olduğumu, ne yaptığımı bilmesin… Bana hizmet ettir!. Beni Kur’ân’a ve İslâm’a hâdim eyle; ama her Ashab-ı Kehf’e bir Kıtmir gerekir, beni de bu dönemin mücahitlerine öyle eyle!” der; der ve ameline karınca kadar riya ve süm’a karışmasına razı olmaz. “Benim sayemde İslâm yeryüzünde şehbal açtı.” düşünce ve ifadesi nevinden gizli şirklere düşmekten tir tir titrer.
Bu da Kur’ân’ın methettiği bir tiptir. İşte bu konudaki prototip; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şehit olacağını düşündüğünde, koca halife, kendisine şöyle seslenir: “Ey Ömer, nerede şehitlik, nerede sen?”[8]
Evet, işte Kur’ân nazarında maksut ve matlup olan mükemmel tip. Kur’ân’ın matlup ve maksudu böyle olunca, onu rehber olarak kabul edenlerin de mütemadiyen bu duygu ve düşünce içinde olması gerekir. Onlar, yaptıklarıyla övünmeyen ve övülmeyi istemeyen hizmet küheylanlarıdır ve yüksek karakterleriyle de bu çizginin kahramanlarıdırlar!
Kur’ân, umuma ait karakterleri ve onların vasıflarını belli bir üslûpla dikkatlerimize arz ederken, yerdiği, kınadığı o aceleci, mürai ve ikiyüzlü tiplerin yanında, hidayete mazhar olmuş, Kur’ân ve Sünnet’te övgüye liyakat kazanmış tipleri de arz eder. Bütün bunları arz ederken de onların hâl ve etvârını, ruhî ve kalbî durumlarını, iç ile dış uyumlarını, hatta bütün hayatlarını bir muvazene insanı olarak geçirdiklerini öyle tablolaştırır ki, “İşte bu hakikî bir mü’min ve Müslüman karakteridir.” dersiniz.
Şimdi de bu tipte insanlardan birkaç misal vererek konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
2. Hidayete Mazhar Tipler
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hidayete ermiş tiplerin karakter ve genel yapılarını sunarken, onları, bir kısım temel vasıflarıyla öyle net olarak ortaya koyar ki, insan onlarla alâkalı âyetleri okuduğunda, içinde o insanlara karşı ciddî bir hayranlık, hatta içinde onlar gibi olmaya karşı bir aşk ve şevk hisseder. Bu tiplerin en temel vasıfları, Allah’a, ahiret gününe inanmaları ve hayatlarını da ona göre tanzim etmiş olmalarıdır.
Bir insan, o ülü’l-azm kahramanların Kur’ân-ı Kerim’de dile getirilişini dinlerken veya Kur’ân’ın onlarla alâkalı âyetlerini okurken, o büyük ruhların nasıl kendi devirlerini aştıklarını, yaşadıkları zaman diliminin üstüne çıktıklarını apaçık müşâhede eder. Her zaman davranışlarına bir vakar ve ciddiyetin hâkim olduğu bu insanlar, sürekli gönül verdikleri davanın sancısıyla yatıp kalkarlar; onları yakından tanıma bahtiyarlığına erenler de âdeta gök ehlinin onların arkasında saf bağladığını müşâhede eder gibi olurlar. Yeni bir hayat, yeni bir dava ve yeni bir mesajla gelen peygambere ilk defa kulak verenler onlardır. Zira peygamber, hakka-hakikate davet edip çağırırken, onlar hiç tereddüt etmeden “inandık” demişlerdir.
İşte Kur’ân’dan konuyla alâkalı farklı bir tablo: “Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı (alacağın zaman da) iyilerle beraber al!”[9]
Hayalinize arz edilen bu ifadeyi ve onun arkasındaki manzarayı takip etmeye çalışabildiğiniz takdirde, bütün insanları hakka, hidayete davet eden bir münadinin sokaklarınızda dolaştığını duyar gibi olursunuz. O, ölüm burkuntularından kurtulasınız diye ev ev, kapı kapı dolaşırken, siz de, altında ırmakların çağladığı, üstünde ağaçların semaya ser çektiği köşklerde, koltuklar üzerinde mütebessim yüzlerle birbirinize bakıp, tâli’lerinize tebessümler yağdırdığınız o aydınlık günü şimdiden görür gibi olursunuz.
Dahası, sizi yaratan, buraya gönderen ve her şeyi emrinize musahhar kılan o Mevlâ-i Müteâl’le yüz yüze geleceğiniz, visale ereceğiniz bir âlemi, şimdiden gönüllerinizin derinliklerinde hisseder ve içinizden kopan bir sesle: “Biz, nida eden bir münadi duyduk. Saadetimiz için kapı kapı dolaşıp bize varlığı ve varlığın perde arkasını yorumluyordu. Ey Rabbimiz! Biz de O’na iman ettik!” niyazıyla gürleyeceksiniz. Evet, eğer Allah’a inanıyorsanız, mutlaka böyle diyeceksiniz.
İşte bu tabloda Allah (celle celâluhu) bize, bir mü’min tipi resmediyor. Ahiret endişesi içinde, yüzünde o endişenin izleri belirmiş, attığı her adımı öbür âleme göre atan ve her zaman inanmanın mesuliyetini üzerinde taşıyan bir mü’min tipi…
Şimdi bir de olabildiğine mütevazi ve ülü’l-azmâne engin bir vicdan taşıyan şu hasbi ruhların soluklarına kulak verin: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı asla kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!”[10] ifadeleriyle bizi istikbal eder.
Bu ölçüdeki bir âlicenaplık ve civanmertlik ne yücedir! Sadece kendi devrinde kader birliği ettiği mü’minleri değil, asırlar öncesinde aynı davaya omuz vermiş, İslâm hakikatine hizmet etmiş insanları da duaya dahil ederek yakarışa geçmek; evet, bu ne büyük bir vefadır!.
Aslında, ülü’l-azmâne söylenmiş bu sözün altında şu da gizlidir: “Bizi affedip Cennet’e koyabilirsin, ama bu işin temelinde olanları, yani bu davayı bize intikal ettirmede gayreti olanları Cehennem’e atıp da sadece bizi Cennet’e alacaksan, hikmetine bir şey diyemeyiz ama doğrusu biz tek başımıza değil, oraya beraber girmek isteriz.”
İşte ülü’l-azmâne bir ruhun, Rabbisinin ve peygamberinin çağrısına vereceği cevap budur. Böyle bir ruha sahip insan, Allah’ın huzuruna gelir, hem kendisine hem dava arkadaşlarına ve hem de İslâm’a gönül vermiş bütün mü’minlere dua eder.. eder ve mü’minler için kalbinde zerre kadar kin ve gıll ü gışa yer vermemesi için Mevlâ’ya tazarru ve niyazda bulunur. O’na inanan herkesi sevmeyi ve O’nun nefret ettiği kimselerden de uzaklaşmayı ister.
İşte bunlar, ülü’l-azm bir ruh ve Allah’a tam teveccüh etmiş bir gönlün Kur’ân-ı Kerim’de resmedilişi ve nakış nakış işlenişidir.
Buna karşılık bir de, Kur’ân’ın nazara verdiği şu mürai, ikiyüzlü tipe bakın: “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.”[11]
Kur’ân’ın resmettiği bu tipe uyan insanlar, inanıyor gibi gözükürler, ama kendi gürûhuna dönüp, kendi yandaşları ile başbaşa kaldıkları vakit tamamen değişik bir ifade sergilerler. Bunlar, “Allah’a ve ahirete inandık.” derler, fakat aslında onlar Allah’a da, ahirete de inanmış değillerdir. Nitekim kahvehanede, sokak ve çarşılarda yığın yığın insan: “Ben de Allah’a inanıyorum, babam hocaydı, dedem hafızdı, ninem günde beş vakit namaz kılardı ” gibi laflar ederler. Oysa önemli olan dedenin, ninenin edip eylediklerinden daha ziyade kişinin kendi durumudur ve aslolan da odur.. evet, önemli olan, kişinin babasının hoca oluşu değil, gönlünde İslâm adına ne kadar heyecanının olduğudur. Ali’nin, Veli’nin oğlu oluşu hiç kimse için bir şey ifade etmeyeceği gibi, hacının, hocanın oğlu olması da insana bir şey kazandırmaz.
Evet, bu tipler ikiyüzlüdür, müraidir ve “inandık” demelerinde asla samimî değillerdir. Yakınlarını sayıp nazara vermekle inanıyor gibi gözükürler, ama hakikatte bunlar, “Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (bağlanırlar) ne de onlara.”[12]
Bu ikiyüzlü tiplerin sabit bir yönleri, düşünceleri yoktur. Bir ağaç gibi yere kök atmış, semaya ser çekmiş, dal budak salmış hâlleri olmadığı için de hiçbir zaman meyve veremezler. Bunlar, kelimenin tam mânâsıyla eyyamcı, gününü gün eden, renksiz, daha doğrusu her renge giren bukalemun tiplerdir. Menfaatlerine göre bazen orada, bazen burada; bir o cephede, bir bu cephede; evet, bazen mü’minler arasında, bazen de kâfirler arasındadırlar.
Kur’ân’ın bize böyle bir-iki cümleyle anlatıverdiği şeyleri sayfalarca anlatsak bile tam ifade etmemize imkân yoktur. Doğrusu modern psikolojinin bin sayfalık bir kitapla, o da yarım yamalak ve doğrusu yanlışıyla karışık anlatmaya çalıştığı bu tipi Kur’ân, iki-üç kelime ile anlatıverir. İki-üç kelime ama, meseleyi bütün ayrıntılarıyla karakterize ederek arz ediyor; arz ediyor ve insan, münafığın bütün ahvâl ve etvârını karşısında tecessüm etmiş olarak buluyor.
Kur’ân, umuma ait karakterleri anlatırken başka bir karakterden daha bahis açar. Bu tip de, en az diğer tipler kadar önemlidir.. ve bu tip günümüzde belki de en çok karşılaştığımız renksiz tiplendendir: “Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[13] buyrulur.
Evet bu, günümüzün en büyük hastalıklarından biridir. Günümüzde herkes, her sahada, hususiyle İslâmî meselelerde bilir-bilmez konuşmaktadır. Oysa İslâmî meseleler, en fazla ihtisası gerektiren meselelerdir. Siz bir sahada lise diploması seviyesinde bir eğitim görmüşseniz, o sahada seviyenize göre söz söyleyebilirsiniz. Hekimlik ya da mühendislik sahasında ihtisasınız yoksa size bir tek kelime dahi konuşma imkânı tanımazlar. Fakat saha İslâmî saha olunca, her önüne gelen her şeyi söyler. Evet, eğer ortada İslâmî bir mesele tartışılıyorsa, bir de bakarsınız hemen cahil biri kalkar ve lügat parçalamaya ve ahkâm kesmeye durur.
İşte Kur’ân, “İnsanlar içinde öyleleri var ki, ne ilmi ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah (ve iman) hakkında tartışır (durur).”[14] buyurarak bu tipi kınamakta ve ona itap etmektedir.
Bu da, Kur’ân’ın o ulaşılması imkânsız beyan ve üslûbu içinde arz ettiği ve değişik hareketleriyle tutup gözler önüne serdiği ayrı bir karakterdir ki, bu ölçülere bakarak, karşımıza çıkan karakterleri çok rahat diğerlerinden ayırabilir ve böyleleri hakkındaki kanaatlerimizi ortaya koyabiliriz. Kur’ân, bu konuda da o eşsiz üslûbuyla kendisine kulak verenlere, beşer kelâmı olmayıp Allah kelâmı olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Evet, Kur’ân’da, İslâm’a gönül vermiş, iman ve Kur’ân davasını dava edinmiş tipler nazara verilirken, bunların, İslâm’ın yeniden ihyâ edilmesi ve her yanda iman ve sevgi ruhunun şehbâl açması için tasavvurlar üstü bir gayret gösterdikleri nazara verilir. Nitekim bidayet-i İslâm’da manzara tamamen bu şekilde idi. İslâm davası, aşk ve heyecanla her yanda yaşanırken onlar da bu aşk ve heyecanı iliklerine kadar duyabiliyorlardı. Dolayısıyla cihad duygusu da mal-mülk infak edilerek devamlı canlı tutulabiliyordu.
Böyle bir yarışta, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibileri bütün mallarını getirip ortaya dökebiliyor.. ve kendisine, “Ailene ne bıraktın?” diye sorulunca da, “Onları Allah’a ve Resûlü’ne bıraktım.” cevabını veriyordu.[15] Buna yakın bir civanmertliği de Hz. Ömer (radıyallâhu anh) sergiliyordu. –Allah’ın rıza ve rıdvanı serâdan süreyyaya kadar üzerlerine olsun.– Kaldı ki onlar, sadece mallarıyla değil; mallarıyla birlikte canlarını da ortaya koyuyorlardı. Bir de onların bu yarışlarına iştirak edemeyip de dışardan temâşâ edenler vardı. Onlar da her şeyleriyle bu yarışa katılmak istiyorlardı ama, evlerine gitseler ele avuca gelecek bir şey bulamayacaklardı. Bunun için de derin bir telehhüf ve tahassürle gözyaşlarını ceyhûn ederek bir şey veremeden geriye dönüyorlardı.
Kur’ân, işte bu manzaraya tercüman olarak onların heyecan, helecan ve ızdıraplarını şu âyetleriyle dillendirmektedir: “Kendilerine (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen: ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhinde de sana (yol yoktur, onlar da kınanmazlar).”[16]
Evet, âyette sanki Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Habibim! Senin bilmediğin bir cemaat var. Onlar senin yanına girememiş ve bir şeyler verememişlerdi. Bunlar dışarıdan bakıyor, bakıyor ve içerde olanları müşâhede ediyorlardı. Sonra da, dolu dolu gözyaşlarıyla evlerine dönüp bir şey infak edemediklerinden dolayı nasıl üzüldüklerini bir görmeliydin!” buyruluyordu ve onların bu hâllerini tebcil ve takdirlerle yâd ediyordu Kur’ân.
Eğer biz de, biraz daha meselenin içine girebilsek, herhâlde, inci tanesi gibi gözlerinden süzülen ve gözyaşlarıyla serinlemeye çalışan bu cemaatin, nasıl kolu-kanadı kırık bir hâlde evlerine döndükleri gözlerimizin önünde temessül edecektir. Evet, bizler de tasavvur ve tahayyüllerimizle, Kur’ân’ın ifadeleri içine girebilsek, onun alkışladığı bu önemli tipleri, duygu ve düşünceleriyle karşımızda bulacak; hem her şeyiyle öylesine sıcak, öylesine terütaze olarak duyacağız ki, dahası olamaz…
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın resmettiği ülü’l-azmâne tiplerden biri de, yığın yığın belâ ve musibetler karşısında hep mukavemet edip, hâdiselerin önünde eğilmeyen, küfür ve zulüm karşısında daima yüce dağlar gibi dimdik durabilen irade insanlarıdır ki, haklarında Kur’ân, “Onlar ki, halk kendilerine: ‘(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ denince, (bu söz) onların imanını artırdı. Ve: ‘Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir’ deyiverdiler.”[17] buyurarak, âdeta onları semavîlerle eşdeğerde gösterir.
Evet, onlara, “İnsanlar sizin aleyhinize ittifak ettiler ve her gün değişik bir tuzakla karşınıza çıkacaklar, yeni yeni kanunlar vaz’edip sizi baskı altına alacaklar; mahkeme mahkeme gezdirip, istintak ve işkencelerle akı-karayı seçtirecekler; size aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler yapacak ve âdeta başınızda değirmen taşları döndürecekler.” dendiğinde, bütün bunları gülerek karşılayacaklardır. Evet, müfsit ve fitneci bir güruh, her zaman Hakk’a hizmet eden kimselerin karşısına çıkıp hep böyle demişlerdir. Saadet Asrı’nda ve asrımızda böyle dendiği gibi, daha sonraki asırlarda da yine böyle denecektir.
Evet, bu müfsit ve fitneciler her zaman inanan insanları korkutmaya ve onları gittikleri yoldan vazgeçirmeye çalışmışlardır ve çalışacaklardır. Buna karşılık İslâm davasına gönül vermiş insanlar da, hep azm ü ikdam içinde olmuşlardır ve olacaklardır. Zira onlar zaten bu davayı omuzlarken, bütün bâtıl temsilcilerinin harekete geçeceğini bilmektedirler. Çünkü nerede nur varsa, karşısında daima zulmet ve nerede Cennet yolunu açma davası varsa, mutlaka karşısında Cehennem’e itici bir güç hep olagelmiştir. Bundan dolayı da zulüm ve işkenceler, mahkeme ve istintaklar sadece bu inananların imanlarının artmasına vesile olmuştur ve olacaktır.
Bazı kimseler, onların aleyhine ittifaklar kurup kanunlar, fermanlar çıkarabilirler; hizmet ruhu henüz neş’et ederken onu boğmak isteyebilirler; buna karşılık mü’minler de, gürül gürül ve hep bir ağızdan “Allah bize kâfî ve vâfîdir, Mevlâ-i Müteâl bize yeter!” diyeceklerdir.
İşte bu mülâhazalar ile biz de nâr-ı Nemrut’a atılan Hz. İbrahim’den (aleyhisselâm) asırlarca sonra, başına taş-toprak saçılıp ve yüzüne tükürük atılan Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ızdırap ve çilesini ruhumuzda duyarken, Kur’ân’ın konuyu ifade eden o enfes üslûbu karşısında, onun başka değil ancak Allah kelâmı olabileceğini hisseder ve bir kere daha tasdik ve takdir hislerimizle coşarız.
3. Mütefekkir Tipler
Kur’ân’ın övgüye lâyık gördüğü tipler arasında ‘mütefekkir’ tiplerin ayrı bir yeri vardır. Bunlar, hayatlarının her dakikasını, en engin duygu ve düşüncelerle âdeta bir kanaviçe gibi işlerler. Üzerlerinden geçen ve itibarî bir hattan ibaret olan zamanın hiçbir parçasının boş geçmesine müsaade etmez ve onu dolu dolu yaşarlar.
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!'”[18]
Evet, hayatlarını tefekkürle süsleyen bu insanlar; yatarken, kalkarken, yerken, içerken mütemadiyen düşünür; sebep-netice, eser-müessir, Hâlık-mahluk arasındaki münasebetleri derinlemesine inceler ve mârifet-i Sâni adına her zaman sonsuza yelken açar; göklerin ve yerin yaratılışına, onlardaki o şiirimsi âhenge, mükemmel nizama hep ibretle bakar ve bu tefekkür sayesinde hiçbir şeyin sahipsiz ve gayesiz olamayacağı neticesine ulaşırlar.
Değişik semavî sistem ve galaksilerin baş döndürücü keyfiyetlerinden arzdaki her şeyin hikmet, maslahat ve faydalarına kadar harikulâdeliklerle dolu varlık karşısında hayretten hayrete girer ve: “Ey Rabbimiz! Bütün bunları Sen boşuna yaratmadın;” her şeyde Hakk’a götüren bir yol ve her şeyde Hak isminin bir tecellîsi var, derler. Sonra da, “Allahım, Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azabından muhafaza eyle!”[19] niyazıyla hep O’na yönelirler.
Kur’ân bunları anlatırken, üzerimizden geçen zamanın her parçasına Mevlâ’nın adını yazan bir tip canlanır onların gözlerinde. Hiçbir anını boş geçirmeyen, yaşadığı her ana kendi şuurundan bir ruh katan ve böylece her zaman canlı ve hareketli geçen bir hayata sahip olan bu tip, tam bir mütefekkir tipidir. Einstein, zamanı ‘itibarî bir hat’ olarak tarif eder ve zamanın, zatında vücudu olmadığını ve mekânın sırlı bir buudu olduğunu söyler. Ne var ki, cansız ve vücutsuz zaman şeridi, her parçasına Allah’a ait mânâları işleyebilen mü’minler sayesinde, hayat kazanır ve onun imanı ve ameli sayesinde de, âlem-i bekâya ait ebedî-sermedî birer manzaraya dönüşür.
Kur’ân’ın bu tipi nazara verip o tatlı beyan ve üslûbuyla resmedişi fevkalâde büyüleyicidir. Bu öyle bir resmediş ki, mü’min bir gönül bu tasvir ve üslûp karşısında kendinden geçer. Bu seviyeyi yakalamış böyle birinin kalbinde, his ve heyecanında, tefekkür ve tezekküründe ciddî bir iştiyak hâsıl olur.. derken bu iştiyakla Kur’ân’ı âyet âyet tefekküre dalar ve kendi diliyle onun Allah Kelâmı oluşunu duymaya çalışır. Hatta onun ötelerden getirdiği cennetlerin kokusunu iliklerine kadar hissetmeye başlar.
[1] Yûnus sûresi, 10/12.
[2] İsrâ sûresi, 17/83.
[3] Kasas sûresi, 28/78.
[4] İsrâ sûresi, 17/83.
[5] Münâfikûn sûresi, 63/4.
[6] Âl-i İmrân sûresi, 3/188.
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/146-147.
[8] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 11/94; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/403.
[9] Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
[10] Haşir sûresi, 59/10.
[11] Bakara sûresi, 2/8.
[12] Nisâ sûresi, 4/143.
[13] Âl-i İmrân sûresi, 3/66.
[14] Lokman sûresi, 31/20.
[15] Ahmed İbn Hanbel, Fezâilü’s-sahâbe 1/360; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 2/536.
[16] Tevbe sûresi, 9/92.
[17] Âl-i İmrân sûresi, 3/173.
[18] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
[19] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
İnananların alacağı dersler
1. Mü’minin Kendini Tanıması
Bu bölümde, buraya kadar üzerinde durduğumuz, Kur’ân’daki karakter tahlillerinin neden önemli olduğunu belli ölçüde de olsa az daha açmaya çalışacağız. Düşünen ve hayatını düşünerek yaşayan hemen herkesin bildiği gibi, insanımız birkaç asırdan beri şuur, idrak ve düşünce adına yaşadığı dünyanın dışında kalmıştır. Bu ölçüde bir bîgânelik inananları birbirlerine ve kendilerine yabancı yapmıştır. Kendini bilmeyen, –tasavvufî ifadesiyle– nefsini ve özünü tanımayan insanın, ne başkalarını ne de Rabbini tanımasına, dolayısıyla da, Yaratanıyla, münasebetlerini olması gereken seviyede tutmasına imkân yoktur.
İşte biz, bazı âyetleri tahlil edip, bazı tiplemeler ortaya koyarken, tarihe mâl olmuş bazı olayları, bazı Ehl-i Kitab’ı ve onların peygamberlerine yaptıkları şeyleri ifade etmeyi, onlara karşı kin ve nefret duygularını tahrik etmek için yapmadık. Belki bu tarihî misallerden hareketle, hâdisede yer alan insanların iç dünyalarını, beşerî boşluklarını, günümüzdeki benzerlerine ışık tutar mülâhazasıyla irdelemeye çalıştık. Yoksa biz tarihî hâdiselerin, kin ve nefret vesilesi yapılmak üzere bu günlere taşınmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Evet, insan her şeyden önce maddî, hususiyle de mânevî boyutu itibarıyla evvelâ kendini tanımalıdır. Bu, onun terakkisinde en önemli bir faktördür. Hatta diyebilirim ki, bir mü’min namaz, oruç, hac vb. ibadetlerde ne kadar ileri giderse gitsin, onları kemmiyet itibarıyla ne kadar artırırsa artırsın, o kimse ledünniyat adına derinleşememiş ise bu ibadetler, onu çok fazla terakki ettirmeyebilir. Gerçi böyle bir mü’min, vazifesini yapmış, Allah’a karşı kulluk borcunu yerine getirmiştir ama, iç âlemine doğru açık olması gereken menfezler kapalı olduğu için, yaptığı ibadetlerden kâmil mânâda istifadesi söz konusu değildir.
Evet, böylesi sığ, ledünniyata karşı yabancı mü’minler, sabahtan akşama kadar Kâbe’yi tavaf etse de, Kâbe ile beraber kendi derinliğinin etrafında dönemediği için, beklenen ölçüde Kâbe’yi tavafın semeratını göremeyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında nice Kâbe’yi tavaf eden vardır ki, siz onları kupkuru cesetler veya cansız cenazeler olarak görürsünüz. Bundan müstesna olan pek çok şuurlu insan olsa da sayıları çok fazla değildir.
Hatta bu durumu bizzat Kâbe’de de müşâhede edebiliriz. Şöyle ki, orada Allah’ın tazim ettiği çok şeyin tahkir, tahkir ettiği şeylerin de tazim edildiğini görürüz. Eğer, tavaf yapılırken Allah’ın haram kıldığı yasaklar irtikâp ediliyor ve insanlar nafile tavaf uğruna dünya kadar haramı veya mekruhu işleyebiliyorlarsa, harem sınırlarında işlenen günahlara bire iki ceza verildiği düşünülecek olunca, hâdisenin vehametini tahmin edebilirsiniz. Kadın-erkek beraberliği içinde yapılan tavafta bundan sakınma imkânı yok diyenler olabilir. Hâlbuki her zaman alternatif yollar bulmak mümkündür. En azından, daha çok vakit alsa da pekâlâ ikinci katta, üçüncü katta tavaf yapılabilir.
Rica ederim, Kâbe’de, Allah’ın huzurunda, O’na yaklaşmak ve yakınlaşmak için yapılan ibadette bile haram davranışlar sergilemek, O’ndan ne kadar uzak kalındığının göstergesi değil midir? Aynı şeyleri başta namaz olmak üzere oruç, zekât, Allah yolunda infak gibi diğer hayrât ve hasenat yolları için de söyleyebiliriz.
Hâsılı, özellikle son birkaç asırdır, bizde kalbî hayat büyük ölçüde sönmüş veya söndürülmüştür. İnsanın kendini dinlemesi, kontrol etmesi ve iç âlemini temâşâsı tamamen veya kısmen ihmal edilmiştir. Hatta tekkelerde dahi –ki oralar insana İslâmî heyecan veren, canlılık aşılayan, insanların aşk u şevkini coşturan kudsî mekânlardır– bu ruhun öldüğü söylenebilir.
Bu sebeple, içinde bulunduğumuz mevcut durumun farkında olarak, bu ruhu canlandırmak, topluma bu düşünceyi yeniden kazandırmak vazifemiz olmalıdır. Zira asıl mesele, insanın kendini iç âlemi itibarıyla tanıması ve ledünniyatta derinleşmesi olmalıdır. Ledünniyatı sönmüş bir insan, Allah’ın huzuruna giderken, bırakın Allah’tan uzak olmayı –Aman Allahım, o ne büyük felâkettir!– kendinde bile değildir.
İşte, bu ve benzeri düşüncelerle, Kur’ân merkezli bazı karakter tahlillerini gündeme getirmekle, kendini bulmak, kendini bilmek ve kendini tanımak isteyen insanlara, nefislerini tahlil etmeleri adına yardımcı olmaya çalıştık.
Evet, kendinden habersiz, mârifet ufkuna oldukça yabancı, yaratılış gayesini bilmeyen insanın fikrî ve kalbî hayatı adına falso falso üstüne yaşaması kaçınılmazdır. Böylesi sorumsuzluk içinde hayatını sürdürmeye çalışan insan, kim bilir dünya ve ahiretini tehdit eden nice tahripkâr virüslere açık bir hâlde bulunuyordur! O hâlde insan, önce kendini tanımalı, hep kemal yolunda olmalı ve sonra o hâlini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Tıpkı vatanın düşman hücumlarından korunduğu gibi ki, bunların her ikisi de dinin çok önem verdiği hususlardandır.
Şimdi isterseniz, Âl-i İmrân 200. âyetinin yol göstericiliği içinde bu düşüncelerin açılımını yapmaya çalışalım:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”
Âyette yer alan ifadelerle, اِصْبِرُوا yani sabredin.
Bundan daha önemlisi وَصَابِرُوا “Birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun, sebat edin.” Şöyle de denilebilir: Biriniz kabz, diğeriniz bast hâlindeyse, bast hâlinde olan kabz yaşayan kardeşine yardım etsin. Biriniz dilhûn ve dilgîr, diğeriniz pürneşe ise, birbirinizin neşe ve üzüntüsünü paylaşmalısınız. Veya genelleme yaparak şöyle de meal verilebilir: Mü’minler her hâlükârda birbirlerinin yardımına koşmalı ve birbirlerine mededresân olmalıdırlar.
وَرَابِطُوا “Râbıta yapın.” Yani tehlikeye açık menfezleri iyi gözetin.. maddî ve mânevî düşmanlarınızın, ferdî ve içtimaî alanda içinize sızmasına fırsat vermeyin.. fikrî, zihnî, kalbî ve ruhî hayatınızı bozacak olan fesat unsurlarının her çeşidine karşı tetikte olun; zira ferdî veya içtimaî bir bünyeye herhangi bir virüs musallat olunca, o bünyede sarsıntı ve çözülmelerin meydana geleceği açıktır. Maddî ve mânevî bütün değerler, kısa veya uzun vadede dejenere olur. Millet kendi öz kimliğinden uzaklaşır, toplumdaki bütün dengeler bozulur ve böyle bir toplumda korkunç anarşi anaforları meydana gelmeye başlar; başkaldırılar birbirini takip eder; ihtilal türküleri yankılanır her tarafta; sonra da, iftirakları iftiraklar, bozulmaları bozulmalar takip ederek millet ve devlet önü alınmaz çözülmelere maruz kalır.
İşte böyle bir sonucun başlangıcı diyebileceğimiz bir duruma gidildiğinde, yukarıda bahsettiğimiz, millî ve dinî değerlere aykırı şeylere açık bulunduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Bu açıdan, vatan sınırlarının korunma hassasiyeti içinde ferdî ve içtimaî yapının korunmasında da aynı hassasiyet gösterilmelidir. Aslında bizim yakın tarihimiz, bunun örnekleri ile doludur. Asırlarca İslâm âlemine bayraktarlık yapmış olan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının asıl sebebi, bazı kimselerin haricî düşmanların entrikalarına kanarak, millî ve dinî değerlerinden uzaklaşması olsa gerek. Bugün de fazla değişen bir şey yok. Milyarı aşan İslâm âleminde, Müslüman fert, kendini bilmemekte ve tanımamaktadır. İstisnalar bir tarafa, çok büyük bir kitle kalbî, ruhî ve hissî hayattan uzaktır. Hâlbuki hayat, şuur ve idrak sayesinde bir mânâ kazanır. Eğer bu ölçüde bir anlayış yoksa, o hayata gerçekten “hayat” demek oldukça zordur.
Böylelerinin uhrevî hayatı ise, tamamen harap demektir. Kur’ân böyle insanları حَصَبُ جَهَنَّمَ “Cehennem yakıtı” (Enbiyâ sûresi, 21/98) diye tavsif eder. Zira bunlar dünyada şuursuzca yaşamışlar.. varlık ve varlık ötesi ile münasebet kuramamış, çevrelerinde, açık-kapalı cereyan eden şeyleri görememiş ve her zaman tefekkür ve tezekkürden uzak kalmışlardır.
Özetle, onlar Allah’ın ihsan ettiği fırsat ve imkânları iyi değerlendirememiş ve tabir caizse odun gibi yaşamışlardır. “Ceza, amel cinsindendir.” fehvâsınca da, ahirette odun gibi muamele göreceklerdir. “Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler Cehennem yakıtısınız. Ve oraya gireceksiniz.” (Enbiyâ sûresi, 21/98) âyeti bu hakikatin dili ve tercümanı gibidir.
Hâsılı, insan kendini tanımalı, kâinatla arasında var olan münasebeti bütün yönleriyle kavramaya gayret etmeli, ledünniyatta derinleşmeli, böylece her insan için mukadder kılınan kemal noktasına ulaşmaya çalışmalıdır. Kur’ân âyetleri dikkatlice okunduğunda o, bu çerçevede insana yardım elini uzatacak, ona yol gösterecek ve yön tayin edecektir. Yukarıda mealini sunduğumuz Âl-i İmrân sûresi 200. âyeti bunlardan sadece biridir.
2. Mahzun Gönüller ve Ümit Kapısı
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/139)
Bu âyet, Uhud Savaşı sonrasında nazil olmuştur. Bilindiği üzere, Uhud Savaşı’nda Müslümanlar geçici bir mağlubiyet yaşamış, bundan dolayı da çok ciddî bir üzüntü duymuşlardı. Konumuzla ilgisi olmamakla beraber, yeri gelmişken şu hissiyatımı ifade etmeden geçemeyeceğim:
Benim Uhud Savaşı ile ilgili yapılan değerlendirmelerde ona mağlubiyet, hezimet vb. şeyler söylemeye hiç gönlüm razı olmuyor. Zaten savaşın neticelenmesinden hemen bir gün sonra Müslümanların Mekkelileri takip ederek Medine sınırlarının çok çok ötesine kadar kovalaması tarihen sabit bir gerçektir ki, bundan dolayı da “Uhud mağlubiyeti” demek kat’iyen doğru değildir. Ayrıca Uhud’da yaşanan “mağlubiyet” görünümlü o olayda, Okçular Tepesi adı verilen yere yerleştirilen sahabe için “Ganimet sevdasıyla Hz. Peygamber’in emrini terk ettiler.” demeyi de sahabe telakkimiz açısından yanlış bulurum. Bunun yerine “Emre itaatteki inceliği kavrayamadılar.” demek bana daha doğru geliyor.
Konumuza dönecek olursak; işte bu durum sahabe-i kiramdan bazılarının moral değerlerini altüst etmişti. Zira onların büyük bir kısmı, bir yıl önce gerçekleşen Bedir Savaşı’na katılmamış kişilerdi. Onlar Efendimiz’in Medine’de kalıp “müdafaa harbi” düşüncesine karşı “taarruz harbi” teklifini getirmiş ve teklif kabul görünce de, Bedir misali galibiyet arzu, aşk ve şevki ile Uhud’a gitmişlerdi. Ancak yaşanılan, ama ümit edilmeyen sarsıntı onları mahzun etmiş ve sarsmıştı. Ganimet alamama bir tarafa, tam yetmiş tane, hepsi bir birinden değerli sahabi de (radıyallâhu anhüm) orada şehit olmuştu. İşte bunlardan ötürü o muvakkat tezelzül âdeta onları ciddî bir tasaya sevk etmişti.
İşte tam bu esnada Kur’ân’ın: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz.” nidasıyla kendilerine geldi ve yeniden hayata, hayatın gerçeklerine uyandılar. Evet, galibiyet veya mağlubiyet, hâkimiyet ya da mahkûmiyet, Allah’ın koyduğu kevnî prensipler açısından dairevî bir yol takip etmekte ve bizim arzularımıza göre tekdüze ve müstakim bir hat izlememektedir. Nitekim rivayetlere göre Ebû Süfyan, Uhud’un sonunda Nebiler Sultanı’na bunu hatırlatmış ve “Bedir’e karşı Uhud, Ebû Cehil’e karşı Hamza!” gibi şeyler söylemişti…
İşte bu âyet, sahabenin kulaklarında yankılanır yankılanmaz onların gönüllerini harekete geçirmiş, düşüncelerini tadil etmiş, ufuklarını açmış ve yaşanan muvakkat dağılmanın her şey olmadığını göstererek, yeni gayretlerle galip gelinebileceğini hatırlatmıştı. Ancak hemen ilave etmeliyim ki, bu duygu ve düşüncelerin üzerine oturacağı zemin ve esas da imandı. İmanı olmayan bir gönlün bu âyet ve bu âyetin ihtiva ettiği hakikatler karşısında harekete geçmesi, hüznünü bir kenara bırakarak yeniden şahlanması düşünülemez.
Evet, yukarıdaki âyet-i kerime, hayata ait gerçekleri hatırlatmanın yanında, ümitsizlik girdabına düşmüş ruhları şaha kaldıracak ve ölü gönülleri okşayarak harekete geçirecek bir mahiyet sergilemekte ve –satır aralarındaki mânâya göre– onlara çıkış yollarını göstermektedir. Kur’ân’a gönül veren, ona candan ve yürekten inanan, onun ilham ettiği mânâyı, etrafa saçtığı kokuyu duymak isteyen herkes, kapasite ve kabiliyetine göre bunu Kur’ân’ın satırlarında ve satır aralarında bulabilir, duyabilir, hissedebilir. Kur’ân’a bu perspektiften bakan kişi veya kişiler –kurumları da ilave edebiliriz– yarınlarına emniyetle bakabilirler.
Kur'ân ve onun eşsiz üslûbu
Kur’ân-ı Kerim, değişik mevzuları ele alıp muhataplarına arz ederken tamamen kendine has bir üslûp kullanır. Onun bu fâik üslûbuna ve mevzuların arz edilişinde seçilen, kullanılan kelimelerin inceliğine az vâkıf olan kimseler, aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen, onun hâlâ tarâvetini, halâvetini koruması karşısında hayrete düşer ve onun mucize bir beyan olduğunu hemen tasdik ederler.
Kur’ân, bir bakıma bedevî bir cemaate nazil olmuştu. Bu cemaat, Kur’ân’ın getirdiği pek çok şeye yabancı sayılan yirminci yüzyılın insanlarından daha fazla ona yabancıydılar. Pek çoğu itibarıyla bedevi bu insanlar, sürekli birbirleriyle yaka paça oluyor ve vuruşuyorlardı. Evet, başıboş ve idealsiz bir hayat yaşayan bu güruh, hiçbir zaman içtimaî, iktisadî ve ahlâkî salaha erememiş, kabile çerçevesinde olsun, şuurlu bir cemaat ve ideal bir birlik oluşturamamışlardı. Hemen bütün müşrikler, Kâbe’ye doldurdukları putlara karşı yaptıklarıyla övünüyor ve bununla kendilerini teselli ediyorlardı. İçlerinden pek az ilim sahibi olan aydınlar ise, bu putları sadece Allah’a (celle celâluhu) yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ediyor ve ancak bu ölçüde bir farklılık ortaya koyabiliyorlardı.
Böylece, insanın fıtratına emanet olarak tevdi edilmiş bulunan kulluk duygusu, bir kere daha suiistimal edilmiş oluyor ve bir kere daha ihanete uğruyordu. Bu insanlar, ağaca, taşa, toprağa, güneşe, aya, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta helva ve peynir gibi yiyecek maddelerinden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu putları yiyorlardı. Yine her yönüyle cahiliye bataklığına saplanmış ve vahşileşmiş bu insanlar, kız çocuklarını –tamamı olmasa da– diri diri toprağa gömüyorlardı ki, bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye âdeti, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ü sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı.
Evet, o gün müthiş bir buhran içinde bulunan insanlık, her gün çölün karanlıklarında bin bir fezâyiin yanında bir de, derin derin çukurlar kazıyor ve o çukurlara atılan nice masum çocuk, onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çok geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin dişleri arasında parçalanmaya mahkûmdu.
Yukarıda da işaret edildiği üzere, kısaca vasfetmeye çalıştığımız bu ortamda nazil olan Kur’ân’ın kullandığı malzeme o kadar mükemmel seçilmişti ki, dahası olamazdı. Öyle ki, dağda birkaç tane deve ile ömrünü geçiren çoban bile gönlünü ona verdiğinde, kullanılan ifadeler karşısında iliklerine kadar irkiliyordu. Bu da Kur’ân’ın, sadece üst seviyede belirli bir kesime değil, havâstan avama, bir aristokrattan dağ başındaki çobana varıncaya kadar herkesin istifade edebileceği, anlaşılır umumî bir malzeme kullandığını gösteriyordu. Seçtiği mevzular itibarıyla da öyleydi. O, bir taraftan iman esaslarını işlerken, diğer taraftan göklerden ve yerden bahisler açarak, muhataplarına astronomi ilminin ve teleskopların on dört asır sonra dahi varamayacağı, ulaşamayacağı noktaları gösterebiliyordu.
Evet, o günden bugüne, onun bu yüce beyan ve üstün üslûbuna karşı hiçbir itiraz veya yadırgama olmamıştır. Şayet böyle bir şey olsaydı, şüphesiz Kur’ân düşmanları, işlerine yarayan bu malzemeleri elden ele, dilden dile dolaştırarak destanlaştıracaklardı. Böyle bir fırsat, onların Kur’ân’la olan mücadeleleri adına ele geçmez bir fırsat olacaktı. Aslında meselenin özü işte burada düğümlenmektedir.
Kur’ân, verdiği misalleri ve ortaya koyduğu meseleleri bizzat hayatın içinden seçmektedir. Meselâ, gökten ve buluttan bahsederken, onu devenin kamburunda ele almakta; bir diklik veya büyüklüğü anlatırken bir tepeyi göz önüne getirmekte ve bu tepeleri büyüte büyüte Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştırmaktadır. Dolayısıyla bedevî, kafasını hiç yormadan, üzerine çıktığı tepelerde dolaşırken Sidretü’l-Müntehâ’yı da tahayyül edebilmekteydi.
İşte Kur’ân’ın bu ifade keyfiyeti karşısında, en ümmî bir insandan edebiyatın en derin ve dâhi üstadına kadar herkes, ondan aldıkları zevkle kendilerinden geçiyorlardı/geçmektedirler. Evet, Hz. Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anh), ondan seviyesine göre alacağı dersini alırken, tepeden tırnağa mârifet âbidesi sayılan Hz. Ebû Bekir, yaratılışı itibarıyla “büyük devlet adamı” vasfını haiz olan Hz. Ömer ve daha niceleri, bu Kur’ân’dan kendi hisselerine düşen dersleri almaktaydı. Evet, Kur’ân’ın sihirli ve manyetik alanına kim girerse girsin gönlünü ona kaptırır ve meczup bir Mevlevî gibi hep onun etrafında dönmeye başlardı.
Kur’ân’ın dili Arapça olmasına rağmen, “Gönlün ve fıtratın dili birdir.” fehvâsınca gönlünün diline kulak veren herkes, ondan ayrı bir zevk alır. Zira gönül dili, öyle bir dildir ki, Allah’ın kelâmından bir şeyler anladığı gibi, şeytanın ve insanın konuşmasından da bir şeyler anlar. Bu hakikatten dolayıdır ki Kur’ân, gönül dili ile okunmalı ve dinlenmelidir.
Kur’ân, insanı hemen her yönüyle ele alır ve onunla his ve mantık diyaloğu kurar. Aşağıda sıralayacağımız misallerde bunu apaçık görmek mümkündür. Bunların birincisi, kâfirin iç dünyasını; diğeri de hidayete mazhar olmuş, fakat her an tehlikelerle muhat bir ruhun, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu dile getiren âyetlerdir.
İlk misal: Aşağıdaki âyette, duanın sadece Allah’a yapılabileceği ve O’ndan başkasından yardım talep eden nankör bir ruhun nasıl acınacak bir hâle düştüğü ve düşeceği tasvir edilir:
“Gerçek dua, ancak O’na yapılır (ancak O’na tapılmaya davet edilir). O’ndan başka dua ettikleri ise, onların hiçbir isteklerini karşılayamaz. (Onların durumu) tıpkı ağzına gelsin diye suya avuçlarını uzatan kimse gibidir. Oysa (uzanıp suyu avuçlamadıkça) su, on(un ağzın)a gelmez. İşte kâfirlerin duası, böyle boşa gitmektedir.” (Ra’d sûresi, 13/14)
Mealde de açıkça görüldüğü gibi, dualara icabet edebilecek olan, yalnız Hz. Allah’tır (celle celâluhu). O’ndan başkaları duaları da, dualardaki hedefi de bilemez. Hiçbir varlık, insanın içinde gizli bulunan niyetlerine vâkıf olamadığı ve insan fıtratına uygun maslahatları kavrayamadığı için yapılan dualara icabet edemez. Onun duada isteneni gerçekleştirmeye de gücü yetmez. Binaenaleyh Allah’tan başkasına el açıp dua eden kimse, beyhude yorulmuş sayılır.
İster ibadet hâlinde, isterse ihtiyaç hâlinde kapısına gelip el açan ve kendisine yalvaranlara istedikleri şeyleri verebilecek olan, ancak ve ancak bütün mülk ve melekûtun sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Çünkü her şeyin zimamı O’nun elinde olduğu gibi, her şeyin anahtarı da yine O’nun nezdindedir. Kalblerin ve gönüllerin biricik Sultanı, kâinatın yegâne sahibi O’dur. Bütün hazineler ve bütün varlıklar O’nun emrine musahhardır. Dolayısıyla kul ne isteyecekse Sultanından istemeli ve yalnız O’na teveccüh etmelidir.
Kâfir, bu hakikati anlayamadığından dolayı sürekli yanlış mercilere müracaat eder ve kendisini bir çıkmaz ve açmazlar girdabına atmış olur. İşte Kur’ân, isteklerini Allah’tan başkasının yerine getiremeyeceğini bilmesine rağmen, başka kapılara koşanların hâlini, su kaynağına varan, fakat suyun kendiliğinden avucuna dolması için elini uzaktan ona doğru uzatıp bekleyen kişinin hâline benzetir… Bu kişi, eğilip ve avuçlayarak ondan içeceği veya o suyu kabına, testisine dolduracağı yerde şaşırır ve ellerini uzaktan uzağa suya doğru uzatır. Bir an önce suya kavuşup susuzluğunu gidermek ister, fakat hiç olmayacak bir yolu denediğinden, hiçbir zaman suya kavuşamaz.. ve olmazlar “fasit daire”si içinde bocalar durur.
Evet, Kur’ân, kâfirin dünyaya ait isteklerinde yanlış bir mercie müracaat ettiğinden dolayı, onun zavallı ve acınacak hâlini anlatırken işte böylesine veciz bir üslûp kullanır. Öyle ki o, kâfirin bir ömür boyu süren hayat hikâyesini, âyetteki birkaç kelimeyle özetleyerek o denli engince tasvir eder ki, bu tasvirden daha üstün bir tasvir düşünülemez.
Evet, insan, her yanıyla mucize olan Kur’ân’ın sadece bu âyetine baksa, kâfirin bütün ahvali, hayal kırıklıkları, kalbî ve ruhî boşlukları birer birer gözünün önünde canlanır; canlanır ve Kur’ân’ın ancak ve ancak bütün kâinatla beraber kendisinin de sahibi ve müdebbiri olan bir Zât’ın kelâmı olabileceği kanaatine yönelir.
İkinci misal: Bu âyette, hidayete ermiş ve bu hidayet sayesinde cemaat olmaya mazhar olmuş kimselere, cemaat olmanın nimeti hatırlatılır. Tabiî bu arada, İslâm’ı tanıdıktan sonra onun ruhuna uygun bir hayat sergilemiş o cemaatin, bidayette nasıl bir uçurumun kenarında olduklarına dikkat çekilir: “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/103)
Evet, âyet, ruhlarımıza şöyle sesleniyor: Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.. zinhar tefrikaya ve ihtilafa düşmeyin.. Mevlâ’nın size olan o ihsanını hatırlayın ki, siz birbirinize düşman idiniz.. ondan da öte âdeta birbirinizi yiyordunuz. Allah (celle celâluhu), sizlerin kalblerini birbiriyle telif etti.. ve siz birbirinizin düşmanı iken, Allah (celle celâluhu), sizi birbirinize yaklaştırdı ve aynı vücudun hücreleri gibi bir bütün hâline getirdi. İşte dilimize çevrilmiş o Mu’ciz Beyan: “Ve onların kalblerinin arasını telif etti. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah’tır ki, onları uzlaştırdı.” (Enfâl sûresi, 8/63)
Evet, Allah’tan başka hiçbir kimse, kalblere kendini dinletip onları telif edemez.
Bu âyetin ifade ettiği mânânın bir buudu da, daha bu dünyada iken, Cehennem hayatı yaşayan, hâl ve hareketleri itibarıyla alabildiğine kaba, delidolu bir karakterin nazara verilmesidir. Herkesi ve her şeyi kırıp geçiren, Allah’a imanı olmadığı gibi, hiçbir konuda emniyet de vaadetmeyen bir insan karakterini…
Bu ve emsali âyetleri, derinlemesine inceleyip anlamaya çalıştığımızda görürüz ki, bu âyetler kendi üslûp ve ifadeleri içinde yüzlerce enginlikle insanın kafasında canlanmakta ve mânâ çağlayanları hâlinde insanın düşünce havzına akmaktadır. Zaten Allah Kelâmı’nın başka türlü olması da düşünülemez.
A. İnsan Güzele Meftundur
İnsan, fıtrat itibarıyla güzel şeylere karşı meyyaldir. O, güzel bulduğu her şeye karşı alâka duyar. Bir çiçeği sevdiği gibi koca bir baharı hayranlıkla temâşâ eder. Tabiî sevdiği, alâka duyduğu şeylerin bekâ ve devamını da arzu eder.
Kur’ân, değişik yerlerde insanın bu yönü üzerinde durur ve bu tür duygu ve hislerini dile getirir. Sonra da, Allah’ın ona olan hedâyâ ve behâyâsını hatırlatarak ondaki minnet duygularını coşturur. Evet O, yeryüzüne yayıp serdiği çeşitli nimetleri sayar-döker ve bu konuda insanı dikkatli olmaya davet eder. Onun iş’ar ve irşadıyla her yanda tüllenen nimetler karşısında insanın içinde ciddî bir hâhişkârlık meydana gelir.. tabiî bu arada Cehennem’i arz ederken de insanı ürpertir ve ona götürecek şeylerden nefret ettirir.
Misallere geçmeden önce bilhassa şu hususun hatırlatılmasında yarar var: Burada serdedeceğimiz misaller ile bir kısım kimselerin Cennet’e, diğerlerinin de Cehennem’e gideceğini anlatma niyetinde değiliz. Burada üzerinde durmayı düşündüğümüz husus, Kur’ân’ın bu mevzudaki büyüleyiciliği ve fıtratla iç içe o muhteşem üslûbu ve bu üslûbun, insan gönlünde ne derin tesirler meydana getirdiği hususudur. Yoksa mücerret Cennet ve Cehennem meselesi bu bahsin dışındadır.
İnsanın aşk ve şevkini kamçılayan, onu ufuklar ötesi âlemlerin güzellikleriyle coşturan misaller o kadar çoktur ki, biz o deryadan sadece bir damla ile iktifa edeceğiz:
“Müttakiler (ise), güvenle tüllenir bir makamdadır. Bahçelerde ve çeşme başlarında. İnce ipekten ve parlak atlastan (elbiseler) giyerek karşılıklı otururlar. Böyle olduğu gibi (ayrıca) onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. Orada, güven içinde, (canlarının çektiği) her meyveyi isterler. Yine orada o ilk ölümden başka ölüm de tatmazlar (böylece sürekli yaşarlar). Zaten (Allah), onları Cehennem azabından korumuştur.” (Duhân sûresi, 44/51-56)
Her insanın, sonsuza uzanan bir kısım arzu ve emelleri vardır. Her şeyden evvel hemen herkes, ebedî bir gençlik; tehlikelerden uzak, emniyet ve huzur dolu bir hayat ister. Kendisine ait, içinde ırmaklar akan bir bağ ve bahçesinin olmasını da arzu eder. Bunun yanında, onu yalnızlıktan kurtaracak, dert ve kederlerini, sevinç ve neşelerini paylaşacak bir hayat arkadaşı da arzularının başında gelir. “Nimetlerin en güzeli, daimi olanıdır.” esasına binaen, sevdiği şeylerin devamlı ve hiçbir zaman zayi olmaması onun en önemli arzusudur.
Evet, gençliğinin kaybolup gidişi karşısında hüzne boğulan insan, elindeki değişik nimetlerin zeval bulup gitmesi karşısında kendi zevalini de düşünüp titrediği sürece mutlu olamaz. Çünkü devamı olmayan şeylerdeki lezzet, lezzet değil, insanın hayal hanesinde elemdir. Bu açıdan da insanoğlu, nimetler içinde yüzerken bile, hep nimetleri nimet yapan devam ve bekâ mülâhazası içindedir.
Kur’ân-ı Kerim, yer yer insanın bu mevzudaki his ve arzularına da tercüman olur, en bedevî ve ümmî insandan en medenî insana kadar herkesin arzu ve ihtiyaçlarına cevap teşkil edecek keyfiyetteki ifadeleriyle de insanı hep varlığın öbür buuduyla sevindirir.
“Müttaki”, “takva”dan gelir ve bunun birçok buudu vardır. En geniş mânâsıyla “müttaki”, helâli helâl bilerek onunla iktifayı, haramı da haram bilerek ondan kaçmayı benimsemiş; şer’î ahkâmın bütününe saygılı ve itaatkâr olarak yaşayan mü’min demektir. Yani o, daha dünyada iken ahiretteki hesap endişesini taşıyan ve Allah’tan hakkıyla korkan bir ihsan ufku insanıdır.
Bunlar, ahirette ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. Bu elbiselerin keyfiyeti, onları kimin kesip biçtiği meçhulümüzdür; meçhuliyeti de aşkınlığın gereğidir. Bu konuda, düşünebileceğimiz bir şey varsa o da, bunların fıtrî elbiseler olmalarıdır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şu kâinat kitabından kesip-biçtiği ve bize giydirdiği elbiseler gibi… Evet, Allah (celle celâluhu), bu kâinatı kocaman bir tezgâh gibi işletmekte ve buradan herkese ve her şeye kendi tabiatına münasip elbiseler kesip biçmektedir. Her şey O’ndandır ve her şey O’nun ululuğuyla mütenasiptir.
Kur’ân’ın bu üstün tasvir gücü karşısında kabaran duygular ilâhî beyan zemzemini yudumlayınca insana derin ve tatlı bir “oh” dedirtir. Öyle ki insan, Kur’ân’ın bu tasvirleriyle hayalen yemyeşil bağ ve bahçelerin, kol kol akan ırmakların içinde reftâre gezer gibi olur. Bu duygularla hemen herkesin içinde bir heyecan dalgalanması meydana gelir ve daha dünyada iken kendini, ipekten elbisesini giymiş, Cennet’in zümrüt tepelerinde dolaşıyor gibi hisseder.
Bütün bunların ötesinde âyet, bizlere şu hususları da hatırlatmaktadır: Allah (celle celâluhu), bu kâinatı, nasıl inşâ edip bir meşher gibi döşeyip insanın hizmetine sunmuş, öyle de, ondan daha mükemmel şekilde başka bir âlemi kurup vefalı kullarını orada da memnun edecektir; zira dünya ve ahiret, bir mânâda, aynı kitabın birbirinden istinsahı gibidir. Bu dünyayı inşâ eden Zât, aynıyla hatta fazlasıyla öbür âlemi de inşâ edebilir. İşte orada mü’minlere tasavvurlar üstü nimetler verilecek ve onlar, hayal bile edemedikleri saadetlerin ufkuna ulaştırılacaklardır.
Bu âyette, saadetlerin nümâyân olduğu dünyaların dışında hayat süren bir başka zümreden de bahsedilmektedir. Evet bunlar, varlığa ve onun arkasındaki Zât’a saygısızlıklarının cezası olarak aşkın bir azap içinde kıvranıp duracaklardır. Allah (celle celâluhu), mü’minlere bu zümreden de bahsederken onlara nimetinin ayrı bir buudunu hatırlatmaktadır ki, âyetin sonunda ifade edilen bu hakikat, nimetlerin en büyüğü olarak, ehl-i saadetin huzur ve mutluluğunu doruğa ulaştırmaktadır.
Evet, sadece mealini arz ettiğimiz şu kısa âyette dahi görülüyor ki Kur’ân, insanın hiçbir yönünü ihmal etmemiş, onun bütün insanî duygularını en çarpıcı tablolarla memnun etmiş ve öteler arzusuyla şahlandırmıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, âyetten de anlaşıldığı üzere, insanın güzel şeylere meftun olması, gayet derecede fıtrî ve tabiîdir. Ona bu duyguları bahşeden Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın ve kâinat kitabının âyetlerini de bu duygularla şifrelemiş ve insanın hisleri içine yerleştirmiştir. Ancak bütün bunları görebilmek, idrak edebilmek de basiret, firaset, fetanet gibi duyguların iradî fiillerle geliştirilmesine bağlıdır.
İnsan, çirkinden nefret eder
Yukarıda, insanın fıtraten güzel şeylere meftuniyetinden bahsedip, Kur’ân’ın, o engin ifadeleriyle bu duyguya nasıl parmak basıp onu ihtizaza getirdiğini bir-iki misalle izah etmeye çalışmıştık.
Şimdi bir lahza burada durup, bir de bu tablonun öbür tarafına bakmak yararlı olacaktır. Zira güzele karşı meftun olan insanda, kötü şeylere karşı da bir nefret hissi vardır. Acaba ondaki bu his nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun cevabını bulabilmek için, yine bütün problemlerimizin çözüm kaynağı olan Kur’ân’a müracaat ederek konuyu orada takip etmemiz uygun olacaktır.
Kur’ân, insan fıtratında mündemiç bulunan nefret duygusunu harekete geçirerek, sevgiyle ulaşılacak hedefe onu bir vesile yapmaktadır. Evet o, bir tarafta, bütün ferahlatıcılığı ile o tasavvurları aşkın Cennet’i sunarken, öbür tarafta da olabildiğine dehşet vericiliğiyle Cehennemleri resmeder ve vicdanlarımıza sunar: “Zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, erimiş maden gibi onların karınlar(ın)da kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi. (Allah, zebanilere emreder): Tutun onu, Cehennem’in ortasına sürükleyin. Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün. Tat, zira sen kendi anlayışınca üstündün, şerefliydin.” (Duhân sûresi, 44/43-49)
Şecere-i zakkum, ağzı parça parça eden keyfiyetiyle Cehennem sofrasının başyemeğidir. Cennet ehli, insanın bütün arzularına cevap verecek Cennet nimetleriyle nimetlenirken, Cehennem ehlinin yiyeceği de –buna da yiyecek denecekse– zakkum ağacıdır.
Evet, Kur’ân’ın yaptığı tasvirden de anlaşıldığı gibi Cennet ehli, Cehennem’i gördükleri zaman, Cennet’in kendileri için nasıl bir nimet olduğunu; Cehennem ehli de, Cennet’i görünce, nasıl bir nimetten mahrum kaldıklarını açık seçik idrak edeceklerdir.
Kur’ân’ın tasviri, tasvirde seçtiği kelimeler ve kelimelerin kullanılış yerleri müthiş ve baş döndürücüdür. Âyet, önce zakkumu nazara vererek başlamaktadır. Zakkum, erimiş ve kaynayıp duran bir maden keyfiyetinde tesir icra edecekse, bunun insan karnında kaynadığını düşünmek ne ürperticidir! Kur’ân, buradaki “maden” sözüyle ince bir noktaya da işaret etmektedir. Su, kaynama derecesine ulaştığında, onun fokur fokur sesler çıkardığı herkesin malumudur. Ancak, Kur’ân’ın bu misali getirdiği gün, birçok insan, eritilebilen demir, bakır, çelik gibi çeşitli madenlerin potalarda yüksek derecedeki ısıyla nasıl eritildiğini çok fazla bilmiyordu. Kur’ân, o devrin insanına bunu anlatabilmek için onların, kaynayışını bildikleri suyu örnek vererek meseleyi izah etmekte ve günahkârların yiyeceği zakkum ağacını bir teşbihle anlaşılır hâle getirmektedir.
Evet, dünyada iken çok aziz ve kerim geçinen, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği nimetler başından aşağıya dökülürken, o nimetleri vereni ve niçin verildiğini düşünmeyen Karun’ların ve Sâmirî’lerin o acıklı hâllerini ifade bakımından bu ne acıklı akıbettir! Evet, dünyada iken böyle bir hayat yaşayan insana orada, bu nankörlüğünün karşılığı olarak, “Tat, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.” (Duhân sûresi, 44/49) denecek ve başından aşağıya kaynar sular dökülecektir. Kur’ân’ın bu müthiş tasviri karşısında insan, iliklerine kadar Cehennem endişesiyle ürperir ve Allah’a sığınır.
Mevzuyla ilgili bir diğer misal de Nebe sûresindeki âyetlerdir: إِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًا لِلطَّاغِينَ مَاٰبًا لَابِثِينَ فِيهَۤا أَحْقَابًا “Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur (günahkârları gözetleyip durmaktadır). (Orası) azgınların varacağı yerdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır.” (Nebe sûresi, 78/21-23)
Şâyân-ı dikkattir, âyetlerdeki medler (harflerin çekilmesi) dahi, muhteva ve mânâya iştirak etmektedir. Cehennem ehlinin orada ebedî kalacakları ifade edilirken فِيهَۤا kelimesinde medd-i munfasıl olduğundan sonu çekilmekte ve âdeta uzun bir zamanı ifade etmektedir. أَحْقَابًا kelimesi de zaten ebediyete işaretle Cehennem ehlinin orada ebedî olarak kalacaklarını vurgulamaktadır.
Burada, mânâyı destekleyen ses, ton, âhenk, mûsıkî ve uzatmalar tam yerli yerinde ve birbiriyle âhenk içindedir. Aslında Kur’ân’ın tamamında bu özelliğin var olduğu söylenebilir. Evet, onda, kulak tırmalayıcı tek kelime bile bulunmaz ve her kelime hatta her ses, ulvî bir armoniden yükselen ses dalgaları gibidir.
Kur’ân, Cehennem ehline ait tabloları sunmanın hemen ardından terğib u terhib ve inzar u tebşir esprisine bağlı olarak Cennet ehline ait mazhariyetleri de arz eder. Böylece o, âdeta insanın içine nüfuz ederek onun arzu ve heyecanlarına tercümanlık yapmakta ve onları harekete geçirmektedir.
“Takva sahipleri için de bir başarı ödülü vardır. Bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadeh(ler).” (Nebe sûresi, 78/31-34)
Kur’ân, burada da muttakilerin Cennet’e gireceklerinden ve orada sahip olacakları nimetlerden söz eder ki, o yüce üslûbuyla bâtılı tasvire girmeden, her şeyi insan fıtratına uygun bir keyfiyette dile getirir. Onun bu tasvirinden sonra insanın Cennet’e olan iştiyakı artar ve bir daha da çıkmamak üzere hemen oraya girmek ister.
Verdiğimiz misallerde de görüldüğü gibi Kur’ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, ifadelerinde kullandığı malzemeyi çok iyi seçer ve onu mânâ, maksat, eda, ses ve konu mûsıkîsine uygun bir üslûpla arz eder. Yani Kur’ân, kelimelerle ortaya koyduğu sahneleri resmederken, bazen harf ve seslerin birbiriyle uyum ve âhengini, bazen de şahısları ve karakterlerini devreye koyar; koyar ve arz etmek istediği armoniyi muciz bir şekilde, hem de israf-ı kelâm etmeden itmam eder. Kur’ân diyeceğini deyince sahnede ses, eda, mûsıkî karar noktasına gelmiş ve tamamlanmış olur. Ve son olarak insana sadece, “Bu, olsa olsa Allah kelâmı olabilir!” demek kalır.
Kur'ân'ın seçkin ifade gücü
Kur’ân’ın, insan hislerine nasıl tercüman olduğunu kısmen mütalaa ettikten sonra şimdi de birkaç kelime ile onun kullandığı malzemeler üzerinde durmaya çalışalım:
Bir kelâmın mu’ciz olması ve beşer gücünü, takatini aşıp tarih boyunca bütün söz ve fikir dâhilerine meydan okuması gösterir ki, onda kullanılan kelimeler dahi sıradan kelimeler olmayıp, olağanüstü derinlikte ve kendilerine göre televvünü bulunan bir kısım ışıktan sözlerdir ki, her biri tasavvurlarımızı aşan ifadelere malzeme teşkil etmektedirler.
Bir kere Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kullandığı kelimeleri seçerken, maksadı ifade etmede hiç müphemiyete meydan vermeyecek bir usûl takip eder. Mevzu incelendiğinde, bu seçimin iki şekilde yapıldığı görülür:
Birincisi: Bir kelime, doğrudan doğruya o lafızla anlatılmak istenen mânâda kullanılır.
İkincisi: Seçilerek kullanılan o kelimenin yerine, başka bir kelime konduğunda, maksadı bihakkın eda edemediği açık olarak görülür.
Şimdi burada, her iki şekille de alâkalı misaller getirerek konuyu incelemeye çalışalım. Burada önce, insanın daha fazla dikkatini çeken ikinci şıktaki misalleri arz etmekle başlamak istiyorum.
Birinci Misal:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ
“Ey inananlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanı izlemeye durursa şeytan da ona edepsizliği ve kötülüğü emreder…” (Nûr sûresi, 24/21)
Görüldüğü gibi âyet kısaca, şeytana inkıyat etmekten, ona tâbi olup adım adım onu takip etmekten müntesiplerini sakındırmak istemektedir. Bu maksat ve mânâyı anlatmak için seçilen tabir لَا تَتَّبِعُو’dur. اِتِّبَاع (İttiba) kelimesi, تَبِعَ kökünden gelir ki, şu mânâları ifade eder:
1. Birinin arkasına takılıp gitme; 2. Birine uyma ve ona uydu olma; 3. (Bir başka bâbda yani “iftial” kalıbında ise) Birinin peşine takılmayı tabiat hâline getirme
Kelimeyi bu mânâlarda tahlil ettiğimizde karşımıza şunlar çıkar: Kelimenin sülasi kipine iki harf ilave edip onu bir başka kalıba naklettiğimizde, o, farklı mânâlara da kaynaklık eder. Yani, bir kalıpta bir mânâ ifade eden kelime, başka bir kalıpta bir başka mânâ daha anlatabilir. Söz konusu âyette تَبِعَ fiilinin “tâbi olma” mânâsında üç harfli kalıbı yerine, iftial bâbında اِتِّبَاع şeklinde gelmesi,”Şeytana itaat etmeyin ve ona tâbi olmayın; adım adım kendi yolunu izleyen şeytanın izlerine basa basa onu takip etmeye kalkmayın” mânâsını vermektedir.
Ayrıca burada şöyle bir mânâ daha sezilmektedir: Şeytan, çok sinsi bir varlıktır. Yapacağı şeyleri, dobra dobra ortaya koymaz. Her şeyi, sinsice âheste âheste, adım adım bir plan dahilinde yapar. Öyle ki şeytanın, o sinsiliği içinde ne yapmak istediğini hemen hissetmek mümkün olmayabilir. O, bir adım atar ve attırır. Ona tâbi olan insan da bu adımı küçük görerek, “Ne olacak, sadece bir adım!” der ve arkasından gider. Oysaki şeytan, peşi peşine başka adımlar da attırır; iki-üç adım derken, insanı kendisine kul ve köle hâline getirir. Böylece insan, küçük görerek girdiği günahlarla, içinden çıkılmaz bir bataklığa saplanmış olur.
İşte, لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ “Adım adım şeytanı takip etmeyin.” âyeti, bize böyle bir takipten söz etmektedir. Bu takip, âdeta farkına varmadan gerçekleştirilen, ama neticede insanda huy ve tabiat hâline gelen bir yürüyüştür. Evet, insan, çok defa bunun farkına bile varamaz. Çok defa o ilk adım atıldıktan sonra artık dizginler şeytanın eline geçmiş olur. Öyleyse لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ ifadesinde, “Ona uymayı tabiat hâline getirmeyin.” ikazı da vardır.
Ayrıca bu âyet, bir de insandaki farklı bir ruh hâletini resmeder. İnsan, bir günah işler.. işler ve “Ne olacak, küçük bir şey” der. Hâlbuki o bilemez ki, küçük bile olsa, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Eğer işlenen günah tevbe ve istiğfarla giderilmezse, o küçük gibi görünen günahlar, neticede azgın bir yılan olur ve her zaman kalbi ısırır ki, gelinen bu nokta –hafizanallah– küfür noktasıdır. Dolayısıyla bu ifade, insanın bu günahını ona anlatırken, ağırlığını ruhunda hissettirecek bir üslûp kullanır.
Buradaki “ittiba” lafzını kaldırıp, yerine uygun mânâda başka bir lafız getirmek mümkün olsa bile, bu lafızla insanın his, heyecan, huy ve tabiatını ifade etmek mümkün olmayacak ve o ifade, muhatabın gönlünde aynı tesiri uyaramayacaktır. Evet, ne şeytanın sinsiliği ne adım adım yaklaşma düşüncesi ne de insanın küçük günahlarla farkına varmadan küfre kayıp gitmesi, bu rahatlıkta ifade edilemeyecektir.
Buraya kadar geçen misallerde görüldüğü ve gelecek misallerde de görüleceği gibi Kur’ân, bütün malzemelerini kelime kelime, harf harf seçerek kullanan ve on dört asırdır alternatifi getirilemeyen bir Kadîr-i Zü’l-Celâl’in kelâmıdır.
İkinci misal:
Kur’ân-ı Kerim’de, lafızların özenle seçildiğini ve değiştirildiğinde aynı mânâların muhafaza edilemeyeceğini gösteren tipik bir örneği de aşağıdaki âyette görüyoruz:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الْأَرْضِ أَرَضِيتُمْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الْاٰخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الْاٰخِرَةِ إِلَّا قَلِيلٌ
“Ey inananlar! Size ne oldu ki, Allah yolunda topluca savaşa çıkın, dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Ama dünya hayatının vaadettikleri, ahiretin yanında pek azdır.” (Tevbe sûresi, 9/38)
Burada bir kısım tembel ve uyuşuk insanların, havanın sıcaklığı, bağ ve bahçelerin büyüleyici güzelliği ve rahat tutkusunun ruhlarını sarmasıyla cihaddan geri durmaları kınanmaktadır. Evet, bu insanlar, herkesin canıyla, malıyla iştirak ettiği cihad çağrısına kulak asmaz ve iştirak de etmezler. İşte, böylelerinin hâli, en bariz çizgiler ile burada serdedilmekte ve şöyle denmektedir:
Ey iman edenler! Size; “Yeryüzünde cihada çıkın!” dendiği zaman, ne oluyor ki, yerinize çakılıp kalıyorsunuz; sırtınıza korkunç bir ağırlık çökmüş gibi olduğunuz yerde kendinizi salıyorsunuz.
Burada kullanılan kelimeler içinde bilhassa اثَّاقَلْتُمْ konuyla alâkalı anahtar bir kelime mahiyetindedir. Bunun yerine تَثَاقَلْتُمْ veya ثَقُلْتُمْ kelimesi kullanılabilirdi. Zira bunlarda da ağırlaşıp yerinde kalma mânâsı vardır. Ancak Kur’ân-ı Kerim, bu kelimeden türetilmiş اثَّاقَلْتُمْ kelimesini özellikle seçmiştir. İştikak ilmine vâkıf olanların da malumu olduğu üzere, buradaki şedde, kelimenin telaffuzu ve fiilin bu sigada kazanmış olduğu mânâ, cihada karşı tenperver davranan bir insanın ruh hâletini anlatması bakımından emsalsiz bir uygunluk arz etmektedir.
Üçüncü misal: وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلٰى ظُهُورِهِمْ (En’âm sûresi, 6/31) âyetidir.
İnsan, kendi ağırlığını, bir başka deyişle her insanın vücudunu kendi ayakları taşır. Bu müsellem hakikatin yanında, bir de batmanlar ağırlığında bir yükü sırtına almış, yolda giden bir adam düşünün; yolu oldukça tehlikeli, vücudu fevkalâde çelimsiz ve ayakları da olabildiğine cılız ve dermansız.. hele bir de sırtında başkalarına ait yükler de varsa, böyle bir insanın, bu sıkletin altında kalıp ezilmesi ne ürperticidir!
İşte bu âyette, böyle bir insanın, kendi günahlarının yanında başkalarının da günaha girmesine sebebiyet vermesi, kendi günahıyla beraber onların günahlarını da yüklenmesini, Kur’ân’ın o kendine has enfes ifade gücüyle öyle bir anlatır ki, bunu görebilmek için maddeten ve mânen çelimsiz bir vücudun ağır bir yük altında nasıl ezileceğini düşünmek yeter. Ayrıca âyetin bu konuyu tablolaştırırken kullandığı kelimeleri seçmedeki harikulâdeliği görmemek mümkün mü?
Evet, bu âyet-i kerimede günah bir “yük”, hem de Mevlâ’nın huzurunda insanın belini bükecek ölçüde ağır bir yük olarak tavsif edilmekte; sonra bu yükün insanı dünyada ve ukbâda nasıl iki büklüm bir hamal hâline getireceği esprisi verilmektedir ki, böyle batmanlarca günahın yanı başında, yolun yokuşları, zikzakları ve virajları hesaba katılacak olursa, kelimenin ifade ettiği mânâ ve o mânâdaki enginliğin kalblerdeki tesirini varın siz tahmin edin.
Evet, sırtlarında yük taşıyanlar, başka cinsten varlıklardır. İnsan, sırtında yük taşımaya müsait olarak yaratılmamıştır. Ancak Kur’ân, günahın ağırlığını, onun taşınma keyfiyetini ve vicdanda hissedilen sıkletini böylesine mânâlı bir üslûpla ifade etmektedir. İnsan bu mülâhaza ile âyeti okurken, bütün günahlarının ağır bir yük hâlinde sırtına yüklendiğini hisseder ki, bu da bize, Kur’ân’ın malzemelerini nasıl bir titizlikle seçerek kullandığını ve başka kelimelerin –aynı anlamda kullanılsa bile– aynı mânâ ve mûsıkîyi veremeyeceğini açık bir şekilde göstermekte ve Kur’ân’ın, bu yanıyla da nasıl bir mucize olduğunu ortaya koymaktadır.
Kur'ân'ın lafız-mânâ bütünlüğü
Kur’ân’ın seçtiği lafızlar, hedeflenen mânâyı eksiksiz olarak ifade ederler. Her bir lafız, hangi mânâ için seçilmişse, o mânâyı eda etmesinde herhangi bir eksikliğe veya ihmale rastlamak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki hemen bütün lafızların bu tarzda olduğu söylenebilir ve bu konuya misal teşkil edecek birçok misal getirmek mümkündür. Ne var ki, sözü uzatmamak için biz burada sadece bir-iki misal ile iktifa etmeyi düşünüyoruz:
Birinci Misal: وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَۤا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ “Onlar orada; ‘Rabbimiz, bizi çıkar, (önce) yaptığımız (menfi şeylerden) başkasını yapalım’ diye feryat ederler…” (Fâtır sûresi, 35/37)
Bu âyette, Cehennem ehlinin, hem yüzlerine bakılmayacak şekildeki hâlleri hem de ağlayıp feryat etmeleri dile getirilir. Kur’ân burada, صَرَخَ fiilini “iftiâl” bâbında يَصْطَرِخُونَ olarak kullanmaktadır ki, kısaca:
Şiddetli bağırmak,
Avaz avaz feryâd u figan etmek,
Çığlık atıp yardım talep etmek,
Ehl-i Cehennem’in kulak verilmeyen bağırış ve haykırışları,
Kadının, ölen oğluna feryat etmesi gibi mânâlara gelir.
Kelime, değişik kalıplara girdikçe, ihtiva ettiği mânâlar da çoğalmaktadır. Ancak, hemen hepsinde de, “yavrusunu yitirmiş bir ananın feryadı” temel anlam gibidir. Yani Cehennem ehlinin hâli, “yüreği yanmış ananın, bağırıp çağırarak sağdan soldan imdat istemesi”ne benzetilir. Mânâ bunu ifade ederken, lafızlar da aynı hâlet-i ruhiyeyi soluklamakta ve bilhassa boğazdan çıkan خ harfiyle خُونَ lafzı, mûsıkî olarak da ümitlerini yitirmiş insanların şaşkın ve yeis içindeki çığlıklarını hatırlatmaktadır.
İkinci misal: قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ إِلٰهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ اَلَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ “De ki; ‘Sığınırım ben, Rabbine nâsın. Melikine nâsın. İlâhına nâsın. Şerrinden o sinsi vesvâsın. Ki vesvese verir sinelerinde nâsın. (Onlar) gerek cin gerekse insden.” (Nâs sûresi, 114/1-6)
İfadenin bu şekildeki sıralanışı, önceden sıfatı zikredilmek suretiyle o sinsi vesveseci hakkında duyguların tepkiye geçmesi ve o sinsi vesveseciye karşı bir metafizik gerilim içindir.
Bu âyetler, şeytanla/şeytanlarla alâkalıdır. Ancak burada, sadece lafız ile mânâ arasındaki uyuma dikkat çekilecektir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi şeytan, çok sinsi bir varlıktır. O, bu sinsiliğiyle şüphe ve desiselerini hiç sezdirmeden insanın içine atıverir. İşte bu mübarek âyetler, şeytanın bu sinsice işlerine karşı insanı uyarmaktadır. Kur’ân, hâdiseyi öyle bir üslûpla anlatmaktadır ki insan, onun seçtiği her kelimede bu sinsiliği ve bu esrarengizliği duyabilmektedir.
Sûrenin bütün âyetlerinin sonu “s” ile bitmektedir ki bununla biraz da aliterasyon esprisi çerçevesinde şeytanın fısıltıları, vesvese ve fitneleri nazara verilmekte ve ona karşı insan uyarılmaktadır. Bundan anlaşılan da, şeytanın bütün gücü, silahı ve malzemesinin, sadece hile ve vesveseden ibaret olduğudur. O, her an insanın zayıf bir anını yakalamaya ve bir çelme ile onun sırtını yere getirmeye çalışır. Tabiî böyle bir şeye azmettiği zaman, öncelikle sinsiliğin bin türlü tuzağını kullanarak kalbde ve kafada tahribat yapmayı ve insanı değişik zaaf noktalarından yakalayarak kendi sultası altına almayı planlar.
Evet, bu sûre, her harfiyle, bu vesvâs ve sinsi varlığa karşı insanı uyarmakla beraber, insanoğlunu her an her şeye nigehbân olan Rabbine teveccüh etmesi için de teşvikte bulunur. Çünkü şeytan, tam bir hilekâr olarak hiç ummadığı yerde insanın karşısına çıkar. Esasen her sinsi ve fitneci ruhta bu şeytanlığın var olduğunu da Nâs sûresinin kelimeleri arasında bulmak mümkündür. Öyle ki, mânânın gizliliği ve bilinmezliği kadar lafızlar da fısıltılarıyla bu mânâya iştirak etmektedir. Binaenaleyh, insan bu âyetleri okurken, sesini ne kadar yükseltirse yükseltsin, yine de lafızların ifade ettiği ses ve nağmenin üstüne çıkamaz.
Bu mevzuda çok daha çarpıcı misaller getirmek mümkündür. Ancak hepsini burada teker teker serdetmenin imkânı yoktur. Zaten mevzuumuz da bütün Kur’ân-ı Kerim’i anlatmak olmayıp, sadece birkaç misal ile onun bu meseledeki mucizevî yönüne dikkat çekerek akılları, vicdanları, hisleri ve zevkleri Kur’ân’a karşı uyarmak ve duyarlı kılmaktır.
Görüldüğü gibi Kur’ân’ın seçtiği lafız ve kelimeler, mânâyı, maksudu ve matlubu asla ve en küçük tarzda bile ihmal etmemenin yanında, iç ve dış bütünlüğüyle de ayrı bir mûsıkî, ayrı bir şiiriyete sahiptir. Onu okuyan her hâhişkâr ruh, ondaki bu taklit edilemez âhenk ve mûsıkîyi, bütün his, zevk ve kabiliyetleri ile duyar ve bu zevkle iliklerine kadar ürperir. Mevlâ-yı Müteâl, İslâm’a ve Kur’ân’a bel bağlamış her ferdi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semasına i’lâ buyursun..!
Kur'ân ve mûsıkî ile alâkalı birkaç kelime
İnsan, yorgunluktan sonra dinlenme ihtiyacını duyan bir varlıktır. Ondaki bu ihtiyaç fıtrîdir. Fıtrata ait ihtiyaçlar, şayet meşru yoldan temin edilmezlerse, gayr-i meşru yollara sapmalar olabilir. Kur’ân, mü’minin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir. Zira o, insanın ferdî ve içtimaî dertlerine çare olmak üzere indiği gibi, onun ruhî zevklerini de karşılamayı tekeffül etmiştir/etmektedir.
İnsan, içtimaî bir varlık olmanın da ötesinde çok hususiyetleri olan komplike bir canlıdır. Evet, her insanın kendisine ait bir kısım hususî hisleri, zevkleri ve ruhî hâlleri vardır. Mükemmel bir cemiyet, mükemmel fertlerden teşekkül ettiğine göre, mükemmel bir cemiyet için mükemmel fert çok önemlidir. Bir ferdin ruhî ve ahlâkî kemali, onun her yönüyle terbiye edilmesine bağlıdır. Bu itibarla cemiyetin en başta gelen vazifesi, fertleri topluma ve içtimaî hayata faydalı hâle getirmektir. Ve işte Kur’ân, fert ve cemiyete güçlü bir yapı kazandıracak şekilde maddî ve mânevî, ruhî ve ahlâkî, sosyolojik ve psikolojik değer yargılarını ve terbiye sistemini de beraber getirmiştir. Bu itibarla o, kıyamete kadar beşerin ihtiyaçlarına kâfi ve vâfi bir kitab-ı Samedanîdir.
1. Kur’ân, İnsanın Mûsıkî İhtiyacını da Karşılar
Hemen her insanda güzel söz ve seslere karşı fıtrî bir meyil vardır. Dünyanın dört bir yanında insanlar bu fıtrî duygularını tatmin için meşru veya gayr-i meşru mûsıkî ve müzik aletleri geliştirmişlerdir ki, işte bütün bu gayretler, insandaki bu duygunun fıtrîliğini göstermektedir.
Şüphesiz Müslümanlar’ın da kendilerine has mûsıkî kültürleri vardır. Hatta kütüb-ü fıkhiyede uzun uzun mûsıkî dinlemenin hükmü tartışılmış ve meşru ile gayr-i meşru arasına bir kısım sınırlar konmuştur. Biz bu tartışmaları o kaynaklara havale ederek, düşüncelerimizi Kur’ân mûsıkîsi üzerinde yoğunlaştıracağız.
Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, her derde deva olduğu gibi mü’minin, mûsıkî ihtiyacını da karşılayabilecek bir enginliktedir. İnsan, otururken, yatarken, kalkarken her zaman Kelâm-ı İlâhî’yi dinleyebilir. Vâkıa fıkıh kitaplarında insan iş görürken, gezerken ve yatarken Kur’ân’ın okunmasına dair kerâhet ifade eden sözler var ise de, bunlar işin âdâb yönüyle alâkalı olup, ciddî mesnedlere de dayanmamaktadır. Bilakis Kur’ân-ı Kerim’de: “Onlar; ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken hep Allah’ı anarlar, zikrederler “[1] buyrularak, herkesin otururken, kalkarken, yatarken Kur’ân’ı her zaman vird-i zeban etmesi, âdeta zımnen teşvik edilmektedir. Tabiî ki tazim, temkin, tedebbür ve konsantrasyon çok önemlidir; ama bunlar her zaman bulunmayabilir.
Kur’ân’ın bu yönünü kavrayamayan bazı kimseler, beşer fıtratında var olan bu duyguyu tatmin için, mûsıkî adına bir kısım hırıltılara cevaz vermeye kalkışmışlardır. Oysaki Batı kaynaklı bu gürültülü şeyler, insanda ne Cennet arzusu ne meâliye ait his ve heyecan ne de vatan ve millet sevgisi gibi ulvî ve lâhûtî bir his uyarabilmektedir. Lâhûtî bir his uyarmak şöyle dursun, tam aksine onların değer yargıları ve ürünleri, bütün âdiliği içinde mûsıkî yoluyla insanımızın kalbini, ruhunu ve kafasını bulandırmış ve onun meleklik yanını söndürmüştür. Zira mûsıkî kılığındaki bir kısım hırıltıların hemen hepsi, insan mahiyetinde ne kadar süflî duygular varsa onları uyarmakta ve insandaki ulvî hisleri fesada uğratmaktadır. Hâlbuki mü’min, Kur’ân’ı dinlediği ve onu diline vird-i zeban ettiği zaman, ihtiyacını meşru yoldan karşılayacağı gibi meâliye müştak gönlünü de tatmin etmiş olacaktır. Böylece gönlümüze endişe salan hususlar da söz konusu olmayacaktır.
Mü’mine düşen temel vazife, bütün vakitlerini Kur’ân’la zenginleştirmek, onu hakkıyla anlamaya, diline vâkıf olmaya, bir meal, bir tefsir ile mevzu içindekileri takip etmeye çalışmaktır. Bir de onu güzel tilavet eden ve tatlı okuyan ağızlardan dinleyebilirse, artık böyle biri başka şeylere kat’iyen ihtiyaç duymayacaktır. Ne var ki bu, topyekün bir cemiyetin terbiyesi ile alâkalı bir husustur. Evet, camiden eve bütün mekânlar Kur’ân’a ait lahutî mûsıkîlerle donatıldığı ve fertler de bunu duyup zevkettiği an, toplum gerçek yolunu bulmuş olacaktır.
Burada hemen ifade etmek gerekir ki, mûsıkîde ruhsat, insanı meâliye götüren, Cennet ve ibadet aşkını pompalayan, insanı Mevlâ’nın huzuruna yönelterek onu cûş u hurûşa getiren kısımlarına aittir. Yoksa din-iman aşkı, vatan ve Allah sevgisi veya Cennet iştiyakı, Cehennem korkusu hâsıl etmeyen, aksine insanın içine karamsarlık salan, onun ümidini yıkan veya bedenî ve cismanî duygularını şahlandıran karışık ve bulanık şeyleri dinlemek, memnû ve merdut olduğu gibi, aynı zamanda vakit israfıdır. Allah (celle celâluhu) gözümüzü, gönlümüzü, dilimizi kulağımızı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ını dinlemeye hâhişkâr kılsın!..
Şimdiye kadar Kur’ân’ın mûsıkîsine dair çok söz söylenmiş ve çok şey yazılmıştır. Gerçi böyle bir tabiri yadırgayanlar da olabilir ama zannediyorum burada ifade edilmek istenen hususun yanlış anlaşılmasından veya ifade edenlerin tam olarak ne demek istediklerini dile getirememelerinden kaynaklanmaktadır.
Evet, bazıları, genelde mûsıkî deyince belli hususları anladıklarından ve o hususlara göre düşündüklerinden, Kur’ân’la alâkalı böyle bir nisbeti biraz garip bulmaktalar. Oysaki çok defa tekrarladığımız gibi, Kur’ân’ın kendine has bir sesi, bir şivesi, bir üslûbu ve hatta kendine has melodisi vardır. Zannediyorum iltibas, bizim dar mûsıkî telakkimizden kaynaklanmaktadır.
Meseleyi böylece yerli yerine oturtunca, buradaki mûsıkî kelimesinden kastedilen klasik mûsıkî midir, modern mûsıkî midir türünden akla gelen istifhamlar da artık söz konusu olmayacaktır. Zira Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, her şeyiyle kendidir ve onun kendine has bir beyan zemzemesi vardır.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Kur’ân, insan fıtratına hitap etmektedir. Evet, fıtratta mevcut olan bütün duygulara Kur’ân’da cevap bulmak mümkündür. Güzel sesin belli keyfiyetlerde terennüm edilmesiyle, beşerde meknûn (saklı) bazı duygu ve hisler heyecana gelir. Şüphesiz beşerî duyguları en güzel şekilde heyecanlandıran en üstün beyanların başında Kur’ân gelir. Bir şecaat hissi, kahramanlık hissi, diğergamlık hissi neyse, güzel sese ve güzel terennüme meyil duygusu da odur. İşte Kur’ân, hakikî okuyucusuyla bütünleştiği zaman, dinleyicisinin gönlünü öyle mest eder ki, artık onda başka herhangi bir şeye meyil ve arzu bırakmaz. Arzu ederseniz bu mevzuu biraz daha açalım:
Peşinen ifade etmeliyim ki, bazı sözler, bazı kişilerde rahatsızlık uyarabilir. Ama Kur’ân, kendi özü, kendi ruhu ve kendine has ritmiyle eda edildiği takdirde böyle bir mülâhaza asla söz konusu değildir. Kur’ân’ın kendine has okunuşu, mûsıkîsi, bazı ülkelerde biraz da millî müktesebat ve millî mülâhazalara bağlı geliştiği bir gerçektir. Meselâ, bir dönemde bizde, Kur’ân’ı klasik mûsıkînin Sabâ, Uşşak, Hüseynî, Nihavend, Hicaz, Acemaşirân, Acemkürdili vs. klasik Türk mûsıkîsi makamlarına göre okuma âdet olmuştu. Hâlâ da bir ölçüde öyledir. Kur’ân’ı süslü olarak sunup onun dinleyici üzerindeki tesiri yönüne gidilmiş olabilir. Bu, aslında doğru da olabilir. Ne var ki bunun, Kur’ân’ın kendine has ifade üslûp ve şivesinin yerini almış olması itibarıyla çok ciddî boşluklar meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu mülâhaza ile hep kendi kendime, “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kendine has mûsıkîsi, vücuhu ve kıraat-ı aşeresi içinde olabildiğine renkli ve kulaklara monoton gelmeyen o mübarek terennümatının yerine bunlar neden ikâme edildi?” demişimdir.
Oysaki Kur’ân-ı Kerim’in ruhunda öyle tatlı bir sihir vardır ki, bizim heva ve heves ürünlerimiz kat’iyen onun yerini dolduramaz.
Zaten Kur’ân, kat’iyen mûsıkînin o dar kalıplarında kendi olarak kalamaz. Hele hele onu, yapmacık, bozuk ve sıkıcı arabesk gibi bir üslûpla eda etmek, onun ruhunu hırpalama demektir. Zira o mûsıkîde, mânâsız çekip uzatmalar, ağızda gevelemeler, sözleri ve kelimeleri anlaşılmaz hâle sokmalar söz konusudur ve bunlar, en âmi nazarlardan dahi gizli kalamaz. Hatta denebilir ki, en temiz ve mevzun güftelerde, bestelerde dahi bu arızaları görmek mümkündür. Ne var ki, Kur’ân’ın bu çeşit arızalara asla tahammülü yoktur. Âyetlerin sonunda dahi olsa, münasebetsiz ve mânâsız uzatmaları onda görmek mümkün değildir. Bazılarımızın okuyuşumuzda olsa da o, Kur’ân’ın ruhuna aykırıdır.
Kur’ân’ın ruhî yapısına uygun tecvid ve kıraat kaideleri geliştirilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ı okurken bu kaidelere riayet etmek esastır. Aslında onun kelime ve lafızları da bu kaidelere uygun irad buyrulmuştur. İnsanda heyecan ve iştiyak hâsıl etmesi için, bunlar hep göz önünde bulundurulmalıdır; bulundurulmalı ve Kur’ân’ın tabiî havasıyla, edasıyla bütünleşmeli, sadece mûsıkînin dondurulmuş kalıplarını gözetmeden daha ziyade kendi idrak ve hislerinin hâsıl ettiği duyuş ve sezişlere göre kıraat ve tilavette bulunmalıdır.
Böyle bir yaklaşımla kendini ilâhî beyanın çağlayanlarına salan insandır ki, Kur’ân’la bütünleşir ve onun için zaman-mekân âdeta ortadan kalkar. Artık daha sonraki kelimeye gelmeden, hangi çeşit ses ve ton gelecekse dili kendi kendine o sesleri, hem de kendi tonlarıyla seslendirmeye başlar.
Mahir bir okuyucu her zaman Kur’ân’ın içine girer, kalbini ve hislerini ona teslim eder.. hâlen ve ruhen Kur’ân’ın mânâ ve muhtevasını anlamaya müheyya hâle gelir. Artık bundan sonra onun dilinden, tatlı tatlı, dinleyenleri mest eden Kur’ân terennüm ve tegannileri coşa coşa akar durur.
Keşke, bu mevzuda yetişmiş, mahir Kur’ân hafızlarının insanı coşturan Kur’ân nağmelerini neslimize dinletebilseydik!.. İhtimal, bu sayede onları başkalarının cızırtılı seslerinden kurtararak Kur’ân’ın mûsıkî, mânâ ve mahiyeti etrafında bir araya getirmiş olurduk.
Zaman zaman yaptığımız tarif ve tasvirlerde, Kur’ân âyetlerindeki eda, ton ve mûsıkîyi nazar-ı itibara alarak, onlardaki âhengi ifade etmek için, “Tıpkı şiir gibi” ifadesini kullanmışızdır. Aslında bu “dîk-i elfâz”dan kaynaklanan, yani Kur’ân’daki güzelliği, bediiyyatı ve inceliği ifade için daha güzel bir benzetme bulamadığımızdan dolayı kullandığımız bir tabirdir. Böyle bir benzetme ile hata etmiş de olabiliriz. Hata ise, Allah cürmümüzü affetsin.
Kur’ân-ı Kerim, beşer karihasından akan ve belli kalıplar dahilinde dile dökülen manzum söz ve şiirden fersah fersah uzaktır. Bunu da, bizzat Kur’ân kendisi söylemekte ve “Biz, O’na (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) O’na yakışmaz da. (O’na vahyedilen) sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.”[2] buyurmaktadır.
Bütün özellikleriyle şiirin, beşerî idrakin dar kalıplarına hapsolmuş, tabiat kaynaklı, his kaynaklı söz dizilerine münhasır olmasına karşılık Kur’ân, hiçbir zaman, şiirdeki veznin ve kafiyenin esareti altına girmemiş ve belli ölçülere tâbi kılınmamıştır. Âyetler, bir yönüyle tıpkı gökteki yıldızlar gibi, kendi daireleri içinde serbesttir. Her yıldız, kendi kümesine ait bir eleman olmakla birlikte, tek başına da parıldamaktadır. Âyetler de, her biri kendi iç nizamına bağlı bulundukları kadar, müstakil ele alındıklarında da müstakil ve serbest mânâlar ifade edebilmektedirler.
Hiçbir asırda, hiçbir anlayış, Kur’ân’ın bu engin anlatım üslûbunu yakalayamamış ve onu tanzîr edememiştir. Zira Kur’ân, her zaman beşer anlayışı ve bu anlayışın dar kalıplarının üstünde olmuştur. Bunun için de, eski-yeni şiir ve mûsıkî çeşitlerinin zaman aşımına uğramasına mukabil Kur’ân, hep o mukayese kabul etmeyen enginliği, zenginliği ve yeniliğiyle devam edegelmiştir.
Şimdi örnek olarak Âdiyât sûresini arz ederek meseleyi noktalayalım:
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحً*فَالْمُورِيَاتِ قَدْحً*فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحً*فَأَثَرْنَ بِه نَقْعً*فَوَسَطْنَ بِه جَمْعً*إِنَّ الْإِنْسَانَ لِرَبِّه لَكَنُودٌ*وَإِنَّهُ عَلٰى ذٰلِكَ لَشَهِيدٌ*وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ*أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ*وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ*إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ
“Andolsun nefesleriyle (güp güp) ses çıkararak koşan (at)lara, (tırnaklarıyla yerden) ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, (koşarak) toz koparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara. (Bunlara andolsun) ki insan, Rabbine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna şahittir. Doğrusu o, malı çok sever. O bilmez mi ki, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde bulunanlar devşirildiği zaman, o gün Rabbileri onların her hâlini haber almış, (gizli ve açık bütün yaptıklarını bilmiş)tir. (Bunu bilmez mi insan? O hâlde neden bu bilgisine uygun hareket etmez?)”[3]
Görüldüğü gibi âyet-i kerimede önce âdeta bir savaş meydanı canlandırılmaktadır. Bu canlandırma, seçilen kelimeler, o kelimelerin telaffuzundaki ton, ses, mûsıkî bizleri bir savaş alanının içine çekmekte ve etrafı toza-dumana boğan atlar arasında bulunma gibi müthiş bir arenada dolaştırmaktadır. Evet, hayal dünyası geniş, ufku engin olanlar, sûrenin ilgili âyetlerini okurken, zırhlı birliklerin tanklarından ve atların nallarından çıkan kıvılcımlarını, mücahitlerin nâra ve tekbirlerini Kur’ân’ın o ulvî mûsıkîsi sayesinde rahatlıkla hissedebilir ve duyabilirler.
Yalnız hemen ifade etmeliyim ki, bu biraz da okuyucunun seviyesine, istidadına ve bediî zevkine vâbestedir. Ve tabiî herkesin aynı şeyleri duyması ve hissetmesi de mümkün değildir. İnşâallah neslimiz, Kur’ân’la bütünleştiği zaman, –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– onun bütün özelliklerini de duyacak, ruhen, kalben ve hissen doyacaktır.
2. Kur’ân-ı Kerim ve Güzel Sesle Alâkalı Küçük Bir Mütalaa
Asr-ı Saadet’ten bugüne hemen herkes, Kur’ân-ı Kerim’in gönüllerde heyecan uyaran bir eda ve ruhları inşirahla coşturacak bir enginlikte okunmasında ittifak etmişlerdir.
Kur’ân’ın güzelce okunması hususunda, birçok rivayet mevcuttur. Şimdi müsaadenizle bunlardan birkaçını arz edelim:
Hz. Berâ İbn Âzib (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Nebi’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazında “وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ” yi okurken işittim. Ondan daha güzel bir ses ve okuyuş duymadım.”[4]
İtiraf etmeliyim ki, okuyan Resûl-i Ekrem, dinleyen de sahabe olunca, onda duyulan hazzı bizim tarif etmemize imkân yoktur. Demek Hazreti Sahibu’l-Kur’ân, kendine has tadı, şivesi ve kendi duyuş ve sezişine göre okurken, arkasındaki Berâ İbn Âzib’ler kendilerinden geçebiliyorlardı; geçebiliyorlardı zira Kur’ân’ı en iyi okuyan, en iyi duyan, en iyi bilen, mehbit-i vahy-i ilâhî olan Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinliyorlardı.
2. Berâ İbn Âzib’in rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyururlar: “Kur’ân’ı sesinizle tezyin ediniz (süsleyiniz).”[5] Yani bir mânâda, müzeyyen olan Kelâm-ı İlâhî’nin ziynetine göre sesinizi ve dilinizi güzel kullanın. Böyle bir mânâyı özellikle arz etme lüzumu duydum; zira bir kısım katı hadis nakkadı (tenkitçisi) ve zâhirperest kimseler, sahih hadis kitaplarında rivayet edilmiş olmasına rağmen, bu hadisi kabul etmezler ve “Kur’ân, zaten süslü ve ziynetlidir ve onu sesle tezyine ne hacet var? Hadisin metni, ‘Seslerinizi Kur’ân’la süsleyiniz.’ şeklinde olmalıdır; olmalıdır çünkü Kur’ân-ı Kerim’in bizim sesimizle güzellik kazanmaya ihtiyacı yoktur. Aksine bizler onun kıraatiyle seslerimizi tezyine muhtacız. O ise her zaman güzeldir.” derler. Fakat bu, oldukça tekellüflü bir yaklaşımdır. Zira hadis-i şerifte “Siz, Kur’ân’ı kendi seslerinizle süsleyin.” buyrulmaktadır.
Gerçi Kur’ân-ı Kerim’de baş döndüren bir ifade ve üslûp güzelliği vardır ama, sesi güzel olmayan ve tecvid kaidelerini bilmeyen birisinin, münasebetsizce bağırarak ve harflerin başını-gözünü yararak okuduğu Kur’ân, şüphesiz onun dilinden ve mûsıkîsinden anlayan insanların kulaklarını tırmalar. İhtimal, böyle bir okuyuş, gönüllerde heyecan uyandırma yerine insanları Kur’ân dinlemekten dahi soğutur.
Bu açıdan da denebilir ki, “Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz.” tevcihinin önemli bir mahmili olmakla beraber, hadisle vurgulanmak istenen husus, ayrı bir güzelliğe atıfta bulunmaktadır. Zira sesini Kur’ân’ın muhtevasıyla bütünleştirip, onun mûsıkî ve âhengini yakalayan, kıraat ve tecvid kaidelerine de hassasiyetle riayet ederek, onu güzel sesle okuyan birinden Kur’ân dinlemek, insanı zevk ve heyecana boğar.
Evet, zatında güzel olan sesler, Kur’ân tilavetiyle bir derece daha güzelleşir. Çünkü gerçekten de Kur’ân’ın kelime ve lafızlarındaki o müthiş mûsıkî ve âhenk, iyi bir icra ile desteklendiği, bütünleştiği ve seslendirilebildiği takdirde, Kur’ân’ın o kendine has sihirli beyanı ve mûsıkîsi olduğu gibi ortaya çıkar. Nitekim Ebû Musa el-Eş’arî, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine: “Sana Hz. Davud’un mizmarından bir mizmar verilmiştir.”[6] buyurduğunu nakleder.
Hadisin sebeb-i vüruduyla alâkalı olarak şunu naklederler:
Allah Resûlü, Eş’arîlerin kapısının önünden geçerken büyüleyici bir Kur’ân okunuşuna şahit olur ve oradaki insanlara: “Bu kimin evidir?” diye sorar. Onlar da: “Ebû Musa el-Eş’arî’nin evidir.” cevabını verirler. Bunun üzerine Efendimiz, Ebû Musa el-Eş’arî’ye: “Sana Hz. Davud’un mizmarından bir mizmar verilmiştir.” buyurur.[7] Mizmar, bir çeşit çalgıya verilen isimdir. Allah Resûlü’nün meseleyi bir çalgıya teşbihle ifade etmesi, ya Kur’ân’ın gönüllerde heyecan, neşe ve sevinç uyandıran mûsıkîsini anlatmak, ya Hz. Davud’un mezâmiri tilavet etmesine benzetmek ya da onun yaptığı tevbede yana yakıla dile getirdiği sözleri, yani Zebur’daki âyetleri hatırlatması sebebiyledir.
3. Konuyla alâkalı Berâ İbn Âzib’in rivayet ettiği bir başka hadiste ise, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kur’ân’ı seslerinizle tezyin ediniz. Güzel ses, Kur’ân-ı Kerim’in okunuşuna güzellik katar.”[8] buyururlar.
Zikredilen bu hadis-i şeriflerin hemen hepsi de göstermektedir ki, Kur’ân’ı güzel ve hoş bir sesle okuma, ona saygının ayrı bir buudunu teşkil etmektedir. Ve bu konu, Kur’ân’a bir hizmet olarak mutlaka ele alınmalı ve hassasiyetle üzerinde durulmalıdır. Ancak, bilmem ki, bunca zamandır Kur’ân’a yabancılaşmış zevk-i selimden mahrum insanlara bunu anlatmak mümkün olacak mı? Ben, şahsen çok kolay olacağını zannetmiyorum.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
[2] Yâsîn sûresi, 36/69.
[3] Âdiyât sûresi, 100/1-11.
[4] Buhârî, ezân 102, tevhîd 52; Müslim, salât 177.
[5] Ebû Dâvûd, vitr 20; Nesâî, iftitah 83; İbn Mâce, ikâmet 176.
[6] Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 31; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 235-236.
[7] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 2/485; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/23.
[8] Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 34; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/768.
Kur'ân'ı anlama
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, beşerin bütün hayatını kuşatmaktadır. O, ferdî, ailevî, içtimaî, ahlâkî, iktisadî hâsılı, hayatın her sahasına ait bazen icmâlî bazen de tafsîlî hükümler vaz’etmiştir. Asırlar boyu insanlığın büyük bir bölümü şöyle ya da böyle kendisini alâkadar eden her meselede onun getirdiği esaslara müracaat etmiş ve hayatını onunla şekillendirmiştir. Bu müracaatlarda zaman zaman yorum sapmaları olmuş ise de, Kur’ân, temiz bir gönülle ve sahabe anlayışı ve sâfiyeti içinde kendisine yapılan müracaatlarda insanlara hep kurtuluş ve mutluluk yolu gösteren yegâne kaynak olmuştur.
Hemen belirtelim ki, zaman zaman Kur’ân’la alâkalı yorum sapmaları, onun her zaman sahabe anlayışı içinde ele alınamamış olmasındandır. Yoksa her asırda Kur’ân’ın binlerce cilt tefsiri yapılagelmiştir. Bu tefsirler, bizim için ve İslâm kültür tarihi açısından çok feyizli ve bereketli eserlerdir. Elbette ki bu ciddî çalışmaların artıları olduğu kadar, eksileri de vardır.. ve artılar daha çok olmasına rağmen, –maalesef– Kur’ân adına esefle karşıladığımız bir kısım eksiler de olmuştur.
Bu konuda söylenebilecek en büyük eksiklik, Kur’ân’ı yorumda asrî yaklaşımlardır. Yani müfessirler, Kur’ân’ı tefsir ederken, yaşadıkları devrin ilim ve idrak seviyesini aşamamış ve çağlarının bilgi seviyesi açısından tafsile girerek muvazeneyi koruyamamışlardır. Dahası, bir kısım müfessirler, Kur’ân anlayışını kendi devirlerinin nâtamam bilim anlayışlarına uydurmaya çalışmışlardır. Böyle bir şey, hüsnüniyetli de olsa, Kur’ân’a yapılan yersiz ve seviyesiz bir müdahaledir. Bununla beraber, bunlardan art niyet taşımayan, samimî ve hâlis kimselerin sa’yini alkışlamayı İslâmî edebimizin gereği sayar ve “Allah, onların sa’y ve gayretlerini meşkûr kılsın..!” deriz.
Şimdi isterseniz bu meseleye de tarihî gelişimi içinde kısaca bir göz atalım:
Sahabe-i kiram hazerâtı, Kur’ân-ı Kerim’i gerçek mânâda vahyin kaynağından öğrenme gibi bir pâye ile serfirâz olmuş tâli’li kimselerdir. Öncelikle onlar, Kur’ân’ın inişine şahit olmuş ve daha nüzûlü döneminde onu bütün canlılığı, mânâsı ve ruhuyla kalb ve kafalarına yerleştirmişlerdi. Zira onlar, anlayamadıkları yerleri, hemen anında Hz. Sahib-i Kur’ân’a müracaatla çözüyor ve bizlerde olduğu gibi Kur’ân’ı anlamak için ortaya konan sistematik kaidelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ayrıca onlar her nazil olan vahyi, kendi aralarında hemen müzakere edip tatbik edebiliyorlardı. Bu yönüyle de hemen her zaman onlar arasında bir icma oluşabiliyordu. Gerçi o gün için bu ameliyeye ıstılah olarak “icma” denmiyordu ama sahabenin böyle davranması, daha sonraki ulemânın ortaya koyacağı ıstılahlara kaynaklık edecekti…
Tâbiîn dönemine gelinceye dek Kur’ân’a yönelik bu tür çalışmalar, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki sâfiyetini belli ölçüde muhafaza etmişti. Zira o dönemde sahabe hayattadır ve tâbiînin yegâne mercii de onlardır. Ayrıca bu dönemde herhangi bir dış müdahale veya dış kültürün tesiri de bahis mevzuu değildir. Ancak, daha sonraki asırlardadır ki, Kur’ân’ı yorumlamadaki o nezih anlayış kısmen fire vermiş; derken devrin kültür ve anlayışları, az da olsa tefsir ve tevillere hulûl etmiştir. Hatta bir bakıma tefsirler, o devirlerin kültür ve ilim anlayışlarını gösteren birer tevil kaynağı hâline gelmişlerdir denebilir.
Şimdilik bu faslı da, konumuzla ilgili kanaatimizi dile getirerek kapatalım: Sahabe dönemine ait –usûle dair meselelerde olduğu gibi– fürûatla alâkalı tarz-ı telakki de bütünüyle muhafaza edilip günümüze taşınabilseydi, bizim Kur’ân’ı anlamamız da, yorumlamamız da ve tabiî ki yaşantımız da çok daha renkli olacaktı.
A. Kuşbakışı Kur’ân tefsirleri ve çağını aşan müfessirler
Kur’ân’ı anlama” mevzuunda, Kur’ân’ı en iyi anlayan ve onu özüne ve tabiatına uygun bir şekilde tefsir edenlerin sahabe efendilerimiz (radıyallâhu anhüm) olduğunu daha önce ifade etmiş ve büyük ölçüde tâbiîn devrinde de bu anlayış ve yaklaşımın devam ettiğini vurgulamıştık. Aslında, tâbiîn döneminde, her biri pek çok asrı bir müceddit gibi tenvir edecek seviyede büyük imamlar yetişmiştir.
Bu dönem, çok velûd ve münbit bir dönemdir. Bu vadinin kahramanlarından, “Ben, Kur’ân-ı Kerim’i İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) tefsiriyle birlikte hatmettim. Resûl-i Ekrem’den ona dupduru intikal eden mesajları İbn Abbas’tan bizzat dinledim.” diyen Said İbn Cübeyr, İkrime ve Tavus b. Keysan gibi dev şahsiyetler akla ilk gelen örneklerdir ki, bunlar bulundukları yerlerde birer işaret projektörü gibiydiler.
Medine-i Münevvere’de Ebu’l-Âliye ve Zeyd b. Eslem, Irak’ta ise, Alkame b. Kays, Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) tilmizlerinden Mesruk, Mürretü’l-Hemedânî ve Basra’nın aydınlık siması Hasan Basrî, bu dev şahsiyetlerden sadece birkaçı idi ki, bunlar Kur’ân’la alâkalı yaptıkları yorumlarla hem kendi devirlerini hem de kendilerinden sonraki asırları aydınlatan simalardı. Ayrıca o günün Müslüman beldelerinin hangisine gidilse, hemen her zaman böylesine kâmet-i bâlâlarla karşılaşmak mümkündü.
Daha sonra, bu zirve insanlara bağlı olarak, rivayet ve dirayet vadilerinde binlerce müstakil tefsir yazılmıştır. Bunlar içinde yoldakilere rehber mahiyetinde olanlara kısaca işaret etmekle, bir ölçüde de olsa Kur’ân ve onun tefsirine karşı gösterilen ihtimamı ifadeye çalışalım.
1. Taberî tefsiri
Yazarı İbn Cerir et-Taberî’dir. İbn Cerir, hicri 224-310 yılları arasında yaşamıştır. Rivayet tefsircilerinin en önde gelenlerinden biridir. Tefsiri, otuz cilt olarak basılmıştır. O, tefsirinde fıkha ait görüşlerini de işlemiştir. Zira o, aynı zamanda, bir hayli taraftarı olan bir mezhebin kurucusu, rey ve içtihad sahibi, ehliyetli ve dirayetli bir fakihtir.
Taberî, bu muhteşem tefsirinde, hep sahabe anlayışına sadık kalmış ve onlardan nakledilen şeyleri –ki biz bunlara “eser” diyoruz– aynen muhafaza etmiştir. Yaşadığı dönemin kültürünü olduğu gibi aksettirmenin yanında, bazı âyetlerin tefsirinde kendi döneminin kültürünü de aşmıştır. Meselâ, “Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de, gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemezdiniz.” (Hicr sûresi, 15/22) âyetinin tefsirinde, İbn Abbas’tan yapmış olduğu nakille, bugünün ilmî anlayışına sonrakilerden bile daha fazla yaklaşmıştır.
Kendinden sonrakiler, bu âyette ifade buyrulan rüzgârların aşılayıcı olması hususunu, ilmin sonradan bulacağı “çiçeklerin tohumlarını aşılaması”, yani erkek tohumun dişi tohumla birleşmesi şeklinde anlamışlardır. Oysaki ancak şimdilerde anlaşılan bir diğer husus vardır ki, o da, rüzgârların mühim fonksiyonlarından biri olan bulutların aşılanması ameliyesidir. Bulutlar, bu suretle birbirinin içine girer ve bir kesafet oluştururlar. Böylece –en basit ifadesiyle– yağmur teşekkül eder. İbn Cerir, “Bu âyetin tefsiri, İbn Abbas’tan nakledilene göre toprak üzerinde çiçeklerin aşılanmasıdır. Aslında bu, aynı zamanda havada da bulutların aşılanması demektir.”[1] şeklinde yorumunu ortaya koyar.
Görüldüğü gibi devrimizden on-on bir asır önce yazılmış bir tefsirde, bugünün ilmî verilerine mutabık bilgiler sunulmaktadır. Şahsen ben İbn Cerir’in bu neticeye, sahabe anlayışına sadık kalarak ulaştığı ve değişik devirlerin anlayışlarının mutlak doğru kabul edilmesi yüzünden, ondan daha çağdaş tefsirlerin o seviyeye henüz ulaşamadığı kanaatindeyim.
Taberî’ye ilaveten rivayet tefsiri tedvin eden müfessirler arasında; “Bahru’l-ulûm” sahibi Ebu’l-Leys Semerkandî’yi ve “el-Keşf ve’l-beyan” tefsiriyle Sa’lebî’yi, “el-Veciz” isimli tefsiriyle İbn Atıyye’yi de sayabiliriz.
Bunlar, Resûl-i Ekrem’den mervî olan tefsirle alâkalı bütün âsârı bir araya getirip telifatlarında kaydetmişlerdir. Kur’ân’ın o dupduru ve sahabe ufkuyla nasıl anlaşıldığını biz genellikle hep bu tefsirlerde görmekteyiz. Tabiî ki, sahabe anlayışı da vahyin kaynağı Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtibatlı idi.
Daha sonraki devirlerde, başta bundan altı-yedi asır evvel yaşamış olan “Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm” sahibi Hafız Ebu’l-Fidâ İsmail İbn Kesîr’i görürüz. İbn Kesîr, aynı zamanda büyük bir hadis tenkitçisidir. Tefsirde israiliyatı büyük ölçüde ayıklamış ve bazı hadislerin uzun uzun kritiğini yapmıştır. Ondan yaklaşık bir asır sonra da “ed-Dürrü’l-mensûr” sahibi Celâleddin es-Suyûtî’yi müşâhede ederiz ki, o da, rivayet sahasında mevcut malumatın pek çoğunu toplamaya çalışmıştır.
Elbette burada, rivayet tefsirlerini bütünüyle sayacak değiliz. Sadece fikir verme babından, en önemli olanlarını arz ettik. Bu insanlar, tefsirlerinde yaklaşık yirmi-otuz bin hadis toplamışlar ve daha sonra gelen bir kısım muhakkikler ise, bunların tahkik ve kritiğini yapmışlardır.
Dirayet sahasında da, rivayet sahasındaki seviye insanlarından geri kalmayacak dehalar yetişmiştir. Tabiî bunlar da büyük ölçüde kendi devirlerinin kültürlerini yansıtmışlardır. Fakat itiraf etmeliyiz ki, bu tefsirlerin de muhtevalarının –az bir kısmı müstesna– birçoğu günümüzde dahi hâlâ geçerliliğini muhafaza eden birer bilgi hazinesi gibidirler.
2. Fahreddin Râzî
Dirayet tefsiri deyince akla Fahreddin Râzî’nin tefsiri gelir. Tam sekiz asır önce yaşamış bulunan ve “Mefâtîhu’l-gayb” adlı tefsirin sahibi bu dev müfessir, tefsirinde, tefsirden kelâma, ondan felsefe ve mantığa ve tabiî ki fıkhî hükümlere, lügat, bedî’, beyan ve i’caza kadar hemen her sahada söz söylemiştir. Denebilir ki, Fahreddin Râzî, tam mânâsıyla efsane bir şahsiyettir. Yazdığı kitaplar, boyumuzu aşacak kadar çoktur.
Dünyanın küre şeklinde olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, hatta dolaylı yoldan yer çekimi kanununun var olduğunu, daha sekiz asır önce tefsirinde münakaşa etmiştir. Ama ne hazindir ki, bizde okutulan ilk, orta ve lise kitaplarında bu şeref daima Galileo ve Kopernik gibi kimselere verilmiştir. Hâlbuki Fahreddin Râzî, onlardan tam dört asır evvel bu hususları açık veya ima yoluyla söylemiş bir ilim adamıdır.
Bu açıdan da denebilir ki, ecdada karşı bizdeki bu ölçüde bir küfrân (nankörlük) ve düşmanlığın ikinci bir benzerine dünyada şahit olmak mümkün değildir. Sanki dimağlarımız, ecdat ve seleflerimize karşı kin ve nefretle doldurulmuş gibi bir durumumuz var. Fahreddin Râzî’nin tefsirini alıp bütün nankörlerin suratlarına çarpmalı ve nasıl bir küfran içinde oldukları onlara mutlaka anlatılmalıdır. Aslında küfran-ı nimet ve vefasızlık kadar sahibini alçaltan bir başka sıfat olmasa gerek. Ama biz Müslümanlar, küfran-ı nimette bulunamayız. Kâfir de olsa, insanlığa gerçekten hizmet etmiş olanları o hizmetleriyle hep alkışlayagelmişizdir.
Evet biz, Avrupalının yaptığı nankörlüğü yapmayız. Aldığımız şeylerin kaynaklarını gösterir ve fazileti ikrar ederiz. Oysaki onların Müslümanlara ait buluşları nasıl kendilerine mâl ettikleri, Müslüman ilim adamlarının isimlerini bile nasıl Avrupalılaştırdıkları dillere destandır. Meşhur Câbirî’miz, namıyla, nişanıyla, kitaplarıyla onların elinde tanınmaz hâle gelmiş; İbn Sina Avicenna, İbn Rüşd Averos olmuştur. Bu mevzuda söylenecek daha çok söz olabilir; ama konu dışına taşmamak için kısa kesiyoruz.
Fahreddin Râzî, “O, (Allah) ki, yeryüzünü sizin için döşek, semayı da bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, artık bile bile Allah’a eşler koşmayın.” (Bakara sûresi, 2/22) âyetinin tefsirinde şu açıklamada bulunur: “Yeryüzü, burada bir yanıyla döşek olarak anlatılsa da, başka bir âyet-i kerimede küre olduğuna dikkat çekilmektedir. Güneşin etrafında dönen yerküredir. Şayet “Yer, küre olarak güneşin etrafında dönüyorsa, bu durumda insanlar ve cisimler onun üzerinde nasıl dururlar?’ diye sorulacak olursa, ben de derim ki, dünya o kadar büyük bir küredir ki, üzerinde satıhlar meydana gelmiştir.”[2] Dikkat edilecek olursa bunlar, tam sekiz asır evvel söylenmiş ve yazılmış şeylerdir.
Fahreddin Râzî’nin tefsiri incelendiği zaman, fıkha, sarfa, nahiv, gramer ve belâgat kaidelerine ait yüzlerce misal görülür. O, i’caz üzerinde de ısrarla durur. Kur’ân’ın beşer tarafından yazılamayacağı meselesinin her yerde müdafaasını yapar. O, mantık ve felsefeye de çok ehemmiyet vermiştir. Bu yüzden de tenkit edilmiş ve bir kısım müfritlerce: “Râzî’nin tefsirinde her şeyi bulmak mümkündür; ama tefsir adına bir şey bulunamaz.” denmiştir. Tabiî ki bu, onu söyleyenlerin Kur’ân’a bakış açılarını da yansıtan, kendilerine ait bir görüştür.
Yine Fahreddin Râzî’nin selefi olan ve Mutezile imamlarından sayılan meşhur “Keşşaf” sahibi Zemahşerî de dirayet ehlindendir. O da az farkla, yerin küre olduğu meselesinde Râzî’nin söylediklerine yakın şeyler söylemiş ve: “Dünya, küre şeklindedir. Kur’ân-ı Kerim’in ona döşek demesi, vüs’atine binaendir. Yer geniştir ve geniş bir küre üzerinde satıh tasavvur edebilir, düz zeminler düşünebiliriz.”[3] şeklinde, çağın ilim ufkuna yakın yaklaşımlarda bulunmuştur.
Zemahşerî’den az sonra yaşamış olan “Envâru’t-tenzîl ve Esrâru’t-tevîl” yazarı Beyzâvî’yi de ayrıca zikredebiliriz. Aynı şeyleri o da söyler. Medrese talebeleri arasında onun tefsiri için “Demir leblebi” ifadesi kullanılır. Zira ele alınan konular, müthiş bir dirayet ve dikkatle ele alınmıştır.
Osmanlıların meşhur ve müthiş şeyhülislâmı Ebu’s-Suûd Efendi de, “İrşâdü’l-akli’s-selîm” adlı tefsirinde yerin küre olduğunu ve dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, yine Galileo ve Kopernik’ten bir hayli yıl önce söyleyen müfessirlerimizdendir.[4]
Kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu çok az sayıdaki Kur’ân tefsirinden birkaçını daha arz ettikten sonra isterseniz bu faslı da noktalayalım:
Kur’ân’ın büyüklüğünü ortaya koymaya çalışanlardan biri de, hiç şüphesiz İmam Nesefî’dir. Onun tefsiri “Medârikü’t-tenzîl”, bir bakıma Zemahşerî’nin eserinin ihtisarı da sayılabilir. Bu tefsirde de hadis ve eser üzerinde bir hayli durulmuştur. İçinde az da olsa israiliyat olduğu söylenebilir.
Bu arada, Bağdatlı Sofi Hâzin’in “Lübâbü’t-tevil” adlı tefsirini de zikretmek gerekir. Bu tefsirde israiliyat diğerlerine nispeten biraz daha fazladır. Fıkıhtan kelâma değişik konuların yer aldığı tefsir, sahabeden gelen rivayetler üzerinde daha çok durmaktadır.
Bunlardan başka Bağdatlı Merhum Âlûsî’nin Ruhu’l-meânî’sini hatırlamamak da mümkün değildir. Tam otuz ciltten ibaret olan Âlûsî tefsiri, bir bakıma geçen bütün müfessirlerin tefsirlerinin hulâsası gibidir.
Bir de, bizim meşhur tefsircimiz Allâme Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri vardır ki, doğrusu tefsirlerin şaheseri dense değer. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili’ni, Ruhu’l-meânî’ye yakın bir usûl ve üslûpla ele almıştır. Ancak, yer yer pek çok kimseyi tenkit ettiği de bir gerçektir.
Tenkit noktası açık olmakla beraber, Kur’ân’ın ilmî bir tefsir denemesini yapan Tantâvî Cevherî’nin “el-Cevâhir” adlı tefsiri, kâinata ait bütün ilimleri anlatan geniş bir tefsirdir. Cevherî bu tefsirinde, kâinata ait neredeyse bütün ilimlerden söz etmiştir ki, bu yönüyle ona bir ansiklopedi diyenler de olmuştur.
Hayat-ı içtimaiyeye ait meselelere Kur’ân’dan bir bakış açısı getirerek Kur’ân’ı tefsire çalışan Allâme Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân’ını da zikretmeden geçemeyeceğim. Onun, tenkit edilebilecek yanları olmakla birlikte, bu önemli eserinde tefsire yeni bir bakış açısı getirdiği her zaman söylenebilir. Arapçasını okuyanların da idrak ve itiraf edeceği üzere, onun tefsiri, şiirimsi âhenk içinde kaleme alınmış bir tefsirdir. Türkçesinde maalesef bu şiiriyetin korunduğunu söylemek çok zor.
Bütün bunlara ilaveten sofiler içinde de, meselâ Muhyiddin İbn Arabî’den Kuşeyrî’ye birçok müellif Kur’ân’ı tasavvuf penceresinden tefsir edegelmişlerdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, tefsir adına hangi çağda Kur’ân tevil ü tefsire tâbi tutulmuşsa, bunların bütünü Kur’ân’ın enginliğini, eşsizliğini ve beşer havsalasından çıkamayacak kadar mükemmel olduğunu ortaya koymaktadır. Hangi saha olursa olsun, Kur’ân’ın muhakkak o sahada, her asrın idrakine söylediği ve söylettiği pek çok şey vardır. Tabiî burada tefsirleri nazara verirken, onları tarihi yönden de, teknik açıdan da sıralamaya tâbi tutmadığımız ortadadır. Zaten mevzuumuz da tefsirleri bu yönleriyle incelemek değil, Kur’ân’ın değişik devirlere göre nasıl yorumlandığını, ilim, fen ve teknik sahalarında dahi onun taptaze prensiplere sahip olduğunu göstermektir. Aksi hâlde böyle bir meselenin, beş-on sayfaya sığmayacağı herkesin malumudur.
Ecdat ve eslâfımızın, kendi devirlerinde üzerlerine düşen görevi bihakkın ifa edip etmedikleri hususunda bir şey söylemek bize düşmez. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, onlar bütün sa’y ve gayretlerini Kur’ân’ı anlama ve tebliğ etme hususuna sarf etmişlerdir; sarf etmişlerdir ama belli ölçüde kendi devirlerinin kültürünün, değer yargılarının, dünya ve ukbâ görüşlerinin tesirinde kaldıkları da bir gerçektir.
Biz, onları bu engin ve samimî mesaileriyle düşününce Kur’ân’a sığınıyor ve şöyle diyoruz: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!” (Haşir sûresi, 59/10)
Evet, bu duayı bize Kur’ân öğretiyor. Biz de Allah’tan onlar hakkında mağfiret dileğinde bulunuyoruz. Allah (celle celâluhu) bizi Kur’ânî bu mülâhazadan ayırmasın.
[1] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 14/20.
[2] Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/95
[3] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 1/125.
[4] Bkz.: Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-akli’s-selîm 1/61.
Nasıl bir Kur'ân tefsiri?
Kur’ân’ın genel karakterine ve muhtevasına baktığımızda, onun, insan hayatının bütün cephelerini kuşattığını müşâhede ederiz. Evet, Kur’ân, insanı ilgilendiren hemen her konu ile çok yakından alâkadar olmuştur. O, ezelden ebede kadar, geniş bir dairede insanların içlerini, dışlarını, dünya ve ahiret saadetlerini bir bütün hâlinde ele almış ve seslendirmiştir. Yani Kur’ân, insanın iktisadî ve maddî hayatını tanzim ettiği gibi, vicdanına, sırrına ve letâif-i mâneviyesine ait ruhî cephesini de inceden ince gözler önüne sermiştir.
Evet, onun vaz’ettiği nizam, sadece dünyaya ait bir nizamdan ibaret olmayıp, burayla beraber öteleri de içine almaktadır. Hâsılı o, dünya ve ukbâ dengesini tesis eden en büyük kitaptır.
Eğer Kur’ân, insanların sadece maddî yapısına hasr-ı nazar etseydi ve sadece maddî saadetlerini teminle yetinseydi –ki bugün batıda daha çok böyle tek yönlü ve madde yörüngeli, bedene ve cismaniyete hizmet eden, dolayısıyla gerçek bir mutluluk vaadedemeyen bir anlayış hükümferma bulunmaktadır– vicdanları nazar-ı itibara alıp insanın iç âlemine, mânevî duygularına yönelmeseydi, hiç şüphesiz bu onun için ciddî bir eksiklik olurdu ve bu eksiklik, her an insan ruhu üzerinde kendini hissettirirdi.
Dünya ve ahiret saadeti, ancak iç ve dış yapının âhenkli beraberliğiyle teessüs edebilir. Bu itibarladır ki, Kur’ân, hedeflerinden biri olarak, insan hissiyatını dikkate almış, yer yer onu hatırlatmış ve onun üzerinde durmuştur. Her şeyden evvel ona dikkatle baktığımızda daima muhataplarının düşünce seviyesinin gözetildiğini görürüz. Öyle ki, fikren onun içine giren herkes, kendi ruhî enginliklerine ait bir kısım çizgileri onda bulabilir. Bence Kur’ân’ın bir önemli hususiyeti de işte buradadır. İnsan, hiç olmazsa yirmi dört saat içinde bir saat kendini onda aramalı ve bulmaya çalışmalıdır.
Evet, Kur’ân insana hitap etmekte ve Kâinâtın Yüce Yaratıcısı, o Kitab’ın diliyle insanla konuşmaktadır. Öyleyse bu Kitap, insanın hem maddî hem de mânevî yapısını şerhedecek ve onun içtimaî yapısını seslendirdiği kadar ledünniyatını ve letâifini de eleveren bir hususiyet taşıyacaktır. Aslında insan ister ki, okuduğu kitap, onun içini okşasın, hissiyatına mümâşat etsin; onu tehlikelere karşı uyardığı gibi menfaatlerine karşı da duyarlı kılsın; hatta ailesini, milletini, ailesinin ve milletinin aklını ve iradesini de yönlendirsin.
Dikkatle bakabilenler için bütün bu özellikler Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da mevcuttur. Hatta onun her âyetinde bunlar vardır. Ama derinlemesine Kur’ân’a vâkıf olunmamışsa, yani eksiklik insandan kaynaklanıyorsa, hadisin yaklaşımıyla, Kur’ân bir vadide, insanlar da bir vadide hayat sürüyorlarsa,[1] böyle bir topluma onun hidayet kaynağı olması düşünülemez. Müslüman milletlerin birkaç asırlık derbederliklerinin gerçek sebebi de bu olsa gerek. Bu perişaniyetin giderilmesi de, yeniden ümmetin Kur’ân’a yürekten dönmesine bağlıdır.
Eğer yeryüzünde Kur’ân düşüncesinin yeniden soluklanması isteniyorsa, onun insanla alâkalı yorumlarını, toplum telakkisini, Allah-insan-kâinat tefsirini bir kere daha incelememiz icap edecektir. Günümüze doğru gelirken Kur’ân’ın bu yönünün gerektiği ölçüde işlendiği pek söylenemez.. ve hele Kur’ân’ın psikolojik eksenli tefsiri, neredeyse hiç düşünülmemiştir. Oysaki bütün bu hususların insanla ne kadar alâkalı olduğu açıktır.
“Ruh veya nefis ilmi” dediğimiz psikoloji, insanın hakikî melekût ve ledünnî cihetlerini müştereken ele alması gereken bir ilimdir. Bugün Kur’ân’ın işte bu hususları da içine alacak şekilde tefsir edilmesine ihtiyaç vardır. Psikoloji ilmi, şimdilerde pek çok yeni şey söyledi ama insanı gerçek derinlikleriyle ortaya koyamadı. Hatta biraz daha cesurca bir tabirle ifade edeyim: Psikolojinin, Kur’ân’ı önüne almadan, insan psikolojisine ait, akl-ı selimi tatmin edebilecek esaslar vaz’etmesi ve söylemesi imkânsız gibidir.
Bunu belki iddia sayabilirsiniz; ama ben bunu Kur’ân’ın kuşatıcılığına dayanarak arz ediyorum. Çünkü Kur’ân, insan için gelmiş bir kitaptır.. ve o, ilimde, fende ve içtimaiyatta ‘insan’ merkezli bir medeniyet tavsiye etmektedir. O insan ki, Kur’ân’a göre, koskoca bir kâinat mahiyetinde yaratılmıştır. Baharı, yazı, çiçeği ve arısıyla bütün varlık, onda mündemiçtir. Şairimiz, bu büyük mânâyı Hz. Ali’nin bir sözünü açıklama sadedinde: “Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir” şeklinde seslendirir.
Evet, âlemler onda gizli, o ise varlığın özü gibidir. Kaldı ki, birçok hakikatin, içinde câmî bulunduğu bu insan, sabahtan akşama, akşamdan sabaha birçok değişik atmosferde sürekli bir kısım psikolojik ve ruhî hâllere mazhar olur veya maruz kalır. Öyle ki, bazen nebatî mertebeye iner, bazen sadece hava alıp veren bir mahluk hâline gelir, bazen de hayvaniyet mertebesine düşer.. bu mertebede o artık behimî ve şehevî hislerden başka bir şey duymaz. Buna karşılık, onun öyle bir ânı da olur ki, o dakikada kâinat ayağının önünde bir top gibi kalır. Düşünce ufku itibarıyla gider ta Arş-ı A’zam’a uzanır, Sidre’yi gömlek gibi giyer ve Resûlullah’ın ayağının ulaştığı noktaya yaklaşır ve bütün mâsivâyı geride bırakır. İlim bu durumu, laboratuvarların dar dünyası ve dar imkânları arasına sığdıramaz. Zaten onun bunu ölçüp-biçebilecek bir kıstası da yoktur.
Şimdi, bütün bunlar sadece sevk-i tabiî ile izah edilebilir mi? İnfialler, refleksler, heyecan ve hisler, gözyaşları, öfke ve gazabın bin türlüsü, nasıl böylesine basit bir tabirle izah edilebilir ki?..
[1] Bkz.: el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
İnsan eksenli Kur'ân tefsiri
İnsanı, insanlar bütün hususiyetleriyle izah ve şerh edemez. Onu, sadece ve sadece yaratan Allah (celle celâluhu) şerh ve tefsir edebilir. Onun mahiyetine bir kısım his ve letâif, Cenâb-ı Hak tarafından şifrelenmiştir. Kur’ân, kâinatı yorumladığı gibi insanın da biricik yorumcusudur. Bu itibarla da insanın içi ve dışıyla alâkalı malumat, bütünüyle Kur’ân’da mevcuttur denebilir. Evet, onun her dakika geçirdiği ruhî tavırlar, uğradığı psikolojik tezahürler, bütünüyle Kur’ân’da şifrelidir.
İnsan, ne teleskobun ne de mikroskobun hedefine yerleştirilmiş âdi bir cisim değildir ki, iç yapısına muttali olunabilsin. Evet, onun ledünniyatını teleskopla tespit etmeye imkân yoktur ve edilemez de. Psikoloji ilminin de bugüne kadar insanın ruh ve nefis mekanizmaları adına ortaya ciddî bir şey koyduğunu söylemek oldukça zordur. Kediler, köpekler ve fareler üzerinde yapılan tecrübelerle insan hakkında bir neticeye varmak mümkün olmasa gerek. Zaten materyalistlerin diyalektik esaslarıyla onu tahlil etmek, bütün bütün laubalilik gibi bir şeydir; zira kâinatta en nadide ve kıymettar bir varlık olan insanı böylesine âdice ve süflice tahlil etmeye kalkmak, insan adına onda tecellî eden esmâ-i ilâhî ve onun letâifi adına en büyük cinayet ve en büyük su-i edeptir!..
Batıda insan, değişik dönemler itibarıyla değişik ekoller tarafından ele alınmış ve büyük ölçüde yukarıdaki kaymalar çerçevesinde tahlil edilmiştir. Bunlardan birkaçı müstesna hemen hepsi de, insanın yüzünü kızartacak kadar onu süflice ele alan yaklaşımlardır. Evet, Bergson, Pascal ve daha birkaç isim meseleye az da olsa insaf ve sağduyu ile yaklaşmış ve insanı bir ölçüye kadar iç ve dış derinlikleriyle kucaklamışlardır. Bunların ellerinde Kur’ân olsaydı zannediyorum, insan gerçeğiyle alâkalı çok daha güzel şeyler söyleyebilirlerdi. Ama onlar, bu imkândan mahrum idiler.
Öte yandan, her meseleyi şehevî hislere bağlayıp insanın yüzünü kızartacak ölçüde bohemliğe giren ve insanı tahlil ederken, onunla alâkalı her hususu bir çirkinlikle irtibatlandıran bir akımın öncüsü olması itibarıyla Freud’ü, bir başka sahada da Sartre gibi kimseleri görmekteyiz. Bunların hemen hepsi, insanın ledünniyat ve mânâ anatomisini göremeyerek onu tıpkı bir hayvan gibi mütalaa etmektedirler. Maalesef bunlar, hiç alâkası olmadığı hâlde, birbirinden çok uzak meseleleri irtibatlandırarak insana, boynunda şehvet tasması bir hilkat garibesi nazarıyla bakmaktadırlar.
Rica ederim insan, bu kadar âdi bir varlık mıdır? Gerçi bunlar da görüşlerini serdederken tahlil metodu kullanmışlardır. Ne var ki metottan önce, ehliyet gereklidir. Hemen ifade etmeliyim ki, onların hiçbirisi bu mevzuda söz söylemeye ehil değildir. Ancak çok ciddî bir fikrî ve ruhî boşluk içinde yuvarlanan çevrelerde onların bu sözleri ilmî bir gerçekmiş gibi telakki edilmekte ve dolayısıyla da hüsnükabul görmektedir. Freud, libidosuyla her meseleyi şehvete bağlar. O kadar ki, iki aylık yavrunun annesinden süt emişini dahi şehevî hislerle irtibatlandırarak, her insanî tavrın arkasında bu duygunun mevcudiyetini vehmeder.
Şimdi, lütfen bir düşünün, melekleri dahi geride bırakacak kadar aziz ve mükerrem yaratılan insanoğlu, acaba bunca hakareti hak etmiş midir? Etmemişse, akıl ve iz’an sahibi birinin böylesine bir “insan” tahlil ve teşrihini kabul etmesi ne mânâya gelir; bunun değerlendirilmesini size bırakıyorum.
Şimdi acaba, insanı mezbeleliklere atan tahlillerle Kur’ân’ın insana verdiği değer karşılaştırıldığında, aradaki muazzam farkı idrak etmemek, Kur’ân’ın tahlil ve tarifine “bârekellah” dememek kabil midir?
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, hem de bir beşer olarak ta Sidretü’l-Müntehâ’ya varıp meleklerin en azizini dahi geride bırakması, insanın Allah indindeki değerini göstermesi bakımından ne mânidardır! Evet, Cibril dahi Miraç’ta bir noktaya varır ki, ondan ötesi için “Vallahi buradan öteye bir adım atarsam mahvolurum. Bundan öte yol senin, devran senindir.”[1] der.
Evet biz, insanı böyle bilmekte ve böyle tanımaktayız. Allah (celle celâluhu), ona böyle ikramda bulunmakta ve O’nun kelâmı olan Kur’ân da onu böyle tarif ve tahlil etmektedir. Modern dünyada hangi ilim, hangi araştırma insanı böylesine azizleştirmiştir?.. Bu kadar mükerrem olan insanı, solucandan daha aşağı düşüren telakkiler ile onu tahlil ve teşrih etmek, onun ruhuna ve muhtevasına karşı ne büyük bir cinayettir!..
Öyleyse, insanın Kur’ân’da bir defa daha keşfedilmesi ve maddî-mânevî donanımıyla ele alan âyetler arasından, ona ait derin mânâları çıkaracak bir tefsirin yapılması ve mükerrem bir varlık olan insanı, habâset yüklü tahlillerden kurtarmanın zamanı gelmiştir zannediyorum. Her şeyden evvel Kur’ân-ı Kerim, “Nefislerinizde sizin için âyetler vardır.” (Zâriyât sûresi, 51/21) diyerek, insanın bir mucizeler âbidesi olduğunu nazara verir.
İnsanın mahiyeti, onun günlük hayatı, her an geçirdiği istihaleler incelenmedikçe onu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onun için, dünya ilimlerinin gereği olarak dahi Kur’ân’ın tahliline ihtiyaç vardır ve bir Kur’ân tefsiri yapılacağı zaman, bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Zira bir gün fert, cemiyet, madde ve mânâ olarak Kur’ân’a dönülecekse, topyekün hayatı onun sunduğu mesajlara göre bir kere daha gözden geçirmek gerekecektir.
Bu vadide söylenecek ve yazılacak şeyler, ne satırlara ne de kitaplara sığacak gibidir. Biz burada belki de söylenmesi gereken şeylerin sadece öşr-ü mi’şarını (yüzde birini) söylemiş ve yazmış sayılabiliriz. Tabiî burada hem Kur’ân hem de kendi adımıza bir kısım sevindirici gelişmelerin olması da yegâne tesellimizdir. Neslimizin yeniden Kur’ân’a dönmesine, aslına yönelmesine –Allah (celle celâluhu) yümün ve bereket versin– ve umumî gelişmelere baktıkça, Kur’ân’ın bir küllî tefsirinin bugün olmasa da böyle bir tefsirin yazılacağı günlerin yakın olduğuna inanıyoruz.
[1] Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/214, 25/141, 28/251; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 10/410.
Kur'ân'dan psikolojik tahliller
Psikoloji ilmi, davranışlarına bakarak insanın iç dünyasını tanıma ve tahlil etme iddiasında olan bir ilim dalıdır. Bu ilme, bizim tarihimizde önceleri “İlmu’r-ruh” denirdi ve o zaman bu ilim, biraz daha insan ledünniyatını, onun iç âlemini, melekûtî yönünü incelerdi. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan son bir-iki asırlık dönemde, “İlmü’n-nefs,” son zamanlarda ise “Psikoloji” ve müteakiben “Modern Psikoloji” tabiri kullanılmaya başlandı.
Peşinen ifade edelim ki, ne bizim kendi ulemâmızın kullandığı İlmü’n-nefs veya İlmü’r-ruh ve ne de batılı ifadesiyle Psikoloji, Kur’ân’da arz edilen insan ledünniyatını, onun metafizik anatomisini tam karşılayamamaktadır.
Evet, Modern Psikoloji, geliştirdiği onca sisteme ve metotlu çalışmalara rağmen, Kur’ân’da olduğu ölçüde insanın içine girememiş ve onu tam anlamıyla keşif ve ifade edememiştir. O, bu hususta oldukça yaya kalmakta, hatta yavan durmaktadır.
Bir bütün olarak insan ledünniyatını ele alma, kalbi, sırrı, duyguları ve bugüne kadar henüz keşfedilmemiş latîfe ve hisleriyle onu bir bütünlük içinde tahlile tâbi tutma, kritik etme sadece Kur’ân’a nasip olmuştur. Kur’ân, insanı bütün derinlikleriyle ele alır. Onu bütün gizli ve açık duygularıyla adım adım takip eder ki, bu ölçüde Kur’ân’ın vicdanlara girmesi, insanın letâifini keşfetmesi ve onun her hâline tespit edici bir bakışla bakması, onun Mu’cizü’l-Beyan olduğuna kâfi bir delil sayılır zannediyorum.
Kur’ân’ı dinleyen, onun lafız ve mânâ münasebetlerini yakından takip eden herkes, onun âyetleri arasında kendi ruh hâlini bulur; hatta çok defa kendisinin dahi izahta güçlük çektiği ledünnî ahvalinin şerh edildiğini görür. Tabiî bu biraz da, insanın bütün hissiyatıyla Kur’ân’ın ruhuna nüfuz etmesine ve onun dünyasına sızmasına bağlıdır. Evet, her meselede ona dehalet edip sığınmadan onun içine girmeye imkân yoktur. Ama insan, bir kere de kendine açılan o menfezlerden içeriye girip de onun teşrih masasına uzandı mı; artık ruhuyla, hissiyle, vicdanıyla kendini bir başka müşâhede eder.. evet, Kur’ân, insanla işte bu kadar içli dışlıdır…
Hatta insan, bir âyette kendini görüp bulamasa da, bir başka âyette mutlaka Kur’ân kelimelerinin onun kalbini avucuna aldığını, gönlünü okşadığını ve nabzını tuttuğunu görür gibi olur. Ne var ki, Kur’ân’a tam gönül vermeyenin, onu anlaması ve onda kendini bulup kendini kavraması da çok kolay olmasa gerek. Evet, Allah (celle celâluhu), insanı Kur’ân’da âdeta şifrelemiştir. Bu şifre çözüldüğü an her şey anlaşılacaktır. Kur’ân, şu koca kâinatın en ücra köşelerinde yapayalnız olan insana Allah’ın en büyük bir lütfu, ihsanı ve hediyesidir. İnsan, onunla dostluk kurabildiği takdirde kendini tanır, Yaratıcısına iltica eder ve her türlü yalnızlıktan kurtulur.
Doğrusu insan, ancak Kur’ân’ın içine girebildiği ölçüde onun nasıl bir kitap olduğunu kavrar. Zira Kur’ân, insanla kâinat arasında bir koordinatlar mecmuasıdır. Dahası Kur’ân, insanı dünyaya baktırdığı gibi ukbâya da baktırır. Fenâya ve bekâya mazhar yönleriyle onu cemeder ve bütünleştirir. Maddesinin anatomisini yaptığı kadar, ledünniyatının da anatomisini ortaya kor. İnsanın nasıl bir gelişme ve terakki, ya da düşüş ve tedenni yolu takip ettiğini, şekilden şekle, hâlden hâle, tavırdan tavıra girerken hangi mertebe ve makamlardan geçtiğini ve hisleri, heyecanları ve ruhî referanslarıyla nasıl bir çizelge ortaya koyduğunu bütünüyle Kur’ân’da bulmak mümkündür.
Modern Psikoloji, henüz insanı bu ölçüde tanımaktan çok uzaktır. Şunu da kat’iyen ifade etmeliyim ki Kur’ân’ın, psikolojinin geliştirdiği tecrübî metotlarla kesinlikle alâkası yoktur. Evet, çok defa hayvanlar üzerinde yapılan tecrübelerle, insanı izahta kullanılan prensiplerin, Kur’ân âyetleri ile uzaktan yakından bir irtibatı söz konusu olamaz. Ve psikoloji, ancak ulaşabildiği en son noktalarda ve en doğru tespitlerinde, Kur’ân’ın âyetlerindeki espriyi kavrayabilir.
Burada üzerinde durulacak ve hakkında misaller verilecek olan âyetlere, eskilerin İlmü’n-nefs dedikleri, şimdikilerin ise, biraz da fantastik bir mülâhaza ile “Psikoloji” olarak adlandırdıkları ilmin kıstaslarıyla yaklaşılamayacağının bilinmesi çok önemlidir. Misalleri tahlil ederken işe “ilmî hava” verme gibi indî yaklaşımlara girilmeyecektir. Bu da, Kur’ân’a saygımın gereğidir. Zira Kur’ân, olduğu gibi kendi fıtrî eda ve üslûbuyla arz edilmezse ona gölge düşürülmüş olur. Hele hele henüz kesinlik dahi kazanmamış ölçü ve kıstasları kullanmanın Kur’ân adına nasıl bir cinayet olacağı açıktır. Kur’ân müşâhedeye alınırken, gözlerdeki sun’î çapakların ortadan kaldırılması zarurîdir. Ta ki ondaki parlaklık, aydınlık ve zenginliğin televvün dalga boyu kırılmasın.
İnsan ledünniyatının Kur'ân açısından tahlili
Kur’ân, insanı bir bütün olarak ele alır ve onun duygularının ve ledünniyatının hiçbir yanını ihmal etmeden onu bir kül hâlinde değerlendirir. Evet, Kur’ân’da insanî hiçbir duygu ve his ihmal edilmez. Bir diğer yaklaşımla, bir mânâda her tip, her şekil ve tavırda insanı Kur’ân’da bulmak mümkündür.
Esasen insan ledünniyatını şerh etmek kolay bir iş değildir. Çünkü insan, koca bir kâinat gibi her an farklı farklı tavırlar sergilemekte; sırrı, hafîsi ve ahfâsı ile her an ayrı bir şekle bürünmektedir. Nedir onu hâlden hâle sürükleyip yerinde şevklendiren ve yerinde de miskinleştiren duygular?
İşte bu meseleler, insanlık tarihi boyunca, sürekli beşerin zihnini meşgul etmiştir. Batıda insan ledünniyatı üzerine çalışan bir yığın insan vardır. Ama her birisi kendi zaviyesinden ve onu görebildiği bir yönü ile değerlendirmeye çalışmış ve çalışmaktadır. Meselâ onlardan biri, insandaki sezgiyi esas almış ve ona göre teşrihî mütalaalarını ortaya koymuştur. Bir diğeri, insana şevk veren duyguları itibarıyla onu tahlil etmiştir. Bir başkası ona mantığıyla yaklaşmıştır ama hiçbiri, insanın câmî (kapsamlı) bir tahlilini yapamamıştır.
Bu mevzuda yine söz, sözler sultanı Kur’ân’a aittir. Evet, insanın câmî bir varlık olduğu orada vurgulanmakta ve her tip ve tavrın teşrihi onda gerçek ifadesini bulmaktadır. Hatta insanın geçirdiği bütün ahvâl ve etvâr (hâl ve tavırlar), yine onda şerh edilmektedir.
Mücrim ve günahkâr bir insan, nasıl bir psikoloji içindedir? İnsanlarla konuşurken, toplum içine çıkarken hangi duygu ve hislerle meşbûdur? Bir türlü fiyaskolardan kurtulamayan bir insanın ruhî çöküntüleri, mânevî buhranlarının tezahürleri nelerdir? Kırılan ümitlerin, sönen aşkların, sarsılan emellerin veya ümitle çarpan sinelerin, tülpembe hülyâların, sevapla ışıldayan gözlerin, günahla kararan yüzlerin, aşk u iştiyakla çarpan sinelerin, karamsarlığa kendini salmış bedbîn ruhların… evet, hepsinin akislerini onda görmek mümkündür.
İmanın müflis ruhu nasıl okşadığı, onun letâifini nasıl meâliye (yüce duygulara) yönlendirdiği, değişik handikapları aşmada gönlü nasıl şahlandırdığı, yine ona has bir ses ve soluktur.
Hele, bütün kalbi kırıkların, bir mânâda rencide olmuş his ve duygularıyla nasıl teselli bulduklarını, bulup Kur’ân’a ve evrâda yöneldiklerini yine sadece onda görebiliriz.
İdare eden ve zirveleri tutanların da, seviyelerine göre Kur’ân’da ayrı bir yerleri vardır. Öyle ki, gururları kırılmadan, izzet-i nefisleri rencide edilmeden, şahsiyetleri ve benlikleri hırpalanmadan, ufkî olarak hedefe götürüldüklerini görür, onlarla beraber üslûbun sihrine büyüleniriz. Evet, Kur’ân, onları bir yandan kendi hedefine doğru çekerken, diğer yandan da yol boyu ulvî hakikatleri gönüllerine boşaltmayı, iştiyak ve inşirahlarını coşturmayı asla ihmal etmez.
Kur’ân’da, anne ve babanın ruhî durumlarının tahlili de ayrı bir üslûp harikasıdır. Evlat ve anne-baba arasındaki münasebetler en ince bir ruh hâline göre tahlil edilirken, bu münasebetler, ruhu kucaklayıp meâliyâta götürecek şekilde tesis ve tanzim buyrulmaktadır. Evet, aile onda öylesine ince, öylesine zarif bir üslûpla ele alınır ki, bu üslûptan, aile fertlerinin yukarıdan aşağıya şefkat ve muhabbetle, aşağıdan yukarıya doğruda da hürmet ve saygıyla birbirinin içine aktığı görülür.
Soyumuz, kendi nizamını tesis ederken, Kur’ân’ın düsturlarını esas almıştır. Bir yeniçeri ocağı –ki Osmanlı’yı cepheden cepheye şahlandırarak, İslâm nizam ve ahlâkını, o geniş fütuhât hamleleriyle bir cihan hâkimiyeti mefkûresi hâline getirmede en önemli rollerden birini oynamıştır– bu düsturlar üzerine eğitilmiş bir ocaktır. Yerinde her askerî ferde benlik ve şahsiyet verilirken, yerinde de bu benlik ve şahsiyetten tecerrüt ederek, otoriteye saygı ve itaati sağlayacak şekilde terbiye edilmeleri, Kur’ân’ın insan ledünniyatını ele vermede kullandığı umumî ve hususî prensiplerinden istifade ile mümkün olabilmiştir.
Bu açıdan da o ocağın tefessüh edip yozlaşmasında, Kur’ân’dan ve onun besleyiciliğinden uzak kalmasını gösterebiliriz. Kur’ân’ın ledünnî hayatı tahlil ve teşrih prensiplerinin gözardı edilmesi, dünyanın en güçlü ve disiplinli devletlerinden birinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Zira Kur’ân, o toplum ve onun fertlerinin ruhu mesabesindeydi; onun sayesinde baş başa verip birliklerini sürdürebiliyorlardı. İslâm’a omuz vermiş o yüce kâmetler, ruhî rabıtalarla birbirlerine sımsıkı bağlı idiler. Yoksa sadece cisimlerin bir araya gelmesi, cismanî beraberlik ve yüzlerin aynı istikamete yönelmesi, o ciddî nizam için yeterli değildi. Olmadığı için de, yeniçeri ve sonrasında tesis edilen askerî nizam ve birliklerin hemen hiçbiri pâyidar olmadı. Hem de bu dönemde psikolojinin prensiplerinden ve Batı’nın askerî tecrübelerinden âzamî derecede istifade edilmiş olmasına rağmen pâyidar olmadı; zira millet ruhuyla, aşılanan hususlar arasında mânâ ve muhteva dokusu açısından ciddî farklar söz konusuydu.
Bir kere daha şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki, terbiye adına Kur’ân’ın getirdiği sistem bize yeter ve bizi aşkındı. Hangi meselede olursa olsun, ne psikolojinin ne de modern pedagojinin, bir insanı tahlil etmede Kur’ân’a yetişmesi asla mümkün değildi. Onun için bugün Müslüman milletlerin, yeni ve daha canlı bir bakış açısıyla bir kere daha Kur’ân’a yönelmeleri çok önemlidir.
Biz de burada, işte bu zarureti vurgulama sadedinde Kur’ân’dan küçük birkaç misal daha arz edeceğiz. Maksadımız, psikoloji dersi vermek değildir; o ne haddimizedir ne de vazifemiz. Ancak böyle bir ders vermeye kalkan herkes de bilmelidir ki, Kur’ân’a dönmeden, onun getirdiklerinden istifade etmeden insanın içine nüfuz edilmesi ve tam olarak onun ledünniyatına inilmesi asla mümkün olmayacaktır.
Oysa Kur’ân, her ferde ayrı bir pencere açarak oradan içeriye girer, onun letâifinde gezer ve en karakteristik hususiyetleriyle onları keşfederek tastamam yerinde tespitlerde bulunur. Tıpkı şuanın cisimlerin içine girip her şeye sızdığı gibi Kur’ân da fertlerin ona açılan ruh pencerelerinden içeriye girer, onları yorumlar; sonra da onların içinde meydana getirdiği değişimlerle onları imana ve İslâm’a yönlendirir ve onlara diriliş yollarını gösterir. Bu irşad ve tebliğ, sadece inanmış gönüllere has bir şey de değildir. Yer yer inançsızın ve münafığın içine de nüfuz ederek onları da kabiliyetleri ölçüsünde ışığa uyarır.
Şimdi de Kur’ân’ın, insanların ledünniyatına nasıl girdiğine ve ne gibi teşrih ve tahlillerde bulunduğuna çok kısaca bir göz atalım:
Meselâ, Bakara sûresinin baş kısmı, mü’minlerin hallerini ve psikolojik yapılarını ele alır. İcmalen de olsa onların durumlarını, daha önceki bölümlerde arz etmeye çalıştığımız şekilde tahlil eder. Ancak biz burada daha çok münafıklarla alâkalı âyetler üzerinde durmak istiyoruz:
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatmaktadırlar; ama bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırır ha artırır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. Onlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler; ancak anlamazlar. Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!’ denildiğinde de ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler de ancak onların kendileridirler. Ne var ki bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler.)” (Bakara sûresi, 2/8-13)
Âyetleri tahlile geçmeden evvel, şu iki hususa bilhassa dikkatlerinizi rica edeceğim:
1. Âyetlerde kâfir tamamen devre dışı bırakılıp münafığın hâli ve nasıl bir hissiyata sahip olduğu arz edilmektedir. Bir mânâda onlara, “Siz kâfir değilsiniz.” denilerek bir ümit kapısı açılmıştır. Böylece “Sizler zaman zaman zikzaklar ile haktan sapıyor, doğru yoldan çıkıyor olsanız da, bazen hak dairesine girdiğiniz de olabiliyor. Hak dairesine girdiğiniz esnada, az dişinizi sıksanız gerçekten imana ulaşabileceksiniz. Evet, o esnada, içinizdeki gayz ve öfkeyi, önyargı ve kıskançlığı yenip bir kenara atabilseniz, biraz da beşerî kapris ve garizalarınızdan tecerrüt edebilseniz, kalbiniz yumuşayacak ve imana meyledeceksiniz.” der gibi bir üslûp takip edilmektedir.
2. Burada insanların bütünü değil, bir kısmı (münafıklar) nazara verilerek, gerek terbiye ve gerekse psikolojik açıdan çok yüce gayeler güdülmektedir. Yani münafıklar, “İnsanlardan bazıları var ki…” ifadesiyle, insanların bir kısmı tecrit edilerek nazara verilmekte, falan şahıs ya da falan kabile şeklinde bir şahıs ve kabile ismi belirtilmeden mesele genel olarak takdim buyrulmaktadır. Çünkü burada esas olan irşaddır. Zaten irşadda makbul olan da, bir ferdin dertlerini, hastalıklarını şerh ederken onu diğerlerinden gizlemektir; yoksa, yarasına neşter vurulan, kanı-irini ortaya dökülen hastayı teşhir etmek değildir. Zira ancak bu sayede, hastanın onuru rencide edilmemiş olur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, bu ahlâk-ı Kur’âniyeye göre irşad ve ikazlarda bulunurdu. Evet O, hiçbir zaman gördüğü kusur ve ayıptan ötürü, kusur sahibini çağırıp insanların huzurunda onurunu rencide edercesine tedipte bulunmamıştı. Aksine, cemaati toplar ve onları karşısına alarak “İçinizden bazıları var ki, şöyle şöyle yapıyorlar!”[1] derdi. Böylece hem ayıp sahibini doğru yola irşad eder hem de cemaati böyle bir kusurdan sakındırırdı.. evet, böylesi bir irşadda hiçbir zaman onurlar rencide olmaz ve perdeler de yırtılmazdı. Aslında işin nezahet ve nezaketi de bunu gerektirmektedir.
Yukarıdaki hususlara ilaveten kayda değer bulduğum son bir hususa daha dikkatlerinizi rica edeceğim: Kur’ân, değişik tahlil ve tevillerde bulunurken, isim ve şahıslardan sarahatle bahsetmez. Bu sayede herkes, oradaki iltifat veya ikazdan hissesini alır. Şayet Kur’ân, “Falanca, filanca” şeklinde bir şahıs belirlemesine girseydi, diğerleri kendilerini alâkasızlığa salacak ve gerekli ibret ve dersi alamayacaklardı. Oysaki muhatabın gizli olmasıyla herkes, kendini oradaki iltifat veya ikaza muhatap kabul ederek hâlini ve gidişatını ona göre gözden geçirecektir. Aslında, irşadın umumî gayeleri arasında bu da çok önemlidir. Meseleye böyle yaklaşılınca, herkes, âyet be âyet arkadan ne gelecek, hangi ruhî hissin teşrihi ve tahlili yapılacak endişe ve beklentisini taşıyacaktır.
Bununla beraber Kur’ân, âyetleriyle bir kısım hâlleri teşrih ederken, ister istemez bazı tedailerle bazı şahısların belirginleşmesi de kaçınılmazdır. Evet, yer yer, teker teker onların negatif veya pozitif pozisyonları, günahkâr veya salihane tavırları, yerleriyle, yurtlarıyla, hâl ve gidişatlarıyla göz önüne geliverir. Hatta bir kısım münafıkların, âyetleri takip ederken ciddî bir endişe yaşar ve “Ha şimdi ismimizi söyleyecek, kabilemizi deşifre edecek, ne haltlar çevirdiğimizi iplik iplik ortaya dökecek…” şeklinde büyük bir heyecan içine girdikleri de olabilir.
Kur’ân, onları anlatırken kullandığı, “Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse gibidir…” (Bakara sûresi, 2/17); “Yahut (onların durumu), gökten sağanak hâlinde boşalan ve içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir…” (Bakara sûresi, 2/19) ifadeleriyle, “şimşeğin çaktığı, gök gürültüsünün ortalığı velveleye verdiği, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı” bir atmosferde, onların telaşlı, endişeli ruh portrelerini tasvir etmektedir. Yani onlar, Kur’ân’ın, hastalıkları ve hasta ruhları teşrih etmesi karşısında, kendilerinin de isim be isim zikredileceği endişesini taşımaktadırlar.
Ne var ki, terbiyede takip ettiği yüce gayeler gereği Kur’ân, onları bu şekilde tasvir ederken, evvelâ hitabı umumîleştirerek insanları belli bir platforma çekmektedir. Verdiği misallerde, münafık olsun olmasın, onları tasvir ederken ve içlerindeki endişeleri dile getirirken, dahası başlarına gelebilecek belâ ve musibetler karşısında yaşadıkları iç burkuntularını arz ederken, onları iç dünyalarında çok iyi takip eder ve tam “Elhamdülillah biz değilmişiz ta’nedilen, çok şükür kurtulduk!” diyecek kadar şükran hislerini dahi iman istikametinde kullanmayı hedefler. Kur’ân, onların, “Şu canhıraş hâlden kurtulalım, Allah’ın bütün istediklerini yerine getireceğiz.” dedikleri ânı, bu kadarcık olsun vaad ve ümitlerini dahi irşada vesile kılar. Ve bu hislerini bu seviyeye getirdikten sonra da: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz…” (Bakara sûresi, 2/21) diyerek onları hakkı teslime davet eder.
Bakara sûresi 8-13. âyetleri çerçevesinde, Kur’ân’ın tahlil eksenli insan ledünniyatına girdiği ve bunu yaparken ne gibi teşrih ve tespitlerde bulunduğu dikkatle üzerinde durulacak ayrı bir konudur.
Evet, âyetteki “İnsanlardan bazıları” ifadesini duyan hemen herkesin içinde, âyete karşı bir alâka meydana gelir; o insan dikkat kesilir ve bir kısım beklentilere girer. Sonra da, o insanda “Acaba hangi kusur ve ayıbımız dile getirilecek?” şeklinde bir kısım endişeler hâsıl olur. Esasen bu alâka, kalb ve kafaların irşad ve ikaza müheyya hâline geldiğinin ilk habercisidir.
Bunun ardından Kur’ân, zikredeceği şeyleri zikretmeye başlar; başlar ve ruhlara, gönüllere öyle girer ki, insan her ne zaman bu yoldaki ifadelere muhatap olsa, ruhunda bir kısım tedailere çeşit çeşit yollar açılır; açılır ve artık yüksek bir tepeyi görünce, insanın aklına kubbeli camiler geldiği gibi değişik çağrışım vesileleri ve çağrışımlarla insanın içine öyle şeyler doğar ki, bir daha ne zaman o beyanla karşılaşsa, ona hemen pek çok esrarı hatırlatır.
Diyelim ki, yüksek bir tepede namaz kılan bir insan görüldü ve onun bu hâli de derince içlere işledi. Artık bir daha ne zaman yüksek bir tepe görülse, hemen insanın şuuraltı harekete geçer ve o tepede namaz kılan insanı hatırlar. Her ne kadar bu hâdiseler arasında zâhiren bir münasebet yok gibi görünse de, derinlemesine tetkik edildiğinde güçlü bir münasebetin bulunduğu anlaşılacaktır.
Onlar, inanmadıkları hâlde “Allah’a ve ahiret gününe inandık.” derler. Oysaki Allah (celle celâluhu), “Onlar, inanmış değillerdir.” buyuruyor. Demek ki, içlerinde bir maraz, bir hastalık var ki, sırf dünyevî bir kısım mülâhazalardan ötürü “inandık” derler. Ganimetten mal elde etmek, Müslümanın sahip olduğu hak ve avantajlardan faydalanmak veya başlarına bir gaile açmamak düşüncesiyle, gerçekten inanmadıkları hâlde inanmış gibi görünürler.
Böyle bir ruh hâletine sahip olan insan, bu âyetleri duyar duymaz hemen kendi içinin şerh edildiğini ve ruh sentezinin ortaya konulduğunu hisseder. Fakat yine de isminin açıktan deşifre edilmemesi karşısında içinde bu beyan sahibine karşı bir şükran hissi uyanır ve “Sana teşekkür ederim. Hiç olmazsa adımı açıktan söylemedin, beni halkın içinde rezil-rüsva etmedin.” der. “Demek ki, bu hitap sahibi benim açık-gizli bütün hâlimi biliyor.” der ve düşünce dünyasında ne fırıldaklar çevirdiği teker teker zihninde canlanıverir.
Kur’ân, onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın, (anarşi ve teröre sebebiyet vermeyin)!” derken de onların kafalarında bütün cürümleri, zincirleme çağrıştırmalarla ortaya çıkar; çıkar ve tabiî kendi içlerindeki tedailer ile sarsıldıkları aynı anda Kur’ân, davet kapısını aralar ve onları imana çağırır.
Bu ikiyüzlü tipler, “İnsanların inanıp iman ettiği gibi siz de iman edin!” denilince, “Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri türden inanır mıyız!” derler. Bu şekilde ayıpları ve kusurları deşifre edilip Kur’ân âyetlerinde teker teker gözler önüne serilince öyle sarsılırlar ki, bazıları imana yönelir kurtulur, bazıları da küfr-i inâdî yolunu tutuverir. Esasen bu da, bazı ahvalde insanın ruh dünyasının bir yansımasıdır. Her ne zaman kuyruğuna hafif basılıverilse, içindeki eracifi hemen kusuverir. Ancak Kur’ân, münafığın bu zayıf hâlini, ruhen bu hâle gelmiş insanların bile ümitlerini kat’iyen kırmaz, aksine onları ümitlendirir.
Burada irşad ve tebliği meslek edinenlere ciddî bir dersin var olduğu da söz konusudur ki, kalbleri fesat ve hastalık dolu olmasına rağmen Kur’ân, münafıkların bile ruhlarına nüfuz etmeyi esas almıştır. Tebliğ ve irşad erleri, sadece hakikatleri söyleyip de bir kenara çekilmemelidirler. Zira Allah katında, hak ve hakikatin ifade edilmesi bir kıymet ifade ediyorsa, onun insanlar tarafından hüsnükabul görmesinin sağlanması kıymetler üstü kıymet ifade eder. Yani “Ben şöyle böyle hak ve hakikati söyleyeyim ve haykırayım da insanlar ister ikna olsunlar ister olmasınlar, beni alâkadar etmez.” diyemeyiz. Belki, “Acaba ben neyi nasıl söylesem ki, insanlar da hüsnükabul gösterse ve söylediğim hakikatler onlarda tesir ve heyecan uyandırsa?” demeliyiz.
Evet, her zaman üslûp, ihlâs ve yeterlilik endişesi içinde bulunma mecburiyetindeyiz. Zira bazen, bilinen hakikatleri söylemek dahi insanları reaksiyon ve yanlış yola sevk edeceğinden aleyhte olabilir. Öyleyse kim söylediği zaman, insanlar ona hüsnükabul gösterecekse, Hakk’ın hatırına onların söylemesine fırsat ve zemin hazırlanmalıdır.
İşte Kur’ân-ı Kerim, bu hedefi takip eder ve münafıklık düşüncesi gibi gayr-i münbit bir zeminden dahi netice almayı hedefler. Öyle ise, hakikatler öyle arz edilmelidir ki, münafık dahi dinlediğinde, Allah’ın rahmetinden ümitvar olmalıdır. Zira çok defa böyle ruhlar, dolaylı deşifreye maruz kaldıklarında, kalblerinde yumuşama meydana gelmekte ve ciddî bir pişmanlıkla Hakk’a yönelmektedirler.
İnsan ledünniyatının, Kur’ân’da değişik şekillerde nasıl ele alındığını biraz daha açmakta zannediyorum fayda var:
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَۤاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. (Oysaki) bunlar, dünya hayatının geçici metâlarıdır. Hâlbuki asıl varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/14)
Görüldüğü gibi Kur’ân, beşerin alâka duyduğu bir kısım çekici hususları anlatırken bu arada kadını da zikreder. Kadın, İslâm nazarında muallâ bir mevkiye sahiptir. Ancak bu husus bazen şöyle veya böyle istismar edilmiş ve kadının “mihrap” hâline getirildiği de olmuştur ve olmaktadır. Örneğin Freud sistemi, bu konuda ifratı temsil eden bir ekol olduğu gibi, değişik feminist cereyanlar da dünya görüşlerini bu telakki üzerine bina ederek aynı hataya düşmüşlerdir. Zira onların nazarında kadın, âdeta şehevanî hislerin mihrabı, hatta mâbudu mesabesindedir. Dahası o, var olmanın ille-i gâiyesi gibidir.
Evlat sevgisi de en az kadın kadar beşeri hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Diğer taraftan mal-menâl sevgisi de insanda apayrı bir tutku unsurudur. Ayrıca âyet, yığın yığın altın ve gümüş biriktirmeye özellikle işaret etmekte ve böylece bir bakıma, bütün rantçı, bankacı, stokçu, ihtikârcı ve değişik spekülasyoncu kesimlere de dikkatleri çekmektedir.
Evet o, وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ sözüyle, muattal, iş yapmayan, aktif olarak piyasaya girmeyen ve bu yönüyle de piyasa iktisadını her an düğümlemek için hazır bir potansiyel olarak tutulan paralar ve diğer kıymetleri nazara vererek, iş yapmayıp para yığan, tefecilik ve ihtikârcılık ile geçinen sülük ruhlu insanlara dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Bir kenara yığılmış mallar, emre hazır olan atlar, arabalar ve bütün bunların ifade ettiği debdebe ile fahirlenme, caka yapma, halkın içinde mütekebbirâne tavırlar içinde bulunma, hatta bazen bütün bütün küstahlığa girip Yaratan’ın izzetine, yaratıkların da hukukuna dokunma böyle bir yolda kaçınılmaz olur.
Evet, işte bütün bunlar, insanı baş aşağı getirecek birer kaygan zemin mesabesindedir; tabiî değerlendirebilenler için de nurdan bir helezon basamaklarıdırlar.
Sonra âyet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ifadesiyle, bu sayılan şeylerin hepsinin dünyaya ait olduğunu vurgulamaktadır. İfadeden anlaşılan o ki, sanki bu şeyler, hak mülâhazasıyla değerlendirilmese, insanları şeytanî yollara sürükleyen birer saik durumunda ve birer ağ mesabesindedirler.
İnsanın böyle bir ağa yakalanmaması için ona: “Senin kadınlara karşı ciddî bir zaafın; evlâd u iyâle karşı büyük bir meylin, dünya metâına karşı da bir muhabbetin var.” denilerek ona boşlukları hatırlatılmaktadır. Buna karşılık o da kalkıp: “Ne yapalım, bunu bizim mahiyetimize Cenâb-ı Hak koymuş. Mahiyetimizde mündemiç olan bir meseleden ötürü bizi muaheze etmek ise, haksızlıktır –hâşâ, yüz bin defa hâşâ.!–” derse ciddî bir yanlışlık içine düşmüş demektir.
Evet, bu fıtrî meyil ve muhabbet, beşerin fıtratında dercedilmiştir. Ancak hayat sadece bu meyil ve o meyledilenlerden ibaret değildir ki! Evet, insan, sadece bunlarla dolup taşmak için yaratılmamıştır. Onda çok ulvî gaye ve hedeflere açılan meyiller de vardır.
İşte Kur’ân, her zaman insan tabiatındaki bu tür fenalıkların belini kıran ve onun dikkatini yüksek şeylere çeviren; yani insanoğlu zevkle gerildiği, kendinden geçtiği, hatta bütün bütün kendini salıverdiği bir anda, birdenbire zevklerini acılaştıracak, lezzetlerini eleme çevirecek, hayal dünyasını zîr ü zeber edecek şekilde ve düşünce dünyasının yönünü değiştirecek bir üslûpla: ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا “Bunlar, dünyevî hayat itibarıyla muvakkat birer geçimlikten ibarettir.” buyurur.
Evet, bunların hepsi, dünya hayatı metâıdır.. ve tabiî dünya, sadece böyle hoşa giden şeyleri vermekle kalmamakta, bazen acı meyveler de tattırmaktadır. Bu cümleden olarak o, insanı ruhundan koparmakta ve cismaniyet gayyalarına sürüklemektedir.
Aslında insan, her an işte bu tür gelgitler yaşamaktadır. Evet o, hisleri, hevesleri ve hevasıyla bazen taparcasına dünyaya meyleder, bazen de, içinde öyle esintiler olur ki, dünyadan da, onun metâından da fersah fersah uzaklaşır, kalb ve ruh ufuklarında dolaşır. İşte Kur’ân, insanın bütün bu farklı duygularına teker teker parmak basmakta ve âdeta onun içine nüfuz edip deminde, damarında dolaşmaktadır; dolaşıp ruhunu uhrevîliğe ve semavîliğe çevirmektedir.
Evet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا dendiği zaman, birdenbire bütün nimetlerin, zevklerin bir müddet sonra sönüp gideceğini ve onların yerlerini elem ve kederlerin alacağını; gençliğin bir gün yerini ihtiyarlığa terk edeceğini öylesine yerinde vurgular ki, insana, peşi peşine gelip giden bu şeylerle, dünya hayatının ne kadar tutarsız olduğunu hatırlatır.
Evet, insan bu dünyadaki nimetleri birer birer kaybettiği gibi, gençliğini de kaybederek ihtiyarlığın ağına düşecek.. ve nihayet bir gün her şeyinin onu terk edip gittiği gibi hiç beklenmedik bir yerde bu dünyadan dışarı atılacaktır. Kim bilir belki de “Her şeyim tamam.” dediği bir anda her şeyini bırakıp öyle gidecektir. Gidecek ve adı zihinlerden silinecek, hatıraları da teker teker yok olacaktır.
İşte dünyanın gerçek yüzü budur. Onun sonu da böyle acıdır. İnsan, bunları değişik tedailerle her hissedişinde kalbi dâğidâr olur. Dünyayı tam yakaladığı, huzur ve refahı elde ettiği düşüncesiyle coştuğu bir anda, birdenbire bu mülâhazalar ile boğazı sıkılmış gibi olur ve günde birkaç defa onun bütün dünyası başına yıkılır.
Böyle bir durumda insan, elinde olmadan bir kısım arayışlara yönelir ve kendisine destek olabilecek bir teselli kaynağı aramaya durur. His ve ledünniyatı onu, bir melce ve mencâ ufkuna sevk eder. O anda birisi ona: “Arkadaş, gençliğin gitti, ama ben sana ebedî bir gençlik vaadediyorum. Dünyan gidiyor; ama ben, sana dünyadan daha güzel bir yeri salıklıyorum. Görünen o ki sen, malınla, menâlinle solup pörsüyen bir âkıbete dûçârsın ama ben sana hiç solup sönmeyecek ve bütün duygu ve hislerini okşayacak ebedî bir saadet yurdunu gösteriyorum.” dese, ne hâlde olursa olsun, o böyle bir şeye hemen meyledecektir. Çünkü o, tamamen çökmüş, bütün ümitleri kırılmış bir hâldedir. Böylesine bir ümit kapısı ve teselli kaynağı, onun yüreğine su serpecektir. Gerçek olmasa da, hâlet-i ruhiyesi ona inanır, ona dayanır ve “Hiç olmazsa, elimde kalan birkaç dakikayı bu ümit kaynağının tesellisiyle rahatça yaşayayım.” der.
İşte insanın bütün ümitlerinin yok olduğu böyle bir noktada Kur’ân, hem de içinde en küçük bir yalan olmayan en doğru vaadlerle onun imdadına yetişir. Bütün hissiyatını, duygularını ve ruhunu okşayarak onu, mebdei gönlünde bir cennete çağırır.
وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ “Bütün güzellikler, bütün sevinçler, bütün saadet dolu hayatlar, solmaz ve pörsümez nimetler, Allah’ın yanındadır.”
Şimdi durumu bu şekilde olan birinin, böylesi bir müjde karşısında, hâlet-i ruhiyesini ve önüne açılıveren bu ümit kapısına nasıl dört elle sarılacağını varın siz tasavvur edin. Evet, onun bunaldığı, sıkıldığı, boğulmakla yüz yüze geldiği bir dakikada, böyle bir ümit belirtisinin yüzünde meydana getirdiği sevinci gözlerinizin önüne getirin; getirin ve Kur’ân’ın, insanın içini nasıl okuduğunu ve duygularına nasıl tercüman olduğunu kavramaya çalışın!
Aslında hangimiz dünya hayatı adına bunları tasavvur etmeyiz ki? Ve hangimiz, âdeta sofralar hâlinde gelen değişik nimetler karşısında sevinç ve sürur duyduğumuz bir anda her şeyin beklenmedik şekilde çekip gitmesiyle dâğidâr olmayız ki? Bütün bu iniş ve çıkışlar, dünyaya tamâlar, değişik menfaatlere perestişler insanın tabiatında vardır ve bu zayıf hâllerin hepsi de, Kur’ân perspektifinde çareleriyle yerli yerindedir.
Esasen Kur’ân, adım adım insanoğlunun peşindedir ve hep onu takip eder durur; takip eder durur ve onun en zayıf tarafını, tam gönlünün arzuladığı, kabul etmeye müheyyâ hâle geldiği en uygun ânı yakalayarak elçisi vasıtasıyla ona şöyle buyurur: “(Resûlüm!) De ki: Size bunlardan daha hayırlısını bildireyim mi?” (Âl-i İmrân sûresi, 3/15) Yani, size içine daldığınız, bütün ruhunuzla ona teveccüh ettiğiniz, onun zevk ü sefasıyla kendinizden geçtiğiniz, onda elde ettiğiniz imkânlarla ne yapacağınızı şaşırdığınız, çok defa malıyla-menâliyle gururlandığınız dünyadan daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi?
Aslında ruh her şeyiyle böyle bir suale “Evet” demeye müheyyâ hâle gelmiştir.. ve siyak imdada yetişir: “Allah’tan korkanlar için Rabbileri katında altlarından ırmaklar akan, içinde ebediyen kalacakları Cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kullarını en iyi görendir.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/15)
Bu üslûpla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, kalbinde dünya endişesi ve malının, mülkünün yok olması korkusu taşıyanlar, gelecek adına ümitsizlik içinde çırpınanlar, kırılanlar ve “Öldükten sonra ne olacağız?” endişesiyle kıvrananlara ne muhteşem bir melce ve mencâdır. Evet, “Yok mu beni kurtaran; insaniyetin kemaline çıkararak âlâ-yı illiyyîne ulaştıran?” diyen hemen herkese yegâne sığınak ve teselli kaynağı işte bu Kur’ânî mesajdır.
Kur’ân, bazılarının kaybettikleri dünya cennetlerine ve mutluluklarına mukabil, altlarından ırmaklar akan Cennetleri vaadetmektedir ki, bu ifadeler, teselliden de öteye büyük bir hakikatin ve ebediyete uzanan bir hayatın ilk muştularıdır.
Sonra da, “Orada tertemiz zevceler vardır.” buyrulmaktadır ki, aslında Kur’ân, âyet be âyet ciddî bir şekilde tahlil ve tetkik edilebilse, onun, insanoğlunu adım adım takip ettiği ve onun bütün hislerine, duygularına tercüman olduğu görülecektir.
Kur’ân’ın ledünnî hislere tercüman olmasının yanında, nazardan hiç uzak tutmadığı bir diğer husus da, hangi meseleyi ele alırsa alsın, hangi duygu ve hissi teşrih ve tahlil ederse etsin, bütün bunları irşad ve tebliğ için cazip birer malzeme olarak kullanmasıdır. Bu yüce gayeyi Kur’ân’ın bütün âyetlerinde bulmak ve görmek mümkündür. Bu yönüyle de denebilir ki Kur’ân, irşad ve tebliğe kendini adamış hasbi ve fedakâr insanlar için vazgeçilmez bir müracaat kaynağıdır. Evet, tebliğ ve irşad adına umumî prensipler tespit etmek isteyenler, mutlaka ve mutlaka Kur’ân’ı, baştan sona bir de bu gözle okumalı ve tahlile tâbi tutmalıdırlar.
[1] Bkz.: Buhârî, büyû’ 67, mükâteb 2; Müslim, ıtk 6-8.
Kur'ân, insan fıtratını hedef alır
Yirminci asır medeniyeti, maddeci bir zihniyetin eseridir. Ayrıca peşi peşine zuhur eden maddeci ve pozitivist akımlar, insanı mânen yozlaştırarak, onun bütün himmetini madde etrafında teksife sürüklemişlerdir.
İşte bu maddeci anlayış ve yaklaşımlardır ki, insanı kendi fıtratından uzaklaştırmış, insan ledünniyatı başta olmak üzere pek çok meselede onun zihin ve düşüncelerini yabanileştirmiştir. Böyle bir maddeci düşünce, bir kısım Müslüman zihinleri de –maalesef– bulandırmış ve modernizm de dediğimiz yirminci asrın belli açılardan hasta medeniyeti, sâri bir illet hâlinde İslâm dünyasının bütün müesseselerine sinerek onu âdeta felç etmiştir.
Şüphesiz bunda en büyük zararı da, bozulan insan fıtratı ve insan mâneviyatı görmüştür. Öyle ki, bugün insanın kendi kendini dinlemesi, anlaması ve kontrol etmesi bütün bütün unutulmuş gibidir.
Evet, yıllar var ki biz, kendimize yabancılaştık. İnsanımızın kendine yönelmesi, yeniden Kur’ân’da kendini bulması, kendini ve bütün eşyayı ona göre yorumlaması, İslâmî hayatımız adına kaçınılmaz bir meseledir. Esasen bu mesele, psikolojik açıdan da başlı başına bir konu teşkil etmektedir. İnsanın kendini dinlemesi, kontrol etmesi, kendi içine doğru derinleşmesi, kâinat ve insan açısından çok önemlidir.
Evet, bu konuda bir neticeye ulaşmak, kontrolün hedefini tayin etmek ve insanın kendi içinde derinleşmesinin mânâ ve mahiyetini idrak edebilmek, ancak Kur’ân’la anlaşılabilecek bir konudur. Şayet Kur’ân’da belirlenen maksatlar anlaşılmazsa, insanın onca gayreti de hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Evet, insan kendi kendini dinlerse ne yapar? İç âleminde derinleşirse ne olur? Letâifine, duygu ve hislerine vâkıf olursa, neler meydana gelir? Bütün bunlar ve bunlara benzer soruların cevabını ancak ve ancak Kur’ân’da bulmak mümkündür. Ve tabiî kendi içinde derinleşememiş, kendi kendini dinlemeye yükselememiş; her gün birkaç defa nefsiyle hesaplaşma mülâhazasıyla Mevlâ’sının huzuruna gelememiş bir insan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu husustaki beyanatını derinlemesine anlayamaz.
İnsan, her zaman kendisini dinlemeli, günde birkaç defa kendi içine yönelerek, nefis muhasebesinde bulunarak ve ruhunun sesine-soluğuna kulak vererek, nefsinin elinde bütün bütün zebûn olmadan kurtulmalıdır ki, Kur’ân’ı anlayabilsin. Zira kendini anlamayan insan, Kur’ân’ı da anlayamaz; evet, içte derinleşme, Kur’ân’ı anlamaya bir ihzâriye (hazırlık) nevindendir.
Daha önce Kur’ân, insan ve kâinat üçlüsüne dikkatleri çekmiştik; çekmiştik zira bu üçlü arasında her zaman ciddî bir irtibat söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle sürekli insan ve kâinatı şerhetmektedir. Bu konuda ona denk ikinci bir kitap da yoktur. İnsanı yorumlayıp tahlil etmede, modern psikoloji bile henüz onun ufkuna ulaşamamıştır ve ulaşamayacaktır da. Aslında, dünden bugüne değişik ilimler, hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın, ulaşabildikleri en zirvelerin çok daha ötelerinde hep Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığını müşâhede edeceklerdir.. evet, bu mevzuda, Kur’ân’ın kâbına bile ulaşmaya imkân yoktur.
Kur’ân, insanı ele alırken öyle bir yol takip eder ki, muhataplarının hissiyatına girer. Onu adım adım imana çekerek ruhî duygularını uyarır ve âdeta her bakımdan ölüden sürekli diriler çıkarır ve onlarda meknî bulunan ahiret hesabına faydalı olabilecek melekeleri harekete geçirir. Onların hâlet-i ruhiyelerine dikkatleri çeker ve onları en zayıf noktalarından yakalar ve dünyaya karşı olan meyillerinin kökünü keser. Yani fıtratlarına ne konulmuşsa hepsini teker teker değerlendirir ve böylece onu hak ve hakikati kabule hazırlar.
Kur'ân ve irşad
1. İrşadda İstikamet
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, insanı irşad ederken, her zaman itidal ve istikamet yolunu takip eder; ikaz ve tenvirlerinde ifrat ve tefritlere asla yer vermez. Evet, insanın ruhî dengesini sarsacak, mânevî ve hissî âhengini altüst edecek aşırılıkların hiçbiri onda yoktur. Mücrimi ele alırken onun onurunu kırmadığı gibi, salih amel sahibini de iltifatlarla şımartmaz. Evet o, duyguları okşayıp hislere mümâşat ederken, değişik teşrih ve tahlillerde bulunurken hep bu mülâhazayı gözetir ve bundan da asla sapmaz.
“İrşadda istikamet” dediğimiz ifrat ve tefritlerden sakınma, insanın tahlili adına çok mühimdir. Çünkü insanlar arasında öyleleri vardır ki, ruhu azıcık okşandığında, hemen kendini salıverir, hatta kulluk ruh ve şuurunu kısmen sulandırıverirler.. ve yine öyleleri de vardır ki, işledikleri günahlar azıcık kurcalanıp gururları örselense, hemen ümitsizlik bataklığına saplanıverirler.
Sağlam zannedilen nice insan vardır ki, bazen küçük bir günah karşısında başaşağı gidip helâk olmuştur. Haddizatında her günah işleyen, böyle bir helâk olmanın ilk adımını atmış, her mahvolan insan da, böyle bir tek günahla mahvolma yoluna girmiş sayılır. “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”[1] ve hiç kimse günahtan masum değildir.
Evet, sağlam bir iman ve güçlü bir iradeye sahip olunmazsa, günahlar karşısında mukavemet etmek çok zordur. Hele hele böylesine günahlarla muhat bir asrın insanları için bu daha da zordur. Bu itibarla, günahkâra fazla yüklenmemeli ama günaha da asla müsamaha edilmemelidir. Eğer bir mücrim, ilk defa hata ile girdiği bu yolda ve hissiyatına mağlup olarak düştüğü bu hatada, elinden tutup onu selâmet ufkuna ulaştıracak ve Hazreti Erhamü’r-Râhimîn’in rahmetiyle buluşturacak bir el olmazsa, ihtimal o, böyle bir günahla mahvolup gidebilir.
Öyleyse, böylesi bir hâle maruz kalmış bir mücrimi, düştüğü o bataklıktan kurtarmak için ona ümit kapılarının açılması ve hissiyatının okşanıp ilâhî rahmetin enginliğine inandırılması çok önemlidir. Ve tabiî bir başkasının da, sevap ve hasenatıyla gururu okşana okşana iltifat ve teveccühün dozu kaçırılınca, o da farkına varmadan şımarıklığa, bencilliğe sürüklenerek kazanma kuşağında kaybetmiş olacaktır. Demek ki, irşad adına dozun ayarlanması da çok önemlidir. İşte bu anlayışa, “tebliğ ve irşadda istikamet” diyoruz.
Bir taraftan, bataklıktan çıkarılan bir insan, diğer taraftan ifrat ve tefritlere düşürülmeden korunmaya alınmalıdır ki, irşad bir mânâ ifade etsin. Aslında bunlar, günümüzde hemen hepimizin hata ettiği hususlardır. Psikolojinin dahi bu konuda sayılamayacak kadar hataları vardır. Fakat Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da böylesi istikametsizlikler asla söz konusu değildir. Onda her şey yerli yerinde, tabiat ve fıtrata riayet de kendi ölçüleri içindedir.
Havf ve recâ muvazenesi gibi gurur ve kibrin, muhabbet ve nefretin tabiî ölçülerini de yine Kur’ân’da buluruz. Bütün ilaçların en hassas ve en ölçülü dozları, sadece Kur’ân reçetelerinde mevcuttur. Dünya-ahiret muvazenesi, iman-küfür mukayesesi, mü’min-kâfir ve münafığın tahlil ve teşrihî ölçüleri de sadece ve sadece onun âyetlerinin minberlerinde özetlenmektedir.
Bu yüzden modern ilim de modern insan da her zaman ona muhtaçtır. Kur’ân, mücrimin ruhunu okşarken ona karşı müdârât yapmamaktadır. Aksine, onun için vaadedilen şeylerin çerçevesinde kalarak onu iyiliğe imrendirmektedir. Dualara icabetin en tabiî ve en kestirme yolu da tam olarak yine onda tarif edilebilmiştir.
Kur’ân’da insanın hem aklına hem de hislerine hitap edilerek, duyguları harekete geçirilir ve insan, ahiret saadetine götüren yollara irşad edilir. Kur’ân, her şeyini irşad ve tebliğe malzeme yapar. En küçük hususları dahi usûlünce ele alır ve onları görmezlikten gelerek ihmal etmez. İnsanı madde ve mânâsıyla bir bütün olarak ele alır, teşrih masasına yatırır, teşhis ve tespitlerini ortaya kor ve onu ümitlendirir, yüreklendirir, kendine çeker. O, her zaman çürümüş ruhlara dahi bir ümit kapısı aralar ve onlara fırsat üstüne fırsat verir. Kur’ân’dır ki, “Diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran Allah’tır.”[2] buyurur. Evet, onda, humûdete sebep olacak, ahlâk ve mâneviyatı yozlaştırmaya sevk edecek tek söz yoktur.
İnsan, zâhir ve bâtınıyla, dörtbaşı mamur olarak her zaman kendini onda bulabilir. Zâhir-bâtın muvazenesi, tam bir istikamet hâlinde Kur’ân’ın mesajıdır. Terbiye ve irşad adına insan psikolojisini tahlil etmek için dosdoğru bilgi ve yanıltmaz ölçüler de, yine sadece ve sadece Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın sahifeleri arasında görülen hususlardır.
2. Günaha Batmış Mücrim Bir Ruhun İrşadı
Ta baştan beri üzerinde durduğumuz husus, Kur’ân’ın, her yönüyle Allah kelâmı olduğu ve onun beşer tarafından meydana getirilemeyeceği keyfiyetidir. Aslında, onun farklı seviye, farklı kültür ve itikaddaki insanları irşad etmesindeki usûl ve üslûbunu dikkatlere arz etmekteki maksadımız, bir kere daha onun eşsizliğini ifade ederek gözler önüne sermektir. Zira insan, Kur’ân’ı ciddî bir tedebbürle yakın takibe aldığında, netice itibarıyla “Bu, Allah’ın kelâmıdır, başkasının olamaz!” diyecektir. Nitekim şimdiye kadar verdiğimiz misallerde bunu kısmen de olsa görüp müşâhede ettik. Kur’ân’ı, ona mahsus bütün cazibesiyle gösterdiğimizi iddia edemeyiz. Bu mevzuda kalbimin ve ruhumun hissettiği ve yine Kur’ân’ın kendisinden devşirmeye çalıştığım mânâları belli ölçüde aktarmak istedim, hepsi o kadar
Kur’ân’ı anlayıp onun eşsiz eda ve üslûbuna hâkim olmak, ciddî bir vukûfiyet gerektirmektedir. Biz bu konuda Kur’ân ve sahih sünnetten başka kaynağa müracaat etmeden, başka görüş ve düşüncelerle zihnimizi bulandırmadan sadece bu iki kaynağın iltikasından takattur eden gerçekleri sunmaya çalıştık.
Evet, Kur’ân, kendi cazibesini, yine bizzat kendisi göstermektedir. Yeter ki ruhlar, samimiyetle ona yönelsin ve yalnız ona teveccüh etsin. Aslında Kur’ân, davasını öyle bir üslûpla ortaya koyar ki, artık onun üstünde ifade olamaz. İnsanların hâlet-i ruhiyelerini deşifre ederken insan, onun ifadelerini dem ve damarlarında dolaşıyor gibi hisseder.
Şimdi bu mülâhazanın misallerini arz etme sadedinde isterseniz mücrim birinin ledünnî hislerini ve ruh hâletini takip etmeye çalışalım:
إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَۤائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere (Cennet) sokarız.”[3]
İtiraf etmeliyim ki, kırık-dökük bir mealle bu meseleyi aslî güzelliği içinde takdim etmek mümkün değildir. Evet, tercüme ne kadar maharetlice de olsa, değişik delâlet yollarıyla anlatılmak istenen pek çok gerçeğin ifade edilemeyişi de kat’îdir. Aslında ilâhî ifadedeki bir mimik, bir göz kırpış ve bir gamze tercüme ile nasıl aktarılabilir ki!.. O zengin ifadede nice işaret, nice remiz ve nice “müstetbeâtü’t-terâkib”[4] vardır ki, bunları tercüme ile seslendirmek mümkün değildir. Düşünün ki, Allah (celle celâluhu), “Eğer sizin için yasak edilen şeylerden kaçınırsanız, bunu günahlarınıza keffaret yapar ve sizi gireceğiniz o yere (Cennet) kerim insanlar gibi sokuveririm.”[5] buyuruyor.
Şimdi eli kanlı, gözü kanlı durmadan sağa-sola saldıran ve cinnet getirmiş gibi etrafını yakıp yıkan bir insan tahayyül edin ki, bu insan, günahkâr ve mücrim olduğu gibi kâinattaki kanunlara karşı saygısız ve çevresine karşı da gayet hırçın davranmaktadır. “Kebâir–Büyük günahlar” sözünden anlaşılan da işte budur.
Evet, burada, akla gelen bütün büyük günahlar sayılabilir. İşte bu günahkâr insan, bu cürümlerin hepsini irtikâp ettiği gibi, onları etrafına da yaymakta, hatta onları propaganda etmektedir. Dahası, o bir günah/günahlar ekolü tesis etmektedir.. evet, işte böyle bir mücrimi düşünün ki, ağzından salyalar akıtarak sürekli etrafına saldırdığı bir anda, Kur’ân-ı Kerim onun ruhunun kulağına: “Eğer şu yaptığın şeylerden içtinap edersen ” diyerek ümit fısıldayıp ona: “Eğer kebâire karşı kat’î bir tavır alır, mâsiyeti gördüğün zaman gözlerini kapar; fenalığa karşı da eline ayağına, gözüne kulağına dikkat edersen biz de bunu senin günahlarına karşı keffaret kılarız.” der.
Dikkat edilirse burada, mücrimden çok az bir şey istenmektedir ki, o da onun kalbî ve ruhî hayatına tuzak kurmuş bekleyen şerlere ve şerlilere karşı tavır almasıdır. Evet, ondan sadece yaptığı kötülükleri terk etmesi istenmektedir. Öyle ki henüz hiçbir hayır işlemeden, onun böyle bir tavrı dahi, irtikâp ettiği cürümlere karşı keffaret olmaktadır. Zannediyorum vicdanının sesine kulak veren herkes, böyle bir yaklaşımı kurtuluş müjdesi sayacaktır. Zira henüz ondan iyilik ve hasenat adına fazla bir şey istenmemekte; sadece ona, “Seyyiatı gördüğün an paçalarını sıva ve bataklığa bulaşmadan karşı sahile geç.” denmektedir ki, o günahkâr insan, öbür sahile böyle temiz bir şekilde geçtiği takdirde, ebedî varoluş ve kurtuluşa erecektir.
“Ve sizi güzel bir yere sokarız.” Yani, âyette deniyor ki, “Böyle yapın ki sizi esfel-i sâfilîn çukurundan a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkaralım ve iyi bir insan gibi, kerim oğlu kerim olarak, azizlerin yurdu Cennet’e idhal edelim.”
Bu kabîl ifadeler, hemen her mücrimin ruhunu okşayacak ve ona bir ümit kapısı aralayacaktır; aralayacaktır, zira burada, kuyunun dibinden minarenin tepesine füze hızıyla yükselme gibi amûdî bir “değişim” söz konusudur. Hem de pahalı böyle bir yolculuğun meşakkatini çekmeden sadece ve sadece harama karşı bir göz kapama ile…
Şimdi siz, bir tarafta kebâirin, kendini bir leke gibi hissettiren çirkinliğini, beri tarafta da mücrim bir ruhun, içine düşüp çıkmak için çırpınıp durduğu mâsiyet bataklığını ve az bir gayret ile oradan kurtulacağı fermanının onun ruhunda meydana getirdiği hareketlenmeyi, zevk-i ruhanîyi ve heyecanı tasavvur edin!.. Sonra da Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, insanların duygu ve hislerini, heyecan ve helecanlarını nasıl harekete geçirdiğini, ümitleri tükenmiş ruhlara nasıl bitmez tükenmez bir ümit kaynağı olduğunu anlamaya çalışın ki, onun Hızır soluklu bir maden-i irşat olduğunu anlayabilesiniz.
Şimdi bir de, inanan insanların üzerine yürüyen, onlara dinlerinden ve inançlarından ötürü eziyet eden, Hak ve hakikate teslim olamamış resûlsüz, risaletsiz bir başka mücrimi zihninizde canlandırın ve Bürûc sûresinde, pek çok mesâviyi irtikâpla günaha girmeyi şiar edinmiş kimselerin hâllerinin sergilendiği yere bakalım. Bunlar ki, bütün işleri, mü’minlere işkence etmektir ve zulümle oturup kalkmaktadırlar:
إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ
“İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra (yaptıklarına) tevbe etmeyenler (yok mu) onlar için Cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır.”[6]
Bu âyet, veciz bir şekilde, kadın-erkek tefrik etmeden mü’minlerin başlarına belâ olmuş, onların dinî ve uhrevî hayatlarını durmadan tehdit eden bütün kefere ve fecere gürûhunu nazara vermektedir; vermektedir ama şimdi bir de, âyetin içinde zikredilen ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı zaviyesinden meseleye bakın. Âyette deniyor ki, onlar için kendilerini yakıp kavuracak, kül hâline getirecek bir azab-ı ilâhî vardır.. evet, bu şekilde mesele ele alınınca onlar kendilerine bir ümit kapısı ve bir çıkış yolu yok sanacaklar. Oysaki ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı onlara zımnen öyle sürprizler vaadeder ki, mücrim onu duyduğu zaman, âdeta kendini sahil-i selâmete götürecek bir köprü üzerinde görür.
Evet, sürekli cürüm işleyen ve bir türlü günahlardan vazgeçemeyen ve onlardan kurtulamayan insanlar, Allah’ın huzuruna ne vaziyette giderlerse gitsinler, onlar için Cehennem azabı vardır. Ama onlar dilerse, içine düştükleri zindandan her zaman onları kurtaracak bir kapı da söz konusudur. İşte bu kapı da “tevbe” kapısıdır. Tevbe kapısı herkes için ve her an açıktır.
Mücrim bir ruhun, âyetin tehditleri karşısında nasıl kıvrandığını, “azab-ı ilâhî” denince içinde nasıl bir kısım fırtınalar koptuğunu düşünün, sonra da لَمْ يَتُوبُوا ile onlara nasıl bir ümit kapısı aralandığını, cürümlerinden vazgeçtikleri takdirde nasıl yeniden doğmuş gibi olduklarını ve olacaklarını, bunun için de kalblerinin ve duygularının nasıl okşandığını görür gibi oluruz. Demek ki Kur’ân, mücrimi dahi ele alırken onları kat’iyen ye’se atmamakta, işi sırf günah yanıyla ifade edip onların ruhlarını sarsmamakta ve hüküm verirken dahi onlara bir ümit kapısı aralamakta ve böylelerine günahlardan vazgeçme ve tevbe etme fırsatı vermektedir.
3. Peygambere İtaat ve Kur’ân
Peygamberlerin peygamberlikle gönderiliş gayelerinden biri de Allah’tan ötürü kendilerine itaat edilmesidir. Kur’ân-ı Kerim bu küllî hakikati birçok âyeti ile gözler önüne sermektedir. Nisa sûresi 64. âyeti –ki “Biz her peygamberi –Allah’ın izniyle– ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” mealindedir– bunlardan sadece biridir. Bu itibarladır ki, peygambere isyan etme ve ona baş kaldırma da büyük günahlardan sayılmıştır.
Aslında, başta Allah ve O’nun Resûlü olmak üzere, itaat edilmesi gerekli olan değerlere baş kaldırma, insan tabiatındaki âhengin bozulduğunun bir işareti ve ruh kayması emarelerindendir. Topyekün bir cemiyetin bu türlü büyük bir inhirafa giriftar olması ise toplumları ayakta tutan temel dinamiklerin yıkılması anlamını taşır ki, böyle bir toplumun uzun boylu yaşaması imkânsızdır. Kur’ân’ın haber verdiği Âd, Semud, Lut ve daha nice kavimlerin helâk olmalarının sebebi de bundan başka bir şey değildir.
Söz dinlememe, serkeşlik etme, huysuzlukta bulunma vb. şekilde de izah edebileceğimiz itaatsizlik, bulaşıcı bir hastalık gibidir. O, zamanında ve yerinde önlenmediği/önlenemediği takdirde, bütün bir topluma sirayet edebilir. Bu durumda toplumda var olan denge bozulur ve iş gider toplumun helâkı ile neticelenir.
Bu önemli meseleyi şöyle bir misal ile tavzih edebiliriz: Askerî bir mangada manga erlerinden birinin, çavuşu dinlemediğini ve onun bu serkeş tavrını, çavuşun cezalandırma istek ve teşebbüslerine rağmen, üst rütbeli bir subayın affettiğini farz edelim; netice bellidir; o mangada yer alan bütün askerler çavuşlarına başkaldırır. Yer yer onları hafife alır ve onlarla alay ederler ki bu da, belli ölçüde emir ve komuta zincirinin altüst olması demektir. Bu basit misali ordunun bütününe de teşmil edebilirsiniz. Burada görüldüğü gibi yanlışın ortaya çıktığı ilk anda gerekli müdahale yapılmamış ve bu sâri illet bütün mangayı ve sonra da orduyu sarmıştır.
Aynı misali, peygamber ve ümmeti çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. İşte bu muhtemel tehlikeyi önleme sadedinde Kur’ân, birçok âyetiyle ümmeti ikaz eder; ikaz eder ama Kur’ân’ın bu ikazda kullandığı üslûp olabildiğine nazik ve yumuşaktır.. aynı zamanda da peygamberi nazara verici mahiyettedir:
وَمَۤا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّٰهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُۤوا أَنْفُسَهُمْ جَۤاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah’tan bağışlanmayı dileseler ve Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, pek merhametli bulurlardı.”[7]
Görüldüğü gibi bu âyet her şeyden önce dinî emirlere karşı saygısızlık etmiş, itaat edilmesi gereken emirlere başkaldırmış ve büyüklere hürmetsizlikte bulunmuş; hâsılı, kendi nefsine zulmetmiş mücrimlere hitap etmektedir. Ne var ki hitapta, mücrimleri rencide edici, yaptıkları şeyleri yüzlerine vurucu bir üslûptan da kaçınılmıştır. Böyle bir üslûp o mücrimlerin gönlünde yumuşama meydana getiren bir unsur olmuştur.
Sâniyen, peygambere karşı yapılan isyandan geriye dönüşte mutlaka ona müracaat şart koşulmuştur. Zira Allah’ın engin rahmet ve mağfiretine kavuşmanın yolu Nebiden geçmektedir. Evet, Nebiler Sultanı, insanları Allah’ın rıza ve rıdvanına ulaştıran bir köprü konumundadır. O köprü aşılmadan Allah ile buluşma muhaldir.
Şimdi yeri gelmişk