Kalbin Zümrüt Tepeleri-1
Pırlanta Kitaplar Serisi
- Asrın Getirdiği Tereddütler 1-2-3-4
- Bahar Neşidesi
- Beyan
- Bir İ’câz Hecelemesi
- Çağ ve Nesil-1 (Çağ ve Nesil)
- Çağ ve Nesil-2 (Buhranlar Anaforunda İnsan)
- Çağ ve Nesil-3 (Yitirilmiş Cennete Doğru)
- Çağ ve Nesil-4 (Zamanın Altın Dilimi)
- Çağ ve Nesil-5 (Günler Baharı Soluklarken)
- Çağ ve Nesil-6 (Yeşeren Düşünceler)
- Çağ ve Nesil-7 (Işığın Göründüğü Ufuk)
- Çağ ve Nesil-8 (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)
- Çağ ve Nesil-9 (Sükûtun Çığlıkları)
- Çekirdekten Çınara
- Enginliğiyle Bizim Dünyamız
- Fatiha Üzerine Mülâhazalar
- Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç
- İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad
- İnancın Gölgesinde 1 – 2
- İrşad Ekseni
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-1
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-2
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-3
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-4
- Kendi Dünyamıza Doğru
- Kırık Testi-1 (Kırık Testi)
- Kırık Testi-2 (Sohbet-i Cânân)
- Kırık Testi-3 (Gurbet Ufukları)
- Kırık Testi-4 (Ümit Burcu)
- Kırık Testi-5 (İkindi Yağmurları)
- Kırık Testi-6 (Diriliş Çağrısı)
- Kırık Testi-7 (Ölümsüzlük İksiri)
- Kırık Testi-8 (Vuslat Muştusu)
- Kırık Testi-9 (Kalb İbresi)
- Kırık Testi-10 (Cemre Beklentisi)
- Kırık Testi-11 (Yaşatma İdeali)
- Kırık Testi-12 (Yenilenme Cehdi)
- Kırık Testi-13 (Mefkûre Yolculuğu)
- Kırık Testi-14 (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
- Kırık Testi-15 (Yolun Kaderi)
- Kırık Testi-16 (Dert Musikisi)
- Kırık Testi-17 (İstikamet Çizgisi)
- Kırık Testi-18 (İmtihanlar Kuşağı)
- Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
- Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar
- Kur’an’ın Altın İkliminde
- Miraç Enginlikli İbadet: Namaz
- Ölçü veya Yoldaki Işıklar
- Ölüm Ötesi Hayat
- Prizma (1 2 3 4)
- Prizma 5 (Kendi İklimimiz)
- Prizma 6 (Yol Mülâhazaları)
- Prizma 7 (Zihin Harmanı)
- Prizma 8 (Çizgimizi Hecelerken)
- Prizma 9 (Kendi Ruhumuzu Ararken)
- Ruhumuzun Heykelini Dikerken
- Sohbet Atmosferi
- Sonsuz Nur
- Varlığın Metafizik Boyutu
- Yaratılış Gerçeği ve Evrim
- Zekât
Bölüm Başlıkları
Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde kısa bir seyahat (Kırık testi-1)
Kalbin Zümrüt Tepeleri kalb ve ruhun hayattan çıkmak için bir ufuk ve bir hedef göstermektedir. Sadece biz Müslümanların dükkânında bulunan değerli mücevherleri sergilemekte; kalp (sahte, taklit) akçe ile kalb hizmetini ayrı ayrı ayırmakta; yanlış teviller, hatalı anlayışlar ve çarpık yorumlarla yaralanan pek çok tasavvufî gerçeğin asıllarını ve sıhhatli hallerini ortaya koyuyor.
Okuyanın gönlünde o ulvî hakikatlere karşı merak uyarmakta, hiçbir olmazsa olmaz onların kendi düzeyinde ve ıstılahlar çerçevesinde anlama çabasına teşvik etmektedir. Diğer taraftan, onların anlamaları ve sonra hayatın vazgeçilmez bir yanını daha iyi hale getirmek adına bazı temel esaslar sağlar. Evrâd ü ezkâr, kâmilen edâ edilen namaz ve derin bir aradakür gibi, zümrüt tepelere tırmanırken mutlaka lâzım olan vasıtalara dikkat çekmektedir.
Hâsılı, Kalbin Zümrüt Tepeleri, maddeperestlik ve cismâniyetin dar kalıplarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkuna yürüme, mânevî ve madde ötesi âlemlerin engin atmosferinde açılan kapıyı aralama yolları öğretmektedir.
Soru: Efendim, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde öyle şeyler var ki, doğru alâkalı iki duygu arasında bocalıyoruz. Hem öğrenmek istiyor, hem de tatmadığımız şeyler olduğu için onlar hakkında soru sormanın haddimiz değildi hissini taşıyoruz…
Cevap: Estağfirullah, ben sizlerin anladığınız ve çok sevdiklerinizi kanaatinizi taşıyorum. Kanaatimce, orada anlatılanlar, şiirlerin durumu mülahazamıza sökülmeye uygun olur. Yani, bir şiiri yorumlayan ve onu şerh eden insan o şiirden pek çok şey anlar; bu, biraz ufuk ve gönlün zevk alma meselesidir. Herkesin kendi gönül ve idrak enginliğine göre değişen mânâlar. Dikkat edilmesi gereken hususlar, meseleleri sadece epistomolojik bazı şeyler gibi değerlendirmemek gerekir.
İnsan, önce ıstılahları öğrenmekle başlamalı. Zira, inkişaf adına en önemli unsurlardan biri, ıstılahların yapacağıdır. Daha sonra da çok zaman geçirmek, anlatılan hususların sürekli olarak kurgulanması gerekir. En önemlisi de, Allah’a (celle celâluhû) güvenmek, ona itimat etmek ve sığınmaktır. Biz talibi olur ve peşinden koşarsak, Cenâb-ı Hak, en ulvî hakikatleri de yüreğimize koyabilir.
Kelimelerin parçalanmış, parçalarının parçalarının içirilmiş pek çok hakikat olabilir. İnsan bu olabilirliği kabul edip derince bakmalı meselelere. İfadelere takılmamalı. Hani, bir müftü efendi, Haşir Risalesi’ni eline alınca, diyor ki, “Bu, Allah’a inanmış insanlar için Esmâ-i İlâhîye’ye dayalı haşri ispat ediyor. Yani Allah’a inanan birine bu ödülü verecek bir şey yoktur.” Abdülmecid Efendi, o müftüye cevap veriyor ve Haşir Risalesi’nin başında Zât-ı Ulûhiyetin varlığının da ispatlandığını söylüyor. Üstad Hazretleri meselesini tavzih ediyor ve diyor ki, “Abdülmecid ona cevap verdi; ama cevap eksik. Aslında o işaret ve hakikatlerin içinde bir düzeyde haşir anlatılırken, diğer tarafta da tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyete göndermeler yapılıyor, onlarda da anlatılıyor.” İşte Meselesi, bir bakış zaviyesi yakalanması ve görülmemesi meselesidir.
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, kavramlar tarife ve tavsiften, yani istılâhî sözcüklerin açıklamasından, duymaya ve hissetmeye doğru bir yürüyüş, bir geçiş; basitten mürekkebe doğru bir yürüyüş ve geçiş vardır. Aslında tasavvufî ahlâkı, onun terminolojisini, tasavvuf ve ahlâk farklılıklarını vaaz u nasihatlarla kürsüde, sohbette, konferansta arz yapmayı planlıyorum. Ama nasip bu şekilde yapmakmış.
Tasavvuf
Tasavvuf; sofî ve mutasavvıfların Hakk’a ulaşma yollarına verilen bir isimdir. Tasavvuf, hakikat yolunun nazarî yanını, dervişlik de amelî cephesini ifade eder. Ayrıca, tarikatın nazarî tarafına “ilm-i tasavvuf”, amelî yanına da “dervişlik” denilmiştir. Erbâb-ı hakikatten bazılarına göre tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın insanı nefis ve enaniyet cihetiyle öldürmesi ve envâr-ı zâtiyesiyle ayrı bir diriliğe ulaştırmasıdır. Diğer bir ifadeyle, insanı kendi iradesiyle yok edip, irade-i hâssası ve ihtiyâr-ı ehadiyesiyle hareket ettirmesidir. Tasavvufa bir diğer yaklaşım ise, insanın her türlü ahlâk-ı zemîmeyi gidermesi ve ahlâk-ı âliyeyi ikame etmesi istikametinde sürekli mücâhede ve murâkabe şeklindedir.
Tasavvuf mevzuunda, Hz. Cüneyd’in ifadesi; “fenâfillâh” ve “bekabillâh”ı hatırlatır mâhiyettedir. Şiblî’nin sözleri ağyâr endişesine kapılmadan maiyyet-i ilâhiyede bulunabilme şeklinde hülâsa edilebilir. Ebû Muhammed Cerîr’in beyânı ise, her zaman kötü huylara karşı tavır almak ve ahlâk-ı haseneyi avlamak, sözleriyle özetlenebilir.
Tasavvufu, eşyâ ve varlığın ruhuna nüfûz etmek, hadiseleri mârifet eksenli yorumlamak ve Cenâb-ı Hakk’ın her icraatını O’nu rasat etmeye bir menfez kabul edip, kemmiyet, keyfiyet ve tasavvurlar üstü bir iç müşâhede ile, ömrünü, O’nu temâşâ edebilme peşinde geçirmek ve her hâlükârda O’nun, bizi görüyor olduğu mülâhazasıyla hep iki büklüm yaşamak, diye yorumlayanlar da olmuştur.
Bu ayrı ayrı tariflerden şöyle toplu bir netice çıkarmak da mümkündür: Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî yörüngeli yaşamaktır.
Tasavvufun esası, zâhiren şeriat âdâbına riâyet, bâtınen de o âdâba vukuftur ki, bu iki kanadı sıhhatli kullanan sâlik, zâhirde olan ahkâmı bâtından görür, bâtında olan ahkâmı da zâhirde duyar ve yaşar. Böyle bir müşâhede ve duyuş sayesinde o, hedefe hep edeple yürür ve ona yakın dolaşır.
Tasavvuf, mârifet-i rabbâniyeye açık bir yol ve bir ciddiyet mesleğidir. Onda lâubâlilik ve hezlin yeri yoktur. Nasıl olabilir ki, o mesleğin esası, çiçek-kovan arası gelip giden arılar gibi sürekli mârifet nakşetmeye.. ağyârdan kalbi temizlemeye.. nefsi tabiî temâyüllerinden alıkoymaya.. bedenî ve cismânî arzulara karşı olabildiğince kapanmaya.. her zaman rûhâniyata açık bulunmaya.. ömrünü, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın çizgisinde sürdürmeye.. Hakk’ın istekleri karşısında kendi murâdâtından vazgeçmeye.. Hakk’a intisâbı en büyük pâye bilip O’nun huzurunu soluklamaya dayanır.
Burada, tasavvufun; temeli, mevzuu, faydası, esası ve erkânı üzerinde durmak da îcâp eder:
Tasavvufun temeli, dînin esaslarına sımsıkı sarılıp, emir ve yasaklarına da hassasiyetle riâyet ederek, açlığa, uyanıklığa mülâzemette bulunup, elden geldiğince nefsin haz duyduğu şeylerden mücânebettir.
Tasavvufun mevzuu; insanın, kalbî ve rûhî hayat seviyesine çıkarılması, kalbin tasfiyesi ve letâifin merci-i aslîlerine yönlendirilmesidir.
Tasavvufun faydası; insanın melekî yanlarının inkişaf ettirilmesi, icmâlî ve mübtediyâne imanın bir kere de keşfen ve zevken duyulup yaşanmasıdır.
Tasavvufun esası; ibadet ü tâate devamla, sathî olan kulluk şuurunun, derinleştirilerek insan tabiatının önemli bir yanı hâline getirilmesi ve insan için ikinci bir fıtrat sayılan rûhânîliğin elde edilmesiyle, dünyanın kendisine ve bizim heveslerimize bakan fâni yüzüne karşı bütün bütün kapanarak, ukbâya ve esmâ-i ilâhiyeye bakan çehresine uyanmaktır.
Tasavvufun erkânına gelince, onları da şöyle sıralamak mümkündür.
1- Nazarî ve amelî yollarla hakikî tevhide ulaşmak..
2- Hz. Kelâm’ı dinleyip anlamanın yanında Hz. Kudret ve İrâde’nin emirlerini de okuyup temâşâ etmek..
3- Hak sevgisiyle dolup-taşmak ve O’ndan ötürü de, bütün kâinâta “mehd-i uhuvvet” nazarıyla bakarak herkesle ve her şeyle hüsn-ü muâşerette bulunmak..
4- Her zaman îsâr ruhuyla hareket ederek, elden geldiğince başkalarını nefsine tercih etmek..
5- Murâd-ı ilâhîyi kendi murâdâtının önünde tutarak, ömrünü “fenâfillâh”, “bekabillâh” zirvelerinde sürdürmeye çalışmak..
6- Aşk u vecd ve cezb ü incizaba açık bulunmak..
7- Simalarda sineleri duyup anlamak ve hadiselerin çehresinde ilâhî esrârı okumak..
8- Mânevî sefer niyetli ve hicret mülâhazalı uhrevîlikleri çağrıştıracak yerlere seferler tertip etmek..
9- Meşrû dairede zevk ve lezzetlerle iktifâ edip, gayr-i meşrû daireye adım atmama mevzuunda kararlı olmak..
10- Tûl-i emel ve onun menşei olan tevehhüm-i ebediyete karşı sürekli mücadele ve mücahede içinde bulunmak..
11- Dîne hizmet ve bütün insanlığı Hakk’a ulaştırma yolunda bile olsa, kurtuluşun, yakîn, ihlâs ve rızâ yolundan geçtiğini bir an dahi hatırdan çıkarmamaktır.
Ayrıca bu hususlara şunları da ilâve edebiliriz: Zâhir ve bâtın ilimlerle mücehhez olma ve bir kâmil insanın rehberliğine sığınma.. bu son iki husus Nakşîler arasında ayrı bir önem arz eder.
Burada “tasavvuf” deyip, tasavvuf düşünüp, tasavvufu yazarken, dervişlik ruhunun icmâlî mânâsını ihtivâ eden; ve ahlâk, edep, zühd kitaplarının da esası sayılan, hatta bir mânâda kalblerin Hakikat-i Ahmediye ile iltika noktası kabul edilen, seyr u sülûk-i rûhânînin işaret kristalleri de diyebileceğimiz aşağıdaki hususlara temas etmeden geçemeyeceğiz:
Bu hususların başında, “Benim gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır”[1] beyânıyla irtibatlandıracağımız.. ve “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar”[2] beyânına esas teşkil eden “yakaza” gelir. Sonra da onu tevbe, inâbe, muhasebe, tefekkür, firar, i’tisâm, halvet, uzlet, hâl, kalb, hüzün, havf, recâ, huşû, zühd, takvâ, vera’, ibadet, ubûdiyet, murâkabe, ihlâs, istikamet, tevekkül, teslim, tefvîz, sika, huluk, tevâzu, fütüvvet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rızâ, inbisât, kasd, azim, irade, mürîd, murâd, yakîn, zikir, ihsan, basîret, firâset, sekîne, tuma’nîne, kurb, bu’d, mârifet, muhabbet, aşk, şevk, iştiyak, cezbe, incizap, dehşet, hayret, kabz, bast, fakr, gınâ, riyâzât, tebeddül, hürriyet, hürmet, ilim, hikmet, himmet, gayret, vilâyet, seyr, gurbet, istiğrak, gayb, kalak, vakit, safâ, sürûr, telvin, temkin, mükâşefe, müşâhede, tecelli, hayat, sekr, sahv, fasl, vasl, fenâ, beka, tahkîk, telbîs, vücud, tecrîd, tefrîd, cem’, cem’u’l-cem’ ve tevhid takip eder ki, bu kitapçıkta icmâlî mânâlarıyla dahi olsa, bunları tanımanın mümkün olabileceğini düşünüyoruz.
Her şeyin doğrusunu yalnız Allah (c.c.) bilir ve doğru yola hidayet etmek de O’na mahsustur.
[1] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 125
[2] Hz. Ali ve Süfyan es-Sevrî gibi bazı İslam büyüklerine dayandırılan bu söz için bkz. Aliyyü’l-Karî, el-Masnû’ 1/199; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/414, 525; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/52
Tasavvuf (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)
Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup hissedilmesi mesleğidir. Bu itibarla da onu, yaşadığı hayatın şuurunda olmayanlar idrak edemeyecekleri gibi, başkalarına ait menkıbelerle teselli olanlar da anlayamayacaklardır.
Tasavvuf, neticesi itibarıyla, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini kavrayarak, varlığının esasını teşkil eden Hakk’ın vücûdunun şuâları ve sıfatlarının tecellileri karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın bir başka unvanıdır.
Tasavvuf, insan ruhunun saflaşıp kendi özüyle bütünleşmesi, bütün zaman ve mekânları aşarak bir bilinmez buuda ulaşması keyfiyetidir. Ve işte ancak bu sayededir ki, her fert, Mirâc-ı Nebevî ile açılan kapıdan geçerek, gidip Rabbine ulaşır ve bir nevi mirâca mazhar olur.. tabiî, kendi istidât ve kabiliyetine göre bir mirâca…
Felsefe ve hikmet, insanın düşünce ufkunu genişletir ve onun, eşya ve hâdiseleri tanımasına yardımcı olurlar. Tasavvuf ise, idrak edilmez bir buutta eşya ve hâdiselerin Yaratıcısıyla insanın temasını temin eder ve onu Allah’ın dostu ve enîsi haline getirir.
Tasavvuf, tarikat ehlinde de görüldüğü gibi, zikir ve fikir yoluyla insan ruhunun, nâmütenâhî olan “Kemâlât-ı İlâhiyye”den feyiz alarak aydınlanmasından ibârettir. Başlangıcı, insan benliği mikyas yapılarak sonsuza bir kısım farazî hatlar koymakla başlar; nihâyeti de, benlik ve benlik sırlarından vazgeçip, her şeyi O’ndan bilmekle noktalanır.
Tasavvuf, felsefenin elinin ulaşamadığı ulûhiyet gerçeğinin, kalb eli, kalb ayağı ve kalb gözüyle araştırılması yoludur. Aklın, yalın ayak ve baş açık hayalleriyle ters yüz edildiği bu yolda kalb, bir üveyk gibi kanatlanır, kendi kadirşinas kriterleriyle o Mevcûd-u Meçhûl’ü tanımaya çalışır. Sonra da, elde ettiği irfanını, “mâ arafnâke hakka mârifetik” (Seni hakkıyla bilemedik) sözleriyle ilân eder.
Tasavvuf, İslâm’ın ruhudur. Onsuz İslâm düşünülemez. Tarikatlar ise, bunu sistematize etmişlerdir.
Adı Konulmamış Bir Tasavvuf Hareketi (Fasıldan Fasıla-4)
Soru: Bir Gazeteci, Sizin Teşvik ve Tavsiyeleriniz Işığındaki Faaliyetleri, “Adı Konulmamış Bir Tasavvuf Hareketi” Olarak Tarif Ediyor. Bu Tarifi Nasıl Değerlendiriyorsunuz?
Tasavvuf, İslâm’ın ruhî hayatıdır. Hiçbir dönemde ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisine göre İslâm’ı temsil edenler, o ruh ve mânânın dışında olmamışlardır. Tarikat ise tasavvuf düşüncesi içerisinde, dinin özüne varmak suretiyle Hakk’ın rızasını ve dolayısıyla dünya ve ahiret saadetini kazanmayı amaçlayan disiplinler mecmuasıdır.
Tasavvuf, bir hayat tarzı olarak Asr-ı Saadet’te yaşanmış; daha sonra ise tarikat ricali’ diyebileceğimiz insanlar tarafından, şahısların karakter, ruhî yapı ve anlayışlarına göre sistemleştirilmiştir. Bu gayet normal bir harekettir. Şu anda benim gücüm yetse ve insanların içlerini, kafalarını okuyabilsem, sünnet kıstasları içinde istidat ve kabiliyetlerine göre onlara bu kabil vazifeler tahmil ederdim. Örneğin birisi tefekkür insanıdır. Ona devamlı tefekkürle hemhâl olmasını salık verip aynı zamanda şu evrâdı da ihmal etme derdim. Kur’ân’ı çok iyi anlayan başka birisine de devamlı Kur’ân’la meşgul olması tavsiyesinde bulunurdum. Bu bir yönüyle değişik istidatları, müstaid oldukları konularda istihdam etmektir. Esasında meşâyihin yaptığı da bundan farklı değildir. Onlar, şahısların karakterlerine, içtimaî durumlarına, genel yapılarına göre onlara, dinin ruhuna uygun sorumluluk tahmil ederek, herkesin kabiliyetine göre onun mânevî terakkisini sağlayıp, ‘İnsanın yaratılışından gâye, insan-ı kâmil olmaktır.’ esprisini gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdir. İşte tasavvuf budur..!
Bu işe, ‘Adı konulmamış bir tasavvuf hareketi’ denmekle, şayet Allah’a yaklaşma yolunda olan insanlar veya insan-ı kâmil olma peşinde koşan insanlar mânâsı kastediliyorsa, bu doğrudur ve bu mânâda mutasavvıf olmayan veya tasavvuf yolunda bulunmayan bir mü’min yok demektir. Ama bununla, tasavvuf duygu ve düşüncesini ister muhatapların farklılığı, isterse o işi temsil eden şahısların farklılığı açısından tarikatlar hâline getirip sunma meselesi anlaşılıyorsa bu mânâda bu çalışmalar, ne tasavvuf ne de tarikattir.
Kur'an ve Sünnet'te Geçmeyen Tasavvufî Tabirler (FG İle Amerika'da 1 Ay)
Soru: Tasavvuf’ta rastladığımız pek çok terimin, meselâ, Sızıntı’nın son sayısında anlatılan velâyet mertebelerinin, “Nükebâ, Nücebâ, Evtâd, Ğavs, Kutub” gibi tabirlerin Kur’an ve Sünnet’te sarahaten geçmemesine nasıl izah edebiliriz?
Nasıl fıkıh sahasında Cenab-ı Allah Ümmet’in âlimlerine bir saha bırakmış, onlar bu sahayı içtihadlarıyla dolduruyorlar; aynen bunun gibi, maneviyat âleminin âlimlerine de benzer bir sahayı bırakmış ve o âlemin âlimleri de bu sahayı içtihadları denebilecek keşif, müşahede ve mükâşefeleriyle dolduruyorlar. Bu tabirlerin ve onların keşif ve müşahedelerinin aslı Kur’an’da ve Sünnet’te yok demek değildir. Meselâ, velî” kelimesi Allah’ın dostu manâsında, iman eden ve İslâm’ın ahkâmını yerine getiren herkes için umûmi manâda kullanılabilir; fakat onun bir de has manâsı vardır. “Dikkat edin, Allah’ın velileri var ya, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de” (Yunus/10:62) âyetinde, bu husûsi velâyeti aramak daha doğru olur. Bunun gibi, Kur’an-ı Kerim’de mü’minleri senâ eden pek çok âyette; takva, ihsan gibi tabirlerin iç veya ileri tabakalarında, hattâ müşahede veya şehâdet kelimesinde, Tasavvuf’un dayandığı temelleri görmek mümkündür.
Tasavvufla Alâkalı İki Önemli Hata
Bu mevzuda önemli hatalar yapılıyor. Bir grup, Şeriat’ı ihmal ve onu sanki gereksiz bir seremoni gibi görmekle hata ediyor. Yine Tasavvuf grupları içinde, bugün yapılan en büyük hatalardan biri de, menkıbe kahramanı olmak varken, geçmiş büyüklerin menkıbeleriyle avunmaktır. O menkıbeler, insanları aynı ufka şahlandırabildikleri ölçüde faydalıdır; yoksa birer avunma, birer teselli, birer anlatma vasıtası olarak nakledildikleri sürece, fayda değil, zarar getirir. Hata yapan diğer grup ise – bunu bilhassa Vehhabilik’te görüyoruz – Tasavvuf adına her şeyi ya şirk telâkki ediyor, ya da Hind’den, İran’dan, başka dinlerden ve geleneklerden alınmış görüyor. Halbuki, bu dinlerin hepsinde, hak dinden kalmış unsurlar vardır. İkinci olarak, ‘dîk-ı elfaz’ dediğimiz kelime kıtlığı, uygun tabir bulamamadan dolayı, farklı din veya geleneklerde bazı manâlar için aynı kelimeler kullanılmış olabilir. Ancak, ehl-i tasavvufun o lâfızlara yüklediği manâya ve onların hayatına bakmak lâzım. Böyle yapılmayıp da, lâfızlara takılarak, Tasavvuf’u Hind’e, Çin’e, İran’a bağlamak, bu mevzuda yapılan bir diğer büyük hatadır.. ve bu hatalar küçümsenmemelidir.”
Menşei İtibariyle Tasavvuf
İslâmî ilimler tarihine göre, ilk devirlerde şer’î hükümler yazılmıyordu. Bu hükümlerin, îtikad, ibadet, muâmelâta ait bölümleri çok tekrar edilmesi ve pratikle de desteklenmesi sayesinde çokları tarafından ezberleniyor ve hatırlarda kalabiliyordu. Bu açıdan şer’î hükümlerin toparlanıp bir araya getirilmesi çok da zor olmamıştı/olmuyordu. Zira, yapılan şey bir mânâda hayatımızın veya hafızalarımızda yaşattığımız şeylerin kompoze edilip kâğıtlara dökülmesi gibi bir şeydi. Bir diğer zaviyeden de, yukardaki ilim dalları, her Müslümanın mutlaka meşgul olması lâzım gelen hayatî meselelerden olduğu için, ilim adamları, ilk önce dînin bu bölümlerini ele alıp, hemen her kısımla alâkalı kitap ve risaleler yazarak, hafıza ve sadırlarındaki gerçekleri tedvin etmekle işe başladılar.
Fakîhler, fıkhın kitaplaştırılması, hadisçiler sünnetin hıfz ve tesbiti, kelâmcılar akâid meselelerinin tarsîni, tefsirciler Kur’ân ve Kur’ânî ilimlerin telifiyle meşgul olup, her biri kendi sahasında cihanpesendâne gayretler sarfederek yüce İslâm dîninin hakikatlarını, hem de herhangi bir iltibâsa meydan vermeyecek şekilde tesbit edip ortaya koydular. Bu arada, Hakikat-i Ahmediye’nin rûhânî yönüne daha fazla ihtimam gösteren mutasavvıfîn de, yine aynı kaynaklara dayanarak, tasavvufla alâkalı gerçekler üzerinde durup, insanın özü, varlığın esası ve mâverâsı, insan ve kâinâtın mâhiyet ve iç yüzleri gibi konuları işleyip sürekli nazarları eşyânın perde arkasına çevirmeye çalıştılar; çalıştı ve tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivâyetlerine, fakîhlerin içtihad ve istinbatlarına; kendi riyâzâtlarını, rûhî hayatlarını, kalbi tasfiyelerini, nefsi tezkiyelerini, hâsılı, dîni bir bütün hâlinde duyma, yaşama zevk ve anlayışlarını da ilâve ederek farklı ekoller geliştirdiler. Bu sayede, zâhidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, erbâb-ı vera’ın dînî hassasiyeti, muhlislerin incelik ve duyarlılığı, muhiblerin aşk u şevki, fakirlerin acz ü fakr mülâhazası… gibi kalbin aksiyonlarıyla alâkalı ve tamamen amelî esaslara dayalı olan İslâm’ın rûhî hayatı, ilmî bir mâhiyet alarak, kendine göre metodu, mesleği, meşrebi, mevzuu, kâideleri ve ıstılahları ile tasavvuf ilmi şeklinde vücuda gelmişti ki, bugün değişik şubeleriyle bir kısım farklılıklar arz etse de, temeli itibarıyla Hakikat-i Ahmediye’nin özü, usâresi olduğunda şüphe yoktur.
Ne var ki, bazı dönemler ve bazı şahıslar itibarıyla, aslında bir hakikatin iki ayrı yüzünden ibaret olan şeriat-ı garrânın ahkâmı ile, murâkabe, riyâzât, mücahede gibi rûh-u şeriat birbirinden ayrı zannedilerek, bunların birinin zâhirperestlik, diğerinin de bâtınîlik vehmiyle birbirine düşman gibi tavır aldıkları da bir gerçektir. Vâkıa bu ayrılık, biraz da, zâhir-i şeriatın, fakîhler, müftîler tarafından; diğerinin de mutasavvıflarca temsil edilmesiyle destekleniyor gibi görünse de, buna, herkesin mizâcına daha uygun olanı öne çıkarması şeklinde bakmak da mümkündür.
Fakîhler, muhaddisler, müfessirler mebde’ itibarıyla, tâ devr-i risâletpenâhi’ye dayanan bir kısım usûl ve kurallara göre Kur’ân ve Sünnet’e müracaat ederek, kendi sahalarında önemli eserler ortaya koydukları gibi, mutasavvıflar da yine Kitap ve Sünnet’e başvurarak, bu ana kaynaklardan riyâzât, mücahede, murâkabe, hâl ve makamla alâkalı içtihad edip ortaya koydukları meselelerin yanında, kendi rûhânî hayatlarını, aşklarını, şevklerini, iştiyaklarını, vecdlerini, cezbelerini, incizaplarını da kaydederek zâhirperest buldukları insanları bu yöne kanalize etmeye çalışmışlardır.
Aslında her iki tarafın maksadı da, ilâhî emir ve yasaklara riâyet ederek Allah’a ulaşmaktı ama, bazen yol muvâzenesi şer’î ölçülere göre kurulamadığından, ifratlara, tefritlere giriliyor ve şimdilerde var gibi gördüğümüz ayrılıklara sebebiyet veriliyordu. Oysaki, temelde herhangi bir ayrılık söz konusu olmadığı gibi, dînin böyle ayrı ayrı ünitelerinin müstakillen tedvin ve temsili de ayrılık demek değildi. Fıkıh ilminin ibadet ve muâmelâta ait hükümlerle meşgul olmasına, yani insanın fikrî ve amelî davranışlarını zabturapt altına alıp düzenlemesine mukabil; tasavvufun, ruhu terbiye, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme çizgisinde, insan hayatını, kalb ve ruh seviyesine yükseltme gayretleri kat’iyen ayrılık değildir. Ayrılık olması bir yana, bunlardan her biri, şeriatın önemli bir cephesini ikame etmeyi üzerine almış bir üniversitenin fakülteleri hükmündedir. Bunlar öyle fakültelerdir ki, üniversite mâhiyetindeki küllün tamam olması biraz da bunların tamamiyetine bağlıdır. Zaten bunlardan biri, insanın nasıl ibadet edeceğini, ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, orucu nasıl tutacağını, zekâtı nasıl vereceğini, muâmelelerinde hangi esaslara uyacağını anlatıyor; diğeri de, daha çok, bütün ibadet ü tâat ve muâmelâtın, kalb ve ruhla alâkası üzerinde duruyor, şeklî insaniyetten sîret ve mânâdaki insaniyete sıçrama yollarını araştırıyor ve insan-ı kâmil olmaya giden yolları salıklıyordu. Bu itibarla da, bunlardan hiçbirinin ihmale tahammülü yoktu…
Gerçi, bazı nâkıslar biraz ileri giderek, fıkıh ve sünnetle iştigal edenlere “zâhir erbâbı”, “rüsûm ulemâsı” demişler ise de, kâmil mutasavvıflar her zaman, şeriatın temel prensiplerini esas almış, Kitap ve Sünnet’e göre geliştirdikleri usûl ve metodlarla, ortaya attıkları her düşünceyi onun atkıları üzerine bir dantelâ gibi işlemiş ve temel kaynaklara bağlılıkta aslâ kusur etmemişlerdir. El-Muhâsibî’nin “el-Vesâyâ” ve “er-Riâye”si, el-Kelâbâzî’nin “et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf”u, et-Tûsî’nin “el-Lüma'”ı, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin “Kûtü’l-Kulûb”u, el-Kuşeyrî’nin “er-Risâle”si bu sadefin incilerinden sadece birkaçı.. bunlar arasında, nefsi hesaba çekmek ve tezkiye etmek gibi tek mevzu etrafında örgülenen eserler olduğu gibi, müteaddit mevzuları bir araya getirerek hacimli kitaplar telif edenler de olmuştur. Nihayet bütün bu devâsâ kametlerden sonra, Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazzâli gelerek “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” eser-i mübeccelini yazıp, tasavvuf yolunun bütün âdâp, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirerek, umum meşâyihin kabulüne mazhar hususları tesbit ve tenkidi gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen bu iki mübarek akımı bir defa daha buluşturmuş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki, ondan sonra gelen pek çok mutasavvıf, kendi ilimlerini, şer’î ilimlerin bir levni, bir buudu bularak, her yerde birlik ve beraberlik soluklamaya başlamış.. ve o güne kadar “ulemâ-i rüsûm” deyip hafife aldıkları insanlarla kaynaşıp bütünleşmiş.. ve bilhassa, tasavvuf mesleğinde, daha farklı yorumlanan, hâl ilmi, hatır ilmi, yakîn ilmi, ihlâs ilmi, ahlâk ilmi ve daha pek çok vicdânî ve zevkî gerçekleri medreseye taşıyarak, zâhir ulemânın da, erbâb-ı tasavvufun da üzerinde mutâbakata varacakları bir hayli müşterekler bulmuşlardır.
Tasavvuf; bâtın ağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer’î hükümleri de rûhî yanları, kalb üzerindeki tesirleri ve vicdanda tebellür eden derinlikleri itibarıyla ele almasından ötürü, başka mesleklere göre biraz daha ledünnî, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklıdır ve İslâmî yolların hiçbirine münâfî de değildir. Münâfî olmak şöyle dursun, diğer bütün şer’î ilimler gibi o da Kitap, Sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihadlarını esas alarak, hep ilim, mârifet, yakîn, ihlâs ve ihsan ruhu gibi hakikatler üzerinde durmuştur.
Tasavvufu; bâtın ilmi, esrâr ilmi, ahvâl ve makamât ilmi, sülûk ilmi, tarikat ilmi gibi bir kısım farklı unvanlarla ifade etmek, onun şer’î ilimlerden ayrı olduğu mânâsına gelmez; bu ad ve unvanlar, asırlar ve asırlar boyu, şeriatı yaşama zevkinin farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmıştır. Tasavvufçuların nokta-i nazarlarını ve şeriat hâdimlerinin düşünce ve istinbatlarını esasta birbirinden farklı göstermek, işi çarpıtmak sayılır. Vâkıa, her zaman bir kısım mutaassıp tasavvufçular bulunduğu gibi, öteden beri bir kısım zâhirperest fakîhler, muhaddisler, tefsirciler de olagelmiştir. Ne var ki, bu müfrit ve mufarritlere nisbeten sırât-ı müstakim erbâbı hep ekseriyeti teşkil etmiştir. Buna binâen, bir kısım fakîhlerin sofîler hakkında, bir kısım sofîlerin de fakîhler hakkında yakışıksız söz ve düşüncelerine bakarak, bu iki ehl-i hak cephe arasında ciddi bir münâferetin varlığına hükmetmek kat’iyen yanlıştır. Zira, her zaman kavga çıkarıp, kavgaya karışanların sayısı, müsâmaha ve afv u safh yolunda olanlara nisbeten deryada katre kalmıştır.
Aslında bunun böyle olması da gayet tabiiydi; çünkü her iki tarafın başvurduğu kaynak da aynıydı.. fukahâ, şer’î hükümlerde Kitap ve sünnete müracaat ettikleri gibi, mutasavvıfîn de aynı kaynaklara dayanıyordu.
Zaten tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu esaslar da, fıkhın ve fukahânın mesleğinden çok farklı değildi. Genelde her iki cephe de, amel-i sâlih ve dürüst muâmele üzerinde duruyordu. Ayrıca sofîler, a’mâl-i hasene, tehzîb-i ahlâk ve tezkiye-i nefis gibi konulardan da bahsediyorlardı ki, vicdan ancak a’mâl-i hasene vasıtasıyla mârifet-i ilâhiyeye uyanabilir.. insan bu sayede ihlâs ve rızâ yoluna yönelebilir; yönelir ve şer’î her meseleyi derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirebilecek seviyeye yükselebilir. Zira, bu sayede artık, gönülden içeri ayrı bir gönül, irfandan sonra farklı bir irfan ve lisândan öte ayrı bir lisân hâsıl olmuştur.
Evet, a’mâl-i sâliha ve güzel ahlâkla daha bir netleşen lâhûtîlik tahakkuk zirvesine ulaşır.. mücahede-i nefis, halvet, zikir ve murâkabe yoluyla hicaplar münkeşif olur ve varlığın perde arkasına ıttılâ ile, icmâlî iman bir kere de zevk ve keşifle pekiştirilerek âdetâ şuhûdî bir yakîn hâlini alır.
Sofî
Sofî kelimesi, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun ‘sof’tan, ‘sofus’tan, ‘safâ’dan, ‘safvet’ten geldiğine kail olanlar veya dindarlıktan kinâye olduğunu düşünenler “sofî”; ‘sûfân’, ‘sûfâne’ veya ‘suffe’den geldiğini iddia edenler, ve ayrıca ‘softa’ mânâsına gelen ‘sofu’dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.
Erbâbının, sofîyi tarif sadedinde şu ifadeleri meşhurdur:
Sofî; kalbî hayatı açısından saflaşmış ve iç âlemi itibarıyla berraklığa ermiş “hak yolcusu” demektir.
Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu; intihap buyurup onu nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “hak eri” demektir.
Sofî; mahviyet ve tevâzuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun sahibine cefâ tattırmayan; dünyanın, dünyaya ve hevesâtımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-i Ahmediye yolunun yolcusudur. Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izâfe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi, onların hallerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olagelmiştir.[1] Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havârilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Sofî; nefsânî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne ermiş ve beşerî bütün küdûrâttan arınarak lâhûtîleşmiş, gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvârı demektir.
Sofî; ehl-i suffeye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismin hakkını vermeye bağlamış ideal gönül erinin adıdır.
Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hak karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan da gelse, düşündürücü bir fasıl gibi görünmektedir. Gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalblerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların her zaman bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” mânâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Fakir bunun, yabancıların bir yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim, sofîlerin pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile..
İslâm tarihinde ilk sofî lâkabını alan büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir.[2] Bu zat, hicrî 150 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususî bir mânâda kullanılması ashâb ve tâbiûn-u kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.
Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhûru itibarıyla, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddi bir tavır içinde, sürekli rakâik ve ölüm ötesi hadiselerle irtibatlı, tamamen kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep rûhânî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gâyesi açısından, kalbi Hakk’a bağlamak ve sîneyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti. Ayrıca, hakikî sofîler tarih boyu “hüsn-ü huluk” ve “edep” dedi, peygamberler yolunu takip ettiler. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olmuştur. Ne var ki, sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak da insafsızlık olsa gerek.
İmâm Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der:[3] Müslümanlıkta büyüklüğün unvanı olarak, Allah Rasûlü’ne arkadaşlık unvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir. Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Rasûlü’nün ashâbını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin unvanı olan “tâbiûn” unvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiûnla buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhûruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler, hadis cephesinde muhaddisler, akâid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi, İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli gelişmeleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.
Sofîler, hayat tarzları itibarıyla fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî zevk u safâ ve cismânî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı âliyeleriyle ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek, ne Hristiyan mistiklerle irtibatlandırmak, ne Hint fakirizminin bir kolu saymak ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez lâubâlîlerle aynı görmek mümkündür. Bir kere tasavvuf, ilk zuhûru ve temsilcileri itibarıyla, kalbin iç yüzü, eşyânın perde arkası ve varlığın sînesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvarisi. Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma zirvesine koşacaktı. Bu, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk, tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maratondu. İşte hakikî tasavvuf bu, sofî de bu muhtevânın mübarek temsilcisi büyük kahraman! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizm, yogizm ve felsefeyle uzaktan-yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.
Vâkıa, İslâm’ın zuhûrundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama; bu iki yol öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofîye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü tâat, nefis muhâsebesi, tevâzu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü tâat, nefis murâkabesi, tevâzu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması söz konusu idi.
Sofîye, başlıca iki gruba ayrılır:
1- İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.
2- Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.
Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveykleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tağayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.
İkincilere gelince, bunlar da, seyr u sülûk ve zühdlerinde ciddi olmakla beraber, keşif, kerâmet, zevk, vecd, tevâcüd peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d” yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen vilâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.
Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:
Birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusül-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mütâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte, kendi istidatlarının arşı itibarıyla gerçek kâmil insanlar da bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem’ ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsût âlemiyle münasebetleri bütün bütün kesilir ve irşâd imkânını elde edemezler.
İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır: Birinci kısım, sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de âhireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, âhiret ve cennetin tâlibi olmakla beraber meşrû dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir. Bunların aczleri, fakrları Allah’la (c.c.) münasebetleri açısındandır.
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofîye onlara “mukîmîn” der ki, bunlar, eşrâr ve ashâb-ı şimâlden bir kısım bahtsızlarla hiçbir şeyi görmeyen, işitmeyen, anlamayan talihsizlerdir.
Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashâb-ı yemîn”, üçüncülere “ashâb-ı şimâl” diyenler de olmuştur.
[1] Örnek olarak bkz. Buhârî, libâs 11; Müslim, iman 268-269, taharet 79; Tirmizî, libâs 10; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/103, 655, 3/455, 459
[2] el-Kınnevcî, Ebcedü’l-ulûm 2/154
[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.54
Tevbe, İnâbe ve Evbe
Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği, istemediği şeylerden -aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da- uzaklaşıp Hakk’a rücû etmektir.
Bir de “tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, o da, bir tevcihe göre, “en hâlis, en sâfi, en içten” anlamına, diğer bir tevcihe göre de, “yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe” mânâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh”; “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi” mânâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, gerçek tevbeden söz edilirken: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.”[1] buyrularak böyle bir tevbeye işâret edilmektedir.
Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibarıyla üç bölümde mütâlaa edilmiştir:
a. Hakikatlara kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk’a muhalefetin, kalbinde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve onun günahını idrâk şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hak kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfarla alâkalı malum sözlerle ifâde etmesidir.
b. Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu saran büyük-küçük her gaflet karşısında, himmet kanatlarını açıp Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretidir. Böyle bir performans gösteren ruh:
اَلتَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لاَ ذَنْبَ لَهُ، فَإِذَا أَحَبَّ اللهُ عَبْدًا لَمْ يَضُرَّهُ ذَنْبُهُ، ثُمَّ تَلاَ: {إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ}، قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ وَمَا عَلاَمَةُ التَّوْبَةِ؟ قَالَ: النَّدَامَةُ.
“Resûlullah: ‘Günahtan tam dönen, o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.’ dedi ve şu meâldeki âyeti okudu: ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever.'[2] Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da: ‘Gönülden pişmanlıktır’ buyurdular.”[3] hakikatının tam mazharı bir ruhtur.
c. Yaşayışlarını “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.”[4] ufkunda sürdüren has üstü hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsivâ (Hak’tan gayri her şey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyâlarına atarak, yeniden “nûru’l-enver” (bütün ışıkların hakikî menbaı) ile münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, “O ne güzel kuldu! Zira o, sürekli (Allah’a) rücûdaydı.”[5] gerçeğini gösterir ve “evb” yörüngesinde hareket ederler.
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü tâat ve gece yamaçlarında seyahatla doldurmak,
6- Ve haslar, haslar-üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh ü enîn edip ağlamak; duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek..
gibi hususları ihtiva eder.
Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hak’tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan, tevbe adına yalan söylemiş sayılır…
Mevlânâ bir yerde gerçek tevbenin sembolü ‘nasûh’u şöyle konuşturur:
تُوبه اى كَرْدَمْ حَقِيقَتْ بَا خُدا
نَشْكَنَمْ تَا جَانْ شُدنْ اَزْ تَنْ جُدا
بَعْدَ ازان مِحْنَتْ كِرا بارِ دِگر
پا رَود سُـوى خَطَر إِلا كه خَر
“Cenâb-ı Hudâ’ya bir hakikî tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o mihnetten sonra, merkepten başka kim ayağını bir kere daha helâk ve hatar tarafına atar ki..?”
Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü’l-evvâbîn söylüyor.[6] Tabiî sürekli tevbe ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da…[7]
Evet, “Cehennemden korkarım.” deyip günahlardan kaçınmayan, “Cennete müştâkım.” deyip amel-i sâlih işlemeyen, “Peygamberi severim.” deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddi olamayacağı gibi, ömrünü kat’î günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk’a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.
Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Sofîler arasında, herhangi bir mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de “inâbe” denildiğini hatırlatıp geçelim… Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muârazadan mutâbakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatın sorgulanması bahis mevzuudur. Tevbe, “seyr ilallah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillâh”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır.
Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir inâbe; O’ndan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi, bütün mü’minlerin hâlidir ve ezanları da: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ “Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!”dır.[8] İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde’ itibarıyla وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ “Rabbinize inâbe ediniz.”[9], müntehâ itibarıyla da: وَجَاءَ بِقَلْبٍ مُنِيبٍ “Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi.”dir.[10] Üçüncüsü enbiyâ ve mürselînin hususiyetleridir. Şiarları da نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “O ne güzel kuldur. Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.”[11] şeklindeki ilâhî takdîr ve iltifattır.
Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe mânâsındaki sözler ya inâbe veya evbe mânâlarını ifâde etmektedir. Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın, “Günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim.”[12] sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, “kurb” ve “maiyyet”i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara her şeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’a herhalde, avamî mânâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i vahdet-i şuhûdun, onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazret-i Ahmed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Hazretleri’nin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ı tabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek takliddir ve bâlâ pervâzâne sayılır.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَابُوا وَأَصْلَحُوا إِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ
[1] Tahrîm sûresi, 66/8
[2] Bakara sûresi 2/222
[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.168; el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 4/261, hadis no: 10438 (İbn Neccâr’dan naklen). Kuşeyrî, hadisi senediyle zikretmektedir. Hadis kitaplarında da bu hadisin değişik kısımları farklı lafızlarla parça parça yer almaktadır. Örnek olarak bkz. İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/375, 5/387, 439; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/349
[4] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 125
[5] Sâd sûresi, 38/30, 44
[6] Bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 2/76
[7] Bkz. el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/436; ed-Deylemî, el-Müsned 2/77
[8] Nûr sûresi, 24/31
[9] Zümer sûresi, 39/54
[10] Kaf sûresi, 50/33
[11] Sâd sûresi, 38/30, 44
[12] Buhârî, deavât 3; Müslim, zikir 41, 42; Tirmizî, tefsîru sûre (47)
Muhâsebe
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü’minin, her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs sayılır.
“Fütûhât-ı Mekkiyye” sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn, her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdırâba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehâlet eder, nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.
İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, mânâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir.
Evet, onun, hâl’i değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibarıyla kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah’la münasebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyet duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve kendi ledünniyâtının şuurunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.
Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibarıyla kat’iyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ “Tevbe edip Allah’a dönün!..”[1] ve وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ “Rabbinize inâbede bulunun!..”[2] ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefehâtıyla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın!..”[3] yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarıyla teyakkuza geçer; kendine çeki-düzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu ânı, tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar faslı gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır. Zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da; إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Sineleri her zaman Allah’a karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah’ı anarlar ve derken gözleri açılıverir.”[4] ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.
Muhâsebe, mü’minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasihatçı gibidir. Her fert onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah’ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır.
Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzularda, tamamen, ilâhî inayet, ilâhî rahmet yörüngelidir.. ve yeis gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzur ve itminâna açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir. Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman; لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاً وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا “Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.”[5] iniltileri yankılanır.. ve onun, huzur ve mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes’ûliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce kametlerin;
لَوَدِدْتُ أَنِّي كُنْتُ شَجَرَةً تُعْضَدُ “Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım.”[6] inkisârları uğuldar; uğuldar da onlar; ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ اْلأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ “Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı.”[7] tesbitinin her an kendileri için vâki ve vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde; وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ “Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir.”[8] tınlamakta.. ve dillerinde: أُمِّي يَا لَيْتَنِي لَمْ تَلِدْنِي “Âh! Keşke, anam beni doğurmasaydı.”[9] çığlıkları nümâyândır.
Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir.
Nefsin sürekli sorgulanması ve ona itâb, imanın kemâlindendir. Hayatını “insan-ı kâmil” ufkuna göre plânlamış her rûh, yaşadığı hayatın şuurundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular; akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelasını örmeye çalışır. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.
O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzu ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, ona gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: “Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük…” denir ve her gün ayrı bir semâvî seyahatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hak da: وَلا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ “Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!”[10] diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor mu..?
اَللَّهُمَّ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ نَجِّنَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الشَّفِيعِ يَوْمَ الدِّينِ وَعَلَى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ أَجْمَعِينَ
[1] Nûr sûresi, 24/31
[2] Zümer sûresi, 39/54
[3] Haşir sûresi, 59/18
[4] A’râf sûresi, 7/201
[5] Buhârî, küsûf 2; Müslim, küsûf 1; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19
[6] Bir önceki hadisi naklettikten sonra Hz. Ebû Zerr’in (r.a.) söylediği bu söz için bkz. Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173
[7] Tevbe sûresi, 9/118
[8] Bakara sûresi, 2/284
[9] Hz. Ömer, Ebû Meysere Amr b. Şurahbîl gibi bazı İslam büyüklerine isnat edilen bu söz için bkz. İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 3/360; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/98, 152; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/486
[10] Kıyâmet sûresi, 75/2
Tefekkür
Herhangi bir mevzuda, geniş, derin ve sistemli düşünme mânâlarına gelen tefekkür; erbâbınca, kalbin çırası, rûhun gıdası, bilginin rûhu ve İslâmî hayatın da kanı, canı ve ziyâsıdır. Tefekkür olmayınca kalb karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve İslâmî hayat da kadavralaşır.
Tefekkür, kalbde öyle bir nurdur ki, hayır ile şer, fayda ile zarar, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir.. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla kendilerine has ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkür, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çerağı, tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nurunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: “Tefekküre denk ibâdet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.”[1] meâlindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızın hudutlarını ihtâr eder.
Bu hususu hatırlatma sadedinde Minhâc sahibi ne hoş söyler:
دَر آلاء فِكر كَردن شَرطِ راهست
وَلى دَر ذاتِ حَق مَحضِ گُناهست
بُوَد دَر ذَاتِ حَـق اَندِيشه بَاطِل
مُحالِ مَحِض دان تَحصيلِ حَاصل
“Nimetleri tefekkür etmek bu yolun şartıdır. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında tefekkür apaçık bir günahtır. Evet, Allah hakkında düşünmek bir bâtıldır; O’nu hem bir muhâl hem de hâsılı tahsil bil..!”
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de: وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ “Onlar göklerin ve yerin yaratılış ve şekillendiriliş keyfiyetinde tefekkür ederler.”[2] meâlindeki âyetleriyle, kâinat kitabını, bu kitabın yazılış keyfiyetini, harf ve kelimelerinin hususiyetlerini, cümleleri arasındaki nizâm ve âhengi, hey’et-i umûmiyesindeki rasânet ve sağlamlığı nazara vererek bize en yararlı düşünme yolunu salıklamıyor mu?
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta Hakk’ın Kitabı’na yönelmek, onu anlamaya çalışmak, hayatı ondan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak; kâinat kitabındaki ilâhî sırları keşfedip ortaya koymak ve insana her an ayrı bir imanî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tesbitlerle, imandan mârifete, mârifetten muhabbete, muhabbetten, rûhânî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk hâline getirmek, sonra da âhiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın nurlu yolu..!
Tefekkür, araştırma sahası itibarıyla bütün ilimlere açıktır; ama, aklî ilimler, pozitif tesbitler, bu büyük netice için sadece birer mukaddime, birer vâsıta ve birer yoldur. Bunların hemen hepsi de, gerçek muhtevâ ve yüzleriyle ilm-i vâhid-i ilâhîye müteveccihtirler. Tabiî insan dimağı yanlış muâlecelerle inhirâfa uğratılmamışsa…
Evet, varlığı bir kitap gibi mütâlaa ve tefekkür ancak, bütün eşyâ ve eşyâya ait hususiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridat kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle, Allahü Teâlâ’ya istinadını yakînen idrâk eden mârifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminâna ulaşmış kalbî ve rûhî hayat kahramanlarının şiârıdır.
Mebde’de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a istinad ettirme esasına göre sistemleştirilmeyen bir tefekkür, neden sonra Allah’a yönelip ve neticede O’nda mütenâhî olmasına mukabil; tâ baştan halk ve emir, her şeyi O’na bağlama esasına göre plânlanmış bir tefekkür ise, sonsuza kadar hep yeni yeni buudlarıyla sürer gider ve kat’iyen inkıtâa uğramaz. Yani böyle bir tefekkür “Evvel” ve “Zâhir” isimleriyle Allah’tan başlayıp sonra yine “Âhir” ve “Bâtın” isimleriyle Allah’a müteveccih olacağından mütenâhî değil, lâtenâhîdir. İşte böyle, tâ işin başlangıcında hedefi belirlenmiş bir tefekküre teşvik, aynı zamanda varlığın şekil ve tecelli yollarını tesbite çalışan tabiî ilimlerin usûl ve sistemlerini öğrenip kullanmaya da bir irşattır.
Evet, gökler ve yer bütün eczâ ve mürekkebâtıyla, Allah’ın mülkü olduğundan varlık kitabında mütâlaa edilen her hâdise, her şe’n ve her nizâm, Yüce Yaratıcı’nın şerîat-ı fıtriyedeki ahkâm ve tasarruf keyfiyetlerini de okumak demektir. Bu kitabı hakkıyla okuyabilen ve okuduğu şeylere göre hayatını düzenleyen birinin yolu herhalde hidâyet ve takvâ yolu, varacağı yer cennet, içtiği de kevser olacaktır. Evet, dünyada çeşit çeşit nimet ve rengârenk güzelliklerin gerçek sahibi olan Allah’tan gaflet ve hep İblis’in rehberliğiyle nankörlük vâdilerinde dolaşan felâket ve hüsran ashâbına karşılık, o, her şeyin gerçek sahibi Mün’im-i Hakîki’yi tanıyıp, O’na iman ve imandaki şuur ile inkıyad ederek, melâike, enbiyâ ve sıddîkînin öncülüğünde, hep şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve dökülen dökülene yığınların mahvoldukları aynı vâdilerde Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına mazhariyetin hakkını verir ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek gider hedefine ulaşır…
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ يَذْكُرُونَكَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلأَرْضِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِ الْمُتَفَكِّرِينَ وَعَلَى آلِهِ الْمُخْلَصِينَ
[1] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/136; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/67; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/370-371
[2] Âl-i İmran sûresi, 3/191. Ayrıca bkz. Ra’d sûresi, 13/3; Nahl sûresi, 16/1-18, 65-72; Rûm sûresi, 30/19-27; Câsiye sûresi, 45/12-13 vd
Tefekkür-zikir münasebeti (Kırık testi-1)
Soru: Efendim, bir yazınızda, düşünürken tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz. Ancak biraz detay ne şekilde ortaya çıkıyor?
Cevap: Evet, hakikî bir mü’min, şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve ömür bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buutlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer; âlemin mesâfelere esir düşen yerlerde o, göklerde tayerân ile hedefe ulaşmak…
Orada da bir mevhibe-i ilâhî söz vardır. Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer sorun çözülüyorsa ve mevcut bir sürü çözüm bekleyen sorun ortaya çıkıyorsa, Cenâb-ı Hakk’a daha bir ciddî yönelir, onun dünyadaki bir çıkış yolunu bekleriz. Allah Teâlâ, akla hayale hiç gelmeyen ürünlerin bir kısmını çözebilir ihsan edebilir. O ihsan kapısıdır ve o kapının anahtarı zikirdir, her çeşidiyle Cenâb-ı Hakk’ı anmaktır. Yani, kalbimizle onu anmak, düşünce dünyamızla ona yönelmek, dilimizle onun adını ve sıfatlarını tekrarlamak ve Rahmân u Rahîm’e tam teveccüh etmek… Evet, teveccüh teveccühü sonuç verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçeklerin güneşe baktıkları açıldıkları gibi siz de Allah’a (celle celâluhû) yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Lâtife-i Rabbâniyeniz inkişaf eder, ilhama davetiyelerden çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kabalıklarından elde ettiğiniz sadakacıklara bağlı kalırsınız; Aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de ilgileniyorsunuz. Akla hayale gelinmiş şekilde bir kısmı sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyular ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kabalıklarından elde ettiğiniz sadakacıklara bağlı kalırsınız; Aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de ilgileniyorsunuz. Akla hayale gelinmiş şekilde bir kısmı sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyular ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kabalıklarından elde ettiğiniz sadakacıklara bağlı kalırsınız; Aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de ilgileniyorsunuz. Akla hayale gelinmiş şekilde bir kısmı sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyular ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. Sadece aklın kabalıklarından elde ettiğiniz sadakacıklara bağlı kalırsınız; Aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de ilgileniyorsunuz. Akla hayale gelinmiş şekilde bir kısmı sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyular ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. Sadece aklın kabalıklarından elde ettiğiniz sadakacıklara bağlı kalırsınız; Aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de ilgileniyorsunuz. Akla hayale gelinmiş şekilde bir kısmı sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyular ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. derin duyular ve sesişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması. derin duyular ve sesişler olur. İşte zikir, böyle bir sonuçtaye götüren bir başvuru yolu; bir açılma eğilimini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücü henüz olmadığı, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmeti ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır”ını kullanma, o hazineden elde edilen ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin açma bilgilerinin açılması.
Bir yandan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı özetlemeyi, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir düşünce, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kâinat kitabının birkaç romantik tercümesi, mütalâa edince gönül coşar da Rabb’ini anmak, onun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubûdiyete götürmek.
Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha önceden dar aklınızla, kevnî veya tekvinî mantığınızla düşünürken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devralır ve artık onlara da düşüncelerinize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte düşünmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar onu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirinin sürekli besler; desteği. Birinin kolunun kanadının kırıldığı yerde, diğer arkadaşına kol kanat olur; parçasını tutup uçurur.
Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz. Onun için dedi ki, akıl, vahyin vesayeti giriş yaptığı zaman gerçek gelişmeler yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akılların karanlığı görülmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat o idrak edemediği ve kavrayamadığı Meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’dan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır; arasında farklı ufuklar açılıyor. Dolayısıyla o da hiç hız kesmeden yürür.
Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan natüralist bir mülâhazayla veya kozmos düşüncelerine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; ama bu sadece Allah’a (celle celâluhû) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onları, ötesini zaten göremiyorlar. Ne var ki, Allah’a (celle celâluhû) inananların sadece elde ettikleri ürünlerle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lâzımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.
Soru: Hocam, Âl-i İmran Sûresi’nin son âyetlerinde de tefekkür ve zikir beraber anılıyor…
Cevap: Evet, bu âyet-i kerimelerde meâlen şöyle satın alıyor: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gidişinde, düşünen insanlar için elbette âyetler vardır. Onlar ki Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: ‘Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih etmenizi rica ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/190-191).
“Ulü’l-elbâb”ın kullanımında; sadece “akıl sahipleri”nin o âyetleri çıkacağı, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu faydayi, öncesi ve sonrasını değerlendirecek olursa olsun, “akıl sahibleri” yapılarının “Lâtîfe-i Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar” demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar… Onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler; hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışken Allah’ı (celle celâluhû) zikrederler. Uzanmış durumdayken bile onu zikretmeleri bir iç anıştır. Âyet bu üç rol da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onların hayatlarının onun aşamalarını, hemen onun faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.
Âyet-i kerimede “…zikrederler” sözünden sonra yine “tefekkür ederler” denmektedir. Görüldüğü gibi sorunlarla başlanmış, zikre geçilmiştir. Daha sonra zikir, bağlantı adına yeni ufuklar açılmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre düşünceler hâsıl olmuştur. Âyetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak değil, muzari fiil kipinde kullanıldı. Muzari, geniş zaman kipidir. Bunları, dün düşündüler, bugün yaşadıklarını düşünüyorlar ve gidiyorlar da ayrı bir bakışıp deryasına yelken açacaklar… Onlar, hayatlarını sürekli zikir fikir arası seyahatlerle mânâ yapıyorlar. Devamlı okur, peşi peşine yeni yorumlar ortaya çıkıyor; yeni yorum ve okumalar onlara yeni ufuklar açar; o yeni ufuklara göre de daha farklı şeyleri düşünürler. Ve hayatlarını hep böyle düşünceler ve zikir arası bir dantela gibi örerler.
Ayet daha sonra, “Ey Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın” denmekte ve düşünceye son nokta konmaktadır. Evet, o kadar düşünüp öyle zikreden bir insan, kâinattaki hiçbir şeyi batıl, abes ve değersiz görmez; onun şeyde bir hikmet tecellîsi müşahede eder.
Soru: Efendim, biraz önce düşüncenin zikirle buud kazandığı ve derinleşmesini anlatırken zannediyorum o âyetler yoktu. Fakat aynen Kur’ân’daki sisteme göre değerlendirme yapılmıştır. Bu melekeyi kazanmak için Kur’ân’la çok meşgul olmak mı gerekiyor?
Cevap: Kur’ân-ı Kerim’le çok zaman geçirmek, Kur’ân’ı çok iyi bilmek, onun bütününü bir harita gibi göz önünde tutabilmek oldukça önemlidir. Fakat daha da önemlisi, Kur’ân’a itimat etmek, güvenmek ve gönlü ona vermektir. Zannediyorum, bir insan samimâne, sâfiyâne gönlünü Cenâb-ı Hakk’a verir ve Kur’ân’a bir çırak olarak teslim, bütün tenkit mülahaza uzak kalır ve ona teveccüh ederse, aklına hayaline hiç gelmezk şekilde ufuklar önünde açılır.
Zikirle fikir yolu açılır, zikir boyutu yeni düşünme ufukları açılırsa, oradaki çok küçük esintilerle bile, sizin onca beyin cehdi ortaya koymanıza rağmen, yaşlılıkta göremediğiniz eğitimli mazhar olabilirsiniz. Bu, Kur’ân’a tam teslimiyetinizin, onu tam kabullenmenizin, nefnize rağmen aklınızın ermediği noktalarda bile baştan tam teslim olmanızın bir semeresidir. Zaten bizler için görünen gibi görünen durumlar da ancak böyle bir teveccüh ve teslimiyet sayesinde açılabilir.
O sayede, dil kaidelerine, sarf ve nahive, gramere kanıtlayan insanların takıldığı yerde siz ne mucizeler ne beliğ ifadeler yaşarlar. Başkalarının kendi kıt idraklerinden dolayı “Şu âyet orada değil de nerede olacak” demesine mukabil siz “Aman Allah’ım, ne şifalı bir münasebet var burada!” oynayabilirsiniz. Onların akıllarına takılır yolda kalırlar; ama siz, Cenâb-ı Hakk’ın yolunu açmasıyla saygı ve hürmet kanatlı atınızı mahmuzlar daha çalıştırırsınız’
Firar ve İ'tisâm
Herhangi bir şeyden kaçma ve uzaklaşma mânâlarına gelen firar; erbâbınca, halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hak şuaları içinde eritmenin unvanı olmuştur ki; bunu insanın “seyr-i kalbî” ve “seyr-i ruhâni”sine işaret eden: فَفِرُّوا إِلَى اللهِ “Kaçıp Allah’a sığınınız” meâlindeki âyetle irtibatlandırmak mümkündür.
İnsan, imanı hesabına, beden ve cismâniyetin öldürücü atmosferinden uzaklaştığı ölçüde Allah’a yaklaşmış ve kendine karşı da saygılı ve anlayışlı davranmış sayılır. Böyle bir firârî ve Hak mültecîsinin nasıl pâyelendirildiğini, o kapının sadık bir bendesi olan Hz. Mûsa (alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’den dinleyelim:
فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ
“Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.”[1] Bu beyânıyla Hakk’ın nebîsi, zevk ve vuslata, hilafet ve kurbete varan yolun firardan geçtiğine dikkati çekiyor ve peygamberâne irâdelere öncülük ediyor.
Avamın firarı; varlığın dağdağasından, ma’siyetin çirkinliğinden Allah’ın üns ve gufrânına sığınma şeklinde olur. Bunlar gözlerini her açıp kapayışlarında: رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ“Yarlığa Rabbim ve merhamet buyur; buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın.”[2] âyetini okur.. ve oturur-kalkar:أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ “Rabbim işleyegeldiğim şeylerin şerrinden Sana sığınırım.”[3] der inlerler.
Havâssın firarı; sıfatlardan sıfatlara, sırdan şuhûda, rüsûmdan usûle ve nefsânî duygulardan ruhâni ihsaslaradır ki:اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ “Allahım Senin gazabından rızâna, ukûbetinden afvına sığınırım.”[4] sözleri onların her zamanki vird-i zebânlarıdır.
Haslar üstü hasların firarı ise, sıfâttan Zât’a ve Hak’tan yine Hakk’adır ki, her zaman: أَعُوذُ بِكَ مِنْكَ “Sen’den yine Sana sığınırım.”[5] der, heybet ve mehâbet soluklarlar.
Bu firarların hemen hepsi de gidip bir ilticâ, bir himâye ve bir i’tisâmla noktalanır. Firar, firar edenin ruh derinliği ile mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olduğu gibi, netice itibarıyla varılan nokta da farklı farklıdır.
Birinciler, otağlarını mârifet yamaçlarına kurar, zerreden güneşlere kadar her şeyle O’nu hatırlar, O’nu anarlar.. ölçüleri aşan isteklere girer ve olmayacak şeyler düşlemeye başlarlar.. ve derken, vicdanlarında: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ“Seni hakkıyla bilemedik.”[6] gerçeğini duyar ve dillerinde:
اِعْتِصَامُ الْوَرَى بِمَعْرِفَتِكَ
عَجَزَ الْوَاصِفُونَ عَنْ وَصْفِكَ
تُبْ عَلَيْنَـا فَإِنَّنَا بَشَـرٌ
مَـا عَرَفْنَـاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ
“Varlık senin mârifetinin peşinde, erbâb-ı lisân seni vasfetmekten âcizdir. Gel tevbemizi kabul buyur; buyur ki, biz birer beşeriz, seni hakkıyla bilemedik.” sözleriyle kendilerinden geçerler.
İkinciler, her an ayrı bir mârifet deryasına yelken açarlar ve hep ayrı ayrı vâridâtın televvünâtıyla ömür sürdürürler. Sürdürürler ama, bir türlü berzahlardan kurtulup tam hayret ufkuna da ulaşamazlar. Gözleri sürekli suûd merdivenlerinde, arşiyeden arşiyeye uçar ve sukût tasavvurundan tir tir titrerler…
Üçüncüler hâlin gel-gitlerinden kurtulmuş, başları her an hayretin ayrı bir derinliğinde ve gözleri “Şerâb-ı aynemâ” ile mahmur öyle mestlerdir ki, içinde bulundukları durumdan, -ihtimal- İsrâfil’in sûruyla bile kendilerine gelemezler. Duygu, düşünce ve tahayyüllerinin derinliğini, ancak yine kendileri gibi mest olan biri ifade edebilir:
آن خِيَالاتي كه دَامِ اَوْلِيَاسْت
عَكسِ مَهْ رُويَانِ بُستَانِ خُدَاسْت
“Evliyâullaha tuzak olan o hayâller ise, Hudâ bahçesinin ay yüzlülerinin cemâllerinin yansımasından ibarettir.” ” بستان خدا” dan maksat, mertebe-i vâhidiyyet; “مه رويان” dan murad da, Allah’ın esmâ ve sıfâtıdır ki, ehadiyyet mertebesinde temâyüz ederler. Bu itibarla, meseleyi şöyle vaz’ edebiliriz: Evliyâullah’ın ayaklarına tuzak olan başka değil, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyenin tecelliyâtıdır. Ve o tecelliyât, hakikate karşı kapalı olan gözsüzler nazarında hayâletten ibarettir. Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle: “Enbiyâ ve evliyânın merâyâ-yı kalbleri, mezâhir-i esmâ ve sıfât-ı külliye-i ilâhiye olmakla, sıfât-ı rabbâniye onların ay yüzlerinin bostanı olup onlara her an ayrı bir sihir sunmaktadır.”
Hâsılı; bunlar, firar edecekleri her şeyden firar edip فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا fehvâsınca, öyle sağlam bir tutamağa sımsıkı sarılmışlardır ki -Allah’ın izniyle- artık onlar için kopup gitmek söz konusu değildir. Zira teveccühte bulunulup kendisine bel bağlanılan Zât, ezelden ebede kadar varlığı devam eden ve her şeyi her zaman görüp gözeten, gerçek varlık ve büyüklük sahibi bir Zâttır ve bunlar O’nu bulmuş, O’nun kopmaz, kırılmaz ipine sarılmış, dolayısıyla da düşüp helâk olmaktan, ayrı kalıp yalnızlığa düşmekten ve yol şaşkınlığı yaşamaktan kurtulmuş olurlar ki, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ“Allah (c.c.), bu ölçüde iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[7] mazmununca, onları dört bir yandan kuşatan bütün karanlıklar kalkar. Gözler doğruyu görmeye, kulaklar doğruyu işitmeye başlar; gökler, yıldız yıldız tebessümler yağdırır.. aylar, güneşler bir uhrevî derinliğe bürünür.. zerreden sistemlere kadar her şey okunan bir kitap, temâşâ edilen bir manzara hâlini alır.. baharlar neşeyle kahkaha atar.. yazlar duygularımıza kemâl endamlı melodiler dinletir.. acılar, elemler silinir gider.. köpük köpük her yanı ruhânî zevkler bürür.. ve insanca var olmanın, yaşamanın bütün hazları birden duyulur.
Bu sonsuz ruhânî zevkleri “ilelebed” duymak isteyenler, her zaman fevkalâde bir titizlikle, Allah’ın istemediklerinden istediklerine, yasaklarından emrettiklerine, sevmediklerinden sevip razı olduklarına hicretler gerçekleştirir, firarlar yaşar ve her şeyi O’na bağlamada karar kılarlar ki, hakikî i’tisâm da işte budur.
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
[1] Şuarâ sûresi, 26/21
[2] Mü’minûn sûresi, 23/118
[3] Buhârî, deavât 2; Tirmizî, deavât 15
[4] Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 340
[5] Müslim, salât 222; Tirmizî, deavât 76
[6] Bkz. el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2/410; Mer’î b. Yûsuf; Ekavîlü’s-sikat s.45
[7] Bakara sûresi, 2/257
Halvet ve Uzlet
Yalnızlık ve tek başına yaşama mânâlarına gelen halvet ve uzlet, bir anlamda, herhangi bir rehber ve mürşidin nezâretinde inzivâya çekilip vaktini ibâdetle geçirmekten ibarettir. Diğer bir tefsire göre ise o, kalbi bâtıl itikadlardan, karanlık duygulardan, çirkin tasavvurlardan ve Hak’tan uzaklaştıran tahayyüllerden arındırarak, bütün mâsivâya (Hak’tan gayri her şey) karşı kapanıp letâifin dili ile Hak’la sohbetin değişik bir unvanıdır. Uzlet halvetin bir buudu, riyâzât da diğer buududur.
Halvetin ilk basamağı kırk günlük bir fasılla tamamlandığı için buna “Erbaîn çıkarma” da denmiştir. Mürşid ve rehber, mürîd ve mürîd namzedini halvete sokacakları zaman onu alır, odasına kadar götürür; orada duâ eder ve ayrılırlar. Mürid, yapayalnız kaldığı o hücrede âdeta bir îtikâf hayatı yaşar! Ölçülü yer, ölçülü içer.. ve gücü yettiğince, Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hattâ cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur…
Halvet; halktan uzlet ve riyâzât buuduyla menşei çok eskilere dayanır ve hemen hemen tasavvuf yollarının hepsinde de mevcuttur. Hattâ bu hususu daha da ileriye götürüp enbiyâ-i izâm ile irtibatlandırmak da mümkündür.
Evet; başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere birçok nebî ve velînin uzlet ve halvetlerinden söz edilebilir. Ne var ki, sistem aynıyla alınmadığı, alınamadığı gibi, alındığı kadarıyla da orijini tam korunamadığından, değişik kalıplara ifrağ edilerek, az dahi olsa başkalaştırılmıştır. Hz. İbrahim’in “uzlet”i; Hz. Musâ’nın “erbaîn”leri, Hz. Mesih’in “riyâzât”ı, Sultan-ı Enbiyâ’nın “halvet”leri ve daha niceleri.. değişik şartlarda, değişik ortamlarda ve değişik karakterler üzerinde farklı tatbikatlarla farklılaşmış, mâhiyetleri kısmen değişmiş ve başkalaşmıştır. Zaten başka türlü de olamazdı; zirâ halvet, şahısların ruh yapıları, mizaçları, mezakları, karakterleri ve ruhanîliğe istidatlarıyla çok alâkalıdır. Bu itibarla, kime nasıl ve ne kadar halvet teklif edileceğini ancak kâmil mürşidler bilir.
İlk dönemlerinde Hz. Mevlânâ bir hayli “erbaîn” çıkarır. Mürşidini bulunca, halveti terk ve celveti ihtiyar eder ki; ondan evvel ve ondan sonra da pek çok kimse aynı yolu takip etmişlerdir.
Halvetin riyâzât buudu; nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve meâliye müştâk olan rûhu, kemâlât-ı insâniye semâlarına doğru şahlandırmaktır. Evet, ancak, riyâzât ile nefse gem vurulabilir; riyâzât ile o, kötü duygu ve tutkulardan vazgeçirilebilir; riyâzât ile teslimiyet ve inkıyâda zorlanabilir ve riyâzât ile mahviyet ve tevâzua alıştırılarak ayaklar altındaki topraklar hâline getirilebilir ki; güllere saksılık yapmanın yolu ve erkânı da budur:
خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ
كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ
“Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zirâ topraktan başkası güle mazhar olamaz.”
Riyâzat yoluyla, hemen herkes belli lütuflara mazhar olabilir; kimileri ilim ile ahlâkı, ihlâs ile ameli tehzib ederek hem Hak’la hem de halkla muamelelerinde edep şuuruna ulaşır.. kimileri, sürekli kendilerini Rabbileriyle olan muamelelerinin gel-gitlerinde bulur ve bir lâhza ara vermeden O’na daha da yakınlaşma yollarını araştırır.. kimileri de, sert kabuğundan sıyrılan yusufçuk gibi hayatlarını, yeni ulaştıkları semâvî âlemlerin kelebekleri sayılan ruhâniler arasında sürdürür…
Halvette asıl olan, gönül gözünün aslâ ağyâra kaymaması ve gece-gündüz demeden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır olup beklemesidir. Bu bekleyiş aynı zamanda pasif bir bekleyiş de değildir. Bu bekleyiş kalbe akacak vâridâtı kaçırmama heyecanı içinde, gönül gözleri açık ve Hak’la halvet âdâbıyla geçirilen temkinli bir bekleyiştir. Bu mânâyı soluklayan Lâmekânî Hüseyin Efendi’nin şu sözleri ne hoştur:
Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca,
Dek tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca.
İnkârı ko, dil destisini ol çeşmeye tuttur;
Ol âb-ı safâbahş ile bu desti dolunca.
Sen çık aradan hânesini sâhibine ver;
Bî-şek gelir Allah evine sen savulunca..
Evvel koma ki, sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytan çerisi hâne-i kalbe koyulunca!
Vâkıa Allah zamandan, mekândan münezzehtir ama, O’nun insanlarla alış-verişi de yine hep kalb yamaçlarında cereyan eder. Bu itibarla da kalbin zümrüt tepeleri, O’ndan gelecek tecelli dalgalarına her zaman açık ve hazır olmalıdır ki; Hazret-i Hakkı’nın ifâdesiyle:
“Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde…”
Cenâb-ı Hak bir yerde Hazret-i Dâvud’a (a.s.) şöyle buyurur: “O evi Benim için boşalt ki, Ben orada olayım.” Bâzıları boşaltmayı, kalbin ağyâr düşüncesinden, yabancı mülâhazalardan ve O’nu nazara almadan, âlemle gereksiz münasebetlerden arındırma ve uzaklaştırma şeklinde anlamışlardır. Hazret-i Mevlânâ’nın bir hoş sözü de burada düşünce ufkumuza bir ziyâ gibi düşer:
قَعرْ چِـه بَگُُزِيد هَركِه عَاقِلَسْـت
زَانكِه دَر خَلْوَتْ صَفَاهَاي دِلَسـت
ظُلْمَت چِه بِهْ كِه زِ ظُلْمتهَايِ خَلق
سَر نَبَردْ آن كَس كِه گِيرَد پَاي خَلْق
خَلْوَت اَزْ اَغْيار بَـايَد نَـه زِيَـار
پُوسْـتِين بَهرِ دَيْ آمـد نَـه بَهَار
“Akıllı olan, kuyu dibini seçmiştir; zirâ halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı, halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yâni nihâyete erip sırra muttali olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lâzımdır, yâr’a karşı değil; kürk kış için gereklidir, bahar için değil…”
Halvetten murâd, kalb hânesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem bulunmak olduğuna göre, halk içinde Hak’la beraber bulunan ruhlar ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukabil, bütün ömrünü halvette geçirdiği halde, kalbini ağyârdan temizleyememiş ve içinden mâsivâyı söküp atamamış kimsenin halveti de bir aldanmışlıktır ve beyhûdedir.
Aslında mâverâî bir halvette, halktan tecerrüd ve uzlet yoktur. Böyle bir halvette insan, Mevlânâ’nın ifâdesiyle, bir pergel gibi, ayağının biri lâhût ufkunda, diğeri de nâsût kutbunda, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşar ki, enbiyâ ve asfiyâ kuşağında bilinen halvet de işte bu halvettir. Cenâb-ı Hak, Dâvud’a (a.s.): “Yâ Dâvud nen var, böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazret-i Dâvud: “Yâ Rabbi halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hak O’na: “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve ihvânından ayrılmamaya bak ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder. Yâni, mâdem ki hedefin Biziz ve mâdem ki, azmin köyümüzedir, sakın gönlünü Bizden gayrisine açma.!
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ سَرِيرَتَنَا خَيْرًا مِنْ عَلاَنِيَتِنَا وَأَحْسِنْ عَلاَنِيَتَنَا وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى أَصْحَابِهِ ذَوِي الصِّدْقِ وَاْلإِحْسَانِ
Hâl, Makam
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalb ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişlerdir…
Bu itibarla, “hâl”e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz her şeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhidi ihtar ederek, insanı sürekli metafizik gerilime ve alternatif arayışlara sevk eder. Makam ise, sa’y ü gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakikati kendi kemâlât arşına bağlar. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalblerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsça bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u Masduk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalblerinize nazar eder..”[1] diyerek Hak cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’âr ile âyineyi, tecelliye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalblerin yanında ameller de zikredilerek: “Allah sizin kalblerinize ve amellerinize bakar…”[2] beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifâttır.
Hâl, mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler, bu tecellilerin yayılma sahası kalb ufku, avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdirlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhûr bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve mârifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkle ona mukabelede bulunurlar. Kalb balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk’ın nuruyla bakanlar için ise bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu itibarıyla dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum…”[3] buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyacını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir…
اَللَّهُمَّ يَا مُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَاْلأَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَا إِلَى أَحْسَنِ الْحَالِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ
[1] Müslim, birr 33
[2] Müslim, birr 34; İbn Mâce, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/285, 539
[3] Tirmizî, tefsîru sûre (47); İbn Mâce, edeb 57
Kalb
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde. (İ. Hakkı)
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki mânâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibarıyla da bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibarıyla çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrâk, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi rûhânî bir latîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-i insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikatı da işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibarıyla “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu lâtîfenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve ilâhî mârifetin “mir’ât-ı mücellâ”sı olan hep bu lâtîfedir.
Kalb, hem idrâk eden hem de idrâk edilen hususiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; rûhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb rûhun gözü gibidir. Basiret, kendi dünyasına göre onun nazarı; akıl, ruhu; irade de, iç dinamizmidir.
Umumiyet itibarıyla biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu rûhânî lâtîfe cismânî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat, ister sâniyen ve bi’l-araz, ister kalbin faaliyeti açısından, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun, sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyü’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye” bir hakikatın iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, rûh, akıl ve idrâkin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dînî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci mânâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i rûhânî de, bu mânâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itminân esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. [1]وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ fehvâsınca da, insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla sarsıksa, bu lâtîfelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masduk:
أَلاَ إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ؛ أَلاَ وَهِيَ الْقَلْبُ
“Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.”[2] buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkatleri çekmiştir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı mahiyetindeki istinad ve istimdat noktaları itibarıyla her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhûtî buudu nazara verilmektedir.[3] İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle tercüme eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, mârifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisânı olması itibarıyladır ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hak adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyânda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtîfedir. Kur’ân bize: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…”[4] duâsını öğütlemekte, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle:
اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ
“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dîninle sabitleyip perçinle!”[5] tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzuunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlarda da şeytanın zehirli oklarının hedefi hâline gelir…
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı.. Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbahâ lâtîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için, onun, sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucubdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.
İman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanı, tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekasının esaslarıdır. imansız birinde kalb ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı, ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm, tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da, kat’iyen bunların kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar ise, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar; düşe-kalka yürür, müsâbakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini vefâsız ve aşılmaz bir tepenin yamaçlarında tüketirler.
İnanmış, inancını yaşamış ve otağını ihsan düzlüklerine kurmuş olanlara gelince, bunlar sebepler plânında emniyet doruğunda, ilâhî himâye açısından da güven kuşağında sayılırlar. Varlığı basîretle süzer, Allah’ın nuruyla eşyânın perde arkasına muttali olur, hep temkinde bulunur; kalbi güvercin kalbi gibi tir tir yaşar ve her yerde O’nun hoşnutluğunu arar; her işlerini Allah rızâsına göre ayarlar ve Allah sevgisiyle yatar kalkarlar. Allah da onları hem sever, hem de inanan gönüllere sevdirir. Derken işte bunlar “makbûl-ü ins ü cân” olur ve her yerde hüsn-ü kabul görürler.
Sûre-i Yûsuf’un sıddîk kahramanı, mübarek ismine izâfe edilen sûrede tam beş defa ihsan ehli olarak zikredilir ki;[6] bu, yer-gök, dost-düşman, Yaratan-yaratılan herkesin, O’nun yakîn, muhâsebe ve murâkebesine şehadeti demektir.
Yûsuf (a.s.) henüz genç bir tomurcukken, Allah O’nun ihsan şuuruna dikkati çeker ve “İşte Biz ehl-i ihsânı böyle mükâfatlandırırız.”[7] buyurur. Hapishanede, şakî-said herkes O’nun düşünce ufkundaki derinliği, duruluğu ve ledünnîliğini sezince, O’nu merci’ kabul eder, O’na koşar, O’na inanır, O’na bağlanır ve “Haydi bize te’vil-i ehâdisi bildir; bildir ki, Seni ihsan şuuruyla serfiraz görüyoruz.”[8] der ve problemlerini O’na arz ederler.. girdiği her imtihanı başarıyla bitirmiş, dost-düşman herkesin sinesine taht kurmuş bu babayiğidi, Allah bir kez de, dünya karşısında tavrını değiştirmemesiyle takdir buyurur ve “Rahmetimizi dilediğimize nasip kılar ve ihsan şuuruna erenlerin ecrini zâyi etmeyiz.”[9] der ve ilâhî teminâtını ihtarda bulunur.. o güne kadar kalbleri her zaman, O’na karşı kıskançlıkla atan kardeşleri, gün gelip de haset atmosferinden sıyrılabildiklerinde “Doğrusu, biz seni ihsanla bütünleşmiş kimselerden görüyoruz.”[10] diyerek O’na, kapalı da olsa tarziyede bulunur ve sadâkatini itiraf ederler.
Ve, nihayet Hz. Yûsuf (a.s.), olgunlaşmış, itminâna ulaşmış bir insan olarak, bunca şahidin yanında, mazhar bulunduğu ilâhî lütuflara bir de kendi şehadet eder ve “Doğrusu kim Allah’tan korkar, takvâ dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse, Allah da, böylesine ihsâna ermişlerin ecrini zâyi etmez.”[11] der, tahdis-i nimette bulunur.
Evet, böyle herkesin hüsn-ü şehadette bulunduğu bir kalbin, ilâhî âdetler gereği gel-giti, inhirafı düşünülemeyeceği gibi, mahrumiyetine de ihtimal verilemez. Zira o kalb, kâinata nisbeten arş ne ise, insana nisbeten odur ve her an Hakk’ın nazar buyurduğu bir mücellâ aynadır. Hakk’ın bakıp bakıp her an ayrı bir değer verdiği böyle bir ayna kırılıp atılabilecek herhangi bir cisim değildir. O, insanlık gerçeğinin rûhu ve Allah’ın da memdûhudur.
Hz. Mevlânâ:
حَق هَمِي گُويَد نَظَر مَانْ بَر دِلَسْت
نِيست بَر صُورَت كِه آن آب و گِلَسْت
تُوهَمى گُويي مَـرَا دِل نِيزهَسْت
دِل فَرازِ عَرشْ بَاشَـد نِـي بَسْـت
“Allah buyuruyor ki: ‘Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan sûrete değildir.’ Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül, Arş’ın yücesindedir, aşağılarda değil.” der ve işte bu hakikatı ihtar eder.
اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مَحْبُوبِ الْقُلُوبِ
[1] “(Allah sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” (Müslim, birr 33)
[2] Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107
[3] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/255. Yakın manadaki bir hadis için bkz. et-Taberânî, Müsnedü’-ş
Şâmiyyîn 2/19
[4] Âl-i İmran sûresi, 3/8
[5] Tirmizî, kader 7, deavât 90; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/302
[6] Yûsuf sûresi, 12/22, 36, 56, 78, 90
[7] Yûsuf sûresi, 12/22
[8] Yûsuf sûresi, 12/36
[9] Yûsuf sûresi, 12/56
[10] Yûsuf sûresi, 12/78
[11] Yûsuf sûresi, 12/90
Kalb ve Bazı Dinamikleri
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, rûhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nân esintileri meydana getirir.
Kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hatıralara vize verebilme mevzûunda da tehlikeli işlere alet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlar da, şeytanın zehirli oklarının hedefi haline gelir.
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı ve Allah-kâinat-insan arasında, ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihan-bâhâ lâtifeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecra değiştirtmek için, onun sayılamayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.
İman kalbin canı; ibadet onun damarlarında akıp duran kanı; tefekkür, murâkabe, muhâsebe ise onun bekasının esaslarıdır. İmansız birinde kalb, ölü ve ötelere karşı bütün bütün kapalı; ibadetsiz birinde o ölüm ağında ve onulmaz hastalıklarla sürüm sürüm; tefekkürsüz, muhâsebesiz ve murâkabesiz bir bünyede ise her türlü tehlikeye açık ve emniyetsizdir. Birinci kategoriye giren insanlar, sinelerinde emme-basma pompaları nev’inden bir et parçası taşısalar da, kat’iyen kalblerinin var olduğu söylenemez.. ikinci nev’e girenler, varlık-yokluk arası vehimlerinin sisli dünyasında hep mesafelerin esiri olarak yaşar ve bir türlü hedefe ulaşamazlar.. üçüncü kısma dahil olanlar, bir hayli mesafe almış, bir hayli engebe aşmış olmalarına rağmen, tam zirveye ulaşamadıkları için, her zaman tehlike sath-ı mâilinde sayılırlar: Düşe-kalka yürür, müsâbakasını yene-yenile sürdürür ve ömürlerini bir vefasız aşılmaz tepenin yamaçlarında tüketirler.
İnsanı Hakk’a ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalbdir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu. Rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru her gün, imanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takvâ ile derinleşmiş yüzler-binler ‘şedd-i rihal’ eder, yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye ya birkaç insan ulaşır ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar, ulaşma adına didinmelerini sürdüre dursunlar; ulaşanlar, orada Allah’ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişçesine birleşir, bütünleşir ve sürekli ‘ma’rûf’ soluklarlar.
Hüzün
Hüzün; gam, keder, gussa mânâlarına gelen Arapça’daki “hazen”den alınmıştır. Sofîye bu kelimeyi; sevinç, neşe ve sürûrun karşılığı olarak kullanmıştır ki, buna vazife şuuru, dava düşüncesi ve mefkûre buudlu tasa da diyebiliriz.
Evet, derecesine göre her kâmil mü’min, dört bir yanda Rûh-i Revân-ı Muhammedî şehbâl açacağı, yeryüzünde ehl-i İslâm’ın âh ü efgânı dineceği, Kur’ân’ın canlara can olacağı ve fert plânında herkesin kabir çukurunu güvenle geçeceği, bir bir berzah gâilelerini atlatacağı, hesaba, mîzana takılmadan revh u reyhâna ve meydan-ı tayerân-ı ervâha uçacağı “ân”a kadar da onunla oturup kalkacak, ona bağlı zaman atkıları üzerinde hayatını bir gergef gibi işleyecek, ona neşe ve sevinçle köpüren dakikaları arasında dahi yer verecek, hâsılı onu, yemeklerin tuzu gibi hayatın bütün sâniye, sâlise ve âşirelerinde duyacak, hissedecek ve bu mukaddes burukluğu tâ; اَلْحَمْدُ للهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ “Bizden tasayı, kederi gideren Allah’a hamdolsun; doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı ve lütufkârdır.”[1] müjde buudlu hakikatinin tülleneceği ufka kadar devam ettirecektir.
Hüzün, insanın insanlığı idrâkinden kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basîretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin sürekli Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek hususları her duyup hissettikçe, O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, “çâre! çâre!” çığlıklarıyla O’na dehâlet etmesi bakımından da çok lüzumlu ve çok gereklidir.
Ayrıca, ömrü kısa, iktidârı az, tâlip olduğu şeyler çok pahalı ve birleri bin etme mecburiyetinde olan bir mü’minin maruz kaldığı hastalıklar, yolunu kesen sıkıntılar, mübtelâ olduğu acılar, elemler gidip hüzünle buudlaşınca, günahları silip süpüren öyle bir iksire dönüşürler ki, insan bu sayede muvakkati ebedîleştirir, damlayı deryalaştırır ve zerreyi de güneş hâline getirebilir.. evet böyle bir hüzün ağında geçirilen ömrün peygamberâne bir ömür olduğu söylenebilir.. ve bu açıdan da, hayat-ı seniyyelerini hep hüzün televvünlü geçiren İnsanlığın İftihar Tablosu’na -o tabloya canlarımız fedâ olsun!- “Hüzün Peygamberi” denmesi ne kadar mânidardır![2]
Hüzün, insanın kalb mekanizmasını, duygular âlemini gaflet vadilerinde dağınıklığa düşmekten koruyan bir serâ, bir atmosfer ve Hakk’a bağlılıkta cebrî bir çeper, dolayısıyla da cebrî bir konsantrasyon yoludur. Öyle ki, hüzünlü sâlik, bu cebrî teveccüh sayesinde, başkalarının mükerrer “erbâin”lerle elde edemeyecekleri kalbî ve ruhî hayat mertebelerini, bu yolla en kısa zamanda elde edebilir.
Cenâb-ı Hak, kılığa, kıyafete, şekle değil; kalblere, kalbler içinde de mahzun, mükedder ve kırık kalblere nazar buyurur, onları maiyyetiyle şereflendirir ki: أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ “Ben kalbi kırıklarla beraberim.”[3] sözü de bu mânâyı ihtar etmektedir.
Süfyân b. Uyeyne: “Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur.”[4] der. Zirâ hüzün, her zaman kalbin samimiyet yanlarında göğerir ve insanı Allah’a yaklaştıran davranışlar arasında, hüzün kadar fahre, riyâya, süm’aya kapalı bir başka davranış yok gibidir.
Her şeyin bir zekâtı vardır ve zekât, zekâtı verilen şeyin yabancı nesnelerden arındırılmasıdır. Hüzün de dimağ ve vicdânın zekâtıdır ve bu iki duygunun saflaşmasında, saflaştıktan sonra da dupduru kalmasında hüznün tesiri çok büyüktür.
Tevrat’ta: “Allah bir kulunu sevince, onun gönlünü ağlama hissiyle doldurur; ona buğzedince de çalgı neşvesiyle..”[5] buyrulur.
Bişr-i Hâfî de: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez…”[6] der. Sultan ve hükümdârın olmadığı bir ülke karmakarışık ve keşmekeşlik içinde olacağı gibi, hüznün olmadığı bir kalb de darmadağınık ve harâbedir. Zaten, O kalbi en ma’mur olanın hâli de kesintisiz hüzün ve sürekli tefekkür değil miydi..?
Yakup aleyhisselâm, Yûsuf’la arasındaki dağları hüzünden kanatlarla aştı ve gidip bir tatlı rüyanın yorumlanması iklimine ulaştı. Bu itibarladır ki, hüzünle sızlayan bir yüreğin iniltileri, âbidlerin evrâd ü ezkârlarına, zâhidlerin takvâ ü vera’larına denk tutulmuştur.
Günah ve ma’siyet dışı, dünyevî huzursuzluklardan dolayı yaşanan tasanın günahlara keffâret olacağını Hazret-i Sâdık u Masdûk söylüyor..[7] hele bu, ukbâ buudlu ve Allah hesabına olursa..!
Hüzün vardır, ibadet ü tâatteki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubudiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır ve bu bir avam hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya (Allah’tan başka her şey) meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır, bu da bir havâs hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nâsût âleminde, diğer ayağı da lâhût âleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki âleme karşı, muvâzene ve temkine riâyet etmeye çalışır; çalışırken de her an muvâzeneyi bozdum veya bozacağım endişesiyle ürperir ve sürekli hüzünle inler ki, bu da asfiyânın hüznüdür.
İlk Nebî, hem insanlığın babası, hem peygamberliğin babası, hem de hüznün babasıydı. O, hayata uyanırken aynı zamanda hüzne de gözlerini açıyordu. Peygamberlik ölçüsündeki temkin ve azmindeki zaafın hüznüne, yitirilmiş cennetin hüznüne, kaybedilmiş visâl ve maruz kalınmış firak hüznüne.. o, bütün bir ömür boyu bu hüzünler ağında inleyip durdu…
Hazret-i Nuh, peygamberliğiyle kendini bir hüzün cenderesinde buldu. Onun sînesinde köpüren hüzün dalgaları, adeta okyanuslarınkine denkti.. ve bir gün geldi ki onun hüzün kaynağı, okyanusları dağların zirvelerine kadar köpürttü ve yeryüzünü kapkaranlık bir tasa sardı. Derken o da bir tufan peygamberi oldu.
Hz. İbrahim âdetâ, hüzne göre programlanmıştı. Nemrutlarla yaka-paça olma hüznü, ateş koridorlarında dolaşma hüznü, eşini ve çocuğunu ıpıssız bir vadiye bırakma hüznü, çocuğunu boğazlamaya memur edilme hüznü.. ve daha bir sürü melekût buudlu, akılla çatışmalı hüzün silsilesi…
Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ, Hz. Mesih hemen hepsi de, hayatı adeta bir hüzün yumağı olarak tanıdı, duydu ve yaşadılar. Ve, hele en büyük Nebî, Hüzün Peygamberi ve arkasındakiler…
رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَ ِلإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِاْلإِيمَانِ وَلاَ تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلاًّ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّؤُفِ الرَّحِيمِ
[1] Fâtır sûresi, 35/34.
[2] Peygamber Efendimiz’in (sas) hep hüzün ikliminde yaşadığı ile ilgili olarak bkz. et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/156; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/155.
[3] Bkz. Beyhakî, Kitabü’z-Zühdi’l-kebîr 2/162; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd 1/75; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/234.
[4] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s. 231.
[5] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.230.
[6] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.230.
[7] Buhârî, merdâ 1; Müslim, birr 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/157.
Havf ve Haşyet
Arapça’da, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelen havf; ıstılâhî mânâsı itibarıyla; şer’an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnû bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına bir kelime. Havf sofîlerce; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için, mânevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri ta’dîl eden bir iksir kabul edilmiştir.
Havf, Kuşeyrî’ye göre; “Mânâ yolcusunun, Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, gönlün derinliklerinde bir korku duygusu.” şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı tesiri üzerinde durulmuştur[1].
Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Aslında Kur’ân-ı Kerîm de, pek çok âyât ü beyyinâtıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek, istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler. O’nun kurmak istediği dünyada, geleceği, iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir mânâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olmayı aşılar ve ayaklarını her zaman yere sağlam basmalarını hatırlatır:
وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ
“Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi.”[2] ürperti hâsıl eden fermanı:
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِاْلأَخْسَرِينَ أَعْمَالاً اَلَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
“De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar.”[3] gönülleri hoplatan beyânı gibi daha pek çok âyet vardır ki, bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kanaviçe gibi örene ne mutlu- Kur’ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi sürekli ukbâya çevirir.
Cenâb-ı Hak nurlu beyânında, bizi huzuruna celp ve maiyyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itapları, yavruyu onun şefkatli kucağına ittiği/çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerîm’de havf ü haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici görülse de, diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.
Ayrıca, Cenâb-ı Hak’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve rahmet cânibine yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arz eder. Cenâb-ı Hak, nur-efşân ve ümitbahş beyânında yer yer:
فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
“Eğer gerçek mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”[4] buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini:
يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا
“Sadece ve sadece Benden korkun.”[5] diyerek de, hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Her an üzerlerinde nigehbân bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler.”[6] ve:
يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا
“Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua ederler…”[7] gibi pür-envâr beyânlarıyla havfla mâmur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder; eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlardır ki, rızâ semasının üveykleri sayılırlar. Lücce sahibinin havfla alâkalı şu tesbiti ne hoştur:
بَاش دَر دِين ثَابِت اَرْتَرسِي زِقَهرِ حَق كِه پَا
كَرده مُحكَم دَر زَمين عَرعَرنِيم صَرصَراست
“Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç, şiddetli rüzgârlara karşı ancak kökleriyle yere muhkem tutunur.”
Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki: وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Eğer gerçek mü’minler iseniz Benden korkun.”[8] meâlindeki âyet buna işaret etmektedir.
Bunun bir üstü, ilim buudlu havftır ki:
مِنْ إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
“Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.”[9] âyeti de bu mertebeyi ihtar eder.
Daha üst bir mertebe ise, mârifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ “Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder.”[10] beyân-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.
Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “ilticâ” mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O’na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.
Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler. Firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında “hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş haşyet sâlikleri ise, her an ayrı bir ilticâ yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “Daha yok mu?” diyerek coşarlar.
Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir; nebiler; sürekli içinde, âdetâ İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman:
فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا
“Cenâb-ı Hak azametle dağa tecelli edince, dağ şak şak oldu, parçalandı ve Mûsâ kendinden geçip bayıldı.”[11] gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Hâşiyîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; âh bir bilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.”[12] buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır… Ebû Zerr (r.a) hadisteki: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım.”[13] ilâvesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercüman olmuştur.
Haşyet ve mehâbete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehâbet bendesi bir ismet kahramanı: نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ “Suheyb ne yüksek bir karakterdir; -muhalfarz- Allah’tan korkmasa da günah işlemez.”[14]
Havf erbâbı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa, hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla “bu’d” ateşlerini söndürür ve bu’dlar bu’du cehennem üzerine yürür. Zira:
اَ يَلِجُ النَّارَ رَجُلٌ بَكَى مِنْ خَشْيَةِ اللهِ حَتَّى يَعُودَ اللَّبَنُ فِي الضَّرْعِ
“Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir.”[15] fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının “hüdâî” olmayıp da “hevâî” olabileceklerinden, yapmadıklarının da bütün bütün şeytânî olmasından irkilir, devamlı hüzünle yutkunur ve en isabetli karar diyerek doğrulur, O’na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakilere: وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ “Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler.”[16] meâlindeki âyet münasebetiyle, Âişe validemiz’den nakledilen şu vak’ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?’ diye Rasûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyidü’l-ma’sûmîn: ‘Hayır yâ Âişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.’ buyurdular.”[17] Bu birinci kategoride zikredilenlere “düz mü’minler” diyeceksek, ikincilerine “derin mü’minler” veya “kâmil insanlar” demek uygun olur zannediyorum.
Ebû Süleyman ed-Dârânî: “Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur.”[18] der. Onunla aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise, havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısraıyla âdetâ hulâsa eder:
Bin havf ile çeşm-i cânı bâzet!
اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ وَوَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى َصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضَى
[1] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.214
[2] Zümer sûresi, 39/47
[3] Kehf sûresi, 18/103-104
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/175
[5] Bakara sûresi, 2/40. ( فَإياَّيَ فَارْهَبُونِ şeklinde: Nahl sûresi, 16/51)
[6] Nahl sûresi, 16/50
[7] Secde sûresi, 32/16
[8] Âl-i İmran sûresi, 3/175
[9] Fâtır sûresi, 35/28
[10] Âl-i İmran sûresi 3/28, 30
[11] A’râf sûresi, 7/143
[12] Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19
[13] Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173
[14] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/428-429. Benzer ifade için bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 1/234; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 1/161
[15] Tirmizî, fezâilü’l-cihâd 8; Nesâî, cihâd 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/505
[16] Mü’minûn sûresi, 23/60
[17] Tirmizî, tefsîru sûre (23); İbn Mâce, zühd 20
[18] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.218
İltica buudlu haşyet (Kırık Testi-1)
Soru: Efendim, bir yazınızda “iltica buudlu haşyet”i kullanıyorsunuz. Bunu bir yanlışlıkla açıklayabilir misiniz?
Cevap: Müsaade olur, önce “haşyet”in ne olduğu mevzuyla başlar. Sıkça hediyeler kelimelerden birisi “havf”tır ki, “korkma, ürperme, irkilme” mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, “recâ” duygusuna karşı bir denge unsurudur.
Bazıları havfı, heybet ve hasyet olarak kendi içinde bölüştürmüşlerdir. Her ikisi de korku ve saygı düşüncelerinden kaynaklansa da, heybet daha ziyade “firar”, haşyet ise “iltica” odaklıdır. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile Allah’a (celle celâluhû) ilticâ etme (sığınma) kredileri araştırır ve ona sığınma pazarları kollar.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Ben sizin görmediğinizi gördüğünüzü, duyduğunuzu öğrendiğinizi; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayıpla gıcırdayıp inledi ki!… Zaten öyle olması gerekirdi; zira, göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilahî adına benim içindei bilseydiniz, az güler yüzlüydünüz, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda bağırarak Allah’a yalvarırdınız.”
İşte bu hadis-i şerif “ilticâ buudlu haşyet”e misal olarak yapılabilir. Çünkü bu hadis de göstermektedir ki, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı tercih etmemiş, kapsandığın kaçmayı ve bir hal yemeyi istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk’a sığınmayı seçmiştir.
Ebû Zerr Hazretlerinin “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!” beyanında, kendi hesabına “firar buudlu heybet”e güzel bir misaldir.
Recâ
İyi bir şeyi bekleme ve elde edebilme ümidi.. Allah’ın lütuf ve ihsanlarını umma hissi.. gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği mülâhazasıyla yaşama mânâlarına gelen recâ, sofîlerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla, onun meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.
Hata, günah ve seyyiâtın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin, bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda seyahatla şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisânıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hak kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıtâ ve yeis, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.
Evet, günahlardan kaçınıp Allah’tan inâyet beklemek; yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek, sadık bir recâdır ve sadıkların ümit ufkudur. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “bühbühe-i cennet”ten dem vurmak, yalancı bir recâ ve Hazret-i Rahmânü’r-Rahîm’e karşı da bir saygısızlıktır.
Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve beklentinin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyet bulunmayan, dolayısıyla da ümit vaad etmeyen kuru bir intizar olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizâza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün ilticâ kapılarını zorlamanın ad ve unvanıdır.
Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihâta ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in rahmetin her şeyi aştığını;[1] bir kudsî hadisin de, ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmesi,[2] zannediyorum işte bu gerçeği hatırlatmaktadır. Aksine, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı[3] böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.
Recâ:
“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden..”
(M. Lütfi Efendi)
deyip kalben Kerîm ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervâz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır. Rabbin hususî mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar, hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahip olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibetin sökün edip geldiği veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın verdiği ızdırap ve inkisârın vicdanlarda duyulduğu; yani sebeplerin bitevî sukût edip her yolun “Müsebbibü’l-esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü çok çok aşan ulaşılmazlara ulaştırır.
Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:
وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي
جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا
تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ
بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”[4]
Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; yeis çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emârelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu hengâmda da recâ seralarına sığınmak, havf-recâ dengesi adına ayrı bir yorum. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir…
Yahyâ b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allahım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktirân eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masûn sayılamam; günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd ü şart Senin affına itimat ederim. Nasıl etmem ki, Sen cömertlikle mevsufsun!”[5]
Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Ulûhiyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve: أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي “Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun Benim hakkımdaki zannına bağlıdır.”[6] meâliyle vereceğimiz kudsî hadis de bu hususî mülâtefenin ifadesidir.
Ebû Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek pâyeyi nasıl elde ettiniz?” Ebû Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”[7]
Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecelli etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insanla alâkalı olmaları itibarıyla, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbap açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.
Havf ü recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riâyet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
اَللَّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي اْلأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَى أَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
[1] A’râf sûresi, 7/156.
[2] Buhârî, tevhid 15, 55; Müslim, tevbe 14-16; İbn Mâce, zühd.
[3] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/168; ed-Deylemî, el-Müsned 4/366.
[4] İmam eş-Şâfiî, Dîvânu’l-İmam eş-Şâfiî s.100; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 1/150.
[5] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.224; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/153; İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 2/36-37.
[6] Buhârî, tevhid 15; Müslim, tevbe 1; Tirmizî, deavât 132.
[7] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.225; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/153
Zühd
Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma mânâlarına gelen zühd; sofîlerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak, davranışlarında “takvâ”yı esas tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, müstağni ve müstenkif bulunmak mânâlarına gelir.
Bir diğer mânâda zühd, ebedî olan ukbâ saadeti için, muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz.
Haram ve helâllere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mubah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına titiz yaşamaktır.
Zühd insanı diyeceğimiz zâhide gelince o, hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan belâ ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve ma’siyetlere karşı olabildiğince sabırlı, küfür ve dalâlet müstesnâ Yaratan’ın her türlü takdirinden hoşnut, ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gâye-i hayâl hâline getiren insandır. Onun kalbinin kulağında sürekli:
قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَاْلآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقَى “De ki: Dünya metâı ne de olsa azdır; ahiret ise takvâ ehli için mahz-ı hayırdır.”[1] hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde:
وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!”[2] gerçeği şu’lefeşân olmakta ve basîret ufkunun her köşesinde:
وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi.”[3] ilâhî beyânı duyulmaktadır.
Zühdü; mudâyaka ve sıkıntı anlarında dahi şeriatın hudutlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüp eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı i’lâ etme, insanlara faydalı olma mülâhazalarının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.
Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hak rızâsına göre programlanmış ve tûl-i emellere karşı da kapalı kalabilmiş bir kalb ameli olarak görmüşlerdir.[4] Bu anlayışa göre gerçek zühdün emâresi üçtür:
1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama..
2. Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme..
3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.
Evet, zühd de, mebde itibarıyla tıpkı havf ü recâ gibi bir kalb amelidir. Ancak, zühd duygusunun insanın davranışlarına aksetmesi veya onları yönlendirmesi açısından bir farklılığı söz konusudur ki, bu da onun bir aksiyon ve davranış buudu oluşudur. Zühde göre programlanmış bir sîne, şuuru taalluk etsin-etmesin, yeme-içme, yatma-kalkma, konuşma-sükût etme, halvet peşinde olma veya celvette kalma gibi birbirine zıt bütün davranışlarında zühd düşünür, zühd soluklar, zühd televvünlü yaşar ve sürekli zühd rüyaları görür. Bütün bunlardan sonra da, dünyanın kendine ve insanların hevesâtına bakan yanlarına karşı ciddi bir tavır alması söz konusudur.
Bu duyguyu Mevlânâ ne hoş terennüm eder:
چِسْت دُنْيا اَزْ خُدَا غَافِل بُودَن
نِـي قُمَاش و نُقرَه وُفَـرْزَندوُزَنْ
مَال رَاكَز بپَرِ حَق بَاشِي حَمُول
(نِعْمَ المَالُ الصَالِحُ) گُفت آن رَسُول
آب دَر كَشْتِي هَلاَكِ كَشْتِي است
آب اَنْدَر زِيرِ كَشْتِي پُشْتِي است
“Dünya nedir? O Hudâ’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızâsı için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’[5] buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helakine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”
Evet, ne dünyevî imkânlar ne de zenginlik zühde mâni değildir. Elverir ki insan onlara karşı hâkimiyetini korusun ve onların mahkûmu olmasın. Vâkıa İnsanlığın İftihar Tablosu, kalbi zühde göre programlandığı ve gözlerinin içine başka hayâl girmediği halde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü zâhidâne geçirmişti[6]. Zirâ O, ümmetine ve hususiyle de neşr-i hak vazifesinde bulunanlara misâl olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla evvelâ, peygamberlik vazife-i kudsiyesi, dünyaya alet ediliyor töhmetine meydan vermeyecekti. Sâniyen O, bu yüce vazifede: إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir.”[7] diyen seleflerine iktidâ etme ululuğunu gösterecekti. Sâlisen O, neşr-i hakkı kendilerine vazife edinmiş ümmetinin âlimlerine hem bir nümûne hem de rehber olma sorumluluğunu taşıyordu. Bu itibarla da, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürecekti.. ve sürdürdü de.
وَشَدَّ مِنْ سَغَبٍ أَحْشَاءَهُ وَطَوَى
تَحْتَ الْحِجَارَةِ كَشْحًا مُتْرَفَ اْلأَدَمِ
وَرَاوَدَتْهُ الْجِبَالُ الشُّمُّ مِنْ ذَهَبٍ
عَـنْ نَفْسِـهِ فَأَرَاهَا أَيَّمَا شَـمَمِ
وَأَكَّدَتْ زُهْدَهُ فِيهَا ضَـرُورَتُهُ
إِنَّ الضَّرُورَةَ لاَ تَعْدُو عَلَى الْعِصَـمِ
وَكَيْفَ تَدْعُو إِلَى الدُّنْيَا ضَرُورَةُ مَنْ
لَوْلاَهُ لَمْ تَخْرُجِ الدُّنْيَا مِـنَ الْعَدَمِ
“O, açlıktan bağırsaklarını sargıyla sardı.. ve o lâtîf ciltli mübarek böğürlerini taşlarla sıkıştırdı[8]. Koca koca dağlar altın kesilip O’na arz olunmayı niyaz ettiler de, himmeti çok yüksek olan O Zat onlara karşı müstağni davrandı.[9] O’nun dünyevî ihtiyaçları da zühdünü teyid eder; zirâ O Masumlar Masumu’nun zaruret ve ihtiyaçları O’nun ismetine ilişememişti. Onun ihtiyaçları, O’nu dünyaya nasıl davet edebilirdi ki.! O olmasaydı, dünya ademden kurtulup varlığa eremezdi.” diyen Busayrî, O’nun ihtiyaç içindeki istiğnâsını ve zarûret içindeki yüce himmetini ne güzel ifade eder!
Zühde dair daha ne güzel sözler söylenmiştir! Biz onlardan, tevehhüm-i ebediyetin yalanını yüzüne vuran ve tûl-i emeli temelinden sarsan, Hz. Ali’nin bir sözüyle bu faslı noktalamak istiyoruz:
اَلنَّفْسُ تَبْكِي عَلَى الدُّنْيَا وَقَدْ عَلِمَتْ
أَنَّ السَّـلاَمَةَ فِيهَا تَرْكُ مَا فِيهَا
لاَ دَارَ لِلْمَرْءِ بَعْدَ الْمَوْتِ يَسْـكُنُهَا
إِلاَّ الَّتِي كَانَ قَبْلَ الْمَوْتِ بَانِيهَا
…………………………………….
……………………………………..
أَمْوَالُنَـا لِـذَوِي الْمِيرَاثِ نَجْمَعُهَا
وَدُورُنَا لِخَـرَابِ الدَّهْـرِ نَبْنِيهَا
كَمْ مِنْ مَدَائِنَ فِي اْلآفَاقِ قَدْ بُنِيَتْ
أَمْسَتْ خَرَابًا وَدَانَ الْمَوْتُ دَانِيهَا
لِكُلِّ نَفْسٍ وَإِنْ كَانَتْ عَلَى وَجَلٍ
مِنَ الْمَنِيَّةِ آمَـالٌ تُقَـوِّيـهَـا
فَالْمَرْءُ يَبْسُطُهَا وَالدَّهْـرُ يَقْبِضُهَا
وَالنَّفْسُ تَنْشُرُهَا وَالْمَوْتُ يَطْوِيهَا
“Nefis dünyaya karşı âh ü efgân içinde.. hem de kurtuluşun, dünya ve içindekilerini terk etmeye bağlı olduğunu bildiği halde. İnsanoğluna öbür âlemde, buradan göçmeden bina ettiği evlerin dışında, içinde oturacağı bir yuva yoktur.
………………………………………………
Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harap etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harab oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar ve dürer…”
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ آمِينَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
[1] Nisâ sûresi, 4/77
[2] Kasas sûresi, 28/77
[3] Ankebût sûresi, 29/64
[4] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/386; el-Beyhakî, Kitabü’z-Zühdi’l-kebîr 2/102
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/197; Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.112; İbn Hibbân, es-Sahîh 8/6
[6] Bkz. Buhârî, rikak 17; Müslim, zühd 18-36; Tirmizî, zühd 35, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/254
[7] Yûnus sûresi, 10/72; Hûd sûresi, 11/29
[8] Bkz. Buhârî, meğâzî 29; Müslim, eşribe 143
[9] Bkz. Tirmizî, zühd 35
Takvâ
Takvâ, vikâye kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, “Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir.
Lügat ve şer’î mânâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında, her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.
Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumi mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemâl-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riâyete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmâm eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.
İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ “Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır.”[1] âyet-i pürenvârı buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir mânâ yüklediğine şâhid olmadığım gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve mânâyı kucaklayan; kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, mânâ ve muhtevâ itibarıyla takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Her şeyden evvel Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve onlara [2] هُدًى لِلْمُتَّقِينَfısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları [3] لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ufkuna çevirir.
Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, O’nun en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir. Takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesaj da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-beyân’dır. Hakk’ın kulları, her zaman Kur’ân’la beslenir, ötede de rü’yet ü rıdvanla. Buradaki vicdânî zevk, oradaki rûhânî haz, takvâdaki derinliğe bir ikinci mevhibe olması itibarıyla Cenâb-ı Hak: اِتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِهِ “Allah’a karşı olabildiğince takvâ dairesinde olun!”[4] buyurarak bu mânâdaki takvânın önemini hatırlatır.
Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma mânâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla da denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını bulmuş olur. İşte bir şâhid daha:
دِين وُ تَقْوَى رَا خُدَايَا هَر كِه دَادْ
هَسْـت اُو اَنْدَر دُو عَالَم بَر مُـراد
هَر كِه مَرد پَارْسَـا وُمُتّقِيسـت
اُو سَعِيد وُرَسْتگَارَست نِي شَقِيست
هَر كِه اوُ رَا نِيسْت اَز تَقْوَى شِعَار
هَسـتئِ او نِيست غَير اَز شَيْن وعَار
نِيست زِندَه دَر حَقِيقَت مُرده است
غَيْرَ اَز آن كِه رَهْ بَحَضرَتْ بُرده اسـت
“Allah din ü takvâyı kime verdiyse o, dünya-ahiret muradına ermiştir. Kim ki, hak eri ve takvâ sahibidir, o bir şakî değil saiddir ve dosdoğru yoldadır. Kim ki takvâdan nasipsiz ve takvâ emâresinden yoksundur, onun varlığı ayıp ve ardan başka değildir. Aslında, Hazreti Hakk’a yol bulandan başkası da diri değil, ölüdür.” (Gülşen-i Tevhid).
Takvâ, paha biçilmez bir hazine; en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher; bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır. Onun bu müstesnâ yerine binâendir ki o, Kur’ân-ı Kerîm’in zülâl beyânıyla, tam yüz elli defa ışık tayfları halinde gelir ve ruhlarımızın dimağına akar.
Takvânın bu umumî isti’mâline mukabil bir de herkes tarafından bilinen has bir mânâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince o hatırlanır. O da; şeriatın emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: اَلَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ اْلاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar.”[5] fermanı bu önemli esasın bir yanını; إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Onlar ki iman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular.”[6] câmi’ beyânı da diğer yanını ifade etmektedir. Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmi’ iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince:
لاَ يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لاَ بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ الْبَأْسُ
“Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe!”[7] gibi pek çok beyân-ı nebevî var ki, Kur’ân’ın “lemem”[8] dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.
Evet, tam ihlâs, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; اَلْحَلاَلُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا أُمُورٌ مُشْتَبِهَاتٌ لاَ يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ câmi’ hadisi;[9] kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadis; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyân ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lâzım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dînini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimaliyle karşı karşıya bulunduğunu, tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu.. gibi hususları anlattıktan sonra Hz. Rûh-u Seyyidi’l-enâm buyurur ki: “Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”
Bu esaslara binâen, takvâ-yı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helâl bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca:
إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ “Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır.”[10] âyetiyle; إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ “Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.”[11] beyânı âdetâ kutuplaşır; takvâ, asâlet ve şerefe inkılap eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, أُولَئِكَ الَّذِينَ امْتَحَنَ اللهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوَى “İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihanına tâbi tuttuğu kimselerdir.”[12] ilâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.
İbadet ve itâat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:
Kulun, mâsivâullahtan (Allah’tan gayri her şey) onların zâtları itibarıyla kaçınması,
Dînin ahkâmına bihakkın riâyet etmesi,
Esbap dairesinde cebre düşecek davranışlardan, kudret dairesinde i’tizâle sapacak inhiraflardan sakınması,
Hak’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması,
Yasaklara muhalefet etmeye çekecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olması,
Maddî-mânevî her şeyi Allah’tan bilip, nefsine hiçbir şeyi temlik etmemesi,
Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi,
Allah’tan başka hiçbir şeyi gâye-i hayâl edinmemesi,
Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd ü şart inkıyâdda bulunması,
Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatını yenilemesi,
Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevti hayatının bir düsturu hâline getirmesi.
Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır. Ne acıdır ki, Hak katında bu mazhariyeti elde etmiş insan sayısı da pek azdır. Bir şâirimizin sözüyle bitirelim:
“Hak Teâlâ eder takvâ ehlidir ulunuz
Müttakînin makamı cennet, içtiği kevser olur.”
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ آمِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّقِينَ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْيَقِينِ
[1] Hucurât sûresi, 49/13
[2] “(Bu Kur’ân,) müttakîler için bir hidayet kaynağıdır.” (Bakara sûresi, 2/2)
[3] “Umulur ki takva dairesine girersiniz.” (Bakara sûresi, 2/21, 63, 179, 183; En’âm sûresi, 6/153; A’râf sûresi, 7/171)
[4] Âl-i İmran sûresi, 3/102
[5] Şûrâ sûresi, 42/37; Necm sûresi, 53/32
[6] Kur’ân-ı Kerim’de bir çok yerde geçen bu ifade için örnek olarak bkz. Bakara sûresi, 2/277; Yûnus sûresi, 10/9; Hûd sûresi, 11/23; Kehf sûresi, 18/30, 107
[7] Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 19; İbn Mâce, zühd 24
[8] Necm sûresi, 53/32
[9] “Helal(ler) de haram(lar) da açıktır, bellidir. Bu ikisinin arasında da, şüpheli, insanların bir çoğunun hükmünü bilemeyeceği meseleler vardır.” (Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107)
[10] Hucurât sûresi, 49/13
[11] Fâtır sûresi, 35/28
[12] Hucurât sûresi, 49/3
Takvânın iki yönü (Kırık testi-1)
Allah Teâlâ’ya göre her şey çok kolaydır. Biz, esbap planında düşününce her şeyi zor ve çetin görüyoruz. Bizim, özellikle de bu devirde, kalb ve ruhun dereceyi hayatına ulaşmamız da ulaşılması imkansız bir hedef gibi görünüyor. Fekat, kalpler O’nun elinde. O murad buyurursa, bizi de salih kulları olmaktan çıkarır.
Ne var ki, bu yolda çok fedakarlık istiyor, bu uğurda sabırla bakım çabalamak gerekiyor. Rezzâkı Hakîkî’nin bize verdiği bütün nimetleri yine O’nun rızası istikametinde sarfetmek iktiza ediyor.
Bir de bu yolun yolcusu, her zaman takvayı esas almalıdır. Tekvinî emirlere bakmada da takvadan sapmamalıdır. Takvanın bu iki bakış açısını ihmal etmez. Takvanın iki yönü:
1) Teşriî emir ve nehiylere riayet; yani, dinin “yap” veya “yapma”nın özelliklerinida emre imtisal etmek.
2) Tekvinî emirlere riayet; yani Allah’ın (cc) kainatta cari sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmektir.
Efendimiz Aleyhissalâtü damarâm’ın hayatı seniyyelerine bakar, O’nun sebepleri gözardı etmeden, âyet tekvîniyeyi çok iyi okuyarak, hep takva yönetimili yaşadığını görürüz. Mesela; O, ashabına “Gece yatarken, evde yanan ateşi söndürürsünüz.” buyurmuşlardır. İşte burada ve benzeri sözlerinde sebeplere riayetlerin alevlenmesi ve dolayısıyla evde herhangi bir kazaya sebebiyet verilmemesini ifade eden büyüme.
Allah için yemeiçme, Allah için çolukçocuk sahibi olma, Allah için işleme, Allah için başlama.. bunları ardı ardına sıralayın ve çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar. Bunların hepsini, Allah için yaptıklarınız; Allah adına hareket ettiğiniz zaman takva dairesine girip onu yaptığınız amelde ibadet sevabı kazanmış olursunuz. Fakat “Hele bir namaz kılayım da görsünler!” “Hele bir konuşayım da nasıl konuşulurmuş öğrensinler.” “Herkesten daha çok vereyim de vermek, civanmertlik nasıl oluyormuş bilsinler.” Dediğiniz an pek çok şeyi yapabilirsiniz.
Verâ'
Lügat ve kâmuslarda; “uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olma.. veya memnû’ şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma” mânâsına hamledilmiştir.
Bu, دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç.”[1] islâmî prensibine ve [2]اَلْحَلاَلُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ hadisinde anlatılan gerçeğe belli mutâbakat noktalarında bir misliyet görünümü arz eder.
Sofîlerden bazıları vera’ı; yakînin sıhhati, davranışların istikameti ve Cenâb-ı Hak’la münasebetlerde de âlî himmet ve temkinli olma şeklinde yorumlamışlardır.
Bir ehl-i dil onu, “göz açıp-kapayıncaya kadar olsun Hak’tan gâfil olmamak..” bir diğeri, “hayatın her lâhzasında, O’ndan başka her şeye kapalı kalmak..” daha bir başkası ise, “hâliyle veya diliyle hak yolcusunun dünya ve ehl-i dünyaya tezellül ve tenezzülde bulunmayıp, bütün varlığı ve kendini aşması” şeklinde tarif etmişlerdir ki:
تَوَرَّعْ عَنْ سُـؤَالِ الْخَلْقِ طُرًّا
وَسَلْ رَبًّا كَرِيمًا ذَا هِبَاتٍ
وَدَعْ زَهَرَاتِ الدُّنْيَا كَاللَّوَاتِي
تَرَاهَـا لاَ مَحَالَةَ ذَاهِبَاتٍ
“Zinhâr halka dilencilik etmekten sakın! Ve istediğini sadece keremi çok engin Rabbinden iste! Bir gün mutlaka geldiği gibi gidecek olan dünyanın ziynet ve debdebesini bırak!” sözleri bu mülâhazayı çok güzel ifâde eder.
Vera’ı hayat ve davranışlarını gerekli, lüzumlu ve ötelere uzanan şeylere kilitleyip, lüzumsuz, fânî ve zâil şeylerin gerçek konumlarını kavrama şuuruyla hareket etme şeklinde de yorumlayabiliriz ki;
مِنْ حُسْنِ إِسْلاَمِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَا لاَ يَعْنِيهِ yâni “Kıvamında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâyâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır.”[3] ölçüsü de bunu hatırlatıyor olsa gerek…
Pend-i Attar sâhibi attarca üslubuyla bu düşünceye hoş ve enfes bir ses katar:
تَـرسْـكَارِي اَزْ وَرَعْ پَـيْدَا شَـوَدْ
هَرْ كِه بَاشَدْ بِي وَرَعْ رُسْوَا شَوَدْ
بَا وَرَعْ هَرْكَسْ كِه خُودْ رَا كَردْ رَاستْ
جُنْبُشُ و آرَامَشْ اَزْ بَهرِ خُدَاستْ
آنْ كِه اَزْ حَقْ دُرُسْــتِي دَارَدْ طَمَعْ
دَرْ مَحَبّتْ كَاذِبَشْ دَانْ بِي وَرَعْ
“Vera’ duygusundan Allah korkusu peydâ olur, vera’sız kimse ise kıyamette rüsvây olur. Kim ki vera’ çizgisinde istikametini buldu, onun duruşu da, kalkışı da, hareketi de, sükûtu da Allah için oldu. Bir kimse ki, hak dostluğunu umar, eğer vera’ yoksa, o kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.”
Vera’, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu umûmî bir ameldir. Vera’ yolcusu, takvâ ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zâhiriyle, emr u nehiylerin âzâd kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve “Allah için işler, Allah için başlar”,[4] Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, “lillâh, livechillâh dairesinde hareket eder”[5], diğer taraftan da bâtınını “Hazîratü’l-Kuds”ün izdüşümü hâline getirerek, kalbindeki “kenz-i mahfî” ile halvet olur ve bütün bütün ağyâra kapanır. Yani, O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyânlara -onlara beyân denecekse- kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.
İşte bu mânâdaki vera’, insanı Allah’a amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bundandır ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya: “Bana yaklaşmak isteyenler vera’ ve zühd gibisini bulamamışlardır.”[6] ferman eder.
Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera’, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’minin gâye-i hayâli hâline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum.. bazen de devlet memurları ellerinde meşaleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlar ve “Bişr-i Hâfî’nin hânesine, şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını verir.[7]
Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri, bütün bir ömür boyu “günahım!” deyip feryât ediyordu. Evet bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâa zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.[8]
Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbnü’l-Mübârek anlatıyor.[9] Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değildi. Meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz bu vâdinin kahramanlarından sadece biridir. Ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânileri aşan hayatlarıyla lebâleb.. bu sâhifeler, onlara sâdece hatırlatma ölçüsünde açılıyor. Şâyet hatırlatabiliyorlarsa?
اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا اْلإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَأَصْحَابِهِ الْمَهْدِيِّينَ
[1] Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 60; Nesâî, eşribe 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/153
[2] “Helal(ler) de haram(lar) da açıktır, bellidir.” (Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107, 108)
[3] Tirmizî, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12
[4] Bedîüzzaman, Sözler, 1. Söz..
[5] Bedîüzzaman, Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte. (Bu ifadelere ilham kaynağı olan, “(Verdiği zaman) Allah için veren, (vermediği zaman da) Allah için bundan geri duran, (sevdiklerini) Allah için seven, (kızdıklarına da) Allah için kızan, imanını kemale erdirmiş demektir.” hadisi için bkz. Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 60; Ebû Dâvûd, sünnet 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/438, 440)
[6] İbn Ebi’d-dünyâ, el-Vera’ s.47; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.197
[7] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 8/353; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.196; İbnül-Cevzî, Sıfatü’s-safve 2/525-526
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Vera’ s.84-85; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd s.109, 111; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/56
[9] İbnü’l-Mübârek’le ilgili olarak anlatılan benzer kıssa için bkz. el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.198
İbâdet, Ubûdiyet ve Ubûdet
Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma mânâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı mânâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi mânâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.
İbâdet, “Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme mânâlarına gelmesine mukabil; ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma” şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü,[1] daha farklı şeyler de ihtivâ etmektedir.
Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilip, havf ve recâ derinlikleri bulunan niyet ve ihlâs yörüngeli bütün mâlî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fârıd da:
وَكُلُّ مَقَامٍ عَنْ سُلُوكٍ قَطَعْتُهُ
عُبُودِيَّةٌ حَقَّقْتُهَا بِعُبُودَتِي
“Seyr u sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim.” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.
Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibâdeti avamın kulluk hizmeti, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirmeleri şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücâhede insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.
Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “ibâdet-i zâtiye-i mutlaka” ve “ibâdet-i sıfâtiye-i mukayyede”ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bûd, görüp/gözeten-görülüp/gözetilen münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibarıyla hep bu ruhu temsil etme ve hep bu mânâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu mânâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki; bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır:
1) Sırf cennet arzu ve iştiyakıyle îfâ edilen ibâdetler.
2) Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.
3) Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.
4) Abd-Mâbûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler..
Bazıları, bunlardan birincilere “tâcirân”, ikincilere “bendegân”, üçüncülere “sâdıkân”, dördüncülere de “âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbiatü’l-Adeviyye’nin: “Yâ Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakıyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim.”[2] sözleri bu konuda ölçü gibidir.
Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibarıyla onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük ilâhî pâyelere bile bir mânâda fâikiyeti vardır; fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce “عَبْدُهُ” demiş, sonra “رَسُولُهُ” sözüyle bu mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Kezâ, O “Şeref-i Nev-i İnsan” ve O “Ferîd-i Kevn ü Zaman”ı miraç adı altında, gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: [3]أَسْرَى بِعَبْدِهِ iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu hususî fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda, mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme can olduğu ve “sübühât-ı vech” şualarının hoş-âmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, bin bir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى “Kuluna vahyetti ha vahyetti.”[4] denmesi ne mânidardır!..
Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:
مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ
مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ
هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ
مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”
Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı mânâlar da yüklemişlerdir:
* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.
* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.
* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyâsının gölgesi bilip ona göre davranma ve onları gasp ve temellük edip övünmeme, üzerindeki Hakk’ın ihsanlarını görmezlikten gelerek de miskinleşmeme.
* Ayrıca, her zaman vicdanda O’na intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz ü atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur. Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyet bulunmanın dışında her şeyden kalben tecerrüd etme mânâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibarıyla da gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.
Bu ince hususa dikkati çeken bir Hak dostu:
بَندْ بَكُسِل بَاشْ آزاد اُى پَسَر
چَندْ بَاشِي بَندِ سِيمُ وبَندِ زَر
“Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.
Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî de: “Kul, Allah’tan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez.” tembihinde bulunur.
Bir başkası, bir adım daha atarak; duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbeâtının bile ağyâra kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:
كُوس نَامُوس اَرْ زَنِي اَز چَرخِ اَنْجَمْ بَر گُزَر
چُون دَفِ رُسْواييست إِين پُر جَلال چَنْبرست
“Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”
اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضَى وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْوَفَاءِ
[1] Bkz. M.Fethullah Gülen, Fâtiha Üzerine Mülâhazalar s.170-194.
[2] Muhammed Haccâr, el-Hubbu’l-hâlid s.57. Yakın mânâda bir ifade için bkz. Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ s.125.
[3] “(Tüm kusur ve noksanlıklardan münezzeh ve müberradır o Zât ki) gece vakti kulunu (Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya) seyr ü sefer ettirdi.” (İsrâ sûresi, 17/1)
[4] Necm sûresi, 53/10.
Murakabe
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama mânâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince Allah’tan gayri her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ilm-i ilâhî’nin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip ve hayatını Allah’ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibaret görülmüştür.
Murâkabeyi; her zaman Hakk’ın murâdını takip etme ve Cenâb-ı Hak tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddi bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. Kur’ân-ı Kerîm: “Sen ne halde bulunsan ve Kur’ân’dan ne tilâvet etsen, sizler de amelden ne işlerseniz, ona dalıp gittiğiniz esnâda mutlaka Biz üzerinizde nigehbân bulunuruz…” (Yûnus sûresi, 10/61) nur-efşân beyânıyla bu gerçeği ihtar etmektedir.
Eğer murâkabe, Hakk’ın hoşnut olmadığı uygunsuz hâtıralara, huzurdan uzaklaştıran yaramaz düşüncelere, davranışları baskı altına alan sevimsiz mülâhazalara karşı kalbin kapanması ve rûhun sonsuza açık bütün kanallarının ilâhî vâridâta göre ayarlanması ise, bize de, menfî-müsbet bu açıp-kapama işini çok iyi değerlendirmek düşer. Allah’ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dâhil, her kıymetin üstünde tutma; O’nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzuda ilk adım sayılır. Hak rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibâdet aşkını coşturur; O’nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise, ma’siyet iştihasını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar. Murâkabeye gelince, ibâdet ü tâatı, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, adeta onların içinde Hak mülâhazasından başka hiçbir şey kalmaz; zîrâ murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahî, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir.
Murâkabe yolu, mürşid ve rehbere ihtiyaç hissetmeden, gidip Hakk’a ulaşan kestirme yolların en önemlilerindendir ve velâyet-i kübrâ çeşnilidir. Bu yolun bahadırları, her zaman ve her yerde, acz ü fakr nâmeleriyle Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir ve ihtiyaç tezkeresiyle halvethâneye alınabilirler. Bunlar, hayatlarının her ânında tabiatı süzerken, Allah’ın kendilerini kontrol ettiğini hisseder ve her türlü ağyâr mülâhazasından uzaklaşırlar; eşyâyı dinlerken de, O’nu söylemeyen bütün seslere karşı kapanır, O’na âit nağmeleri duymaya çalışırlar; varlığı konuşurken, O’nun güzelliklerini şakıyan bir bülbül olur ve O’nunla irtibatlandıramadığı her şeyi mâlâyanî sayar, onlara karşı da ebkem (dilsiz) kesilirler. Zaten, göz, O’nun görmesini, kulak O’nun işitmesini, dil de O’nun beyânını hatırlatmıyorsa, bu uzuvların birer et parçasından farkı yoktur. “Cenâb-ı Hak, kendine ‘Basîr’ dedi ki, seni fenâlıklara karşı her zaman korkutucu.. O kendine ‘Semî” dedi ki, dudaklarını fenâ şeylere karşı kapatıcı.. ve O kendine ‘Alîm’ dedi ki, sana bildiğini bildirip, fesat düşüncesine karşı kararlı olasın.” diyen Hz. Mevlânâ, murâkabeyi, fenâ duygu, fenâ tutku ve fenâ davranışlara karşı koruyucu bir sütre ve Cenâb-ı Hakk’ın hukukunu görüp gözetmede de biricik teminat saymaktadır.
Murâkabenin başlangıcı ve birinci merhalesi, Allah’ın hâzır ve nâzır olduğuna ve her hâlimize şâhid bulunduğuna yakîn hâsıl edip, O’nun irâde ve meşîetine kalben teslîmiyetle, dileklerimizden daha çok, dileklerini kollayarak “Allah her şey üzerinde rakîb ve gözetleyicidir.” (Ahzâb sûresi, 33/52) ufkunda seyahat etmektir.
İkinci merhalesi, sâlikin huzur-u kalble Cenâb-ı Hakk’a yönelip, ilâhî feyizlerin kalbine akmasını sabır, temkin ve teyakkuz içinde beklemesidir. Böyle bir yönelişte, mürşid, zikir ve râbıtaya da ihtiyaç yoktur. Ancak şer’î âdâba muvâfakat kaydıyla bunların bulunması “nûrun alâ nûr” olur. İster birinci merhale olsun ister ikinci merhale, hak yolcusu, bütün benliğiyle “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet (veya ubudiyet) etmek… Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görüyor ya!”[1] ile ifâde edilen ‘ihsân’ rûhunu tam temsil edebildiği, bu mülâhazada herhangi bir kopukluk olmaması için, her zaman kendini kolsuz, kanatsız, âciz, fakîr ve muhtaç gördüğü ve: “Tut beni Allahım, tut ki, edemem Sensiz.” iz’ânıyla sâdece O’nu nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâd bildiği ölçüde sağlam bir murâkabe yolunda ve dolayısıyla da emniyette sayılabilir.
Hayatını sürekli bu çizgide sürdürenlerin rûhunda zamanla bir meleke hâsıl olur ki -buna huzur-u kalb de diyebiliriz- bu meleke sâyesinde vicdân sürekli ilâhî vâridâta açık kalır ve Hazret-i Ehadiyet’ten ona devamlı feyizler akmaya başlar.
Murâkabenin en önemli vâsıtalarından biri “muhâsebe”dir -Hususî olarak üzerinde durulmuştu.- İnsanın kendi kendini kontrol edip hesâba çekmesi, günah, hatâ ve benliği baskı altına alan daha başka duyguların şuurunda olunması mânâsına gelen muhâsebe yoluyla fert, kalbinde doğruyu bulabilir, onu davranışlarıyla temsil edebilir.. ve rûhunda “Tesbîh ve takdîs ederim beni göreni, görüp mekânımı bileni ve konuşmalarımı işiteni” sırrı bütün vuzûhu ile belirir. Böyle biri, bütün benliğiyle ilim ve meşîetçe yakın takibe alınmış olduğunu hisseder ve ürperir.. ve derken, gözlerini açar-kapar her yerde O’nun murâdını arar…
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ خَلْقِكَ مُحَمَّدٍ سَيِّدِ اْلأَنَامِ وَعَلَى أَصْحَابِهِ ذَوِي اْلاِحْتِرَامِ
[1] Buhârî, iman 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, iman 1
İhlâs
İhlâs; doğru, samimî, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti içinde Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kirâmın, onun tarifi ile alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü; sunmaya çalıştığımız bu tarif etrafında cereyan etmektedir.
İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, abd ve Ma’bud münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması, tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.
Bu itibarla, sadâkat bir asıl ve kaynak, ihlâs da ondan nebeân eden bir “mâ-i zülâl” sayılmıştır. Kırk gün bu mâ-i zülâli içen birinin kalbinden lisânına hikmet kanallarının açıldığı ve açılacağı, sözleri “lâl ü güher” Söz Sultanı’nın beyânı.[1]
Sadâkat, peygamberlik âleminin en birinci vasfı, ihlâs ise en nûrânî buududur. Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâsa onlar doğuştan mazhardırlar. Kur’ân-ı Kerîm nebî ihlâsını anlatma sadedinde: إِنَّهُ كَانَ مُخْلَصًا “Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti.”[2] fermân-ı sübhânîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder.
Sadâkat ve ihlâs, enbiyâ-i izâm için hayatî birer sıfat oldukları kadar, da’vâ-yı nübüvvetin temsilcileri için de su kadar, hava kadar önemli birer vasıftırlar. Bu iki hususiyeti elde etmek ve bu nûrânî iki kanatla kanatlanmak, onların en ehemmiyetli güç kaynaklarındandır. Birinciler, ihlâssız bir adım atamayacaklarına inanırlar; ikinciler de atamayacaklarına inanmalıdırlar.
Gerçekten de, sadâkat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inayet katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar, Allah tarafından teminat altındadır.. ve Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte rızâsının gözetilmesine önem verir. Evet O’nun nazarında “Bir dirhem ihlâslı iş, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”[3]
İhlâs, bir kalb amelidir. Ve Allah da, kalbî temâyüllerine göre insana değer verir.. evet;
إِنَّ اللهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى أَجْسَامِكُمْ وَلاَ إِلَى صُوَرِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ (fehvâsınca) “O, sizin sûret, şekil ve dış görünüşlerinize değil; kalblerinize ve kalbî temâyüllerinize bakar.”[4]
İhlâs, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ü tâatı sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.
İhlâsın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Rasûlü: أَخْلِصْ دِينَكَ يَكْفِكَ الْقَلِيلُ مِنَ الْعَمَلِ “Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter.”[5] buyurur.. ve: أَخْلِصُوا أَعْمَالَكُمْ ِللهِ فَإِنَّ اللهَ لاَ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلاَّ مَا خَلَصَ “Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin; zira Allah, sadece amelin hâlis olanını kabul eder.”[6] diyerek amellerin ihlâs yörüngeli olmasına tembihte bulunur.
Amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir:
بَايَـدَتْ إِخْـلاَص دَرْ جُملَه عَمل
تَـا پَذِيـرَد طَاعَتَتْ رَبِّ أَجَـل
چُونْكِه إِخْلاص مُرغِ طَاعَترا جَنَاح
بِي جَنَاح كُيْ مِي پَرِي أَوجِ فَلاَح
“Sana bütün davranışlarında ihlâs gerektir; ta ki, Rabb-i Ecell senin amelini kabul ede; zira ihlâs tâat kuşunun kanadıdır. Siz, kanatsız felâh semtine nasıl uçabilirsiniz ki..!” deyip inleyen Mevlânâ ne hoş söyler! Bir hoş söz de Bâyezid-i Bistâmî’den: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan: ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gâyen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol’ sesini duydum ve tembihini aldım…”[7]
Bazılarına göre, ibadet ü tâatta, halkın görüp hissetmesinden kaçınmak ihlâs.. bazılarına göre ise, halk mülâhazasını bütün bütün unutmak.. bazılarına göre de, ihlâsı dahi hatırlamamak.. evet bunlara göre ihlâs; ameli her türlü mülâhazadan uzak bulundurmak ve sürekli murâkabe ile maddî-mânevî bütün hazları unutmaktır.
İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Ma’bud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sadece sevdiklerinin kalbine koymuştur[8]. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın nazarında, medh ü zem, tâzim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hattâ sevap ve mükâfat mülâhazası kat’iyen söz konusu değildir; değildir ve böylelerinin gizli-açık her halleri aynı çizgidedir…
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى قُدْوَةِ الْمُخْلَصِينَ وَآلِهِ الْمُخْلِصِينَ
[1] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/80; ed-Deylemî, el-Müsned 3/564; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 5/189, 10/70.
[2] Meryem sûresi, 19/51.
[3] Bedîüzzaman, Lem’alar, 17. Lem’a 13. Nota 3. Mesele, 20. Lem’a 4. Sebep.
[4] Müslim, birr 33.
[5] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435.
[6] ed-Dârakutnî, es-Sünen 1/51; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/336; ed-Deylemî, el-Müsned 5/271; el-Makdisî, el-Ehâdîsü’l-muhtâra 8/90. (Lafız, el-Ehâdîsü’l-muhtâra’dan alınmıştır)
[7] Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ s.215.
[8] Bir kudsî hadisten alınan bu ifade için bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 3/187.
İstikâmet
Doğruluk demek olan istikamet; ehl-i hakikatça, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp, nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da istikamet üzere doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip, “Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaadedilen cennetle sevinin!” derler” (Fussılet sûresi, 41/30)âyeti, işte bu ölçüde Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve O’nun birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, bin bir korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları, müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
İstikamet; tabiat mertebesinde mükellefiyetleri yerine getirmek, benlik mertebesinde hakikat-i şeriata muttali olmak, ruh mertebesinde mârifete açılmak, sır mertebesinde de rûh-i şeriatı zevk etmekten ibaret görülmüştür. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından o en büyük ruh ve mânâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.”[1] sözü -ki فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”[2] âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!
Zâten O’nun duygu, düşünce ve davranışları da hep istikamet edâlı değil miydi.? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye: قُلْ آمَنْتُ بِاللهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.”[3] diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları câmi’ bulunan istikameti hatırlatmıyor muydu?
Hâlinde istikamet olmayan hak yolcusunun; bütün sa’y ü gayreti boşa gideceği gibi, israf ettiği zamandan ötürü de, böyle birinin her zaman sorgulanması söz konusu olabilir. Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikamet şart ve bir yol azığıdır; sülûkün nihâyetinde ise, Hakk’ı bilmenin bedeli, Hak mârifetine ermenin de şükrüdür ki vâcib sayılır. İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnâsında ferdin kendini murâkabesi, nihâyette de O’nunla alâkalı olmayan bütün düşünce ve davranışlara karşı kapanması, istikametin önemli alâmetlerindendir..
كَسِي دَانَم زِ اَهْلِ اِسْتِقَامَتْ
كِه بَاشَدْ بَر سَرِ كُويِ هِدَايت
بَا اَنْوَار هُوِيت جَان سُپرده
زِاُوسَـاخِ طَبِيعَت پَـاك مُرْدَه
“İstikamet erlerinden birini bilirim ki, hidâyet köyünün başını tutmuş durur. Bu hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pâk olarak ölmüştür.” diyen hak dostu ne hoş söyler!
Kul, her zaman istikametin tâlibi olmalı, keşf ü kerâmetin değil; zîrâ istikameti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Bizim gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?
Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor; sinekler, kuşlar da havada uçuyor. Görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhâr ona iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikamete ve onların da sünnete uygunluğuna bakınız!”[4] buyurur.. ve bize, hârikalar atmosferinde pervâz etmeyi değil, istikameti ve kulluk zemîninde yüzü yerde olmayı salıklar..
İstikâmet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvîm”dir ki; hak yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî bölümlerinde temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek, bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikâmet” ve “sükûn”dur ki; sâlik âlem-i emre âit mesâvîden -ki riyâ, süm’a, ucub gibi kullukla telifi imkânsız yaramaz şeylerdir- uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikamet”tir ki, bu makam, Hak yolundaki seyyaha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram unvânıyla indiği kutup noktadır. Bu mânâdaki istikamet ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “yedullah” kuşağında “kadem-i sıdk” üzere yaşamaktır ki, burası aynı zamanda ilâhî eltâfın sağanak sağanak olduğu bir hârikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki [5]وَأَنْ لَوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا beyânı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir. Zîra, âyette “سَقَيْنَا” yerine “أَسْقَيْنَا” buyurulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, “مَاءً غَدَقًا“nın bol su mânâsına gelmesi ve “اِسْتَقَامُوا“daki “س“in de talebi tazammun etmesi, burada bize bilhassa şu hususu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikâmet, Allah ve Resûlü’yle aranızdaki ahitlere riâyet ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.
Efendimiz de, bu hususa temas buyurarak: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça imanı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz.”[6] ferman ederler. Bir başka beyânlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakim oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler.”[7] diye önemli bir mevzuu ihtarda bulunur.
Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:
“İstikamette gerektir reviş-i[8] sıdk u sebât
Kademin merkeze koy, devrede perkârın[9] ucu.”
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُتَّقِينَ وَآلِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 57.
[2] Hûd sûresi, 11/112.
[3] Müslim, iman 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/385. (Lafız Müsned’den alınmıştır)
[4] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/40; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/301.
[5] “(Allah teâlâ şöyle buyurur: İnsanlar ve cinler) eğer Allah’ın yolunda dosdoğru yürüselerdi, onlara bol yağmur verir, rızıklarını bollaştırırdık.” (Cin sûresi, 72/16)
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/198; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/41.
[7] Tirmizî, zühd 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/96.
[8] Gidiş, hal, tavır.
[9] Pergel.
Tevekkül, Teslim, Tefvîz ve Sika
Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben beşerî güç ve kuvvetten teberri kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen itimad-ı tâmmeye ulaşma ile sona eren âlem-i emre ait ahvâl veya rûhanî seyrin mebdeine “tevekkül”, iki adım ötesine “teslim”, bir tur ilerisine “tefviz” ve müntehâsına da “sika” denir.
Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimat ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından bütün bütün sıyrılması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyâra açık kaldığı sürece de hakikî tevekküle ulaşılamaz.
Tevekkül; sebepler dairesinde arızasız esbâba riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki, iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından “gassâlin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen[1] teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede ise, her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir. Tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir. Bu itibarla da, tefviz hem daha geniş hem de müntehîlerin hâline daha uygundur. Zira onda, insanın, kendi havl ve kuvvetinden teberri etmesinin -ki bu teslim mertebesidir- ötesinde, [2] لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ ufkuna ulaşıp, o kenz-i mahfîyi her an içinde duyması ve kendi güç, kuvvet ve servetine bedel, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ olan cennetin hususî hazinelerine sahip olması ve onlarla gınâya ermesi söz konusudur. Diğer bir mânâda bu, hak yolcusunun, vicdanındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hissettikten sonra “Tut beni elimden; tut ki, edemem Sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşîet kaynağına yönelmesidir.
Tevekkül; dünyevî olsun, uhrevî olsun, ferdin kendi maslahatlarına Rabbini vekil kabul etmesi ise; tefviz, bu vekâletin arkasındaki asaleti vicdânî bir şuurla itirafın adıdır.
Diğer bir yaklaşımla tevekkül; Cenâb-ı Hak ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp itimat etme ve O’ndan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapama demektir ki; buna, bedenin ubûdiyete, kalbin rubûbiyete kilitlenmesi de diyebiliriz. Bu mülâhazayı merhum Şihab:
تَوَكَّلْ عَلَى الرَّحْمَنِ فِي اْلأَمْرِ كُلِّهِ
فَمَا خَابَ حَقًّا مَنْ عَلَيْهِ تَوَكَّلاَ
وَكُـنْ وَاثِقًا بِاللهِ وَاصْبِرْ لِحُكْمِهِ
تَفُزْ بِـاللهِ تَرْجُوهُ مِنْهُ تَفَضُّلاَ
“Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol -ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez-, Allah’a güven, O’na itimat içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin.” sözleriyle ifade eder. Zannediyorum, Hz. Ömer Efendimiz de, Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye yazdıkları bir mektuplarında: “Eğer kazaya rızâ gösterebilirsen, o bütünüyle hayırdır. Buna gücün yetmezse, dişini sık, sabret.”[3] sözleriyle bu hususu hatırlatmak istemişlerdi…
Bir başka zaviyeden tevekkül; hemen herkes için Hakk’a itimat ve güvenmenin adı; teslim, kalbî ve rûhî hayata uyanmışların hâli; tefviz ise, esbap ve tedbire takılmamanın unvanıdır ki, haslar-üstü haslara mahsus bir hâl veya makamdır. Tefviz semasında seyahat eden hak yolcusu, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsa da, bu iştigal sırf esbap dairesinde bulunmanın gereği ve onun da, Hak karşısındaki memuriyetinden ötürüdür. Aksine, öyle yapmayıp da onları doğrudan doğruya nazara alsa, semaların üveyki iken arzın sürüm sürüm sürünen haşereleri hâline gelir. Menkıbe kitaplarında bu mülâhazayla alâkalı şu hadiseyi zikrederler: Bir Hak dostu, sebepler ağında, aşırı tedbir heyecanıyla yol aldığı esnada hâtiften şu sesi duyar:
لاَ تُدَبِّرْ لَكَ أَمْرًا إِنَّ فِي التَّدْبِيرِ هَلْكَى
فَوِّضِ اْلأَمْرَ إِلَيْنَا نَحْنُ أَوْلَى لَكَ مِنْكَا
“Vazgeç tedbir kuruntularından; zira tedbirde helâk vardır. İşleri Bize havale eyle, çünkü Biz sana senden daha evlâyız.” Sebepler dağdağasından sıyrılıp, vasıtalara gönlünde yer vermeme mânâsına gelen “tedbiri terk eylemek” halkın içinde Hak’la münasebetlerini sımsıkı tutabilen koçyiğitlere mahsus bir derinliktir.
Sebeplere tevessül ile beraber onlara tesir-i hakikî vermeme, derecesine göre hem bir tevekkül -herkes için-, hem bir teslimiyet -eşyânın perde arkasına uyananlar için-, hem de bir tefviz ve sikadır -huzur erleri için-.. Allah Rasûlü sallallahü aleyhi ve sellem, irade ve cehd ü gayreti, tefviz u tevekkül ile iç içe ne hoş ifade buyururlar:
لَوْ أَنَّكُمْ تَتَوَكَّلُونَ عَلَى اللهِ حَقَّ تَوَكُّلِهِ لَرَزَقَكُمْ كَمَا تُرْزَقُ الطَّيْرُ تَغْدُو خِمَاصًا وَتَرُوحُ بِطَانًا “Eğer Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.”[4] Bu peygamberâne sözden herkes seviyesine göre bir şeyler anlar:
1. Avam, bundan Hz. Mevlânâ’nın hadis iktibaslı:
گَرْ تَوَكُّل رَهْبَرَسْـت
اِين سَبَب هَمْ سُنَّت پَيْغَمْبَرسْت
گُفت پَيْغَمْبَرْ بَآوازِ بُلَندْ
بَـا تَوَكُّلْ زَانُوي اُشْـتُر بَبَند
“Evet, tevekkül her ne kadar rehber ise de, sebeplere riâyet de Peygamber sünnetidir. Hz. Peygamber (huzuruna girip de: ‘Devemi bağlayayım mı, yoksa tevekkül mü edeyim?’ diyen bedeviye) yüksek sesle, ‘Devenin dizine ipini vur, öyle tevekkül eyle!’ dedi”[5] beyânı çizgisinde herkese açık Allah’a itimat mânâsına anlar ki: وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar.”[6] âyeti buna işaret eder.
2. Hayatını kalb ve ruhun yamaçlarında sürdürenler ise bundan, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri ile Allah’ın havl ve kuvvetine teslim olup, gassâlin elindeki meyyit hâline gelmeyi anlarlar ki:
وَعَلَى اللهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Gerçek mü’minler iseniz Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun!”[7] fermanı bunu ihtar eder.
3. Fenâfillâh ve bekâbillah zirvelerinde dolaşanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim gibi ateşe atılırken bile “حَسْبِيَ اللهُ” deyip,[8] “Cenâb-ı Hakk’ın benim hâlimi bilmesi, benim bir şey istememe ihtiyaç bırakmamıştır.” tefvizi veya İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile, fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!”[9] sözleriyle ifade edilen sikayı anlarlar ki: وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ “Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir.”[10] beyânı da bu gerçeği hatırlatır.
Tefviz en yüksek mertebe, sika en âlî makamdır. Bu mertebeyi tutan ve bu makamın hakkını veren, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emir ve iş’ârlarında erir ve O’na bir mir’ât-ı mücellâ olur ki, mertebeler üstü bu mertebenin kendine göre bir kısım emâreleri de vardır:
1. Tedbiri takdir içinde görüp sükûnet bulmak,
2. İradesini gerçek iradenin gölgesi bilip asla yönelmek,
3. Kahrı, lütfu aynı görüp bütün benliğiyle kazaya rızâ göstermek..
bunlardan bazılarıdır.
Bu mânâda tefvizi, Minhâc sahibi şöyle resmeder:
وَكَّلْتُ إِلَى الْمَحْبُوبِ أَمْرِي كُلَّهُ
فَإِنْ شَاءَ أَحْيَانِي وَإِنْ شَاءَ أَتْلَفَا
“Ben her işimi Sevgili’ye bıraktım; artık O ister beni ihyâ eder, isterse itlâf.” Bir güzel söz de Enderûnî Vâsıf’tan:
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”
Tefvizle alâkalı sözlerin en güzellerinden birini de:
“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.” [11]
matlaıyla başlayan tefviznâmesinde İbrahim Hakkı söyler.
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ
[1] Örnek olarak bkz. el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/109; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.271; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/261, 389; İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 1/200, 266, 2/114, 121
[2] “Havl ve kuvvet, olup biten her şey, ancak Allah’ın izni ve iradesi dahilinde gerçekleşir.”
[3] İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 2/177
[4] Tirmizî, zühd 33; İbn Mâce, zühd 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/30, 52; İbn Mübarek, Kitabü’z-zühd s.197. (Hadisin metni Kitabü’z-zühd’den alınmıştır)
[5] Hadis için bkz. Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 60; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/510
[6] İbrahim sûresi, 14/12
[7] Mâide sûresi, 5/23
[8] Buhârî, tefsîru sûre (3) 13; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 17/44, 23/76; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/19. Bu ifade, Kur’ân-ı Kerim’de de iki yerde geçmektedir: Tevbe sûresi, 9/129; Zümer sûresi, 39/38.
[9] Tevbe sûresi, 9/40
[10] Talâk sûresi, 65/3
[11] İbrahim Hakkı, Mârifetnâme I/149
Tevekkülde haricî sebep aramama (Kırık testi-1)
Soru: “Deliller, burhanlar, insanın halinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der; ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka sebeplerin arkasında; aksine, her şeyi onunla bilmeye, onunla görmeye, onunla tanıyıp onunla sevmeye başlar” deniliyor. “Tevekkülde haricî sebep aramama”yı açıklayabilir misiniz?
Cevap: Deliller, hakikî tevhide ulaşmada bir sebeptir. Biz, medlulden delillere dönmeyi esas alırız; Üstad’ın yaklaşmasıyla, bizim gördüğümüz deliller Rabb’in kayyumu olamaz. Belki o deliller bize ait arızalardan dolayı, bir kısım duygularımızı tam işlemeden dolayı başvurduğumuz taşıtlardır. Belli bir gelecek geldikten sonra da, halî ve zevkî tam bir vahdet tecellî eder. Delili nazar-ı itibara alma ihtiyacı duyulmaz. Çünkü artık vicdan konuşur ve o bir şahid-i sadık olur. Belki Cenâb-ı Hakk’ın gönüllere attığı bir tevhid mülâhazası kendisini hissettirir. Artık sağda solda deliller hiç ihtiyaç duyulmaz. Herhangi bir sebebe, bir taşıtya ihtiyaç hissetmeden, tamamen her şeyi Cenâb-ı Hak’dan bilme, her meselede Cenâb-ı Hakk’a itimat etme ve güvenme, sebepleri tamamen aradan çıkarma, delilleri bütün bütün azletme de yine bir haldir; belki bir mânâda zevk meselesidir.
Huluk
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gâyesi, cebr-i halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikatı üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, iyi işler bütünüyle kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibarıyla birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrâk edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı mânâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrâk olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir mânâdır.
Dış yüzü itibarıyla bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Cahiliye şairinin şu ârifâne sözü ne mânidardır:
وَمَهْمَا تَكُنْ عِنْدَ امْرِئٍ مِنْ خَلِيقَةٍ
وَإِنْ خَالَهَا تَخْفَى عَلَى النَّاسِ تُعْلَمِ
“Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”[1]
Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde güzel ahlâkı hatırlamakla beraber, bazı huyların zamanla meleke hâline gelmesi esasına binaen, hem hayrın hem de şerrin tabiatımızın birer derinliğine dönüşmesi ve “ahlâk-ı hasene”, “ahlâk-ı seyyie” diye diğer bir taksimden de söz edilebileceği bahis mevzuu olsa da, bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz sadece güzel ahlâktır.
Tasavvufun en sağlam kriteri huluk “iyi huy”dur. Hulukta birkaç kadem önde bulunan, tasavvufta da ileride sayılır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibarıyla makbul sayılsa da, ahlâk-ı haseneye iktirân etmedikleri zaman hiçbir kıymet ifade etmezler ve üzerinde durmaya da değmez.!
Zaten, Hz. Sahib-i Şeriat da; “hangi mü’min imanı itibarıyla daha faziletlidir?” sorusuna:أَحْسَنُهُمْ خُلُقًا “Huyu en güzel olandır.”[2] demiyor mu?
Niye olmasın ki, bir kere Allah, en mümtaz kulunu, tesliye, te’min ve senâ makamında, O’nun üzerindeki onca nimet ve lütuflarına rağmen وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Her hâlde Sen, ahlâkın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkansız, idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.”[3] diyerek O’nun bu yüce ahlâkı ve rûhî mezâyâsıyla, yani hilkatinin gâyesi, hedefi ve gerçek mânâsı sayılan hulukuyla nazara vermektedir; ilk insanla başlayıp Işık Çağı’na kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’ân buudlu hulukuyla..
Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dînin derinlemesine yaşanması ve Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi mânâsına geldiğini, Sa’d b. Hişâm’ın, Hz. Âişe Vâlidemiz’e, Efendimiz’in ahlâkına dair sorduğu suâle cevaben Hz. Âişe’nin: “Kur’ân okumuyor musunuz?”; “okuyoruz” deyince de: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”[4] şeklindeki sözleri de teyid etmektedir.
Ayrıca, bu mevzuda şeref-nüzûl olan âyet de[5], âyeti teşkil eden kelimelerle bu ahlâkın ilâhî, Kur’ân orijinli ve idrâk üstü olduğunu hâsseten hatırlatmakta ve onun tecelli ve zuhûrunu, Muhatab-ı Mükerrem’e mahsus görmenin ötesinde, “huluk” kelimesindeki tefhîm tenviniyle, O’nun Kur’ân derinlikli ve lâhût enginlikli hulukunun hiçbir ahlâk sistemiyle kabil-i kıyas olmadığına ve bu yüce ahlâkın nâkabil-i idrâk bulunduğuna bilhassa işaret etmektedir ki, bu da O’nun gelmiş-gelecek bütün insanlar arasında eşi-menendi olmayan bir güzeller güzeli huy peygamberi olduğunu gösterir.
Evet O, maddesi-mânâsı, zarfı-mazrufu, halkı-huluku itibarıyla bütün sâlihâta açık, hayrın her çeşidini elde etmeye namzet ve büyüklüğün her türlüsüne mazhar olabilecek fıtrat, seciye ve melekelerle serfirâz kılınmış; sonra da bu ilk mevhibelerini en iyi şekilde değerlendirerek “a’lâ-yi illiyyîn-i kemâlât”a yürümüş; sadece yürümekle de kalmamış; bi’l-asâle kendisinde tecelli eden bütün lütufları, bütün akdes ve mukaddes feyizleri: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ “Şânım hakkı için Rasûlullah’ta size örneğin en güzeli vardır…”[6] gerçeğiyle uyanmış o saflardan saf muasırı temiz ruhlara ulaştırmış, ellerinden tutup, onları da tebaiyetlerine terettüp eden şâhikalar üstü şâhikalara çıkarmıştır.
Dilinde:
1. “Îmânı en kâmil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”[7]
2. “İnsan ibadet ü tâatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”[8]
3. “Teraziye ilk konulacak şey güzel ahlâktır.”[9]
gibi pırlanta sözler.. ve elinde insan-ı kâmil olmanın sırlı formülü, arkasına düşenleri hep meleklerin dolaştığı vadilerde dolaştırmıştır.
Hüsn-ü hulukun alâmetini, kavlî-fiilî kimseye eziyette bulunmama.. kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma.. ve fenalıklara iyilikle mukabelede bulunma.. cümleleriyle hülâsa etmişlerdir ki, 10وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ hakikatıyla serfirâz olan Zât, buna en canlı ve çarpıcı misâldir. O, ne karşısına dikilip ‘âdil ol!’ diyene,[11] ne arkasından cübbesini çekip eziyet edene,[12] ne başına toz-toprak saçıp yüzüne hakaret savurana,[13] ne de muallâ zevcesine iftira edene[14] gönül koymuştur. Gönül koymak şöyle dursun, hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş,[15] öldüklerinde de cenazelerini teşyide bulunmuştur;[16] bulunmuştur; zira ahlâk-ı hasene O’nun tabiatının rengi, varlığının da bir buuduydu.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet, plâstize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakikî düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
Güzel ahlâkla donanmış bir sîne, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez.. orada da hilm ü silm çizgisinde yaşar; zebanilerle hasbıhâl eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar.
Güzel ahlâka açık bir gönül, geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gâile dolsa da, o yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sînesi de dar kimselere gelince, bunlar kargadan bile aptal öyle Kâbil’lerdir ki, koskocaman arzda bile, kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.[17]
Biz,
“Ahlâk iledir kemâl-i âdem
Ahlâk iledir nizâm-ı âlem.”
deyip şimdilik bu faslı da kapatalım…
اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَآلِهِ الْغُرِّ الْمُحَجَّلِينَ
[1] Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın bu sözü için bkz. el-Hamevî, Hızânetü’l-edeb 2/492.
[2] İbn Mâce, zühd 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/278. (Hadis kitaplarında, benzer mânâda bir çok hadis zikredilmektedir. Örnek olarak bkz. Buhârî, edeb 38; Tirmizî, radâ’ 11, iman 6; Ebû Dâvûd, sünnet 16)
[3] Kalem sûresi, 68/4.
[4] Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 139; Ebû Dâvûd, salât 316; Nesâî, kıyâmu’l-leyl ve tatavvu’u’n-nehâr 2.
[5] Yukarıda geçen, Kalem sûresinin (68. sûre) 4. âyeti.
[6] Ahzâb sûresi, 33/21.
[7] Tirmizî, radâ’ 11; Ebû Dâvûd, sünnet 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/250, 6/99.
[8] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/260; ed-Deylemî, el-Müsned 1/197; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 8/24, 25; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/260-261.
[9] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/212; Abd b. Humeyd, el-Müsned s.452; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/253, 25/73; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 5/75.
[10] “Her hâlde Sen, ahlâkın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkansız, idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem sûresi, 68/4)
[11] Buhârî, edeb 95, menâkıb 25; Müslim, zekât 142.
[12] Buhârî, farzu’l-humus 19; Müslim, zekât 128.
[13] Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 8/14; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 20/342; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 6/21.
[14] Buhârî, şehâdât 15; Müslim, tevbe 56.
[15] Ebû Dâvûd, cenaiz 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/201; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/163.
[16] Buhârî, tefsîru sûre (9) 12; Müslim, münâfıkîn 2-3.
[17] Bu satırlarda, Mâide sûresinin (5. sûre) 31. âyet-i kerîmesine telmihte bulunuluyor.
Tevazu
Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük mânâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu; insanın Hak karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. İster öyle ister böyle, insan tevâzu ruh ve düşüncesiyle kendini, kapının alt eşiği, meskenin sergisi, yolların kaldırım taşı, ırmakların çakılı, başakların samanı kabul etmiş ve Alvar İmamı edasıyla:
“Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman.”
diyebilmişse, o kimse, başı göklerde en yüce kametlerin dahi bûsegâhı hâline gelmiş demektir. Zaten, Hz. Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde de:
مَنْ تَوَاضَعَ ِللهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”[1] denmiyor mu? Demek ki, büyük görünmekle büyük olma ve küçük görünmekle küçük olma ma’kûsen mütenâsip şeyler…
Bazıları tevâzuu, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmeme.. bazıları, insanları, insana yakışır saygıyla karşılayıp onlarla muamelesinde mahviyet içinde bulunma.. bazıları ilâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa, kendini halkın en şerlisi görme; bazıları da benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi ve gayreti şeklinde tarif etmişlerdir ki, her birinin kendine göre hem bir mahmili, hem de tarz-ı telâkkisi vardır. Ancak, bunlardan sonuncusu daha çok mukarrabîn ve muhlasîni alâkadar etmektedir.
Halifeler halifesi Hz. Ömer’i (r.a.) omuzunda kırba, su taşırken gören biri sorar: “Bu ne hâl ey Allah Rasûlü’nün halifesi!” Mukarrebliğin mukimi Ömer: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle bir şeyler hissettim; -hâşâ ki o, bizim anladığımız mânâda bir bulanıklık olsun- o hissi kırmak istedim.” der.[2] Onun sırtında un, taşıması minberde kendini levmetmesi,[3] levmedenlere ses çıkarmaması[4] hep bu kabil hazm-ı nefisle alâkalı hususlardan olduğu gibi.. valiliği döneminde Ebû Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması;[5] Zeyd b. Sâbit’in kadı olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi; buna mukabil Tercümânü’l-Kur’ân’ın da onun atının üzengisini tutması;[6] Hz. Hasan’ın, ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi[7] ve Hz. Ebû Zerr’in başını Bilâl-i Habeşî’nin ayağının altına koyması[8].. gibi hadiseler hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidirler.
Allah (c.c.), Kelâm-ı Kadîm’inde, Rasûlullah da sünnet-i mutahharasında, tevâzu etrafında o kadar tahşidat yaparlar ki, onları duyup-işitenin, gerçek kulluğun tevâzu ve mahviyet olduğunda şüphesi kalmaz. Kur’ân’ın: وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِيـنَ يَمْشُونَ عَلَى اْلأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلاَمًا “Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler. Cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler.”[9] beyânı onlardan sımsıcak bir ses; أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ “Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve mahviyet içindedirler.”[10] beyânı da onların gönüllerinden kopup gelen ve davranışlarına akseden yumuşak bir nefestir. Hele: رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا “Onlar, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet timsâlidirler; her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!”[11] fermanı ise onlara tasavvurları aşan bir iltifatın unvanı gibidir.
İnsanlığın İftihar Tablosu, bu mevzuyla alâkalı şu incileri saçar gönül gözlerimizin önüne:
1- Allah bana, tevâzu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini emretti.[12]
2- Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.[13]
3- Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir ha yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük olan da odur.[14]
4- Allahım, beni benim gözümde küçük göster![15] Ve daha niceleri… Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmemiş miydi:
a. Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;[16]
b. Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;[17]
c. Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;[18]
ç. Herkes bir iş görürken, O da iştirâk ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;[19]
d. Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;[20]
e. Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;[21]
f. Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;[22]
g. Dul[23] ve yetimleri görür-gözetir;[24]
h. Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi…[25]
Allah Rasûlü’nden Hz. Ömer’e, ondan Ömer b. Abdülaziz’e, ondan da dünya kadar evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve çağın devâsâ gönül erlerine kadar, binler-yüzbinler hep aynı çizgide: “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevâzu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emâresi de kibir ve enâniyettir.” demiş, ilk mevhibelerini yitirmemiş olanlara insan-ı kâmil olma yolunu göstermiş ve hep tevâzuu yeğlemişlerdir.
Gerçek tevâzu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce ve bu tesbiti benliğine tam mâl etmesinden ibarettir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevâzi, mahviyet içinde ve olabildiğince de dengelidirler. Evet, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dînî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, hususî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.
1- Dine karşı tevâzu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkûlüyle ne de ma’kûlüyle hiçbir çelişkileri yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânât-ı neyyiresi, sünnet-i sahîha ve hasene ile sabit olan her hususa karşı teslimiyet ve iz’ân içinde bulunurlar. Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir meseleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dînin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’î siyasete aykırı hiçbir mevzu yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmazlar.
Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz.” sözü tevâzudan nasipsiz, sözün gerçek mahmilini bilmeyen bencillerin lâkırdısı olduğu gibi, “re’y ve kıyas nassların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidracdır.
2- Ve yine onlar, tebliğle tanıyıp, temsil ile en küçük farklı alternatiflere bile geçit verilmemesi lâzım geldiğine inanarak, Hz. Şâri’in beyânının dışında her şeye karşı kapanır; zevk ve idrâklerine açılan farklı mülâhazaları da:
وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا
وَآفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ
“Nice sağlam ve kusursuz sözleri ayıplayanlar vardır ki, kabahat onların sakat idrâklerindedir.”[26] sözüyle karşılar ve kendi yetersizlikleriyle yorumlarlar.
3- Yine onlar, Kitap ve Sünnet’e muhalif yollarla kurtuluşa erilemeyeceğinin idrâki içindedirler. En büyük güç kaynaklarını da Allah’a kullukta ararlar. Zaten, Allah’a kul olanın başkasına kulluk yapması mümkün olmadığı gibi, başkalarına kulluk zilletinden kurtulamayanların da, O’na sağlam bir kul olmaları düşünülemez. Hz. Bediüzzaman bir yerde meâlen ne hoş söyler: “Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”[27]
4- Onlar, sa’ylerinin semeresini kendilerinden bilmez ve Allah’ın bir imtihan olarak onlara verdiği kıdemi ve kim bilir, hangi mülâhazayla ortaya koydukları sa’y ü gayreti başkalarına karşı aslâ üstünlük vesilesi saymazlar. Halkın hüsn-ü zan ve teveccühlerine bel bağlamaz ve bedel arayışına girmezler. Sevilip sayılmalarını bir ibtilâ kabûl ederek, Allah’ın kendilerine olan lütuflarını etraflarına karşı minnet ve ezâ vesilesi görüp, Hakk’ın ihsanlarını halka karşı sebeb-i istibdat yapmazlar.
Hâsılı, tevâzu hulukullah sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da en birinci vesilesidir. Gül toprakta biter. İnsan semâlarda değil, yerde üremiştir. Mü’min, secde unvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur.[28] Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e yapılan gökler davetiyesinin başında, O’nun tevâzu ve mahviyetinin remzi olan ” عَبْدُهُ “[29] kelime-i mübeccelesi yazılmıştır.
اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَاضِعِين
[1] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 5/140; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 10/325. Ayrıca benzer mânâdaki hadis-i şerifler için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/76; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd s.156; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2/358
[2] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s. 244
[3] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ 3/293
[4] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 6/314; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 4/284
[5] el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/355; İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 2/330
[6] İbnü’l-Mukri, Takbîlü’l-yed s.95; İbn Hacer, el-İsâbe 4/146
[7] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.247
[8] İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 2/330
[9] Furkan sûresi, 25/63
[10] Mâide sûresi 5/54
[11] Fetih sûresi, 48/29
[12] Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16
[13] Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 45
[14] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/172; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/129; el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 2/110
[15] ed-Deylemî, el-Müsned 1/473; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 10/181
[16] Buhârî, isti’zân 15; Müslim, selâm 15
[17] Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/131, 133
[18] Buhârî, nafakat 8, edeb 40; Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 45
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/383; İbn Hişâm, es-Siretü’n-nebeviyye 3/24
[20] et-Tirmizî, eş-Şemâil 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/256
[21] Buhârî, et’ime 55; Müslim, eymân 42
[22] Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/131
[23] Buhârî, nafakat 1; Müslim, zühd 41
[24] Buhârî, talâk 25; Müslim, zühd 42
[25] Buhârî, tefsîru sûre (9) 12; Müslim, münâfıkîn 3
[26] İbn Kays, Kıra’d-dayf 1/258; el-Hamevî, Hızânetü’l-edeb 1/192
[27] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 17. Lem’a 2. Nota
[28] Bkz. Müslim, salât 215; Nesâî, tatbîk 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/421
[29] “O’nun (Cenab-ı Hakk’ın) kulu” (İsrâ sûresi, 17/1)
Tevazu (Kırık testi-1)
İnsanın kendini “sifir” olarak kabul etmesi; “sıfır” bile değil, Arapça’daki ifadeyle “sifir” bilmeli. Çünkü “ı” larda kendini hissettiren bir darbe var. Samimi mü’min, o kadarcık dahi olsa nefsini nazara vermemeli.
Kendinde bir şey vehmeden ölmüştür. İkram ve imtihanı ilahî olarak bazı şeyler kendisine gösterilense veya güzel rüyalar görse bunu dahi anlatıp kendine ödeyen hasta ruhlar vardır. Bu çok tehlikeli bir yöntemdir. Daha tehlikelisi ise “Binaen Allah zaman zaman lütfediyor böyle…” denmesidir. Bir adam uçsa, gitse ağacının tepesine konsa, sonra da bunu sağda-solda anlatsa bu adam boştur. Ben nezaketim icabı böyle diyorum, yoksa o adam bomboştur. Çünkü Hak dostları Cenabı Hakk’ın sırlarını ifşa etmez. Bu türlü lütuflar uluhiyete ait sırlardır, ifşa edilmezler. Allah da zaten sırrını yalamayacak kimselere onları bildirmez. Bunlar imtihan sebebidir. Bunlar tehlikeli ve ses çıkarılmaması gereken bir yerde cepteki bozuk paralardır, hissettirilmemeleri gerekir. Bozuk paraları şıkırdatırsan avcılar seni bu avcılar yaman olur, endişeler ve seni vurur.
Allah’ın kulları onu hiçbir şey görmez. Mesela Kutup önünü hep sisli-dumanlı görüyor. Ufku açık değil. Herkes onu ulaşılmaz zirvelerde de eder ama o kendisini çukurlar içinde görür.
Ayakların hep yere bassın, düştüğü zaman canın yanmasın, bir tarafın kırılmasın. Kendi vehimlerinle oluşan dünyada mevcut zannettiğinden yüksek oranda çiçeklenme düşer, düşer, yer en derin çukurlar olur ve hiçbir yer sağlam kalmaz. Dikkat kamın, olduğun zannetildiğinden yerin düşmemesi de kaçınılmazdır.
Fütüvvet
Gençlik ve yiğitlik sözcükleriyle karşılamağa çalıştığımız fütüvvet, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefâ, şefkat, ilim, tevâzu ve takvâ gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar ve dinamikler halîtası ve hak yolcusunun uğradığı makamlardan bir makam, fakr u fenâdan bir renk, velâyetten de bir sestir.
Tamamen başkaları için yaşama anlayışına kilitlenme ve her türlü ezâyı, cefâyı ‘of’ demeden sîneye çekmenin bir unvanı olan fütüvveti, hüsn-ü hulukun derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.
Delikanlı mânâsına gelen “fetâ”dan türetilmiş “fütüvvet”, bazılarınca, her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlâslı ubudiyetin de unvanı sayılmıştır ki,
إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا
“Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdir; biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini imanî irtibatla metânetleştirdik; metânetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: ‘Bizim Rabbimiz bütün semâvat ve arzın da Rabbidir.’ dediler. ‘Biz asla O’ndan başkasına ilâh diyemeyiz. Dersek, o zaman hadden efzun bir yalan söylemiş oluruz.'”[1] âyeti bunun beliğ bir tercümanı ve gürül gürül bir beyânıdır.
سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْراهِيمُ “Putları diline dolayan, İbrahim dedikleri bir yiğit işittik.”[2] fermanı ise, himmeti insanlık, tek başına bir millet sayılan ve ferdiyet üstü bir şahsiyete sahip gerçek bir fütüvvet erinin güç, tesir ve içinde bulunduğu toplum nezdindeki mânâsını ifade etmektedir.
وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ “Onunla beraber iki genç de zindana girmişti.”[3] veya وَقَالَ لِفِتْيَانِهِ اجْعَلُوا بِضَاعَتَهُمْ فِي رِحَالِهِمْ “Yûsuf gençlere: ‘Onların erzak bedellerini yüklerinin içine koyun!’ dedi.”[4] gibi yerlerde ise, yiğitlik söz konusu değil, düz bir delikanlılıktan, hatta ayarı düşük bir gençlikten, daha doğrusu emir kulu hizmetçilerden bahsedilmektedir.
Işık Çağı’ndan bu yana birçok kimse fütüvvete dair bir hayli söz söylemiştir: Kimilerine göre o, fakiri hor görmeme, ganînin ağına düşmeme.. kimilerine göre herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe.. kimilerine göre ömür boyu nefsinin amansız düşmanı olarak yaşama.. kimilerine göre hem bu dünyada hem de öteki âlemde; “milletî! milletî!” veya “ümmetî! ümmetî!” mülâhazalarıyla yakarışa geçip kendini unutma ölçüsünde arkasında gidenleri düşünme.. kimilerine göre, “Mâbûd-u bi’l-hakk”a yönelmeye mâni bütün putları kırıp, her çeşit bâtıla karşı kıyam etme.. kimilerine göre de, nefsi adına her türlü kötülüğü sîneye çekip, Allah’a ait hakların söz konusu olduğu yerde de arslanlar gibi kükreme.. kimilerine göre en küçük şahsî kusurları karşısında dahi ömür boyu inleyip durmasına karşılık, başkalarının en büyük günahlarını görmezlikten gelme; hatta başkalarına velâyet mertebelerinde yer ararken, kendisine sıradan kulluğu bile fazla bulma.. kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama; eziyet edene ikramda bulunma.. hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflardan ibarettir.
Bu arada, bütün bu vasıfları dört ana esasa ircâ edenler de olmuştur ki, o da; Hz. Haydar-ı Kerrar’ın beyânı vechiyle:
1. Güçlü olduğu yerde affetme,
2. Hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunma,
3. Düşmanları hakkında bile hayırhahlıktan geri kalmama,
4. İhtiyaç içinde kıvrandığı durumlarda bile “îsâr” ruhuyla hareket edip başkalarını düşünme..
şeklinde hulâsa edilebilir. Aslında, Hz. İmam’ın hayatı da âdetâ bu esaslarla örülmüş bir dantelâ gibidir: Evet o, İbn Mülcem hakkındaki muamelesinden,[5] muharebede yere yıktığı düşmanını affetmesine, sahabeden kendisiyle harbetmiş bir hasmının öldürülmesi karşısında duyduğu teessürden,[6] ömrünü îsâr esaslarına göre yaşadığından dolayı bir kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesine[7] kadar her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi.. ve لاَ فَتَى إِلاَّ عَلِىٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلاَّ ذُو الْفِقَارِ “Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi de kılıç bulunmaz.”[8] sözünün tam mâsadakıydı.. O, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezâhet içinde yiğitçe yaşamış, dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı ki, bu hâliyle Hz. Mûsâ’nın, fütüvvetle alâkalı sorusuna Cenâb-ı Hak’tan aldığı cevaba tıpatıp uyuyordu. Evet Cenâb-ı Hak, Hz. Kelîm’in fütüvvetle alâkalı suâline: “Nefsini Benden tertemiz aldığın gibi, yine Bana tertemiz iâde etmendir.” şeklinde cevap vermişti.
Tevhid ve İslâm düşüncesini kabule müheyyâ olarak yaratılan ruhun; bütün letâifiyle gerçek tevhide yönelmesi nefsânî ve bedenî hazları aşarak kalbin enginliklerine açılması ve memuriyetinin gereği esbâba tevessülün dışında her şeye karşı kapanması, Hak mülâhazasını sarsacak her türlü duygu ve düşünceye daha baştan tavır alması fütüvvetin en bâriz emâreleri ve insan-ı kâmil olmanın da merdivenleridir. Başta bu aksiyonu göstermeyenin, nefis, hevâ, şeytan, dünyaya meyl ü muhabbet ve nefsânî hazlardan da sıyrılmayanın, fütüvvet gibi bir zirveye ulaşması söz konusu değildir.
Fütüvvet yolu Kafdağı’ndan geçen define,
Bu defineden düz yolda yorulanlara ne!..
رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُقْتَدَى وَعَلَى آلِهِ ذَوِي اْلإِحْسَانِ وَالْوَفَاءِ
[1] Kehf sûresi, 18/13-14
[2] Enbiyâ sûresi, 21/60
[3] Yûsuf sûresi, 12/36
[4] Yûsuf sûresi, 12/60
[5] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe 4/118
[6] el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/150
[7] el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/122
[8] Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa s.265; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/488; el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd 10/264; ez-Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl 5/390
Sıdk
Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış mânâlarına gelen sıdk; hak yolcusunun hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre plânlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması.. diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası hâline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı ilân adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “Her zaman doğrularla beraber olun!” (Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibarıyla dahi hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”; aksine, tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak yâd edilecektir.[1]
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridirler. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıktan, ehl-i cennet de ashâb-ı nârdan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşacak hâle gelirler. Allah bu dîn-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden…” (Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi; ez-kazâ düşerse, yeniden Hak’la mutâbakatı yakalayabilmek için hâlden hâle girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa hâlden hâle döner durur; aksine bu bir mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olarak kaldığı yerde kalır.”[2] der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her hâlinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayâl, tasavvur, duygu, düşünce, hattâ mimiklerine kadar her hâl ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş hak erleri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm:
“O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi.” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, enbiyâ-i izâmın en önde gelen vasfı, her devirde imana ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibarıyla da her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür.” (Mâide, 5/119) buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervâz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktirân etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Bâyezid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak bir şey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”[3]
Evet, Hz. Âdem’in alnında tevbe nurunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, Tûfan Peygamberi’ne sefîne-i necât olan sıdktır.. alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i “berd ü selâm”a ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, âşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
صِدْقِ عَاشِقْ بَرْ جَمَادِي مِي تَنَدْ
چِه عَجَبْ بَـر دِلِ إِنْسَـانِي زَنَدْ
صِدْقِ مُوسَى بَر عَصَا وُكُوهْ زَدْ
بَلكِه بَر دَرْيـايِ پُراُشْـكُوه زَدْ
صِدْقِ أَحْمَدْ بَر جَمَالِ مَـاه زَد
بَلكِه بَر خُورْشِيدِ رَخْشَانْ رَاهْ زَد
“Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Mûsâ’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Mûsâ’nın, Tûr dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,[4] Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, on iki yolun açıldığına işaret ediyor[5] ki, bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hâl ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..” (İsrâ, 17/80)
2- “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lutfeyle!” (Şuarâ, 26/84)
3- “İman edenleri Rabbileri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl) ile müjdele!” (Yûnus, 10/2)
4- “Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında)dırlar..” (Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk unvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya, muhteşem bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızâsına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emâreleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında ‘pes’ etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan mârifeti hâline getirilmesi ve insan tabiatının, her hâl ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rızâ makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir:
رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولاً[6]
Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyetine rızâda, İslâm’ın ilâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekten geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُسْتَقِيمِينَ
[1] Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 103-105; Ebû Dâvûd, edeb 80
[2] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.336
[3] Bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/39
[4] Tâhâ, 20/17-20
[5] Şuarâ, 26/63
[6] “Rabbim diye Allah’tan, dinim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) hoşnut (olmak)” Müslim, iman 56; Nesâî, cihad 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/208
Hayâ
Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofîye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, o şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibarıyla onu yitiren şahıslarda ise, böyle bir hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.
Evet, yukarıdaki işaretlerden de anlaşıldığı gibi hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:
1) Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.
2) İmandan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.
Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. İnsan bunlardan biriyle tek başına kaldığı zamanlarda ise, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, devrilir, hatta bazen bütün bütün yıkılabilir..
Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, أَلَمْ يَعْلَمْ بِأَنَّ اللهَ يَرَى “O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?”[1] gibi âyetlerle anlatılan iman şuuruyla..
إِنَّ اللهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا “Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.”[2] misillü beyânlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse, uzun ömürlü olamaz; olamaz, zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi imana bağlıdır. Bu münasebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (s.a.s.), ashâbından birinin diğerine, hayâ ile alâkalı nasihatlerini duyunca: دَعْهُ فَإِنَّ الْحَيَاءَ مِنَ اْلإِيمَانِ “Bırak onu, hayâ imandan gelir..”[3] diğer bir ifâdelerinde:
اَلإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً… وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ اْلإِيمَانِ “Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibarettir, hayâ da imandan bir şûbedir.”[4] buyururlar.
Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan mârifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayatın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok bâlâpervâzâne isteklerine set çeker ve engeller. Aksine bu duygu, iman ve mârifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Efendimiz, bu hususa temas eder ve إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!”[5] buyurur. Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, iman ve mârifet sağanaklarıyla beslendiğinde, onun hayattar kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Evet hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar; yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır.
Hz. Cüneyd’e göre hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki maddî-mânevî nimetlerini idrâk etmenin yanında eksiklerimizin ve kusurlarımızın endişesini yaşamaktır.
Zünnûn’a göre, sürekli gönüllerimizde olumsuz davranışların dehşetini duymak, duyup yönümüzü bir kere daha kontrol etmektir.[6]
Bir başkasına göre insanın, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehbân olmasına göre hayatını tanzim edip onun kendisine olan muâmelesini esas alarak yaşamasıdır ki, bir ilâhî eserde bu husus hatırlatılarak şöyle buyurulmaktadır: يَا ابْنَ آدَمَ! إِنَّكَ مَا اسْتَحْيَيْتَ مِنِّي أَنْسَيْتُ النَّاسَ عُيُوبَكَ “İnsanoğlu! Sen Benden hayâ ettiğin sürece insanlara ayıplarını unuttururum.”[7] Bu arada Cenâb-ı Rabbi’l-İzzet’in, Hz. Îsâ’ya:
يَا عِيسَى عِظْ نَفْسَكَ فَإِنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإِلاَّ فَاسْتَحِ مِنِّي “Yâ İsa, evvelâ nefsine nasihatte bulun, o bu nasihati kabul ederse halka va’zet; yoksa benden utan!”[8] şeklindeki sözünü de hatırlatmakta yarar var…
Hayâ mevzuunda daha değişik tasnifler de vardır. Bu cümleden olarak: Affına ferman geleceği âna kadar, Hz. Âdem’in tavırlarından dökülen “suçluluk” hayâsı.. gece-gündüz ara vermeden Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettikleri halde: مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ “Sana hakkıyla ibâdet edemedik.”[9] diyen meleklerin “taksîr” hayâsı.. mârifet erbâbının onca derinliklerine rağmen: مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Seni hakkıyla bilemedik.”[10] sözleriyle solukladıkları “iclâl” hayâsı.. hayatlarını kendi arzu ve isteklerinden tecerrüd ufkunda seyahatle sürdüren ruh ve kalb insanlarının her zaman duyup hissettikleri “heybet” hayâsı.. her an kurb içinde bu’d; bu’d içinde de kurb televvünüyle, sonsuz uzaklıklarında sonsuz yakınlığı duyan yakîn insanlarının “minnet” hayâsı.. Hz. Mahbûb’u, sevilmesi gerektiği ölçüde sevememe endişesinden kaynaklanan “vefâsızlık” hayâsı.. duâ ve talep makamında istediklerini iyi seçememiş olma tedirginliğini taşıyanlarda “ihlâsı ihlâl” hayâsı.. her zaman ahsen-i takvîme mazhariyetlerinin şuurunda olan yüksek ruhların, mazhariyetleriyle telif edemedikleri ‘pes’ işler karşısında hissettikleri “gayret” hayâsı sayılabilir..
Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.
İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılı) ve: وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ “Nerede olursanız O sizinle beraberdir.”[11] ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler:
اِسْتَحْيُوا مِنَ اللهِ تَعَالَى حَقَّ الْحَيَاءِ، مَنِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ فَلْيَحْفَظِ الرَّاْسَ وَمَا وَعَى وَلْيَحْفَظِ الْبَطْنَ وَمَا حَوَى وَلْيَذْكُرِ الْمَوْتَ وَالْبِلَى، وَمَنْ أَرَادَ اْلآخِرَةَ تَرَكَ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنّْيَا، فَمَنْ فَعَلَ ذَلِكَ فَقَدِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ
“Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”[12]
Üçüncü mertebe; وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنْتَهَى “En son durak Rabbindir.”[13] hedefine ulaşma yolunda, rûhî ve kalbî hayatın şuhûd enginliklerinin sezilmesiyle gerçekleşir ve seyr-i rûhânînin kanatları altında sonsuza kadar sürer gider.
Bir insanın gerçek insanlıktan nasîbi, hayâdan hissesi ölçüsündedir. Eğer hak yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de bârdır. Bu mülâhazaya binâendir ki:
فَلاَ وَاللهِ مَا فِي الْعَيْشِ خَيْرٌ
وَلاَ الدُّنْيَا إِذَا ذَهَبَ الْحَيَاءُ
“Hayır hayır Allah’a yemin ederim ki, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır.”[14] demişler.
Hayâ, ilâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı. Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:
Cenâb-ı Hak mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara:
“Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn:
“Öyle ise onu cennete götürün.” buyurur. Bu defa da melekler istifsâr ederek:
“Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz!” derler. Allah da onlara:
“Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim” fermân eder. Kenz’in rivâyetine göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hak ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”[15]
Hâsılı:
إِنَّ الْحَيِيَّ مِنْ أَسْمَاءِ اْلإِلَهِ وَقَدْ
جَاءَ التَّخَلُّقُ بِاْلأَسْمَاءِ فَاحْظَ بِهِ
“Hayiy, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerindendir. Bunun böyle olduğu hadisle sâbittir. Öyleyse gel, sen de bundan nasîbini al!”
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلْبٍ لاَ يَخْشَعُ وَمِنْ دُعَاءٍ لاَ يُسْمَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى خَيْرِ خَلْقِكَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Alak sûresi, 96/14
[2] Nisâ sûresi, 4/1
[3] Buhârî, iman 16; Müslim, iman 59; Ebû Dâvûd, edeb 6
[4] Müslim, iman 57-58; Nesâî, iman 16. (Az farkla: Buhârî, iman 3; Ebû Dâvûd, sünnet 14)
[5] Buhârî, enbiyâ 54, edeb 78; Ebû Dâvûd, edeb 6; İbn Mâce, zühd 17
[6] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.342
[7] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/150; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 34/150
[8] İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd s.54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382; ed-Deylemî, el-Müsned 1/144
[9] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/184; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/629; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/183
[10] Bkz. el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2/410; Mer’î b. Yûsuf; Ekâvîlü’s-sikât s.45
[11] Hadîd sûresi, 57/4
[12] Tirmizî, rekaik 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/387
[13] Necm sûresi, 53/42
[14] Ebû Temmâm, Dîvânü’l-hamâse 2/26
[15] el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl c.15, Hadis no: 42680
Şükür
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık mânâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalble, lisânla îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir.
Lisânla şükür; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütuf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul ve itirafla gerçekleşir. Evet, bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan O olduğu gibi, vakt-i münasibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır. O’nu görmezlikten gelerek sebeplere takılmak, hatta onlara serfürû edip minnettarlıkta bulunmak; hazırlanıp ayağımızın ucuna kadar getirilen bu sofranın, hazırlanışını ve hazırlayanını nazara almadan, getirip önümüze koyan tablacıyı bahşişlere boğmaya benzer ki: يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيَاة ِالدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ اْلآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ “Onlar, dünya hayatının sadece kendilerine bakan dış yüzünü bilirler, ahirete bakan yönünden ise bütün bütün gafildirler.”[1] Evet bunlar, sırf sebeplere bakıp ilim ve mârifet itibarıyla daha ilerisini göremeyen cahiller, nâkıslar ve nankörlerdir.
Kalble şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisân ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder ki: وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً “O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir.”[2] beyânı onun keyfiyet buudlarına; وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz.”[3] fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.
Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her lâtîfeyi yaratılış gâyesi istikametinde kullanmak ve onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır.
Ayrıca, lisânın şükrünü evrâd ü ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de ibadet ü tâat şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Onun böyle bütün bir iman ve ibadete taallukundan ötürüdür ki, büyükler ona imanın yarısı nazarıyla bakmış, kendi şümûlü içinde sabırla müşterek mütâlaa etmişlerdir.
Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu, [4]لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ve [5]وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ gibi âyetleriyle emrin ve halkın gâyesi göstermiş; göstermiş ve: لَئِنْ شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.”[6] fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimette bulunanları da cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Bundan başka O, kendisine “Şekûr” demiş[7] ve bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır; bağlamış ve bu mevzuun doludizgin şehsuvarlarından Hz. İbrahim’i: شَاكِرًا لِأَنْعُمِهِ “O’nun nimetlerine karşı şükürle gerilmiş”[8] sözüyle; Hz. Nuh’u da: إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا “Şüphesiz, o, şükürle oturup kalkan sadık bir bende idi.”[9] beyânıyla tebcil ve takdir etmiştir. Şükür önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına rağmen, وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ “Kullarımdan şükredenler pek azdır.”[10] fehvâsınca, hakîki mânâda âmili fazla olmayan bir ameldir. Gerçi, أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı!”[11] duygusuyla kıvrım kıvrım kıvrananlar ve bütün ömürlerini şükür kuşağında geçirenler de vardır ama, yine de bunların sayıları oldukça azdır.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanı, değeri çok yüksek, âmili çok az bu önemli amelin en önde geleniydi. O, oturur-kalkar şükreder ve yanına gelenlere de şükür tavsiyesinde bulunurdu.
اَللَّهُمَّ أَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ “Allahım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.”[12] O’nun sabah akşam dilinden düşürmediği nurlu sözlerdendi..
Evet, eğer şükür, nimete mazhar olanın onu verene karşı iki büklüm olması, sevgi ve alâka ile O’na yönelmesi, bütün mazhariyetlerini itiraf etmesi ise, yukarıdaki peygamber sözü bu hususların en kestirmeden ifadesi sayılır.
Kimi aşa-ekmeğe, evlâd ü ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak imana, irfana, rûhânî zevklere ve itminâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri (salih daireleri) içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadiste ifade buyrulduğu gibi, Dâvud aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a: “Yâ Rab! Senin şükrünü nasıl edâ edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hak: “İşte şimdi tam şükrettin.”[13] buyururlar ki, zannediyorum مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Allahım, Sana hakkıyla şükredemedik.” sözüyle anlatılmak istenen de budur.
Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi, büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye uzanan çizgide iman ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütufları imanın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[14] gerçeğine uyanarak, emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz.
Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi, başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder. Dahası, çok defa onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir. Eğer biz, etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olduğunda şüphe yoktur. مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَ “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”;[15] veya: َنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللهَ “İnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez.”[16] sözleri, birinci şıkka bakar ve mutlak şükrün önemini hatırlatır.
وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Sadece Bana şükredin ve zinhâr nankörlükte bulunmayın.”;[17] veya وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُ “Yalnız O’na kullukta bulunun ve O’na şükredin.”[18] gibi âyetler de ikinci şıkkı nazara verir ve hakîkî tevhidi ihtar eder.
Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibarıyla onu şu üç bölüm içinde mütâlaa etmek mümkündür:
1. Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havâs, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
2. Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibarıyla ağır, îfâsı zor ve ancak hadiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah’ın lütfudur ve rızâ televvünlüdür.
3. Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O’nun büyüklüğüyle lütufları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hak’la münasebetleri de ayrı bir temkin disipliniyle, şuhûdun engin hazları içinde.
Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlere serilir, avlar, dolar ve taşar…
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلَصِينَ الْمَحْبُوبِينَ الْمُقَرَّبِينَ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِ الْمُخْلَصِينَ الْمَحْبُوبِينَ الْمُقَرَّبِينَ
[1] Rûm sûresi, 30/7
[2] Lokman sûresi, 31/20
[3] İbrahim sûresi, 14/34
[4] “Umulur ki şükredersiniz” (Bakara sûresi, 2/52, 56, 185; Âl-i İmran sûresi, 3/123; Mâide sûresi, 5/6, 89; Enfâl sûresi, 8/26; Nahl sûresi, 16/14, 78; Hac sûresi, 22/36; Kasas sûresi, 28/73; Rûm sûresi, 30/46; Fâtır sûresi, 35/12; Câsiye sûresi, 45/12)
[5] “Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmran sûresi, 3/144)
[6] İbrahim sûresi, 14/7
[7] Bkz. Fâtır sûresi, 35/30, 34; Şûrâ sûresi, 42/23; Tegâbün sûresi, 64/17
[8] Nahl sûresi, 16/121
[9] İsrâ sûresi, 17/3
[10] Sebe sûresi, 34/13
[11] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, münâfıkîn 79-81; Tirmizî, salât 187
[12] Nesâî, sehv 60
[13] İbn Ebi’d-Dünya, Kitabü’ş-şükr s.7; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd 1/72; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/100-101; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 1/398, 9/343; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 2/541, 3/530.
[14] Duhâ sûresi, 93/11
[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/278, 375
[16] Ebû Dâvûd, edeb 11; Tirmizî, birr 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/258, 295, 388, 3/32, 74
[17] Bakara sûresi, 2/152
[18] Ankebût sûresi, 29/17
Sabır
Ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma mânâlarına gelen sabır; açık-kapalı “Sabırla yardım isteyiniz.” (Bakara , 2/45), “Sabredin ve sabırda yarışın” (Âl-i İmran , 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını emir.. yahut “Onlara karşı acelecilik etme” (Ahkaf , 46/35), “Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfâl , 8/15) beyânlarında olduğu gibi onun zıddını yasaklama.. “Sabredenler, hayatlarını sadâkat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i İmran , 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı sabredenlere senâda bulunma.. “Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmran , 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma..
“Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara , 2/153) İltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyyet-i ilâhiye ile pâyelendirme.. “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl , 16/126) irşadkâr beyânından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyân.. “Elbette o sabredenlere mükafatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz.” (Nahl , 16/96) uhrevî mücâzâtı nazara veren teselli-bahş fermanıyla sâbirîn olanları müjdeleme.. “Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse…” (Âl-i İmran , 3/125) yardım vaad eden beyânlarıyla sabredenlere ilâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok önemli bir kalbî ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin, yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının unvanı olmuştur.
Bu mülâhazayı pekiştiren Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dan şerefsudûr olmuş: عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ؛ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذَلِكَ لِأَحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ: إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ “Mü’minin durumu şâyân-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” [1] sözü ne mânidardır.
Ayrıca sabır; sabredilen hususlar itibarıyla aşağıdaki bölümlere ayrılır:
1. Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma mânâsına ibadet ü tâate karşı sabır.
2. Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil ma’siyet duygusuna karşı sabır.
3. Hakk’ın kaza ve kaderine rızâ göstermeyi de ihtiva eden semâvî ve arzî belâlara karşı sabır.
4. Dünyanın câzibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır.
5. Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.
6. Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak, “اِرْجِعِي”[2] fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır.
Bunlardan bazıları kulun iradesiyle alâkalı olsa da, bazılarında aslâ insanın dahli söz konusu değildir…
Sabır; kendi keyfiyeti ve tahakkuk itibarıyla da altı kısım içinde mütâlaa edilmiştir:
1. Sabr lillâh ki; Allah için sabretme mânâsına gelir ve sabır mertebelerinin ilkidir.
2. Sabr billâh ki; sabrın Allah’tan bilinmesidir ve evvelki mertebeye göre bir kadem daha ileri sayılır.
3. Sabr alâllah ki; “Her işte hikmeti vardır.” deyip, Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellileri karşısında aceleciliğe girmeme sabrıdır.
4. Sabr fillâh ki; Allah yolunda kahr u lütfu bir bilme sabrıdır.. ve evvelkilere göre hem ağırlığı hem de derece farkı vardır.
5. Sabr maallah ki; maiyyet ve kurbiyet-i ilâhiyeye dair hususiyetleri itibarıyla, bulunduğu makamın esrarına riâyetle beraber, Hak’la beraber olabilme sabrıdır.
6. Sabr anillâh ki; vuslata karşı dişini sıkıp dayanma azmidir ve hakikat âşıklarının sabrıdır.
Bunlardan başka bazıları, sabrı; başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak.. bazıları, iyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek.. bazıları, kendine rağmen yaşamak.. bazıları, kahr u lütfu aynı ruh hâletiyle karşılamak.. bazıları, Kitap ve Sünnet’le gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek.. bazıları, Sevgili uğrunda can-cânan her şeyi feda edebilmek şeklinde ifade etmişlerdir ki; hepsinin kendine göre birer mahmilinin bulunduğu söylenebilir.
Ayrıca sabredilecek herhangi bir mesele karşısında dişini sıkıp dayanana “sâbir”; sabretmeyi tabiatıyla bütünleştirmiş olana “mustabir”; sabır mevzuunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş bulunana “mutasabbir”; bu hususta hiç zorlanma hissetmeyene “sabûr”; herkesin sabrettiği şeylerden daha ağırlarını göğüsleyebilecek babayiğite de “sabbâr” denir.
Bu arada işârî tefsirciler de, sabrı; Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleriyle irtibatlandırarak şu kabil yorumlarda bulunmuşlardır: [3]اِصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا âyetinde “اِصْبِرُوا” ile insan nefsinin taate karşı sabrı, “وَصَابِرُوا” kelimesiyle maruz kalınan şeyler karşısında dayanılması, “وَرَابِطُوا” sözüyle de Allah’a karşı aşk u iştiyakın devam ettirilmesi.. veya “اِصْبِرُوا” ile sabr fillâh, “وَصَابِرُوا” ile sabr billâh, “وَرَابِطُوا” ile de sabr maallah.. yahut “اِصْبِرُوا” ifadesiyle nimetlere karşı duygu, düşünce istikameti, “وَصَابِرُوا” ile zorluk ve sıkıntılara katlanma azmi, “وَرَابِطُوا” ile de her şeye rağmen Allah’la münasebetin devam ettirilmesi kastedilmiştir.
Erbâb-ı hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü her şeyin Cenâb-ı Hak’tan bilinip, aklın zâhirî nazarında iyi olanlara şükürle, nâhoş görünen şeylere karşı da rızâ ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor edâ edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle hâlini Allah’a arz etmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyânetine sığınması.. gibi hususlar da şikayet olmasa gerek. Şikayet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.
Hz. Eyyub’un: “Rabbim, gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ , 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum.” (Yûsuf , 12/86) mahiyetindeki iniltisi, isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hak da Hz. Eyyub için: “Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvâb ve yüzü Allah kapısındadır.” (Sâd , 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde ayn-ı şükür kabul etmiyor mu?
Başta büyük peygamberler olmak üzere, bütün enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ, sabrın her çeşidini temsilin yanında, Hak’la sımsıkı irtibatlı oldukları halde, halkın içinde dişlerini sıkıp “sabr anillâh” yaşamaları, onların en mümeyyiz vasıflarıdır ve erişilmezliklerinin emâresidir. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu ve peygamberlik semâsının güneşi Efendiler Efendisi de: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اْلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belânın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar.”[4] buyurmuyor mu?
Sabır; hem zirve insanların hâli hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimselere gelince, onlar da çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şâhikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadiste: “Cenâb-ı Hak, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa, ibadet ü tâatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen kimseleri, nefis ve aileleri itibarıyla müptelâ kılar.. sonra da o ibtilâya karşılık onlara sabır verir; derken, onları yükseltip o menzile erdirir.”[5] buyrulur.
Bu açıdan denebilir ki; belâ, mükellefiyetin ağırlığı ve ma’siyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.. bu hususla alâkalı ne hoş söyler Fuzûlî:
Âşıkım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme
Âh edip ağyârı âhından âgâh eyleme!
Evet, insan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle özetler:
Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun, toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur hâline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.
Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hâle gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde, hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.
بَنْدَه هَمَانْ بهْ كِه بَلاَكَشْ بُوَدْ
عُودْ هَمَانْ بهْ كِه دَرْ آتَشْ بُوَدْ
“Kul, belâ çekici olunca; öd ağacı da, yanıcı olunca iyi olur.” (Mecmûatü’l-meârif) demişlerdir ki gayet lâtîftir.!
Her çeşidiyle sabır kullukta bir zirvedir. Bu zirvenin zirvesi de rızâdır.. ve zannediyorum Allah katında rızâ mertebesinden daha yüksek bir pâye de yoktur.
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّاضِي الْمَرْضِيِّ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْقَدْرِ الْعَلِيِّ
[1] Müslim, zühd 64.
[2] “(Rabbine) dön!” (Fecr sûresi 89/28)
[3] “(Ey iman edenler!) Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin ve cihâd için daima hazırlıklı ve uyanık bulunun!” (Âl-i İmran , 3/200)
[4] Tirmizî, zühd 56; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67
[5] İbn Hibbân, es-Sahîh 7/169; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/495; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/164; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 2/292
Rıza
Rızâ; insan kalbinin, başa gelen hadiselerle sarsılmaması, kaderin tecellilerini iç hoşnutluğu ile karşılaması; diğer bir yaklaşımla, başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının tam bir sükûn ve itminân içinde olmasıdır. Bu konuda diğer bir yorum da şöyledir: Rızâ, Allah’ın kaza, takdir ve muâmelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamak demektir.
Rızâ yolu, başlangıç itibarıyla irâdî olsa da, sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibarıyla irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan da o, Kur’ân ve Sünnet’te sabır gibi emredilmemiş, bir mânâda sadece tavsiye olarak hatırlatılmıştır.[1] Vâkıa “Belâlara karşı sabretmeyen, kazaya rızâ göstermeyen kendisine başka Rab arasın.”[2] meâlinde bir hadis var ise de bu söz, hadis kriterleri açısından ma’lûl kabul edilmiştir.
Ehlullah’tan bir kesim, rızâyı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş, bazıları da, sâlikin diğer halleri gibi kesbî olmayıp zaman zaman zuhûr eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onun, başlangıç itibarıyla irâdî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibarıyla da bir tecelli ve halden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.[3]
Efendimiz’den şerefsudûr olan: ذَاقَ طَعْمَ اْلإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا “Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de nebî kabul edip razı olan, imanın zevk-i mânevîsini tatmış olur.”[4] hadisi, mebde’ itibarıyla rızânın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de meşîet-i hâssaya ait bir mevhibe olduğuna işaret buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rızâ, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek.. rubûbiyetine rızâ, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, o hadise ile gelen şokun atlatılacağı âna kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek.. ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmak şeklinde.. Nebînin elçiliğine rızâ ise, bilâ kayd ü şart O’na teslim olup, O’nun hedy ü hidâyetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetânetinin aynası hâline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mâhiyetinde.. İslâm’dan razı olmak ise, وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ “Her kim İslâm’ı bırakıp da başka din ararsa, o aslâ kabul olunmaz.”[5] esasından hareketle, dînin, ferdî, ailevî, içtimâî, idârî hayata hayat yapılması şeklinde özetlenebilir.
Bazı zamanlarda ve bazı şerâit altında böyle bir rızâ arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçektir. Zaten hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı da söz konusu değildir. Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerilip “Allahım, gurbetimi artır, beni, Sen’den uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, rızâ, hakikati itibarıyla ilâhî bir armağan, sebepleri itibarıyla da insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir. İnsan ancak, imanının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle, tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rızâ ufkuna ulaşabilir. Rızâ, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundandır ki Cenâb-ı Hak onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.[6]
Esbap açısından, rızâ mertebesine ulaşma adına; Rabbiyle muâmelelerinde ciddi olmak; talepsiz gelen nimetleri, “tahdis-i nimet” ve şükre vesile olmaları mülâhazasıyla kabullenmek; her türlü mahrumiyeti rızâ ve iç rahatlığıyla aşmak; vahşetlerin, yalnızlıkların, kabzların pençesinde kıvranırken bile, derin bir iç inşirâhıyla bütün sorumluluklarını yerine getirmek; Hakk’ın emir ve yasaklarını “şeb-i arûs” davetiyesi gibi kabul etmek misillü bir kısım esaslar söz konusu olsa da, mebde’ itibarıyla onun en önemli rüknü; duygu, düşünce ve davranışlarıyla ferdin, Allah’a yönelip O’nu duyması, O’nunla doyması, O’nunla oturup-kalkması ve gönlünde her gün lâhûtîliğe ait yeni yeni kurgular geliştirmesidir.
Havf ü recâ, insan üzerindeki tesirleri itibarıyla dünyevîdirler. Bu iki his, dünyada ümitsizlik ve mutlak emniyete karşı önemli birer misyon edâ etseler de, semerelerinin dışında ötede mevcudiyetleri söz konusu değildir. Rızâ ve muhabbete gelince, onlar dünya ve ukbâyı kucaklayan enginlikleriyle ötelerde ve ötelerin de ötesinde sürer giderler.
Rızâ hem dünyada hem de âhirette çok önemli bir huzur kaynağıdır; ama bu, rızâya ermiş olanların bütün bütün ızdırap ve sıkıntılardan kurtulmuş olmaları mânâsına da gelmez. Aksine rızâ yollarında dış yüzleri itibarıyla dünya kadar sevimsiz ve ürperten şeyler vardır. Ne var ki, rızâ kahramanları, o yolda karşılaştıkları zahmetleri ayn-ı rahmet kabul eder.. içtikleri zehirleri tiryâka çevirir.. maruz kaldıkları meşakkatleri de Sevgiliyle alış-veriş ve muâşaka sayarlar.
Aslında rızâ yolu, ağır ve sıkıntılı olduğu kadar emin ve kestirmedir de. Bu yol, bazen bir hamlede, bir nefhada hak yolcusunu, insânî kemâlâtın tâ zirvelerine ulaştırabilir. Bu, sâlik, bütün aktivitesiyle, cepheden cepheye koşarken veya kâinâtı bir kitap gibi süzerken, süzüp her yerde Hakk’ı soluklarken böyle olduğu gibi, imkânsızlıklar ağında, kolu-kanadı kırık inlediği ve niyetleriyle mefkûresinin semâlarında dolaşmaya çalıştığı, hatta evinde, kanepesinin üstünde oturup idealleriyle oynaştığı zamanlarda da böyledir.
Rızânın neticesi, biraz da insanın ümit ve recâ derinlikleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) olarak Rabbin hoşnutluğundan esip-gelen büyülü bir sevinç ve sürûrdur. Bu, ne kurb mülâhazasının hâsıl ettiği zevk, ne ibadet ü tâatten duyulan lezzet ne de günahlara karşı verilen savaştan meydana gelen vicdandaki hazdır. Bu, ümit zâviyeli, recâ dalga boylu ve temkin edâlı rûhânî bir halâvettir.. ve doğrudan doğruya O’ndan, rızâ makamına hususî bir teveccüh ve bir rahmet esintisidir. Rızâ mertebesi bütün mülâhazaların Hakk’a kilitlenmesi makamı olması itibarıyla, onu zevklere, lezzetlere, hazlara vesile saymak veya o türlü beklentiler içinde bulunmak, esası duruluk ve safvet olan o makama karşı saygısızlıktır. Aslında, kalb ameli olarak mütâlaa ettiğimiz diğer bütün ahvâl ve makamât için de aynı şeyleri düşünebiliriz. O’nu sevmek ve her hâlükârda O’nun hoşnutluğunu aramak, başka sebeplerden dolayı değil, yine O’ndan ötürü olmalıdır.
Dünden bugüne, ruh ve kalb dünyasının kahramanları, rızâ ile alâkalı, birbirine yakın ve birbirinin tamamlayıcısı pek çok şey söylemişlerdir:
Zünnûn’a göre rızâ; olacak şeyler henüz olmadan, ferdin, Hakk’ın ihtiyârını kendi iradesine tercih etmesi; Hakk’ın takdiri yerine gelip her şey olup bittikten sonra da, “Hayır, Allah’ın ihtiyar ettiğindedir.”[7] deyip herhangi bir rahatsızlık duymaması ve musibetlerin pençesinde kıvranırken dahi O’na karşı en âşıkâne duygularla coşmasıdır.[8]
Hz. Zeynelâbidîn’e göre rızâ; hak erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp, herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır.[9] Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemâlî tecelli ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin ayn-ı cemâl ve cemâlin de ayn-ı rahmet olarak kabul edilmesidir[10] ki, Allah Rasûlü’nün أَسْأَلُكَ الرِّضَى بَعْدَ الْقَضَاءِ “Olacak olduktan sonra Senin rızânı isterim.”[11] nurlu beyânı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rızâ, rızâya azimdir; gerçek rızâ ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.
Bu arada, yukarıdaki mütâlaalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızânın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tesbitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:
1. Rızâ, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak,
2. Allah’tan gelen her şeyi sevinçle karşılamak,
3. Kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek,
4. En sarsıcı ve ciğersûz hadiseler karşısında bile kalb balansının ayarını korumak,
5. Allah’ın “levh-i mahfûz-ı hakikat”teki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek…
Rızâyla alâkalı bu tâlî esaslar içinde mütâlaa edebileceğimiz daha başka hususlar olsa da, mevzuu dağıtmamak için bu faslı noktalamak istiyoruz.
Düz insanların rızâsı, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellilere itiraz etmeme.. mârifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızâsı, kaza ve kaderden gelen her şeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalb ve ruh insanlarının rızâsı ise, kendi mülâhaza ve mütâlaalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki: يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً فَادْخُلِي فِي عِبَادِي وَادْخُلِي جَنَّتِي “Ey itminâna ermiş nefis! Dön Rabbine, O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da cennetime.”[12] âyetleri hemen bu mertebelerin hepsini ihtivâ etmekte ve hemen hepsiyle alâkalı teveccüh edecek hususlara cevap mâhiyetindedir.
Evet, bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, rızâ mertebesine ulaşabilmek, nefsin Allah’a yönelişiyle kayıtlanmıştır. Bu yöneliş bizim, zaman ve mekânla alâkalı durumumuz açısından ve dünyevî-uhrevî buudlarımız itibarıyla değil; Hakk’ın, zamanları ve mekânları aşan tecelli ve teveccühlerine göre değerlendirilmelidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, bu yöneliş; dünyada, tevekkül, teslimiyet ve tefvîz televvünlü; vefat esnasında, kalb itminânı ve Rabbiyle karşılıklı hoşnutluk münasebeti şeklinde; ikinci dirilişten sonra da, sâlih kullar arasında yerini alma ve cennete girme lütuf buudlarıyla tecelli edecektir.
Bir başka zâviyeden umum halk ve düz insanların rızâ telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rızâ ile karşılama, başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını قُلْ أَغَيْرَ اللهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ “De ki: O her şeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayacağım?”[13] ve قُلْ أَغَيْرَ اللهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلاَ يُطْعَمُ “De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı rab edineyim?”[14] gerçekleri etrafında örgülenme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rızâ düşüncesi, aynı zamanda hakikî tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka çok önemlidir. Bu seviyedeki rızâ, Hak sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalbde âdeta başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyâr adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.
İkinci derecedeki rızâ, mârifet erbâbının rızâsıdır.. ve buna “rızâ anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalb ibresinin en az bir zaman içinde dahi, en küçük sapmalara meydan vermemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rızâ adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık bu, mârifetle donanmış kalblerin Hak’la muâmelesi olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü derecedeki rızâya gelince o, asfiyânın rızâsıdır ve Hakk’ın rızâsına rızâ şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.
Birinci derecedeki rızâ; irâdî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesâbesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve ayn-ı kurbet olan nafileden sayılmıştır.
Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtivâ ettiğini söylemek de mümkündür. Zira, rızâ yolunda olma ve rızâ mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızâyla bütünleşme ve rızâlaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tâbir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecelli, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir.”[15] âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmektedir. Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de
ذَاقَ طَعْمَ اْلإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولاً “Rabbim diye Allah’tan, dînim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den hoşnut olan, imanın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır.”[16] sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.
Aşağıdaki mülâhazalarla, rızâ adına duygu ve düşüncenin beslenebileceğini, bu çetin yolun bir kısım sertliklerinin kırılabileceğini, cismânî ve dünyevî tepkilerin de bir ölçüde ta’dîl edilebileceğini düşünüyoruz:
* Hakk’ın takdir ve tecellileri karşısında insan bir figürdür; o, üzerine aldığı rolün şekil ve keyfiyetine karışamaz..
* Başa gelen her şey, şart-ı âdî plânında insanın eğilimlerine göre tesbit edilmiştir. Ve bunu değiştirmeye de Yaratan’dan başka kimsenin gücü yetmez..
* İnsan her şeyiyle Allah’ın mülkü ve kölesidir; köle, efendisinin tasarruflarına müdahale edemez..
* Eğer insan, gerçekten Allah’ı seviyorsa, O’ndan gelen gülü de, dikeni de hoş görmelidir.
* İnsan başına gelen şeylerin neticelerini pek kestiremez; oysaki bunların içinde dünya kadar maslahatlar da olabilir.
وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin hakkınızda hayırlıdır.. ve yine olur ki siz bir şeyi seversiniz ama, o sizin için şerdir; siz bilmezsiniz, her şeyi Allah bilir.”[17] fermân-ı sübhânîsi bunu tasrih etmektedir.
* Müslüman, Allah’a teslim olmuş kimse demektir.. bu itibarla da onun, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına karşı hoşnutsuzluğu kat’iyen söz konusu olamaz.
* Her şeyden evvel mü’min bir hüsn-ü zan insanıdır; insanlara karşı hüsn-ü zanla emredilen birinin, Rabbisinin muâmelelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki.?
* Kaderden gelen hadiseler karşısında, iyi görmek, iyi düşünmek ve hüsn-ü te’vilde bulunmak, her şeye rağmen insanın içini huzur ve inşiraha gark eder.
* Dünyada, yerine getirme mecburiyetinde olduğumuz sorumluluklar veya maruz kaldığımız hususlar, öteler hesabına şekillenmemiz için birer esas ise, cebrî eğitim ve öğretim gibi, insanın bunları severek yerine getirmesi gerekmez mi?.
* Kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rızâ göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir.
* Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine karşı rahatsızlık duymanın, gam, keder ve dağınıklığa sebebiyet vermesine karşılık, hep rızâ yörüngeli yaşamak ise, hislerimiz açısından cehennem içinde dahi olsak bize, cennetlerin neşvesini yaşatır.
* Rızânın gerektirdiği yerlerde, sebepleriyle hep onu arama, ilâhî teyidâtın reddedilmeyen davetiyesidir.
* İnsanlara karşı kalb bulanıklığı ve gıll ü gış eğer bir sû-i edepse, bunun, Allah’ın icraatına karşı duyulup hissedilmesinin nasıl affedilmez bir günah olduğunu ifadeye saygımız müsaade etmeyecektir.
* Bir insan için kader ve Hakk’ın tecellilerine rızâ, en önemli bir saadet vesilesidir. Konuyla alâkalı Hz. Sâdık u Masduk’un
مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ آدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضَى اللهُ، وَمِنْ شِقْوَةِ ابْنِ آدَمَ سَخَطُهُ بِمَا قَضَى اللهُ “Âdemoğlunun en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri, hiç şüphesiz Allah’ın kazasına razı olması.. ve onun en önemli talihsizliği de Allah’ın takdirlerini öfkeyle karşılamasıdır.”[18] şeklindeki mübarek sözleri de bu hususu tenvir etmektedir.
* Bir insanda Allah’ın icraatına karşı hoşnutluk hissi, onun kalbini lâhûtî esintilerle doldurur; hoşnutsuzluk duygusu ise, şeytânî vehimlerle.
* Hayatlarını rızâ yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdetâ bir şükür dantelâsı hâline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler…
* Hakk’ın icraatına karşı adem-i rızâ ve öfke, şeytanın insana nüfûz yollarının en müessiridir. Böyle bir ruh hâleti içinde bulunup da şeytana yenik düşmeyen çok az insan vardır.
* Hakk’ın seninle olan muâmelesini gönül rızâsıyla karşılaman, seninle gök sâkinlerinin ortak paydasıdır.. ve bu da, şeref olarak sana yeter.
* Râzı olan, hüdâ’ya; olmayan da, hevâya uymuş demektir.
* Allah’ın, hakkımızdaki hükümlerine razı olmak, O’nun istediklerini, şahsî arzu ve isteklerimizin önüne geçirme mânâsına gelir. Bilmem ki, aksi mülâhazaları hatırlatan madalyonun öbür yüzünü ifadeye gerek var mı?
* Bütün ibadet ve tâat, rızâ meşcereliğinin meyveleri; bütün ma’siyetler de, rızâdan mahrumiyetin..
* Rızâ, insanı, Rabbiyle iç cedelleşmeden kurtarır. Böyle bir cedelleşmenin nasıl bir sû-i edep olduğunu söylemeyi isrâf-ı kelâm sayarız..
* Hakk’a karşı rızâ duygusu عَدْلٌ فِيَّ قَضَاؤُكَ “Hakkımdaki her hükmün ayn-ı adâlettir.”[19] düsturuna saygı ve inancın ifadesidir..
* Yeryüzünde ilk ma’siyet, şeytanın, kendi hakkındaki takdire rızâ göstermemesiyle başlamıştır.
* Bir insan için rızâdan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi.. oysaki, ötelerde sonu olmayan en son nimet [20] وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ fehvâsınca Hakk’ın hoşnutluğudur..
* Rızâ, dînin temeli sayılan en önemli esaslar üzerine bina edilmiştir. O, tevekküle dayanmakta ve onun hakikati, yakînle kanatlanmakta ve onun özü, muhabbetle ebediyete mazhar olmakta ve onun mâyesi, sadâkatin şâhidi, şükrün de fiilî beyânıdır.
* Rızâ bir hamlede insanı evc-i kemâlâta çıkaran öyle büyülü bir asansördür ki, ona binebilenler, hedeflerine zamanüstü bir hızla ulaşırlar.
* Muhabbet, ihlâs, inâbe, evbe, rızâ yamaçlarının çiçekleridirler. Hak rızâsına kilitlenememiş gönüllerde bu vasıfları aramak ise beyhûdedir.
Zâhirî duygularla îfâ edilen amellerin mükâfatları, kat kat da olsa, kemmiyetin dar kalıplarıyla ifade edildiğinden az sayılır. Rızâ ve rızâ buudlu kalbî amellerin sevapları ise, kalbin enginliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) ve tasavvurlar üstüdür.
Rızâ, Hak katında en büyük bir mertebedir ve onun en seviyelisi de en büyüklerin ortak vasfıdır. Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’dan diğer peygamberlere, onlardan da diğer bütün asfiyâ ve evliyâya uzanan çizgide, ihlâs, yakîn, tevekkül, teslimiyet ve tefvîzde finale kalmış devâsâ kametlerin, ona ulaşabilmek için soluk soluğa yarış yaptıkları mübarek bir hedeftir. Bu hedefe ulaşma uğrunda nelere katlanılmış, ne tahammülfersâ şeyler göğüslenmiş ve ne kandan irinden deryâlar geçilmiştir.
İşte rızâya kilitli bir çilekeşin iniltileri:
اَي جَفَايِ تُـو زِدَوْلَت خُوْبتَر
وَانْتِـقَـامِ تُـو زِجَـانْ مَحْبُوبْتَرْ
عَاشِقَم بَرْقَهرُ وُ بَر لُطْفَشْ بَجِد
بُو العَجَب مَن عَاشِقِ هَرْ اِينْ دُوضِد
وَالله اَرْ زِينْ خَار دَرْ بُسْتَان رَوَم
هَمْچُو بُلْبُل زِينْ سَبَبْ نَالاَنْ شَوَمْ
اِينْ عَجَبْ بُلبُل كِه بُكَشَايَدْ دَهَانْ
تَـاخُورَدْ او خَـارْ رَا بَا گُلِسْتَان
“Ey sevgili, senin cevr u cefân devletli olmaktan daha güzeldir. Senin intikamın candan daha sevgilidir. Ben cidden O’nun kahrına da lütfuna da âşığım. Ne gariptir ki ben zıtların âşığıyım. Allah’a kasem olsun ki, bu hâr-ı belâdan bostân-ı safâya gidersem, hep bülbül gibi inleyici olacağım. Gariptir; bülbül ağzını açtığında hem hâr hem de gülistan söyler.” (Mesnevî)
Bu sahada hoş bir söz de Hurûfî şair Nesîmî’den:
Bir cefâkeş âşıkem ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr senden dönmezem.
Evet, rızâ makamı, cem u fark üstü bir makamdır ve o makamın solukları da: [21] ضَرْبُ الْحَبِيبِ زَبِيبٌ “Lütfun da hoş kahrın da hoş.” sözleridir.
اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَيِّدِ الْمَرْضِيِّينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلَصِينَ
[1] Örnek olarak bkz. Tevbe sûresi, 9/62; Mümtehine sûresi, 60/1; Beyyine sûresi, 98/8
[2] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/320; el-Mu’cemü’l-evsat 7/203, 8/192; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/218
[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.309
[4] Müslim, iman 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/208
[5] Âl-i İmran sûresi, 3/85
[6] Örnek olarak bkz. Mâide sûresi, 5/119; Mücadele sûresi, 58/22
[7] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/478-479
[8] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.311
[9] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.311
[10] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.311
[11] Nesâî, sehv 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/191
[12] Fecr sûresi, 89/27-30
[13] En’âm sûresi, 6/164
[14] En’âm sûresi, 6/14
[15] Beyyine sûresi, 98/8
[16] Müslim, iman 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/208
[17] Bakara sûresi, 2/216
[18] Tirmizî, kader 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/168
[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/391, 452
[20] “Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır” (Tevbe sûresi, 9/72)
[21] Sevgilinin vurup dövmesi size üzüm şırası içirmek demektir
İnbisât
Genişleme, yayılma, içte derinleşme ve kendi tabiatını aşma mânâlarına gelen inbisât; erbâbınca, şer’î hudutlar çerçevesinde, gönlün herkese açılması, tatlı dil ve güler yüzle hoşnut edilebilecek herkesin hoşnut edilmesi.. ve Allah’la münasebet açısından da havf ü recâ halîtası bir hâletin, insan benliğine hükmetmesinden ibarettir ki, bu seviyeye ulaşan kalbler, huzurda bulunmanın heybetiyle soluklarını yutar, huzur esintilerinin neşe ve sevinciyle de dışarıya çıkarırlar. Nefes alırken ürperir, verirken de inşirâh duyarlar.
Bu itibarla inbisâtı, halkla alâkalarımız ve Hak’la münasebetlerimiz içindeki inbisât olmak üzere ikiye ayırabiliriz:
1. Halkla alâkalı münasebetlerimiz içinde inbisât; Hak’la aramızdaki irtibâtı koruyup-kollama kaydıyla, insanlar arasında, insanlardan bir insan olarak, herkesi kabûl edip onlara kendi idrâk ve anlayışları içinde muâmelede bulunmaktan ibarettir. Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.), çevresiyle münasebetlerinde, yer yer işi lâtîfeye vardıracak şekilde, tekellüfsüz, yumuşak ve rahat davranır; hikmet dolu nükteleriyle onların havsala ve idrâk seviyelerinde dolaşır ve o murâkabe insanlarına tebessüm eder, tebessüm ettirir ve nefes aldırırdı. “Kalb tıpkı bir ayna gibidir. Zaman zaman ciddilik o aynayı buğulandırabilir.. o buğuları da lâtîf lâtîfelerden başka bir şeyle silip aynayı cilâlamak mümkün değildir.” (Az bir tasarrufla Minhâc)
2. Hak’la irtibâtımız içinde inbisât; hâller üstü bir hâlle, korku ve ümîdi birden ruhta yaşama ve “inbisât” halîtasını soluklamadan ibarettir. Havf ü recâ, nefsin hâllerinden olup, yolun başındakilerin Hak’la münasebetlerine bir unvan; tamamen âriflerin hâli olan inbisât ise, kalbî hayatın ayrı bir buudu ve gönül erlerine has bir hâlettir. İnbisât seviyesine ulaşamayanların inbisât gibi görünen halleri, çok defa kendilerinde hâsıl olan bir ülfet-i mârifetle, temkini tahrip ve insanı Allah’a karşı sû-i edep sayılabilecek lâubaliliklere sevk edebilir…
İnbisât; insanın cismânî arzulardan sıyrılarak ve bedenî tutkuların tesirinden kurtularak Hakk’ın isim ve sıfatlarına mücellâ (pırıl pırıl) bir ayna olma makamında zuhûr eder ki -bu makama ister “cem'” ister “mahv” mertebesi diyelim netice değişmez- şahsın, Hak’tan gelen esintilerle şekillendiği ve renkler üstü renklere büründüğü sırlı bir noktadır. Bu noktaya ulaşanların inbisâtı ketmetmeleri imkânsız, ulaşamayan mübtedîlerin inbisâttan dem vurmaları ise küstahlıktır. “Eğer şâhın nedîmi naz ve cilve yaparsa, sen de onu yapmaya kalkma! Çünkü sen, o senede mâlik değilsin! Ey bu fânî âlemin kayıtlarından kurtulamayan kimse, sen mahv u sekr ve inbisâtı ne bilirsin!” Ruhun şâd olsun Mevlânâ! Beden ve cesedin kulları rûhu ne bilir! Bedenin mahbûsu rûhâniyât ve ledünniyâtı ne bilir! Hak ateşi ile elli defa yanıp püryân olmuş gönüllere sormalı şâk şâk sînelerin derdini ve verâların rengiyle tüllenen inkıbâz ve inbisâtları..!
اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا اْلإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
Kast ve Azim
Kast; teveccüh, îtimat, dosdoğru yürüme, bir hedef belirleyip o istikamette hareket etme, ifrat ve tefrite düşmeden itidalli düşünme, itidalli yaşama ve hep itidali takip etme mânâlarına gelir ki, lügatlere mevzu teşkil eden bu mefhumlarla erbâbının; Mahbûb-u Hakîkî olan Allah sevgisini, Allah hoşnutluğunu elde etme yolunda, O’ndan başka her şeyden kalbî alâkayı kesme şeklindeki tariflerini irtibatlandırmak her zaman mümkündür.
“Dil beyt-i Hudâdır, ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde.”
(İ. Hakkı)
Yani, “Gönül bir Hudâ evidir, onu Allah’tan gayri her şeyden pâk tut ki, o sarayın gerçek sahibi, tecelli köşkünü rahmetle şereflendirsin.” ifadesinde bu yüksek teveccüh ve îtimadı ve bu yüksek hedefi tahakkuk ettirme istikametindeki niyet ve kararlılığı anlatmakta ve kasttan azme, azimden hedefe, çok uzak ve yakın, çok uzun ve kısa bir mesafeyi kuşbakışı gözlerimizin önüne sermektedir.
Aslında ifrat ve tefrite, dolayısıyla da kalbî ve rûhî sıkıntılara mâruz kalmadan huzur ve itminân içinde bulunmanın önemli tek bir yolu vardır; o da, Hak rızâsı ve Hak sevgisinin esas alınıp, hayatın bir dantelâ gibi bu esaslar çerçevesinde nakşedilip yaşanmasıdır. “Bir gönül ki, Dost’tan, Dost talebinden hâlîdir, o, ızdırap ve sıkıntılardan kurtulamaz! Bir baş ki, onda Dost sevgisi yoktur; o başta öz ve mânâ arama! Zira o baş, bir post ve deriden ibarettir.” (Mesnevî)
Gönlünde O’na doğru seyahate karar vermiş ruhlar, bir lâhza bile yolculuktan, yol tasavvurundan ve o yolda hedeflenen yüce mânâ ve yüce gâyelerden gafil olmazlar. Bir kere gözleri ağyâra kaysa ve ağyâra “yâr” deseler, bir ömür boyu efgân eder inlerler. O’nun yoluyla hiç tanışmama büyük bir talihsizlik, “tanıyıp-tanıştım” dedikten sonra takılıp yollarda kalma ise bir hüsran ve haybettir. Hem de ne hüsran ve haybet!
Kast, evvelâ, kalb yamaçlarında doğar ve gelişir, his vadilerinde bir çağlayan hâline gelir ve gürler. Sonra da insanın bütün benliğini sarar.. ve trafik işaretleri gibi ona gideceği hedefi gösterir. Bu mânâda kast, şuurlu bir niyettir ve gönül tepelerine saçılmış bir tohum gibidir. Bu niyetle gerilen ruh ve gönül tepelerine tohum saçan el, bir de ilahî teyidle desteklenmişse, her hamle ve her gayret döl yatağını yüzlerce hayr u berekete açar ve beklemeye koyulur. Kast ile belli bir turnikeye giren insan, iki adım ötede azimle buluşur ve o atmosfere girince de âdeta hedefe doğru yüzmeye başlar.
Azmi; herhangi bir mevzuda kararlı olmak, karar verdiği şeyde çeşitli alternatiflere kapalı bulunmak, arkasına düşüp talep ettiği hususlarda sebât etmek ve üzerine aldığı sorumlulukları ciddi bir mes’ûliyet şuuru ile yerine getirmek şeklinde de tarif edebiliriz.
Azim, kastın ötesinde irâdenin daha derince bir buududur. Ve aynı zamanda, tevekkül ve teslimiyet semâsına yükselme yolunun da ilk basamağıdır. Kur’ân-ı Kerîm, bu başlangıç ve sonu o kendine mahsus büyüleyici ifâdeleriyle sadece dört-beş kelime içinde şöyle noktalar: “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül ol..!” (Âl-i İmran sûresi, 3/159) Bu ilk basamak tevekkülle aşılır ve teslimiyetle tesbit edilirse, tepeler dümdüz, düz yollar da bütün bütün pürüzsüzleşir ve insan havada uçuyor gibi gider maksuduna ulaşır.
Kast u azim, kendilerine mahsus derinliklerle, irâdenin buudlarından iki buud ve onun önemli iki esasıdırlar. Uzun seyahatlere niyet etmiş her yolcu, mutlaka kast u azim menziline uğrayıp “vize” alma mecburiyetindedir. Bu menzilden vize aldıktan sonradır ki, gerçek yolculuk başlar. Hem de, kast u azim kanatları altında ve onlarla başlayan bir sırlı derinlik içinde… İrade murada inkılap edip onun içinde eriyince, birer proje ve taslaktan ibaret olan kast u azim de itibarî birer unvan hâline gelir ve silinir-giderler. Hak dostu: “Her kim mükellefiyetlerinin üstünde, Allah’a vuslat arzusuyla şahlanırsa, Hudâ ona gelir.” der. Gelir de, onun gören gözü, işiten kulağı ve konuşan lisânı şeklinde tecelli eder.
Evet, kast u azmin kanatlarıyla yoldakiler için vuslat, fenâ içinde bir bekâdır. Yolları aşmış ve muradlaşmış ruhlar içinse, vuslat, bekâ içinde bekâdır ve hayırların hayır doğurduğu bu “doğurgan dâire” içinde elemin izine bile rastlanmaz. Elemin izine rastlamak şöyle dursun, orada elemler lezzet ufkunda doğar-batar, kahırlar da lütuflarla iç içe yaşar. Başı bu noktaya ulaşmış bahtiyar bir ruh her zaman “Kahrın da hoş lütfun da hoş” der.. ve elinde rızâ kâsesi, Hak’tan gelen her şeyi cennet kevserleri gibi yudumlar gezer.
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الثَّبَاتَ فِي اْلأَمْرِ وَأَسْأَلُكَ الْعَزِيمَةَ فِي الرُّشْدِ وَأَسْأَلُكَ شُكْرَ نِعْمَتِكَ وَحُسْنَ عِبَادَتِكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
İrâde, Mürîd ve Murâd
İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme mânâlarına gelen irâde; hayatını kalb ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: “Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma” şeklinde anlaşılmış ve tarif edilmiştir.
Mürîd; kendi güç ve kuvvetinden teberrî edip, zerreden sistemlere kadar her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudreti Sonsuz’un irâdesine râm olan.. murâd ise, Hak arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya (O’ndan başkasına) kapanmış; O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış, dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı (gözdesi) olmuş bahtiyar ruh demektir.
İrâde; يُرِيدُونَ وَجْهَهُ “İş ve davranışlarında sırf O’nu ister ve dilerler.”[1] gerçeğine göre, hak yolunun yolcuları için ilk menzil ve sonsuza yelken açanlar için de bir ilk konaktır. Nâmütenâhîye açılan hemen herkes, ilk defa bu liman ve bu piste uğrar. Sonra da bu birinci durağın anilmerkez gücüyle yükselir, hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış, şahsın safveti, madde ile irtibatı ve merkezdeki gücün iticiliğiyle mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Hakk’ın tevfiki ve irâde gücüne göre, kimileri bu mesafeyi yerde yürüme sür’atiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat’eder. Nebîde miraç, velîde arşiye, dervişte seyr u sülûk, Hakk’ın tevfikiyle desteklenmiş irâde, mürîd ve murâda birer parlak misâldirler.
Mürîdle irâde arasında bir alâka vardır ama, bu daha çok bir iştikak alâkasıdır. Sebeplerin, sathî akıllar nazarında, ilâhî izzet ve azamete perde olması gibi, izâfî bir varlık sayılan insan irâdesi de
فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ “Dilediğini dilediği gibi yapan”[2] Zât’ın irâdesinin gölgesinin gölgesidir. Gölge asla tâbi olduğu gibi, yaratılan irâdeler de yaratıcı irâdeye tâbidirler. Gölgede vehmedilen parlaklık, canlılık ve câzibenin, aynalara akseden sûretlerin parlaklık, canlılık ve câzibesinden farkı yoktur… Ne var ki, yolun başındakiler için bunu anlayıp kavramak pek de kolay değildir.
Mürîd, irâdesini mutlak irâdeyle irtibatlandırıp murâd ufkuna ulaşacağı ve bedenden rûha, cisimden kalbe, düşünceden vicdana yükseleceği âna kadar, kat’iyen “fark”tan kurtulamaz.. kurtulamaz da, irâdeyi ayrı, irâde edeni ayrı ve murâdı da hep ayrı görür. Evet, hak yolcusu, yolun başlangıcında mürîd, nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâl etme gayreti içinde mürîd, Hak’la münasebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı hâline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, her şeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve mârifet arası gelip-gittiği ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kaneviçesini ördüğü zaman da murâddır.
“İlme’l-yakîn”in başlangıcından “hakka’l-yakîn”in nihâyetine kadar bu çok geniş mesafede, nisbî pek çok ibtidâ ve intihâlar vardır. Meselâ: Pek çoklarına göre رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي “Rabbim sînemi aç, rûhuma genişlik ver.”[3] bir intihâdır. Ama أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ “Biz, Senin sîneni açıp rûhuna genişlik vermedik mi?”[4] mazhariyetine göre bir ibtidâdır. Kezâ رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ “Rabbim göster cemâlini göreyim Seni.”[5] kendi makamında bir son ama,
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “O’nun gözü ne kaydı ne de kamaştı.”[6] ufkuna göre bir başlangıçtır. Bunun gibi إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir.”[7] bir maiyeti idrâk ifâdesidir. Ama, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.”[8] hakikat-i âliyesiyle kâbil-i kıyas değildir.
Mebde’de, sadâkat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkin ve edep. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.
Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakk’a yalvarıp yakarma, irâdeyi besleyen önemli kaynaklardan biridir. Bunun ötesinde, Hak inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli hâline gelmesi[9] ise, onun nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır.
اَللَّهُمَّ أَلْهِمْنِي رُشْدِي وَأَعِذْنِي مِنْ شَرِّ نَفْسِي اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ
[1] En’âm sûresi, 6/52; Kehf sûresi, 18/28
[2] Bürûc sûresi, 85/16
[3] Tâhâ sûresi, 20/25
[4] İnşirâh sûresi, 94/1
[5] A’râf sûresi, 7/143
[6] Necm sûresi, 53/17
[7] Şuarâ sûresi, 26/62
[8] Tevbe sûresi, 9/40
[9] Bkz. Buhârî, rikak 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/256
Yakîn
Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhânî seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır. Böyle bir makam, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için sözkonusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, kendisi için inkişâf ve terakkînin de bahis mevzuu olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ (s.a.s) tarafından -tabiî kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibaret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a’zamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakikat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben miraca, rûhen مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Ne göz kaydı ne de haddi aştı.”[1] ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecelliler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını sistemli mütâlaası, eşyâyı tekrar-ber-tekrar hallaç etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklit kabul etmez sikke ve tuğraların ifâde ettikleri mânâlara.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını ilhamların tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalbde tecellisine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer lâtîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî mânâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir mazhariyettir.
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyasında, sevinç, itminân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları, hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hak’la beraberdirler.
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellilerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez.”[2] demişlerdir- eşyânın hakikatinin renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonrası da müşâhede -gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan- mevhibeler âleminde seyahat ufkudur.
Yakîn, mebde itibarıyla kesbî, müntehâ ve netice itibarıyla da bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının, eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz’î irâde ve onun taallukunu kastediyorum- ve mutlaka mârifet vizelidir. Mârifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delillerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. maşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhât bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde.. kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve her şeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılap ettiğini duyar ve yaşar…
Evet, yakîn, başlangıcı itibarıyla, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibarıyla ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysaki mesele, tamamen bir mebde ve müntehâ meselesi.. hatarât ise [3]إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ fehvâsınca herkes için bahis mevzuu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütâlaa edilmiştir:
1. İlme’l-yakîn ki; apaçık delil ve bürhanların aydınlık dünyasında, o delil ve bürhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma hâli,
2. Ayne’l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,
3. Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bu üç hususu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.
Yakînin, hususiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerre-deye tatbikine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir meseledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى صَاحِبِ الْيَقِينِ الأَتَمِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اْلاَكْرَم وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Necm sûresi, 53/17
[2] Hz. Ali’nin (r.a.) sözü olarak meşhur olan bu ifadeler için bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/203; Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa s.193
[3] “Allah’ın rahmetiyle kuşatması durumu hariç (Beni de amelim kurtarmaz)” (Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, münâfıkîn 71-78; İbn Mâce, zühd 20)
Zikir
Anmak, hatırlamak, yâd etmek mânâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın (c.c.) ad ve unvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının -bu yolun adı ne olursa olsun- bazılarında “اَللهُ“, bazılarında “لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” -mürşid ve rehberin tayinine göre- bazılarında da daha değişik isim ve unvanlarla edâ edilir.
Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek… Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Başta “latîfe-i rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâd etmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı meseleleri, emr ü nehiyleri, va’d ü vaîdleri, mükafât ü mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar-ber-tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar her şeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhût’a nur-efşan birer tercüman ve “hakikatü’l-hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir. Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatip gibi konuşan âlem-i lâhûtu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki, bazen bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir; gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve mânevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. “Sübühât-ı vech”in nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar; aşar da her gönül erbâbı ve her istidat, “zâtü’l-emr”e muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle kendini bir zikir velvelesi içinde bulur. Derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.
Bazen zikir, öylesine köpürüp insan benliğini sarar ki, zikirden de zâkirden de nâm u nişân kalmadığı böyle bir istiğrak hâlinde, kimileri “لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ اللهُ“, kimileri “لاَ مَشْهُودَ إِلاَّ اللهُ” kimileri ” لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” ve kimileri de, tabiî şuurlarının külliyeti ölçüsünde, ” لاَ “dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek ” إِلاَّ اللهُ“a geçer ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhid”e devam ederler.
Herhalde, işte böyle bir kurbet ve böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar. Bu mübârekiyete işâret için hadis olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde:
لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ لاَ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ “Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz.”[1] buyurulur.
İlâhî emir ve yasakları, ciddi bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu nevi zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunmak sûretiyle, o dergâha kabul yollarını araştırarak beşerî acz ü fakrımızı ilân üslubuyla ilâhî kudret, ilâhî kuvvet ve ilâhî gınâya ihtiyacımızı bir arz hamlesidir.
Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hak’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ “Anın Beni ki anayım sizi”[2] ilâhî fermânı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.
Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla hep O’nu mırıldanınca, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz onca dünyevî işlerinize rağmen O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak.. siz rahat zamanlarınızda O’nu dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda yollara dökülüp O’nu cihana duyurunca, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz bütün davranışlarınızda ihlâslı olunca, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek…[3] Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfik ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir derinleştirecektir ki, وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!”[4] emr-i rabbânîsi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu “salih dâire”yi ihtar etmektedir.
Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir. Cehrî, hafî her şekliyle zikir, duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i “sübühât-ı vech”in bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.
Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu, ins-cin herkese ilân etmenin unvanıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Zaten, Peygamber beyânıyla -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı, kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..[5]
Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu, Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi ve en emînidir. O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin her an O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması, sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd ü zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır!
Zikrullah, kurbet helezonunda öyle bir seyahattir ki; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durunca insan, bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lâhzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır; ulaşır da gök kapılarının aralığından ötelere ait neler ve neler seyreder..!
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde[6] belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi câiz olmayan vakitler de vardır.[7] Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile mukayyet değildir.
اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar.”[8] fehvâsınca, ne zaman itibarıyla ne de hâl itibarıyla zikrullah’a tahdit konmamıştır.
Kitap, Sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullah konusunda yapıldığı ölçüde bir başka şeye terğib ve teşvik yapıldığını hatırlamıyorum. Aslında o, namazdan, cihada kadar her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.
Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde tesiri ölçüsündedir ki; sofîler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derunlarındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir. اَللهُ يَعْلَمُ أَنِّي لَسْتُ أَذْكُرُهُ وَكَيْفَ أَذْكُرُهُ إِذْ لَسْتُ أَنْسَاهُ “Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!”[9] sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek olsa gerek.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي لَكَ ذَكَّارًا لَكَ شَكَّارًا لَكَ رَهَّابًا لَكَ مِطْوَاعًا لَكَ مُخْبِتًا إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الذَّكَّارِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْمُخْبِتِينَ الْمُنيبِينَ
[1] Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa s.197; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/226
[2] Bakara sûresi, 2/152
[3] Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32), tevhid 35; Müslim, iman 39, cennet 5-6
[4] Bakara sûresi, 2/152
[5] Müslim, iman 234
[6] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/136; ed-Deylemî, el-Müsned 2/404
[7] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 30, 31; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 285-296
[8] Âl-i İmran sûresi, 3/191
[9] Beyhakî, bu sözün bir hikmet erbabından nakledildiğini belirtir. (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/331)
İhsan
İhsan; lügat itibarı ile iki şekilde kullanılır: Biri ” أَحْسَنَهُ ” dur ki; bir şeyi güzel ve mükemmel yaptı, ihsan şuuru ile davrandı, hep mükemmeli takip etti; diğeri ise ” أَحْسَنَ اِلَيْهِ “dir ki; iyilik etti, ihsan ve cemilede bulundu mânâlarına gelir.
Her iki anlam da, Kur’ân’da ve Sünnet’te nazar-ı itibara alınmış, yer yer bunlardan birisine, zaman zaman da her ikisine birden tevcihte bulunularak telvine gidilmiştir ki, Hazret-i Yûsuf’un (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ihsan şuurunu tescil bölümünde buna işaret edilmişti.
Hakikat ehlince ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler plânlama, iyi işlere mukayyet kalma ve kullukla alâkalı bütün davranışların, Allah’ın nazarına arz edilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.
İhsana ulaşabilmek için, duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir imana bina edilmesi, iman gerçeğinin İslâmî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile ilâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise Hak murakabesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır.
Evet, اَلإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.”[1] hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenâb-ı “Şâhid-i Ezelî”nin nazarına arz edilebilecek şekilde, inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve lâtîfe-i rabbâniye buudları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhûru, taşması ve intişârıdır ki; birinci şıkkın tabiî neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.
Bu mânâdaki, ihsanın insanlara bakan yanını,
أَنْ تُحِبَّ لِأَخِيكَ مَا تُحِبُّ لِنَفْسِكَ “Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen”[2] düstûru; bütün yaratıkları içine alan evrensel buudunu da,
إِنَّ اللهَ كَتَبَ اْلإِحْسَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ فَإِذَا قَتَلْتُمْ فَأَحْسِنُوا الْقِتْلَةَ وإِذَا ذَبَحْتُمْ فَأَحْسِنُوا الذَّبْحَ وَلْيُحِدَّ أَحَدُكُمْ شَفْرَتَهُ وَلْيُرِحْ ذَبِيحَتَهُ “Allah, her şeye karşı ihsanı kabul etmiştir; öyle ise öldürürken (ölümü hak etmiş kimseleri) ihsan tutkusu ile öldürün! (Bir hayvanı) boğazlarken ihsan hissi ile boğazlayın (yani) bıçağınızı iyi bileyin ve keseceğiniz hayvanınızı rahat ettirin!”[3] hadis-i şerifleri ifade etmektedir.
İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşıtı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir ki; zannediyorum,
هَلْ جَزَاءُ اْلإحْسَانِ إِلاَّ اْلإِحْسَانُ “İhsanın mükâfatı da başka değil yine ihsandır.”[4] ilâhî beyânı da işte bunu hatırlatmaktadır. Nitekim bir gün, Hazreti Sâdık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: “Biliyor musunuz Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?” Ashab: Allah ve Resûlü bilir; cevabını verince, O da sözlerine şöyle devam etmişti:
يَقُولُ: هَلْ جَزَاءُ مَنْ أَنْعَمْتُ عَلَيْهِ بِالتَّوْحِيدِ إِلاَّ الْجَنَّةُ ‘Benim kendisine iman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!’ diyor.”[5]
İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalb tepelerini sarınca, ilâhi eltaf sağanak sağanak boşalmaya başlar.. ve insan kendini لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ “İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır.”[6] kuşağında bulur; bulur ve insan olma mazhariyetini en engin hazlarıyla duyar ve yaşar. Bu mevzuda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalblerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden, fazl ve lütuf kaynaklı ilâhî vâridat vardır ki, onun tasavvuru bizi de bizim düşüncelerimizi de aşar..!
İnsanı Hakk’a ulaştırmada en aldatmaz vesilelerden biri kalbdir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru her gün, imanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takvâ ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihâl” eder yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye, ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratlarının gereğiymişçesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “mâruf” soluklarlar.
اَللَّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي اْلأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ اَللَّهُمَّ اقْسِمْ لَنَا مِنْ خَشْيَتِكَ مَا تَحُولُ بِهِ بَيْنَنَا وَبَيْنَ مَعَاصِيكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ الْمُحْسِنِينَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين
[1] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 7; Ebû Dâvûd, sünnet 16
[2] Bzk. Buhârî, iman 7; Müslim, iman 71
[3] Müslim, sayd 57; Tirmizî, diyât 14; Ebû Dâvûd, edâhî 111
[4] Rahman sûresi, 55/60
[5] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/372; ed-Deylemî, el-Müsned 4/337; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 4/279
[6] Yûnus sûresi, 10/26
Basiret ve Firaset
Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delil ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalb gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme melekesi” olarak tarif edilmiştir.
Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatini kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellilerle nurlanıp Zât-ı Ulûhiyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâktir ki, idrâklerin yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delil ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.
Basar, Allah’ın nur-efşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ “Aralarında taksimi yapan Biziz.”[1] mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellide en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını, arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hak tecellilerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir ve bu mevzuda O’nun eşi-menendi yoktur. قُلْ هَذِهِ سَبِيليِ أَدْعُوا إِلَى اللهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي “De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…”[2] beyânı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin hususiyet ve azametine işâret etmektedir.
Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, miracın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir “amâ” sanılan varlığın perde arkasını, bir solukta gezip gördü.. bir kitap gibi mütâlaa etti..iman rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ…” duygularının mûsikîleştiği noktada قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “İki yay arası kadar, hatta daha da yakın…”[3] nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı…
Bazen basîretteki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “te’vîlü’l-ehâdîs”e (eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumuna) uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda, birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.
Sezme, anlama mânâlarına gelen firâset, idrâkin iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hak nurunun tecellisine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi her şeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere aslâ takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.
İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ “Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır.”[4] gölgesinde seyahat edenlere çok mânâlı birer lâfız, hatta birer kitaptır. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ “Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder.”[5] sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatiyle temasa geçer, varlığın perde arkası itibarıyla gerçek çehresine muttali olur, her şeyin hakikî yüzünü kavrayıp ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar.. ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.
Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ bin bir mânâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları da aldatmayan birer beyân olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nur-efşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi bunların tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.
اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ قُلُوبًا أَوَّاهَةً مُخْبِتَةً مُنِيبَةً فِي سَبِيلِكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ رَهْبَرِ سَبِيلِكَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Zuhruf sûresi, 43/32
[2] Yûsuf sûresi, 12/108
[3] Necm sûresi, 53/9
[4] Hicr sûresi, 15/75
[5] Tirmizî, tefsîru sûre (15) 6
Sekîne ve Tuma'nîne veya İtmi'nân
Sekîne; sükûn kökünden, vakar, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet; ya da dalgaların dinmesi ve onun sakinleşmesi mânâlarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşmasıdır ki; böyle bir kalb, sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollar, lâhûtî esintilere açık bulunur ve hep itminân etrafında dolaşır. Bu makam aynı zamanda “ayne’l-yakîn” mertebesinin de başlangıcıdır. Bu itibarla da, çok defa ilim yoluyla gelen vâridatla, basîretin avladığı şeyler birbirine karışır; muvakkaten müşâhede ufku buğulanır; bundan da bir kısım iltibaslar doğabilir.
Sekîne, bazen, sezilip-sezilmedik gizli işaret ve emâreler şeklinde zuhûr eder; bazen de bizim gibi avamdan insanların bile tanıyıp-bileceği kadar açık tecellilerle gelir. Sekîne ve ona refreflik eden işaret ve emâreler ister vicdan kulağına fısıldanan birer mânevî esinti, birer ilâhî nefha gibi ancak çok dikkatle sezilebilecek türden olsun; isterse, İsrailoğullarına ihsan edildiği gibi herkesin görebileceği şekilde ve hârikalar izhâr eden bir cisim mâhiyetinde -ki Üseyd b. Hudayr’ı, Kur’ân okuduğu esnada ve daha başkalarını farklı durumlarda bürüyen buğumsu şeyleri hatırlayabiliriz- zuhûr etsin, kuvve-i mâneviyemizi kanatlandırsın ve irâdelerimize fer versin, o her zaman, “Îmânlarına iman katmak için mü’minlerin kalblerine sekîne ve emniyet indiren O’dur.” meâliyle ifâde edeceğimiz هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَعَ إِيمَانِهِمْ âyetinde[1] anlatılan, aczini-fakrını müdrik ve ihtiyaçlarının şuurunda olan mü’minlere medâr-ı şükran ve medâr-ı şevk olmak üzere ilâhî bir teyiddir. Bu teyide mazhar olmuş bir mü’min artık dünyevî korku, tasa ve endişelerle sarsılmayacağı gibi, aynı zamanda onunla iç ve dış âhenge ulaşıp bir huzur insanı hâline gelmesi de söz konusudur.
Sekîneye mazhar bu âhenk ve huzur insanı, davranışları itibarıyla vakur, emniyet telkin edici, inandırıcı ve ciddî; iç âlemi itibarıyla ve Allah’la münasebetleri açısından da temkinli, dikkatli, benlik, çolpalık ve şatahat düşüncesinden uzak ve bir kısım Bektâşiyâne hezeyanlara karşı da hep kapalıdır. Her vâridat ve her inşirâh veren esintiyi O’ndan bilir, edep ve şükranla iki büklüm olur, her huzursuzluk ve tatminsizliği de mahiyetindeki boşluklarla irtibatlandırır, kendini sorgular ve nefsiyle hesaplaşır.
Tuma’nîne veya itminân, tam sükûn, tam oturaklaşma ve kalbî hayat adına gel-gitlerin bütün bütün sona ermesi şeklinde tarif edilmiştir ki, bu da, itminânın sekîne üstü bir hâl olduğunu göstermektedir. Sekîne, nazarî bilgilerden kurtulup, gerçeğe uyanma mevzuunda bir başlangıç ise, tuma’nîne bir nihâî nokta ve bir son duraktır.
Tasavvuf erbâbının, tuma’nîne üstünde gösterdikleri “râdıye” ve “mardıyye” dereceleri itminânın, ebrâra âit birer buudu ve rızâ semâsının iki derinliği; “mülheme” ve “zekiyye” de onun mukarrabînle alâkalı, zor idrâk edilir iki diğer mertebesidir ve vâridatı gibi bişâreti de hem çok hem de dupdurudur.
Sekîneye mazhar ruhlarda, yer yer ters akıntılar kendisini hissettirebilir, ama tuma’nînede her şey rayına oturmuşluk içinde cereyan eder; kalb tıpkı bir kıble-nümâ gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir, vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي “İsterim ki kalbim itminâna ulaşsın.”[2] gerçeğine şâhid olur ve her menzilde ayrı bir vâridatla taltif edilir. Dolaştığı her yerde وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar..”[3] nefehâtını duyar. أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “(Onların üzerine melekler iner ve derler ki:) Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!”[4] bişâretini hisseder,
أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle huzura erer.”[5] kevserini zevk eder ve her zaman tabiatının, cismaniyetinin çok çok üzerinde yaşar.
Tuma’nîne, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının unvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken deryâ olur.
Bu mertebeyi elde etmiş kimsenin ünsü “üns billâh” şevki “şevk ilâllah” bekâsı “bekâ billâh” kelâmı da “maallah”tır.[6] O, kendine aralanan bu panjurdan, kendi sınırlılığı içinde sınırsız görmeye, sınırsız işitmeye ve sınırsız iktidara ulaşır; ulaşır da, herkesin bocaladığı, şaşkınlığa düştüğü en girift, en karmaşık hâdiseler girdabından dahi bir solukta sıyrılıp çıkabilir.
Böyle bir ruh, dünyevî telâş ve endişelerden kurtulduğu gibi, herkesin korkup tir tir titrediği ölüm ve ölüm ötesi handikapları da اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً “O senden, sen de O’ndan hoşnut olarak dön Rabbine.”[7] iltifat ve teveccühleriyle gülerek karşılar ve ölümü var olmanın en tatlı, en imrendirici neticesi olarak görür. O, ölümle noktalanan dünya hayatından sonra -İbni Abbas’ın mezarının başında duyulduğu gibi- her menzilde [8]اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً fermânını işitir, kabir hayatını cennet yamaçlarında geçirir, mahşeri bir hayret ve hayranlık olarak duyar, mizanı bir mehâfet ve mehâbet neşvesi içinde yaşar, köprüyü de mecburi istikamet olduğu için geçer; geçer ve ruhunda itminâna ermiş gönüllerin karargâhı olan cennete ulaşır.
Böyle bir ruh için dünya affa giden yolda hazırlanmış bir Arafat; ondaki zaman, büyük bayram için bir arefe; ukbâ ise bayramlar bayramıdır.
رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِيِّ الْمُخْتَارِ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ اْلأَخْيَارِ
[1] Fetih sûresi, 48/4
[2] Bakara sûresi, 2/260
[3] Bkz. Bakara sûresi, 2/62, 112, 262, 274, 277
[4] Fussılet sûresi, 41/30
[5] Ra’d sûresi, 13/28
[6] Buradaki tabirler sırasıyla; “kalbde cemâl-i ilahiyye müşahedesinin eserini duymak”, “kalbde sürekli tütüp duran Allah arzusu”, “varlığın Hakk’ın varlığıyla kâim bilinmesi”, “kelâmın da O’nun kelâmından geldiği şuuru” manalarındadır
[7] Fecr sûresi, 89/28
[8] Fecr sûresi, 89/28
Kurb, Bu'd
Yakınlık mânâsına gelen kurb, sofîyece, insanın mâverâîleşip cismâniyet çeperini aşarak Allah’a yaklaşması demektir. Kurbu, Allah’ın (c.c.), kullarına yaklaşması şeklinde anlayanlar olmuş ise de, bu O’na mekân ve mesafe izâfe mânâlarını işmâm etmesi itibarıyla uygun görülmemektedir. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı “keynûnet”ler ve “sayrûret”ler üstü bir yakınlıktır. Değilken sonradan meydana gelen bir kurb, sonradan var olanların ve varlıklarını değişik tekevvünlerle sürdürenlerin hususiyetidir. Bu iki kurbu, birkaç kelime içinde “Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (Hadîd sûresi, 57/4) nur-efşân beyânı ne güzel ifâde eder! Böyle bir yakınlık aynı zamanda, iman ve amel-i sâlihle elde edilen hususî yakınlık da değildir.. şakî-saîd, hayırlı-hayırsız, sâlih-tâlih, canlı-cansız zerreden sistemlere kadar herkesi kanatları altına alan umûmî bir kurbiyettir.
Evet, kurb-i umûmî, herkesi ve her şeyi şemsiyesi altına almasına mukabil, kurb-i hususi, imana dayanır ve Allah’ın iyi, güzel, doğru dediği hususların yaşanıp yerine getirilmesiyle gerçekleştirilir ki, bu da ancak, kurb yolunu bulmuş ve sonsuza uzayan koridora girmiş bulunan, her gün ayrı bir iman derinliğiyle sabahlayan-akşamlayan ve إِنَّ اللهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ “Şüphesiz Allah, takvâya sarılanlar ve ihsan şuuruyla iyiliği ve güzelliği takip edenlerle beraberdir.” (Nahl sûresi, 16/128) ufkunda seyahat eden bahtiyarlar için bahis mevzuudur. Bu mertebeyi yakalayanlar nefes alırken إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Şüphesiz beraberimdedir Rabbim ve bana yol gösterecektir.” (Şuarâ sûresi, 26/62) derler; nefeslerini verirken de إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) der kurbet soluklarlar.
Kurb-i hususide iman şuuru ve ihsan hakikatı, gözde ziyâ ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, nâmütenâhîlik semâlarına açılmada iki nûrânî kanat mesâbesindedir. Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbûlü farzları edâ yoludur. Ve gerçek mahbûbiyet ve dolayısıyla da kurbet ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhî, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder. [1] Hak yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edâya daha bir iştihalı ve nâfilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir.
İşte bu nokta ve bu mânâya uyanan her ruh, Allah’ı sevdiği ölçüde, vicdanında Allah tarafından sevildiğini de duyar ve bir kudsî hadiste ifâde buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya “meşîet-i hâssa” dairesinde cereyan etmeye başlar.[2]
Diğer bir ifâde ile, farzlarla “kurbet” insanın makam-ı mahbûbiyete ulaşmasının ve Hakk’ın sevip hoşnut olduğu kimseler arasında bulunmasının ayrı bir unvanı; nâfilelerle kurbet ise, onun hareket ve davranışlarının Zât-ı Hakk’a izâfe edilmesi makamıdır ki, فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمَى “Onları, siz öldürmediniz, bilakis onları Allah öldürdü, attığın vakit de sen atmadın ve lâkin Allah attı.” (Enfâl sûresi, 8/17) gölgesinde herkese hususî bir iltifat ve teşriftir.
Hususî bir teveccühten ibaret olan kurbette, teveccüh noktasını görmezlikten gelerek onu, insanın ef’âl ve davranışlarıyla izâha kalkışmak da yanlıştır. Yakınlık O’nun ululuğunun şe’ni ve rahmetinin bir buudu, uzaklık da bizim hâlimiz ve mahiyet boşluğumuzun bir çukurudur. Gülistan sahibi:
دُوسْت نَزْدِيكْتَر اَزْ مَنْ بَمَنْ استْ
وِينْ عَجَبْتَر كِه مَن اَزْ وَيْ دُورَم
چِكُنَم بَا كِه تَوَان گُفْت كِه اُو
دَر كَنَارِ مَـن وُ مَن مَهْجُورَم
“Dost bana benden daha yakındır; ne acâyip ki ben ondan uzağım… Ne yapıp ne diyebilirim ki; dost benim yanımda, kucağımda oysaki ben ondan uzağım.” diyerek, kurbun kime âit, bu’dun kime ait olduğunu çok güzel işaretlemektedir.
Bu’d; uzaklık ve helâk mânâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde’ itibarıyla füyûzâtın kesilmesi ve Hak’tan uzaklaşma, netice itibarıyla da -tabiî bir inâyet-i hâssa olmazsa- hizlân ve mahrumiyet şeklinde görmüş ve ürperilmesi gereken bir husus olduğunu vurgulamışlardır.
Kurbun; avam-ı mü’minîn, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne göre dereceleri bulunduğu gibi, “bu’d”un da kendi içinde alt alta dereke ve mertebeleri vardır; bu mertebelerin mutlak helâk noktasını da şeytan işgâl eder.
Kurbun-bu’dun birer teveccüh veya mahrumiyet şeklinde bulunması ayrı şey, sezilip bilinmeleri ayrı şeydir. Bazen, en büyük ikram, ikramın hissettirilmemesi şeklinde gelir ve “Akrabu’l-mukarrabîn” (En üst seviyede kurba mazhar olan) kendi yakınlığını bilemez. Bazen mekr tam olur, bu’dun zulmetleri sezilemez.. bazen de sekir hâli hâkim olur, kurb-bu’d tefrik edilemez.. ve dolayısıyla da böylelerinde kurb iştiyakı ve bu’d endişesi görülmez.
جَامِي مَكُنْ اَنْدِيشَه نَزْدِيكِي وَدُورِي
لاَ قُرْبَ وَلاَ بُعْدَ وَلاَ وَصْلَ وَلاَ بَيْنَ
“Câmî, sen yakınlık ve uzaklık endişesine düşme, zirâ aslında ne uzaklık ne yakınlık ne vuslat ne de ayrılık diye bir şey yoktur.” sözleri bu serâzâd ve sermest ruhların düşüncelerini ifâde eder.
Bu’dun gerçek ürperticiliği ve mahrumiyeti müsellem; bazı ruhlar da vardır ki, kurbun mehâbet esintileri karşısında tir tir titrer ve o andaki ruh hâletiyle kendilerini kahr u tedmîrin pençesinde sanırlar, “Kurb-i sultân âteş-i sûzân buved.”[3] bu münasebetle ve bu mânâda söylenmiş olsa gerek. Bütün bunlara rağmen kurb, ilâhî nefehât ve üns esintilerine açık cennet yamaçlarına benzetilecekse, bu’da, mahrumiyet ve hizlân gayyâları demek uygun olur.
اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ رِضَاكَ وَمَا قَرَّبَ إِلَيْهِ مِنْ قَوْلٍ وَعَمَلٍ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلَصِينَ
[1] Buhârî, rikak 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/256.
[2] Buhârî, rikak 38.
[3] “Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.”
Mârifet
Herkesin elinden gelmeyen ustalık, maharet; her yerde ve herkeste görülmeyen hususiyet, hüner ve hususî bir bilme diye mânâlandıracağımız mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir. Mârifeti, vicdanî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, böyle bir zuhur ve inkişaf, aynı zamanda insanın kendine has değerleriyle zuhur ve inkişafı da sayılır. “Nefsini bilen Rabbini bilir.”[1] sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Mârifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında, sıfatların hayret verici iklimini temâşâ etmektir. Böyle bir seyahat esnasında sürekli, hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; onun kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdik ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdeta bir “kelime-i tayyibe” disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “O’na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir.”[2] pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar akseder durur. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır; sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene
“Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil mâdeninde”
mealiyle anlatılmak istenen مَا وَسِـعَنِي سَـمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ bir müteşâbih beyanda[3] ifade edildiği gibi ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyâra kapandığı, tamamıyla nefsanîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı işte bu nokta, mârifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana “irfan yolcusu”, başı bu noktaya ulaşana da “ârif” denir.
Mârifet mevzuunda söylenen sözlerin farklılığı, istidat ve meşrep ayrılıklarından kaynaklandığı gibi, seviye farklılığıyla da alâkalı olabilir: Kimileri, mârifeti, sadece tecellîgâhta aramış ve ârifteki heybet hissini mârifetin tezahürü sanmış.. kimileri, mârifetle sekîneyi birbiriyle irtibatlandırmış ve ikincisinin vüs’ati ölçüsünde birincisinin derinliğine hükmetmiş.. kimileri onu, bütün bütün kalbin mâsivâya (Allah’tan gayri her şeye) kapanması şeklinde anlamış.. kimileri de onu, ilâhî tecellîlerin gel-gitleri arasında kalbin hayret ve hayranlıkları olarak yorumlamışlardır ki, böylelerinin -bulundukları makamın gereği- gönülleri her zaman hayretle atar, gözleri hayranlıkla döner ve dillerinde: لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ “Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim.”[4] sözleri.. zuhur ve tecellîlerin ağında takdir soluklarlar…
Mârifet ikliminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül, itminana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neşe, fakat tedbirli ve temkinlidir.. لاَ يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Allah’a, emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler.”[5] ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk mârifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi, yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost’la yüz yüze gelir, O’nunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hak kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visâl neşvesiyle mest ü mahmur hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif, nurdan bir menşur içinde hep huzur yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar ve âdeta gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar; ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbini senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı aslâ düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başına. Bazıları bulut gibidir; salih-talih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde bin bir rayiha ile eser-durur.
Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mârûf’tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O’ndan gayrisiyle halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi, onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde mârifete eremeyen, yârı-ağyârı tefrik edemez; Yâr’la hemdem olmayan da hicrandaki azabı bilemez…
İsterseniz bu faslı şu sözle noktalayalım:
“Ârif’in can gözlerinde nûr-u irfân var olur
Ârif’le avn-i Hudâ, sırr-ı maârif yâr olur.” (M. Lütfî)
اَللّهُمَّ كُنْ لَنَا وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا وَأَعِنَّا وَلاَ تُعِنْ عَلَيْنَا
وَصَلِّ اللّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمَبْعُوثِ فِينَا
وَعَلَى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ
[1] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343
[2] Fâtır sûresi, 35/10
[3] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd s.81; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174
[4] Müslim, salât 222; Ebû Dâvûd, salât 148
[5] Tahrîm sûresi, 66/6
Muhabbet
Muhabbet; sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük mânâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle tesiri altına alması itibarıyla aşk, vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak denir. Muhabbeti, kalbin Mahbûb-u Hakîkîyle münasebeti.. O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O’nunla mutlak mutâbakat.. her mevzuda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir ki, bunların hepsini bir noktaya ircâ mümkündür: “Yâ Hak!” diyerek doğrulup Allah huzurunda durma ve bütün kaygılardan, fânî alâkalardan kurtulma…
Gerçek muhabbet, insanın, bütün benliğiyle Sevgili’ye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder ki, böyle bir mazhariyete ermiş babayiğidin kalbi, her an Sevgili’ye ait ayrı bir mülâhaza ile atar.. hayâli, her zaman O’nun büyülü ikliminde dolaşır.. duyguları her lâhza O’ndan, başka başka mesajlar alır.. irâdesi bu mesajlarla kanatlanır ve gönlü sürekli vuslat mesîrelerinde seyahat eder.
Muhabbet kanatlarıyla nefsini aşan, aşk u şevk buudunda Rabbine ulaşan muhib, zâhirî uzuvları, bâtınî duygularıyla gönlünün Sultanı’na ait hak ve mükellefiyetlerini yerine getirirken, kalbi hep O’nu müşâhede ile meşgul; hüviyeti, Hakk’ın sübühât-ı vechiyle[1] yanmış ve hayrette; dudağında kâse-i aşk ve önünde bir bir gayb perdeleri aralanırken o, bu perdelerin arkasından sızan baş döndürücü mânâların mütâlaasıyla mahmûr ve erişilmez bir temâşâ zevki içindedir. Yürürken Hakk’ın emriyle yürür, dururken O’nun emriyle durur. Konuşurken O’ndan esintilerle konuşur, susarken de O’nun hesabına susar. O, kimi zaman “billâh”, kimi zaman “minallah”, kimi zaman da “maallah” ufkundadır.
Muhabbet, Hakk’a nisbet edildiğinde ihsan, halka isnat edilince de baş eğme, söz dinleme, kayıtsız-şartsız inkıyâd etme mânâlarına da hamledilmiştir ki, Râbiatü’l-Adeviyye’nin:
تَعْصِي اْلإِلَهَ وَأَنْتَ تُظْهِرُ حُبَّهُ
هَذَا لَعَمْرِي فِي الْفِعَالِ بَدِيعُ
لَوْ كَانَ حُبُّكَ صَادِقًا لَأَطَعْتَهُ
إِنَّ الْمُحِبَّ لِمَنْ يُحِبُّ مُطِيعُ
“Allah’a isyan edip durduğun halde O’nun muhabbetinden dem vuruyorsun.. kasem ederim bu anlaşılır gibi değil! Eğer muhabbetinde sâdık olsaydın O’na itâat ederdin; çünkü seven sevdiğine itâat eder.”[2] sözleri, bu mülâhazayı ifade etme bakımından oldukça ehemmiyetlidir.
Muhabbetin iki önemli rüknü vardır:
1) Zâhirî ki; her zaman Sevgili’nin hoşnutluğunu takip etmektir,
2) Bâtınî ki; iç âlemini O’nunla alâkalı olmayan her şeye karşı bütün bütün kapamaktır. Hak erleri, muhabbet dediklerinde bu mânâdaki muhabbeti kastederler. Onlara göre, lezzet, menfaat, hatta mânevî hazlara karşı duyulan alâkaya muhabbet denmez; dense dense ona “mecâzî sevgi” denir.
Ne var ki, muhabbet-i hakîkî dahi olsa, Mahbûb’a taalluku itibarıyla, herkeste aynı seviyede değildir:
1) Avamın muhabbeti, düşe-kalka bir muhabbettir ki, bunlar, Hakikat-i Ahmediye’nin (a.s.) gölgesinde ihsan rüyâları görür, mârifet şafaklarına dair emâreler müşâhede eder ve yer yer ötelerden şahaplarla ürperir ve uzaktan uzağa hayret ra’şeleri duyarlar.
2) Havâssın muhabbeti ki; onlar, muhabbet âleminin üveykleri gibidirler. Hemen her zaman Kur’ân’ın aydınlık dünyasında Ahlâk-ı Muhammedî’yi (s.a.s.) temsille ömürlerine derinlik kazandırır ve onu temsil ederken de, maddî-mânevî, bedenî-ruhî hiçbir beklentiye girmez, hiçbir zevke talip olmazlar.. vazifelerini en seviyeli şekilde yerine getirip başarılı bir temsil sergileyebilirlerse, tıpkı salkımları ağırlaşan meyve ağaçları gibi, tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirir ve “Sevgili!” der inlerler.. bir falso ve fiyaskoyla sarsıldıklarında da nefislerinin başına çullanır ve onunla yaka-paça olurlar.
3) Havâs ötesi havâssın muhabbetidir ki; bunlar Muhammedî (s.a.s.) semâda yağmurla bütünleşmiş bulutlar gibidirler; varlığı O’nunla duyar, O’nunla yaşar, O’nunla görür, O’nunla soluklarlar. Hiç bitmeyen bir devr-i dâim içinde sürekli dolar-boşalır; dolarken, hasret, çile ve vuslat arzusuyla dolarlar; boşalırken de ışığa biner, yeryüzüne iner ve canlı-cansız bütün varlığı şefkatle kucaklarlar.
Muhabbet seviyeleri farklı dahi olsa, O’na aşk u iştiyakla yönelen herkes, alâkasının seviyesine göre mukabele ve iltifâta mazhar olur. Birinciler, hususî rahmet ve inâyet bulurlar O’nun kapısında.. ikinciler, celâlî ve cemâlî sıfatların idrâk ufkuna ulaşır, beşerî boşluklardan ve karanlıklardan kurtulurlar.. üçüncüler, O’nun vücudunun nurlarıyla ziyâdâr olup eşyânın hakikatine uyanır ve varlığın perde arkasıyla münasebete geçerler. Yani Cenâb-ı Hak evvelâ, sübühât-ı vechiyle tecelli edip, sevdiği kimselerin cismânî ve zulmânî sıfatlarını yakar-yıkar, sonra da cemâlî nurlarıyla onları, sem’ u basar gibi ilâhî sıfatlar dairesine alır; damlayı derya, zerreyi de güneş yapar. Yani onları, benlik ve nefisleri cihetiyle acz ü fakra uyarır, yok oldukları iz’ânına ulaştırır ve gönüllerini Zât-ı Ulûhiyetin envâr-ı vücûduyla doldurur.
Bu mazhariyete eren muhib, varlık ve yoklukla izâh edilmeyen bir ebedî hayata erer ve ateşte kızarmış bir demirin, ateş olmadığı halde, kendini ateş zannedip “ben ateşim” dediği gibi, o da duyuş ve sezişlerini bu türlü hulûl ve ittihâd şâibeli sözlerle mırıldanır. Bu türlü durumlarda esas olan göz açıklığı ve Sünnet mîzanlarıdır. Ama; hâl’e mağlup, müşâhede ve hazlarıyla mahmûr hak erleri, bazen bu gerçeğe muhalif beyânda da bulunabilirler. Bu gibi durumlarda, insafla onların niyetlerini araştırmak ve aceleden hüküm vermemek çok önemlidir. Aksine, insan farkına varmadan اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[3] sözüyle maiyyet-i ilâhiyeye mazhar pek çok kimseye düşmanlık beslemiş ve مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا kudsî hadisinde ifâde buyurulduğu gibi, Allah dostlarına düşmanca tavır almakla, Allah’a karşı ilân-ı harp etmiş olur.[4]
اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا اْلإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْشِدِِينَ
[1] Azamet nurlarının tecellisi.
[2] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/386.
[3] Tirmizî, zühd 50.
[4] Buhârî, rikak 38.
Aşk
Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbettir ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk denegelmiştir. Bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, işte ona da hakikî aşk demişlerdir.
Allah’a karşı duyulan bu derin muhabbet veya “aşk-ı hakîkî” bizi O’na ulaştırmak için, yine O’nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır. O’na, varlığın esası olan Nûr’a ulaşmak için muvakkaten rûhun kelebekleşmesi de denebilir.
Aşk, varlığın en esaslı ve aynı zamanda da en sırlı sebebidir; Allah, Zâtının bilinmesini sevip istediğinden ve gelecekte gerçeğe uyanık ruhların O’nun esmâ, sıfât ve Zâtına karşı duyup izhâr edecekleri derin alâkadan ötürü mükevvenâtı yaratmıştır. İnsanlarda söz ve ferman dinlememe şeklinde zuhûr eden aşk, Hâlık’ın, acz ve mahlûkata has temâyüllerden münezzehiyetine ve O’nun istiğnâ-i zâtîsine muvafık düşecek şekilde öyle bir muhabbettir ki; hilkat onun bağrında gerçekleşmiş, insanlık onunla gün yüzüne çıkmış, gönüller onunla donanarak Hak’la münasebetin en önemli merkezi hâline gelmiştir.
Aşk, vuslat kademelerinin final noktasıdır; o noktaya ulaşan muhibbin, atacağı bir adım ya kalmıştır veya kalmamıştır… Hakk’ın ilk tecellisi, Zât’ının iktizâsından ibaret olan işte bu muhabbet üstü muhabbettir. Bilâ kayd ü şart, O’na aşk isnadından kaçındığım için bu tâbiri bilhassa kullanıyorum. Bu ilâhî muhabbete ilim diyenler de olmuştur; çünkü o, mutlak ve münezzeh olan Zât âleminin tecelli itibarıyla ilk tenezzülüdür. Bu tenezzüle; Allah ilminden ibaret olması itibarıyla “ilim”, görmek ve görünmek muhabbetinden ötürü “aşk-ı münezzeh”, bütün varlığı ihtivâ etmesi zâviyesinden “levh”, her şeyin tafsilatıyla ele alınması noktasından da “kalem” denir ki, “ceberût” ve “Hakikat-i Ahmediyye” de bu âlemin bir başka unvanıdır. Aşk-ı münezzeh, Hakk’ın Zât’ıyla alâkalı bir sırdır; O’nun diğer sıfatları ise, aşka muzaf’tır. Bundan dolayıdır ki, aşk kanatlarıyla uçanlar, doğrudan doğruya Zât’a ulaşır ve hayrete ererler. Diğerlerinde, eşyâ ve esmâ berzahlarından geçme zarureti vardır.
İnsanı Allah’a ulaştıracak yollar sayılmayacak kadar çoktur.. tasavvuf ve hakikat ilimleri, o yollarda yolcuların zâdı, zahîresi, ışığı, rehberi; tasavvuf kışlaları da, bekleme salonları, sonsuza açılma limanları ve bu uzun yolculukla alâkalı tâlim ve terbiyeyi derpiş eden mekteplerdir.
Mahlûkâtın solukları sayısınca Hakk’a uzanan bu vuslat yollarını iki ana tarîka ircâ edebiliriz:
1) Hak yolcusuna riyâzet; az yeme, az içme, az uyuma, çok tefekkürde bulunma ve gereksiz ihtilâttan sakınma gibi disiplinlerin telkin edildiği yol ki; bazılarının “berzahiyye”, bazılarının da “sofî tarîkatları” dedikleri tasavvuf sistemlerinin çoğu, bu esaslar üzerinde arşiyelerini ikmâl edegelmişlerdir. Bu yolun sâliklerinin en önemli virdleri, “esmâ-i seb’a” denilen “Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr” gibi mübarek isimlerdir. Bu isimlerle, nefsin yedi mertebesi addedilen, “emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râdıye, mardıyye, sâfiye veya zekiyye” derecelerinin kat’edilmesi hedeflenir. Bazıları bu isimlere, “Kâdir, Kaviyy, Cebbâr, Mâlik, Vedûd” gibi celâlî isimleri, bazıları da “Ferd, Vâhid, Ehad, Samed” gibi cemâlî isimleri ilâve ederler.
2) Kitap ve Sünnet’e ittibâ üzerinde hassasiyetle durulup evrâd ü ezkârın teşvik edildiği yol ki; bu yolda sülûk edenler, her meselede sünneti tâkib eder ve her işlerini sünnetle irtibatlandırmaya çalışırlar. Hususî birkaç ism-i şerifi vird edinme yerine, Allah Rasûlü’nün ibadet, duâ, zikir, fikir usûlünü araştırır ve Allah’ı bütün esmâsıyla anarlar. Bu yolda yürüyenler kılı kırk yararcasına, şeriat ahkâmına riâyet etmenin yanında, mürşid ve rehberlerine de sımsıkı bağlanır, sonra da kendilerini aşk u cezbenin gel-gitlerine salıverirler. Zaten aşk u cezbe zuhûr ettikten sonra, onların gözlerinde varlık kendine bakan yönleriyle bütün bütün silinir-gider; derken nefis ve enaniyet cihetiyle yokluğa ulaşır; zevken ve şuhûden vahdeti duymaya başlarlar ki, işte bu noktada, bir kere daha temkinle yüz yüze gelir ve sülûklerini tamamlamış olurlar.
Bu yolun en önemli esasları; ibadet, aşk, cezbe, zikrullah ve sohbettir. Buradaki zikrullah, aynı zamanda müşterek mütâlaa, müzâkere ve mübâhaseleri de ihtivâ eder ki sünnet-i sahîha da يَتَدَارَسُونَ بَيْنَهُمْ sözüyle[1] bize bunu anlatır.
Gerçek aşkın son sınırlarında dolaşan sâlik, vecd ü cezbe gibi bazen kendini şevk ve iştiyak akıntıları içinde de bulabilir ki, o da aşkın ayrı bir buudu sayılır.
اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضَى وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ ذَوِي الْوَفَاءِ
[1] “Aralarında müzakere ve mütalaa ederler” (Müslim, zikir 11)
Şevk u İştiyâk
Şiddetli arzu, aşırı istek, marifet kaynaklı neş’e, sevinç ve hasret çekme manâlarını ihtiva eden şevk; sûfîyece, tam idrak ve ihata edilemeyen veya müşahede edilip de sonra kaybolan mahbûba “sevgili” karşı, kalbin arzu ile coşması şeklinde ta’rif edilmiştir. Bazıları onu, ma’şûkun cemâlini görmek için âşığın kalbinde tütüp duran neş’e, sevinç, heyecan ve hasret; bazıları da, mahbûba meyi ü muhabbetten gayrı, âşığın kalbindeki bütün hâtıraları, bütün meyilleri, bütün iştiyakları, bütün arzuları ve bütün dilemeleri yakıp kül eden bir kor şeklinde yorumlamışlardır.
Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zail olur; ama iştiyak daha da artar ve müştakın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve هَلْ مِنْ مَزِيدْ “Da-ha var mı, arttırılamaz mı?” der. Onun içindir ki, her an ayrı bir marifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i rûhânî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (sas), bir vuslat kuşağı sath-ı mailinde en birinci dilek olarak: “Allah’ım Sen’den, Sen’in cemâl-i bâ kemâlini müşahedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister.
Bazı tefsirciler, وَالَّذِينَ آمَنُوا اَشَدُّ حُـبًا لِلَّهِ “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok daha sağlam ve daha güçlüdür”(el-Bakara/165) âyetini tefsir ederken şunları da kaydederler: Şevk, minvechin idrâk olunup, minvechin idrak olunmayan şeylerde bahis mevzudur. Yoksa tam idrak ve ihata edilebilen şeye karşı şevk olamayacağı gibi hiçbir zaman bilinip kavranması mümkün olmayan şeylere karşı da şevk tasavvur olunamaz. Evet görmediği, sesini işitmediği, evsâfına muttali’ olmadığı şeylere iştiyak beslemediği gibi, tamamiyle ihata: idrâk edebileceği nesnelere karşı da alâka ve arzu hissetmez.
Şevk u iştiyak iki şekil ve iki surette cereyan eder:
1. Sevgiliyi müşahede ve vuslattan sonra meydana gelen ayrılık esnasındaki iştiyaktır ki; Mevlâna’nın “ney”i, Yunus’un “dolab”ı, o ürperten inilti ve gıcırtılarıyla, ezel bezmindeki vuslat ve maîyyete duydukları şevkten birer feryattır ve bu feryat “Şeb-i arûz”a kadar da sürüp gidecektir.
2. Müştak olan âşık, sevdiğini perde arkası görür, fakat tam ihata edemez; hisseder, ama tam duyamaz.. parmağını aşkın balına banar; ne var ki bir adım daha atmasına izin verilmez.. “yandıkça yandım bir su!” der ama, yanması matluptur, çığlıkları nazara alınmaz…
Ruhun, böyle zamanüstü “elest” bezminde [1] O’nu müşahede edip de sonra beşeriyetin gereği veya teklif sırrı ve gaybe imânın öne çıkması sebebiyle, muvakkat bir hasret ve hicrana atılan insanoğlu, bir ömür boyu O’nu sayıklar durur ve O’na iştiyakla yanar, tutuşur. Bundan daha önemlisi de, nezih ruh, temiz gönül ve selim fıtratlara karşı, istiğnâ izâtisine [2] muvafık şekilde Zât-ı akdes’in şevkidir… Kim bilir belki de, sinelerde ocak gibi tütüp duran iştiyakın asıl kaynağı da bu şevktir..?
Şevk, zahir ve bâtın duyguları mahbûba tevcih edip ondan başkasına karşı olan iştihâlara bütünüyle kapanma, iştiyak ise, ona karşı arzu ve isteklerle dolup taşmadır.. ve bunların her ikisi de ruhu besleyen önemli kaynaklardandır. Her ikisi de elemli fakat inşirah verici, sıkıntılı, fakat ümit va’dedicidirler.
İnsanlar arasında, aşkla yanıp, şevkle inleyenden daha ızdıraplı fakat aynı zamanda daha mes’ûd kimse yoktur. O, vuslat mülahazasıyla neş’elenip coştuğu zaman o kadar rûhânîleşir ki, o esnada “Cennet’e gir!” deseler, ihtimal ki girmez. Ayrılık hasretiyle de öyle yanar-yakılır ki, Dost’la (c.c.) hemhal oluncaya kadar, ateşini Cennet kevserleri bile söndüremez. Ne var ki, içinde bulunduğu o cehennemin kurtulmayı da hiç mi hiç düşünmez…
Düşünmek bir yana, onun şevk u iştiyakına Cennet sarayları dahi mâni olsa, Cehennem ehlinin ateşten kurtulmak için feryatlar kopardığı gibi, o da çığlıklar atar.
Dünya insanları şevki, şevk ehlini bilmez, şevk ehli de, kendini dünyaya kaptırmış nadanlara hayret eder ve onların hallerinden ürperir. Nasıl ürpermesin ki, Cenâb-ı Hakk Hz. Davud’a şöyle ferman eder: “Ya Dâvud, eğer dünyaya meyl ü muhabbet gösterenler, onları nasıl beklediğimi, onlara olan şefkatimi ve günahlara baş kaldırmalarını nasıl istediğimi bilselerdi, Bana olan şevk u iştiyakla ölürlerdi…”
Şevk, bir alev gibi bütün benliği sarınca, âşık, ızdırap ve haz karışımı duygularla coşar ve çığlık atar:
اَلشَّوْقُ حَيَرَنِى، اَلشَّوْقُ اَحْرَقَنِى اَلشَّوْقُ فَرَّقَنِى بَيْنَ الْجَفْنِ وَ الْوَسَنِ
اَلشَّوْقُ قَرَّبَـنِى، اَلشَّوْقُ اَغْرَقَنِى اَلشَّوْقُ اَقْـلَقَنِى، اَلشَّوْقُ اَدْهَشَنِى
“Şevk başımı döndürüp beni hayrete sürükledi; şevk ciğerimi kebâb etti; şevk gözlerimle uykum arasına girdi.. Şevk beni aştı; şevk beni ızdıraba boğdu; şevk ruhuma dehşetler saldı.’ Bazen, ruhtaki bu infial bedene akseder, onu raks ve semâa zorlar. İnsan iradesinin “hâl”e yenik düştüğü bu durumlarda âşık mazur sayılır:
فَقُلْ لِلَّذِى يَنْهٰى عَنِ الْوَجْدِ أَهْلَـهُ اِذَا لَمْ تَذُقْ مَعَنَا شَرَابَ الْهَوٰى دَعْـنَا
اِذَا اهْتَزَّتِ اْلاَرْوَاحُ شَوْقاً اِلَى اللِّقَاءِ تَرَقَّـصَتِ اْلاَشْـبَاحُ يَا جَاهِلَ الْمَعْنٰى
فَيَا حَادِىَ الْعُشَّاقِ قُمْ وَ احْدِ قَائِمًا وَ زَمْزِمْ لَنَا بِاسْمِ الْحَبِيبِ وَ رَوِّحْـنَا
“Vecd ehlini husûsî hallerinden vazgeçirmek isteyene: ‘Sen bizimle aşk şarabını tatmadın, bırak bizi, de!’ Behey ma’nâ bilmez nadan; ruhlar sevgiliye karşı şevkte köpürünce, cesetler oynamaya başlar. Ey aşıkları coşturup maşuka sevkeden rehber! Ayağa kalk ve onları şahlandır; kalk sevgilinin adıyla gönüllerimize hayat üfle!”
Acz u fakr yolu itibariyle şevk, hizmette fütur getirmeme, ye’se düşmeme; mâruz kalınan, en kötü, en çirkin gibi görünen durgunlarda bile, Cenâb-ı Hakkın bir eser-i rahmeti var olabileceği mülahazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş ve Allah’a karşı fevkalade güven içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, günümüz hizmet erlerimizin dört buud ve dört derinliklerinden biri sayılır.
[1] Elest bezmi: Cenab-ı Hakk’ın ruhlara “Elestü bi rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değimliyim?” sorusuna ruhların “Bela: Evet Rabbimizsin”diye cevap verdiği an.
[2] İstiğna-i Zâtî: Zatında Cenab-ı Hakk’ın ihtiyaçsızlığı.
Cezbe, İncizap
Çekme, çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe, tasavvuf ıstılahında; Allah’ın, sâliki kendine çekmesi, bundan doğan vecd hâli ve sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak ilâhî vasıflarla -ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye de diyebiliriz- ittisafı ve tecelliyât-ı celâl ile vahdeti duyup hissetme veya müşâhedesidir ki, bu tecellilere ma’kes olan pâk ve müstaid bir ruh, kendini ötelerden kabarıp gelen dalgaların gel-gitlerine salar; tıpkı yüzme ameliyesiyle bütünleşmiş iyi bir yüzücü gibi, endişesiz, korkusuz, telâşsız ve derin bir teslimiyetle; bazen de şevk u tarâb içinde sürekli yüzer-durur.
Cezbe, insanın özüyle irtibatlı “ile’l-merkez=merkez çek” bir kuvve-i kudsiye tarafından, yine onun yaratılış gâyesine ve mahiyet ibresinin gösterdiği ufka doğru bir çekme ve cezbetme ise; incizap, ruha vârid bu davete, onun karşı koymadan “severek, isteyerek geldim”[1] demesidir.
Cezbe, esbâb-ı âdiye ile elde edilemeyecek kadar büyük bir mevhibe ve mazhariyettir; bu mazhariyetin biricik sebebi de cebr-i mukaddes ve ihtiyar-ı mübecceldir. Evet, hem cezbeyi kucaklayacak ruhtaki istidat ve gönüldeki safvet, hem de meâlîye müştak bu nezih fıtratın ikinci bir mevhibe ile şereflendirilmesi, ikisi de Hakk’a aittir. ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir;”[2] verir de bir “ân-ı seyyâle” içine, koca zaman parçalarını ve onlardaki şuûnâtı sığıştırır.. bir tek adıma, cennetlere ulaşma gücünü bağışlar ve bir nazara, kömürü elmas hâline getirme kabiliyetini bahşeder.
Evet, insan iradesiyle aşılması imkânsız gibi görünen çok uzun mesafeler, çok baş döndürücü irtifâlar, Hakk’ın cezbedip yükseltmesiyle, miraç gibi, bir hamlede, bir nefhada gerçekleşiverir. Bu mânâya işaret içindir ki, bir mübarek sözde şöyle denmiştir: جَذْبَةٌ مِنْ جَذَبَاتِ الرَّحْمَنِ تُوَازِي عَمَلَ الثَّقَلَيْنِ “Hazret-i Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe, ins ü cinnin amel (leriyle elde edilen kurbete) denktir.”[3]
Hakk’ın cezbiyle ruhlarında, iman-islâm-ihsan esrarını duyan münceziplere “Üveysî meşrep” denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezip olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer.
Bazen de, cezbe ile, riyâzet ve ibadet arasında “devir” gibi bir “salih daire” teşekkül eder; hak yolcusu, ibadet ve riyâzeti ölçüsünde cezbe ile taltif edilir ve cezbesi nisbetinde de kendini riyâzet ve ibadete verir. Şer’î kıstaslar ibresinin gösterdiği istikamette hareket edildiği sürece de, bu alış veriş ve bu doğurgan teselsül devam eder. Aksine, Mişkât-ı Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’nın nur-efşân ikliminden uzaklaşıldığı ölçüde de, çeşit çeşit iltibaslar baş gösterir, lâubâlilikler zuhûr eder ve şer’î mükellefiyetlerin hafife alınması gibi zulmânî hallerle karşılaşma “fâsit daire”leri içine girilir.
Her şeyden evvel cezbe bir istidat ve bir ilk mevhibedir. Allah’ın bu ilk cebrî atâsı olmadığı takdirde, hak yolcusu, mücerred riyâzet, ibadet ve tasfiye ile ne o cezbeyi elde edebilir, ne incizaba erebilir ne de “ism-i Vedûd”dan süzülüp gelen ışıkla, kâinat çehresindeki cezb ü incizap dalgalanmalarını görüp anlayabilir.. ve böyle birisine, “hiçbir şey değil” denmesi doğru olmasa bile, ciddi bir şey olduğunu söylemek de oldukça zordur.
“Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
Hak’tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni..!” Yunus
Cezbe insanı, bazen, kendini feyz-i ilâhî muhitinde müstağrak görerek, dünyayı da, ukbâyı da, dünya ve ukbâ ile münasebetlerini de öyle bir nisyana gömer ki, artık O’nun tecellilerinden başka bir şey göremez. Muallim Naci:
“Bir cezbe verdi tab’ıma bahrin hurûşu kim,
Sandım muhît-i feyz-i ilâhî hayâlimi…”
der ve kendini, kendi gibi diğer şeyleri de o Cazibedâr-ı Mukaddes’in cezbiyle mest ü mahmur görür. Evet, “Muhabbet-i ilâhînin cezbesinden ve şarab-ı muhabbetten herkes ve her şey mesttir: Felek mest, melek mest, nücûm mest, semâvât mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anâsır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest ve baştan başa bütün canlılar mesttir.”[4]
Cezbe iki türlü olur:
1. Hafî (gizli olanı) ki: Cezbeli; Hakk’ı sever, Hakk’ın emirlerini yerine getirmekten derin bir zevk alır ve sürekli daha derin bir haz kaynağına doğru çekildiğini hisseder.
2. Celî (açık olanı) ki: O, her an daha da inkişâf eden, daha da büyülü bir hâl alan, çok derin bir duyuş ve sezişle, O Mutlak Cazibedâr’ın cezbiyle, üns, huzur ve itminân tüten sırlı bir dünyaya müncezip olduğunu duyar ve hep meczup olarak yaşar.. tabiî, hâlden anlamayanlar da, onun hayatındaki televvünâta bakarak onu deli sanırlar. Bu hâl ve bu iltibâsı ifâde etmesi bakımından, Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, cünûn redifli şu gazeli oldukça manidârdır:
“Cezbe derler bir cünûn vardır fevz-i emin
Bundan eyler îtilâ bâlâya esrâr-ı cünûn”
Evet, cezbenin zâhiren cinnete benzeyen yanları vardır; ama yine de ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir. Cezbe tecellileriyle halden hâle intikal edip duran meczubun idrâki, ya kayıp normal beşer idrâkinin altına düşer; düşer de, ondan hiss-i selim, akıl ve şer’-i şerifle tevfiki imkânsız haller zuhûr etmeye başlar.. veya yükselip âdî insanlar seviyesini aşarak öyle beşer üstü bir zirveye ulaşır ki, onun ötesindeki seyahatinde, hep elinde Sünnet meşalesi, hiss ü aklın önünde sonsuzluğa pervaz eder durur da, görenler onu mecnûn zanneder.
Heyhat! Aklın altına kayıp düşmüşlük ifadesi cinnet nerede; aklı, hissi tevfik-i ilâhînin yedeğine alıp sürekli onların önünde yürümek nerede.!?
للَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالْفَوْزَ بِالْجَنَّةِ وَالنَّجَاةَ مِنَ النَّارِ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ اْلأَبْرَارِ وَاْلأَخْيَارِ
[1] Bkz. Fussılet sûresi, 41/11.
[2] Hadîd sûresi, 57/21.
[3] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/397.
[4] Bedîüzzaman, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf Dördüncü Remiz.
Dehşet ve Hayret
Aşk u şevk vâdilerinde seyahat eden hak yolcusu, zaman zaman aşk ateşiyle yanar durur, zaman zaman da Sevgili’nin sunduğu ölümsüzlük şarabını içer ve şevk u tarâbla coşar.. yanıp gezerken “ey sâkî aşkın od’una yandıkça yandım bir su ver!” der inler; Sevgili’nin aralanan kapısını iştiyakla süzerken de “parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver!” der, yalvarır ve “mezîd” ister.
Yolcuda, yolculuk düşüncesi, dünya endişesi ve mesâfeler mülâhazası bâkî kaldığı sürece; tâbir-i diğerle, yolcu tecelli-i esmâ ve sıfâtı aşıp tecelli-i Zât’la şereflendirileceği “ân”a kadar, ateş ve şürb, yanıp-yakılma ve perde arası cilvelerle وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Rabbileri onlara tertemiz bir şarap sunmuştur.”[1] nasibini alıp mârifet vâdilerinde “mezîd” arama devam eder. Böyle bir sînede her yeni vâridat, yeni yeni iştiyak menfezleri açar.. her açılan menfezden onun gözüne-gönlüne ışıklar akar-gelir. Onun duygu ve düşüncesi, eşyâ ve gönlü arasında bir tığ gibi işler ve kendi mârifet kanaviçesini örer.
Bir arının; çiçeklere bal olma yolunu açıp onları peteklere taşıması gibi, o da esmâ ve sıfât-ı ilâhînin tecellileriyle salınan çiçekleri gönlüne taşır, onları vicdanın kadirşinâs imbiklerinden geçirir.. kirpiklerinin gidip tâ sıfât hüzmelerine iliştiğini duyar gibi olur.. ve “Zât!” der, kendini hayret ve dehşete salar…
Gülistân sahibinin:
دِيدَارْ مِي نُمَايِي وپَرْهِيزْ مِيكُني بَازَار ِخُوش وآتَشِ مَـا تِيزْ مِيكُنِي
أُشَاهِدُ مَنْ أَهْوَى بِغَيْرِ وَسِـيلَةٍ فَيَلْحَقُنِي شَأْنٌ أَضِـلُّ طَـرِيـقًا
يُؤَجِّجُ نَارًا ثُـمَّ يُطْفِى بِرَشَّـةٍ لِـذَاكَ تَرَانِي مُحْرَقًا وَغَـرِيـقًا
“Yer yer cemâlini gösterir ve tamamen görünmeden de hemen saklanırsın! Böylece kendi pazarını kızıştırır bizim de ateşimizi artırırsın. Ben gönlümü kaptırdığım (sevgiliyi) perdesiz görünce bana bir hâl olur. (Bir hâl olur ki) yolumu yitiririm. Kâh olur sevgili (sînemde) ateş yakar; kâh olur bir serpinti ile onu söndürür. Onun içindir ki, beni, hem yanıp kebâb olmuş, hem de (deryalarda) boğulmuş görürsün.” sözleriyle, sâlikin ateş ve şürb hâlini ifadesi, dehşet ve hayret mûsikîsiyle seslendirilmiş gibidir. Bir başkasının:
اَزْ {سَقَيهُمْ رَبُّهُمْ} جُمْلَه ابْرَار مَسْتْ
دَرْجَمَالِ لا َيَزَالِي هَفْتُ و پَنْجُ و چَارْ مَسْتْ
“Bak gör, ” سَقَاهُمْ رَبُّهُمْ” den bütün ebrâr oldu mest, o lâyezâl cemâlinden yedi, beş, dört oldu mest.”[2] sihirli beyânlarıyla onları sürekli mest ü mahmûr göstermesi, değişik zâviyeden ve ayrı bir yaklaşım…
Hak yolcusu, dehşet ve hayret vâdilerinde dolaşırken, kalb balansı iki âleme göre ayarlanmamışsa, yâni duygular, hâlin enginliklerinde pervâz ederken, mantık ve muhâkeme mişkât-ı nübüvvetle irtibatlı değil ve seyahat, Hakikat-ı Ahmediye (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) zıllinde sürdürülmüyorsa, bîhûş olmak, muvâzeneyi kaybetmek, şaşkınlığa düşmek, dolayısıyla da rûh-u şeriata muhâlif söz ve davranışlarda bulunmak kaçınılmaz olur.
زَنَانِ مِصْرِي بَهَنْگَام جِلْوَهِء يُوسُف
زِ رُويِ بِي خُودِي اَزْ دَسْتِ خُودْ بَبَرِيدَند
مَقَررَسْت كِه دِل پَاره پَاره مِيكَرْدَنْد
اگَر جَمَالِ تُواَى نُورِ دِيدَه مِي دِيدند،
زِ خُوبي تُو بَهَر جَا حِكَايَتِي مِي گُفتَند،
حَدِيثِ يُوسُفِ مِصْرِي فُسَانه اِي بَاشَد
“Mısır kadınları Hz. Yûsuf’un cemâlini gördüklerinde kendilerinden geçmiş ve o dehşet içinde kendi ellerini kesmişlerdi. (Ey gözümün nuru Efendim!) eğer onlar senin cemâlini görselerdi, ellerindeki hançerleri kalblerine saplarlardı. Senin güzelliğinin bahsedildiği yerlerde; Yûsuf’un güzelliğinden söz etmek efsâneden ibaret kalır.” O sihirli, o kıvrak ve o içten sözleriyle Molla Câmî, dehşet ve hayreti ne güzel anlatır! Fânî ve güzelliği kendinden olmayan dünyevî hüsün ve cemâller, insanı böyle baştan çıkarırsa, güzellikler ve kemâller, güzellik ve kemâlinin pek çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesi bulunan bir Zât’ın müşâhede ve mükâşefesiyle hâsıl olan hayret ve dehşetin baş döndürücülüğünü kavramak -zannediyorum- bizler gibi fânîlere zor müyesser olur.
Hizmet erlerinin, hizmet mülâhazasıyla, maddî-mânevî, cismânî-ruhâni bütün zevklerini sarıp-sarmalayıp, gözün, kulağın ulaşamayacağı bir kenara koymaları, hizmetlerinin çehrelerinde ilâhî inâyetin cilvelerini görüp, hayretlerle, hayranlıklarla dopdolu, vazife-inayet arası gelip-gitmeleri ve bir ölçüde hizmetin dışında her şeye karşı kapalı bulunmaları, [3] قَسَمْنَا نَحْنُ hazine-i hâssasından ışık ordusuna hususî bir hayret mevhibesi olsa gerek…
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلِبِي نُورًا وَفِي لِسَانِي نُورًا وَفِي بَصَرِي نُورًا وَفِي سَمْعِي نُورًا وَعَنْ يَمِينِي نُورًا وَمِنْ خَلْفِي نُورًا وَمِنْ أَمَامِي نُورًا وَاجْعَلْ مِنْ فَوْقِي نُورًا وَمِنْ تَحْتِي نُورًا وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ نُورًا وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Dehr sûresi, 76/21.
[2] İsmâil Hakkı Bursevî, Tefsîru Rûhi’l-Beyân 10/276.
[3] “(Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında) Biz taksim ettik.” (Zuhruf sûresi, 43/32)
Kabz u Bast
Hemen her seviyedeki insanın, değişik buudlarda yaşama yörüngesi içine girip onu tesir altına alan “kabz u bast”, yaşadığı hayatın şuurunda olan ve hayatını duyarak yaşayan hemen her ferdi alâkadar eder.
Kabz; tutulma, derdest edilme, avuç içine alınma, can çıkacak hâle gelme; ya da insanın, mânevî feyizlerin kesilmesi ve mâhiyetindeki boşlukları itibarıyla, aslında sımsıkı bir münasebet içinde bulunması lâzım gelen ebedî feyiz kaynağıyla alâkasının gevşemesi ve kısmen de olsa, boşlukta kalması demektir. Buna karşılık “bast” ise, yayma, açma, sergileme, ferah-fezâ bir duruma erme; veya insanın, varlık içinde rahmet vesîlesi olma noktasına yükselip eşyâyı istiâb edecek hadde ulaşması, gönlün genişleyip şenlenmesi ve zihnin en muğlak şeyleri dahi çözebilecek seviyeye yükselmesi demektir.
Havf ü recâ (korku-ümit) irâdî birer tavır ve hak yolunun sâlikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım irâdî sebeplerin dışında, hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihâî sınırda sırlı bir alış-veriştir.
Havf ü recâ, istikbâle ait, sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi, bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, hâlihazır itibarıyla kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde, kalbin neşeyle atması veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir…
Mârifet yamaçlarında seyahat edenler için kabz ne ise, yoldakiler için havf, onlar için bast ne ise, yoldakiler için de recâ aynı şeydir.
Kabz u bast; itibarî bir mâhiyeti olan insan irâdesinin nisbî tesiri bir yana, Allah’ın elindedir. Ve “Allah hem kabz eder hem de bast eder.”[1] Bütün varlık, O’nun kabza-i tasarrufunda olduğu gibi, semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren de O’dur. “Kalb, Hazret-i Rahmân’ın parmakları arasındadır ve onu hâlden hâle çevirir ve istediği şekli verir…”[2] Peygamber (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) sözü de bunu hatırlatmaktadır.
Allah, dilediği zaman kalbleri öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri kimse o ihtiyacı gideremez.. ve istediğinde de onlara öyle genişlik ve inşirâh verir ki, gayrı hiçbir şeye ihtiyaç hissetmezler.
Kabz celâlî, bast cemâlîdir; birinde “vâhidiyet” sırrıyla azamet ve ululuk, diğerinde de rahmet ve tecelli-i tenezzül nümâyandır. Birinde, zerreden sistemlere kadar bütün varlığı elinde tesbîh daneleri gibi çeviren kudretin ürperticiliği; diğerinde, bu ezip-geçen akıl almaz büyüklüğün, bu her şeyi iki büklüm eden müthiş ceberûtun hayret ve dehşetiyle tir tir titreyen ruhlara “üns” esintileri halinde iltifât ve okşayıcılığı söz konusudur.
Ne var ki, herkes bu tecelli ve bu iltifâtı aynı seviyede duyup hissedemez. Zira kabz ve bastın tecellileri biraz da şahısların sînelerinin genişlik ve darlığıyla mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) tecelli eder. Evet, bir avamın, iç sıkıntısı veya gönül inşirâhı şeklinde hissettiği şeylerle; gözleri, verâlara aralanmış kapı aralığından, hep gözetlenip durduğu şuurunda olan, heyecan ve endişe dolu hüşyâr bir kalbin, yerinde inbisât ve neşe, yerinde de endişe ve burukluğu elbette ki bir değildir.
Her şey gibi kabz u bast da, Yaradan’ın tasarrufunda, gecelerin gündüzleri, gündüzlerin de geceleri takip etmesi misillü birbirini takip eder durur. -Sebeplerin âdî birer şart telakkî edilmeleri mahfûz- ilâhî irâde, kabz u bast dilimlerini daraltır, genişletir ve insanı gerilimlere iter veya sevinçlerle coşturur. Evet, insan bazen çok geniş bir zaman dilimini, kabzın pençesine düşmeden, kuşların havada uçtukları gibi pervâz eder-geçer. Bazen de bir boşluktan bir boşluğa yuvarlanıyor gibi, kabz hâlleri sıklaşır, kabz dilimleri genişler, ruh bunalır ve insan da âdeta iki büklüm olur.
Bazen, ilâhî bir mevhibe olan makamın hakkını verememe, bir kabz vesîlesi olduğu gibi, çok defa günahlar da beraberinde kabz hâlini getirirler. Bu itibarla, kabz hâli, bir mü’min için her zaman bir teyakkuz vesîlesi olmalıdır. Gafletlere karşı tavır alınmalı, günahlar, tevbe ve iyiliklerle savılmalı ve gönül gözü bir kere daha verâlara tevcîh edilmelidir.
Bast hâli; kabzın, hayret, ürperti, yokluk ve hiçlik melodileriyle gelmesine karşılık, neşe, sevinç ve şatahat şeklinde tecelli eder. Bu itibarla bast, öteleri müşâhedeye açılamamış ve uhrevîliklere göre akort olamamış bir kısım çelimsiz ruhlar için aldatıcı ve kaybettirici olabilir. Bu türlü tehlikeler kabz hâli itibarıyla da söz konusu edilebilir.. ama kat’iyen, bast kadar değildir. Zira, kabzla sıkışmış insan, her an vicdânıyla “sımsıkı tut beni, tut ki düşerim Sensiz!” der, cisimlerin hava boşluklarını aştıkları gibi o da hevâîlik boşluğunu aşar, O’nun inâyetiyle bütünleşir ve o kasvetli zaman diliminde, bast hâliyle ulaşılamayan noktalara ulaşabilir.
Onun için bast hâlinde bazı ruhların gaflet ve gevşekliklerine karşılık, kabz hâli hemen herkes için bir teyakkuz faslı sayılmıştır.
Ayrıca, bize ait kusur ve gafletlerle gelmiş bir kabz, ilerideki bir bastın başlangıcı; şatahat ve gevşekliğe götüren bir bast ise, tehlikeli bir kısım kabzların sebebi olabilir…
Gerçek mü’min, her hâli kendi çerçevesi içinde değerlendirip semere almasını bilen insandır.
Kabz u bast O’ndan birer tecellidir bilene,
Şükr içindir bast ve kabz eder insan bilene…
اَللَّهُمَّ اشْرَحْ صُدُورَنَا لِلإِسْلاَمِ وَثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى اْلإِيمَانِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْفِخَامِ
[1] Bakara sûresi, 2/245.
[2] Müslim, kader 17; İbn Mâce, duâ 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/168
Bast'ta Teyakkuz (Kırık testi-1)
Bazen, kabzın bölümlerine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz hakikate açılsa, ne kadar ulvî alemleri müşahede etseniz de bunlardan kaynaklanan kalıntılar kalır. Önünüzü, arkanızı hep karanlığı görebilirsiniz. Bütün güzel ve inşirah veren kareler silinir zihninizi giderir. Vefa ile bunu bast’a (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için eşikten ayrılmamak gerekir.
Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lazım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, ama türlü meseleleri birbirinden tefrik dayanacak kadar duyarlı olmayan, hayat herc ü merhamet içinde ömrü yaşayan insanların Allah’la (cc) bu türlü bir alışverişi anlaması da mümkün değildir.
Ayrıca sürekli olarak tehlikeli olabilir. Bazen içte inşirah (gönül ferahlığı) hasıl olur, insanın oynaması gelir. Sebebi belli olmadan insan maiyyetiyle dolarıyla da yerinde duramaz hale gelir. Arkadaşlarda bu türlü haller sonunda ben tevbe ve istiğfar tavsiye ediyorum. Çünkü öyle bir gaflette insan yanlışlığa düşebilir, her şeyi kendinden bilebilir, inşirahların kaynağının kendisi olduğunu zannedebilir. Oysa kul, başarılarında dahi tevbe ediyor, başarılı olduğunda da günah işlemiş gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki, bu başarıları kendisinden bilmesin ve Cenâb-ı Hak onları hezimetlere çevirmesin.
Kabzdan kurtulma yollarından en önceki zikredilmesi hususu ayet ve hadislerde ifade satın alınan husustur: İşlenen günahın, kötülük ve seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyilik ve hayrın yapılmasıdır. İnşaallah, yapılan bu hayır o kötülüğü silinip gidecektir.
Kabz u Bast İle Havf u Reca (Kırık testi-1)
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ifade edildiği gibi, havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcularının yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihaî sınırda sırlı bir alış-veriştir. Havf u reca, istikbale ait sevilip sevilmeyen karşı bir endişe hissi ve bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, halihazırda hazır kalbe gelen farklı boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin kasvetle kasılması veya neşeyle atması şeklinde yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bastın karıştırılması gerekir. Birisinin, insanın beklentileri ve gerçeğinin sonucudur. Diğeri, haldir ve hemen mertebede, makamı ve payede kulun başına meydana gelen bir durum; yolcuyu sürekli ilgilendiren bir husustur.
Kabz u Bast ve İnsan Karakteri (Kırık testi-1)
İnsan karakteri ile kabzı arasında bir ilgi olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakınlar. Bazı hassas insanların mazhar olduğu karşı bile “Ben ne yaptım ki böyle bir mükafat verildi.” Derler; bast safra onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, farklı hadiselere karşı da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülahazasına bağlayarak arz etmiştim: Benciller derler ki, “Ateşin düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar.” beyan ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” Sözüne gelindiğinde bu kamil ruhların vicdanlarının sesidir.
İşte, ihsasları bu derece derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hadise olduğu zaman kendine göre mânâ çıkaracak bir ruh çok defa kabzın demir kısmına düşer, kızdırap çeker. Dışta cereyan eden hadiseler onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısını tesir eder. Bir kısım ruhi problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle ortaya çıkan bedenî) rahatsızlıklara sebepleri henüz sunulduğu gibi, farklı yerlerdeki cereyan eden hadiseler aynen psikosomatik yayılma gibi onun yayılmada kendini gösterir. Ağrı ağrır, ağrı ağrır, dişi ağrır vs… o şahsın bu tür rahatsızlıklarına “dünyasomatik” rahatsızlıklar diyebilirsiniz. Veya cihannüma ruhların “cihansomatik rahatsızlıkları”…
Kabz ve Bastın Sınırları (Kırık testi-1)
Kabz ve bast birbirine komşu olan komşulardır. Birinin bittiği yerde başkalaşmaya başlar; birinin başladığı yer diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da olabilir, çok uzun da olabilir. Bazen Nebî’yi bile pek mahzun edecek şekilde kabzlar yaşanabilir. Allah’ın Elçisi, muhatapları inanmıyor diye o derece sıkıntıya girer ki, vadi vadi dolaşır. Nebi’nin kabzı da budur. Bazıları da vardır ki; dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. Günümüzde, dünyanın sıcaklıktaki ateş düşerse düşsün, kendi bağırsakları da yanacak, takip eden insanların ihtiyaçları vardır. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum öğrenme hali, içine bir rehber gibi düşecek insanlar…
Kabzda Bile Kapıdan Ayrılmama (Kırık testi-1)
Kabz (iç darlığı) halindeki zaman dilimleri uzun ya da kısa sürede tamamlanır. Bu, bazen Allah’tan uzaklaşma ile gelmiş bir küsuftur. Günah ile gelmişse tevbe ve istiğfar ile süresi kısaltılabilir. Bazen çok uzun kabzlar ümitsizlik durumu olur, insan bu salgının neredeyse hiç ışık görmez. Her ne kadar uzun ya da kısa sürse ve şart-ı adi planında insan iradesi, insanın günahları ve teveccühsüzlüğü onda rol oynamasa da bir gerçek vardır: “Allahu yakbidu ve yebsut – Kabzı veren de, onu basta çeviren de Allah’tır.” (Bakara, 2/245) hakikatince kabzın gelişi, süresi ve basta inkılabı Allah’ın kudret elinde olan bir haldir.
İnsan, ona rağmen vefa ve sadakatle sürekli Rahmet Kapısı’na yönelmelidir. Kabzı da, bastı da Allah’tan gelen bir imtihan gibi bilmeli ve yönlendirildiği o kapının tokmağını çalmaya ve o eşikte beklemeye, iç değişimlere ve kalbi tıkanıklıklara maruz kaldığı dönemlerde devam edilir.
Fakr u Gınâ
Fakirlik, yoksulluk, muhtaç bulunduğu şeylere sahip ola-mama mânâlarına gelen fakr; erbâbınca kalben bütün varlıktan vazgeçip, sadece ve sadece abd ve Ma’bûd münasebeti içinde bulunma, yalnız Allah’a muhtaç olduğunu duyma ve varlığa karşı ihtiyaç alâkalarından kurtulma şuuruyla yaşamaya denir ki, tasavvufçuların “fakr”dan anladıkları da işte budur. O, halkın anladığı mânâda fakirlik ve yoksulluk olmadığı gibi, insanlara karşı ihtiyaçlarını izhâr ederek dilencilikte bulunmak da değildir.
Fakr; varlığı kendinden olmayan her şeyden alâkayı kesip, doğrudan doğruya Hazret-i “Ehad ü Samed”e teveccühten ibarettir. Bu itibarladır ki; insan bütün fâniyat ve zâilâtı kalben terk edip, sıfât ve Zât-ı İlâhî’de fânî olduğu ölçüde fakra ulaşmış ve اَلْفَقْرُ فَخْرِي “Fakirlik iftihar vesilemdir.”[1] fehvâsınca fahre ermiş sayılır. Bir kudsî sözde de ifade edildiği gibi, fakr, iman ve iz’ânın bir buudu hâline gelince, bütün iradeler, bütün meşîetler ve bütün havl ü kuvvetler silinir gider de, sadece ve sadece Allah’ın (c.c.) havl ve kuvveti kalır… Böyle birisinin dünyalar dolusu serveti de olsa, fânî ve zâil olması itibarıyla her şeyi vehm ü hayâl farz ederek, sadece O’nu görür, O’nu bilir, O’nu düşünür.. ve acz ü fakr şuuruyla sadece ve sadece O’na güvenir, O’na dayanır ve O’ndan başka her şeye karşı bütün bütün kalben bîgâne hâle gelir. Nâbî merhum ne hoş söyler:
“Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî,
Fakr, âyinesidir suret-i istiğnânın.”
Fakr ile alâkalı bir hoş söz de Hz. Mevlânâ’dan:
اَلْفَقْرُ جَوْهَرٌ وَسِوَى الْفَقْرِ عَرَضُ وَالْفَقْرُ شِفَاءٌ وَسِوَى الْفَقْرِ مَرَضُ
اَلْعَالَـمُ كُلُّهُ صُـدًى وَغُـرُورُ وَالْفَقْرُ مِـنَ الْعَالَمِ سِرٌّ وَغَرَضُ
“Fakr, her şeyin özü; onun gayrisi ise sûret ve şekildir. Fakr bir şifa, başkası ise marazdır. Bütün âlem bir hevâ, bir çalım ve gurur; fakr ise varlığın sırrı ve özüdür.”
Aslında insan, kendi acz, fakr ve ihtiyacını iman şuuruyla görüp sezemese bile, bir realite olarak o hep aciz, fakir ve muhtaçtır. Cenâb-ı Hak onun bu tabiî durumunu hatırlatma sadedinde şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ إِلَى اللهِ وَاللهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ ‘Ey insanlar, siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir Ganiyy ü Hamîd’dir.”[2] Evet insan “mümkinü’l-vücûd” iken vücûda gelebilmek için O’nun tercih, takdir ve meşîetine muhtaç olduğu gibi, varlığını devam ettirebilmek için de yine her lâhza O’nun feyz-i vücûduna muhtaçtır.
İnsanın fakr ve ihtiyacı O’nun zilletine sebep değildir. Aksine, fakrının şuurunda olduğu ölçüde izzetine vesiledir. Zira “Ganiy-yi Mutlak” olan Allah’a karşı fakr u ihtiyaç şuuru, gınânın ta kendisidir. Evet insan, vicdânındaki nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâdı duyup, hissedip O’na yöneldiği nisbette “başka şeylere muhtaç olmadığı” şuur ve idrâkine ulaşır ki, böyle birisi tam bir fakir olduğu halde, hiç kimseye ve hiçbir şeye karşı ihtiyaç hissetmez. Ve yine böyle bir fakir, kendi varlığı dahil her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilir ve sahip olduğu şeyleri O’nun vücûdunun ziyasının bir gölgesi sayar ki, tevhid şuurunun bu seviyeye ulaşmasına “fenâ fillâh” denir.. ve iki adım ötede de “bekâ billah” vardır. Bu mânâ ile alâkalı olarak Hayâlî merhum şöyle der:
“Hayâlî fakr şalına çekmek cism-i üryânı,
Ânınla fahrederler, atlas ü dîbâyı bilmezler.”Fakr; evliyânın şiârı, asfiyânın hâli ve Hak sevgisinin de en bâriz emâresidir.
Fakr; Cenâb-ı Hakk’ın, dostlarının kalbine koyduğu öyle bir sırdır ki, onunla nurlanan gönüller ma’mûr olur.
Fakr; insanın kalb gözünü, Hakk’ın tükenmez hazinelerine açan nurdan bir anahtardır; bu anahtara sahip olan, dünyanın en zengini sayılır.
Fakr; gınânın kapısıdır; o kapıdan geçebilenler vicdanlarında “Mâlikü’l-Mülk”ün sonsuz definelerine ulaşırlar; ulaşırlar da, fakrı ayn-ı gınâ bulurlar. Bu itibarla da, Hz. Cüneyd’in de buyurduğu gibi, diyebiliriz ki: “Gınâ, fakrın kemâle erme keyfiyetinden başka bir şey değildir.”[3]
Evet, Allah’a karşı iftikar tamamlanınca, mutlak gınâya ulaşılır; gınâya ulaşılınca da, insan ruhu başka bir şeye ihtiyaç hissetmez ki, halk arasındaki: “Asıl zenginlik kalb zenginliğidir.” sözünün mânâsı da bu olsa gerek…
Evet insan, böyle bir zenginliğe erince âdetâ her yerde geçerli bir kredi kartını elde etmiş gibi olur. Böyle sırlı bir sermayeye sahip olan ise ne güçsüzdür, ne de fakir. Bir eski söz, bu yeni gerçeği, hiç yoktan iyidir ölçüsünde şöyle anlatır:
Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
O’nun namıyla ünlüyüz,
Zirveler aşar yürürüz;
Zorluklar âsândır bize.
Malımız yok pek ganîyiz;
O’nun ile olduk aziz.
Tefekkürdür mesleğimiz;
Yaş-kuru irfandır bize.[4]
اَللَّهُمَّ تَمَّ نُورُكَ فَهَدَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ،عَظُمَ حِلْمُكَ فَغَفَرْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ بَسَطْتَ يَدَكَ فَأَعْطَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ رَبَّنَا وَجْهُكَ أَكْرَمُ الْوُجُوهِ وَجَاهُكَ أَعْظَمُ الْجَاهِ وَعَطِيَّتُكَ أَعْظَمُ الْعَطِيَّةِ وَأَهْنَاهَا تُطَاعُ رَبَّنَا َتَشْكُرُ وَتُعْصَى فَتَغْفِرُ وَتُجِيبُ الْمُضْطَرَّ وَتَكْشِفُ الضُّرَّ وَتَشْفِي السَّقِيمَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَيِّدِ الْعَالَمِينَ مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ
[1] Bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/113.
[2] Fâtır sûresi, 35/15.
[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.418.
[4] M. Fethullah Gülen, Kırık Mızrap-1 s.44-45.
- HAL (İslam Ansiklobedisi)
- MAKAM (İslam Ansiklobedisi)
- KALB ZAMANI 6. BÖLÜM: HÂL, MAKAM
Sözlükte “değişme, dönüşme, durum ve tavır” gibi anlamlara gelen hâl kelimesi (çoğulu ahvâl) Arapça havl kökünden gelir. Birçok sûfî, kelimenin bu anlamından hareketle hali parlayıp sönen ve sürekliliği olmayan şimşeğe benzetmiş ve “Hal, isminden de anlaşılacağı üzere geçici bir şeydir” demiştir (Kuşeyrî, s. 54). Cüneyd-i Bağdâdî, “Hal kalbe inen bir şey olup devam etmez” derken bu hususa işaret etmiştir (bk. Serrâc, s. 66). Öte yandan ilk sûfîlerden itibaren hal kelimesi, “yerleşme, konaklama” mânasına gelen hulûl masdarı ile arasında bir ilgi kurularak bu masdarın ism-i fâili gibi görülmüş ve buna dayanılarak kelimeye bazı tasavvufî mânalar yüklenmiştir. Bu görüşte olanlar hali, “Kalbe hulûl eden veya saf zikrin kalbe girmesini sağlayan ve yok olmayan şeydir” diye tarif etmişler ve yok olana hal denemeyeceğini belirtmişlerdir (Serrâc, s. 66, 411). Buna göre kelimenin havl kökünden geldiğini söyleyenler onun değiştiğini ve yok olduğunu, hulûl kökünden türediğini söyleyenler ise sabit ve devamlı olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak genellikle halin devamlılığı olmayan gelip geçici bir duygu olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İbnü’s-Sâiğ’a göre hal şimşek gibidir, anında yok olup gider; devam ederse ona hal değil nefsin vesvesesi (hâdis-i nefs) denir (Sülemî, s. 315). Neşe-hüzün, kabz-bast, heybet-üns gibi ruhî durumları gelip geçici bir his ve heyecan olarak gören sûfîlere göre de bir hal meydana gelir gelmez hemen yok olur; bu bakımdan şimşeğe benzer. Fakat bir hal yok olunca hemen ardından onun bir benzeri veya zıddı olan başka bir hal meydana gelir. Meselâ kabz hali peş peşe gelen kabz halleriyle devam eder. Belli bir süre devam eden bu haller er geç sona erer ve peşinden onun zıddı olan bast hali meydana gelince kabz hali tamamen ortadan kalkar.
Tasavvufta mânevî ve ruhî duygu ve heyecanları ifade eden hallere büyük önem verilmiş ve ehl-i hâl olmak mutluluk kabul edilmiştir. Sûfîler, hal sahibi olmanın önemini anlatmak için Hz. Peygamber’in sohbetlerinde bulunan Hanzale b. Rebî‘i örnek verirler. Hanzale, Resûl-i Ekrem’in huzurunda iken cennet ve cehennemi gözüyle görüyormuş gibi bir hal yaşar, huzurdan ayrılınca da bu duyguları kaybolurdu (Müslim, “Tevbe”, 12). Bu durumdan yakınan Hanzale’ye Hz. Peygamber bu tür hallerin zaman zaman meydana gelebileceğini, fakat devamlı olmayacağını söylemiştir (Serrâc, s. 190).
Haller konusunda tasavvufta yapılan incelemeler sonucunda ulaşılan bilgilere “ilm-i hâl” veya “ilm-i ahvâl” denir. Bir çeşit tasavvuf psikolojisi demek olan ilm-i hâl öneminden dolayı tasavvuf ilmiyle aynı anlamda kullanılır. Nitekim sûfîler tasavvufa “ilm-i hâl” veya “ilm-i ahvâl”, şer‘î ilimlere de “ilm-i kāl” demişlerdir. Bu adlandırmanın sebebi tasavvufun ancak yaşanarak anlaşılabilmesi, sözle veya yazıyla anlatma veya anlaşılma imkânı bulunmamasıdır. Bu husus biri “lisân-ı hâl”, diğeri “lisân-ı kāl” olmak üzere iki ayrı dinî ifade biçiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tasavvufî his ve heyecanların, mânevî hayatın ve ruhî sırların sözle anlatılmasını mümkün ve câiz görmeyen sûfîler bunları birbirine hal diliyle anlatırlar; başka bir ifadeyle ulvî duyguların anlaşılabilmesi için yaşanmasının şart olduğunu belirtirler.
Tasavvuf tarihinde mânevî hallerden ilk bahsedenler Serî es-Sakatî, Zünnûn el-Mısrî, Hâris el-Muhâsibî ve Ebû Süleyman ed-Dârânî gibi sûfîler olmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî ise “erbâb-ı ahvâl” olarak tanınıyordu (Sülemî, s. 48, 67, 215; Ali Sâmî en-Neşşâr, III, 316). Bu dönemde özellikle hal ile “makam” arasındaki ilişkiler üzerinde durulmuş, nitelik itibariyle birbirinden pek farklı olmayan bu iki kavramdan geçici olan duyguya hal, sürekli olana makam denilmiş, bazı hallerin zamanla makama dönüştüğü örneklerle gösterilmiştir. Meselâ tövbe hissi geçici olursa buna hal adı verilmiş, bu duygunun tekrarlanarak devamlılık kazandığı zaman makam şekline dönüşeceği söylenmiştir. Sabır, tevekkül, rızâ ve zühd gibi makamlar için de aynı durum söz konusudur.
İnsan davranışları tasavvuf düşüncesinde ef‘âl, ahlâk ve ahvâl olmak üzere üçe ayrılır. Ef‘âl insanın iradeli eylemleridir. Ahlâk doğuştan gelir; ancak sürekli bir eğitimle değişebilir. Ahvâl ise iradenin etkisi olmaksızın doğrudan insana verilir. Makamların irade ile ve çalışılarak kazanılan nitelikler (mekâsib) olmasına karşılık haller tamamıyla ilâhî bağışlardan (mevâhib) ibarettir. İyi işler ve güzel davranışlarla halleri daha da saf hale getirmek mümkündür. Çünkü mânevî haller ihlâslı olarak iyi işler yapanlara Allah’ın lutuflarıdır. Bu anlamda haller güzel davranışların meyveleri olup iş ve davranışların temizliği oranında saflaşırlar. Şer‘î emir ve yasaklara samimiyetle uymak ve ahlâkî davranışlarda bulunmak mistik hallerin temelini oluşturduğu gibi niteliğini de yükseltir (Kuşeyrî, s. 183, 196).
Tasavvufta ulaşılan her makamın kendine mahsus ahvâli vardır. Bir makamdan diğer bir makama yükselen sûfînin halleri de değişir ve böylece daha mükemmel hallere ulaşmış olur. Ayrıca belli bir makamda bulunan sâlikin halleri de kendisi bu makamda iken sürekli değişir ve mükemmelleşir. Hallerdeki değişim sonsuza kadar sürüp gider. Bu durum Hakk’a doğru yapılan mânevî yolculuğun (seyrüsülûk) sonsuzluğunu ifade eder. “Bazan kalbimi bir perde bürür ve onun için günde yüz defa istiğfar ederim” (Müslim, “Ẕikir”, 41; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26) meâlindeki hadisi sûfîler, “Hz. Peygamber bir halden daha ileri bir hale ulaştığında önceki halde bulunmuş olmayı kusur saydığından tövbe ederdi” şeklinde yorumlamışlardır. Sûfîlerin, “Salih insanlara sevap kazandıran amelleri onlardan daha salih insanlar işlerlerse bu ameller onlara günah getirir” demelerinin anlamı da budur (Kuşeyrî, s. 184).
Hal ile vakit kavramları da birbirine yakın anlamlar taşır. Genellikle vakti hal anlamında kullanan sûfîler geçmiş ve gelecek zamanla pek ilgilenmezler. Çünkü onlara göre geçmişi ve geleceği düşünmek, içinde yaşanılan zamanı (hal) zayi etmekten başka bir şey değildir. En önemli ve değerli zaman vakit ve hal denilen şimdiki zamandır. Bu durum tasavvufta, “Dem bu demdir dem bu dem” şeklinde de ifade edilir. Sûfî “ibnülvakt”tir, her an içinde yaşadığı zaman parçası olan hali değerlendirir. Her vakitte o vakitte yapılması en doğru olan şeyi yapar; her an Allah ile arasındaki hali mülâhaza edip bunu değerlendirir. Bazı sûfîler bu değerlendirmeyi her gün, bazıları her saat, bazıları her vakit, bazıları da her an (her nefes) yaparlar. Tasavvuf yoluna yeni girenler bazan, bu yolda mesafe alanlar daha sık, ileri noktalara ulaşanlar ise her nefes bunu gerçekleştirirler. Birincisine “vakit sahibi”, ikincisine “hal sahibi”, üçüncüsüne “nefes sahibi” denir (İzzeddin el-Kâşî, s. 70).
Genellikle hal kavramı zayıf ve kuvvetli veya birbirinin zıddı olan birçok değişik halleri ihtiva eder. Tövbe, vera‘, zühd, fakr, sabır, tevekkül ve rızâyı makam olarak gösteren Serrâc murâkabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, itminan, müşâhede ve yakīni de hal olarak gösterir (el-Lümaʿ, s. 68-104). Tasavvuf terimlerini onar onar gruplandıran Herevî muhabbet, gayret, şevk, kalak, ataş, vecd, dehşet, heyemân, berk ve zevki “ahvâl” başlığı altında toplamıştır. Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin Âdâbü’l-mürîdîn’i ile İzzeddin el-Kâşî’nin Miṣbâḥu’l-hidâye’sinde “ahvâl” başlığı altında toplanan haller birbirinden farklıdır. Bu durum his ve tavırla ilgili her şeye tasavvufta hal dendiğini gösterir.
Tasavvufta sûfîler haller açısından hallerine hâkim olanlar (âbâ-i ahvâl), hallerine mahkûm olanlar (ebnâ-i ahvâl) diye iki gruba ayrılmıştır. Hallerine mağlûp ve mahkûm olanlar cezbeli ve coşkulu sûfîler olup sözlerini ve davranışlarını kontrol edemezler. Bu halde iken kendilerinden şer‘î hükümlere uygun düşmeyen söz ve davranışlar sâdır olabilir. Bunlar halin hükmü altında bulundukları sürece sorumlu sayılmazlar. Hallerine hâkim ve galip olan velîlerin sözleri ölçülü, davranışları dengeli ve şer‘î hükümlere uygundur. Peygamberler ve büyük velîler hallerine hâkimdirler. Başlangıçta haline mağlûb olan sâlik tasavvuf yolunda ilerledikçe haline hâkim olur. Bazı sûfîler ve ârifler ise hal kaydından tamamıyla âzade olmuşlar, kendilerini “muhavvilü’l-ahvâl” olan Allah’a teslim ederek O’ndan gelen her şeye râzı olmuşlardır. Bâyezîd-i Bistâmî, “Herkesin bir hali vardır, ama ârifin hali yoktur” (Herevî, Ṭabaḳāt, s. 561) sözüyle bu hususa işaret etmiştir. Tasavvufta hale hâkim olmak ona mahkûm olmaktan çok daha değerli bir durumdur. Hal kaydından kurtulmak ise en yüksek makamdır. Hal ve hâlet telvin ehli için söz konusudur. Temkin ehli olanlarda hal ve hâlet bulunmaz.
Mânevî halleri yaşamakta olan bir sâlikten bazı kerametler zuhur edebilir. Dolayısıyla ehl-i hâl bazan duası makbul keramet sahibi velî anlamına da gelir. İbnü’l-Arabî hali, “kulun yaratma hususunda Hakk’ın sıfatıyla zuhur etmesi ve eserlerin onun himmetiyle meydana gelmesi” şeklinde tarif ederken bu noktaya işaret etmiştir (el-Fütûḥât, IV, 151).
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “ḥâl” md.
Tehânevî, Keşşâf, I, 360.
el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, “ḥâl” md.
Müslim, “Tevbe”, 12, “Ẕikir”, 41.
Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26.
Serrâc, el-Lümaʿ (nşr. Nicholson), Leiden 1914, s. 54-57, 66, 68-104, 190, 411.
Kelâbâzî, et-Taʿarruf (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1979, bk. İndeks.
Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 48, 67, 119, 127, 215, 310, 315.
Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1386/1966, s. 54, 183-184, 196.
Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 289, 518.
Herevî, Menâzil (Revân), s. 151-169; a.e. (nşr. S. de Langier), Paris 1962, s. 71-80.
a.mlf., Ṭabaḳāt, s. 561-650.
Ebû Mansûr el-Abbâdî, Ṣûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347 hş., s. 137-184, 199-218.
Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî), Tahran 1363 hş., s. 230-231.
Attâr, Teẕkiretü’l-evliyâʾ, s. 399, 445, 696.
Baklî, Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, s. 546-547.
Necmeddîn-i Kübrâ, Tasavvufî Hayat (haz. Mustafa Kara), İstanbul 1980, s. 91 vd.
Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, tür.yer.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, II, 384; IV, 151.
Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 57.
Yahyâ b. Ahmed el-Bâharzî, Evrâdü’l-aḥbâb ve fuṣûṣü’l-âdâb (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1358 hş., s. 53.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, s. 6-104.
Ziyâeddin Nahşebî, Silkü’s-sülûk, Tahran 1369, s. 7.
İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, II, 480-481.
İzzeddin el-Kâşî, Miṣbâḥu’l-hidâye ve miftâḥu’l-kifâye, Tahran 1367 hş., s. 69, 70, 125, 404-430.
Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 224-238.
B. Carra de Vaux, Les penseurs de l’Islam, Paris 1923, IV, 201-203.
Zekî Mübârek, et-Taṣavvufü’l-İslâmî, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), II, 107-123.
Kāsım Ganî, Târîḫ-i Taṣavvuf der İslâm, Tahran 1340 hş., s. 819.
Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 316-320.
M. Takī Ca‘ferî, Tefsîr u Naḳd u Taḥlîl-i Mes̱nevî, Tahran 1362 hş., IV, 338.
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s. 127.
Seyyid Sâdık Gûherîn, Şerḥ-i Iṣṭılâḥât-ı Taṣavvuf, Tahran 1368 hş., IV, 123-144.
Th. W. Juynboll, “Hâl”, İA, V/1, s. 106-107.
L. Gardet, “Ḥāl”, EI2 (İng.), III, 83-85.
Sözlükte “ayak üstü durulacak yer, ikametgâh, mertebe, mevki” gibi anlamlara gelen makām kelimesi tasavvuf terimi olarak ahlâk ilkeleriyle sülûkün mertebelerini, velîlerin kabirlerini veya sembolik türbelerini ifade etmektedir. Kur’an’da rabbin (er-Rahmân 55/46; en-Nâziât 79/40), meleklerin (es-Sâffât 37/164), Hz. İbrâhim’in makamından (el-Bakara 2/125), takvâ sahipleri için güvenli bir makamdan (ed-Duhân 44/51) ve kerîm makamdan (eş-Şuarâ 26/58; ed-Duhan 44/26) bahsedilmekte, Hz. Peygamber’in övülmüş bir makam (makām-ı mahmûd) sahibi olduğu bildirilmektedir (el-İsrâ 17/79). Övülmüş makam ifadesi ezan duasında da geçmektedir (Buhârî, “Eẕân”, 8; Tirmizî, “Ṣalât”, 43; Nesâî, “Eẕân”, 38).
Tasavvufta makam kavramı III. (IX.) yüzyıldan itibaren mücâhede ve sülûk kavramına bağlı olarak doğmuştur. Tasavvufî anlayışa göre nefis günah ve kötülüklerden mücâhede ve riyâzetle arındırılabilir. Günah ve kötülüklerden aşama aşama uzaklaşan sâlikin yaşadığı sevinme ve üzülme gibi bir anlık duygusal değişmelere hâl, halin sürekli ve kalıcı oluşuna makam adı verilmiştir. Makam, düzenli ve disiplinli bir gayret sayesinde halin istikrar ve süreklilik kazanmış şeklidir (bk. HAL). Bununla birlikte hallerin ancak bir kısmı makama dönüştürülebilir. Meselâ ara sıra işlediği günahlardan dolayı pişman olan bir sâlik disiplinli ve düzenli çaba ile pişmanlık duygusunu sürekli ve kalıcı duruma getirince bu hali makama dönüşmüş olur. Seyrüsülûk bir anlamda insanın, yaratılışında var olan iyi huy ve temiz duygularını kalıcı ve sürekli bir duruma getirmeye çalışmasıdır. Bu da hallerin makama dönüşmüş olması demektir. Öte yandan hal ile makam arasında bazı farklar bulunduğu kabul edilmiş, genellikle sevinme, üzüntü, rahatlık ve sıkıntı gibi duygular hal; zühd, tövbe, sabır, şükür ve takvâ gibi dinî ve ahlâkî ilkeler makam olarak adlandırılmıştır (Serrâc, s. 65; Kuşeyrî, s. 191). Hal ile makam arasındaki bir fark halin ilâhî bir lutuf olarak görülmesi, makamın ise çalışarak bir süreç içinde kazanılmasıdır. Bazı sûfîlere göre haller de makamlar gibi kalıcı olabilir. Bunlar bir halin daha başka haller içerdiğini düşünürler (Kuşeyrî, s. 94).
Mısır’da Zünnûn el-Mısrî, Horasan’da Bâyezîd-i Bistâmî ile Şakīk-ı Belhî, Bağdat’ta Serî es-Sakatî tasavvufî hal ve makamlardan bahseden ilk sûfîlerdir. Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî Maḳāmâtü’l-ḳulûb adlı eserinde kalp, fuâd, sadr ve lüb makamlarından bahsetmiştir. Ona göre sadr İslâm’ın, kalp imanın, fuâd mârifetin, lüb tevhidin kaynağıdır. Ebû Bekir el-Kettânî ise bazısı nur, bazısı zulmetten olmak üzere Allah ile kul arasında bin makamın bulunduğu kanaatindedir (Herevî, s. 49, 439). Makamlar hakkında sûfî müelliflerin 7, 9, 10, 40, 100 ve 1001 gibi farklı rakamlar verdikleri görülmektedir. İlk sûfî müelliflerden Ebû Nasr es-Serrâc tövbe, vera‘ takvâ, zühd, fakr, sabır, tevekkül, rızâ olmak üzere yedi makamı sıralar, daha başka makamların bulunduğuna da işaret eder (el-Lümaʿ, s. 65). Necmeddîn-i Kübrâ el-Uṣûlü’l-ʿaşere adlı eserinde on makamdan (tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murakabe, rızâ) söz eder. Hâce Abdullah el-Herevî Menâzilü’s-sâʾirîn ve Ṣad Meydân adlı eserlerinde makamları 100 olarak tesbit etmiş ve her makamı üç dereceye ayırmıştır. Meselâ ihlâs makamının birinci derecesi riyadan sakınmak, ihlâsa karşılık bir şey talep etmemek, ikinci derecesi ihlâslı iş yapmak için çabalamakla beraber yapılan işin Allah’a lâyık olmadığını görüp mahcup olmak, üçüncü derecesi ihlâslı olmak fakat ihlâsı görmemek ve ihlâslı olduğunu iddia etmemektir. Makamın derecelerine menzil, bazan hal denir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî tevekkül, yakīn, şükür, sabır, murakabe, istikamet, ihlâs, sıdk, hayâ, hürriyet, zikir, tefekkür, fütüvvet, huluk, firâset, gayret, nübüvvet, risâlet, fakr, gınâ, tahakkuk, hikmet, edep, sefer, mârifet, muhabbet, şevk, semâ, keramet, mûcize ve rüya gibi tasavvufun temel meselelerini birer makam olarak ele alıp incelemiştir (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 264-486).
Sûfîler, bir makama ulaşmanın geride kalan makamla ilişkiyi kesmek anlamına gelmeyeceğine, aksine ilk kazanılan makamın hayatın sonuna kadar devam edeceğine dikkat çekmişlerdir. Meselâ tövbe hem ilk hem son makamdır. Sabır, şükür, rızâ, zühd gibi makamlar da böyledir. Bazan bir makam iki veya daha fazla makamı içerir; bazan da bir makam bütün makamları kapsayacak kadar etkili ve belirgin olabilir (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 149-152). Makam ve hallerin arasına kesin sınırlar konulmamış, onların bir bütün olarak yaşandığı, geliştirilip güçlendirildiği kabul edilmiştir.
Seyrüsülûkte makamların bir ölçüde sabit bir sıralaması vardır. Makamlar tövbe ile başlar, tevhidle sona erer. Mürşidler sâlikin bir makamı tam olarak gerçekleştirmeden bir sonraki makama geçmesine, meselâ tevekkül makamının hakkını tam olarak vermeden kanaat makamına, tövbe makamının hakkını vermeden inâbe makamına geçmesine izin vermemişlerdir. Çünkü makamlar tam olarak gerçekleştirilmeyip eksik bırakılırsa ilk makamlardaki kusurlar mutlaka ilerideki makamlarda kendini belli edip sülûkü engelleyecektir (İbn Haldûn, s. 585).
Her makamın belli nitelikleri, gerçekleşme şartları, hikmetleri ve hükümleri, bunlara uygun olarak gerçekleştirilen bir makamın da belli sonuçları vardır. Sâlikin makamlardan bir veya birkaçına ulaşması ölünceye kadar bu makama sahip olacağı anlamına gelmez. Kazanılan makamların kaybedilmesi mümkündür. Öte yandan şarta bağlı olan bir makam şartın ortadan kalkmasıyla sona erer. Meselâ havf ve recâ makamı cennete girene kadar devam eder, cennette havf-recâ söz konusu olmaz (İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 507).
Hücvîrî, her sâlikin ulaştığı makamlar içinde belli bir makamın niteliklerine daha fazla sahip olduğunu, bunun da onun yaratılışından geldiğini belirtir. Bu anlamda tövbe Âdem’in, zühd Nûh’un, teslim İbrâhim’in, inâbe Mûsâ’nın, hüzün Dâvûd’un, recâ Îsâ’nın, havf Yahyâ’nın, zikir Muhammed’in makamıdır (Keşfü’l-maḥcûb, s. 484). Hücvîrî’nin burada makamı “meşrep ve karakter” anlamında kullandığı görülmektedir.
Makamlar ahlâkî olgunluğa ermedeki aşamalar sayıldığı gibi Hakk’a giden yoldaki menziller olarak da görülmüştür. Ferîdüddin Attâr, Manṭıḳu’ṭ-ṭayr’da yedi makamdan (talep, aşk, mârifet, istiğnâ, tevhid, hayret, fakr/fenâ) bahsetmiş, bunları geçilmesi güç yedi vadi olarak tasvir etmiştir. İbnü’l-Arabî, el-İsrâʾ ile’l-maḳāmi’l-esrâ adlı eserinde mi‘racda Hz. Peygamber’in ulaştığı makamı ruhun Hakk’a yükselmesi şeklinde açıklamıştır. Allah’ı sürekli olarak zikreden ve Kur’an’ın sırları üzerinde derin düşüncelere dalan velîler bu makama erişirler. Ona göre burak Allah sevgisinin, Mescid-i Aksâ Hakk’ın nurunun, duvar kalp saflığının, süt zevkî bilginin, semânın kapısını çalmak nefis mücâhedesinin, refref ilâhî aşkın, sidretü’l-müntehâ imanın simgeleridir. Bu noktaya ulaşılınca perde kalkar ve sırlar keşfolunur (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 357).
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî makamı “kazanılmış ahlâkî ve ruhî melekeler” olarak tanımlamıştır. Ona göre akıl, kalp ve nefis üç latife olup bunlardan her birinin halleri ve makamları vardır. Aklın temel makamı yakīndir, diğer haller ve makamlar onun şubeleridir. Kalbin makamı muhabbet, hali sekrdir; nefsin makamı tövbe, hali aşağı arzulara mağlûp olmaktır (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, s. 612-639). İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-tenbîhât adlı eserinin sonunda âriflerin makamlarını felsefî açıdan değerlendirmiştir. Velîlerin hakiki veya sembolik kabir ve türbelerine de makam denilir. Veysel Karanî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Yûnus Emre, Karaca Ahmed gibi ünlü velîlerin çeşitli yerlerde ziyaretgâh olan makamları vardır.
BİBLİYOGRAFYA