Çağ ve Nesil-6 (Yeşeren Düşünceler)
Pırlanta Kitaplar Serisi
- Asrın Getirdiği Tereddütler 1-2-3-4
- Bahar Neşidesi
- Beyan
- Bir İ’câz Hecelemesi
- Çağ ve Nesil-1 (Çağ ve Nesil)
- Çağ ve Nesil-2 (Buhranlar Anaforunda İnsan)
- Çağ ve Nesil-3 (Yitirilmiş Cennete Doğru)
- Çağ ve Nesil-4 (Zamanın Altın Dilimi)
- Çağ ve Nesil-5 (Günler Baharı Soluklarken)
- Çağ ve Nesil-6 (Yeşeren Düşünceler)
- Çağ ve Nesil-7 (Işığın Göründüğü Ufuk)
- Çağ ve Nesil-8 (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)
- Çağ ve Nesil-9 (Sükûtun Çığlıkları)
- Çekirdekten Çınara
- Enginliğiyle Bizim Dünyamız
- Fatiha Üzerine Mülâhazalar
- Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç
- İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad
- İnancın Gölgesinde 1 – 2
- İrşad Ekseni
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-1
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-2
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-3
- Kalbin Zümrüt Tepeleri-4
- Kendi Dünyamıza Doğru
- Kırık Testi-1 (Kırık Testi)
- Kırık Testi-2 (Sohbet-i Cânân)
- Kırık Testi-3 (Gurbet Ufukları)
- Kırık Testi-4 (Ümit Burcu)
- Kırık Testi-5 (İkindi Yağmurları)
- Kırık Testi-6 (Diriliş Çağrısı)
- Kırık Testi-7 (Ölümsüzlük İksiri)
- Kırık Testi-8 (Vuslat Muştusu)
- Kırık Testi-9 (Kalb İbresi)
- Kırık Testi-10 (Cemre Beklentisi)
- Kırık Testi-11 (Yaşatma İdeali)
- Kırık Testi-12 (Yenilenme Cehdi)
- Kırık Testi-13 (Mefkûre Yolculuğu)
- Kırık Testi-14 (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
- Kırık Testi-15 (Yolun Kaderi)
- Kırık Testi-16 (Dert Musikisi)
- Kırık Testi-17 (İstikamet Çizgisi)
- Kırık Testi-18 (İmtihanlar Kuşağı)
- Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader
- Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar
- Kur’an’ın Altın İkliminde
- Miraç Enginlikli İbadet: Namaz
- Ölçü veya Yoldaki Işıklar
- Ölüm Ötesi Hayat
- Prizma (1 2 3 4)
- Prizma 5 (Kendi İklimimiz)
- Prizma 6 (Yol Mülâhazaları)
- Prizma 7 (Zihin Harmanı)
- Prizma 8 (Çizgimizi Hecelerken)
- Prizma 9 (Kendi Ruhumuzu Ararken)
- Ruhumuzun Heykelini Dikerken
- Sohbet Atmosferi
- Sonsuz Nur
- Varlığın Metafizik Boyutu
- Yaratılış Gerçeği ve Evrim
- Zekât
Bölüm Başlıkları
Acı Gerçekler ve Ümit Dünyamız
Şimdiye kadar dünyanın değişik yerlerinde, farklı felsefe, farklı hareket ve farklı akımlarla temsil edilen, birbirinden çok ayrı hürriyet, kardeşlik ve eşitlik düşüncesinin gerçekleştirilmek istendiğine şahit olduk.. konuyla alâkalı çeşitli beyannameler dinledik.. rengârenk vaatlerle ümitlendirildik.. defaatle yitirdiğimiz cennete ulaşacağımız ümidiyle şişirilmiş ihtilal manifestolarıyla avunduk ve avutulduk.. ve kim bilir kaç kere, ırk, millet ve coğrafya hudutlarını aşkın tam hürriyet, tam eşitlik, tam kardeşlik hülyalarıyla kendimizden geçtik ve coştuk.. hatta zaman geldi bütün dünyayı yalın bir insanlık mefhumu etrafında örgüleyeceğimiz vehmine kapılarak ‘dünya kardeşliği’ bile diyebildik…
Ne var ki, şimdiye kadar, bunlardan en küçüğünü, en önemsizini bile gerçekleştiremedik.. gerçekleştiremedik; zira bu teşebbüslerin ve daha doğrusu da bu iddiaların hiçbirinde, eşya ve insanın ruhuna müdahale edebilecek müessiriyete sahip değildik. Oysa ki, böyle bir müessiriyet çok önemliydi; ama biz, bir taraftan beşer tabiatına karşı savaş ilan ederken, diğer yandan da insan ve eşyaya ait bir kısım hususiyetleri sürekli gözardı ediyorduk.
Muhtelif coğrafi bölgelerde, birbirinden farklı iklimlerde, ayrı ayrı kültürlerle beslenmiş, değişik ırk ve milletlerin, onca farklılığını hesaba katmadan, tesbih tanelerini ipe diziyor gibi onları bir araya getirebileceğimiz veya getirilebileceği vehmine kapıldık.. onca ayrılıkları yok sayarak, hülyalarımızda yaşattığımız cennetin sırlı anahtarlarını elde etmişçesine kendimizi şımarıklığa saldık.. ve nâralar atarak ortalığı velveleye verdik.
Oysa ki, yazılan, söylenen ve deklare edilen şeyler, donanma gecelerinde, yanıp-sönen havâi fişekler gibi yanmasıyla sönmesi bir oluyor; ifade edilmesini müteakip hemen unutuluyor, derken ölümlü vaatlerin yerini ölümsüz inkisarlar ve ızdıraplar alıyordu. Eşitsizlik azalmıyor, artıyor.. mevcut baskı her yerde daha ciddi esaretlere inkılâp ederek devam ediyor.. insanî hak ve hürriyetler, amansız harp ve istibdatların dişleri arasında eriyip gidiyor.. ve tabiî topyekün insanlığın cennet beklentileri de cehennemî görüntülere çarpıp kırılıyordu ki; bu da, bizim gibi güçsüz milletler için, âdeta, bir mazlumiyetten başka bir mazlumiyete, bir mağduriyetten başka bir mağduriyete intikal adına birer ara fasıl mahiyetinde idi.. ve ilan edilen her yeni İnsan Hakları Beyannamesiyle bir kere daha ümitleniyor, seviniyor ve arkasından da yeni inkisarlara düşüyor ve yeni beklentilere koyuluyorduk…
Şimdilerde de değişen bir şey yok; yirmibirinci asra girerken, yine dünyanın yarısından fazlası, beklentileriyle pürheyecan; maksadının hilafına maruz kaldığı şeylerle inim inim ve çektiklerinin ızdırabını ümit ve hayallerindeki mutluluk vehimleriyle tadil ederek yaşamaya çalışıyor.. tabiî buna yaşamak denecekse!.
Dün Asya Steplerinden Balkanlar’a, Hindistan’dan Kırım’a, Belçika Kongosu’ndan, Merakeş’e kadar müstemlekecilerin tabiî suret-i haktan görünerek yerli halka çektirdikleri aynı fecâyi ve fezâyii, bugün Cezayir’den Somali’ye, Filipinler’den Dağıstan’a, Saraybosna’dan Karabağ’a aynı ürpertiyle müşahede ediyor ve iki büklüm oluyoruz. öyle anlaşılıyor ki, tarihî hadiselere dur! diyecek ve onlara kendi boyasını çalacak tarih yapmaya namzet seçkin bir millet veya seçkinler topluluğu zuhur edeceği, zuhur edip tutarlı ve kalıcı politikalar üreteceği, maddi-manevi güç kaynaklarımızı keşfedip ortaya çıkaracağı âna kadar da bir kısım kanlı kâtillerle temsil edilen bu kanlı arenalar daha bir süre devam edecek.
Evet, bizim dünyamızın, şu beyanname-bu beyanname, şu tarihli kararlar-bu tarihli kararlardan daha çok bu ölçüde güçlü, kararlı, yüksek performans sahibi insanlara ihtiyacı var.. yaşadığı devirle sımsıkı irtibatlı.. engin bir tarih şuuruyla içli-dışlı ve yay gibi gergin.. toplumun gizli ve dağınık bütün ızdıraplarını toplayıp bir güç kaynağı haline getirmede fevkalâde basiretli ve muzdarip.. her zaman iradesini tarih rüzgarlarıyla kanatlandırmasını bilen ve eli dümende, gözü pusulada, sonsuza yelken açmış aşk, şevk ve irade insanlarına… O insanlar ki; onlar, geçmişin tomurcuk ve meyvesi, geleceğin de fikir işçisi, mimarı ve müessisidirler. Onlar, istikbale yürürken, karşılarına çıkan bütün olumsuz dalgaları kıra kıra yürür ve her zaman arkalarındakilerin sînelerinde bir kalp gibi ritmik ve bir nabız gibi sımsıcak atarlar.
Güçlü fikirler, yerinde beyanlar, muhtevalı beyannameler ve isabetli kararlar, her zaman, güç ve kuvvetini ilâhî irade ve meşiete vesile yapan, sebeplerde kusur etmemekle beraber her şeyi Kudreti Sonsuz’dan bilen, Allah’ın kendilerine olan bütün lütuflarını, son santimine kadar yine O’nun rızası istikametinde ve mefkûreleri uğrunda kullanan bu nezih ruhlar sayesinde, ayrı bir derinliğe ulaşır, her kesimce hüsn-ü kabul görür, kalıcı olur ve istikbal vaadeder. Onların, bu umumî gayretleri, tarihî dinamiklerle desteklendiği ve millî kaynaklarla beslendiği ölçüde de genişler, ayrı bir enginliğe erer ve süratle netice verir.
Toplumu yeniden inşa edecek kahramanları tarih ve daha evvelki cemiyet doğurur, emzirir, şekillendirir; daha sonra da toplum, tarih ve milleti bu kahramanlar hazırlarlar.. her parçası aydınlık, her düşüncesi rehber ve hiçbir zaman bizim şaşkın ve dağınık isteklerimizin esiri olmayacak olan, aksine hep cesetlerimizde can, iradelerimizde fer, dimağlarımızda da idrak ve basiret usâresi bu kahramanlar…
Bin yıllık, mübarek bir geçmişin mânâ ve muhtevasını fevkalâde bir ihtimamla koruyacağına inandığımız bu hikmet erleri, gelecek nesillere de sürekli millet ruhunu aşılayacak, onun her zaman taze-canlı kalmasını sağlayacak ve bir kere daha devlet-i ebed müddet.! diyeceklerdir.
Ancak, bunun süratle gerçekleşebilmesi için de, toplumun değişik kesimleri arasındaki farklılıkların ortaya çıkarılmaması, hakperestliğin bir şiddet silahı haline getirilmemesi, Allah’ın kullarına karşı, şeytana arka çıkılmaması şarttır. Değişik bir ifade ile, başkalarının başını yarıp-putunu kırmaya yöneldiğimizde putun en büyüğü nefsimizdir mülâhazasıyla elimizdeki baltayı bu en büyük düşmanımızın başına indirerek, bizi endişe ile seyredenlerin yüreğine su serpilmesi esas olmalıdır.
Sızıntı, Mayıs 1995, Cilt 17, Sayı 196
Anne
Anne kendi dünyasında bir kutup varlıktır. Kâbe, topyekün kâinat hakikatinin; Mekke umum beldelerin, dimağ bütün bir bünyenin ruhu, mânâsı, özü ve atlası olduğu gibi, anne de âile cüz-i ferdinin temeli, direği, esâsı ve Yaratıcı Kudret’in de en önemli bir malzemesidir. Yuvada her şey onun etrâfında döner, ona dolanır ve ona dönüşür. O ise, kutup yıldızı gibi hep kendi çevresinde döner ve ucu gökler ötesi bir yörüngede yol alır.
Evet anneler, dünyada ukbâ eksenli varlıklardır. Hilkatteki rol ve istihdamlarıyla elde ettikleri mükâfatları, çektikleri meşakkat ve sıkıntılarıyla gördükleri mukabele arasındaki tenâsüb-sözlük bu gerçeğin en açık delili. Bunun böyle olduğunu anlamak için uzun boylu araştırmaya da gerek yok; onların bir ömür boyu neler ekip neler biçtiklerine, neler çekip neler bulduklarına göz ucuyla bakmak bile yeter sanırım..
Simaları cennetteki hûrilerin yüzleri kadar uhrevî, bakışları meleklerinki kadar derin, duyguları da ruhânîlerinki kadar durudur annelerin.. onlar, suyu, toprağı, havası ötelerden getirilmiş mübârek bir zeminin gülleri gibi o kadar imrendirici, o kadar sevimli, o kadar büyüleyicidirler ki, insan dikkatle bakabilse onlarda cismâniyetini aşan, dünya ve içindekilerini aşan, hatta kendilerini de aşan bir sihrin bulunduğuna hükmeder.
Duygu ve düşünceye açık mütecessis ruhlar, onların her zaman hisli, içli ve şefkatle köpüren dünyalarında, firdevsî düşüncelerle beslenmiş en tatlı rüyâların akislerini bulur ve insanî tasavvurları aşan bir zevk zemzemesine ulaşır. Biz hemen her zaman, onların ikliminde geceleri ayrı bir edâda, gündüzleri de başka bir üslupta sekîne televvünlü esintiler duyar ve gönüllerimize, göklerin merhametinin, şefkatinin ve şiirinin döküldüğünü hissederiz; hissederiz de, ufkumuzun bitevî meleklerle, ruhânîlerle kuşatıldığını sanırız. kim bilir kaç defa, onların gecenin koynunda menekşe renkli füsûnlu çehrelerinde, hilkate esas teşkil eden bir ruh ve mânânın bütün zamanları ve mekânları aşıp bulunduğumuz yere sarkıtıldığını görmüş ve kökü sonsuzlukta engin bir rahmetin, onların tebessüm ve teessürleriyle iç içe parıldadığını hissetmiş; muğlak, müphem fakat cezbedici bir kısım sâiklerle kendimizi onların kucaklarına atmak istemişizdir. kim bilir kaç defa kırılmış-dökülmüş, buruklaşmış-garipleşmişizdir de, onların ümit ve itmi’nân tüten, o kuş yuvalarından daha sıcak, daha canlı, daha duru ve âdeta tılsımlı sî-nelerine kendimizi salmış, onların esrarlı mırıltılarıyla hazdan hazza kanatlanmış ve huzurla gerinmişizdir.
Onlar, bizi, her bağırlarına basışlarında karşılık beklemeyen birer vefâ kahramanı misillü büyülü bir hâl alır; biz de onlarla her şeyi aşabileceğimiz hissiyle bir güven ve emniyet içinde gerilir, etrâfı süzer; hatta herkese meydan okuyor gibi bir tavra girer ve onlara sımsıkı sarılırdık.
Anne, gökler kadar derin.. ve içinde göklerin yıldızları kadar duygu ve düşüncelerin kaynaşıp köpürdüğü, köpürüp lav ırmakları veya yeraltı çayları gibi şuraya-buraya aktığı sırlı bir his yumağıdır. Evet o, acı-tatlı kaderiyle uyumlu.. sevinçlerle, kederlerle barışık.. beklentileri olmayan, beklentilere takılıp yavrularına gönül koymayan.. tabiatı İlâhî ahlâkla kristalize öyle bir vefa ve şefkat âbidesidir ki; ne çektiği mihnetlerin mahşerdeki ter lüccesine denk gelip gırtlağına dayanması; ne de evlat vefâsızlığının bir poyraz gibi esip rûhunu sarması; sarıp ona gurbetlerin en acısını yaşatması onu dize getiremez ve ona “pes” dedirtemez…
Çocuğunun parçalayıcı neşterleri altında, ciğeri delik-deşik edilirken, bıçağı eline kaçırıp da “Anam!” diye inleyen bir kanlı kâtilin koluna “kuzum!” çığlıklarıyla sarıldığı hikâye edilen bir anne ciğeri üstûresini, çocukluğumdan beri ne zaman anmışsam hep ürpermiş ve bu mini damlada anne şefkatinin enginliğini duymaya çalışmışımdır. Hele, ebediyet ve ahirete inanan, dolayısıyla da bedenî ve cismânî olduğu kadar uhrevî ve rûhânî yanları da olan anneler!. Bunlar madde ve mânânın, cisim ve rûhun yerleşik âleminde, gönülleri evlatlarına karşı, tasavvurlar üstü öyle güçlü râbıtalara sahiptir ki; dünya ehlince çok köklü ve güçlü kabul edilen alâkalar bile ona nispeten zayıf bir gölgeden ibâret kalır. Ne var ki, imanı, imandaki sonsuzluk zevkini duymayanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.
Evet, onlardaki samimiyetin hep böyle derin kalmasını, ihlâsın kesintisiz devam etmesini.. ve onların kalplerinin her zaman sevgiyle coşmasını, bakışlarının alâka ve güven vaadiyle içimize akmasını fenâ ve zevâl vadilerinde yetiştikleri halde bu kadar ebedî ve mâverâî hislerle dolup-taşmalarını anlatmak oldukça zor olsa gerek…
Bir düşünün; bizim için onlar, ne uzun hazırlıklar dönemi geçirmiş!. Ne aşılmaz zorluklara toslamış ve neleri aşmış?. Ne çetin hadiselerle pençeleşmiş, ne kadar hayâl ve melâl ile oturup kalkmış?. Ne hülya ve rüyâlarla dolup boşalmış, ne kadar yeis ve inkisarlarla burkulmuş?. Ne zorluk ve sıkıntıları göğüslemiş ve kaç türlü çileyle preslenmiş?. Ne sancılar çekmiş ve ne kadar inlemiş? Kaç defa çığlık çığlığa ağlamış ve ne kadar ağlama dindirmiş?. Kaç defa merhametle coşmuş ve kaç defa merhamete ihtiyaç hissetmiş?. Hâsılı bizim için ne değerli şeyler harcamış ve ne emekler sarfetmiş.. sarfetmiş ve sonra da herhangi bir beklentiye girmemişlerdir…
Evet bizi, varlığa ermenin hemen her safhasında kucaklayan, koklayan, öpüp öpüp okşayan, teessür ve infiallerimizi yatıştırıp sıkıntılarımızı paylaşan; yemeyip yediren, giymeyip giydiren, açlığını-tokluğunu, açlığımız-tokluğumuz içinde hissedip yaşayan, mutluluk ve saadetimiz adına insanüstü bir gayretle akla-hayale gelmedik zorluklara katlanan.. bize, vücudumuzun gelişmesi, irâdemizin kuvvetlenmesi, zekâmızın incelip keskinleşmesi, ufkumuzun uhrevîleşmesi yollarını gösteren.. bütün bunları yaparken de açık-kapalı herhangi bir beklentiye girmeyen bir varlık varsa, işte o da anadır.
Biz hayatımızın önemli bir bölümünü tâvusların renk renk tüylerinden daha güzel; çiçeklerin sihirli dünyasından daha büyülü, kuş yuvalarından daha sıcak ve daha canlı, en koruyucu seralardan daha koruyucu, daha emin onların kucaklarında, onların atmosferinde geçiririz. Evet biz, korumanın-kollamanın, neşesini-heyecânını, gösterişini-hesâbını, sistemini-yolunu onlarda görmüş, onlarda tanımış, onlarda duymuş ve onlarda tatmışızdır. Hele, ihtiyaç ve zaaflarımız; güçsüzlük, yetersizlik ve hayatın bir kısım aksilikleriyle birleşerek üzerimize çullanışında hep onlara sığınmış ve karşımıza çıkan handikapları hep onlarla aşmaya çalışmışızdır. Biz onlara sığınırken onlar da gönüllerinin bütün sıcaklığıyla bizi sînelerine basmış ve hafakan dolu gönüllerimize emniyet ve itmi’nân üflemişlerdir.. böyle durumlarda, zannediyorum hemen herkes, kendi gönlünden olduğu kadar, onların bakışlarından, tebessümlerinden, mimiklerinden kopup gelen bir his tufanını, bir şefkat esintisini ve sessiz bir şiiri dinler gibi olurdu.
Biz, onlarla geçen bu hisli, bu hülyâlı gün ve gecelerin içinde âdeta hep bir saadet rüyâsı yaşamışızdır. Günlerin masmavi saatlerinde hayâtın en tatlı nağmelerini, annelerin bam teli gibi ses veren sînelerinden duymuş ve şuurlarımızın ihâtası ölçüsünde “herhalde gerçek mutluluk da bu olsa gerek” demiş ve kendimizden geçmişizdir.
Anne, hilkat hadisesinin en önemli esâsı, insanlık dünyasının en bereketli rüknü ve bizim de gözümüzün aydınlığıdır. Biz hepimiz, medyûniyetin en altından kalkılmayanı ve sorumluluğun en ağırıyla onun karşısında iki büklümüz. İki büklümüz ve şerefimiz de gökler gibi bu kamburumuzda.
Annenin pırıl pırıl çeliğine su veren kaynak, meleklerin akgüvercinler gibi başına konup kalktıkları cennet şadırvanları olsa gerek.! Öyle olmasaydı rûhunun ışığı hiç gözlerimizi böylesine kamaştırabilir miydi? Onun ışığı değil, gölgesi bile pervâneleri yakar -kendi dünyamda o yüce mâhiyetin tedâi ettirdiği öldüren hislerin şokunu henüz üzerimden atabilmiş değilim- ziyâsı, -şimdilerde daha iyi hissediyorum- karanlık gönüllerimizi aydınlatan sırlı bir ışık kaynağıdır.
Anne, rûhundaki incelikle, yürekliliği at başı götüren öyle bir şefkat kahramanıdır ki, şefkati, refeti ve zerâfetiyle ele alındığında bir tüy gibi yumuşak, bir ipek gibi de ince ve zarif olmasının yanında çocuklarını koruma ve kollama hususunda bir dişi aslan gibi sert ve parçalayıcıdır.
Şu gök kubbe altında ne varsa onun eli hepsinin üstündedir.. ve cennete giden yol onun ayaklarının altından geçer. Allah, kitabında ona öyle bir ululuk ve sultanlık vermiştir ki, yeryüzü sultanlıkları ona nispeten, liyakatsiz başlarda kuru birer taçtan ibâret kalırlar. Zâten, onun ayağının altında yerini bulamamış başlardaki taçların da kalıcı hiçbir değeri olduğu söylenemez.
Ey ruhlar gibi ince, melekler kadar mâsum ve gökler kadar da derin, yüce ve değerli varlık, öteler sana kıymetler üstü kıymet vermekte ve senin nazını çekmektedir. Senin ününün bestesi tâ meleklerin oturup kalktığı yerlerde duyulmakta, hayatının şarkısı cennet yamaçlarında yankılanmaktadır. Sen her zaman duygu kancalarının ucu ciğerinde, din cevherinin gerdanlığı da boynunda yaşadın! Biz hepimiz senin kölelerin, sen ise şefkat, vefâ ve samimiyet ağıyla bizleri avlayıp esir eden taçsız bir sultansın! Eğer şu varlık âleminde her şeyin kendine göre bir rûhu, bir hayat cevheri varsa, bizim hayat cevherimiz de sen olmalısın!
Allah, kıyâmet sabahında seni Zâtının ışıklarıyla aydınlatsın! Geleceğin, cennetin cuma yamaçları gibi neşeli ve vuslatın da kutlu olsun!
Sızıntı, Eylül 1993, Cilt 15, Sayı 176
Aşk Ahlâkı
Milletimiz, bir-iki asırdan beri, bir yandan çeşit çeşit buhranlar içinde kıvranırken, diğer yandan da, disiplinli-disiplinsiz hummalı bir gayretle, eğitim faaliyetleri, vakıf ve dernek çalışmaları, medya kuruluşları ve mâbedleriyle kendi olarak dirilmenin yollarını ve çarelerini aramakta. Bu millet, eğer, bundan birkaç asır önce, Sonsuz Nur’un neşrettiği ledünnîliğe, aşk ahlâkına, ebed için yaratılmış bulunan ve ebede açık olan insanlığın Allah’a yönelme hamlesine bağlanabilseydi, o, bugün yeryüzünün söz götürmez varisi ve devletler muvazenesinin de en hakim unsuru olacaktı.
Batının karanlıklar içinde yüzdüğü bir dönemde, cihanları aydınlatan bizim medeniyet ve rönesansımız, işte bu ledünnîliğin ve bu aşk ahlâkının eseri olmuştu. Eğer bundan sonra da böyle bir beklentimiz varsa, bu yine aynı dinamikler sayesinde gerçekleşecektir. İslâm düşüncesinin insanlığa armağan ettiği bu anlayış, kahrolası bir yanlış maddecilik telâkkisi ve kuvvetin gelip hakkın yerini almasından ötürü, doğru yorumlanamadı.. nurunu tam neşredemedi.. bu yüzden de bazı dönemler itibarıyla kendinden bekleneni veremedi.. bu olumsuzlukların, büyük ölçüde günümüzde de bahis mevzuu olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, dünya döne döne, Kudreti Sonsuz’un vazettiği fıtrî çizgiye doğru kaymakta ve insanımız da, kendi özünü bulma, kendi değerleriyle yeniden dirilme konusunda kararlı görünmekte. Hatta bu mevzuda onun bir hayli mesafe aldığı da söylenebilir. Bir diğer yaklaşımla buna millet ruhunun diriliş hamleleri de diyebiliriz ki; bu hamleleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Tali’siz bir dönemde, topyekün insanlık olarak gidip maddeciliğe aborde olma sonucu, düşünce hayatımızda insanın zatî değerlerini yıkarak insanoğlunu “eşref-i mahlûk” tahtından alaşağı etmiş, alaşağı etmek bir yana, hayvanlardan herhangi bir hayvan derekesine ittirip sözde eski telâkkileri sorgulama adına, onu hor görmüş ve bütün insanî değerlerin altını üstüne getirmiştik. Ne acıdır ki, telafisi çok zor bu büyük yanlışlığı yaparken, ne korkunç bir cinayet işlediğimizin farkında bile değildik.. değildik ve o gün-bugün de hâlâ o sadmenin tesiri ile sarsık, kararsız ve “teşettüt-ü ârâ” içinde bulunuyoruz.
Oysaki, insan denen bu yüce varlık, haklarına kat’iyen dokunulamaz, hürriyetlerine ilişilemez, her türlü tebcil ve takdiri aşkın, dünya kadar hususiyetleri olan müstesna bir varlıktır. Merhum Âkif’in ifadesiyle; “Onun mahiyeti hatta meleklerden de ulvîdir / Avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvîdir.” Onu hor görme, varlığın yaratılış gayesini hor görme, onu tezyif etme de hilkatin ruhunu tezyif etme demektir. O, hor görülüp tezyif edilmeyecek kadar âli olduğu gibi, asla feda edemeyeceği bir kısım hususiyetleri de olan müstesna bir yaratıktır: Onun hürriyeti elinden alınamaz.. ona tahakküm edilemez.. o kat’iyen zulme uğratılamaz.. ve hele asla sömürülemez; zira bunların hepsi, insanlık mânâsını tahkir ve insanî ruha haksızlıktır; dolayısıyla en büyük ahlâksızlıktır.
Bu itibarla da, günümüzde insanî değerleri, zannediyorum bir kere daha gözden geçirmek icap edecektir.
Evvela, bizi biz yapan kaynaklarımız ve temel düşüncelerimiz, insana saygıyı emretmekte ve ona değerler üstü değer vermektedir.. değer vermekten de öte, insanı “eşref-i mahlûk” tahtına oturtarak, onun iradesini, haklarını ve hürriyetlerini selamlamakta ve onun dünya ve ukba mutluluğunu bir dantela gibi bu dinamikler üzerinde örgülemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Evet İslâm, insanı; imanı, mârifeti, muhabbeti, aşkı ve ruhanî zevkleriyle, bir mânâda meleklerin dahi önünde görür ve onu sevmeyi Yaratan’la münasebetin önemli bir ifadesi bilir.. ve tabiî ona karşı saygısızlığı da sahibine karşı ciddi bir hürmetsizlik telâkki eder. Bu itibarla da bizim en başta yapmamız gerekli olan şey, insanoğlunun elinden alınan değerleri yeniden ona iade etmek ve bu değerleri “ebed-müddet” koruyacak nesiller yetiştirmek olmalıdır.
Sâniyen, birlikte hareket etmek de çok önemlidir. Her ferdin, şahsî duygu, şahsî düşünce ve hissiyatını yüksek bir idealin emrine vererek, onun etrafında aklî, mantıkî, kalbî, ruhî birleşme mânâsında bir kolektif şuur. Aslında hakiki mânâda bir ahlâkîlik veya lâahlâkîlik de, ancak dört başı mamur böyle bir toplumun ferdi olmakla ortaya çıkacaktır. Toplumdan kopuk olan münzevîlerin ahlâkîlik veya lâahlâkîliklerinden söz edilemez. Kaldı ki, toplum içinde bulunup toplu yaşamaktan kaynaklanan bazı olumsuzluklara katlanmayı İslâm cihad saymıştır. Zaten, gerçek bir ahlâk toplumu da, herkese kendi ihtiyarıyla dünyevî ve uhrevî mutluluk vaad eden ve kendi iradeleriyle bir mefkûreye teslim olan topluluktur. Böyle bir toplum içinde, imanın birleştiriciliği, aşkın eriticiliği, gayenin yüceliği, ego kaynaklı olumsuzluklara yol vermez ki, kaynağı egoizma olan lâahlâkîlik o bünyede boy atıp gelişsin.
Bir kere, inancın, aşkın, ihlâs hedefli yaşamanın hâsıl ettiği aşkınlık, ferdi, kendine ait hususî yanlarıyla toplum içinde öyle yumuşatır ve eritir ki, o kendi olarak kalmanın yanında, âdeta umumîleşir ve damla iken derya, zerre iken güneş ve hiç ender hiç iken de her şey olma ufkuna ve zenginliğine ulaşır. Bu açıdan denebilir ki, varlık, yokluktan geçer; zenginlik fakirlikle beslenir; kudret aczin bağrında tomurcuklaşır ve nikmet, aynı nimet olur, şükür de şevke inkılap eder. Bu yolda hizmet, memuriyetlerin en yücesi; gaye, Yaradan’ın hoşnutluğu, netice de uhrevî mutluluktur. İşte bu saflardan saf mülâhazaya, az dahi olsa, şahsî çıkar veya cemaat menfaati, cemaat düşüncesi karıştırıldığında, ferde de, heyete de hayat veren sonsuzluk rabıtaları kopar, derken fert çizgisinden uzaklaşır, cemaat da sarsıntıya girer ve kazanma kuşağında kaybetme “fasit daire”leri işlemeye başlar.
Evet, her işini, Allah’la irtibatlandırıp götüren bir heyette, ferdî emeller, şahsî hırslar ve kaygılar olmaması gerektiği gibi, gidip sonsuzla noktalanmayan gaye-i hayaller ve mefkûreler de olmamalıdır. Gerçek bir cemaat, fertleri ebediyete teslim olmuş öyle mukaddes bir topluluktur ki; Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla: Onlar, Allah için işler, Allah için başlar, Allah için konuşur, Allah için görüşür, lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ederek ömrünün saniyelerini seneler hâline getirir ve fâniliğin çehresine bâkîlik damgasını vururlar. Evet, onların bütün çalışmaları, fevkalâde içten, olabildiğince bir duruluk içinde ve hep sonsuza müteveccihtir.[1]
Bu itibarla da denebilir ki, her kalabalık, cemaat değildir. Hatta fertleri birbirine karşı olan bazı yığınlar; cemaat olmak şöyle dursun, onların çokluğu, kesir sayılarının çarpımlarında olduğu gibi azalma ve küçülme vesilesidir. Hakikî cemaat ruhuyla serfiraz olan peygamberlerin arkadaşları, kemmiyet itibarıyla az oldukları halde güçlü bir cemaatten bekleneni yerine getirebilmişlerdir. Hatta bir Hz. Ebû Bekir ve Ömer’i, tek başına bir cemaat ve millet kabul etmek kat’iyen mübalağa değildir. Hz. Mesih’in bir avuç havarisine de en güçlü ordulardan daha güçlü nazarıyla bakılabilir. Aslında, bütün bir tarih boyu, tam kıvamında olan bu ölçüdeki bütün “azlar”, kıvamında olmayan dünya dolusu yığınlardan daha güçlü ve bereketli olmuşlardır.
Ayrıca ahlâk aşkı, ruhî hayatın disipline edilmesinin en önemli yolu olduğu gibi, toplum içinde istikrarın en ehemmiyetli unsuru ve ahengin de en hayatî esasıdır. Doğruluk, emniyet, hakperestlik, sözünde durma, medenî cesaret, başkalarına karşı saygılı olma ve mâneviyata bağlılık gibi hususlar, ahlâkın özü ve ruhun da temel dinamikleridirler.
Millî tarihimizin bize armağan ettiği ahlâk anlayışı –son birkaç asrın ahlâk adına benimsediği muzahrafatı söz konusu etmezsek– bizi bütün milletlerin önüne çıkaracak kadar zengin ve sağlam bir ahlâk anlayışıdır. Önümüzdeki yıllar itibarıyla hayatımızı bu anlayışa göre tanzim edebildiğimiz takdirde, pek çok millî problemimiz kendiliğinden aşılmış olacaktır ki, o zaman daha doğru düşünebilecek, daha verimli çalışacak, daha hızlı ve âhenkli yürüyecek, daha pratik olacak ve tabiî düşünce hayatımızdaki birkaç asırlık boşluğu da daha süratli doldurabileceğiz.
Buna muvaffak olabilirsek, ülkemizin geleceği daha bir canlı, daha bir sıcak ve daha bir renkli olacağa benzer…
Sızıntı, Temmuz 1996, Cilt 18, Sayı 210
Bayram
Bayram İslâmî duygu ve düşüncenin sızıp kâsesinden dışarıya çıktığı ve köpürüp her yanı sardığı bir buluşma günüdür. Bayramların içinde âdeta, bütün geçmişimiz uyuyor, sayıklıyor; uyanıyor ve geriniyor gibidir. Geçmişten bugüne, bize âit husûsiyetler bayramların genel havasına öylesine sinmiştir ki, bu mübârek günleri her idrâk edişimizde, benliğimizin derinliklerinde asıl duyduğumuz şey semâ peymâ olan o şanlı günlerimizdir. Gözlerimizi kapayıp bayramları dinlerken, raiyetimizin göklerde dalgalandığı günlerin lezzetini bir kere daha duyar ve koskoca bir târihi; daha doğrusu kendi rûhumuzu, kendi mânâmızı, kendi değerlerimizi bir kere daha yaşarız. Bu itibarla da bayram günlerinde âdeta, gönüllerin tasalarıyla zevklerinden meydana gelen bir armoniyi beraber dinler gibi oluruz.
Evet, bayram günlerinde vicdanlarımızda yer yer muvakkat tatlı bir hicran, zaman zaman da zevkli bir dâussıla duyar ve yaşarız. Şimdilerde bazı bayramlar bizim için, sanki hüzün ve zevk berzahında yaşanıyormuş gibi; bir yandan en ulvî hislerle ruhlarımızı coştururken, diğer yandan da gönüllerimize âdeta keder ve tasa pompalamakta.. evet, hemen hepimiz o günlerde hem sevinmek hem de ağlayabilmek için, ruhumuzun bütün derinlikleriyle açılarak, bir zamanlar kaybettiğimiz cennetlerin burukluğunu duyduğumuz aynı anda, ileride ulaşacağımıza inandığımız firdevslerin hülyâlarıyla da kendimizden geçeriz.. yani gözlerimiz bahar bulutları gibi yaşlar dökerken, ruhlarımızda da sürekli cennet yamaçları tüllenir. Evet, her şeye rağmen bayramların o cıvıl cıvıl hülyâ ve tahassür dolu canlılığı bize, sonbaharda da, kış ortasında da bulunsak, taptâze bir yeni bahar armağan ediyor gibi gelir. Hepimiz o aydınlık günlerde, tatlı bir hüzün, engin bir inşirah veya coşturan bir ümit, içimizi dolduran bir sevinçle yeniden diriliyor gibi oluruz. Oluruz da uğradığımız her yere, bizden evvel Hızır uğramış da seccâdesini sermiş gibi, kendimizi bir “ba’sü ba’de’l-mevt” atmosferinde buluruz.
Bayramlardaki nazlı sesler, ruhlardan kopup gelen tebessümler, her yerde genişletilmiş bir kardeşlik yaşanıyor gibi rastgele herkesle kucaklaşmalar, herkesle selamlaşmalar.. her yerde ikramlar, her bucakta ziyâfetler ve tıpkı toy-düğün gibi dizi dizi tes’îd merâsimleri ve görkemli şehrâyinler hep irâdelerimizin önünde cereyân eder ve bize âlemşümûl bir kardeşlik adına neler neler fısıldar.!
Gönüllerimiz her zaman bayramları bir ihtiyaç hissiyle arar, biz de bu mübârek günleri bütün vâridâtıyla duymaya çalışırız.. tekbirlerle, tehlillerle coşar; istiğfarlarla iç âlemimizi yıkar.. her yanda tütüp-duran neşe ve sevinçle kederlerimizi, tasalarımızı atar.. şifâhî irfânımızın bir buudu sayılan sanatlar, ilâhiler ve münâcâtlarla nefes alır-verir ve bu velûd günlerde daha ne güftesiz besteler dinleriz. Hele duyguları, düşünceleri açısından milletimizin mânâ kökleriyle alâkalı olduğu kadar, âile yapısı, yurdu-yuvası itibâriyle de bizim dünyamıza açık bulunanlar bu renkli zaman dilimini bir başka duyar ve bir başka hissederler. Obalarında çadır-çardak köşelerinde minderler üzerinde veya kerevetler üstünde.. mütevazî evlerinde mangal veya sobalarının başında alçak minderler üzerinde.. bahçelerinde ağaçların üfül üfül dalları altında yeşilin bağrında.. evlerinin geniş bir odasında veya köşklerinin, yalılarının ferahfezâ salonlarında, yenilen yemek ve pastalarda, içilen çay, kahve ve şerbetlerde âdeta hep bayram duyulur, bayram hissedilir, bayram yenir, bayram içilir ve bayram soluklanır gibi olur. Bayramın o sımsıcak ve yumuşaklardan yumuşak ikliminde duyulan sesler, işitilen sözler, imanla doymuş ve oturaklaşmış gönüllere çarpıp geçerek gidip tâ şanlı geçmişimizin derinliklerine ulaşır ve orada bizi her biri cihan değerinde tedâilerle buluşturur!
Bayramların herkese açık o müsâmahalı saat ve dakikalarında her şeyde ayrı bir neşe ve sevince ulaşan çocuklar, gece yarılarına kadar bayram duygusuyla oturur-kalkar, bayram müsâmahasıyla güler-oynar; cıvıl-cıvıl seslerini duyurabilme emeliyle daldan dala seken ve her dalda çevresine ayrı bir nağme salan bülbüller gibi yorulup bitkin düşünceye kadar akla-hayâle gelmedik oyunlar sergiler ve bizlere bayram içinde ayrı bir bayram daha yaşatırlar.
Bayramlar, bütün insanî münâsebetlere en pratik bir vesîle, bütün ledünnî zevklere en müsâit bir zemin, kitleler hâlinde sevişip-kaynaşmaya en münâsip bir vasat ve ebediyetleri duyup-yaşamaya da en elverişli bir sahne gibidirler. Hepimiz onun, o masmâvi dakikalarında, meşrû cismânî hazların yanında fikir ve his ziyâfetlerinden de nasîbimizi alır ve ruhumuzun armonisini dinleriz. Hele ibâdet u tâatın duyularak edâ edildiği, tekbirlerin, tehlillerin her yanı sardığı ve bayram o kendine has havası, nazı, tadı ve şivesiyle gelip dalga dalga gönüllerimize aktığı, akıp ruhlarımızı uhrevîliğe garkettiği zaman, artık sanki bizi dünyanın fâni ve zâil yüzüne bağlayan kayıtlar bir bir çözülüyor gibi olur ve kendimizi âdeta bir başka derinliğin insanları sanırız. Sanırız da, yıllardan beri bayrama susamış gönüllerimize, bayramda neşeyle köpüren her dakika, sağnak sağnak rahmet gibi üzerimize boşalır; kurumaya yüz tutmuş ruhlarımızın her yanını sular ve sînelerimizin derinliklerinde uyuyan binbir ümit ve teselli çiçeklerine sûr olur, hayat üfler.
Biz, hemen her zaman, bayramları, inanmış insanların uhrevî zevkleri, köpük köpük iştiyakları, dinme bilmeyen merakları ve ölümsüz beklentileriyle karşılar, duyar.. ve kim bilir kaç zevki birden idrâk ederiz? Doğrusu inanan gönüllerin, bayramları yaşarken, tam olarak neler hissettiklerini, neler duyup neler düşündüklerini anlayıp söylemek mümkün değildir. Zira hayatın, ukbâ tecellileri içinde temiz sînelere boşalttığı hissi, zevki anlamak için en az o sîneler kadar bu gizli esintileri duyup yaşamak şarttır.
Bayramlarda müminlerin, lâhûtîleşen dengeli hareketlerinde, vakarla tüllenen davranışlarında, mânâlı derin bakışlarında, vefâlı ve samîmiyet tüten sözlerinde hep cennet muhâverelerindeki o büyülü üslup sezilir. Evet, vazife ve sorumluluklarını yerine getirerek bayram zevkine ve bayram duygusuna uyanmış bu insanlar, öyle bir olgunluk ve enginlik sergilerler ki, her zaman bakışlarında lâhûtî bir derinlik, hareketlerinde büyüleyen bir ciddiyet, sükûtlarında ürperten bir verâîlik ve tebessümlerinde de sımsıcak bir letâfet tüllenir durur. Hemen herkes derecesine göre bayramın bu sihrinden nasîbini almıştır ve her inanmış çehrede bunu görüp duymak da mümkündür. Mümkündür zira çoğu okumamış ve ciddî bir terbiyeden de geçmemiş bu insanlar, tekyenin, zâviyenin, mektebin, medresenin bütün vâridât ve müktesebâtını temsil ediyor gibi her zaman bir zenginlik sergiler ve bir rûhânî derinlikle oturur-kalkarlar. Bunların çoğu o kadar râbıtalı, o kadar îtinâlı ve o kadar yürektendirler ki, sanki bunlar sıradan birer insan değil de, her biri şanlı geçmişimizin bütün değerlerini taşıyan, tartan hassas birer terâzi ve asırlar boyu toplanıp biraraya gelmiş bir dünya hazînesinin billurdan canlı mahfazaları gibidirler. Onların davranış ve tavırlarında, üslup ve edâlarında cennet meyvelerinin lezzetini, firdevs yamaçlarının sükûnetini, Allah cemâlini müşâhedenin halâvetini duyuyor gibi oluruz. Onların her şeye derin bir alâka ile konup kalkan bakışları, her meselede sağlam düşünce yapıları, ruhlarının derinliklerinde hâlâ hayâtiyetini devam ettiren bir mânâ kökünün var olduğunu gösterir.. gösterir ve gönüllerimize geçmişin gururunu, geleceğin de ümîdini fısıldar. Bu insanların hepsi, tevâzu ile onurun, mahviyet ile izzetin, emniyet ile hüznün, neşeyle temkinin halitası bir ruh hâletini paylaşır ve başka milletlerde görülmedik bir mükemmeliyet ortaya korlar. Bunların umûmî görünümlerinde hem ebedî bir millet olmanın gizli renkleri hem de Kur’ân’a uyanmış, Kur’ân dinlemiş olgun ruhların vakar ve ciddiyeti nümâyândır. Bunları bazılarımız hissetmesek bile, bu böyledir ve her zaman onların bakışlarından akıp ruhlarımıza dökülmekte ve sözsüz, bestesiz bir enstrümandan yükselen nağmeler gibi rûhumuzun derinliklerinde yankılanmaktadır.
Sızıntı, Mart 1994, Cilt 16, Sayı 182
Bir Düşüncede Devr-i Daim
Günümüzün hayat felsefesi, topyekün nesilleri, fıtrat kanunlarıyla karşı karşıya getirdi ve onlarla çarpıştırdı. Bugünün insanı, düşünceden tasavvura, tasavvurdan davranışlarına kadar, tabiiliğin karşısında ve yapmacıklarla iç içe… O, hiç düşünmeden hemen hayatın her kesiminde, fıtratı ve fıtrîliği hoyratça baltaladı ve kendini sun’ilik akımlarına kaptırıp gitdi. Düşünüp plânlamasında, düşüncelerini sisteme koymasında; yiyip içme ve yatıp kalkmasında, ferdî ve içtimâî bütün davranışlarında; talim ve terbiye gibi ruhu insanlığa yükseltme hamlelerinde ve bu hususdaki sistem ve metodunda; içtimâî ve iktisâdî problemlerini halletmesinde ve dünya ile alâkalı bütün iç ve dış politikasında hep kendinden kaçtı ve haricî kriterlerin tesirinde kaldı.
Ve hele modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırdı ki, artık o, iki adım ötesini görememekte, ilim ve teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte, güvenmek bir yana; mevcut teknik imkânlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar çarpık kanâatler taşımaktadır.
Halbuki Her türlü muvaffâkiyetin ilk şartı îman ve mücadele gücüdür. Gönlünü inançla donatıp, dimağını yüksek düşüncelerin meşcereliği hâline getiren kimseler, hayatın her dönemecinde ayrı bir huzur, ayrı bir hazza ererek kendilerini âdeta cennet bahçelerinde hissederler. Bu îman ve mücâdele gücünden mahrum gönüller ise, en küçük zorluklar karşısında sarsılıp ümitsizliğe düşmeye, cesaretlerini yitirip devre dışı kalmaya mahkûmdurlar.
Bugün dünyamızda, oldukça çaplı sayılabilecek bir varoluş kavgasının verildiği; bir ölçüde cehaletin kısmen yenildiği; yararlı bir kısım düşünce sistemlerinin geliştirildiği ve bu sistemlerin azimli, kararlı takipçilerinin bulunduğu, eğer bizim dünyamız için de geçerliyse, bir rönesansa temel teşkîl edebilecek ilmî materyal, düşünce birikimi, kültür ve san’at faaliyetlerinin ümit verici ve sevindirici bir noktaya ulaşmış olduğu; bugüne kadar durmadan alternatifsizliğiyle övünen küfür ve ilhadın fikir plânında bütün bütün iflas ettiği; mukallid ve gezginci ruhların, düşünce dilenciliğinden vazgeçip kendi dünyalarına seyahata karar verdikleri birer gerçektir ve bu millete hizmeti vazife bilenlerin başarı hanelerine kaydedilmesi gerekli olan önemli hadiselerdendir.
Ne var ki bütün bunlar, dünyalardan daha ağır bir ulu düşünceyi tahakkuk ettirmede, yapılması gerekli olan şeylerin sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Gerçek güç ve tersyüz edilmez kuvvete gelince o, fikir urbasına bürünmüş her türlü heva ve hevesten sıyrılarak hak düşüncesiyle bütünleşmekte; her yeni teşebbüste şahsî arzu ve isteklerimizi bir tarafa iterek Hakk’ın hoşnutluğunu esas almakda; bilumum yetersiz ve tutarsız davranışlarımızın çehresinde Kudret-i Sonsuz’un başdöndürücü irade ve iktidârını müşahede edip, nefsânîlik, kendi kendimizi putlaştırma, Hakk’ın icraatında kendimize bir pay ayırma gibi şirklerden uzaklaşarak ‘mülk senin, sikkeyi basan sensin; hüküm de sana aiddir’ gibi yüksek idrâk ve nezîh bir anlayışta aranmalıdır.
Şu katiyyen unutulmamalıdır ki, hayata perestiş, ruhun sefilleşmesi ve insanın, insanî melekelerini kaybederek içten içe çürümesidir. Yaşama zevki, insanı yüceltecek duygular üzerine oturmuş bir dev, azim ve irâdenin başına indirilmiş bir balyozdur. Hayat tutkusu, ferdi bohemleşdiren bir maraz ve toplumun boynuna takılmış bir kementdir. Fert bu marazdan kurtulacağı, toplum da bu kemendi boynundan atacağı âna kadar, millet meflûç ve bahtsız vatan da bir ‘dârülaceze’den ibaretdir.
Yükselip semâlar ötesine ulaşmak da, en yukarılardan yıkılıp, başaşağı bataklığa gömülmek de, bir imtihan gizliliği içinde insana tevdî edilmıştır. Kader-denk pozisyonunu değerlendiren her ferd, sonsuz irâdeden göreceği destekle, yükselip erilmezlere erebilmesine mukâbil; bu hamle ve bu destekten mahrum bahtsızlar hep dizlerini dövüp acı âkibetlerine ağlayacaklardır.
Ezelden beri ilâhî âdetler, varolduğu günden bu yana tekvînî emirler, hep böyle cereyan etmiş, böyle cereyan ediyor ve böyle cereyan edecektir. Bu ilâhî bir kanundur ve bu kanuna göre, insanın insanlık semâsına çıkabilmesi için, temiz niyet, sistemli düşünce, sarsılmayan bir azim ve sürekli gayrete ihtiyacı vardır. Bu hususlarda insanoğluna ilk yardım, o daha dünyaya gelmeden önce yapılmış, daha sonraki desteklerin de sözü verilmiştir. Artık ona, hemen her dönemeci itibariyle çeşitli lütûflara mazhar olacağı bu sırlı hayat yolculuğunda, sadece döne döne yükselmek kalıyor.
Sızıntı, Nisan 1994, Cilt 16, Sayı 183
Bir Yakarış
Yüce Yaratıcı ki, vücûdu bütün varlığın dayanağı, kudreti her şeyin güç kaynağı, irâdesi eşyâ ve hadiselerin üzerinde akıp gittiği biricik yörünge, marifeti de canlarımızın cânıdır.
Vücuduyla cihanlara varlık urbası giydiren arzı, semâyı bir meşher gibi hazırlayıp gözler önüne seren ve sergileyen aylarla, güneşlerle, yıldızlarla her gece ayrı bir donanma gecesi teşkil eden ovaları-obaları, dağları-ormanları, denizleri-ırmakları, renk, şekil, ses ve keyfiyetleriyle bir kitap gibi basîret erbâbının temâşâsına sunan sunup ötelere âit güzellikleri tedâi ettiren biz fânilere, kalbin zümrüt tepelerinden cennetleri müşâhede yollarını açan müminlerin sînelerini inançla inşirâha kavuşturup duygularını ibâdetle aydınlatan kâmetlerini rükû ile değerler üstü değerlere ulaştırıp alınlarını secde mührüyle süsleyen iyilikleri lütuflarıyla derinleştirip, ihsâna açık ruhları meleklerle atbaşı hâle getiren burada ve ötede, yaramaz duyguları, yaramaz düşünceleri, yaramaz davranışları istihkaklarına bırakmayıp affıyla, rahmetiyle karşılayan suçluların suçunu bağışlayıp günahkârlara mehiller üstüne mehil veren her an binbir televvün içinde, kendi büyüklüğünü, kendi ululuğunu, her şeye yettiğini, her şeyin hakkından geldiğini; bize de, kendi küçüklüğümüzü, kendi değersizliğimizi, yetersizliğimizi ve tutarsızlığımızı hatırlatarak gözlerimizdeki perdeyi aralayıp dergâhına sığınma yollarını gösteren ömrünü dün ve bugün arasında yalpa yaparak geçiren mağmûm ruhları, önü ve sonu olmayan arzulara, varlığımızın özünden kaynaklanan isteklere, iştiyaklara uyaran ezel ve ebed âleminin biricik Hükümdârı’dır.
Bu, böyle ise ki böyle olduğuna varlık bütün zerrâtıyla şâhittir ey boyunlarımızın tasmalarında hâlâ şe’n-i rubûbiyetinin izlerini görüp sezdiğimiz Sultanlar Sultânı! Bize, kulluğumuzu doyururcasına duyur, nîmetlerini küstahlaşma, azgınlaşma vesîlesi yapanlara da bir şeyler buyur..!
Her zaman vicdanlarımızda sessiz sessiz duran ve daha cennete girmeden gönüllerimize, firdevsî zevkler hâlinde akıp gelen rahmet ve nîmet dünyasının değişik dalga boyundaki bütün televvünleri, O’nun, her an, keyfiyetler üstü ve kemmiyetleri aşan değerdeki teveccüh ve iltifatlarındandır. Eğer O’nun, insanlara karşı bu nazar ve teveccühü olmasaydı, bizlerin kasap dükkanındaki etlerden ne farkımız olurdu ki! Yeryüzünü köpüren denizlerle, kabaran buharlarla, damla damla arzın bağrına inen yağmurlarla ve çağıl çağıl akıp giden ırmaklarla hayata mazhar edip şenlendirdiği gibi, insanî melekelerimizi ve gönül dünyalarımızı da, tecellî baharlarıyla rahmet elinden gelen vâridat ve esintilerle ihyâ eden ve sonsuza açık tutan yine O’dur.
Taşı toprakla, toprağı-suyu mini mini canlılarla buluşturan, buluşturup dört bir yanı cennet bahçelerine çeviren O; etten-kemikten, kandan-irinden var ettiği bir cismi, meleklerle, melekûtla, ruhânîlerle buluşturup tanıştıran, yarıştıran O’dur. O’dur ki, mezbeleliklere açık dehlizlerden firdevslere, firdevslerden de Hakk cemâlini müşâhedeye yollar açmış, demire ve kömüre elmas olma yollarını göstermiştir.
Ey taşı-toprağı hayâta ulaştıran, ey şeytanlığa açık ruhları lütfedip meleklerle buluşturan Rahmet Sultânı! Bizlere, bizi aşan istidâtlar ve o istidâtlarda inkişaflar ver; Seni bilmez kömür ruhlara da ya elmas olma yolunu göster veya hadlerini bildir!
Eğer şu anda, inananların nabzı ümitle atıyor, gönülleri mutlu geleceğin heyecânını yaşıyor, başları da ukbâ güzellikleriyle tutkunsa, bu vicdanlarımızda duyduğumuz O’na âit meltemlerden ve her menzilde O’nun kendisini bize hissettirmesindendir. Göklerin ve yerlerin nuru Ondandır; dünya ve ukbâ hazinelerine açılan menfezler, O’nun sultanlık kapısının anahtar deliği bile olamaz. O’nun nezdindeki gerçek değerlere nispeten, heveslerimizin ağında sürekli mıncıklayıp durduğumuz dünyanın bir sinek kanadı kadar bile kıymeti yoktur. O’nun kıymet esaslarına göre belli bir değere ulaşmış ve aslında bütünüyle masal olan şu cihânın bir zerresi ise ebediyetleri peylemeye yetecek bir sermâyedir.
Ey yokluğu, varlığıyla süsleyen, damlaya deryâların vüsatini bahşeden, zerreye güneş olma istidâdını veren Ulu Sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, mümin-kâfir, şuurlu-şuursuz, tâlihli-tâlihsiz her şey ve herkes Senin bayrağının altında, varlığını soluklar O bayrağın üzerimizde dalgalanması eksik olmasın! ve Senin varlığından nebeân eden nurların gölgesinde yaşar. Hususi tevcih ve meşîetin olmasaydı, hiçbir şey var olamaz, insanlık meydana gelemez, iman idrak edilemez, varlığın sezilemez ve imanla düşüncelerine sonsuz derinlikler kazandırdığın tâlihli ruhlar kendilerini aşamazdı!
Yanıp-sönen bütün nurların ışık kaynağı Sensin biz hepimiz, doğar, büyür ve ölürüz.. Sen ise kendi kendine varsın, varlığınla da zaman ve mekân üstüsün! Her an binleri, yüzbinleri var eder onlarla varlığını gösterir onlarda gözettiğin hikmetlerde meşîet ve ilmini hatırlatır her şeyi değiştirerek değişmezliğini iş’âr eder hedef eksenli yürüyenlere eşyâ ve hadiselerin sırrını ve yolların büyüsünü fısıldarsın! Senin adın vicdanlarımızın en aziz konuğu O konuk gönüllerimizin sürekli mukîmi olsun! Zâtın da ruhlarımızın biricik ışık kaynağıdır. Sonsuzluk duygusuna programlanmış gibi her ufukta ebediyet arayan sînelerimiz, Senin rahmetinin sınırsızlığını haykırıyor. Dünya, Senin buyruğunla iki büklüm ve bir kutlu seyahat için yaratıldığı günden beri yollarda dağlar, tepeler emrine âmâde olduklarını gösteren bir haşyetle elpençe ve kıyamda ırmaklar başları yerde ve Senin sübuhâtı vechinle sermest, hayatla çalkalanmakta ve “Hayy” ismini haykırmakta bağlar-bahçeler, kuşlar-kuşçuklar her yerde bir nevrûz canlılığıyla Senin cemâlinin temâşâsına koşmakta karlar-buzlar, dolular-fırtınalar, Senin azâmet ve celâlinin bestesine dem tutmakta gece-gündüz, yaz-kış hiç durmadan değişik lisanlarla hep Seni anmakta anıp anıp renk değiştirmekte; yeşermekte-solmakta, beyazlaşıp, kararmakta.
Bütün bunları görüp Seni bilmemek bir körlük; her yerde ve her zaman Senin lütuflarına mazhar olup Sana kullukta bulunmamak da bir nankörlüktür. Her an Seni anmak bizim için bir kulluk borcu, her lâhza ayrı bir buudda Sana koşmak ruhlarımızın ihtiyacı, Seni tanımayanlara, Sana baş kaldıranlara gönül koymak, hatta tavır almak insan olmanın gereğidir. Evet, Seni söylemeyenlerin sözünü etmemek, Seni anmayanları bütün bütün unutmak, vicdanlarımızın sesi ve kapıkulların olmamızın gereğidir.
Ey kapısının tozu-toprağı gözlerimize sürme Sultanımız.! Bizler, Senin yolunda bulunmanın şuuruna erdiğimiz öyle zannediyor da olabiliriz günden beri hep yollardayız başımız kapının eşiğinde.. gönüllerimizi mihmandarlığınla coşturduk ve her şeye rağmen misafirlerin olmaya azmettik. Teveccühlerin, gelecekteki lütuflarının referansı olarak ümit ve recalarımıza öyle bir fer verdi ki, herkese ve her şeye sırtımızı dönerek hülyalara sığmayan beklentilerimizle Sana yöneldik ayaklarımızda, Efendimiz’e ait prangalar, boynumuzda meşîet tezgahından çıkmış tasmalar, saçımızın tek teline bile ağyarı dokundurmayacak kadar gayûr, kararlı ve ahd u peymanlıyız.
Eğer bizler, Senin has bahçenin kumrularıysak, bize bitmeyen bir nefes, kesilmeyen bir ses lütfedip, bizi varlık ve mazhariyetlerimizin bedelini ödemeye muvaffak eyle! Sen coşturursan coşar, Sen duyurursan duyarız.. Senin semtinden kopup gelmeyenleri boş lakırdı sayar ve Seni anlatmayan dilden, Seni terennüm etmeyen nağmeden Sana sığınırız.
Bunlar, hâlimizi Sana hecelemekse, dillerimizdeki ukdeyi çöz; beyanlarımızı beyanın sayesine yükselt!. Gönüllerimizi değişmezliğe ulaştır ve nefeslerimizi kudsî nefahatınla besle ve derinleştir! Sen vermezsen biz hiçbir şeye sahip olamayız söyletmezsen hiçbir şeyi söyleyemeyiz. Bu kol-kanat nerede, O’nun hoşnutluk ufkuna ulaşmak nerede? Bu gönül nerede, kenz-i marifetine açılmak nerede? Bu dil nerede, vasfına tercüman olmak nerede…? Utandıran davranışlarımızdan, kulakları tırmalayan beyanlarımızdan hicap içinde ve iki büklümüz.. iki büklümüz ama, aynı zamanda Senin engin müsamaha ve rahmetine yönelmenin inşirahı içindeyiz. Evet günahlarımız, günahlarıyla yerin dibine batanların isyanlarına denk, uzaklığımız kahrının dolaşıp durduğu dairede ne var ki, affın bütün hataları aşıp eritecek enginlikte, yakınlığın da şah damarımızın berisinde isyanlarımız itibariyle değil, bağışlayıcı hususiyetinle, uzaklığımız cihetiyle değil, yakınlığın letafet ve sıcaklığıyla bizleri okşa ve maiyetini vicdanlarımıza duyur; hasta gönüllerimizi teselli buyurup ruhlarımızı teveccühlerinle doyur.
Önümüzdeki yollar sarp ve yokuş.. her köşe başında bir sürü gulyabâni gayızla gerilmiş hücûm ânı ve hücûm bahanesi bekliyor dillerinde, irtica, gericilik, teokrasi ve fundamentalizm, ellerinde gücün her çeşidi ve hayallerinde binbir entrika eğer biz onların dediği gibi dine, dünyaya, ilme ve gelişmeye karşı isek, Sen bizi bu sapıklıktan halâs eyle..? Liyakatımız yoksa, yolların mütedeyyin, mütemeddin, müterakkî ve ilim aşığı insanlara açılması için bizleri huzuruna al ve yolları aç! Yok karşı taraf yanılıyorsa, içlerinde salâha açık ruhlardan hidayetini esirgeme! Temerrüt ve din düşmanlığını meslek edinenlerin de birliklerini boz! Düzenlerini başlarına yık! Yurtlarına-yuvalarına feryat sal! Ve bütün inananları, bu karanlık düşünce, karanlık ruh ve kara seslerin, gayretine dokunduğuna inandığımız tecavüzlerine, tahkirlerine, tezyiflerine ve plânlarına karşı kapının sadık kullarını koru…!
Sızıntı, Temmuz 1993, Cilt 15, Sayı 174
Bizim Dünyamız veya Cehennemde Berd ü Selâm
Bazılarına göre şimdilerde, hemen her yerde adeta bir kaos yaşanıyor. Böyle bir dünyada, ne bir güzellik ne de bir iyilikten bahsetmek mümkün değildir. Tabiî, imandan, marifet-den, histen, aşk u şevkten söz etmeye de imkân yoktur. Zira bu dünyada duygular bulanık, düşünceler çarpık, yaşamak cehennemdekine denk; sesler kesik kesik ve yeis dalgalı, nağmeler alerjik, bam teli kopuk, mızrap da kırık… Bir zamanlar hep huzur ve itminânla gürleyen o doygun sinelerden, arı kovanları gibi işleyen ve bal petekleri gibi lezzetlerin dile-damağa aktığı sohbet meclislerinden artık eser yok.. şimdilerde, o seslerin, o solukların, o kuş yuvaları gibi sımsıcak, cıvıl cıvıl evlerin ve o saat gibi işleyen idâri mekanizmanın yerinde ürperten bir sessizlik, çıldırtan bir yalnızlık ve damla damla gönüllere damlayan bir gurbet, bir inilti, bir hasret ve bir inkisar var.
Evet, bir zaviyeden bakınca, topyekün dünyanın hali işte böyle içler acısı!
Oysaki bizim imana, ümide, ebediyete açık dünyamız, varlığa ait bütün güzelliklerin dalga dalga gelip ona aksettiği, aksedip duygularımızı sonsuza uyardığı, bilhassa mânâ köklerini koruyabilenler için dünya ve ukbâ düşüncesinin iç içe olduğu öyle sihirli bir âlemdir ki, onu kendi buudlarıyla duyup hissedenler, zannediyorum bir daha da ondan ayrılmayı düşünmezler.
Bu dünyada, durgunluk içinde her zaman bir canlılık ve dinamizm, alacakar görünümü altında da baharları zorlayan bir hayâtiyet söz konusudur. Gözlerimizi kapayıp bu dünyayı basiretlerimizle süzerken, hemen her zaman mışıldayan sular, üfül üfül esen meltemler, akıp akıp gözlerimizi dolduran renkler, ışıklar ve her yanda burcu burcu kokular duyar gibi olur; seslerden, görüntülerden süzülüp-gelen, demetleşen mûsiklerin en enfeslerini dinleriz.
Bu dünyada, gaye eksenli bir hayat ve bu hayatın tabiî ve ezeli şiir unsurları sayılan iman, sevgi, aşk ve rûhâni zevkler, hatırlardan silinmeyecek edâlara ulaşır; şuuraltı mahzenlerimiz, uhrevî mutlulukların nüveleriyle dolar taşar. Hele inancın, benliğimizi sarıp aydınlattığı, cismâniyetimizi yumuşatıp ruhanileştirdiği saat ve dakikalarda.. mübarek gün, hafta ve aylarda, çevremizi bütünüyle lâhûtileşmiş görür ve kendimizi yerde değil de, âdeta göklerde dolaşıyor gibi hissederiz. Bu engin ruh hâletiyle geçirdiğimiz ukbâ perde aralıklı ve zaman üstü lâhzalarda, sanki tül tül ötelerin renkleri, gidip ebediyete ermiş olanların sesleri ruhlarımıza doluyormuşçasına kendimizi lâme-kâni hisseder ve tasavvurlarımızı aşan bir vâridat tûfânıyla sırılsıklam oluruz.
Değişik dinler, düşünce sistemleri ve hayat felsefeleri arasında, bizim dinimiz, bizim düşünce sistemimiz, bizim hayat felsefemiz ve bizim dünyamız kadar füsûnlu, renkli, doyurucu ve akli, mantıki, hissi boşluklara takılmayan bir ikinci âlem bilmiyorum. Bu dünyada, her zaman, ayrı bir dalga boyuyla akıp gelen varlık ötesi ışıklar, sık sık gelip ruhlarımızı sarar.. gönül gözlerimizi ötelerin güzelliklerine çevirir.. ve duygularımızı ebediyetle irtibatlandırarak bize sonsuzun büyülü iksirinden içirir.. endişelerimizi yatıştırır.. korkularımızı giderir.. fenâ ve zevâl düşüncesiyle gelen şokları kırar ve sinelerimizde birer inşirah olarak esmeye başlar.
Bazen bu dünyada, her şeyin gölgelenip bir kül rengini aldığı da görülebilir.. bir kısım kopukluklara düşülüp buruklukların yaşanması söz konusu olabilir; ama bunlar kat’iyen kalıcı değillerdir.. ve hele insan ruhundan kaynaklanmaları asla bahis mevzuu olamaz; zira bu sıkışma ve kararmaların arkasından hemen, iman, mânevi bir cennet Tûbâ’sı gibi bütün vâridâtını gönüllerimize boşaltır, boşluklarımızı alır ve iradelerimiz üzerin-deki o harika, güçlendirici tesiriyle âdeta bizi yeniden ihyâ eder.
Hemen herkesin kendi ruh enginliklerinde sezebileceği bu tat, bu neşve doğrudan doğruya Sevgililer Sevgilisi’nden geliyormuşçasına, temas ettiğimiz her şeyde, içimizde köpüren her duyguda, dilimizden akan her beyanda bir sonsuzluk televvünü duyar ve bir âb-ı hayat yudumluyor gibi oluruz. Hem öyle bir oluruz ki, ihtimal, ötelerin üveykleri sayılan zişuur kanun-u emriler bile, uçuştukları o mahrem yollardan çekilerek yürüyün top sizin, çevkân sizin deme lüzûmunu duyarlar.!
Evet, bu dünyada huzur ve itmi’nân neşdeleri ve şevk ü tarâb mûsıksi hiçbir zaman bütün bütün susmaz.. onun susması bir akord tevakkufu, beste beste hayatı yorumlayışı da bir kevser zemzemesidir. Bu dünyanın esas mûsıkisi, şiiri, güzellikleri, onun, her şeyi ve herkesi sevgiyle kucaklayan insanlarının sinelerinden, o sinelerin ışık kaynağından ve bu ışık meşalesini her zaman lebrz eden şuurdan, duyarlılıktan, aramadan ve nihayet gökte ve yerde aranılır olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu ölçüde ledünnîliğe ve enginliğe ulaşmış ruhlara öteler, kim bilir, ne derin ve mahrem şeyler fısıldar, ne nağmeler duyurur ve ne çıplak hakikatlerle buluşma zemini hazırlarlar.!
Evet o, bir taraftan ruhlardaki bütün arzuları, bütün hülyaları her türlü beklentileriyle doyurur, beklenilecek sırlara uyarır, yeni istek ve yeni sezişlerin kapılarını aralar; diğer yandan da insanî ufkun sınırlarını nazara verir ve onun ebedden, ebediyetin kaynağından müstağnî kalamayacağını hatırlatır. Vicdanını dinleyebilen herkes, bu gizli ve meçhul âlemlerin uğultusu diyebileceğimiz fısıltı ve işaretleri dinleyip anlayabilir.. ruhlarının derinliklerinde ve vicdanlarının katmanlarında, harfsiz, kelimesiz ama, mutlaka açık olarak dinleyip-anlayabilir.
İnsan ruhu her zaman uyanık, aktif ve onun vicdanı da bir kısım sırlara programlanmış kompüter gibi tuşlarına basacak uzman eller beklemektedir. Bu, her insan için hemen her zaman böyledir. Dünya döner, asırlar değişir, zaman başkalaşır, hadiseler renkten renge girer; ama insanın iç âlemindeki bu zenginlik, bu nizam hiçbir zaman değişmez. Ancak, bütün bu güzelliklerin, gözlere, gönüllere nasıl sindiğini ve sineceğini, ruhlara nasıl nüfuz ettiğini ve edeceğini, bakış zaviyelerimizi nasıl yönlendirdiğini ve yönlendireceğini, bizim bu ledünnîlikleri nasıl duyduğumuzu ve duyacağımızı tam anlayabilmek için, kalbî ve rûh” hayat laboratuarlarında enfüsî analiz ve sentezlere ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştirebildiğimiz takdirde, her şey ve her hadise bize o kadar işleyecektir ki; ruhumuz, varlığın, varlık ötesi âlemlerin bir müşâhidi, bir değerlendiricisi durumuna yükselecek; seneler ve seneler boyu bu doğuş ve kabullenişlerin lezzetli teselsülü sayesinde bizde öyle silinmez izler bırakacak ki, o zaman, halis Allah kulları için, hayatın nasıl bir tatlı zemzeme halinde duyulduğu ve insan olma farklılığı kendi kendine ortaya çıkacaktır. Aksine her şeyi günümüzde olduğu gibi bir kısım çarpık kıstaslarla, ölçüp-değerlendirmeye kalktığımız takdirde, kendi kendimizle tenâkuza düşecek ve ruhlarımızda, aslında mevcut olmayan bir kaos yaşayacağız.
Bizim dünyamız, insanüstü bir ressam tarafından çizilmiş, mânâlarla, hislerle, gayelerle taşkın bir resim gibi her zaman kendini duyuran bir rüya ve hülya ülkesi derinliği, mahrem ve rahat bir cennet köşkü şefkat ve âsûdeliği ve bir rıza ikliminin anlaşılmaz büyüleriyle tüllenir.
Bu dünyanın hayat ve mâneviyat zenginliğine, bütün yıldızlar ve onların içinde yüzdükleri semâ, bütün verâlar ve onların ötesindeki rengârenk ukbâ, bir aksesuar gibi dahildir.
Bu dünyada gökler, yeryüzüyle içli-dışlı; âhiret, bu âlemin ve bu âlemde devam eden uzun bir yolculuğun ebedi istirahatgâhı, ölüm bir vuslat vesilesi, vefat günü de bir şeb-i arûstur.
Arzuları, yerdeki kumlar, gökteki yıldızlar kadar çok olan insanoğluna, büyüleyen güzellikleri ve öteleri gösteren işaret ve işaretçileriyle bu dünya, ışıktan, renkten, mânâdan, ruhtan, lezzetten örülmüş bir sihir âlemi gibidir. Her gün; bin türlü ayrı vâridatla açılır-kapanır, her gün farklı bir nefâsetle ruhlara siner ve her zaman en kıymetli mânâları gözler önüne sererek bizi âdeta meşherlerde dolaştırıyor gibi sevindirir ve bir kitabı mütâlâamıza sunuyor gibi ilimden düşünceye köprüler kurar, dimağlarımızı besler ve bir lâhza bile bizi yalnız bırakmaz.
Bu dünyada, sesler, sözler, en tesirli nağmeler şeklinde hissedilir.. güller, çiçekler, kokularının en enfesini esirgemeden çevrelerine neşreder.. canlılar birer arkadaş olur, cansızlar da birer vefalı dost.. ve her şey bir cennet olgunluğu içinde doğar, gelişir ve devam eder…
Sızıntı, Şubat 1995, Cilt 17, Sayı 193
Değişen Dünyanın Dinamikleri
İnsanoğlu var olduğu günden bu yana hep bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamaktadır. Yerinde istihâle ve tekâmül de diyebileceğimiz bu değişim ve dönüşüm değişik dönemler itibariyle, o dönemin hususiyetleri açısından bazı farklılıklar arzetse de, temelde, ayniyete yakın tam bir misliyet içinde, hem de fâsılasız devam edegelmiştir.. bir kısım teferruat farklılığıyla hâlâ devam etmektedir.. bundan sonra da kesintisiz devam edeceğe benzer.
Bu itibarla da geleceğin; vadettikleri, zaruretleri ve kendine has kuralları bizi, belli noktalara zorlayıp, belli hususlara yönlendirip; mukavemet edilmez, karşı durulmaz, söz dinletilmez sürpriz hadiselerin şaşkınlığına düşürmeden; düşürüp sendeletmeden, sersemleştirmeden kendimiz olarak yerimizi almamız lazımdır ki, zamanın dişleri ve hadiselerin insafsız dişlileri arasında kalıp ezilmeyelim.. ezilmeyelim ve gönüllerimiz imanla dopdolu, gözlerimiz de ümitle pırıl pırıl, takılıp yollarda kalmadan hep istikbâle yürüyelim.. evet yürüyelim ki, mevcûdiyet ve bekâmız adına karşı koymaya çalıştığımız bugünkü olumsuz istihâleleri unutturacak daha büyük değişim ve dönüşüm dalgalarına kapılıp çer-çöp gibi şuraya-buraya sürüklenmeyelim. Aslında, o dalgalar, bütün dehşetiyle yerlerinden kopup dünyanın üzerine yürümeye başladılar bile…
Evet, ahlâkta bencillik, iktisatta ferdiyetçilik, toplum fertleri arasındaki münasebetlerde ırkçılık, her türlü faaliyette faydacılık esasları üzerine bina edilmiş bir dünyanın geleceği adına iyimser olmak hayli zor olsa gerek.. zira böyle bir dünyada kuvvet ve kuvvetli mütecâviz.. insanlar egoist.. madde tapılan bir nesne.. altın, gümüş, petrol aldatan buzağı.. bu melun sistemin dümenindekiler birer Sâmirî ve bu düzende servet sahipleri de birer Kârûn’dur. Doğrusu, böyle bir sistemin dişleri arasında kalıp ezilenlerin geleceğe yürümesi çok zor, hattâ imkânsızdır.
İnsanlık olarak yakın geçmişimiz itibariyle görüp-bildiğimiz ve hususiyle de, şimdilerde daha bir net müşâhede ettiğimiz odur ki; Allah’ı unutup maddeye, kuvvete, şehvete, ırka ve çıkara tapan bu dünya bir ölüm sath-ı mâiline yuvarlanmakta ve bir kıyâmete sürüklenmektedir. Eğer gelecek adına tek tesellimiz yeryüzü mirasçıları, kaynağı mehâfet, mehâbet ve muhabbet yeni bir ahlâk nizâmı, iktisat anlayışı, sermaye telâkkisi, emek felsefesi, iffet aşkı ve sorumluluk rûhu ortaya koyarak insanlığın, kendini bir kere daha yorumlamasına imkân hazırlamazlarsa, cihan harplerini unutturacak ölçüde yeni felâketler yaşamamız kaçınılmaz olacaktır.
Bazıları, böyle bir projeyi gerçekleştirmeye gücümüzün yetmeyeceği mülâhazasıyla, bu konudaki her tasarıyı bir hayâl ve her teşebbüsü de abesle iştigal sayabilir. Ancak, bugüne kadar gerçekleştirilen işler düşünüldüğünde, bunların hiç de yapılması plânlanan şeylerden geri olmadıkları görülecektir. Evet, dönüp az gerilere bakabilirsek, son yarım asır itibariyle, santim santim de olsa, milletçe tırmanılan zirvelerin ne kadar yüksek olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.. çıkacaktır ama, gel gör ki, ümitsizlikten tereddüde, tereddütten ümitsizliğe yuvarlanıp duran ve düşünce hayatında bir türlü istikamet ve kararlılığa ulaşamayan bir kısım karamsar ruhlar, bunu hiçbir zaman görüp kabullenemeyecek ve son birkaç asırlık şaşkınlıklarından kurtulamayacaklardır.
Bugün toplumumuz, hemen her kesimiyle âdeta bir seferberlik yaşıyor.. evet, dünya ile hesaplaşma yolunda belirlenen veya idealize edilen hedeflere ulaşabilmek için büyük çoğunluk kan-ter içinde ve harıl harıl.. öyle ki artık o, ideallerine göre değersiz kabul ettiği gündelik hayatın muvakkat lezzet ve keyifleri yerine, ebedî lezzetlere yöneliyor.. milletçe ebed-müddet var olma uğrunda rahatı bırakıp zahmete talip oluyor; lezzeti atıp elemi alıyor ve sürekli ebed” kıymetlere doğru yürüyor; sırlı, temkinli, kan kusa kusa ve yol-yön değiştirmeden…
Bütün tarih boyunca var olma mücadelesi vermiş; dahası, her zaman devletlerarası muvâzenede önemli misyonlar eda etmiş, hattâ çağlar açmış-kapamış bir milletin ahfâdı olarak bizler, insanlık çapında pek çok istihâle ve tekâmüle imza atmış olmanın onurunu taşıyor ve bundan sonraki değişim ve dönüşümlerin sırlı anahtarları sayılan cehd, gayret, temkin, vefâ gibi, bu milletin ruh enginliklerinde her zaman müşâhede ettiğimiz değerlerin ne ifade ettiğinin de farkındayız. Geçmişte olduğu gibi bugünkü nesillerin de, kendi arzu ve isteklerinden fedâkârlıkta bulunarak, maddi-mânevi füyûzât hislerinden vazgeçip, yaşamaktansa yaşatmayı tercih edeceklerine inanıyoruz.
Zaten, bir dönemde bizdeki gelişmeler, daha sonra Batıdaki Rönesans hareketi, sanâyi inkılâbı ve teknolojik başarılar da, hep bu hummâlı istek, şuurlu gayret ve engin vefânın bağrında doğup gelişmemiş midir? Mücadele etmek ve mefkûresi uğrunda ölmekten ancak beden ve cismâniyetin kulları, miskin ve mendebur olan ruhlar kaçar.. yüksek gâye-i hayallere dilbeste olmuş seviyeli gönüller için, hedefin mânâsını kucakladıktan sonra, zahmet, meşakkat ve ölümün ne önemi olur ki..?
Yakın geçmişimiz itibariyle bu ülkede yeniden, bir diriliş hummâsı yaşanmaya başladı. Hem de topyekün dünyaya bazı şeyler vadetme çizgisinde bir diriliş hummâsı. Bu, bir baştan bir başa bütün âlemde hâkimiyet kurma sevdası olmasa da, yeniden şekillenme süreci yaşayan bir dünyaya, kendi kültür zenginliğimiz ve medeniyet telâkkimizden katkıda bulunma mânâsına bir vaat ve bir açılmadır. Bu sayede gelecek, bizim hesabımıza daha mûnis, daha yumuşak ve daha bilinir ve tanınır hâle gelecektir. Aksine, içinde olmadığımız ve yapılanmasında katkıda bulunmadığımız bir âlem, bize hep yabancılığını hissettirecek ve bir üvey ana gibi, bağrına basarken dahi vefâsının ölçüsünü ortaya koyacak, belki de öpüp kokladığı aynı anda çimdiklemeyi de ihmal etmeyecektir.
Sızıntı, Mart 1996, Cilt 18, Sayı 206
Dirilmek Bizim de Hakkımız
İnsanoğlu var olduğu günden beri, hep inişlerin esiri, çıkışların da fâtihi olagelmiştir. Bu umûmî serencâme içinde nebîler ise, sonun hatırlatılması ve başlangıcın muştusuyla, kaderin yollarına su serpmiş ve ilâhî icraata perdedarlık vazifesini edâ edegelmişlerdir.
Evet, yer fiziğindeki değişimler gibi, milletler tarihinde de sürekli, dönüşüm “devr-i dâimler”i yaşanmış ve her zaman zirveler düşüşlerle noktalanmış, çukurlar da şâhikalarla nefes almıştır. Yani hadiseler hiçbir zaman aynı çizgide cereyan etmemiş, aksine geceleri gündüzler, kışları da baharlar takip edegelmiş; yer yer bazı milletler, bayramlarla-seyranlarla kucaklaşırken, bazıları da mâtemlerle, inkisarlarla kıvrım kıvrım yaşamış.. ve zaman gelmiş her şey tersine dönmüş; gülenler ağlamış, ağlayanlar da gülmüş…
Zaten, dünden bugüne hemen her zaman bizde, ümit daha önde, beklentiler ilâhî inâyet destekli; yeis ve inkisar ise birkaç adım geride ve Allah’tan kopuk kalplerin isi-pası olarak bilinegelmiştir. Evet yeis her türlü kemâlâtı engelleyen bir mânia, iradeyi felç eden bir maraz ve insanı boğan bir bataklıktır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, sürekli talebelerini imana, ümîde, azme uyarmış ve her zaman onların gönüllerine diriliş üflemiştir. Şu anda dahi, milletçe, rûhumuzun derinliklerinde bu nefhaları duyar gibiyiz. Bu da mutlaka bir gün bizim de dirileceğimiz demektir.
Gerçi, bir-iki asırdan beri, topyekün millet olarak çözülmelerin, dağılmaların ağında ve sürekli gel-gitler yaşadığımız bir gerçek. Ne var ki, aynı durumun, bundan önce de, defaatle yaşandığını tarih sölüyor. Evet eğer, bugün düşmüş veya komaya girmişsek, daha önceleri de kim bilir kaç defa oksijen çadırlarında misafir olmuş, beyin kanamasından geriye dönmüş, ölümle yüz yüze gelip selâmlaşmışızdır.! Kaldı ki bizimle beraber başka toplum ve başka milletler de aynı bâdireleri atlattı.. aynı ölüm ağlarına girdi-çıktı ve aynı gâileleri hem de yutkuna yutkuna yaşadı. Mazi bir bakıma bu târihî tekerrürler devr-i dâiminin arenası gibidir.
Doğuda Çin surlarının inşâ edildiği, peşi peşine modern şehirlerin kurulduğu, her tarafta engin bir sanat ruhu soluklandığı; din, baştan başa bu dünyayı bugünkü seviye ölçüsünde, hatta ondan da ileri şekillendirdiği, fazîlet ve ahlâkın ma’bedden sokağa, sokaktan saraya her yerde tedris edilip hayatın bir parçası haline getirildiği dönemde bugünkü Batı, hâlâ mağaralarda yaşıyor ve günümüzdeki Hint fakirleri gibi sürüm sürümdü. Sakyamuni-Buda, brahmanlar arasında tarihi değiştirecek en ciddi yenilenmeleri gerçekleştirirken, Fransa’da hâlâ Triceratoplar yaşıyordu. Bacon Osvald’ın dediği gibi, İsrâiloğulları, peygamberleri sayesinde âlemi yeniden şekillendirirken, Londra’nın kurulduğu ormanlarda kurtlar, ayılar serbestçe dolaşıyordu. Bunun gibi, Atina’da, Teb’de, Ninova’da, Bâbil’de, Karnak’ta şahlanan insan düşüncesi harikadan harikaya koşarken, bugünkü Sorbon’un, Oxford’un, Heildelberg’in bulunduğu dünyada, sanat, edebiyat ve ahlâk kaidelerinin bilinmemesi bir yana, Sokrat’ın, Eflâtun’un, Homeros’un ismini bile duyan yoktu.
Hele hele, fert ve yığınların, cehalet, fakr u zarûret ve kısır çekişmelerin pençesinde inim inim inlediği böyle bir vasatta, sıhhatli bir toplumdan, istikbâl vaadeden bir devletten bahsetmek ise kat’iyen mümkün değildi.
Mîlâdî onuncu asra doğru, İslâm’ın ilk fâtihleri iman, aşk, sanat ruhu, inşâ düşüncesi ve nizam heyecanıyla, dünyanın en önemli üç kıtasında üst üste ilmî, idârî, siyâsî, hukûkî ve kültürel inkılâpları gerçekleştirirken, hatta dört ve beşinci hicrî asırlar itibariyle çok seneler sonra Batı’ya ışık tutacak bir rönesanstan söz ederken, bugünkü Avrupa, karanlıklar içinde çırpınıp duruyor ve hayvanlarla aynı hayat şartlarını paylaşıyordu ki; aradan asırlar ve asırlar geçtikten sonra o, kendi dünyası itibariyle bu dönemi her hatırlayışında ona karanlık çağlar diyecek ve ilim, sanat, edebiyat, felsefe adına onu silip tarihinden atacaktı.
Bugün bütün Orta Doğu ve Asya, böyle bir düşüş ve yorgunluk devri geçirmektedir. Şu anda böyle bir çözülme ve dökülmenin neresinde olduğumuzu kestirmek oldukça zor; ama, ona da devrini tamamlamak üzere olduğu nazarıyla bakılabilir. Ayrıca toplumun her kesimi az-çok böyle bir fetretle sarsılsa bile, dağılma ve çözülmenin merkez üssü, hep zirvelere münhasır kalmıştır. Gerçi düz fertler de bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış ve kitleler tehlikeli bunalımlara itilmiş ama, saf halk yığınları her zaman millî ve mânevî değerlerine karşı saygılı kalabilmiş ve millet ağacı da hiçbir zaman tam devrilmemiştir. Devrilmek bir yana, en korkunç fırtınalara mâruz kaldığı dönemlerde bile o, bağrında sessiz sessiz geleceğe yürüyecek sürgünleri beslemiş ve hep vefâ soluklamıştır.
Evet, Orta Doğu ve Asya milletleri, künde künde üstüne devrilirken bile, hiçbir zaman bütün bütün kendi mânâ köklerinden uzaklaşmamış.. doğrulup kalkamayacak şekilde yıkılmamış.. ve bir daha var olma maratonuna giremeyecek ölçüde elenmemiştir. Bu açıdan da o, tarih boyu görüp, gözettiği mazlum ve mağdur bir dünyayı da yanına alarak, bir kere daha muâsırlarıyla hesaplaşması ve hatta öne çıkması mümkün olacağı gibi, Batı’nın mütecâviz, imansız ve amansız politikalarına son vererek elde edeceği pek çok avantajların yanında, demokratik hak ve hürriyetlerden de tam yararlanarak aynı çizgiyi paylaşan milletlere öncülük de edebilir.
Bugüne kadar, İslâm dünyasına göz açtırmayan ve belini doğrultmasına fırsat vermeyen zalim ve gaddar güçler, az dahi olsa, bunu hissetmiş olacaklar ki, şu anda fevkalâde bir korku ve telaş içindeler. Bugün, milletimizin, Asya’daki mağdur ülkeleri, hatta mazlum İslâm dünyasını arkasına alıp, bu çok geniş coğrafyada, Devlet-i Âliye rolünü oynayacağını düşündükçe, bu hasım âlemin uykuları kaçıyor; kaçıyor ve yeni işgal stratejileri plânlıyor, kendi hesabına ittifak senaryoları hazırlıyor ve bizim hesabımıza da, akla-hayâle gelmedik ihtilaf ve iftirak mizansenleri tanzim ediyor. Biz şimdilik, bütün bunları ümitle çarpan sînelerimizle değerlendiriyor, olup bitenleri “târihî tekerrürler” devr-i dâiminin bir parçası olarak yorumluyor; sonra da yer yer Hakk inâyetinin engin tezahürlerini, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve:
‘Takdîr-i Hudâ kuvve-i pâzu ile dönmez,
Bir şem’a ki Allah yaka üflemekle sönmez’
deyip geçiyoruz.
Hadiseler, yıldırım süratiyle cereyan ediyor.. umûmî durum, her dakika başkalaşma sath-ı mâilinde.. anlayış ve bakış zaviyeleri sürekli değişiyor.. siyâsî ve iktisâdî değişimler, en keskin tahmin ve kehânetleri bile yanıltacak şekilde belirsiz ve hiss-i umûmînin önünde.. en cins kafalar bile, önümüzdeki ay ve yıllarda nelerin silinip gideceğini, nelerin istikbâlde de var olacağını kestirememenin heyecan ve hafakanlarıyla kan-ter içinde ve hep kararsız. Elbette böyle bir dünyada fırtınalar kadar meltemlere de şans tanımak icâb eder. Biz, birkaç asırdan beri kasırgalarla kavrulmuş bir millet olarak sabâ beklentisi içindeyiz ve kış faslını bitirdiğimiz ümîdiyle bahar rüyâları görüyoruz.
Bu aşamada bize düşen şey, milletimizin mânâ seviyesini yükseltmek.. onun fikir ve his cephelerini canlı tutmak.. tâlim ve terbiye müesseselerini, çağın gereklerine göre bir kere daha gözden geçirmek.. ma’bed-mektep-tekye arasındaki kopukluğu gidererek, varlık ve bekâmızın bu temel dinamiklerini yeniden hayata geçirmek ve gelecek adına plânladığımız dünyayı kendi değerlerimiz üzerine binâ etmektir; hem de hiçbir mantıkî boşluğa meydan vermeden kendi değerlerimiz üzerine binâ etmektir.
Böyle şümûllü bir tasarının tatbikini, bir hamlede gerçekleştirmek mümkün görünmeyebilir. Doğrudur da; zira her şeyden evvel bu bir takvim ve zamana vâbestedir. Ne var ki, bir şeye başlamak, aynı zamanda o istikamette yol almak mânâsına da geleceğinden, hâlihazırdaki kıpırdanış ve oluşumları ciddî birer hamle sayabiliriz. Bundan sonrası için de, kendini milletine adamış, maddî-mânevî her türlü beklentiye kapalı, bitip-tükenme bilmeyen bir aşkla dopdolu, imanlı, azimli, ümitli bir has-bîler kadrosuna ihtiyaç var. Elindeki büyük projeleriyle ülkeyi bir baştan bir başa imâr etmeye kararlı, büyük düşüncelerin, büyük tasarıların fikir mimarları… Ve gurubları tulû’lar gibi değerlendiren, çevre karardıkça daha bir şevklenen, engeller ve mânialar çoğaldıkça peygamberâne bir azimle coşan hasbîler kadrosuna.
Sızıntı, Aralık 1994, Cilt 16, Sayı 191
Dünyamızın Ledünnîliği
İnanç, ümit ve uhrevi derinlikleriyle bu dünyanın, onu tanıma bahtiyarlığına erenler için, hâlâ tam keşfedilememiş öyle bir büyüklüğü ve büyüsü, öyle el sürülmemiş bir temizlik ve câzibesi vardır ki, onu enginliğiyle duyup yaşayanların bir daha da ondan ayrılmaları mümkün değildir. Daha önce başka anlayış, başka düşünce ve başka sistemlerle tanışmış kimseler, bizim dünyamızın inançlarını, inançlarındaki âhengi o kadar tılsımlı bulurlar ki, kendilerinden geçer ve âdeta onun ledünnî derinlikleri karşısında çarpılırlar. Bizim ülfet ve alışkanlıklarımız yüzünden her şeyi âdiyattan sayıp öyle değerlendirmemize ve laubâlice davranmamıza karşılık, başkaları bu dünyayı o kadar büyülü, o kadar harikulâde bulur ki, hayret makamına yükselmiş gibi, her şeyi engin bir temâşâ zevkiyle seyreder ve zevkten zevke girer.
Bu sözlerimden, bizim bu dünyaya ait değerleri hiçbir zaman anlamadığımız ve anlayamayacağımız mânâsı çıkarılmamalıdır. Ben bu ifadelerimle, milletimizdeki ülfet, ünsiyet ve alışkanlıkların; idrak ve mârifetimizin, şuur ve vicdânî duyuşlarımızın önünde bulunduğu hususunu vurgulamak istiyorum.. yoksa, bu dünyada da, bize ait değerleri idrak ve mârifet men-şûrundan geçiren ve her şeyi saf bir duygu olarak ruhlarının enginliklerinde duyan nice kimseler vardır ki, hayatlarını âdeta cennet koridorlarında geçiriyor gibi duyar ve tıpkı cennetlikler gibi yaşarlar.
İster, yenilikleriyle her zaman ayrı bir düşünce ve zevk ufkunda seyahat eden yeniler, ister eskimeme büyüsünü elde etmiş ve yeni kalmanın bütün avantajlarını değerlendiren işin içindekiler ve kadîmler, her gün bize ait güzellikleri bir kere daha, tıpkı güneşin tulûu gibi yepyeni bir günün neşvesiyle duyar, her zaman arzın ve arzdakilerin, göklere ve gökler ötesine vefasını düşünür, vefasını soluklar.. soluklar, sonra da iman ve imanın vaad ettiği ukbâ dalga boylu ışıklar altında ümitle, sevgiyle gerinir, saygıyla, heybetle ürperirler.
Hemen her zaman, göklerin ve yerin barışık ve iç içe olduğu bu âlem, sık sık bütün vâridâtıyla sevdiğimiz Zât’ın teveccühü gibi ruhlarımıza siner ve öyle büyüleyici bir güzelliğe bürünür ki, bazen ihatalarımızı aşan ve fiziki dünyalara sığmayan bu ledünnî mazhariyetleri birer rüya sanır ve bu tatlı rüyadan uyanıp da her şeyin uçup gideceği endişesiyle titreriz.
Hele bazen, her yanı bilinmedik şekilde ekstra mevhibelerin sardığı dakika ve saatlerde, gün ve gecelerde her şey birden bire farklılaşır.. umûmî atmosfer göklerle rekabet ediyor gibi bir füsûna bürünür.. ve bu nûrânî atmosferde fizikötesi derinliklere ulaşan ruhlar ve mekânda lâmekânileşen duygular, başlarını, bizi rûhânilerden ayıran sınırların ötesine uzatır, orada miracın gölgesini yaşar ve ukbâ üveykleriyle söyleşirler.
Bu hülya denizi bazen, bir haz ve zevk zemzemesi hâlinde, ötelere açık bütün gönülleri öyle bir sarar ki, bu enginliklere ulaşan insanların sineleri, ayıyla, güneşiyle, yıldızlarıyla bütün kâinatları kucaklayacak kadar genişler, sınırsızlaşır ve rahmet arşına parlak bir âyine hâline gelir.. gelir de, kadirşinas gök ehli onları, yeryüzüne saçılmış yıldızlar gibi temâşâya koşar; yerdekiler de bu canlı sükûnun lisanıyla en enfes manzaraları seyrediyor ve en lâhûtî bir şiiri dinliyor gibi temâşâ ve zevk arası gelir-gider, hayatlarının ebediyet dantelasını örerler.
Bu hülyalı sükûn içinde nerede olursanız olunuz, öteler ve ötelerin vâridâtı hep sizinle beraberdir.. uğradığınız her yerde ötelerin incilerini toplar ve her zaman onların başınıza yağdığını hissedersiniz.. evet evinizde.. obanızda.. iş yerinizde.. halvetinizde, celvetinizde ışıklarını, renklerini tıpkı bir gökkuşağı gibi ufkunuzu tutmuş görür ve kendinizi sürekli bir semâvi tâk altında yürüyor sanırsınız.. sanır da, aydınlık sevgiyle beraber, vuslat aşk içinde bir gümüş fânustan sızıyor gibi, dünyevi ve maddi âlemlerin ziyâlarını bastıracak şekilde ve âdeta bir ışık tûfânı gibi her yanınızı sarar, her yana füsûn ve hayal dolu hüzmelerini salar ve her şeyi kendi dalga boyuyla bürür.
Zaten, her zaman çevresini, imanla, iz’anla temâşâ edebilenler için kâinât, dört bir yanıyla, maddi gözlerle görülmeyen, maddi kulaklarla duyulmayan, ancak vicdanla, basiretle sezilebilen, rûhâni zevklerle bezenmiş öyle bir meşher, sonsuzluk nağmeleriyle gürleyen öyle bir beste ve her satırı pek çok kitap muhtevasını aşkın mânâlarla dolu öyle bir kâmustur ki, onu temâşâ eden cennetlere uyanmış gibi olur.. onu dinleyen hurilerin korosuna iştirak etmiş sayılır.. onu okuyan dört kitabın ittifak ve iltika noktalarını paylaşma bahtiyarlığına erer.
Bakınız; Yaratıcı Kudret, gözlerimizin önüne, mârifet, muhabbet ve aşkla dolu mânâlarla, tıpkı bir canlı gibi göğsü kalkıp inen, mevsimlere göre rengârenk fistanlarla süslü ne güzel bir zemin sermiş.! O zeminin bağrında, her zaman kulaklarımıza sonsuzdan nağmeler fısıldayan, fısıldayıp yüreklerimizi hoplatan ve çağıltılarıyla ebed ebed! deyip akan ne çaylar ve ırmaklar fışkırtmış.! Duygularımızı, düşüncelerimizi büyüleyip başlarımızı döndüren ve şâirâne ilhamlarımızı coşturan semâları renklerle, ışıklarla nasıl büyülü bir esrar yumağı hâline getirmiş.! Arzı bizim için âdeta bir gelin odası gibi bezeyerek, hayatı halli güç bir muammâ olmadan çıkarıp, yaşanan, teneffüs edilen, koklanan, duyulan, zevk alınan ve her zaman arzu edilen bir lezzet, arkası ümitle beklenen bir rûhâni haz ve revh u reyhan seviyesine yükseltmiştir..!
Bu sihirli dünya, görüp sezebildiğimiz kadarıyla âdeta, inanılmaz bir rüya manzarası, üzerindeki eşya ise, özündeki güzellikleri cömertçe gözlerimizin önüne seren bir cennet yamacı gibidir. Bu farklı bakış ve seziş sayesindedir ki bizler, muvakkat hayatlarımızın sınırlı hazlarını aşmak ve bütün varlığın solmayan güzelliklerinden paylarımızı almak için, fâni ruhlarımızı her zaman sonsuza açık tutup, gönüllerimizde ebedin tat ve şivesini duyuyormuşçasına hayatın saniyelerini, seneler haline getirebiliriz.. evet her ruh, nûrânileşmiş böyle bir saniye ve salise sayesinde -tabiî o hali kendine mâl edebildiği ölçüde- bekâ billâh mülâhazasıyla ebedileşebilir ve ebediyetin vâridâtından bol bol yararlanabilir.
Bir gün her şeyin sesi kesilse, varlık bütün bütün dilini yutsa ve bize bir şey söylemese, yahut biz onları duyup bir şey anlamasak, şimdilerde gönüllerimizi dolduran o muvakkat aydınlığın izleriyle ruhlarımız, sürekli o nurlu dakikaların arkasından koşacak ve gözlerimiz her yeni ufukta, o ışıktan saniye ve saliseleri araştıracak, sinelerimizde kâh hakikatlerin, kâh ümitlerin tutuşturduğu meşalelerle hep par par parlayacaktır…
Sızıntı, Nisan 1995, Cilt 17, Sayı 195
Geçmişin hülyalı dünyası
Şanlı geçmişimizin, o dillere destan tadı, şivesi yok artık pek çok insanımızda ve pek çok yörelerimizde.. duygularımız, düşüncelerimiz gibi hayat felsefemiz ve zevklerimiz de bütün bütün değişmiş.. hislerimiz darmadağınık, arzularımız vıcık vıcık, fikir hayatımız olabildiğince perişan, edebiyatımız ruhsuz bir düşüncenin ağında lime lime, sanatımız kendinden kaçanlara ve ruhunu şeytana peyleyenlere emanet.. şehirciliğimiz kumlarla, ağıllarla atbaşı, mimârîmiz kunduzları güldürecek kadar estetikten mahrum ve derme-çatma.. köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz o baş döndürücü büyümenin, genişlemenin yanında, tabiatı tahrip yarışına başarılı birer misal teşkil edecek bedâhette.. ovalarımız-obalarımız kupkuru ve korkunç bir çölleşmenin pençesinde; bağlarımız-bahçelerimiz hayatzede olduğumuza ürperten birer emare.. sokaklarımız karın karına girmiş binalar arasında daracık birer tünel; pencerelerimiz delik-deşik olmuş aile mahremiyetine birer rasat menfezi… Doğrusu bu evlere ev demek, bu beton yığınlarını mesken saymak, bu kasabaları bu şehirleri belde kabul etmek kelimelere saygısızlık, mefhumlara da hakarettir.
Millet olarak bizim evimiz, bizim mahallemiz, bizim sokaklarımız pırıl pırıl ve sımsıcaktı.. bizim zevklerimiz, bizim bedîiyyât telakkimiz, bizim sanat anlayışımız ruhumuzun bir buudu ve düşünce dünyamızın da bir derinliğiydi.. evlerimiz, tabiatın üfül üfül ve yumuşacık bağrında birer tenezzüh ve dinlenme mahfili, mahallemiz, düşünce dünyamızın ve hayat felsefemizin sahnelendirildiği, canlandırıldığı bir meşher ve bir sahne, sokaklarımız câmiyle, mekteple, medreseyle, tekyeyle iç içe ve ötelere açık koridorlar gibi düşündüren, duygulandıran; bizi, olandan ve hayattan daha enfes hülyalar içinde dolaştıran, dolaştırıp gönüllerimize en romantik duygular aşılayan bir canlılık, bir televvün ve bir nefaset timsaliydi.. bulduklarımızı böyle bulduk, böyle tanıdık, yıkılıp gitmiş olanları da bulduklarımız veya henüz izleri silinmemiş olanların adesesiyle temâşâ edip öyle değerlendirdik…
Bir zamanlar, tıpkı bir ana yatağı veya ana beşiği gibi, bağrında doğup büyüdüğümüz tabiat anayı hep başımızın üstünde, ayağımızın ucunda, burnumuzun dibinde hisseder; her gün, Güzeller Güzeli’nin değişik dalga boyundaki tecellîleriyle tanışır ve güzelliklere hasret nedir bilmezdik. İstediğimizde, evlerimizin kapılarını-pencerelerini açar, dört bir yanda tüllenen o İlâhî binbir güzelliğin tâ yatak odalarımıza kadar akıp gelmesini sağlar ve kulübelerimizi, evlerimizi, yalılarımızı, köşklerimizi kendi ölçüleri içinde ve seviyeleri nispetinde kâinatın bir şirin köşesi haline getirip bu mini cennetlerde zevklerin en derinini ve hazların en enginini birden yaşardık.. ve yine istediğimizde, oturduğumuz yerden çevremize yönelir, kulaklarımızı varlığın bağrında yankılanan ayrı ayrı nağmelerle doldurur.. ve gönüllerimize musikilerin en enfesiyle ziyafetler çekerdik.
O zamanlar, tâvusların rengârenk tüylerinden daha güzel ve kelebek kanatlarından daha süslü bağ ve bahçelerimizin güzelliklerini yudumluyor, teneffüs ediyor gibi içimize çeker ve cennet yamaçlarını andıran çevremizde temâşâsına doyulmayan zevkler yaşardık.
Evlerimiz gibi sokaklarımız, sokaklarımız gibi de mahallelerimiz, hatta kasaba ve şehirlerimiz, her parçasıyla, her yanıyla âdeta kalplerimizin bir köşesi, hislerimizin bir derinliği ve düşüncelerimizin de bir hendesesiydi.. onlarda gönüllerimizin temâyüllerini, arzularımızın irtibatlarını ve kendimiz olmanın bütün enginliklerini, bütün derinliklerini bulurduk. Evlerimiz, sokaklarımız, eski-yeni, pırıl pırıl tâze veya renkleri uçmuş halleriyle, bize sürekli bir şeyler anlatan geçmişteki engin bir mânânın şiirini fısıldayan canlı varlıklar gibiydiler.
Sanki bu evlerde oturan, bu sokaklarda dolaşan, bu mahallelerde hayatın takvimini yaşayan nazik, kibar, saygılı insanlar gibi, bize has konumlarıyla bütün bu binalar, terbiye görmüş, yumuşatılmış, ince, nazik ve şarklı çizgileriyle biraz da romantik; ama daha çok, cennet köşklerinin koridorlarına ve ukbâ yamaçlarının gölgelerine benzerlerdi.
Bu evlerden bazıları her zaman bir mektep, bir medrese, bir ma’bed gibi gürül gürüldü.. ve bu ucundan bakınca, âdeta öbür ucundaki huriler, gılmanlar görünür gibi olurdu. Onların içinde her ses ve soluk, tedâilerin sırlı vâridatıyla bir tomurcuk gibi yaprak yaprak açıldıkça kendimizi, ışığın, rengin, desenin en görülmedik, en duyulmadıklarıyla karşı karşıya gelmiş hisseder ve büyülenirdik.
Bu evlerden bazıları, şurasında-burasındaki yanıkları, zaman ve hadiselerin sağında-solunda meydana getirdiği yara izleri, yüzündeki takallüsleri ve çok eskilere dayanan mâzi işveli stiliyle tahaccür etmiş bir tarih gibi karşımıza dikilir, bize ne hikayeler ne hikayeler anlatırdı.
Bunlardan bazıları, analarımızın ferâcelerinin, o masumlardan masum ve saygı telkin eden iffet televvünlü konum ve çizgileriyle daha gözlerimize çarpar çarpmaz, içimize vakar ve mehâbetle akar, ruhlarımıza temkin üflerdi.
Bazıları da, gül, çiçek, kavuniçi, karanfil gibi tatlı renkleriyle, âdeta, sakinlerinin, güzellik, derinlik, zerafet, incelik ve olgunluğunun dışa aksetmiş işaret ve remzi gibi görünürdü.
Köyden kasabaya, kasabadan şehire, bir müşterek inanç, bir müşterek kültür ve ukbâ derinlikli bir müşterek medeniyetin mânâ, muhteva, renk ve şivesini aksettiren bizim binalarımızı her gördükçe, hayallerimizde imanımızın ufku, düşlerimizde ümitlerimizin öbür ucu ve kalbî beklentilerimizin en sonuncusu tüllenirdi. Bu ev ve bu binalardaki incelik, güzellik ve sanat o kadar derin ve tabiat kitabıyla o kadar uyum içindeydi ki, bu evlerin hemen pek çoğunda, gök mavilikleriyle, desen desen zeminin güzellikleri baş başa, omuz omuza verip de bir güzellik kuşağı teşkil edince, o evleri, göklerin ve yerin ışık, renk ve desenleri arasında sallanan birer beşik sanırdınız. Öyle ki, onların önünde oturup düşünürken veya çevreyi süzerken, kendinizi hülyalarınız ölçüsünde göklerin mavilikleri içinde hisseder ve akıl almaz vüsatlerin çocuğuymuş gibi kendinizden geçerdiniz.
Bizdeki bu, gökleri ve yeri, bir arada ruhlara duyurma şehircilik, bina ve peyzaj zevkiydi ki, Piyer Loti gibi kimselerde, cennet bahçeleri kadar âsûde çınarlarımızın dibinde bir uzun uykuya yatma arzusu uyarmıştı.
Bizim evlerimizde, bizim sokaklarımızda oturanlar, hemen her zaman, bağlarımız, bahçelerimiz ve ormanlarımızda, rengin her tonunda açan çiçekleri, sesin her telinden yükselen nağmelerini duyar, görür ve varlığın tasavvurları aşan o müthiş tenasübü karşısında hazların en erilmezlerini yaşarlar. Evet, bir taraftan semaya, diğer taraftan da arza açılan menfezleriyle bu ev ve konaklar, mevcut vüsatlerinin yüz katı genişliğinde bir temâşâ zevkine ulaşır ve bize sınırlılıkları içinde sınırsızlığın kapısı olurlardı.
Köylerde, güzellikler ayrı bir dalga boyunda ve şehirlerde ayrı bir tenasüp, ayrı bir armoniyle, bizim, o gönüllerimize inşirah evlerimiz, bu evler arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yollarımız; mevzûniyeti içinde her birisi ayrı hür bir kalbin müstakilliyetini ifade ediyor gibi alnı açık, başı dik o serâzat konaklarımız, saraylarımız.. ve bütün armoninin kalbi görünümündeki mabetlerimiz, ma’bedlerin bir köşesinde dünyanın en büyük hakikatini ilân ediyor olmanın remzi sayılan nidâ edatı endamlı minarelerimiz.. sonra ma’bed ve minarenin ifade ettiği mânâ ve ruhunda sakladığı muhteva etrafında kümelenmiş mini mini kubbeler.. bir kuluçkanın çevresinde dolaşan ve yer yer ona sığınan civcivler gibi nispeten küçük medrese, şifâhâne, imâret kubbeleri.. ve her biri ayrı bir zevkle dizayn edilmiş, kimileri sessiz ve murakabede; kimileri gürül gürül, mutlaka ve bir şeyler anlatma peşinde bahçeleri, koruları, çeşmeleri, şadırvanları, kameriyeleri, dört bir yanda reftâre salınan selvileri ve her zaman kokular sürünüp esen meltemleri ve sabâlarıyla âdeta insanı büyüleyen bir periler ülkesiydi.
O günün insanları, tebdil-i hava için şehirlerden köylere koşar, oralarda neşe-keyif, huzur-emniyet, uzlet ve halvet zevkini arar; köylerden şehirlere göç eder, az gürültülü olsa da, oraların seviye, vakar ve ciddiyetle tüllenen havasını koklar; köylere nispeten daha muntazam ve daha ufuklu sayılan kent hayatıyla tanışır, duygu ve düşüncede daha bir enginleşme elde ettikleri mülâhazasıyla da bunu hep tekrar ederlerdi.
Bütün köyler, bütün şehirler, müşterek duygu, müşterek düşünce ve müşterek kültürü aksettiren genel görünümlerinin yanında, toplum mozayiğinde küçümsenmeyecek farklılıklar da göze çarpıyordu.. her köy, her kasaba, her şehir âdeta, aynı atkılar üzerinde aynı temanın değişik şekilde işlenmesi ve şiirleşen bir mazmunun farklı kalıplarla hazmedilmesi gibiydi.. bunların her biri, ayrı konumu, ayrı tanzimi, ayrı şiiriyeti, ayrı şivesi itibariyle, bir ölçüde birbirinden farklı tarzları aksettiriyorlardı. her biri ayrı bir bayramı, ayrı bir donanma gecesini hatırlatan o cıvıl cıvıl canlılığı, sıcaklığı ve şevk u tarâbıyla bütün bir dünyanın minyatürü gibiydi.. uzun asırların el emeği, göz nuru, fikir cehdi ile oluşmuş, gelişmiş, estetik derinliklere ulaşmış canlı-cansız aksesuarıyla göz kamaştıran bir minyatür…
Hele, büyük medeniyet mimarları ve estetik zevki inkişaf etmiş üstün peyzajcıların bunca gelip geçtikleri büyük kentler, her yanıyla âdeta bir güzellikler armonisiydi. Her zaman bir şiir gibi gelip gelip gönüllerimize akan bağ ve bahçelerimizin güzellikleri, ovalarımızın-obalarımızın neşeyle gerinmesi, dağlarımızın-tepelerimizin mehip duruşu, çaylarımızın-çeşmelerimizin bir başka çağıltıyla gönüllerimize ses vermesi.. her yanımızda gamze çakıp salınan zarif lâleler, öteden beri yakından tanıyıp hemhal olduğumuz al yanaklı, derin kokulu güller, kokusundaki nefâsetin yanında, gülün dikeni gibi biraz da acımtırak haliyle “mağnem ölçüsünde mağrem” diyen karanfiller, ülkemizin öz evladı ve çok bulunmasının gadrini yaşayan sevimli papatyalar, zâtî güzellikleriyle beraber tevazu ve mahviyetleriyle ayrı bir derinlik remzi mini menekşeler, otağını her yere kurmaya tenezzül etmeyen zambaklar, kalbimizin cidarları kadar hassas ve duyarlı ince manolyalar, yakın akrabamız ve kapı komşumuz sümbüller, sonradan akraba olduğumuz kamelyalar, orkideler, yanık nağmeler gibi kokuları ve ebedî güzellikleri tedâi ettiren renkleriyle sonsuzluğa meftun gönüllerimizi coşturur ve sürekli bize namzet olduğumuz âlemi hatırlatırlardı. Bir de buna kuşların cıvıldayışları, böceklerin vızıldayışları, koyun-kuzu sesi, Allah için birbirini sevenlerin nefesi eklenince her yan âdeta cennet rengine bürünürdü.
Hele, yeşilliklerin korunduğu, ormanların ihtimamla muhafaza edildiği bir mübarek dönemde her taraf tıpkı bir “bâğ-ı İrem” ve her yöre açık bir hayvanat bahçesi gibi canlı, sımsıcak ve şendi.
Bu dünyanın hemen her yanında zaman o kadar farklı duyulurdu ki, onun içinde bazen geçirilen birkaç saat, seneler kadar derin, bereketli, velûd olabilir ve hatta hâtıralarımızda âdetâ silinmezliğe ulaşırdı.
Görüp yaşadığımız, duyup-işitip hayallerimize nakşettiğimiz hâtıralara hayat üfleyip, onları yeniden gün yüzüne çıkarıp çıkaramayacağımızı bilemeyeceğim, ama, ben o “yitirilmiş cennet”i bağıyla, bahçesiyle ve içindeki bağbanıyla hep özleyeceğim…
Sızıntı, Kasım 1993, Cilt 15, Sayı 178
Hac
Hac; kastetme ve yönelme mânâlarına gelir. Ancak onu, mutlak kasd ve mücerret yöneliş mânâlarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret etmeğe denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip, Arafat’ta vakfede bulunmak ve Kâbe’yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.
Her sene, dünyanın dört bir yanından yüzbinlerce insan, “Beytullah”a teveccüh edip, mübârek bir zaman dilimi içinde, Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları.. hususî bir kısım usullerle ziyaret eder.. vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar -ki böyle bir vazife “Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır”- fermânıyla, İslâm’ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz kılınmıştır.
Hac, Müslümanlar arasında içtimâî birliği tesis ve tecelli ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik ve vüsatini, küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin mânâ ve kutsiyetiyle, tâ Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrâhim’le bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp îmar edilen, millet-i İbrâhimiye ile irtibatlı, Hakikat-ı Ahmediye’nin amânın bağrında eşi, Nûr-u Muhammedî aleyhisselâmın dölyatağı ve bütün semâvî dinlerin kıblegâhı, eşşiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususiyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.
Her yıl, yüz binlerce insan, Allah’a karşı kulluk sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk’a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır.. içtimâî, iktisâdî, idârî ve siyâsî işlerini, her yanıyla Hakk’a kulluğu çağrıştıran bir ibadet zemininde, kalplerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.
Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülâhazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir mânâ âlemine açılıyor gibi yola revân olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin tesirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu rûhânî, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir hatta bir romantizm banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi’nân arzusuyla şahlandırmış ve husûsî bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir kapının önünde sanırız. Bu kudsî yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his dünyamıza öyle esbabüstü bir duyuş ve bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkabe ve muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, âdeta kendimizi âhiretin koridorlarında yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.
Kâbe; bakış zâviyesini iyi belirlemiş olanlara göre, boynu ötelere uzanmış, bir bize, bir de sonsuzluğa bakan; yer yer sevinen, zaman zaman da kederlenen için için bir hâli olduğu hissini uyarır. Binlerce ve binlerce senenin tecrübe, vakar ve ciddiyetini taşıyan ve daha çok da bir insan yüzüne benzeteceğimiz onun dış cephesini görünce, edâsı ve endâmıyla bize bir şeyler anlatmak istediğini, harîmini açıp bize:
“Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefâ gördüm”
dediğini duyar gibi oluruz.
Kâbe; konumu itibâriyle, evimizin en mûtenâ köşesinde, en hâkim bir sedir üzerinde oturup evlatlarının, torunlarının neşelerini paylaşan, elemlerini rûhunda yaşayan bir anne görünümündedir. Bulunduğu yerden çevresini temâşâ eder; yer yer acılarla burkulur, zaman zaman da inşirahla çevresine tebessümler yağdırır. İnsan, beldelerin anasına yaslanmış bu binaların anası çevresinde dönmeye başlayınca şefkatle kucaklandığını, sevgiyle koklandığını duyar gibi olur. Tavafta hemen herkes kendini, annesinin elinden sımsıkı tutmuş koşan bir çocuk gibi hafif, güvenli ve şevkli hisseder. Evet insan, o binler ve yüzbinler içinde, uhrevî düşüncelerle coşmuş onun etrafında pervaz ederken, âdeta Allah’a doğru yürüyormuşçasına şevk u tarâbla coşar ve kendinden geçer. Vücutlarının yarısından çoğu açık, urbaları omuzlarında “remel” yapıp zıplayarak yürürken her zaman telaşlı, endişeli; fakat bir o kadar da ümitli ve çelik-çavak bir yol alışın heyecanını yaşarlar. Dünya hesabına bu salınmışlık, bu rahatlık ve romantizm, mübarek evin çevresindekilere tarifi imkânsız büyülü bir derinlik, bir hayal ve bir melâl aşılar. İnsan, o uhrevî kalabalığın ukbâ buudlu görüntüsü karşısında, daha tavafa girmeden o ilâhî harîmin münzevî sükût ve şiirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe’nin çevresinde bu dönme büyüsüne kaptıran derin ruhlar, dönerken kim bilir, ne mahrem kapıların önünden geçer.. ne bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar ötelere.! Öyle ki, bu eski fakat eskimemiş binanın çevresinde, her an yepyeni duygularla coşup dönerken, tahayyüllerimizde açılan menfezlerden gönüllerimize akan vâridâta, sînelerimizde çakan ışıklara ve ruhlarımızı uçuran sırra şaşarız. Her adım atışımızda, sırlı bir kapı açılacakmış da, bizi içeriye çağıracaklarmış gibi bir hisle hareket eder, keyfiyetini bilemediğimiz bir zevke doğru kaydığımızı sanır ve kalbimizin heyecanla attığını hissederiz. O esnâda bulunduğumuz yerden, Kâbe’nin gönüllerimize sinmiş olanca büyüklüğünün, derinliğinin, büyüsünün canlanıp, köpürdüğünü tepeden tırnağa her yanımızda duyar ve ürpeririz.
Bu mülâhazaları bazen, bir kısım gerçek sebeplere dayandırarak izah etmek mümkün olsa da, çok defa kriterlerimizi, takdirlerimizi aşan vâridat ve sübuhât karşısında sessiz kalırız. Zira Kâbe ve çevresi, maddî şartları ve dış aksesuarı itibâriyle bir şeyler ifade etse de, muhtevası kapalı, mânâları buğulu, üslubu da uhrevî olduğundan herkes onun anlattıklarını anlamayabilir. Oysa ki, avam-havas, cahil-âlim, genç-yetişkin herkesin mutlaka ondan anladığı ama çok defa ifade edemediği bir sürü şey vardır.
Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehip dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere benzemesinin yanında, içinde varlığın esrârını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l-Münte-hâ’nın izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin üsâresinden meydana gelmiş bir kristâl gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman zaman da, Sidretü’l-Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de temâşâ eder.
Evet, hemen herkes, onun harîmine sığınır-sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kapılardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam bir ihlas ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır.
Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka mehâbetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir câzibeyle gider Mabuduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun edâ ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.
Kâbe’nin çevresindeki tavafı, tasavvufî ifadesiyle, daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan “seyr fillâh”a benzetecek olursak, sa’y mahallindeki gelip-gitmeleri, halktan Hakk’a, Hakk’tan da halka urûc ve nüzûlün ünvanı olan “seyr ilallah”, “seyr minallah” mânâlarıyla yorumlamak muvafık olur zannederim. Evet, Safâ-Merve arasındaki gelip-gitmelerde işte böyle bir mülâhaza ve bu mülâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tûfânı yaşanır.
İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, mûsıkisini, vuslat ve “dâussıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi, takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip-gitmeler sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emâre insanın heyecanını bir kat daha artırır.. ve sîneler:
“Bak şu gedânın haline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım bir su ver.”
Gedâi
Der ve Kâbe’nin çevresinde olduğu gibi hem koşar hem de içine matkaplar salarak, Beytullah’ın çevresindeki enfüsî derinleşmeye mukabil, burada, bir hatt-ı müstakîm üzerinde gelip-gitmeli, peygamberâne his ve duygularla, başkaları için yaşama, başkaları için gülme ve ağlama, hatta başkaları uğrunda ölme cehdiyle gerilir.. telaşlı fakat hesaplı, endişeli ama ümitli; semânın altın ışıkları altında, hac mevsiminin mavimtrak saatleri içinde; yeni bir vuslatın heyecanı ve henüz aradığını tam bulamamış olmanın tehassürüyle gelir-gider, koşar-âheste yürür, tepeye tırmanır, oradan aşağı iner ve yolda olmanın bütün kararsızlıklarıyla çırpınır durur. Bazen, mes’âda koşan insanların, daha çok bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro şivesiyle hislerini dile getirerek.. bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşçasına, gözünde Hz. Hacer’in silûeti, elinde gönül kâsesi ve dilinde:
İste peykânın gönül hecrinde, şevkim sâkin et,
Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!
Bîm-i dûzah nar-ı gam salmış dil-i sûzânıma.
Var ümidim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su”
Fuzûlî
Sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen mes’âda, ötelerden kopup gelen bir meltemin serinliği duyulsa da, genelde orada hep şevk buudlu bir hüzün, ümit ve recâ televvünlü bir aşk ızdırabı yaşanır. Mes’âda çok defa, hakikatler hayale karışır ve çevredeki insanlar bazen sükûtun derinliğiyle, bazen de çığlık çığlık hıçkırışlarıyla, kâh mîzâna sürükleniyor gibi, kâh kevsere koşuyor gibi zevk ve tasa ikilisiyle yer yer yutkunur, zaman zaman da rahat bir nefes alır.. ve geliş-gidişlerine, iniş-çıkışlarına devam ederler. Orada saat ve dakikalar o kadar nazlıdırlar ki, mutlaka iltifat ve alâka isterler. Yoksa, hiç var olmamışlar gibi iz bırakmadan eriyip giderler.
Günler bayrama doğru kaydıkça, metaf, zemzem ve mes’â gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivertleşir.. Kâbe, bize araladığı pencerelerin panjurlarını yavaş yavaş indirir.. ve her hadise ile fâniliğini anlayan insan, buradan göçme zamanı geldiğinde ayrılması icap ettiği gibi, bir gün mutlaka dünyadan da ayrılacağını düşünür ve kendi içine, kendi hususî dünyasına çekilerek âdeta bir rûhî inzivaya bürünür.
Ama henüz her şey bitmemiştir; Hakk’a yürüyen bu insanları bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. İnanılmaz tılsımı ve başdöndüren füsûnuyla güzergâhı kesmiş duran “Mina” onları bekliyor.. gök kapılarının gıcırtılarının duyulduğu “Arafat” onları gözlüyor.. “Müzdelife”, onlara mini bir şeb-i arus yaşatmadan salıvereceğe benzemiyor.. daha ileride teslimiyetlerini soluklayıp akl-ı meâşlarını taşa tutacakları yerler gelecek ve Allah’a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dünyalarında beraatlerinin bayramını yaşayacak; sonra da, Kâbe’de, kâbe-i kalplerine yönelerek, Hakk’tan yine Hakk’a, urûc ve nüzûllerini noktalayarak “fenâ fillâh” ve “beka billâh” tedâîlerinin ilhamlarıyla tâlihlerine tebessümler yağdıracaklar.
Postunu fedâkârlık iklimine sermiş bulunan Mina, o büyüleyen parıltılarıyla, şiirini tâ Müzdelife’nin tepelerine duyurur.. onun içine girmek ister.. hatta onu da aşarak ötelerdeki Arafat’ı selamlar.. selamlar ve yirmidört saatlik misafirlerine referans verir.. ve bu bir günlük konuklarını Arafat’a emanet eder.
Bence Mina, fedâkârlıkla şefkatin, emre itaatteki inceliği kavramakla muhabbetin tüllendiği arzda semâvî bir kuşak ve sımsıcak bir kucaktır. Mina, âdeta bir teslimiyet kovanı ve bir hasbîlik yuvası gibidir. Eski hâli itibâriyle tamamen, şimdiki durumu itibâriyle de kısmen, hemen herkesin, evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız birkaç günlüğüne ikamet ettiği Mina, öyle sırlı bir yerdir ki, ukbâya bütün bütün kapalı olmayan her gönül, o dağlar ve vadiler arasındaki âramgâhta neler hissederler neler..! Bizler Mina’yı, her yanıyla, ruhumuzla öyle kaynaşmış ve bütünleşmiş buluruz ki; onun, âdeta kalbimizde attığını, damarlarımızda aktığını ve âsâbımızda yaşadığını duyar gibi oluruz. Öyle ki, oraya daha adım atar-atmaz, onun, ruhumuzla kucaklaştığını, -Allah Rasûlü’ne ilk kucak açılan yer olması itibâriyle de üzerinde durulabilir- bize ötelere açılan yolları işaret ettiğini ve bizi tamamladığını, hatta gelip duygu dünyamıza karıştığını hisseder ve bir ölçüde hepimiz Minalaşırız.
Biz Mina’da hazırlıklarımızı yapıp ruhumuzun kanatlandırılmasıyla uğraşırken, “Arafat” bir baştan bir başa gelin odaları gibi süslenir ve bağrını gelip konacak, gerilip ötelere açılacak misafirleri için tıpkı bir liman, bir meydan, bir rampa gibi hazırlar, açar.. ve ona bir dâussıla tutkusuyla koşan Hakk konuklarını beklemeye koyulur.. yeni bir imkân, yeni bir devran mülâhazasıyla coşkun Hakk konuklarını.
Arafat’ın öyle bir nûrânîliği ve orada yaşanan zamanın öyle bir derinliği vardır ki, o hazîrede bir kere bulunma bahtiyarlığına ermiş bir ruh, gayri hiçbir zaman bütün bütün mahvolmaz ve kat’iyen dünyevîler gibi ölmez. Ömrünün birkaç saatini Arafat’ta geçirmiş olanlar, bütün bir ömür boyu güller gibi açar durur ve asla solmazlar. Onun şefkatli, aşklı, şiirli dakikaları, hep bir sabah güneşi gibi gönül gözlerimizde ışıldar durur.. ve her yanında açık-kapalı aşkla bilenmiş, bülbül gibi şakıyan, şakıyıp kalplerinin en mahrem noktalarında petekleşmiş bulunan imanlarını, irfanlarını, muhabbetlerini ve cezb u incizaplarını haykıran insanların çığlıkları kulaklarımızda tın tın öter ve ötelere müştak gönüllerimizi coşturur. Hem öyle bir coşturur ki, bizi, en inanılmaz, en erişilmez lezzetlere çeker.. en olgun, en doyurucu vâridatla hislerimizi şahlandırır.. ve görmüş-geçirmiş varlıkların istiğnâlarına benzer şekilde gözlerimize bir büyü çalar ve bizleri özlerimizin içindeki zenginliklerde dolaştırır.
Arafat’ta, sabahlar da guruplar da hep derinlik soluklar ve ihtimal ki, en yüksek şâirlerin bile terennüm edemeyeceği nüktelerini kalplerimize boşaltır ve bize varlığımızın gayeleri adına neler ve neler fısıldarlar. Bence, ruhun uhrevîleşip incelmesi için insan hiç olmazsa ömründe bir kere Arafatlaşmalı, Arafat’ı yaşamalı ve Arafat’ın tulû’ ve gurûbunu oksijen gibi ciğerlerine çekmelidir.
Arafat’ta insan, duânın, yakarışın, iç çekiş ve iç döküşün en ürperticilerine şâhit olur. Hele ikindi sonrasına doğru, biraz da buruksu veda havasıyla eda edilen duâlar, daha bir derinlikle tüllenir, sesler, soluklar, gökler ötesi meleklerin çığlıklarını hatırlatan bir enginlik ve duruluğa ulaşır. İnsan, Arafat düzlüğünde yükselen âh u efgânı duydukça, seslerdeki uhrevîlik, ebedî saadet ümidinin hâsıl ettiği rikkat, şefkat ve recâsıyla gençleştiğini, ebedîleştiğini, büyük bir açılışa geçtiğini ve genişlediğini sanır. Hele, güneş gurûba kapanıp da, kararan ufukların her yana buğu buğu veda duyguları saldığı dakikalarda ümitlerin cisimleşip içimize aktığını, şuurlarımızın Arafat vâridâtıyla aydınlandığını ve tıpkı rüya âlemlerinde olduğu gibi, kalıplarımızdan sıyrılıp, bir kısım mânevî anlaşılmazlıklara açıldığımızı.. Arafat gibi çığlık çığlığa inlediğimizi.. batan güneşle beraber eriyip gittiğimizi.. kulaklarımıza çarpan âh u efgân gibi birer feryat hâline geldiğimizi.. kuşlar gibi hafifleyip bir tür kanatlandığımızı.. ve mâhiyet değiştirip birer mânevî varlığa inkılâp ettiğimizi sanır ve hayretler içinde, olduğumuz yerde kalakalırız.
Arafat, insanların bütün bir gün, melek mevkibleri arasında dolaşıp durduğu, otururken-kalkarken sürekli semâvîlik solukladığı, Hakk rahmetinin sağnak sağnak gönüllerimize boşaldığı ve hadiselerin hep ümit televvünlü cereyan ettiği bir rahmet yamacı ve hesap endişeli bir Arasat meydanıdır. Dünyaya ait her şeyden sıyrılmış ve soyunmuş insanlar, hesap, terazi, mîzân endişesi ve rahmet ümidiyle hep hayaletler gibi dolaşırlar onun düzlüklerinde. Affolacaklarını umar, kurtuluşa ereceklerinin hülyalarını yaşar ve bu bir tek günü, senelerin vâridâtını elde edebilecek şekilde değerlendirirler.. değerlendirirler ama, yine de bir başka yerde duâ edip yakarışa geçmeleri lâzım geldiğini de söküp kafalarından atamazlar.
Atmalarına gerek de yok, zira birkaç adım ötede bağrını açmış Müzdelife onları bekliyor. Vicdanlarımızdan, Müzdelife’nin bizi beklediği mesajını alır almaz, içinde bulunduğumuz ışıklardan ve ümitle bize tebessüm eden Arafat’tan ayrılır, rükûa nispetle secde seviyesinde Allah’a yakın olmanın ünvanı sayılan Müzdelife’ye yürürüz.. sonsuza, mekânsızlığa, ebediyete ve Allah’a yürüdüğümüz gibi Müzdelife’ye yürürüz. Tamamlanmaya yüz tutmuş mehtâbın, dağ-dere, vadi-yamaç her yanı aydınlatan ışıklarla cilveleştiği bir mübarek mekânda ve göklerin yere indiği, arzın semâvîleştiği duyguları içinde, kendimizi, orada, Hakk’a ulaştıran ayrı bir rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampada buluruz. Kâbe’den beri değişmeyen halleriyle, göklerin pırıl pırıl çehresinin, hacıların simalarındaki akislerini, Allah’a yönelmiş yalvaran bu sâdık bendelerin seslerini bedenlerimizde, ruhlarımızda, gözlerimizde ve gönüllerimizde duyarak ötelerde dolaşıyor gibi öteleşir, meleklerle ve melekûtla hemhâl olur uhrevîleşir ve kendimizi bütün bütün rahmetin enginliklerine salarız.
İbn Abbas, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, Arafat’ta ümmeti adına sarih olarak elde edemediği önemli bir reçete ve beraati Müzdelife’de elde ettiğini söyler. Gönlüm bu tespitin yüzde yüz doğru olmasını ne kadar arzu ederdi..! Eğer, Hz. İbn Abbas’ın dediği gibi ise, başların secdeye varmışlığı ölçüsünde insanları Allah’a yaklaştıran Müzdelife, bir başka feryat u figân, bir başka âh u zâr ister..
Müzdelife’nin hemen her yanında, lambalardan akseden ışıklarla, hacıların parıldayan yüzleri, buğulu bakışları ve heyecanla çarpan sîneleri, sadece gecesiyle tanıdığımız o mübarek sahaya, büyüleyen ayrı bir güzellik katar. Hele gece ilerleyince her yanı daha derin bir esrar bürür. Bir kısım kimseler ertesi günkü zor vazifeleri için dinlenirken, sabaha kadar elpençe divan duran insanlar da vardır. Sesini sînesine çekip duygularıyla tıpkı bir mızrap gibi gönlünden gönül ehline nâğmeler dinleten bu engin ruhlar kim bilir neler düşünür, neler söyler ve içlerinden neler geçirirler..! Kalp sesleri her zaman kendilerini aşan bir seviyede cereyan eder ve meleklerin soluklarıyla atbaşıdır. Kalbini dinleyen ve kalbiyle konuşan bu zamanüstü insanlar, şimdi seslendirdikleri bu gönül bestelerinin yanında, daha önce, ondan da önce, duygu mızrabıyla gönül telleri üzerinde duyurup duymaya çalıştıkları ne kadar nağme varsa, hepsini bir koro gibi birden duyar, birden dinler ve geçmişlerini bu günle beraber bir zevk zemzemesi hâlinde yudumlarlar.
Ufuklarda şafak emâreleri tüllenmeye başlayınca, bir gün önce Arafat’ta yaşanan ses-soluk, his-heyecan katlanarak bütünüyle Müzdelife’ye akar.. akar ve tan yeri bir sürü his, bir sürü iniltiye karışarak ağarır. Namaz dışı Hakk’a yönelişler, namaz içi teveccühler.. ve namazın içine akıp kunutlaşan duâlar her biri Hakk’a yakınlığın ayrı bir buudu olarak keyfiyetler üstü bir derinlikte edâ edilirler.
Bazen dört bir yanımızı saran ve bütün duygularımızı okşayan bir ipek urba gibi.. bazen ümitlerimize fer ve acılarımıza tesellibahş olan semâvî eller gibi.. bazen ocaklar gibi yanan sînelerimize su serpen birer tulumba gibi.. bazen ruhlarımıza en yüce hakikati duyurup gönüllerimize ürpertiler salan ezanlar gibi.. bazen yıkılmış, dağılmış eski dünyamızın parçalarını biraraya getirerek, özümüzden, ebediyetimizden, dünyamızdan, ukbâmızdan öyle mânâlar duyururlar ki, kendimizi yeniden keşfediyor, özümüzü daha yakından tanıyor, dünyaya farklı bir zâviyeden uyanıyor, ukbâyı da ayrı bir yakınlık, ayrı bir netlik içinde görüyor gibi oluruz.
Bu yalvarış ve yakarışlar, güneş ışınları yeni bir günün müjdesiyle ufukta belireceği âna kadar da devam eder. Güneş doğarken de, âdeta o âna kadar secdede olan başlar, bir başka yakınlığa ulaşmak için yeniden “şedd-i rihâl” eder ve yollara koyulurlar. Şimdi, önümüzde daha önce de uğrayıp ve vadi vadi selâm durup geçtiğimiz Mina var. Safvete ermiş kalplerin, düz mantığa zimam vurup ruhun eline teslim edecekleri Mina.. teslimiyete ermiş gönüllerin inkıyatlarını ortaya koyacakları Mina.. Hz. Âdem’den Hz. İbrâhim’e, ondan da insan nev’inin Şeref Yıldızı’na kadar binlerin, yüzbinlerin akıl ve mantıklarını gemleyip muhâkemelerini kalple irtibatlandırdıkları Mina.. nihayet bütün bunlardan sonra, şeytanı taşlarken nefislerimizin de paylarını aldıkları, ayrıca ibadetin esası sayılan taabbüdîliğin ma’şerî vicdan tarafından temsil edildiği Mina… Ve şeytan taşlamanın yanında daha neler neler yapılır orada.. kurban, tıraş, hac esvâbından soyunma.. ve yol boyu derinleştirilen konsantrasyondan sonra tam bir metafizik gerilimle eda edilen farz tavaf bunlardan sadece birkaçı..
Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbî ve rûhî hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğunda en eski fakat eskimeyen, en ezelî ama taptâze gerçeklerle tanışır ve halleşir.. ve hiçbir zaman unutamayacağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî fakat semâvî yolculuk, ihtivâ ettiği vâridât ve hâtıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir durur.
Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsûnlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun harîminde her zaman efsânevî bir güzelliğe şâhit olur ve her şeyi en olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâlihliliğini paylaşan ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu câzibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar.
Sızıntı, Haziran 1994, Cilt 16, Sayı 185
Hicret
Hicret engin gayeli mukaddes bir göç.. inanç, duygu ve düşünce zenginliğiyle beslenerek gerçekleştirilen böyle hedefli bir göç, hulûsun derinliği ölçüsünde insanın semavî seyahatlerine denk sayılabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu seyahatin hem semavî olanıyla hem de arzda cereyan edeniyle şereflendirilmiştir. Bunlardan birincisi, has çerçevesiyle O’na mahsus ve başkasına müyesser değil; ikincisi ise belli şartlar altında, kıyamete kadar herkese açık bir şehrahtır. Peygamberlik semâsının ayı-güneşi o büyük insana kadar, binler ve yüzbinlerin yürüyüp gittiği feyiz ve bereketiyle pırıl pırıl bir şehrah. Hiç şüphesiz bu mukaddes göçün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını da, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin Medar-ı İftiharı gerçekleştirmişti.. O, ayağını sağlam basabilecek emin bir mekâna yerleşmek, vefalı dostlarına pürvefa yardımcılar bulmak, arzın göbeğinden göğsüne sıçrayarak orada sitesini kurmak ve yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için, emri öteden, böyle bir göçe katlanmıştı.
Plân ve proje geniş ve semâ buudlu.. mebde’ ve netice arasındaki mesafeler insafsız.. bir baştan bir başa iblis ve gulyabaniler güzergâhı bu uzun yolda, her yanda kötülük duygu ve tutkusu, her dönemeçte bir yığın fitne ateşi.. evet bütün bu olumsuz şartlara rağmen gönülleri ümit, itmi’nân ve inşirahla coşturmaya yetecek kuvvet kaynağı ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dilinde ve gönlünde.. Allah’a dayanmış, tevfike râm olmuş ve bu uzun yola koyulmuştu.. koyulmuştu ve yürüyecekti arkasına bakmadan.. yürüyecekti arkasındakileri bırakmadan…
O gün, Mekke’nin inkârcı ve dayatmacı zorbaları karşısında her yol deneniyor, her çareye başvuruluyordu ama bu gaye ve vazife insanına göre, yapılanlarla olanlar arasında tenasübün bulunmadığı da bir gerçekti. İşte bu tenasübsüzlük, zaten, vazife şuuru ve hizmet aşkına kilitli Hazret-i Sahib-i Risaleti. Mekke’nin dışında yeni muhatablar aramaya sevkediyordu. Taif bu mülâhazanın ilk rüyası, peygamberlik davasının Mekke dışındaki ilk konağı ve bir sürü eza ve cefaya rağmen, tek bir mü’min tesellisiyle mağmum fakat ümitli geriye dönülen ilk hicret ülkesi olmuştu. Sonra Mina’nın sarp, ürperten fakat candan Akabelerinde taşradan gelenlerle “sırran tenevverat” kuşağında cereyan eden gizli görüşme ve aşina sîneler arama. Aranan kimdi onu kestirmek çok zordu ama, bulunan Medine’nin altı talihlisi olmuştu. İlklerden bu altı bahtiyar, insanlığın makûs kaderinin değiştirilmesinde, nübüvvet elinin kullandığı ilk manivela olacaktı. Beşerin ebedî halaskarı hakkında bütün bildikleri, sırf Yahudi cakası bir kulak dolgunluğundan ibaret olan: “Allah son bir peygamber daha gönderecek ve İsrailoğulları O’nun bayrağı altında cihanla bir kere daha hesaplaşacaklar” söylentisiydi. Gerçi bu ümniye onların işine fazla yaramamıştı ama, Medine yerlilerinin sînelerindeki hakikat tutkusunu yönlendirmeye ve ateşlemeye yetmişti. Bu basit malumat o zaman, bir büyük gerçeğin kuluçkası ve cevher madeni olmuş, mevsimi gelince de, ebedlere kadar “Ensar” nâm-ı celîliyle serfiraz olacak Medine halkının etekleri mücevherlerle dolmuştu.
Bu ilk altı kutluyu, daha sonra, ayrı bir on bahtiyar takip etmiş, müteakip sene de, içinde kadınların da bulunduğu yetmiş kişilik bir kudsîler topluluğu ikrarlarını ilân, teslimiyetlerini ifade ve Resûlullah’ın çağrısına “evet” demenin yanında, Efendimiz’i Medine’ye davet etmek üzere, yine bir kuytu yerde o Ebedî Halaskâr’la görüşmüş, biat etmiş ve O’na “Buyurun beldemize!” demişlerdi. Ciddiydiler; O’nun getirdiği her şeyi kabullenecek, O’na teslim olacak, nefislerini, kadınlarını, çocuklarını koruma mevzuunda gösterdikleri aynı hassasiyeti O’na karşı da gösterecek, O’nu bağırlarına basacak, koruyacak ve canlarından aziz tutacaklardı. Bunun karşılığında da Allah onlara cennet vaadediyordu. Anlaşma tamam.. Resûlullah mütebessim.. Ensar memnun.. ve Medine’nin kapıları da Muhacirlere ardına kadar açıktı.
Üçer-beşer Mekke boşalıyor.. açık-kapalı herkes Medine’ye akıyor.. hicret edenlerin fedakârlığı, Ensar’ın îsâr ruhuyla bir başka televvüne ulaşıyor ve derken arz yolculuğu adetâ mi’raçlaşıyor, semâvîleşiyor ve mekân üstü âlemlerde meleklerin seyahati çizgisini buluyordu. Tabiî, arzdaki bu semavî yolculuğun en son kafilesi de yine peygamberlik kafilesinin sonuncusuyla noktalanıyordu. Ama her mazhariyetin ma’ruziyet çizgisinde cereyan esprisiyle, O’nun hicreti de “belanın en çetini hep peygamberlerin başına…” esasına göre gerçekleşiyor ve o korkunç ölüm vadileri teslimiyet ve tefviz kanatlarıyla aşıla aşıla münevver beldeye ulaşılıyordu.. hem öyle bir ulaşılıyordu ki, ne Sürâka’nın o günkü ruh haleti itibariyle sirkatinden daha karanlık düşüncelerine, ne Sevr Mağarasının içinde ve dışındaki çıyanların ağına, ne de yoldaki haramilerin fiilî insafsızlığına ma’ruz kalınıyordu. Sürâka sahâbeliğe namzet bir dosta dönüşüyor.. Büreyde arkadaşlarıyla beraber İslâm’la tanışıyor.. ve derken o Gül insan, tipinin-boranın estiği yollarda, her yanı gül bahçesine çevire çevire güneye yürüyordu…
Duyguları kan, düşünceleri kan, gözleri kan bir sürü kanlı deli Mekke’de esire dursun, Allah Rasulü Medine halkının “seniyye-i veda” türküleri arasında otağını, bugünkü yeşil kubbenin bulunduğu bir kutlu yere kuruyor ve mescidle iç içe mübarek hanesine yerleşiyor.. yerleşiyor, sonra da İlâhî mesaj ve ruhunun ilhamlarıyla çevreye hayat üflemeye başlıyordu.
-O hayatın kaynağına da onu üfleyene de ruhlarımız feda olsun!-
Hazret-i Adem, hicret ma’nâ ve ruhunun vaadettiği uhrevî enginliğe ulaşmak için, cennetten dünyaya uzanan bir uzun sefere çıkmış.. Hazret-i Nuh, karalardan sonra denizlerde de ürperten bir seyahate katlanmış.. Hazret-i İbrahim, Babil, Hicaz, Kenan ili deyip durmadan dolaşmış.. Hazret-i Musa, anne evinden Firavun sarayına ondan da Mısır ve Eyke arasında hep mekik dokumuş durmuş.. Hazret-i Mesih eski peygamberlerin geçtiği bütün köprülerden geçmiş.. ve bu dönemin ilk kudsîleri de eski dünyanın hemen dört bir yanına irşad ekipleri tertip etmişlerdi.
Çağın kudsîlerine gelince; onlar “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa onun mükâfatı Allah’a aittir” diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu hicretleri sayesinde imâna, Kur’ân’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyalogu duyanlar da olacaktır.
Evet onlar, Hira Dağından ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak.. ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek.. mantıkla İlâhî varidatı birden duyup, herkese duyuracak.. kalp ile Kur’ân arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç asırlık ayrılığı sona erdirip bir en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen imân, aşk ve heyecan yansı olduğunu, günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız çocuklarına öğreterek, onları fâni hayatın dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir kere daha onlara var ve hür olma yollarını, sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir.
Sızıntı, Haziran 1995, Cilt 17, Sayı 197
Hoşgörü
Milletçe, bir yeniden derleniş-toparlanış humması yaşıyoruz. Bir muhalif rüzgar esmezse, önümüzdeki yıllar bizim “var oluş yıllarımız” sayılabilir. Ancak, derlenip-toparlanmadaki üslup farklılığı; son bir-iki asırdır milletin düşünce ve kültür hayatına girmiş bazı yeniliklerden hangilerinin atılıp, hangilerinin alınacağı hususundaki mutabakat zorluğu; topluma yeni bir ruh üflemedeki usûl ve metot ayrılığı; geçmişi, bütün hayatî dinamikleriyle geleceğe taşımadaki mülâhaza nüansları dolu dolu ümitlerimizin yanında, aynı zamanda bize sıkıntılı günler de yaşatacağa benzer.
Bütün bir millet olarak istikbâle yürürken, her köşe başında önümüzü kesmesi muhtemel ayrılık, farklılık ve mutabakat zorluklarından kaynaklanan handikaplara karşı en tesirli silahımız, en sağlam sığınak ve tabyamız da hoşgörü olsa gerek.
Kusurlara göz yummak, farklı düşüncelere saygı göstermek, affedebileceğimiz her şeyi affetmek; hatta kendi söz götürmez haklarımızın ihlâli karşısında bile, üstün insanî değerlere saygılı kalarak “ihkâk-ı hak” etmeye çalışmamak; iştirak edilmesi mümkün olmayan en kaba fikirler, en hoyrat düşünceler karşısında dahi, peygamberâne bir temkinle feverana kapılmadan, Kurân’ın, kalplere nüfûz etme adına “kavl-i leyyin” ünvanıyla sunduğu, kalb-i leyyin, hal-i leyyin, tavr-ı leyyin de diyebileceğimiz yumuşaklıkla mukabelede bulunmak; hatta bir kısım muhalif düşünceler ki, bize doğrudan doğruya veya tedâi-leriyle bir şeyler anlatmasa bile, sırf kalbî, ruhî ve vicdanî hayatımızı sık sık tamir ve restorasyona zorlaması itibariyle yararlı bulmak düşünce enginliğinde bir hoşgörü…
Zaman zaman saygı, merhamet, âlicenaplık ve bazen de müsamaha yerinde kullandığımız hoşgörü, ahlâkî sistemlerin en ehemmiyetli esası, semavî buudlu insan-ı kâmil ahlâkı ve diğer bütün prensiplere de kaynaklık edebilecek önemli bir ruh disiplinidir.
Hoşgörü adesesi altında, müminlere ait sevaplar bir başka derinliğe ulaşır ve âdeta nâmütenahileşir; hata ve kusurlar ise öylesine büzülür ve küçülürler ki, dünyalar kadarı bir yüksük içine sıkışabilir. Aslında öteler ve öteler ötesi muamele de hep bu menşurdan geçerek gelir, bizi ve bütün varlığı kucaklar. Bu kucaklayış televvünündendir ki, bir bağiye1, susamış bir köpeğe içirdiği bir yudum su ile “Gufrân Kapısı”nın tokmağına dokununca, kendini iffete, istikamete ve cennete uzanan bir koridorda bulmuş.. bir sarhoş, Allah ve Rasûlü’ne karşı duyduğu engin sevgi sayesinde silkinip bir hamlede maiyyet-i nebeviyeye ulaşmış.. ve bir kanlı kâtil, teveccühlerin en küçüğüyle canavarlık psikozundan kurtulup, istidadını çok çok aşan payelerin en yükseğine yönelmiş, hatta ermiştir.
Biz hepimiz, hemen herkesin bu adese ile bize bakmasını ister ve çevremizde sürekli afv u safh meltemlerinin esmesini bekleriz. Evet hepimiz; dünümüzü, bugünümüzü hoşgörü ve müsamahanın o eriten-değiştiren, temizleyen-aklayan iklimine havale eder, sonra da geleceğe öyle emin ve endişesiz yürümek isteriz.. isteriz de, geçmişimizin karıştırılmasını ve bugünlerimizin, yarınlarımızın bulandırılmasını hiç mi hiç arzu etmeyiz. Biz hepimiz, bir ömür boyu sevgi ve saygı bekler, hoşgörü ve müsamaha umar, civanmertlik ve muhabbet hisleriyle kucaklanmak isteriz. Evdeki afacanlığımızdan ötürü anne-babamızdan; mektepteki yaramazlıklarımızdan dolayı öğretmenimizden; haksızlık edip zulme uğrattığımız mağdurlardan, mazlumlardan; mahkemede hâkim ve savcıdan; askerde komutanlardan; karakolda polislerden.. ve tabii en yüksek bir divanda da “Ahkemü’l-Hâkimîn”den af ve müsamaha bekleriz. Ancak, bütün bu bekleyişler içinde beklenilen şeye liyakat da çok önemlidir. Başkalarını affetmeyenin af beklemeye hakkı yoktur.. derecesine göre herkese karşı saygılı olmayan saygı göremez.. herkesi sevmeyen sevilmeye layık değildir.. bütün insanları hoşgörü ve müsamaha ile kucaklamayan afv u safh görme liyakatını yitirmiştir. Komünizm, hoşgörü bilmeyen bir sistemdi.. ateizm müsamaha tanımayan bir düşünce tarzıdır; ondan müsamaha beklemek bir aldanmışlık, onun başkalarından saygı umması da boş bir kuruntudur. Düşüncelerinde, yazılarında başkalarına sövüp-sayan bir talihsiz kalemin başkalarından saygı ve hürmet beklemeye hakkı yoktur.. sövene söverler, döveni de döverler. Bunları gerçek Müslümanlar, “Onlar, boş sözler, münasebetsiz davranışlarla karşılaştıkları zaman âlicenâbâne geçip giderler”.. “Şayet onları affeder, müsamaha ile davranır ve kusurlarını da görmezseniz…” gibi gökler ötesi prensiplerle o engin sînelerinde hoşgörüyle tadil edip yollarına devam etseler de, kaderin adaletini temsil edecek başkaları mutlaka çıkacaktır.Dalâlet, küfür ve ateizme programlanmış bir kısım ülkelerde, müsamaha ve hoşgörü olmadığı için, düşünce hürriyeti, edebli tenkit, usûlünce fikir teâtisi ve hakperestlik anlayışı içinde tartışma, dolayısıyla da mantık ve ilham ürünlerinden söz etmek mümkün değildir. Bence, ülkemizde yıllardan beri tiz perdeden bunca atıp-tutmalara rağmen bir çuvaldız boyu yol alınamayışının asıl sebebi de bu olsa gerek.
Evet, yıllar var ki bu ülkede -edebim müsaade etmediği için açık söyleyemeyeceğim- akla-hayale gelmedik çeşit çeşit ahlâksızlık, hoşgörü ve müsamahadan dolu dolu nasibini aldığı halde, bir kısım Müslümanlar, hâlâ dünkü “gerici, yobaz, teokratik düzen yanlısı” gibi yaftalarla ve şimdilerde “fundamentalizm”le karalanmak istenmekte ve İslâm çağ dışı gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Evet, bugün hâlâ dînî duygularını ifade edenlere mürteci, yobaz, fundamentalist; millî hislerini ve geçmişi yad edenlere de, Turancı, hayalperest damgasının vurulduğunu esefle müşahede etmekteyiz.
Fertleri birbirine hoşgörüyle bakmayan milletlerde ve müsamaha ruhunun tam yerleşmediği ülkelerde müşterek düşünceden ve kolektif şuurdan bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ülkede, büyük küçük her düşünce, teâruzların, tesâkutların ağında birbirini yer bitirir; düşünürler de hep havanda su döverler ve yine böyle bir ülkede kat’iyen sağlam bir düşünce ve inanç hürriyeti teessüs ettirilemez, ettirilse de yaşatılamaz. Hatta böyle bir ülkede hukuk devletinden de söz edilemez; sureta var görülse de bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Aslında müsamaha ve hoşgörünün olmadığı bir yerde sıhhatli bir basın ve yayından, ilmî düşünceden ve kültür faaliyetlerinden bahsetmeye de imkân yoktur. Günümüzde bu türden görülen şeyler ise, belli bir düşünce ve belli bir anlayışa göre sıkıştırılmış tek yanlı, tek cepheli bir kısım kısır gayretlerdir ki; bunlardan taze, yararlı ve gelecek vaadeden bir şeyler beklemek de abestir.
Sızıntı, Ekim 1993, Cilt 15, Sayı 177
Huysuz Ruhlar
Vuslat gecesinden daha değerli, sabah aydınlığından daha neşeli günlerin esintileriyle pürheyecan oturup kalktığımız ve gece ile gündüzün savaşının aydınlık lehine gelişmeler gösterdiği; ilâhî rahmet ve sevginin sağnak sağnak başımıza boşaldığı; zerrenin güneş, damlanın derya olma yoluna girdiği; aczin aynı kuvvet, fakrın servetler üstü servet seviyesine ulaştığı; gökler ve yer arası diyaloğun yeniden canlandığı şu günlerde, şeytânî ruh ve şeytânî şerârelerin harekete geçtiği de bir gerçek.
Evet, günümüzde yüzlerce olumlu iş ve olumlu teşebbüs arasında bir hayli de olumsuz iş ve çarpıklık var. adeta karşılıklı iki oluşum ve iki süreç (vetire) yaşanıyor. Gerçi çağımızda herhangi bir yeni oluşumun temsilcileri henüz tam tekmil ve organize olmuş görünmüyorlar ama, ışıktan ve aydınlıktan hoşlanmayanlar kerâmet ölçüsündeki hassasiyetleriyle böyle bir şey sezmiş olacaklar ki, farklı uçlarda bulunsalar da, muhakkak bir tedirginlik içindeler. Bugün, ferdî seciyeleri itibariyle kararsız, tamirden daha çok tahribe açık.. fırsat bulduklarında hemen tecavüze geçen, yetmediklerini anladıklarında da sünepeleşen.. kafaları günlük meselelerle malemâl; alternatif düşünce üretme yerine bütün güçlerini tahrip ve tenkide hasretmiş dünya kadar insan var. Çoğu hasta, zayıf, fikir ve ruh fakiri yıkmadan hoşlanan bu insanların, bir kere daha insan olarak dirilip kendilerini bulmaları için, zamanın çıldırtıcılığına rağmen daha bir süre aktif bekleme icap edecek.
Bu ham ruhlar her zaman olmuşlardır, tabiî ki bugün de olacaklardır; hatta düşünceleri itibariyle müstehâseler haline gelseler bile, yarın da varlıklarını sürdüreceklerdir.
Yıllar ve yıllar var ki, bizi çepeçevre kuşatan, mânâ köklerimizi koparıp rûhî dinamiklerimizi delik deşik eden bu anarşist ruhlar, her fikri karalamış, her yeni oluşuma karşı çıkmış, herkesi küçük düşürmeye çalışmış, ilimleri saplantılarına âlet etmiş, kâinat ve kâinattaki nizâmı görmemezlikten gelmiş, imanî ve dinî değerleri ehemmiyetsiz saymış veya çarpık düşüncesine göre yorumlamış, pratikte yararlı olmayan her şeyi, inanç, fikir ve fazilet de olsa, gereksiz ve fantezi kabul etmiş, ferdî karakterlere, günlük basit işlerdeki başarılarıyla değerler üstü değerler vererek taltif etmiş ve öteden beri devam edegelen bütün insanî kriterleri yıkarak bir değerler karmaşasına sebebiyet vermişlerdir.
Bu tahripkâr ruhlar büyük ölçüde ve bilhassa da, araştırmayan, düşünmeyen kitleler üzerinde daha olumsuz tesirler icra etmiş ve bu uğurda her vesileyi değerlendirerek saf yığınların tâ benliklerine sokulup onları felç etmiş, çürütmüş ve kendilerine rağmen, bir kısım çarpık düşüncelerin kulu-kölesi haline getirmişlerdir.
Onlara göre bu millet tepeden-tırnağa sefalet içinde ve bu koskoca dünya âdeta yapayalnızdır. Düşünceleriyle, inançlarıyla, başarılarıyla, hezimetleriyle, sevinçleriyle, kederleriyle yapayalnız. Bunlara göre bu öldürücü yalnızlık, herkesin ümitlerini kemiriyor, kollarını-kanatlarını kırıyor ve onları gulyabânilerin cirit attığı ölüm çöllerinde aç, susuz ve dermansız dolaştırıyor.
Bu karanlık ruhlar, öteden beri, duygularıyla, düşünceleriyle hep kargaşanın yanında olmuşlardır.. kargaşanın yanında olmuş ve sürekli topluma anarşi ruhu pompalamışlardır. Dinden bahsederken, milli değerlerimiz üzerinde dururken, geçmişi konuşurken hep anarşist bir üslûp kullanmış; nizamın aleyhinde olmuş, bediiyyatımıza saldırmış, sanat telâkkimizi yerden yere vurmuş ve her fikrin, her sistemin bozuk olduğunu iddia etmişlerdir.
Anarşi ruhunun sabit bir yeri ve makamı yoktur. Bu itibarla da o her yere ve her kesimin içine girebilir.. her urbaya bürünüp her makamda görünebilir. Fakir olur, servet düşmanlığı yapar.. zengin olur, yığınları istismar eder ve her zaman istibdat soluklar.. işçi olur, işinden, gelirinden şikâyet eder.. öğretmen olur, serseriliğe prim verir.. sorumluluk yüklenir, makamını şahsî çıkarları adına kullanır.. güçlü olduğu zaman zâlim kesilir ve yığınları ezer-geçer.. hep kolay kazanma yollarını araştırır, gerekirse yeraltı dünyasıyla iş birliğinden geri kalmaz.. küçüktür, en hasis çıkarlar için herkesin ayağını öper.. büyüktür, hiçbir düşünceye ve hiçbir kimseye saygı göstermez.. dindar görünür, saldırgan, mütecâviz ve lânetçidir.. dinsizdir, dini de dindarı da karalamadan bir an bile geri durmaz.. kışlaya girer, hünkârının kellesini isteyen bir kanlı yeniçeri olur.. ilmiye sınıfı arasına sızar, dinî ilimlerle iştigâli irtica sayar, müspet fenlerle meşguliyeti de küfür.. istihbârâtı eline geçirir, yabancı örgütlerin ülke aleyhine çevirdikleri fırıldaklarla uğraşacağına, İmam-Hatibi, Kur’ân Kursunu, ülke yararına eğitim faaliyeti gösteren milli ve vatanî kuruluşları yakın takibe alır.. bugünü yaşar, yarınlar umurunda bile değildir.. yüksek bir mefkûresi olmadığından her şeyi kendi egosuna veya zümre çıkarlarına göre plânlar.. ledünniyâta açık görünür, ebedilik düşüncesini karartır.. varlığı insana düşman gösterir, kalpleri yalnızlık ve gurbete boğar.. hizip der, mezhep der, zümre der, -ciyle, -cuyla toplumu kamplara ayırır ve herkesin ruhuna kin ve nefretler fısıldar.. medyaya sızar, toplumu sunî gündemlerle meşgul eder; şov yapar ve kitleleri gerilimden gerilime sürükler. Hatta milletin değişik kesimlerini karşı karşıya getirir, vuruşturur, sonra da bir kenara çekilerek Neron gibi keyif çıkarır. Sızabilirse mülkiyeye, idâreyi dejenere eder.. nüfuz edebilirse adliyeye, adâlet ruhunu yıkar ve harâmilere pâyeler verir.. başını sokabilse terbiye yuvalarına, vicdanları harabelere çevirir ve insanları birbirinin kurdu haline getirir.. yuvaya girse, çocukların hakkından gelir ve o cennet köşesini cehenneme çevirir.. camiye ayağı düşse, milleti sokağa döker, dini de diyâneti de cinayetlerine vesile yapar.
O, toplum bünyesinde, mukâvemetin, iradenin, ruhi güç, ruhi sistemin en büyük düşmanıdır ve milletimiz için AIDS virüsünden daha tehlikelidir. Onun benliğinde, kötü duygu, kötü düşünce sürekli galeyandadır. O her zaman doyma bilmeyen bir kin ve nefret duygusuna, bir karanlık görme, karanlık düşünme hastalığına müptelâdır ve ihtimal ki, bu hastalığının çaresi de yoktur.
Onun dostluğuna kat’iyen güven olmaz; öyle ki, iyilik yaparken bile içine az da olsa kötülük bulaştırmayı ihmal etmez. Severken ısırabilir, okşarken canınızı yakabilir. Ona bir şey anlatmak mümkün mü, değil mi bilemeyeceğim ama, böyle bir şeye teşebbüs edenlerin peygamberâne bir azim içinde bulunmaları şarttır.
Milletlere zaman zaman musallat olan bu virüs, inançsızlıkla, ihtirasla, şehvetle, şöhretle beslenir. Bu yollarla duygulara, düşüncelere bulaştıktan sonra, kurbanlarının elini-ayağını, dilini-dudağını, gözünü-kulağını tesiri altına alır ve onlara her istediğini yaptırır.
Her zaman azınlıkta olan, fakat tahribin engin avantajlarını değerlendirdiğinden dolayı güçlü görünen bu anarşiste karşı pes etmemek lâzım. Pes etmek bir yana, o mutlaka yakın takibe alınmalı ve toplum bünyesinde onun öldürdüğü, söndürdüğü kesimlere sürekli hayat üflenmeli, aydınlatılmalı ve rehabilitasyon uygulanmalıdır. Evet, inanç ve ümit üflenerek, ilim ve mârifet pompalanarak, düşünce ve muhâkeme kazandırılarak mutlaka bir ruhî rehabilitasyondan geçirilmelidir.!
Kudsiler de en az anarşist kadar, hatta onun da önünde ve tabii, insanlığı, sevgisi, aşkı, müsamahası ve temsil zenginliğiyle hayatın her biriminde bulunmalıdır ki, toplum anarşi virüsüne karşı yalnız bırakılmamış olsun. Zaten, her zaman Allah diyen, sevgi diyen, şefkat diyen ve iradesini Sonsuz’un iradesiyle bütünleştiren hak erlerinin başka türlü olmaları da düşünülemez.
Sızıntı, Mart 1995, Cilt 17, Sayı 194
Hülyalarımdaki Yarınlar
Geleceği kendi derinlikleriyle duymak, anlamak, şimdilerde hülya gibi görünse de, o bir gerçektir; ama, inanç, ümit, azim ve kararlılıkla beslenen bir gerçek. Hülyalarımızdaki bu gerçeğin en belirgin özelliği ise, herhalde, birkaç asırdan beri elimizden kaçırmış bulunduğumuz huzur, itmi’nân ve sükûnetin avdet etmesi olacaktır. Bunlara geleceğin belirgin özelliği dedim; çünkü günümüzde en çok özlenen onlar. Evet bu ülkede motor gürültüleriyle delik-deşik edilen, klakson sesleriyle yırtılan, radyo çığlıklarıyla paramparça olan ve silah seslerinin tehdidi altında bulunan, katil âvâzı ve mazlum iniltileriyle, her zaman sinelerimizin rikkatinde kendini hissettiren ve bizim de en çok özlemini çektiğimiz şey, işte bu huzur, sükn ve itminândır. Seneler var ki, arzu ve hülyalarımızın onlarla buluşma anlarını bir lezzet gibi duyuyor, bir güzel koku gibi teneffüs ediyor ve bir mûsıki gibi yudumluyoruz.
Bizimle aynı memeden süt emen hemen herkesin, bazen bir mûsıkiden daha derin tesirlere sahip olan böyle bir sükût ve huzur bekleyişi içinde olduğu ve olacağı kanaatindeyim. Şimdilerde, bir koruya, bir bahçeye, hatta firdevslere girmeye denk böyle bir mazhariyeti, imkânsız görsek de, gelecekte bunun, bizim tabiî ve daimi iklimimiz olacağında -inşâallah- şüphem yok. Günümüzün, karanlık atmosferi içinde bunları hayal görenler, ihtimal bir gün, o huzur ve itmi’nânı teneffüs edip, yudum yudum yudumlarken de onların kadrini bilemeyecek; kim bilir belki de yine karanlık görecek, karanlık düşünecek ve ruh dünyalarında hep kara-kuralarla haşr ü neşr olacaklardır.
Aslında, huzur ve itmi’nân tüten bir hayat anlayışının düşlenmesi, duyulup hissedilmesi, biraz da içinde bulunduğumuz patırtı-gürültü, kin-nefret, kan-irin ve gözyaşlarıyla duman duman çevremizi saran atmosferden sıyrılmamıza bağlı. Evet, halihazırdaki durumumuz itibariyle, huzur, emniyet ve sükûnetten o kadar mahrum bulunuyoruz ki, senenin birkaç ayını, bir koruda, bir koyda, okyanusun enginliklerinde bir transatlantikte geçirmedikten sonra, onu birazcık duymamız mümkün değildir. Hatta bazen böyle bir inziva bile gerçek huzuru hatırlatmaya yetmeyebilir. Onu tam duyup özleyebilmek için, daha ciddi tecerrütlere ve insanî mülâhazalarımızı coşturacak, kanatlandıracak ortamlara ihtiyacımız olduğunu zannediyorum.
Yıllar ve yıllar boyu bu ülkede, böyle ledünnî bir huzur ve emniyet hükümfermâ olmuştu.. sabahlar, bembeyaz tomurcukların çiçeğe yürümesi gibi mahmur bir canlılık; kuşluklar, hummalı bir faaliyetin hay-huyunun yaşandığı bir çalışma aşkı; akşamlar, kuş yuvalarından daha sıcak, daha yumuşak ve daha canlı olan evlerimizde bir bayram neşvesi; geceler, sonsuzluk duygu ve tutkularıyla köpüren birer varidat ırmağı.. elhâsıl, her an ayrı renk, ayrı tat ve ayrı şivede herkesi bayıltan bir huzur ve sükûnet çağlardı.
Vâkıa, eksik, kusurlu ve tamire ihtiyacı olan bir sürü yanlarımız da vardı ama, yine de hayatın her ünitesi; köy-kent, kasaba-şehir, asker-sivil, kadın-erkek, genç-ihtiyar, ilmiye sınıfı-halk hemen her kesimiyle, azimli, ümitli, huzur aşığı ve emniyet vaadeden bir ülkenin kesitleri, bir milletin cüzî fertleri olma görünümünü sergiliyordu.. hiçbir sersem gürültü, hiçbir gayesiz çığlık, hiçbir çılgın heyecan milletin bu ezeli sükûnet şiirini bozmuyor, bozamıyor, hiçbir yabancı ses ve soluk onun huzur dünyasının atmosferinden içeriye sızamıyor ve hemen her tarafta milli ruh kokan nazlı bir itmi’nân esintileri hissediliyordu.
Bu açıdan mutlu gelecek, onun ciddi sayılan maziden tevarüs ettiği, o burcu burcu huzur kokan, üfül üfül emniyetle esen hususi havayı temsil edebildiği ölçüde -ki ben onun temsil edilebileceği ümidiyle dopdoluyum- geçmişin hülyalı günlerini bir kere daha yaşamamız mümkün olacaktır. …Öyle ki, o mutlu zaman diliminde, ne toplumun değişik kesimleri arasında müsademe ve kavga, ne zalim hay-huyu ve mazlum âh u efgânı, ne ruhları rencide eden çığlık, ne yüreklere inen hıçkırık, ne kan-irin ve gözyaşı ne de toplumu her gün tasalara boğan terör ve anarşi olmayacaktır.. olmayacaktır ve bu ülke insanı, o esâtiri haline bürünerek, gökler ötesinden gelip gönlüne dökülen sevgi ve müsamaha tayflarıyla âdeta bir sükûnet ve huzur faslı yaşayacaktır.
Evet, o gün kin, nefret ve düşmanlıklar susacak, hiç olmazsa sesi kısılacak; gördüğümüz her manzaradan, duyduğumuz her ses ve soluktan gönüllerimize uhrevilikler sızacak ve bütün varlık bir mûsıki neşvesi içinde duyulup hissedilecek. Tepeden tırnağa benliğimizi saran güzelliklerin gölgesinde, güzel görecek, güzel düşünecek, güzel yaşayacak ve her şeyi içimizin güzelliklerine göre yorumlayıp, imanlı olmanın bütün avantajlarından yararlanacak ve muvakkat hayatımızı sonsuza göre dizayn edeceğiz. Kim bilir, belki de ruhlarımıza, fevkalâde mahrem, sese-söze kapalı ve kelimelerin ifade edemeyeceği ölçüde mânâları duyuracak ve gerçek insanı derinliklerimizle renklendirdiğimiz bir sırlı zaman ve atmosfere ererek bütün insanları, hatta topyekün varlığı, gönüllerimizi dolduran bir lezzetle duyup idrak edecek ve beşer tabiatından kaynaklanan bir kısım rahatsız edici söz ve görüntülere de bütün bütün kapanarak, ömrümüzü, cennet koridorlarında yolculuk yapıyor gibi bir zevk zemzemesi haline getireceğiz.. getireceğiz, zira bu sükûnet ve huzur zaten, bizim geçmişten tevarüs ettiğimiz kültürün her parçasında mevcut ve mili karakterimizin de önemli bir buudunu teşkil etmekte.
Evet, her döneme ait o dönemi yükselten değerlerin, başarıların; o değerleri temsil eden ve o başarıları ortaya koyan insanların bakış zâviyelerine göre varlığın taşıdığı mânâların; o mânâları değişik yorumlamalarla derinleştiren düşüncelerin.. evet bütün bunların ayrı ayrı birer zevk enginliği, birer tadı ve birer neşvesi ve ruhlarımıza sinen birer tatlı hatırası var.. biz onların bütününü birden duyup hissediyoruz. Bizim olacağına inandığımız gelecekte de duyup hissedeceğimize inanıyoruz. Yani yeniden bir kere daha, ruhlarımızın sükûnet ve huzurla dolup-taşacağına, eşyanın perde arkasının gönüllerimize açılacağına ve çıplak hakikatlerin esbabın önüne geçerek, bize şimdiye kadar olanından daha fazla bir şeyler fısıldayacağına kanaatimiz tamdır.
Çok yakın bir gelecekte, hemen herkes, aradığı her şeyden daha ziyade, sükûnet, emniyet ve huzura koşacak.. her yerde onları soluklayacak ve en içli bestelerini onların etrafında örgüleyecektir.. örgüleyecektir; zira insanlık var olduğu günden beri, her türlü mahrumiyete rağmen varlığını sürdürmüştür ama, huzur, emniyet ve muhabbetsiz edememiştir. Küreselleşme sath-ı mâiline girmiş bir dünyada, iç içeleşen insanların bundan müstağni kalmaları mümkün değildir.
Zaten, bu duygu ve düşünceler, daha şimdiden, bazılarımızın ruhlarında öyle kök salmış ki, gelecek yılların onların fideliği olacağında zerre kadar şüphem yok. Bu mânâlar, gönüllerimize öyle nakşolmuş ki, daha bu günden onları dillerimizde bir tat ve gönüllerimizde de birer heyecan olarak duymaya başladık bile. İhtimal ki şimdilerde, birer ümit, birer heyecan olarak duyduğumuz bu şeyler, gelecekteki hayatımız adına bize üst üste direktifler yağdırarak, gönül yamaçlarımızı sevginin, aşkın ve müsâmahanın yeşerdiği birer altın çayır haline getireceklerdir.
Sızıntı, Temmuz 1995, Cilt 17, Sayı 198
Hürriyet
İnsan var olduğu günden bu yana hep hürriyet arayışı içinde olmuştur. Bu arayış yer yer onun kendi iradesini sezişi ve onu tam gerçekleştirmeye çalışması, zaman zaman da dinle, devletle, hattâ örf, âdet ve ahlâkla savaşması şeklinde cereyan etmiştir ve bu savaş bazen, liberalizmin aldatan şivesiyle, bazen, nihilizmin ifratkâr çığlıklarıyla, bazen ateizmin mütecâviz hezeyanlarıyla, bazen de komünizmin bohemliğe kaçan mülâhazalarıyla ifade edilmiştir.
Evet, başta İngiltere olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlerinde bayraklaştırılan hürriyet düşüncesiyle, on sekizinci asırda Fransız İhtilâli’yle tanıdığımız hürriyet telâkkisi birbirinden farklı olduğu gibi, kapitalistlerin hürriyet anlayışları da komünistlerinkinden çok farklı bir görünüm arzetmiştir. Carlyle ona farklı bakmış.. Goethe onu değişik şekilde tefsir etmiş.. Ruskin onunla alâkalı garip yorumlar getirmiş.. Hölderlin onu sırlı bir büyü gibi göstermiş.. Marx onu insanda hayvânî duyguların salıverilmesi şeklinde anlamış.. Nietzsche ise onunla alâkalı yorumlarını bir çılgınlık felsefesi şeklinde ortaya koymuştur.
Günümüzdeki hürriyet telâkkisi ise, geçmişteki bu değişik mülâhazaların yeniden yorumlanması ve bu yorumlara göre kitlelerin mantık, muhakeme görünümlü, ama his ve hevâ yörüngeli serâzad ve çakırkeyf olmaları şeklinde algılanmaktadır.. ve tabiî böyle bir anlayışın beraberinde bir hayli olumsuzluk getireceği de kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Bu dönemde dine karşı farklı bir tavır sergilendi.. milliyet fikri fısk u fücurla eş tutuldu.. tarih ve tarihî hadiseler değişik bir menşûrdan geçirilerek değerlendirildi.. idare, iktisat ve siyaset bütün insanî değerlerin önüne çıktı; çıktı ve insan ekonomik bir hayvan olarak yorumlandı.. hülâsa çağımız farklı bir deha veya çılgınlığın elinde âdeta, bir gariplikler çağı haline geldi. Bu arada, sinema, tiyatro ve edebiyat bu yeni anlayışın propaganda müesseseleri olarak, medeniyetin levsiyatını da güzelliklerini de, tabiî daha çok da levsiyatını, toplumun hemen her kesiminde en mükemmel şekilde temsil ederek, hasımların gözlerimizi kamaştıran o büyülü dünyalarını (!) hayatımızın bir parçası haline getirdi -şimdilerde yatak odalarımıza soktuğu da söylenebilir- ve bizi kendi milletimize, kendi değerlerimize rağmen, içinden çıkılmaz bir yabancılaşmaya sürükledi. …Öyle ki, kendi tarihî dinamiklerimizden, mânâ köklerimizden habersiz yaşarken, hattâ yanıbaşımızdaki komşuda olup-biten şeylere karşı lakaydâne davranırken, Amerika, Avustralya veya Uzak Doğu’daki insanların evlerinin en ücra köşelerindeki iç çekişlerini ve heyecanlarını merak eder ve duyar hale geldik. Ve tabiî bu arada ahlâklarını benimseyip taklit etmeyi ve levsiyatlarını yakın takibe alıp izlemeyi de. Bu yeni telakki bir illüzyon ölçüsündeki müessiriyetiyle, toplumu derdest edip öyle avucunun içine aldı ki, bugün, pek çoğumuz itibariyle istesek de artık onun cazibesinden kurtulmamız mümkün değil…
Bu dönemde maruz kaldığımız çılgınlıklar, bundan önceki çağların dehasının önüne geçti. …Öyle ki, kendi örf, âdet ve geleneklerimizi tamamen kapı dışarı ederek ülkeyi bir baştan bir başa âdeta serbest bölge haline getirdik. Bu bulanık dönemde haysiyet ve şerefimiz payimâl oldu; milli gururumuz defaatle rencide edildi ve varlığımızın esası sayılan tarihî dinamikler bir bir bünyemizden sökülüp atılarak, bu ölümsüz değerlerin yerleri çocuksu heveslerle, aptalca fantezilerle doldurulmağa çalışıldı. İnançların yerine ruhlarımıza ilhad pompalandı.. her yerde nihilizm, halaskâr bir düşünce gibi alkışlandı.. kalbî ve rûhî hayatımız tezyif edilerek hemen her kesimde kaba cismâniyet ve beden nesilleri yetiştirilmeye çalışıldı. Derken, nefsânilik aldı yürüdü.. ve çakırkeyf nesiller kendilerini, uyuşturucudan müstehcenliğe kadar hemen her toplumu çürüten bir korkunç levsiyat içinde buldular.
Cinsî hayat, en masum tasvirlerde bile, temiz ruh ve safî gönülleri baştan çıkaracak açıklığa ulaştı -edebimiz buna hayâsızlık demeye müsaade etmiyor- öyle ki, bütün insanî duygular, diş-damak-yemek borusu ve tenasül uzvunun azat kabul etmez köleleri şeklinde yorumlandı veya öyle gösterildi. Annesinin memesini emen masum yavruların en masum davranışlarında bile Freud’çu düşüncenin izleri arandı veya bulunduğu iddia edildi. Böylesine cinsî temayüllere zimamı kaptıran insan şuuru, artık üniversite kürsülerinde, araştırma merkezlerinde, okul laboratuarlarında, gazete, mecmua ve porno kasetlerinde, hatta yatak odalarına kadar girebilen radyo ve televizyonlarda hep bedeni aramaya, bedeni dinlemeye ve bedeniyle oturup kalkmaya başladı. Böyle bir atmosferde, iffet, namus ve hicabın, cismâniyetin azgınlığına karşı mukavemet etmesi oldukça zordu; zordu, zira, nefsânî duygular, çeşit çeşit tahrik, teşvik primleri ve insan tabiatını baskı altında tutan bir kısım dürtüler yüzünden sürekli bir açlık yaşıyorlardı. Şimdilerde, tamamen bedenî bir varlık haline gelmiş ve her zaman iştihalarını tatmin peşinde koşan, koşan ve asla doyma bilmeyen bu insan bozmalarının şuurlarındaki ihtilaç ve mücadeleleri bir düşünün; bunları en kahramanca karşı koymalarla bile aşamayacakları beşerî zaafların gayyalarında görecek ve acıyacaksınız..
Şayet ona da çizgi denecekse, hayatlarını bu çizgide sürdürenler, sürdürüp bu acayip hürriyet mülâhazasıyla (!) bu yüzsüzler yolunu yol kabul edenler, ahlâk ve faziletin yerine, hayatın dinamosu deyip cinsiyeti yerleştirdiler. Ne acıdır ki, bunu plânlayıp gerçekleştirenlerin yüzlerinde, en küçük bir hayâ emaresine rastlamak da mümkün olmadı. Kim bilir, böylelerinin karanlık dünyasında, daha ne değerlerin alt-üst olduğunu görecek ve ürpereceğiz! İlhadla yaygınlaşan bunalımlar, Allah’la irtibatsızlıktan kaynaklanan tatminsizlikler, bedeni ve cismâni hayatın öne çıkmasıyla meydana gelen türlü türlü illetler -adlarına temas etmeyi hayâ anlayışımla telif edemediğim için bilhassa bu illetleri tasrih etmedim- uyuşturucu ağına yakalanmış nesillerdeki inkırazlar.. bohemleştirilen gençlik, otel sakinlerinden farksız hale getirilen aile, anarşiye açık yığınlar -gerçekleşmesin inşâallah- ufukta görülen bu olumsuzlukların sadece birkaçı…
Eğer hürriyetin, bu kabil yanlış yorumlara açık mânâlandırılmasından vazgeçilmez ve onun suistimal edilmesine karşı gerçek çerçevesi belirlenmezse, milletçe daha çok kurbanlar verir ve ruhî erozyonlara maruz kalarak kat’iyen belimizi doğrultamayız. Bu ölçüsüz serbesti, şimdi olduğundan da fazla yakın bir gelecekte genç nesillerin iflâhını keseceği gibi, onları bunalımdan bunalıma atacak ve inkırazlara sürükleyecektir.
Bizden evvel de dünyanın değişik yörelerinde, böyle serâzadlar hürriyeti yaşandı; ama levsiyatı görülünce hemen çaresine bakıldı. Bir zaman ömürlerini hürriyet rüyalarıyla geçiren A. Comte’lar, E. Renan’lar, Ch. Maurrus’lar bu aşırı ve çılgın hürriyet telakkisinin bir kısım insanî değerleri tahrip etmesi ve kendi aleyhinde işlemesi karşısında âdeta birer hürriyet düşmanı kesildiler. Bunların ilk hallerinin ifrat olduğunda şüphe yoktu.. ve tabiî son durumları itibariyle de gidip tefritin en korkuncuna saplandılar.
Şimdi yaşanmış bunca fezâyî ve fecâyî görmezlikten gelerek hürriyete had ve sınır! diyenleri, hürriyet düşmanı sayarak sorgular, hatta onları cezalandırmaya kalkarsak, bizim hürriyet telakkimizle yetişen çakırkeyf nesiller de hem bizi, hem de türlü türlü illet ve iptilalarla kendilerini ve tabiî aynı zamanda milletimizi cezalandıracaklardır.
Sızıntı, Kasım 1995, Cilt 17, Sayı 202
İlâhî günleri düşünürken
Ne zaman Yüce Yaratıcı’nın sonsuz kudretine güven ufkundan, nebilerin vaadinde, velilerin yâdında olan günleri, şafakların doğru sözlü şahitleriyle mülâhazaya alsak, geleceği âdeta kendi husûsî rengi ve deseni ile görüyor gibi olur; ümitlerimizin bir kere daha dirildiğini hisseder, bir zamanlar yitirdiğimiz cennetlere doğru uçtuğumuzu sanırız. Varlıklarımız, tabiatın ruhuyla, gönüllerimiz de dinin şefkât ve kucaklayıcılığıyla iç içe olduğu halde uçtuğumuzu sanırız.
Evet, her gün bir emâresi zuhûr eden şafakların da ifade ettiği gibi, önümüzdeki yıllar, şimdiye kadar gelip-geçen günlerden daha içli, daha sıcak ve daha parlak olacağa benzer. Eğer muhalif bir rüzgar esmez ve emâreleri zuhûr eden şafaklar, bizim yanlış stratejilerimizin tozuna-dumanına yenik düşmezse yakın bir gelecekte ülkemiz daha mamur, dünya daha tılsımlı, hayat daha büyülü ve topyekün varlık daha ilâhî bir görünüm arz edecektir. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde ara sıra zuhûr eden, bizim de eyyâmullah diyeceğimiz o müstesna zaman dilimi, ruhların son haddine kadar açılmasına müsait ve gönüllerimize ebediyet ruhunu duyuracak kadar da renkli olacağı ümidini beslemekteyiz.
Kim ne derse desin, biz ne zaman, olacağı olmuşu yüksek kulelerin tepelerinden temâşâ etmişsek, derlenip-toparlanıp yepyeni bir millet olmanın yankılarını, mazi kanaviçesi üzerinde işlenen ümranların ihtişamını, istirdat edeceğimiz milli itibarımızı, devletlerarası müzakerelere esas teşkil edecek konuları, konuşulan sözleri, düşünülen meseleleri ve bütün bunlarla renklenen o sihirli zamanı, onun rikkatini, havasını, ilhamlarını, harikalarını görüyor, duyuyor, hatta yaşıyor gibi oluruz.. isterseniz siz bunlara gönüllerimize sızan ve yer yer heyecanlar şeklinde köpüren imanın, ümidin, azmin ve önsezilerin solukları, söyleyişleri ve haykırışları da diyebilirsiniz.
Bir bahar geldiğinde nasıl kendine ait renkleri, kokuları, tatları ve sıcaklığıyla gelir; çevremizdeki güller, çiçekler ve çemenler nasıl bütün yeryüzündeki baharı hülasa eder, mânâsını ruhlarımıza boşaltır ve ihtişamını gönüllerimizin kadirşinaslığına bırakır; öyle de, duygu, düşünce ve davranışlarımızla beslenen yarınlar da, bize bütün çeşnilerini sunar ve bizi tasavvurlarımızı aşkın dünyalarda gezdirirler.
O ilâhî günlerin en güçlü referansı hiç şüphesiz imanın, ümidin, azmin yanında, tohumun, toprağın bağrında sıkışmasına denk ızdırap günlerindeki sancı, hafakan ve heyecanlarımızdır. Gelecek günler bunlarla yeşerip bunlarla var olacak, bunlarla yâdedilip bunlarla anılacaktır. Evet, yarınların neşe, sevinç ve sürûru, hep geçmişin çile, ızdırap ve sıkıntıları üstünde tüten sıcak bir buğu, dalgalanan canlı bir ışık ve âheste âheste açan rengârenk bir tomurcuk gibi hatırlanacaktır. Hem de gönüllere ra’şeler salacak kadar bir enginlik içinde…
Madem ki vicdanlarımızda böyle bir baharın şafak emârelerini duyup hissediyoruz; öyleyse daha şimdiden onu, ruhlarımızın enginliğinde yaşayabilir ve gönüllerimize açılan vuslat pencerelerinden temâşâ ederek ona hoşâmedide bulunabiliriz.. bulunabilir ve yüreklerimizi şevkle hoplatan bu kabil duyuş ve sezişlerle en ciğersiz hadiseler karşısında dahi hep neşe soluklayabiliriz. Gerçi ilâhî isimlerin rengârenk bir aynası ve ebedî âlemlerin de sırlı koridoru sayılan bu pırıl pırıl dünyanın bütün güzelliklerini duyup yaşayamayacak, ilelebet onunla beraberliğimizi sürdüremeyecek, hususiyle de onun ihtişamlı dönemlerini idrak edemeyeceğiz ama, ömrümüzü; ebediyete olan imanımız, ümidimiz üzerinde şekillendirerek, aşk u şevkin kanatlarıyla sonsuza uçabilecek ve bir kere kaybettiğimiz ebediyeti, ihtimal yüz kere bin kere duyabileceğiz. Böyle bir ruh haleti ve ebediyete inanç eksenli düşünce sayesinde, beklentilerimizin hemen her çeşidini, milli mefkûremizi, onu gerçekleştirme adına ortaya koyduğumuz stratejileri, uğrunda ömrümüzü adadığımız dâvâmızı, gözlerimizi açıp-kapayıp beklediğimiz saadetimizi ve her zaman ermeyi planladığımız zevklerimizi kat katıyla duyup yaşayabiliriz. İlerde mutlaka ereceğimize inandığımız mutluluğu, gönüllerimizin yamaçlarında birer cennet manzarası ve cennet çağıltıları şeklinde duyup yaşayacaksak artık geriye kayda değer ne kalıyor ki.? Böyle bir saadet vaadi ve bu ölçüde bir duyuş ve hissediş, şimdiki bulanık binbir lütûftan daha iyi değil mi.? Zannediyorum gönüllerimizde tüllenen ve bütün beklenti ufuklarımızı kuşatan böylesine engin bir saadet vaadine karşılık, halihazırdaki bütün zevkler, safalar feda edilse de değer..
Aslında, O’nun aşk u şevki ve O’nun derdi ile yaşayanlar, bir de her derdi unutup gönüllerini O’na vuslat arzusu ile doldurabilseler, içlerinin derinliklerinde ebediyet duygularının estiğini duyacak, kesintisiz zevk-i rûhânîlere erecek ve bir bu kadar zevke bu ömür kâfi değil diyeceklerdir.
Evet O’na olan aşk u şevkimiz, her yerde ve hemen her zaman O’nu arayan bakışlarımız, bu bakışlarla çevremize bile yumuşaklık hissettirmemiz ve bu derûniliklerle her şeyi şefkatle kucaklamamız, rikkatle sevmemiz, bu ölçüde insan olmaya has öyle zevkli enginliklerdir ki; duyup tadanların -bu numûnelerin daimî asıllarına iştiyâk dışında- zannediyorum ruhlarında herhangi bir arzu kalmayacaktır.
Şimdilerde, hadiselerin umumî manzarası ve hayatın geçmiş dönemlere nispeten daha farklı bir çizgiye girmesiyle, inanan gönüllerden taşan aşk u şevk ve her ruhta hissedilen diriliş humması hemen her yerde yan yana.. öyle ki her vadide binlerce dil, alevden nefesleriyle karbonlaşmış düşüncelere hayat üflüyor ve topyekün dünya, ışıkların kol gezdiği iklimlere doğru kayıyor ki; bu Hızır soluklular çevrelerine böyle sürekli hayat üfledikleri ve dünya da yoluna devam ettiği sürece ışığa muhtaç bütün gönüller bu parıldayan yüzleri ve onlara ait yürekleri delen sözleri er-geç duyacak ve tıpkı karanlıklarda kaynaşıp duran, ışığı sezince de hemen ona koşan pervaneler veya her zaman güneşe yönelen çiçekler gibi kaynağı sonsuz kadar eski, çağdaki televvünleriyle de yepyeni sayılan bu ışığa koşacak; derken bütün kalpler aynı hummayla coşacak, bütün ruhlar da yeniden bir kere daha dirilecek ve dünya, büyük ölçüde ukbâ buudlu bir şehrâyine dönüşecektir.
Bu kudsîler her zaman, çevrelerinde bulunan veya uzaktan onlara koşan milyonların sükût ve tasvibi içinde, ışığa açık kalblerinde yeşerttikleri hisleri, sanki yalnız kendileri adına değil de, gelmiş-geçmiş ve gelecek bütün kudsîler hesabına ifade ediyormuşçasına coşkun ve engin bir mesuliyet duygusuyla, seslerini daha bir tiz perdeden duyurmak ve daha güçlü haykırmak isteyecek ve tâkâtlarının son haddine kadar âvâzlarını yükseltip ruhlarının derinliklerindeki mânâları, mezardakilerine bile duyuracak şekilde gürleyeceklerdir. Evet, bütün iç âlemleriyle mâneviyâta uyanmış ve mânâ ikliminin vâridâtıyla doygunluğa ermiş bu insanlar, mahiyetleri tıpkı müktesebatlarıymış gibi ruhlarından yükselen sesleri, aşklarından fışkıran sözleri ve iç âlemlerinden taşan hisleriyle en katı duyguları delecek, en paslı kilitleri açacak ve en sert gönülleri bile yumuşatacaklardır. Yumuşatacaklardır; zîrâ onlar, hep içlerinden doğan öteler buudlu ve lâhût derinlikli nağmeleriyle, kendi ruhlarının sesini, kendi aşk u şevklerinin bestelerini mırıldanacak ve bütün bir insanlık namına imanlarını, ümitlerini, heyecanlarını, dâussılalarını ve vuslat arzularını seslendireceklerdir. Onların gelecek adına ve sonsuza dâvet hesabına bütün çağrıları, bütün yönelişleri, bütün recâları, bütün duaları ve samimiyetle gerilmiş ruhları, sanki bizim bugüne kadar söylemek isteyip de söyleyemediğimiz, duyurmak arzu edip de duyuramadığımız ve hep kör-aksak bıraktığımız hususların ifade edilişi, seslendirilişi, yorumlanışı gibi olacaktır.
Herhalde, o çağın insanları bizde olduğundan daha fazla zengin duygularla birbirlerine yönelecek, daha aşkın seslerle birbirlerine hitap edecek ve hep aynı aşk u şevki söyleyeceklerdir. Zaten dünden bugüne böyle ilâhî günlerde her zaman, bir sevenler, bir de sevilenler olmuştur. Sevenlerin hep Mecnûn, sevilenlerin de Leylâ olduğu böyle dönemlerde, bütün aşklar, şevkler, güzellikler, nizâmlar Cemâl-i Sonsuz’un çok perdelerden geçmiş gölgesinin gölgesi.. olması mülâhazasıyla, önce her şeyin asıl kaynağı O, sonra da derecesine göre her şey sevilmiş, koklanmış, sînelere basılmış ve O’nun mührü olarak da takdis edilmiştir.. ve böyle dönemlerin talihli insanları da, ömür boyu sevmek, sevilmek duygularıyla yaşamış, çekilen sıkıntıları da bir ebedî mutluluk adına tırmanılması gerekli bir helezon ve ruhun beslenme yolu kabul ederek hep inşirâh soluklamışlardır. Hele bir de gönüllerde uyanan marifet, muhabbet ve aşk u şevki körükleyecek bazı sâikler söz konusu olunca, onların rûhları âdeta sonsuza yelken açıyor gibi kanatlanmış ve zaman üstü mekân üstü bir kıvamla Fuzuli’leşerek;
Min can olsaydı âh men-i dil şikestede
Tâ her biriyle bir kez olsaydım fedâ sana.
demişlerdir.. demelidirler de; zira, belli bir noktadan sonra, kendi güç ve zenginliğiyle ayağa kalkan ruhlar, kendilerini ifade serbestiyetine ulaşan duygular, varlığı binbir menfezle O’na açılan kapılar şeklinde temâşâ eden mantıklar ve muhakemeler öyle bir aşkınlığa ererler ki; artık madde, metafiziğin önünde bir hudut, bir engel olmaktan çıkar, inceleşerek şeffâfiyet kazanır ve âdeta mânânın bir aksesuarı haline gelir.
Burada deryadan bir damla şeklinde ifade edilmeye çalışılan duygular, düşünceler, ümitler, beklentiler, sevinçler, inşirahlar pek çok milli rüyalarımızın gerçekleşeceği, imanların marifetle derinleşeceği, marifetlerin aşk u şevke dönüşeceği, aşkların iştiyâkların rûhanî lezzetlere inkılâp edeceği bir yeni ışık çağından sadece birkaç katredir.. deryayı gösteren birkaç katre. Şimdilik uzak gibi görülen bu rüyalar âlemi, her şahsın istidat ve kabiliyetine göre başka başka görülse, hissedilse de, her şeyin, bir müşterek duyuş ve seziş çerçevesinde cereyan ettiğinde şüphe yok. Herkes böyle bir oluşumu, kendi duyuş, kendi seziş ve kendi gönlünün enginliğine bağlı devam ettiredursun; imanın, azmin imkânsızlıkları olur hale getireceği, bütün virajları düzeltip tepeleri sileceği ve patikaları da şehrahlara çevireceği ilâhi günler yakındır.
Öyle zannediyorum ki, maddenin ve maddeci düşüncenin banallaştırdığı iptidaî ruhlar bile -eğer Allah’ın kendilerine bahşettiği insani değerleri inatlarının emrine vermezlerse- bu iman ve aşk u şevk döneminde, Allah’a intisabın diriltici gücünü idrâk ederek bu umumî oluşum insiyaklarına kendilerini salacak ve bu ilâhi günleri tıpkı bir hayat usâresi gibi yudumlayacaklardır.
Sızıntı, Ağustos 1996, Cilt 18, Sayı 211
İlim Aşkı
Yeniden ilim aşkını ve düşünce iradesini elde etmeye çalışırken, realiteler görmemezlikten gelinmemeli ve tecrübeler de gözardı edilmemelidir. Evet, realite duygusu, aklın nezaretinde, vicdanın kontrolünde; görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma kabiliyetlerimizle aynı çizgide değerlendirilmeli.. ve ilim yuvaları, bilim araştırma merkezleri ve bu istikametteki konferans, sempozyum, panel şeklindeki çalışmalar hep bu düşünceye omuz vermeli ve gönüllerimizde ilim aşkı, ilim heyecanı uyarılmalıdır. Sebepler dairesinde sebeplere riayet bir vazife, onları görmemezlikten gelmek ise bir cebriliktir.
Orta yol, sebepleri gözetmede en küçük bir boşluğa dahi meydan vermeyecek kadar tedbirli ve temkinli olmak, Allah’a itimat ve güvende de başka hiçbir şeye takılmama ölçüsünde mütevekkil bulunmaktır. Sebep-netice, illet-mâlul arasındaki münasebetler muteber sayılmalı ama, düşünce dünyamızda koyu bir determinizmaya da yer verilmemelidir. Olsa olsa orta yol mülâhazalı bir şartlı determinizmaya kapı aralanabilir. Böyle bir tevil esnekliği ne derece mazur görülür bilemeyeceğim ama, bizim dünyamızda da, illiyet ve tenasüb-ü illiyet prensipleri üzerinde bu kadar olsun durulmuş ve değişik değerlendirilmelere gidilmiştir.
Eğer cebri determinizma, aynı sebeplerin, aynı ortamda aynı neticeleri doğurmasının adı ise, şartlı determinizmaya mülâhaza dairemizin açık olduğu kendi kendine ortaya çıkacaktır. Şimdi bu mülâhazaları bizim ölçülerimiz içinde ele alacak olursak, fizik dünyasında cereyan ettiği ölçüde olmasa bile, içtimâiyatta dahi belli nispette sebep-sonuç meselesi her zaman söz konusu olabilir. Bu itibarla da, bugünkü hareket ve davranışlarımızın toplumda, yarın ne tür bir netice vereceğini şimdiden düşünmemiz icap edecektir. Bununla, ferdî ve içtimâi hayatımızın, bir nizam ve âhenk içinde sürüp gitmesi için, önceden bir plânın bulunması ve konuyla alâkalı her şeyin bu plân çerçevesinde gerçekleştirilmesi lazım geldiğini vurgulamak istiyoruz.
Evet, bugünkü toplumun yarınki varlığı, bugünkü devletin yarınki bekası, hatta devletlerarası muvazenede yerini alması, işte böyle bir plân ve böyle bir ilk teşebbüse bağlıdır ki, bu da, bugünle beraber yarınların, yarınki netice ve sonuçların çok iyi resmedilip belirlenmesi, değişik ihtimal ve alternatifleriyle dosyalanıp disketlere alınmasıyla mümkün olacaktır. Yoksa, içte ve dışta sürpriz hadiselerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır.
Eğer bugünkü mektepler, mekteplerdeki müfredat programı; üniversiteler ve bu yüksek ilim yuvalarında sistem; bakımevleri ve kimsesiz çocuklarla alâkalı projeler; okullardaki talebeler ve onlarla ilgili tasarılar; camideki cemaat, kışladaki asker, karakoldaki polis, devlet dairesindeki memur, fabrikadaki işçi ve bunlarla alâkalı temel disiplinler bugünümüz ve yarınlarımız açısından nazara alınıp, sebep-sonuç mülâhazasıyla değerlendirilmezse, yarın bu müesseselerin yetiştirdiği çıraklardan hiçbirinin kargaşaya alet olmayacağına teminat verilemez.. beş başı mamur insan yetiştirdiğimizden söz edilemez.. toplumun huzuru adına güvence verilemez.. ma’bed misyonunu yerine getiremez.. okul ma’bed kutsiyetine ulaşamaz.. kışla peygamber ocağı olma imtiyazını koruyamaz.. ve yığınlar derbederlikten kurtulamaz.
Her şey, bir başka âlemde hazırlanıp imdadımıza gönderilecekmişçesine evlerimizde oturup sürpriz şeyler bekleyemeyiz.. dahası, hayatın içinde miyiz, değil miyiz bunu çok iyi belirlememiz gerekir. Eğer bir toplumda: İnsan bu dünyada vaktini iyi geçirmeye bakmalı.. gelecek adına çok fazla kafa yormaya gerek yok.. (Ömer Hayyam’ca) geçmiş gelecek masal hep; eğlenmene bak ömrünü berbat etme.. ye-iç hayatın keyfini çıkar.. dünyayı sen mi kurtaracaksın?. Çok fazla düşünme delirirsin.. Allah’ın nimetlerinden istifade etmek de bir ibadettir… gibi -bazıları düşünce olarak doğru olsa da- mülâhazalar söz konusu ise, o toplum ruhta ve mânâda ölmüş demektir. Böyle bir toplumda aydına ve idareciye düşen vazife, o toplumu her kesimiyle bu korkunç düşünce inhirafından ve ruh kaymasından kurtarıp onu yüksek hedeflere yönlendirmek ve ilim düşüncesiyle aydınlatmaktır. Aksine, kitlelere gerçek ilim aşkı ve düşünce ruhu aşılama yerine onları günlük politikalarla sersemleştirir ve iktidar değişmeleriyle her şeyin farklılaşacağına inandırmaya kalkarsak, toplumu bütün bütün problem kaynağı haline getirmiş oluruz. Kaynağı toplum olan problemleri ne gücün düşüncelere baskısıyla, ne de zirvedekilerin sandalye münâvebeleriyle halletmek mümkün değildir. Kaldı ki bu problemleri bir kere çözseniz bile, değişen şartlar, farklılaşan dünya sürekli karşınıza yeni yeni problemler çıkaracaktır. Bu itibarla da, her köşe başında önümüzü kesmiş bizi bekleyen bu problemlere karşı, hakikat aşkı, ilim aşkı, düşünce aşkıyla mücadele etme mecburiyetindeyiz.
Varlık, her zaman bir değişim ve tekâmül süreci içinde bulunduğuna göre -biz bu tekâmülü, evolüsyoncuların anladığı mânâda bir değişim ve dönüşüm şeklinde düşünmüyoruz- bizim varlık ve hadiselerin dışında kalmamız, kendi kendimizi her şeyden tecrit etmemiz mânâsına gelir ki, bu da kâinatın dönen dolaplarıyla müsademe etmek demektir. Aslında kâinattaki bu yenileşme ve gelişme esprisini kavramadan ne hilkati, ne insanoğlunun misyonunu ne de insan gerçeğini anlamak kabil değildir.
Bu âlemde sürekli, cansızlar hayata koşar.. hayat şuur ve idrake yürür.. karanlık-ışık tenavübü bir devr-i daim içinde döner durur.. ve her şey birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder.. evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de tıpkı bir çağlayan gibi hiç durmadan sonsuza akar.. ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şeyin, hepimizin gâye-i hayâli sayılan biricik hedefe ermeye çalışır. Bizim de böyle iktidar ve mukavemetimizi aşan bir gayret ve hamleyle, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendimizi salarak geleceğe akmamız lazım. Aksine varlık ve hayat kendi tekamül vetirelerini yaşarken, yürüyen merdivenlere uygun binilmediğinde ve dönen kapılar usulünce geçilmediğinde başa gelen şeyler gibi, kainattaki umumi ahenge tevfiki hareket edilmeden gerçekleştirilmek istenen her teşebbüsün de, oluşum, gelişim ve tekamülden bir tekme yiyerek bir kenara itilmesi mukadderdir.
Biz, mübarek bir dönemde kendi tekamülümüz adına, Batı da kendi Rönesansı hesabına, insanoğlunun birkaç bin senelik bilgi birikimini değerlendirerek, yukarıda temel dinamiklerini arz etmeye çalıştığımız esaslar muvacehesinde biz de onlar da belli noktalara ulaştık ve belli bir yere geldik.
Şimdi eğer, bir yeni oluşumdan doya doya nasibimizi almayı düşünüyorsak -ki mutlaka düşünmeliyiz- yukarıda sık sık dolaylı da olsa temas ettiğimiz dinamikleri bir kere daha gözden geçirerek, bunları mutlaka toplumun her kesimine maletmeliyiz.
Evet, bu esaslar ve bu esasların ifade ettiği ruh ve mânâ zımnen dahi olsa toplumun ruhuna sindirilmeli, örflerimiz, âdetlerimiz içinde yeşerip kök salmaları sağlanmalı; aile, mektep, ma’bed, kışla gibi toplumun hiçbir kesimi bu ruh ve bu mânâdan mahrum bırakılmamalıdır. Çocukların ruhu daha ilkokul sıralarında bu mânâ ve bu ruhla yoğrulmalı, onlarla şahlandırılmalı ve daha sonraki dönemde de doz ayarlaması yapılarak onların ruhlarına hep aynı duygu ve aynı düşünce mutlaka içirilmelidir.
Aslında, ilmin kendisinden daha mühim olan bir şey varsa o da, ilim zihniyeti ve bu zihniyetin dayandığı prensiplerin ruhlara nakşedilmesidir. Çok erken yaşlarda başlayıp, belli dozlarla gençliğin ruhuna duyurulmaya çalışılan bu husus en az ana sütü kadar önemli ve o kadar da yararlıdır. Dahası bu ilim aşkı ve ilim ahlâkı, yediden yetmişe toplumun her ferdine behemehal aşılanmalıdır ki, cemiyetin değişik kesimleri arasında, düşünce, felsefe ve kültür farklılığından dolayı sürtüşmeler olmasın ve yığınlar teâruzların ve çekişmelerin ağında müsademe ve çözülmeler yaşamasın.
Bu hususun ahlâkî buudu, başlı başına tahlili gerektiren bir konu olması itibariyle şimdilik ileride hususi bir tahlil deyip geçiyorum.
Sızıntı, Mayıs 1996, Cilt 18, Sayı 208
İlim Düşüncesi
Her zaman bir coşkun sel gibi kükreyerek istikbale akan ve yerinde göz kamaştıran bir bahçeye de benzetebileceğimiz, her yanından canlılık fışkıran bu dünya, insanın mütâlâasına sunulmuş bir kitap, temâşâsına arz edilmiş bir meşher ve nihayet müdahale etme hakkıyla bizlere tevdi edilmiş bir emanettir. Böyle bir emanet karşısında insanın vazifesi ise, mütâlâasına sunulan bu kitabı okuyup perde önünü ve perde arkasını kavrayıp yorumlamak; bu sırlı meşheri tetkik edip ihtiva ettiği mânâları değerlendirmek; ve bu emaneti bugünkü-yarınki insanların yararlanabileceği şekilde işletmek iradesidir. Siz isterseniz, varlık ve insan arasındaki bu münasebete ilim de diyebilirsiniz..
İlim, tek başına herhangi bir milletin malı değildir. Hele Batılıların asla.! İlmin çocukluk dönemi ile insanlığın çocukluk dönemi aynı zamana rastlar.. ve aynı düşünce yamaçlarının, aynı gayret vadilerinin ürünüdür. Batı, bilhassa tecrübi ilimleri, yeni bir değerlendirmeye tâbi tutacak olgunluğa ulaştığında, o güne kadar diğer milletlerin düşünce salıncaklarında; hususiyle de Asya kavimlerinin beşiklerinde hem de ne nazla sallana sallana belli bir kıvama gelmiş bulunan bilim, yeni Batı medeniyetinin ilk hamlesi, belki de ilk rampası sayılan Rönesansla, yarınların ilim düşüncesine de açık halihazırdaki şeklini almıştı.
Batı onu, eski kaynaklarından özümleyip alırken, ilim ahlâkıyla alâkalı hususları da ihmal etmemişti. Gerçi o, ilmin neşet ettiği yerleri ve geçiş yollarını belli ölçüde çarpıttı ama, onun menşeindeki ahlâkiliği, aşk u şevki, azim ve kararlılığı ilmin orijini gibi hep göz önünde bulundurdu. Zaten bilim de bir müze malı, bir şöhret plaketi ve başkalarının temâşâsına sunulan bir meşher metaı olarak da alınamazdı. O, içinde geliştiği toplumun damarlarına kan gibi yayılacak ve ona değişen her günün havasını fısıldayacak bir hayat cevheri gibi alınmalıydı.. ve bir ölçüde öyle de alındı. Aksine o, sadece yazılı metinler olarak aktarılacaktı ki, bence kitaplarla, disketlerle aktarılan bilgiye bilgi demek mümkün değildir.
Eğer gerçek ilim, hiçbir çıkar gözetmeden zekanın sonsuzluğa yönlendirilmesi, mutlak hakikatin keşfedilmesi istikametinde varlığın tekrar ber tekrar yorumlanması ve hedefe ulaşma konusunda gerekli koordinatların yerli yerinde kullanılması ise -ki Batı Rönesansa yürürken meseleye böyle yaklaşmıştı- onu bu dinamiklerinden tecrit ederek bir yere varılamayacağı açıktır. Eğer Batı insanının ruhuna gerçeğin aşk ve fikrini aşılayan Hıristiyanlık ise, farklı bir buudda, kısmen de olsa, bir dönemde bizim de gerçekleştirmeye muvaffak olduğumuz büyük yeniliğin temelinde, namütenahilik esasına dayanan din” düşünce ve bu düşünceden doğan acz u fakr derinlikli aşk u şevk vardı. O güne göre bilimin önemli bir kaynağı sayılan vahiy derinlikli ilim düşüncesi, çağın devâsâ kametleri tarafından kusursuz temsil edilebiliyor ve sonsuzluk duygusuyla meshur bu aşkın düşünceler, hem de araştırmaya hiç mola vermeden hep namütenahi diyorlardı. Bu ölçüde bir temsil sayesinde akıl, mantık birer aydınlık kaynağı gibi çevreye ışık yağdırıyor ve bu nurların ruhlara sinmesiyle toplum çapında yepyeni bir ilim düşüncesi meydana geliyordu. Cemiyetin hiçbir kesiminden tepki almayan ve bütün fertleri tarafından ilâhi bir mesaj gibi kabul edilen, hatta bir ibadet neşvesiyle üzerinde durulan ilim düşüncesi, eğer bu ilk feveran esnasında, Asya’daki hercümerc ve Anadolu’daki haçlı tahribatına maruz kalmasaydı -Allah bilir- dünya bugünkünden çok daha aydınlık, düşünce hayatı daha engin, teknoloji daha mûnis ve ilimler daha ümit vaat edici olacaktı. Zira, İslâm’ın insanımıza kazandırdığı sonsuzluk düşüncesi, insanlığa yararlı olma mefkûresi, eşya ve hadiselere müdahale etme sorumluluğu, dünyada her yerde bulunandan daha fazla bizde vardı…
Evet, ilmi düşüncenin ruhu ve esası sayılan şahsiyet ve karakter, ancak hakikat aşkına dayanırsa istikbal vaat eder. Bu da, yapılan işlerde herhangi bir hırs, çıkar düşüncesi ve dünyevilik bulunmamasına bağlıdır. Böyle herhangi bir çıkar düşüncesi, menfaat mülâhazası gözetmeden varlık ve eşyayı temâşâ edip tanıma, tanıyıp değerlendirme, hakikat aşkının bir diğer adıdır ki; ona sahip olanın ulaşamayacağı şâhika yoktur. Bunun aksine, menfaat tutkusu, şahsi çıkar mülâhazası ve bir kısım ideolojik saplantılar içinde, hakikat aşkı gelişemeyeceği gibi, ilmî düşünce de gerçekleştirilemez; gerçekleştirilemez zira böyle saplantılar anaforu içinde verilen mücadele hakka karşı bir savaştır ve tabiî bu savaşın mağduru da ilimdir, insanlıktır.
Evet, ihtiraslar ve egoizmanın baskısı altında oluşturulan organizasyonlarla ne sağlam bir düşünce, ne ilim sistematiği ne de netice vaat eden bir aksiyon meydana getirilemez. Getirilmesi bir yana bir zift gibi içimizi saran bu baskıcı güçler, bizi temel düşüncelerimize zıt bir noktaya sürükleyecekleri gibi, taassup, bağnazlık, fanatizm sözcükleriyle ifade edeceğimiz dış baskı ve zorlamalar da hakikat mülâhazasına açık düşünceleri hayata geçirmemize imkân vermeyecektir. Zaten, düşünmeden bir mülâhazayı hemen kabullenmek, bir şahsı veya bir zümreyi bilâ kayd u şart başkalarına tercih etmek, bazı kimseleri pohpohlayıp göklere çıkarmak, zamanla akl-ı selimden ve riyâsız ruhlardan tepki alacak davranışlardandır. Bir düşünceyi, bir şahsı kabullenmek, hatta onu başkalarına tercih etmek her şeyden önce bir inanç işidir. Hem de bir kısım gerçek sebeplere dayanan bir inanç işidir. Önce inanmayan sonra kabullenemez.. kabullenmeyen takdir edemez.. muhabbet duymayan beraber olamaz.. aşık olmayan herhangi bir şeyin arkasına düşemez. Şimdi siz, bütün bu olmazları hiçe sayarak dış baskılarla bazı şeyleri gerçekleştirmeye kalkarsanız, maksadınızın aksiyle tokatlar yer, sevdirmek, kabul ettirmek istediğiniz kimselere karşı nefret uyarır ve tepki toplarsınız. Ama ne acıdır ki, bugün bağnazlık ve ihtiras bazılarının gözlerini kör ettiğinden aklın bedahetine rağmen çokları gül ararken dikenlere takılmakta ve sevgi arkasında koşarken nefretlere körük çekmekte..
Bence, günümüzün aydınlarının, hatta mektep ve medyanın, eğer insanımıza bir iyiliği olacaksa, bu iyilik onu bağnazlık, ihtiras ve fanatizmin öldürücü atmosferinden kurtararak gerçek insanî değerlere yönlendirme şeklinde olmalıdır. İlk dönem itibariyle bizde daha sonra Batıdaki yenilenme hamlelerinde, bu kabil duygu ve tutkulardan arınma hareketi birinci ameliye kabul edilmişti. Oysa ki son bir-iki asırdan beri, bizdeki değişim ve dönüşümleri planlayanlar, eğer, daha işin başında, ma’şeri vicdanda böyle bir arınma şuuru ve başkaldırma düşüncesi uyarabilselerdi bugün, beklenen inkılâpların en büyüğü gerçekleşmiş olacaktı.
Halbuki, bizdeki hemen bütün yenilikler, bazı kimselerin, biraz da dış manipülasyon ve baskılarla bir kısım bayağı arzulara hizmetten ibaret kalmıştı.. evet bu talihsiz dönemde bazı aydınlar ve bazı imkân sahipleri, sırf kendi keyif ve çıkarları için hem birkaç asırlık birikimi hem de çok ciddi bir metafizik gerilimi hiç olmayacak şekilde israf edivermişlerdi. Rica ederim, ilim düşüncesinin önemli bir dayanağı sayılan düşünce ve ilim hürriyeti, bir kısım ilim ağalarının heveslerini gerçekleştirmek ve ideolojik saplantıları olan bazı kimselerin işlerini kolaylaştırmak için midir? Ama ne acıdır ki, yıllardan beri bu bahtsızlar ülkesinde pek çok iş hep böyle olagelmiştir.. bir kesim burnunu dikmiş, dişlerini sıkmış ve avazı çıktığı kadar: Yobazlar, gericiler, dünyayı Orta ‚ağ karanlıklarına sürüklemek isteyenler, falanın düşmanları, filanın düşmanları diye bağırmaya başlamış; buna karşılık diğer bir kesim de, aynı eda ve üslûpla: Küfür yobazları, fanatik mülhitler, muhakemesiz mukallitler, imansız zındıklar karalamalarıyla, bu kategori içinde mütâlâa edeceği binlerce, milyonlarca ruhu rencide etmiş ve vicdanları baskı altına almıştır.
Şimdi sorarım size; insanların beynine vura vura, onlara kendi düşüncelerini kabul ettirmeye çalışan ve fikirleri baskı altına almak isteyen bir toplumda, ilim aşkından, yenilikten ve kolektif şuurdan bahsetmek mümkün müdür? Ruhların böylesine ezildiği, düşüncenin çelimsiz kaldığı, aşkın öldürüldüğü ve insanî değerlere saygının sıfırlandığı bir cemiyette olsa olsa yılanların, akreplerin, ezilme ve öldürülme korkusuyla iğne ve dişlerini geçirip zehirlerini boşalttıkları gibi, ısırmalar, sokmalar, zehir kusmalar ve öldürmeler olur…
Yeryüzü, insana insanca davranmayı, insanî değerlere saygılı olmayı, sevgiyi, aşkı, müsamahayı dinlerle, hususiyle de İslâm diniyle tanımıştır. İnsaflı bir bakış ve muhakemeli bir tarayışla Kitap, Sünnet ve Selef-i Salihin’in yaşayışları incelendiğinde, İslâm’ın, ahlâk, fazilet ve aşk etrafında örgülendiği görülecektir. Bilhassa İslâm’ın kitabı Kur’ân, insafla mütâlâa edilebilse O’nda, ilim aşkı, insan sevgisi, adalet duygusu ve nizam düşüncesinin nümâyân olduğu müşahede edilecektir. Vakıa, bazı ahvalde dinin temel kaynağı olan bu mübarek kitap, bir kısım çıkarcıların elinde bir kazanç vesilesi veya kin, nefret ve gayızla oturup-kalkan insanların dilinde bir intikam alma ve tatmin olma vasıtası yapılmak istenmiştir, ama; bu iş ve bu düşünceler o kitabın sesi, soluğu değildir; onu kendi hesaplarına konuşturmak isteyen bahtsızların homurtularıdır.. zaten, bütün sermayesi bu kabil homurtulardan ibaret olan bir kısım ses ağalarından ve sanatkârlardan başka bir şey beklemek de mümkün değildir.
Bir garip husus da şu ki; Allah’ın, kainatın bağrına serpiştirdiği ruh, mânâ ve muhtevayı dile getiren bu ezelî hutbeyi istismar etmek isteyenler uyarılacağına, dinin ruhuna cephe alındı ve o temizlerden temiz kaynak bulanık gösterilmeye çalışıldı.. derken, yılan, akrep zaafı türünden zaaflar çatışması başladı.. ve bu mübarek dünya bir baştan bir başa şuursuzca vuruşmaların arenası haline getirildi. Artık her yanda, hırsların, kinlerin, nefretlerin hay huyu duyuluyor ve her taraf mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesinin homurtularıyla inliyordu. Ve tabiî arada kaza kurşunuyla giden yine bizim şerefimiz, pâyimâl olan bizim ruhumuz, sürüklenip bir kenara itilen bizim ilim aşkımız ve öldürülen de bizim ilim düşüncemizdi.
Bu garip dönemin karakteristik özelliklerini şöyle hülasa etmek mümkündür: Düşünceler olabildiğine dekolte, davranışlar alafranga ve sun’i, üslûp taklitçi ve hemen her zaman tahakküm edalı, başkalarını yok edip onun yerine geçme düşüncesi, hastalık halinde, herkeste korkunç bir kindarlık, her yerde zalimce düşüncelerin -onlara da düşünce denecekse- vuruşması ve her kesimde birbirini yutmakla beslenme hırsı…
Aslında, bunlar bizim dünyamızda olmamalıydı; zira bizim kitabımız adalet ahlâkı ve adalet aşkıyla gelmiş ve o güne kadar duyulmamış bir derinlik ve belağatla, müntesiplerine sürekli peygamberlik ruh ve mânâsını talim etmiştir. Onun neşrettiği nur sayesinde, niceleri kendilerini aşarak başkaları için yaşama çizgisine ulaşmış.. ve her biri, insanlığı sonsuza taşımaya azmetmiş birer ışık süvarisi olmuştur. her şeyi sonsuzluk aşkı etrafında örgüleyen ışık süvarisi.
Bunun böyle olması gayet tabiiydi; zira Kurân’la gelen bu din, bütünüyle mükemmel ve gâye-i hayâl diyebileceğimiz bir sistemin adıdır.. ve bu sistemin esası, imandır, muhabbettir, aşktır, Allah rızasını arama yoludur.. ve her zaman inkılâp ve tekâmül tabiatlı ve tekâmül tabiatı da sonsuza açık olma hudutsuzluğunu hâizdir. Onun Peygamberi’nin hayat-ı seniyyeleri, bütün bu hususiyetleri ifade eden en canlı örneklerle doludur. Ama gel gör ki, bugün O, ağızları levsiyatla köpüren bir kısım inkârcıların hasmane tavırlarıyla, dostluğun gerektirdiği vefayı gösteremeyen birkaç düzine dost kılığındaki bilgisiz, görgüsüz cahillerin umursamazlığı arasında âdeta bir berzah hayatı yaşamakta.. O’nun düşmanlarının ne düşündüğü bellidir. Bari dostları vefalı olabilseydi!
Evet, bizim bilgi aşkımızı söndüren, kolumuzu-kanadımızı kırıp irademizi felç eden en büyük düşmanımız veya milletçe esaretimizin gerçek sebebi, işte bu vefasızlığımızdır. Düşmanların cefadan usanacağını bekleyeceğimize, keşke biraz da vefa diyebilseydik!
Bu âlemde sürekli, cansızlar hayata koşar.. hayat şuur ve idrake yürür.. karanlık-ışık tenavübü bir devr-i daim içinde döner durur.. ve her şey birbiri üzerinde basamaklaşarak gider bir marifet ufku teşkil eder.. evet, büyük-küçük bütün ırmak ve çayların akıp denizlere ulaşması gibi, eşya ve hadiseler de tıpkı bir çağlayan gibi hiç durmadan sonsuza akar.. ve ummana ulaşmak için hep başını taştan taşa vurarak koşar; koşar ve her şeyin, hepimizin gâye-i hayâli sayılan biricik hedefe ermeye çalışır. Bizim de, böyle iktidar ve mukavemetimizi aşan bir gayret ve hamleyle, şuur ve irade destekli böyle bir çağlayana kendimizi salarak geleceğe akmamız lazım. Aksine varlık ve hayat kendi tekamül vetirelerini yaşarken, yürüyen merdivenlere uygun binilmediğinde ve dönen kapılar usulünce geçilmediğinde başa gelen şeyler gibi, kainattaki umumi ahenge tevfiki hareket edilmeden gerçekleştirilmek istenen her teşebbüsün de, oluşum, gelişim ve tekamülden bir tekme yiyerek bir kenara itilmesi mukadderdir.
Biz, mübarek bir dönemde kendi tekamülümüz adına, Batı da kendi Rönesansı hesabına, insanoğlunun birkaç bin senelik bilgi birikimini değerlendirerek, yukarıda temel dinamiklerini arz etmeye çalıştığımız esaslar muvacehesinde biz de onlar da belli noktalara ulaştık ve belli bir yere geldik.
Şimdi eğer, bir yeni oluşumdan doya doya nasibimizi almayı düşünüyorsak -ki mutlaka düşünmeliyiz- yukarıda sık sık dolaylı da olsa temas ettiğimiz dinamikleri bir kere daha gözden geçirerek, bunları mutlaka toplumun her kesimine maletmeliyiz.
Evet, bu esaslar ve bu esasların ifade ettiği ruh ve mânâ zımnen dahi olsa toplumun ruhuna sindirilmeli, örflerimiz, âdetlerimiz içinde yeşerip kök salmaları sağlanmalı; aile, mektep, ma’bed, kışla gibi toplumun hiçbir kesimi bu ruh ve bu mânâdan mahrum bırakılmamalıdır. ‚ocukların ruhu daha ilkokul sıralarında bu mânâ ve bu ruhla yoğrulmalı, onlarla şahlandırılmalı ve daha sonraki dönemde de doz ayarlaması yapılarak onların ruhlarına hep aynı duygu ve aynı düşünce mutlaka içirilmelidir.
Aslında, ilmin kendisinden daha mühim olan bir şey varsa o da, ilim zihniyeti ve bu zihniyetin dayandığı prensiplerin ruhlara nakşedilmesidir. ‚ok erken yaşlarda başlayıp, belli dozlarla gençliğin ruhuna duyurulmaya çalışılan bu husus en az ana sütü kadar önemli ve o kadar da yararlıdır. Dahası bu ilim aşkı ve ilim ahlâkı, yediden yetmişe toplumun her ferdine behemehal aşılanmalıdır ki, cemiyetin değişik kesimleri arasında, düşünce, felsefe ve kültür farklılığından dolayı sürtüşmeler olmasın ve yığınlar teâruzların ve çekişmelerin ağında müsademe ve çözülmeler yaşamasın..
Bu hususun ahlâkî buudu, başlı başına tahlili gerektiren bir konu olması itibariyle şimdilik ileride hususi bir tahlil deyip geçiyorum.
Sızıntı, Nisan 1996, Cilt 18, Sayı 207
İnanan Gönüller
İnsanlık almış başını kinle, nefretle bir yere gidiyor. Herhalde buna “yuvarlanıyor” demek daha uygun olur.. neticenin ne olacağını ve bu gidişin nereye varacağını şimdiden kestirmek oldukça zor. Çok kötümser davranıp âkıbetin cehennem olduğunu söylemek doğru olmasa da, cennet demek de biraz fazla iyimserlik olsa gerek. Sîneler öfkeyle atıyor, gururlar çifteli, düşünceler paramparça ve muhâkemeler de derbeder. Diyalog arayışları fevkalâde sun’î ve çıkar hedefli; tartışma ve münazara meclisleri âdeta birer harp meydanı, birer ateş hattı ve birer vahşi arena.. toplumu değişik kamplara bölmek ve kitleler arası gerilimi artırmak için gerekli her şey var. Tavırlar kaba, ifadeler mütecaviz, yığınlar birbirine karşı müsamahasız. “Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;/Yalan râiç, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl…” sevinen düşmanlar, ağlayan da milletimiz.
Bu gidişe “dur” demek ve bu yuvarlanışı önlemek için sevgiyle çarpan, müsamaha ile oturup kalkan sînelere ihtiyaç var.. kendini insanlığın dünyevî-uhrevî mutluluğuna adamış “Gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu; milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” diyebilecek inanmış ve seven sînelere…
Sevgi, insan ruhuna hitap eden sözsüz-kelimesiz evrensel bir lisandır. O, gönülleri büyüleyip kendine çeken, hiç kimsenin hatta en vahşi ruhların bile karşı koyamayıp teslim olduğu sihirli bir güç kaynağıdır.. evet böyle bir güç kaynağıdır ve hiçbir şeyden anlamayan bedevîler bile, onun o yumuşaklardan yumuşak mûnis dilinden mutlaka bir şeyler anlar ve mest olurlar.
Sevgide peygamberâne tesirin güç ve sihiri vardır. O, kendine mahsus beyânıyla benliğimizin enginliklerine yağmaya başlayınca, onunla anlatılmak istenen şeyleri rûhumuzun bütün derinliklerinde duyar ve verilecek mesajı hemen kabullenmeye hazır hâle geliriz.
Gönüller sevgiyle attığı, çehreler samimiyetle tüllendiği ve gözler kendilerini o büyülü tebessümlere saldığı zaman, insan hiçbir şey konuşmasa da, derûnundaki kitabı bütün fasıllarıyla, bâblarıyla muhataplarına intikâl ettirmiş sayılabilir.
Sevginin sesi-soluğu, samimiyet ve sıcaklığın derecesine göre, hemen ekseriyetle hislerimizi coşturur ve bizi itimaddan teslime, teslimden kabule, kabulden güvene yükselterek ruhlarımıza en beliğ hitapların, en meşhur kitapların anlatamayacağı en enfes mânâları fısıldar.
Sevginin müphem nağmeleri gönül yamaçlarında her zaman bir bülbül sesi gibi duyulur ve bir beşik ninnisi safvetiyle bütün benliğimizi sarar.. hem öyle bir sarar ki, onun karşısında sevinçten, neşeden, bir çocuk gibi diz çöküp hıçkıra hıçkıra ağlayasımız gelir.
Sevgi, o sımsıcak anne kucağı gibi havası ve her kapıyı açabilen anahtarlar gibi büyüsüyle, bütün varlığın usâresini ve her türlü ledünnî alâkanın mânâsını gönüllerimize boşaltan bir sihirli musluktur. O saf musluktan akan muhabbet kevserini duyabildiğimiz ölçüde, duygularımız öylesine şahlanır, ruhlarımız o denli heyecanlanır ve köpürür ki, benliğimizin tavanı delinip de göklerin ebedî neşvesine erecekmişiz gibi oluruz.
Gönüller, sevginin dirilten havasını teneffüs ettikleri, sevgi çağlayanlarında arındıkları, sevgiyle sarmaş-dolaş oldukları, sevgi kokladıkları ve sevgi solukladıkları nispette, insan olmadaki engin derinlikleri duyar ve duyurur; sonsuzluğa namzed olmanın sırlarını kavrar ve sevginin derinliğine göre muhabbet ve alâka halkaları, genişleye genişleye topyekün varlığı kaplar; hatta gider tâ sonsuza ulaşır, sonsuzun rengini alır ve her yerde “O’ndan ötürü” deyip çevresine sevgi ve iltifat yağdırırken, her yerde bundan ötürü aranan, sevilen biri haline gelir.
Sevgi, bizden önce de vardı. O insanoğlunu varlığa uyaran ilk nağme ve içinde sallandığı ilk beşiktir. Biz burada, sevgi adına, eski bir perdenin yeni bir şivesini, eski bir nağmenin yeni bir usûlünü, az bir telaffuz farkıyla, basit bir üslup kaydırması yaparak, kin, nefret, iğbirar ve üslup çığırtkanlığını tadil eder mülâhazasıyla bir kere daha mırıldanmak istedik.. kim bilir, bundan sonra da daha niceleri, yeni bir ifade farkı ve yeni bir seslendirme ile ne ateşten nağmeler mırıldanacak, ne yanık türküler söyleyecek ve şehrâyinlerdeki havâî fişekler gibi çevrelerine ışıklar yağdıracak.. ve hep sevgi düşünecek, sevgi konuşacak, sevgiye âşinâ gönüller arayacaklardır.
İnsan, sevginin o “sehl-i mümtenî” büyülü yoluna bir kere giriverse, başkaları için aşılmaz görülen gayzın, nefretin en sarp tepelerini aşar.. önünü kesen kandan-irinden deryaları geçer.. cennet yamaçları gibi bahar iklimlerinde dolaşır, sevgi tüten ruhlarla kucaklaşır.. ömrünü hep kuş yuvaları gibi sımsıcak, anne sîneleri gibi emniyetli bir atmosferde geçirir.. ve insan olmanın bütün avantajlarını yaşar.
İnsanların intikam ve düşmanlığa yenik düştüğü, yığınların boğuşma ve kavgaya sürüklendiği, hakkın, kuvvet karşısında susturulduğu ve kuvveti elinde bulunduranların, kendileri gibi düşünmeyenlere Tiran’lar gibi davrandığı, zalimlerin, gaddarların alkışlandığı, iltifat gördüğü, mazlumların, mağdurların itilip-kakıldığı, itilip-kakılırken de sarsık, ama ümitli bir bekleyiş içinde bulunduğu günümüzde her şeyden evvel ve her şeyden son-ra bir kere daha “sevgi” diyoruz. Diyor ve sevginin hayatımızın ritmini değiştireceğine ve bizi alelâdeliklerden fevkalâdeliklere, basitlikler içinde bocalayıp durmaktan seviyeler üstü seviyeye yükselteceğine inanıyor ve ilk çocukluk dünyamızda duyup-yaşadığımız o dupduru hülyaları bir kere daha yakalayacağımız ümîdini besliyoruz.
Biz, duygu ve düşünce ufkumuzu, sevgi, saygı ve anlayışla donatabildiğimiz ölçüde, zannediyorum çevremiz de farklılaşacak.. eşya ve hadiselerin rengi değişecek.. gerçek insanî değerler ortaya çıkacak.. ve “eşref-i mahlûkât” olmakla elde edilmiş bulunan onca avantaj zebil olup gitmekten kurtulacak.. tarihe malolmuş bütün dînî ve millî güzelliklerimiz dirilip geriye dönecek; hatta gelip bir kere daha bizim olacak.. ve dün yaşadığımız hayatı bugünkü ömrümüzle yeni baştan bir kere daha yaşayacak.. ve zaman üstü en engin lezzet ve hazların hepsini birden duyacağız..
Keşke, iman ve iman içindeki o derin sevgiye ilkler gibi biz de uyanabilseydik.
Sızıntı, Ocak 1995, Cilt 16, Sayı 192
Kalplerin Sultanlığına Doğru
Son bir-iki asırdan beri insanlık hep ızdıraptan ızdıraba sürüklendi, hep ölüm çukurlarının çevresinde dolaştı ve kurtuluş ararken de hep felaket buldu ve felaketlerle yoğruldu. Bu meş’ûm zaman diliminde, dünyanın hemen her yerinde toplumları idare eden güç, devletlerden, hükümetlerden daha ziyade, şahısların, grupların, sınıfların, holdinglerin, mafyaların kazanç hırsı ve ikbal arzusu oldu. Tabiatiyle, böyle bir dünyada, her şeyin kıymet hükmünün para ve yaşama seviyesiyle ölçüleceği de bir gerçekti.
Evet gerçek değerlerin alt-üst olduğu böyle bir dünyada, insanların itibarlarının, onların paralarıyla, servetleriyle, yazlık-kışlık villalarıyla ölçülmesi gayet tabiiydi.. ve öyle de oldu; maddî varlık ve imkânlar küstah bir glâdyatör gibi ellerini yukarıya kaldırarak, ilim, fazilet, düşünce ve cesaretin üzerinde tepindi ve onları yendiğini ilân etti. Oysa ki, servet u sâmân, ilim, akıl, fazilet ve cesaretle birleşince bir değer ifade etse de, tek başına kaldığında bir şeye yaradığını söylemek oldukça zordur.. hatta ondan da öte bazen bir canavarlık vesilesi haline gelmesi bile söz konusu olabilir. Ne acıdır ki, günümüzde, toplumların gerçek hayat dinamikleri sayılan bilgi, düşünce, ahlâk ve cesaret gibi hususlar, şayet maddî imkân ve kazanca dönüştürülemiyorsa fantezi ve aptallık emâresi sayılmakta.
Halbuki eğer, bir toplumu teşkil eden fertler, hayat projelerini beden ve cismâniyete göre plânlıyor, ömürlerini zevk u sefâ vadilerinde sürdürüyor, zenginlik ve refahtan başka bir şey düşünmüyorsa, böyle bir toplumda, çalışkan, azimli, mâhir ve sağlam karakterli insanlar kadar, hatta onlardan da fazla, gayesizler, düzenbazlar, çıkarcılar, heyecansızlar, iki adım ötesini göremeyen miyoplar ve cahiller hâkim duruma gelir. Bu da, ahlâk ve fazilet telakkisinin, sanat düşüncesi ve tecrübenin, dolayısıyla da ülke ve millet için yararlı karakterlerin ve yüksek performansların dışlanması demektir. Şimdilerde ülkemiz dahil, dünyanın hemen her yerinde böyle bir çarpıklığın yaşandığı da bir gerçek.
Bugün büyük ölçüde insanlık, geçmiş asırlarda olduğundan daha zengin ve daha geniş imkânlara sahiptir, ama bunun yanında onun, hiçbir dönemde maruz kalmadığı ölçüde, ihtirasların, ihtiyaçların, fantezilerin ve tiryakiliklerin esiri haline geldiği de bir vak’adır. Bugün o, cismaniyet ve bedenini yaşadıkça daha bir yaşama arzusuyla çıldırmakta; içtikçe susamakta, yedikçe oburlaşmakta, daha fazla kazanma hırsıyla akla hayale gelmedik spekülasyonlara girmekte, en hasis çıkarlar karşısında ruhunu şeytana peylemekte ve gerçek insanî değerlerden âdeta uzaklaşmaktadır.
Evet, ömrünü gelip-geçici bir kısım maddi değerler peşinde koşmakla tüketen günümüzün modern insanı, aslında daha çok kendini tüketmekte ve ruhunun derinliklerindeki yüksek duygularını kaybetmektedir. Öyle ki, böyle birinin ufkunda, ne iman enginliğine, ne marifet zenginliğine, ne de muhabbet, aşk, zevk-i rûhâni televvünlerine rastlamak mümkündür. Nasıl olur ki o, yaptığı hemen her işin neticesini, maddî kazanç, cismâni rahat ve bedeni hazlar açısından değerlendirmekte ve bütünüyle uhrevîlikleri, ledünnilikleri es geçmektedir. Onun düşünce ve faaliyet ufkunu dolduran hususlar sadece ve sadece: Nasıl çalıp-çırpacağı, ne alıp-ne satacağı, nerelerde nasıl eğleneceği ve nasıl keyif çatacağı.. gibi şeylerdir. Tabii, bütün bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için meşru yollar ve meşru dairedeki kazançlar yetmiyorsa, gayr-i meşru vesileler değerlen-dirilecek, spekülasyonlara girilecek.. ve şayet yer üstü dünyalar bu korkunç iştihaları tatmine kifayet etmiyorsa yer altı dünyalarına inilerek köstebekçe yollara girilecektir. Bence, günümüzün insanı, insani yolculuğunu böyle bir inde sürdürmektedir ve o, mutlaka bu açmazdan kurtularak kendi çizgisini bulma mecburiyetindedir. Yoksa handikaptan handikaba sürüklenecek ve kat’iyen kendi olamayacaktır. Komünizmden kurtarsanız gidip anarşizme yuvarlanacak, ateizmden uzaklaştırsanız koşup monizme sarılacak, Darvinizm’den koparsanız neo-Darvinizm’e yapışacak.. ve her zaman kimliksiz, şabloncu ve yükselip serkâr olma yerine başkalarına kuyruk olmanın mücadelesini verecektir. Ve işte bunlardan ötürüdür ki o, birkaç asırdan beri ömrünü hep buhranlar ağında tüketmekte; siyasi ve idâri buhrandan kurtulsa, gidip ahlâki buhrana aborde olmakta, ondan sıyrılsa ekonomik bunalımların ağına düşmekte, toparlanıp ondan da kurtulabilse, bu defa da kendini askeri buhranların arenasında bulmakta ve kendi olumsuzluklarıyla kendini yiyip-bitirmektedir. Bu tersliklerden kurtuluşun çaresi de, bir kere daha yeni baştan inanmak gibi, sevmek gibi, ahlâk gibi, metafizik düşünce gibi, aşk gibi, ruh terbiyesi gibi dini, milli ve tarihi dinamikleri gözden geçirme olsa gerek.
İnanmak, hakikati olduğu gibi tanıma, sevmek ise bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar mutlak hakikati ne bulabilir ne de bilebilirler. Onların inandım demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, buldum demeleri de bir mugalatadır. Aslında inanmayanlar tâlihsiz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve ruhun bütün varlığı kucaklaması ve tabiatı kuşatması ise, muhabbet de gerçek insani düşüncenin en esaslı unsuru ve lâhûtî bir buududur. Bu itibarladır ki, önümüzdeki yıllarda, dini ve milli kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp, muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.
Ahlâk, dinin özü, esası ve ilâhi mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa -ki öyledir-; bu meydanın gerçek kahramanları da peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakiki Müslüman olmanın en bariz vasfı ahlâklı olmaktır. Akıl ve hikmet gözüyle bakabilenler için Kur’ân ve Sünnet, âyet âyet, fasıl fasıl ahlâktır. Müslümanlık huy güzelliğidir buyuran Mücessem Ahlâk ve Yüce Kâmet bu gerçeği en veciz şekilde ortaya koymuştur. Millet olarak biz, bir ahlâk sisteminin mensupları ve bir ahlâk destanının çocuklarıyız. Hiçbir düşünce, hiçbir fantezi bizim ahlâkımızı sarsamaz ve sarsmamalı; biz onunla dünyaları aşıp ebedlere ulaşmayı düşlüyoruz.. ve Allah ihsanlarının ayrı bir derinliği sayılan metafizik gücümüzle de bunu gerçekleştireceğimize inanıyoruz.
Metafizik düşünce, aklın topyekün varlığa açılması ve onu perde-önü, perde-arkasıyla kavrama cehdidir. Aklın veya ruhun, varlığı bu şekildeki kucaklaması söz konusu olmasa, her şey paramparça olur ve cansız cesetler haline gelir. Bu itibarladır ki, metafizik düşüncenin yok olması veya yok kabul edilmesi bir bakıma aklın da tükenişi demektir. Bugüne kadar her büyük oluşumun, metafizik düşüncenin kolları arasında geliştiğini söyleyebiliriz.. Hint ve diğer doğu ülkelerinde bu böyle olduğu gibi; bizim dünyamızda da, Kurân’ın dünya görüşü çerçevesinde bu hep böyle olagelmiş ve bu sayede üst üste değişik medeniyetler gerçekleştirilmiştir. Metafizik düşünce, insan ruhunun varlığa açılması, tabiatı istilâsı ve her şeyi kucaklaması ise, metafiziği ilimlerle çarpıştıranlar, galiba, kaynakla o kaynaktan fışkıran çağlayanı birbiriyle çarpıştırdıklarının farkında değiller.
Metafiziği, varlık gerçeğinin aşkla sezilip duyulması şeklinde de yorumlayabiliriz ki, buna göre aşk, topyekün kâinatı, bütün varlık ve hadiseleri, tam bir bitevilik içinde görüp duymanın, sezip sevmenin adı olur.. evet gerçek aşıklar, ne servet u sâmân ne de şöhret ü nâm peşindedirler. Onlar, aşkın, kendi kendini yakıp kavuran ve kül edip savuran fırtınaları arasında berd ü selâm soluklar ve yok oluşların çehresinde sevdiklerinin simasını okuma, varlıklarının savrulan külleri arasında mâşuklarını duyma ve seven-sevilen, arayan-aranan vahdetine ulaşma peşindedirler. Tasavvufî ifadesiyle, onlar hep fenâ fillah vadilerinden bekâ billah yamaçlarına doğru bir seyahat içinde ve sürekli aktiftirler. Elbette ki böyle bir ufka kavuşmak, ciddi bir ruh terbiyesine bağlıdır.
Ruh terbiyesi, kısaca insanın yaratılış gayesine yönlendirilmesi demektir. Aynı zamanda ona, ruhun bedeni ve cismani baskılardan sıyrılarak kendi özüne, kendi kaynağına yönelmesi ve yaratılışının gayesi istikâmetinde bir seyr-i rûhâni gerçekleştirmesi de diyebiliriz ki, konumuz şimdilik öyle bir bahse açık değil.
Günümüzde bütün rûhi dinamiklerini yitiren ve kendi özünden uzaklaşan talihsiz nesiller, kendi akıl ve kendi muhakemelerinin kurbanı, perişan ve derbederdirler. Ne olursa olsun bizler, bu neslin bakış zaviyesini ve temâşâ ufkunu değiştirme mecburiyetindeyiz.. ve değiştireceğimize de inanıyoruz. Bu mevzudaki gayretlerimiz hafife alınsa da biz olabildiğince ümitliyiz. Elverir ki iradelerimizi ibadetle besleyip nefis muhasebesiyle kontrol altında tutabilelim. Bize bu yolda sadece yürümek düşer. Biz nereye yönelirsek kemmiyetsiz, keyfiyetsiz- Allah oradadır. Gözlerimizi yumup geleceğin altın yamaçlarına tohum saçma bize, saçılan bu tohumların hayata yürümesi de O’na aittir.
Bizim, şuurlu bir hizmet ve ihatalı gayretlerle, bu dünyanın içinde, huzurla, emniyetle, sevgiyle esen bir başka dünyanın meydana geleceğine ve hayatın gerçek saadet çizgisini bulacağına inancımız tamdır. Ve tabii, gelecekteki nesillerin, para, ikbal, şöhret, makam ve her türlü iştihanın çok üstünde bir büyük sevgiye müteveccih olacağına da.. işte bu kalplerin sultanlığı sevgisidir.
Sızıntı, Ağustos 1995, Cilt 17, Sayı 199
Kollektif Şuur
Milletlerin hayatında en buhranlı dönemler, içtimaî değişim ve yeniden tekevvün aralıklarında görülür. Tıpkı bazı canlıların geçirdiği “metamorfoz” hâdisesine benzer şekilde, yenilenme süresince sancılar, sıkıntılar, zincirleme infialler, bazı şeylerin atılıp yeni bazı şeylerin geliştirilmesi gibi… Kitleleri gerilime sevk eden hâdiselerle, toplumda ferdî ve içtimaî bunalımların yaşanması kaçınılmaz olur. Bir de, yapılacak işler, daha önceden denenmiş bir kısım sabiteler esas alınarak yapılmıyorsa, dünya kadar yanlışlıklara girilebilir.. yer yer mantık ve muhâkeme hisse yenik düşebilir.. varsa, şöyle-böyle uyulması düşünülen plânlar, onların dışına çıkılabilir.. ve sığ, küçük projelerin dar çerçevesi içinde umumî âhenk bütün bütün altüst olup, genel tasavvur ve düşüncelerin hilâfına akla-hayale gelmedik handikaplarla karşılaşılabilir; dolayısıyla da yığınlar, hattâ onları idare edenler, aklî ve mantıkî olmaları gerektiği yerde -günümüzde çokça müşahede edildiği gibi- hissî hareket ederek yapma kuşağında çeşit çeşit yıkmalara sebebiyet verebilirler.
Milletlerin yeniden yapılanma veya inkılâp dönemlerinde, sık sık “kaderdenk noktalarının” yaşandığı çokça görülen hâdiselerdendir. Evet, her şey olabilme imkânları söz konusuyken, kitlelerdeki heyecan ve zirvedekilerdeki hırs yüzünden, o ana kadar gerçekleştirilen her şeyin yıkılıp gittiği ve yeniden başa dönüldüğü hiç de az görülen vak’alardan değildir. Bir kere, değişim ve inkılâp dönemlerinde, fertler, normal zamanlardaki durumlarından daha farklı bir hâl alır: Belli istikamette hareket eden, bir yerlere varmak isteyen, çevresindeki her şeyi de alıp aynı yöne sürükleyen kitlenin ayrılmaz bir parçası olarak tamamen ferdîlikten sıyrılır ve mâşerî bir varlık hâline gelirler. Artık böyle zihnî bir değişiklik geçiren bu insanlar, akıllı uslu fert mantığıyla değil de, kitle mantığının tesirinde hareket eder ve onun direktifleriyle oturur kalkarlar.
Böyle bir mantık, düşünme-taşınma, bugünü-yarını beraber hesap etme, bütünü-parçayı bir arada görme özellikleriyle her zaman tavsiye edegeldiğimiz “kolektif şuur”dan tamamen farklıdır ve ona rağmen bir anlayış ve hareket tarzıdır. Bunlardan birinde his, heyecan ve dolayısıyla da dengesizlik söz konusu olmasına karşılık; diğerinde mantık, muhâkeme, disiplin ve temkin esastır. Zahirde, her iki keyfiyet ve davranış tarzı da gelecek adına vaad ettiği şeyler itibarıyla aynı görünse de, bunlardan birinde, çok defa hareketin özüne ve hedefine ters neticelerin meydana gelmesi kaçınılmaz olmasına mukabil; diğerinde hiçbir zaman o ölçüde falsolar, fiyaskolar bahis mevzuu değildir.
Milletçe, ahlâk ve içtimaî hayatımızın âhenkle yürümesinin yanında varlık ve bekâmızın çok önemli esaslarından biri sayılan “kolektif şuur”un ruhu ve temeli dinî karakterimiz ve millî seciyemizdir. Bu açıdan da, kitle hareketlerinde her zaman müşâhede edilen yanlış ve falsolu davranışlara karşılık, kolektif şuurun disiplinli ve temkinli fertlerinin his ve heyecan yüklü hareketleri, onların alelâde zamanlardaki davranışlarına nispeten, değerler üstü değerlere ulaşır ve fevkalâdelikler arz eder.
Her zaman, yüksek mefkûre ve yüce gayeler hedeflenerek gerçekleştirilebilen hamle ve hareketler, fertleri yoğurur, şekillendirir ve birer mâşerî varlık hâline getirir. Herhangi bir hareketin plânlayıcıları, şayet, hissin önünde akla, heyecanın önünde müşâhede ve tecrübeye değer verir ve projelerini ilâhî mesajın aydınlığında gerçekleştirebilirlerse, çok defa hissî mantıkla hareket eden yığınlar dahi, duygu ve düşünce itibarıyla bu mantık ve muhakeme hareketinin tesirine girip, iş ve icraatlarında tedbir ve temkine ulaşarak, istikamet ve itidal insanlarıyla aynı çizgiye gelirler; düşünce ve temkin itibarıyla birkaç kadem önde bulunan seviye insanları da, onlarla aynı his ve heyecanı paylaşarak engin bir harman oluştururlar. Böylece, her zaman fikir ve tedbir insanı olamayanlar dahi, şuur ve idraklerine sızan bu şekildeki bir anlayışı paylaşmak, belli ölçüde kolektif şuur potasında yoğrulmak, hayatî bir mayalanma ve istihâleden geçmek suretiyle ideal bir toplumun fertleri olma seviyesine yükseleceklerdir. Böyle bir süreç içindeki bütün oluşumlar, sırlı bir kısım kuvvetlerin tesirinde meydana geliyor gibi görünse de, aslında bütün bunları hayatî bir menşee ircâ etmek mümkündür. Bu menşe’ din ruhuyla beslenmiş millî seciye ve karakterdir. Geçmişten bugüne, bu millî seciye sayesinde milletimizin bütün fertleri aynı duygu ve düşünceyi paylaşmış, aynı mülâhazalarla oturup kalkmış, aynı heyecanları yaşamış, aynı değerlerin kavgasını vermiş ve aynı mefkûreyi gerçekleştirmek için yarışmışlardır.
Evet fertler ve kitleler üzerinde başka faktör ve sâiklerin tesiri olsa da, milletin kendi ruh ve mânâ kökleriyle münasebete geçmesi söz konusu edildiği yerde bunlar çok sönük kalırlar. Millet fertlerinin maddî-mânevî tarihî dinamiklerle alâkası devam ettiği sürece, bu insanlar, tarih şuuruyla sık sık atalarının ruh feveranları içine girerek ve ayniyet ölçüsünde bir misliyetle, benzerî kahramanlıklar sergiler ve yeni bir düşünce tarzı, yeni bir dünya görüşü ve topyekün dünyanın, içtimaî coğrafyasına müessir olabilecek yepyeni kriterler ortaya koyabilirler. Bu konuda, dünya ile hesaplaşma tarihimiz açısından, Mute’den Kadisiye’ye, Malazgirt’ten Çanakkale’ye; devletler arası muvazenedeki yerimiz itibarıyla da Medine’den Şam’a, Şam’dan Bağdat’a, oradan da İstanbul’a uzanan çizgide dünya kadar misâl göstermek mümkündür; ama biz okuyucunun firaset ve tedaîler dünyasına güvenerek bu hususu şimdilik noktalayıp geçiyoruz.
Şimdilerde, ülkemiz, bağlı bulunduğumuz dünya ile beraber bir kısım değişim ve dönüşümler sath-ı mailine girmiş sayılır. Peşi peşine inkılâpların yaşanacağı böyle bir geleceğe yürürken, millet ruhunun muhafaza edilmesi, ferdin de kitlenin de tedbir ve temkin eksenli bir anlayışa getirilmesi, yığınları feveran ve provokasyonlara sürükleyecek düşünce, eğilim ve davranışlara meydan verilmemesi, varsa, mevcut tahrik odaklarının üzerine gidilmesi en az irşad ve cihad kadar belki ondan da önemlidir. Duygu ve düşünce itibarıyla, kolayca, sevgiden nefrete, beraberlikten ayrılığa, müşterek hareket etmekten dağınıklık ve başıbozukluğa düşebilecek yığınların, acelecilik ederek veya bir kısım maceracı ruhların tesirinde kalarak hem kendilerini hem de mensup oldukları milleti olumsuzluklara itmelerine kat’iyen fırsat verilmemelidir. Verilmemeli ve nazarlar sürekli Kitap ve Sünnet’in samimî temsilcilerine çevrilmelidir. Vahiy yörüngeli kolektif şuurun da birer aydınlık rüknü sayılan bu insanlarda, nam u nişan yerine mahviyet, tevazu ve hacalet, hodgamlık yerine diğergâmlık, şahsî çıkar mülâhazası yerine toplumun menfaatlerini düşünme esprisi hâkimdir.
Bunlar, toplumun bugünüyle ve yarınıyla o kadar alâkadardırlar ki; yerinde, düşüncelerini kahramanca haykırmalarına karşılık, zaman zaman “kuluçka”, “folluk” deyip yumurta ve civcivlere zarar vermemek için tir tir titrer, akla hayale gelmedik tezyiflere, tahkirlere katlanır ve bir “lâ havle…” çekerek, köpük köpük magmalar gibi his ve heyecanlarını sinelerine hapseder, sonra da hiçbir şey olmamışçasına yürür giderler. Gerektiğinde güle güle ölüme doğru yürümekten, hayretengiz bir yiğitlikle başkaları için kendilerini feda etmekten ve yine bir itfaiyeci gibi yerinde seve seve kendini ateşlere atmaktan geri durmayan bu hissî ruhlar, yaptıkları her şeyi bir vazife şuuru ve ibadet neşvesiyle yapar.. yapıp ettikleri şeyler karşısında kimseden şükran beklemez.. yardım edilecek kimselerin yardımına vaktinde koşmamayı affedilmez bir nakîse ve vefasızlık sayar ve tereddüt göstermeden kendilerini sorgularlar.
Bunlar, her zaman ümitle yaşar.. ümitlerine göre idealize ettikleri plân ve projelerini destekleyecek, gerçekleştirecek maddî-mânevî dinamikleri değerlendirmede kusur etmez.. bütün bunlardan sonra da, ihlâsa mazhariyet ve Allah hoşnutluğu dışında hiçbir beklentiye girmez.. hizmetine ve talepsiz sancılarına terettüp eden mükâfat, mevhibe ve vâridâtı da, her zaman ya bir “istidrac”[1] endişesi veya “tahdîs-i nimet”[2] mülâhazasıyla hatırlar; korkularını yutkunarak, sevinçlerini de Hakk’a itimadın neşideleri hâline getirip mırıldanarak ifade eder ve hep birer temkin insanı olarak yaşarlar.
Bunlar, aynı zamanda boş birer teslimiyet insanı da değillerdir. Allah’a tevekkül, teslimiyet ve tefvizleriyle beraber, çevrelerinde olup biten hâdiseler karşısında son derece duyarlı; duyarlı oldukları kadar da infiallerinde keskin ve kararlıdırlar. Ne dünyevî işlerinde ne de âhirete ait meselelerde, kat’iyen hislerine takılıp kalmaz.. hamle ve hareketlerini ilâhî emirlerle tartar.. akıl ve mantıklarında beşerî idrak seviyesini gözetir, varlık adına tespitlerini ona göre yapar ve yorumlarlar.. varlığımızın tabiat içindeki yer ve konumunu belirleyerek eşya ve hâdiselerle zıtlaşmayı netice veren davranışlardan sakınır ve hep tekvînî emirlerle uyum içinde kalmaya çalışırlar.
Evet, bizim olacağı ümidini beslediğimiz aydınlık geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemiz için, sadece hulâsasını sunacağımız şu hususları çok hayatî kabul ediyoruz:
Bütün millet, hususiyle de aydınlarımız, geçmişimizle mutlaka barışmalıdır.
Gelecek adına gerçekleştirmeyi plânladığımız her türlü yenilenme ve inkılâplar, tarihî dinamiklerimiz ve mânâ köklerimiz esas alınarak projelendirilmelidir.
Böyle hayatî bir meseleye kat’iyen politika bulaştırılmamalı ve çıkar mülâhazaları karıştırılmamalıdır.
Ayrıca, her şeye rağmen, bu istikamette hareket ve hamlelerin bir kısım komplikasyonları da olabileceği endişesiyle hep tedbir ve temkinle yürünmeli; gençlik heyecanı ve maceracıların sorumsuzca davranışlarına meydan verilmemelidir. Hem öyle meydan verilmemelidir ki, onur ve gururlarımızın rencide edilmesi karşısında bile, yüce mefkûremiz hatırına heyecanlarımızın ağzına sabır fermuarları vurulmalı ve diş sıkıp her şeye katlanılmalıdır.
Yıkmadan önce, yıkılacak şeylerin yerinde nelerin yapılmak istendiği kararlaştırılmalı; sonra varsa, o eski, köhne, geçersiz şeyler yıkılmalıdır. Her zaman “yıkmak yapmak içindir” felsefesiyle hareket edilmeli, yıkılacak şeye kazma çalmadan evvel, yapılacak ne ise, mutlaka onun maketi dikilmelidir.
Yapılacak her işte, karar ve aksiyon, ilim, irfan ve tedbirle beslenmeli; azim ve gayret de, araştırma ve vukufla desteklenmelidir ki, yapmaları yıkmalar takip etmesin.
Şu anda yolların ayrımında ve yine bir “kaderdenk” noktasında bulunduğumuzda şüphe yok. Hâl ve konumumuzun nezaketini idrak ederek, içinde bulunduğumuz zaman dilimini, büyük düşünce, büyük plân ve peygamberâne bir azimle değerlendirebilirsek, dünyada her milletten daha fazla olan kaderdenk noktasındaki şansımızı bir ikbal yıldızı hâlinde parlatabiliriz.
Hâlihazırdaki perişaniyetimiz, içtimaî, iktisadî tutarsızlıklarımız, bunların yanında iç ve dış fesat odaklarının sürekli körükledikleri kargaşa; bütün bunları zamanla aşacağımıza inancım tamdır. Sukutlar hiçbir zaman sürekli olmamış.. hâdiseler hep aynı istikamette cereyan etmemiş.. geceler ebedendam sürüp gitmemiş; gitmemiş ve zaman gelmiş harabeler yeniden umranlarla tüllenmiş.. hâdiseler dairevî cereyan etmenin cilveleriyle daha önce ağlattıklarını güldürmüş.. geceler gündüzlere yenik düşmüş ve her yan ışıkla kahkaha atmaya başlamıştır.
Düşüş ve doğruluşumuzun daha umumî bir serencâmesi, ayrı bir perspektifle ayrı bir yazının konusu…
Sızıntı, Kasım 1994, Cilt 16, Sayı 190
[1] Allah’ın bir kimsenin, karşılığında âhiretteki azâbını artırmak üzere dünyadaki arzu ve isteklerini yerine getirmesi.
[2] Şükür maksadıyla Hakk’ın nimetlerini ilân.
Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar
Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı bir şivesi vardır ki, onları yılın diğer aylarından ayırır.. her ayın güzellik ve nefâsetinin zâhirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukâbil, bu müstesna zaman dilimi kalple ve bâtınî duygularla yaşanır. Bu aylarda gönül dünyalarına yönelen insanlar, iman ve iz’anlarından fışkıran ışıklarla eşyanın perde arkasını süze süze, duygularıyla, içinde ebedî bir ömür sürecekleri firdevslere uyanmış ve ulaşmış gibi olurlar. Onlar için bu aylardaki günler, geceler, hatta saatler ve dakikalar âdeta bir başka büyüyle gelir-geçer; gelip geçerken de derecesine göre herkese mutlaka bir şeyler fısıldar.
Bu aylarda zaman hep uhrevî renklerle tüllenir.. insanlar tıpkı öbür âlemin sakinleriymişçesine mûnisleşir ve sırlı bir derinliğe ulaşırlar. Herkes kendi iç derinliklerinden olduğu gibi, varlığın sînesinden de ukbâ buudlu bir şiiri dinler ve yığın yığın hülya ve hatıraların, beklenti ve rüyaların gurup ve tulû’larında dolaşır. Yer yer hüzünlü, zaman zaman da neşeli tedâileriyle üç aylar, bize hem yitirilmiş bir cennetin hasretini hatırlatırlar hem de buğu buğu onu yeniden bulabileceğimiz ümidiyle bütün benliğimizi sararlar. Evet, hayatımızın her dakikasını ayrı bir saadet ve neşeye, ayrı bir gerilim ve hamleye çeviren bu günlerdeki hâtıra ve tedâiler, duygularımızı sessiz bir şiire, hayatlarımızı da sihirli bir güzelliğe çevirirler.
Biraz da üç aylardaki nurların gönüllere sinmesiyle sokaklardaki ışıklar, minarelerdeki mahyalar, her taraftaki rûhânî canlılık ve ma’bedlere koşan insanların simalarındaki letâfetle dünyadakinden daha çok cennetteki zamanları hatırlatan bu nûrefşan zaman dilimi, kadrini, kıymetini bilenlere ayrı ayrı lezzetler ve zevk-i rûhânîler sunar. Evet o, imanı, İslâm’ı, ma’bedi ve ibadeti duyup anlayanları; marifet, muhabbet ve ledünnî hazlara açık olanları, değişik dalga boyundaki ışıklarının renkleri, latîf latîf esen havasının incelikleri, uğradığı herkesi büyüleyip geçen zamanın seslerinden toplanmış ve ruhları sarıp okşayan o sonsuz zevk meltemleriyle kucaklar hepimizi.
Hemen her sene zamanın bu altın dilimini idrak edince, âdeta, ötelerin ayn-ı hayat olan o sevimli, neşeli mavimtırak günlerine bir kere daha kavuşur gibi oluruz. Evet, bir kere daha gönül gözlerimizde her yan baharla tüllenir.. her tarafta yeniden hayat köpürür.. dağ-bayır yeşerir ve renklerle kahkaha atar.. çiçekler raksa durur, bülbüller nâralar yağdırır.. ve duygular gülden, lâleden alevlerini alıyor gibi olur. Öyle ki her yanda esen bu umûmî hava gönüllerimizi bir mutluluk vaadiyle kaplar ve bize ne bilinmedik, ne sezilmedik şeyler fısıldar. Hatta hayatları bedbinliğe, karamsarlığa kilitlenmiş insanlar bile bu semâvî şehrâyinden nasiplerini alırlar. Hele günler, o ibadetle derinleşen saatlerini, hayatın gerçek mânâsını terennüm etmek için gönüller üstünde bir mızrap gibi hareket ettirdiğinde, kuş cıvıltıları safvetinde ve bir çocuk neşesi tadındaki ezan dakikalarının cennet güzellikleri kadar tesirli ve bu güzelliklere meftun bir kalp gibi olgun ve dolgun ibadet saatlerinin, Hakk’ı muhatap alma ve Hakk’a muhatap olma mânâsıyla tüten zebercet duyguların zikr u fikirle sînelerimizi coşturan şiiri başlar.. başlar da, varlığın çehresindeki perdeler sıyrılır ve Hakk’a yakın olmanın o kendine mahsus, huzur ve itmi’nan dolu lezzetli, sımsıcak mavi dakikaları bizim olur. Günde beş, haftada lâakal otuzbeş defa, âdeta bir nurdan helezon çevresinde dolaşır, gönüllerimizde miraç fırsatlarına erer ve hep insan-ı kâmil olmanın rüyalarıyla yaşarız.
Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı ‘merhaba’ der ve bir mızrap gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan ‘Regâib’ bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan Miraç ise, tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semâvî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevîlik esintileriyle gelir. Beraât bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sînelere kurtuluş muştularıyla seslenir. Kadir Gecesi’ne gelince, bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bin aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar ve onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar.
Üç ayların bu olabildiğince tatlı ve imrendiren sıcaklığı, imanlı gönüller için gece-gündüz demeden devam eder. Her gün bütün parlaklık ve canlılığıyla bereketlerini başımıza boşalttıktan sonra gidip ufka kapanınca, arkadan yepyeni, âsûde ve buğu buğu güzellikleriyle bir başka sabah tulû’ eder.. gönüllerimizi dolduran, iç âlemlerimizde gizli gizli bir şeyler örgüleyen hüşyar gönüller için oldukça hülyalı bir sabah..
Recep ayının girmesiyle Rahmeti Sonsuz’a karşı duâ, niyaz, hamd u senâ ve tam bir teyakkuzla hazırlığa geçen ruhlar, ayın sonuna doğru ötelere uyanmış gibi tam bir temâşâ zevkine ererler.. ererler de hemen herkesin dili, edâsı, üslûbu değişir ve çehrelerini bir heybet, bir haşyet ve bir ümit sevinci bürür. Herkes daha ziyade kalp diliyle konuşmaya başlar.. beşerî sertlikler daha bir yumuşar.. ve bunlar arasında bir hayli insan, miraç yapacakmışçasına bütün dünyevî ağırlıklarını atar ve âdeta ruh hiffetine ulaşır. Derken Hakk’a yönelmiş bu insanların gönüllerinden taşan nûrâniyet ve sîmâlarındaki rengârenk incelik en katı kalpleri dahi yumuşatacak ve rikkate getirecek ölçülere ulaşır.
Recep ayının girmesiyle, her zaman ayrı bir derinlikle tüllenen geceler, daha bir büyülü hal alır ve herkese ne dâhiyâne düşünceler ilham ederler. Hele, ondaki bu gecelerin ötelere açık menfezleri sayılan kutlu zaman parçaları, her zaman bize, gönüllerimize benzeyen emeller ve cennet duygularıyla coşan hülyalar aşılarlar.. aşılarlar da, sonsuzluk arzularımızı kucaklar ve ruhlarımıza yeni yeni rüyaların kapılarını aralarlar. Hemen her gece benliğimizde uyukluyor gibi sessiz sessiz duran hislerimizi uyarır ve bize dünyadakinden daha derin saadet düşünceleri ilham ederler.
Kitaplarda ‘Şehrullâhi’l-Muazzam’ diye geçen Şaban ayını, bütün varlığa ve benliğimize sinmiş bir lezzet gibi duyar ve gönüllerimizin ümide, beklentiye, uhrevî güzelliklere kaydığını hisseder gibi oluruz. O, gecesiyle-gündüzüyle, insana Ramazan besteli büyülü bir musiki gibi tesir eder.. ve kendisine sığınanları semâvî kollarıyla sarar.. bir anne şefkatiyle kucaklar ve onları rahmetin enginliklerinde dolaştırır. Onu kendi ruhuyla idrak edenler için, sanki zaman delinmiş de, duygularımıza zamanüstü âlemlerden bir şeyler akıyor gibi olur. Öyle ki, herkes onun aydınlık dakikalarında ve onu duymanın enginliklerinde bir adım daha atsa, kendini, bir sihirli merdivene binip ötelere yürüyecekmiş gibi sanır. Hemen her gün, her gece, her saat ve her dakika fıtratlarımızdaki gizli sonsuzluk arzusu ve ebediyet düşüncesiyle kim bilir kaç defa ötelere ihtiyacımızı hisseder ve bu Allah ayının araladığı menfezlerle emellerimizi temâşâya koşarız.
Derken sımsıcak, olabildiğince yumuşak ve hummalı dakikalarıyla Ramazan ufukta belirir.. vicdanlar teyakkuza geçer, bütün gönüller uyanır, bütün duygular coşar.. ve insanlar oluk oluk ma’bede akar; oradan da Rabbine yürür. Ramazan’ın gelmesiyle ruhunun râbıtaları daha bir güçlenir.. uhrevî arzu ve emeller daha bir köpürür; köpürür ve duygular üzerine bir mızrap gibi inip kalkan bir Ramazan mülâhazası, inanmış sîneleri aşkla, şevkle coşturur ve onların ruhlarında âdeta yangınlar meydana getirir. Denebilir ki, Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır. Çarşı-pazar ve sokakların görüntüsü ötelere ait duygularla köpürür. Minarelerin solukları gönüllerde Kur’ân hüznüyle yankılanır.. ma’bedler ışıktan fistanlara bürünür ve imanlı gönüllerin avazlarıyla inler. Evden ma’bede, ma’bedden mektebe her yerde Hakk’a yönelişin sevinç ve itmi’nânı yaşanır.. ibadetle şahlanan sîneler, bütün güzelliklerini ortaya döker.. en mahrem çizgileriyle iç dünyalarından kopup gelen aşklarını, şevklerini haykırırlar. Bu insanlar, güya ‘vuslata hazırlanın’ emrini almış gibi her geceyi bir ‘şeb-i arus’ arifesi sayar ve her günü de engin bir vuslat duygusuyla geçirirler.
Evet, Ramazan’daki her seste bir başlangıç vaadi, her solukta bir kurtuluş ümidi nümâyândır. İftarlar, bize bir kısım sırlar fısıldar ve ufkumuzda büyük buluşmanın çağrışımlarıyla tüllenirler.. teravihler ümit dünyamıza neler neler vaadederler.. geceler, âdeta nazlı bir gelin edâsıyla bize harem kapılarını aralar ve vâridâtın her türden dalga boyuyla ışık olur gönüllerimize akarlar.. imsaklar tıpkı vapur düdüğü, uçak sesi ve füze tarrakalarıyla tınlar ve Dosta vuslat yolunda bir gece yolculuğunu salıklarlar… Nihayet upuzun bir gün, o tatlı buluşmanın telaşlı ama dikkatli, heyecanlı fakat ümitle dolu saatleriyle gelir her yanımızı sarar.
Ramazan’da hayat o kadar derin ve anlamlıdır ki, konuşulan her söz, duyulan her ses insana, onun gönlünden fışkıran bir besteymiş gibi gelir; gelir de en tatlı nağmeler halinde duygularımız süzülmeye başlar. Her zaman ruhun bir tomurcuk gibi açılmasına ve benliğin derinliklerinde uyuyan duyguların uyanmasına vesile olan ve bizi en büyüleyici, en enfes hülyalar âleminde dolaştıran Ramazan, hepimizi ta iliklerimize kadar bir aşk u şevk ve bir vuslat ihtiyacıyla yoğurur ve gönüllerimize gerçek hayatın neşvesini duyurur.
Ramazan’da tam azığını alabilen herkes, burada elde ettiklerinin ötesinde, yürüdüğümüz bu nurlu fakat biraz buğulu yolun sonunda, hep özleyip durduğu bir ebedî saadetin var olduğunu anlar ve bütün benliğiyle O’na yönelir. Evet, her iftar ve her imsakta insan, kendine yepyeni bir vuslat kapısının aralandığını seziyor gibi olur ve iki adım ötede daha çaplı ve daha büyüleyici bir buluşma ihtiyaç ve ümidini duyar; duyar da bir tarafta gurbet ve yalnızlık, diğer tarafta da beklenti ve hülyalar onları daha engin bir büyü ile sarar ve hakîkî aşkın derinliklerine çeker. Öyle ki, onların sînelerinin enginliklerinde olduğu gibi, mekânın sonsuzluğunda da her şeyin aşk etrafında cereyan ettiğini duyar ve kendilerinden geçerler. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir herkes, kendi idrak seviyesine göre, Ramazan’da önemli bir hazırlık dönemi yaşar; sonra da hiç bitmeyecek bir yol mülahazasıyla hep Allah’a yürüyor gibi olurlar…
Sızıntı, Şubat 1994, Cilt 16, Sayı 181
Kuvvetin çılgınlığı
Bir dünyada yaşıyoruz ki, ışık-karanlık iç içe, nur ve kir bir arada, ahlâk ve fazilet lâahlâkilikle atbaşı, buğu buğu nezahet levsiyat tufanına karşı ve ümitler adım adım inkisarların arkasında.. evet zamanın hiçbir diliminde, bu çağda olduğu ölçüde, böylesine ürpertici bir hacimde, bu denli sistemli ve bu çapta baş döndürücü bir çözülüş ve oluşum mütekabiliyeti yaşanmamıştır. Her şey âdeta, şimşek süratinde ve gök gürültüsü dehşetiyle o kadar hızlı ve o kadar tepeden inmece cereyan ediyor ki, birbirine zıt düşüncede olanlar, ümit ya da inkisarlarını, kabul veya tepkilerini, ifade edebilme fırsatını dahi elde edemiyorlar.
Güç ve kuvveti temsil edenler, teknolojik imkânları kin, nefret ve hırslarının emrine vererek, geçmiş dönemlerde bir asra sığıştırılamayan yakıp yıkmaların en korkuncunu birkaç güne sıkıştırabilmekte ve bir hamlede en sağlam sistemleri yerle bir edebilmekte, bir nefhada rejimleri değiştirip yerlerine yeni rejimler ikâme edebilmekte ve kaş-göz arasında en köklü düşünce tarzlarını, en metin anlayışları toz-duman ederek yığınları mesnetsiz hale getirebilmekte, inançlara had koyup düşünce hürriyetini sınırlayabilmekte; bilhassa son zamanlarda medyanın gücünü de yanlarına alarak hakkı bâtıl, bâtılı hak göstererek toplum çapında bir değerler kargaşası meydana getirmektedirler.
Dünya var olduğu günden bu yana, zamanın hiçbir döneminde insan şahsiyeti, insan onuru, din, milliyet, aile, ahlâk, fazilet ve hukuk mefhumları bu ölçüde lâubâlilikle ve böylesine bir insafsızlıkla mercek altına alınmamış, sorgulanmamış ve kara-kuşi kararlarla mahkûm edilmemiştir.
Bütün bu olumsuzlukların yanında bence, binbir çarpıklığın iç içe yaşandığı bu çağın en belirgin özelliği; hakkın kuvvete feda edilmesi, menfaat mülâhazasının bütün değerlerin önüne çıkması, katı ırkçılık düşüncesinin evrensel değerlerin yerini alması, milli ve milletlerarası problemlerin kaba kuvvetle çözülmeye çalışılması gibi hususlardır. Gerçi kuvvetin de bir hikmet-i vücudunun bulunduğu muhakkak.. ama, ona dayanılarak çözülmeye çalışılan problemlerde aklın, mantığın, muhakemenin hattâ dehanın değerlendirilemediği, değerlendirmek bir yana kulak ardı edildiği de bir gerçek. Bundan dolayı da dünyada güç kullanılarak gerçekleştirilen pek çok inkılâb ve değişimin, yeniden akli ve mantıki bir platforma oturtulabilmesi yolunda bazen seneler harcanmış da yine başarılı olunamamıştır.
Evet, kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım problemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. Evet, İskender’in başını döndürüp bakışlarını bulandıran, Napolyon’un dehasını delik-deşik eden, Hitler’i çağın deli tekesi haline getiren işte bu kuvvet çılgınlığıdır. Ne acıdır ki, günümüzde, hak da, mantık da, muhakeme de bu çılgın kuvvet karşısında beraber yenik ve âdeta bir esaret yaşamakta.
Zannediyorum, günümüzde yaşanan kaoslar zincirinin ve her biri birer anafor halindeki hadiselerin arkasında da yine bu azgınlaşmış kuvvet var.. insani değerler, insani düşünce, mantıki olma ve hakka karşı saygılı bulunmanın yerini alan kaba kuvvet. Kuvveti temsil edenlerin hakka teslim olacakları, onları takip eden yığınların da gündelik endişelerin anaforlarından sıyrılarak, yaşadıkları dünyayı net görebilecekleri âna kadar da bu kaosların devam edeceği zaruri görünmektedir.
Çok yakın bir gelecekte, kendi zaruret ve kanunlarıyla, bizi de çepeçevre içine alacak gibi görünen bir globalleşme sath-ı mâilinde olsun, uyanıp kendimize gelmez ve başkalarıyla beraber yaşama mecburiyetinde olduğumuz bir dünyanın, hak-kuvvet-akıl-mantık eksenli ve şaşırtmaz, yanıltmaz muvazene unsurlarından biri haline gelmezsek, daha bir süre başkalarının dümen suyuna göre hareket etmemiz kaçınılmaz olacaktır.
Evet, gözlerimiz her zaman, geçmişin rasat noktalarını kullanarak geleceğin ümitle tüllenen ufuklarında olmalıdır. Yoksa; bu çarpıklıklar böyle devam ettiği sürece, yıllardan beri içinde bocalayıp durduğumuz girdapları gölgede bırakacak daha büyük değişim veya kargaşa dalgaları bizi önüne katıp öyle bir sürükleyecektir ki -maâzallah- bir daha belimizi doğrultmamız çok zor olacaktır… Önümüzü kesmiş bizi bekleyen gâileleri aşmamız için, kendisi için yaşamayan diğergam ruhlara ihtiyaç var. Evet, bugünkü insanlığı, kendini düşünmeyen ve kendisi için yaşamayan kahramanlar kurtaracaktır.
Bu kahramanların sevgiyle tüllenen ışıktan düşünceleri, büyük çoğunluğun ruhlarını sardığı gün tabakât-ı beşer çapındaki fırtınalar dinecek, hasret ve hicranlar sona erecek.. ve devletlerarası dengedeki yerimizi istirdat etmemiz sayesinde, ciddi ve âdil bir disiplinle, tabii ve tam bir hürriyet düşüncesine bağlılık içinde ilâhi bir muvazene sırrına erilecek.. toplum plânında maruz kaldığımız buhranlar, içtimai krizler ve milletlerarası münasebetlerdeki devâsa problemler birer birer çözülecek.. sevinç ve tasa, felâket ve saadet arasındaki ezeli âhenk yeniden teessüs ederek, bize ve bütün insanlığa, hiç olmazsa onun büyük bir kısmına, milletlerarası muvazenede önemli misyonlar yüklendiğimiz günlerin şivesiyle bir şeyler mırıldanacak.. ve bir kere daha ruhlarımıza, yararlı insan olmanın mânâsını duyuracaktır.
Evvelâ milletimiz, sonra da topyekün insanlık hesabına böyle bir ufka ulaşma gayreti, dünya barışı, dünya sulhu, dünya nizamı ve evrensel disiplinler adına var oluş gayesi ölçüsünde önemli esaslar ve insanlığın beklentileridir. Bu beklentileri gerçekleştirme istikametinde her hamle, hakkı tutup kaldırma yönündeki her hareket Allah’a doğru atılmış en isabetli adımlardır. Bu istikamette atılan her adım, küçük de olsa, beklenen büyük oluşumun bir parçasını teşkil etmektedir. Evet bu izafi gayret ve nisbi çırpınışlar bütünüyle mutlu geleceğin havuzunu besleyen birer sızıntı mesabesindedir. Biz onun düşe düşe göl olacağı, aka aka yollar vuracağı günlerin rüyalarıyla yaşıyoruz.
Sızıntı, Aralık 1995, Cilt 17, Sayı 203
Namaz
Namaz müminin miracı, mirac yolunda ışığı-burağı.. yollardaki inanmış gönüllerin sefinesi-peyki-uçağı.. kurbet ve vuslat yolcusunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut en büyük vesilelerden biridir.
Kıyamet gününde, ak alınlı, aydın bakışlı; secde ve abdest uzuvlarındaki emarelerle öndekilerden de önde; elleri, yüzleri tertemiz, vicdanları göktekilerin iç âlemleri kadar nezih olmanın yolu da yine namaz ve namaz öncesi amellerden geçer. Aynı zamanda, Allah’a yakınlığın ayrı bir ünvanı da sayılan ve çok farklı derinlikleri bulunan bu namaz ibadetine; kulluk düşüncesine kilitlenip ömrünü Hakk karşısında geçirme mânâsına ribati da diyebiliriz.
Abdest -ileride müstakillen ele alınıp işleme düşüncesi mahfuz- namaz yolunda ilk tembih ve en birinci hazırlık; ezan ise -o da müstakillen anlatılmalı- ikinci uyarı ve önemli bir “metafizik gerilimi yoludur. Abdestle, bedeni nâpâk şeylerden ve sezildik-sezilmedik menfîliklerden arınan insan, ezanla vicdan ve tasavvurlarını dinler.. ilk kılacağı namazla da özündeki sesi-soluğu bulmaya çalışır.. ve ancak cemaatle gerçekleştirilebilecek büyük hareketin startını beklemeye koyulur.
İnsanı, arşiyeler gibi döndüre döndüre sonsuzluğun semâlarında dolaştıran ve götürüp tâ melekler âlemine ulaştıran mirac enginlikli bu mübarek ibadet, günde beş defa kendimizi içine salıp yıkanacağımız bir çay gibidir ki, her dalışımızda bizi hatalarımızdan bir kere daha arındırır; alır ummâna taşır ve sürekli başlangıçla son arasında dolaştırır ki, bu da buudlarımız dışında bir uhrevîleşme ve ebedîleşme temrinâtı demektir.
Namazla, gece-gündüz sırlı bir taksime tâbi tutulur. Hayat, ibadet eksenli bir zaman anlayışına göre tanzim edilir.. ve bu sayede davranışlarımızın, Hakk murâkabesi altında hüsn-ü cereyanı sağlanır.. derken, ibadet dışı hareketlerimiz de, ibadet halini alır.. ibadet rengine bürünür.. ve yeryüzündeki fâni hayatımız göklerdekilerin rengiyle tüllenmeye başlar.
Dünyevî gürültüler veya umûmî sükût içinden ezanın taşacağı an; saatlerin ibreleri, güneşin yer değiştirmesi, cami çevresindeki sesin-soluğun çoğalması, her yanda ebediyet heyecanının yaşanması, müezzinlerin gırtlak kontrolü ve hoparlörlerin hırıltılı-gürültülü sesleriyle belli olunca, sînelerde sessiz sessiz konuşmalar, henüz uykudan yeni kalkmış insanların dağınıklığı içinde sayıklamalar, dünya-ukbâ arası bir berzah yaşanıyor gibi buudlarımızı aşan sözler duyulmaya başlar.. ayrıca, düşüncelerin yeni bir mecrâ arayış manevraları ve henüz namaza girilmediği halde, namaz yolu mülâhazasıyla daha bir sürü his ortaya çıkar.. dünya kadar şey mırıldanılır.. ve biraz sonra gerçekleştirilmesi plânlanan ibadet adına metafizik gerilim ve konsantrasyon aranır.. ve bütün rûhî melekelerle kıvama erilmeye çalışılır.
Mescide doğru yürüyüş, yol mülâhazası, abdestle gerçekleştirilen ilk gerilim ve akordasyon hep birer kıvama erme cehdi sayılabilirler. Ezan, âdeta harem dairesine alınma daveti, ruhumuzun derinliklerinde bizi konsantrasyona hazırlayan ledünnî bir ses ve duygularımız üzerine inip-kalkan bir mızrap gibidir. Her gün tekerrür ettiğinden kulaklarımız ona alışmış olsa da, düz mantığımız ona karşı bir kanıksama hissetse de, ezan, her zaman ötelerle aramızdaki tepelerin arkasından tıpkı bir ay gibi birdenbire zuhur eder.. yıldırımlar gibi gürler ve bir anda arzî olan nazarlarımızı semâya çevirir.. ve derken her yanda şadırvanlar gibi ince ince çağlayan, şelâleler gibi ihtişamla coşan yepyeni ilâhî bir fasıl başlar.. ve başlar-başlamaz da ruhlarımıza dünyanın en enfes, en çarpıcı ve en diriltici mûsıkîsini boşaltır. Onunla da kalmaz, bizi çağrışımların atlas iklimine çeker ve gönüllerimize aydınlık çağların büyülerini fısıldar. Zaman üstülüğe açık hayallerimizi, tarihin değişik dönemeçlerinde kaybettiğimiz şeyleri bulup, getirip iâde etmekle coşturur.. ve her defasında bize taptaze bir demet ses, bir demet şiir, bir demet âhenk bahşeder. Biz, ezanı her zaman, bir mûsıkî banyosu alıyormuşçasına bütün benliğimizle duyar ve her duyuşumuzda, bilemediğimiz bir büyü ile bir başka tat, bir başka letâfet, bir başka hazza uyanırız. Bu duyuş ve bu seziş çok defa bizde, bir sihirli helezonla göklere doğru yükseliyor veya bir balonla çok yukarıda dolaşıyormuş gibi bir his uyarır. Hele bir de ezan, usûlüne uygun ve vicdanın sesi, soluğu olarak icrâ ediliyorsa.. göklerin nûra gark olduğu, ruh-i revân-ı Muhammedî’nin şehbal açtığı ve lisan-ı Ahmedî’nin arz u semâyı çınlattığı ezan dakikaları ne nurlu ve hislidir! İnsan o dakikalarda ruhunun derinliklerine inip vicdanını dinleyebilse, ne keşfedilmedik mânâların içine aktığını ve kendi derinliklerinde ne çağrışımların kaynaştığını duyacaktır!
Her zaman kendini yenileyip kalbî ve rûhî hayatı itibâriyle taze kalabilen canlı vicdanlar, her ezan vaktinde, onun ilk gökten indiği dönemin halâvet ve tarâvetini duyar ve minarelerden yükselen sesin içinde peygamberlerin çağrılarını dinlerler.. gönlünde meleklerin tekbir, tehlil, şehadet korosuna erer.. ve âdeta Cibrîl’in dirilten nefeslerini, İsrâfil’in hayat veren soluklarını duyar gibi olurlar.
Ezanla, namaz dışı gerilim ve doyum tamamlanınca, henüz farzla gerçek kurbet enginliklerine açılmadan evvel, ılgıt ılgıt ilâhî rahmet esintilerinin ruhları kuşatma faslı sayılan ilk nafile namaz ve kametle, o dakikaya kadar adım adım derinleştirilen konsantrasyon bir kere daha kontrol edilir; nihâî huzura ait teveccüh ve temkin bir kere daha gözden geçirilir ve miraca yürünüyor gibi namaza yürünür. O âna kadar gönlümüze çarpan, insanî yanlarımızı alarma geçiren ve bizi ebedî mihrabımıza yönlendiren ses, söz ve davranışlar, vicdan tellerinde gönlümüze ait hakiki nağmeleri bulabilmek için bir akort ameliyesi gibidir. İbadette asıl ses ise, o biricik mihrap karşısında, duygu, düşünce birliğine ulaşmış ve bir imam arkasında elpençe divan durmuş; eğilip saygı ve hürmetini ifade eden, kalkıp Hakk karşısında temennâ duran; yerlere kapanıp baş ve ayaklarını aynı noktada birleştirerek Allah’a yürüyen cemaatin müşterek davranışlarıyla başlar. Bizler cemaat şuurunu vicdanlarımızda duyduğumuz ölçüde, peygamberlerle yaşanmış aydınlık çağların bütün güzellik ve cümbüşünü duyuyor ve hissediyor gibi oluruz.
Evet, namazın göklerdeki âhengiyle bütünleşmiş olanlar için imamın arkasındaki her hareket, her söz, insanoğlu için yitik cennet adına bir hasret ve bir dâussıla sesi verir, bir ümit ve bir vuslat duygusuyla tüllenir. Kendini, namazın mirac buudlu havasına salan hemen herkes için o, cennet dönemlerimizin ve ötedeki cennetlerin nazlı, hülyalı günlerinin fecir tepelerine benzer. Bizler, his dünyamızın vüs’ati ölçüsünde, her namaza duruşumuzda, cennet güzelliklerinden tâ bizim altın çağlarımıza uzanan bütün bir ışık kuşağının safvetini, sükûtunu yudumlar ve neşeyle geriniriz. Bu sayede, dünyanın binbir dağdağasıyla dağınıklığa uğramış zihinlerimiz toparlanır.. ruhlarımız cismâniyetin kasvetli atmosferinden sıyrılır ve gönül dünyamız bir kere daha vuslat mülâhazasıyla köpürür. Her namaz vakti ve her farz edasında olmasa bile, ruh ve gönül erleri hiç olmazsa her gün birkaç kez, ezel ve ebed arası gelir-gider.. sık sık geçmişi geleceği birden düşünce menşurundan geçirir.. ve geçmiş gibi görünen zamanın altın dilimlerini, geleceğin ümitle tüllenen yemyeşil zümrüt tepeleriyle bir arada temâşâ eder.. ve başkalarının yaşadıkları hayatla bizim ömürlerimizi aynı anda duyar ve yaşar, kevser yudumluyor gibi içimizde binbir lezzet ve mutluluğun hatıralarını buluruz. Tıpkı rüyalarda olduğu gibi mesafeleri aşar.. zamanüstü âlemlerde dolaşır.. fevkalâdeliklerin bütün zevklerini duyar.. duygudan duyguya, fikirden fikire geçer.. her ânı, ayrı bir marifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk tûfânı içinde geçiririz. (Bu mülâhazalar irfan ufku bu noktaya ulaşanlar içindir.)
Hele bir de ruh ve gönül namazlaşınca, artık bu nûrânî keyfiyet evirir-çevirir, her zamanki amelimizin yerine kendi âhengini, kendi şiirini ve kendi semâvîliğini getirir ikâme eder.
Günde birkaç defa, düşünce ve hülyalarımızı besleyen namaza ait sırlı ve sihirli hareketler, her zaman bizi mâverâîliğe taşıyabilecek bir yol ve bir menfez bulur ve gönüllerimize:
“Mekânım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hakk ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördümi” (Nesîmî)
dedirtir.. ve böylece ibadet, gönüllerde gizlenen, gizlenip kenzen bilinen o ezelî güzellik ve bütün vâridâtların kaynağını, buudlara sığmayan derinlikleriyle bir kere daha fâş eder. Bu itibarladır ki, namazın içinde açıktan açığa bilinen ve net olarak görünen hususlardan daha çok, azamet ve heybet buğulu, kemmiyet ve keyfiyetleri aşan bir his tûfânı ve bir duygu anaforu yaşanır. Namazda, hep söylenemez şeyler beyan ufkumuzu sarar.. ifadesi imkânsız hisler ruhumuza garip bir mûsıkî fısıldar.. gündelik lisana sığmayan engin duyuşlar, düşünüşler benliğimizi işgal eder.. ve maddî aklın, mücerret mantığın sınırlarını aşan gaybûbet renkli bir fetânet, peygamber çizgisindeki meâdî bir düşüncenin kapılarını aralar. Bu açıdan da diyebiliriz ki, kulun namazdan daha büyük bir ibadeti ve namaz içinde köpüren tasavvur ve tahayyüllerden daha sıhhatli ve engin bir hali yoktur.
İnsan ruhunun, duyuş ve sezişleriyle şuhud ve vücudu aşıp gayb noktasına ulaştığı namaz ufku, onu duyan ruhların bütün hasretlerini, hicranlarını ve dâussılalarını söyler. Aynı zamanda kalbin itmi’nânını, insanî duyguların revh u reyhânını, varlığın ezelî serencâmesini, yıldızların yeryüzünü temâşâsını, göklerin sırlarını, ukbânın ışıklarını, cennetin yamaçlarını, yamaçlarda salınan ağaçlarını, ağaçların altında her zaman çağlayan ırmaklarını söyler.. rükünleriyle söyler, içindeki Kur’an’la söyler, duâlarla söyler; söyler ve söylediklerini yepyeni bir edâ ve üslupla ruhlarımıza kevserler içiriyor gibi tekrarlar…
Kıyamdan sonra, kulluğa kilitli bu sadık bendeler, saf ruhlarının heyecanlarını, müstakîm düşüncelerinin ra’şelerini bir kere de rükû kürsüsünden haykırmak isterler. Azamet ve ceberûtun, rahmet ve lütfun halitasından hasıl olan bir duyguyla ve heybete bürünmüş bir edâ içinde âdeta bir asâ gibi bükülürler.. bükülür ve iliklerine kadar işleyen bir kulluk şuuruyla hep ilâhî azameti mırıldanır ve bir kısım gök sakinlerinin Allah’a yöneliş üslupları sayılan rükû ile “Hazîratü’l-Kudsiün kapılarını zorlar ve o kapıların aralanması ölçüsünde kendi rûhî âlemlerinin derinliklerine kavuşurlar. Hacda ve başka yolculuklarda, tepelere tırmanılması, tepelerin aşılıp düzlüklere varılması tekbir, tehlil fasıllarıyla seslendirildiği gibi, namaz ünvanı altında ruhun mirac yolculuğu da, bir bölümden diğer bölüme geçişte hep aynı mübarek duygu ve düşüncelerle ve hep aynı mübarek kelimelerle ifade edilir. Hemen her rükünde, Allah’a karşı saygılı olmayı en iyi şekilde dile getirmek üzere söylenilen tekbirlerle, tahmidlerle ve bu kelimelerin çağrıştırdığı mülâhazalarla yüce divânın kapı tokmaklarına dokunulur; sonra da, bir eşref saati en mükemmel şekilde değerlendirme dikkat, teyakkuz ve temkiniyle beklemeye geçilir; geçilir ve avını bekleyen bir kedi hassasiyeti, bir örümcek sabrıyla ilâhî vâridât ve tecelliler avlanmaya çalışılır.
Namazda rükû, kıyamdan bir adım daha ileride üzerimize nefehâtını salar, ruhlarımıza hayattan daha güzel, cismânî zevklerden daha enfes ve bu sınırlı dünyada gerçekleştirilmesi imkânsız bir rüyadan, hem de tasavvur edemeyeceğimiz ölçüde bir rüyadan neler neler fısıldar. Gönüllerimize, istediğimiz, beklediğimiz nesnelerin ötesinde zümrütten günler, saatler ve dakikalar vaadeder. Zaten, hepimiz biraz da ümitlerimizin, mefkûrelerimizin, hülyalarımızın, beklentilerimizin çocukları değil miyiz? Hemen hepimiz, bugünkü tersliklerle hırpalanıp da gerçeğe uyanınca, içinde bulunduğumuz zamanı aşar ve ileride elde edeceğimiz hayat ve saadetin ümidiyle “gelecek zamani der ve tebessümlerle cennetin yamaçlarını süzeriz.
Rükû, Hakk karşısında iki büklüm olma mânâsındaki buuduyla, bütün kaddi bükülmüşlerden bir ses alır; yer yer “Rabbim bana zarar dokundui, zaman zaman da “Dağınıklık ve tasamı sadece sana açıyorumi der ve bize hayat ırmağından bir çağlayış, Yusuf ilinden de bir gömlek kokusu duyurur.. duyurur, hep hakikatlerin ötesinden gelecek hârikulâdeliklerin zuhur edeceği neşesiyle bizleri coşturur. Hem öyle bir coşturur ki, benliğimizden fışkıran bir hamd ü senâ tûfânıyla belimizi doğrultur ve O’na, bir ara fasıl minneti daha sunarız. Bu kısacık ayakta duruş, ilkinden farklı ve ayrı bir Hakk’a yürüme limanıdır. Bu nurlu limanda kıyamı, kıraati, rükû tesbihlerini, bir kere daha gönlümüzün derinliklerinden geçirir; hislerimizin sınırsızlığını, hayallerimizin sonsuzluğunu, bu kısacık tevakkuf içine sıkıştırarak duymaya çalışır ve bütün his gücümüzü vâridât avlamak üzere seferber eder ve yakaladığımız “kenz-i mahfîi tayflarıyla kendimizi daha engin ve kurbet renkli bir yeni duyuş çağlayanına salıveririz. Namazı rükûda duyup kıyamda dinleyenlerin nasıl bir haz ve lezzete erdiklerini, nasıl bir haşyet ve saygıyla kıvrandıklarını, nasıl bir ümitle gerilip nasıl bir korkuyla ürperdiklerini kestirmek zordur. Bu duyuş, bu dinleyiş, vuslata atılan adımların en ciddilerinden ilki, secde de bunun ikincisidir.
Secde, namazın içindeki mevhibe ve vâridâtın şükür zemini, erimiş gönüllerin kulluk kalıbına tam olarak döküldükleri mehâbet potası, duâlarla Hakk’ın kabulü, ortasında iki nokta arasındaki doğru çizgi ve bulunup bilinecek, bilinip sevilecek Zât’a karşı duyguların, düşüncelerin visâl koyu ve buluşma arsasıdır. Bizler, gerçek konumu içinde secdeyi duyup dinledikçe, imandan, İslâm’dan, ihsandan süzülmüş bir usârenin, namazlarımızın kıyam, rükû ve kavmesinden geçerek gönüllerimizin zümrüt tepelerine aktığını hissederiz.
Secdede baş ve ayaklarımızı aynı noktada birleştirerek yusyuvarlak hâle gelir; bir yay gibi gerilir; bir ses, bir soluk olur inler ve ümitlerimizin ameller önündeki herşeye yeten enginliğini, rahmetin herşeye sebkat eden öndeliğini imanımızla birleştirir, bütünleştirir; bir ucu dünyada bir ucu ukbâda âdeta bir gökkuşağına benzeyen bu alâim-i semâ altından geçmek sûretiyle tâliimizi değiştirmeye çalışırız.
İnsan, secdedeki duyuş ve sezişlerin kendisini yükseltmiş bulunduğu bahtının zirvesinden bakıp gerçeği temâşâ ettiği bu noktada, kalbinin dilini kullanarak, hislerinin bütün kelimelerini ortaya dökerek, dünyayı biraz âhirete doğru yönlendirip, öteleri de biraz ruh dünyasının içine aksettirerek kulluğunun destanını okuyor gibi bir mazhariyeti duyabilir, yaşayabilir.
Evet onun, kulluk şuuruyla coşan duâları, Allah’ın rahmet ve lütuf çağlayanlarıyla karşılaşıp birbirinin içine akıp da duâ ve icabet buluşunca, duygularımız cennet hayatı gibi güzel, vuslat gibi engin çağlamaya başlar. Anlayanlar için bu güzelliklerin tadı o kadar keskin, şivesi o kadar büyüleyicidir ki, onu bir kere duyup yaşayanlar bu nimetlere ve nimet sahibine nasıl şükredeceklerini bilemezler.
Başı yerde ve ışıktan bir helezonla en ulaşılmaz zirvelere tırmanıp ve semâvî seyahatle Hakk’a yakınlığı derinleştiren bir kurbet eri, “Hazîratü’l-Kudsie ermiş olma his, şuur ve mahmurluğuyla vuslatını bir başka buudla daha da renklendirmek üzere Hakk’a tazim ve tekrimini arzederek saygıyla başını kaldırır ve huzurda bulunmanın bütün âdâbıyla “et-tahiyyât…i diyerek vecde gelir ve artık bir yeryüzü varlığı değilmişçesine tabiatüstü bir hal, bir mânâ ve bir büyüye bürünür.
Öyle ki, bu engin hazlarla coşan namaz kahramanı, doyma bilmeyen bir hisle, kemmiyet ve keyfiyet sınırlarının üstünde, niyetle derinleştirip sonsuzlaştırdığı; yakîniyle Hakk’la irtibatlandırıp hulûsuyla ebedîleştirdiği, mal, can ve bütün ilâhî mevhibeler adına Hakk’a karşı minnet borcunu edâya yönelir; gönlünün bütün duyarlılığıyla Allah’ı anar ve inler.. Nebî’yi yâdeder, içi inşirahla dolar.. kendisiyle aynı mutluluğu paylaşan insanları düşünür, hayır duâlarıyla gürler.. ve tekbirlerle başlattığı bu mirac yolculuğunu, dinin temeli sayılan şehâdetlerle noktalar…
Namaza alışmış ve onunla beslenen insanlar, ona hiçbir zaman doymazlar. Doymak şöyle dursun, her namaz bitiminde “daha yok mu? der, nafileden nafileye koşar; duhâ ile güneş gibi yükselir, evvâbinle gidip kurbet tokmağına dokunur, teheccüdle berzah karanlıklarına ışıklar gönderir ve ömrünü âdeta ibadet atkıları üzerinde bir dantela gibi örmeye çalışır ve kat’iyen içinde yaşadığı nurlardan, ruhunu saran mânâlardan ayrılmak istemez.. istemez ve hep ibadetin vaadettiği güzelliklere koşar.
Sızıntı, Temmuz 1994, Cilt 16, Sayı 186
Olanlar ve Olması Lâzım Gelenler
Son bir iki asırdan beri devam edegelen terslikler yüzünden, milletin mecâlsiz bakışlarında hayret dolu bir sabır, dehşetle tüllenen bir şefkat, endişe tüten bir temkin, dudaklarında duâ ve yüreğinde heyecan eksik olmadı.. ve mevcut şartlar itibâriyle de eksik olacağa benzemiyor. O, şu anda da en amansız hafakanların pençesinde köpürüp dururken, kendi kendine: ‘Oturup ölümümü mü beklesem, kalkıp bir çare mi arasam, Hakk’a yönelip yakarışa mı geçsem, yoksa teselli buudlu şu mevcut çarelerle yoluma devam mı etsem?’ diye mırıldanıyor.. ve mânâlı-mânâsız insiyakların gel-gitleri arasında çalkalanıp duruyor. Onun bu çaresizlik ve inkisârına karşılık, günübirlikçiler, gününü gün etme sevdâsında; yığınlar, olabildiğince sorumsuz, sorumsuz oldukları kadar da insan ve imkân israfı içinde; din ve millet düşmanlarında her müspet hamleyi baltalama gayreti; her zaman aldanabilen kitlelerde ise, bir orada, bir burada yüzüp-gezmeler.. işte insanımızın yakın geçmişi itibâriyle makus kaderi!
Bu karanlık dönemde mantık, bütün gücüyle bir aldatma ve demagoji vâsıtası; bilim, ‘dediğim dedik’ saplantılarıyla tezyîfkâr bir müstebit; kuvvet, her şeyi hâkimiyeti altına alma ve her şeye hükmetme azgınlığı içinde.. ve bütün bunlara mukabil halkın vicdânı ise, akla-hayâle gelmedik baskılar altında inim inimdi. Bu dönemde, din hissi, birilerince, başı sıkışan kimselerin kullanabileceği büyülü bir kredi kartı kabul ediliyor, buna karşılık hakîkî dindarlık ise, dünyada yeri olmayan bir muammâ gibi gösterilmek isteniyordu. Daha garibi de, bütün bunlar, çağdaşlık hezeyanları içinde ve millete, millî değerlere rağmen yapılıyordu.
Doğrusu, çeşit çeşit yokluklar kıskacında ve gerçek insan nedretiyle kıvrandığımız bu karanlık dönem, gelecekte hep tedâî ettirdiği ürpertilerle hatırlanacak ve tarihimizin kara günleri olarak anılacaktır.. olması gerekli olan şeylere hasret, olmaması lâzım gelen çarpık düşünce, çarpık anlayış ve çarpık davranışların ağında inleyip durduğumuz tarihin bu kapkara günleri.. biz, yakın geçmişimiz itibâriyle ve şimdilerde, olmaması îcâb eden hemen her şeyi, hem de kerhen ve yutkuna yutkuna yaşadık. Ama acaba, yıllar ve yıllar boyu hayallerimizde yaşatıp durduğumuz o olması lâzım gelen şey ne idi?
Her şeyden evvel o, upuzun bir geçmişin değerlerle dopdolu katmanlarında birike birike, sıkışa sıkışa dünyalar kıymetine ulaşmış çok önemli bir hazinenin hazinedârlığı şuuru; bugünü dünle, yarını da bugünle iç içe mütâlâa edebilecek, mütâlâa edip değerlendirecek terkip kabiliyeti; geleceği mâzinin o muhteşem kaneviçesi üzerine sanatkârâne işleyecek zevk ve düşünce enginliği; sonra da bu şuur, bu kabiliyet, bu derinliği eksiksiz temsil edebilecek kalp ve kafa izdivâcına muvaffak olmuş ruh nesilleriydi. Tavırlarında bir zamanlar dünyayı idare etmiş olmanın vakar ve ciddiyeti; üsluplarında şanlı geçmişimizin derinlik ve ledünniyeti.. ve varlığı didik didik edip değerlendirmede, değerlendirip sağlam bir ukbâ muvâzenesi kurmada ilklerin mahâretini ortaya koyan ruh nesilleriydi.. dünyanın yanında ukbâya, fiziğin yanında metafiziğe açık anlayışlarıyla, içinde bulunduğumuz zamanı tarihe bağlayacak ve fâni ömürlerimizi ebediyetle irtibatlandıracak olan bu kudsîler sâyesinde alâkadar olduğumuz bütün dünyevî kıymetler birer manevî kıymete, bütün maddî güzellikler ve görkemler de birer uhrevî derinlik ve ihtişâma ulaşacaktır.
Mevcûdiyetleri bizim için İlâhî bir lütûf ve cennet ehlinin de muhâvere mevzuu bu olgun ruhların konuşmaları hep ilim ve hikmet, sükûtları müsamaha ve ibret, düşünceleri gönül kapılarını açan sırlı birer anahtar, davranışları da tül tül Kur’ân televvünlüdür. Çizgi çizgi çehrelerindeki mânâlarla her zaman kendilerini saydırmasını bilen, herkese bir şeyler anlatan, anlatıp semtlerine uğrayanları büyüleyen öyle engin gönüllerdir ki, olabildiğince dünyaya açık olmanın yanında herkesten ziyâde Allah’a yakın ve olabildiğine hür irâdeli, hür düşünceli olmanın yanında fevkalâde temkinli, îtinâlı ve dikkatlidirler. Topyekün varlığı bir meşher gibi temâşâ ede ede, bir kitap gibi yorumlaya yorumlaya ona o kadar âşinâ olmuşlardır ki, kâinâtın sahife ve satırları arasında, evlerinin sofa, salon, koridor ve odalarında dolaşıyor gibi rahat hareket eder ve uğradıkları her menzilde ayrı bir vâridâta erer, ayrı bir doygunluğa ulaşırlar.
Ayrıca onlar, rûhî saygı ve terbiyeleri açısından o kadar derin ve engin, insanî değerlere karşı o kadar hürmetkâr ve ince, iyiliğin iyilik, kötülüğün de kötülük getireceğine o kadar inanmışlardır ki, uğradıkları her yerde cennet yamaçlarının sıcaklığı hissedilir ve kurbet esintileri duyulur. Semtlerine uğrayanlar huzur bulur, onlarla oturup kalkanlar insan olmanın gâyesini idrak eder. Onlar, gençliklerinin enerji dolu demlerinde, olgunluklarının temkinli anlarında ve yaşlılıklarının bilgi ve tecrübe ile köpüren günlerinde hep çizgilerini korur ve aynı yörüngede yürürler. Çok zekisi ve o kadar akıllı olmayanı; her zaman dosdoğru kalabileni ve ara sıra inhiraf edeni; meşrû haklarından yararlanmak isteyeni, maddî-manevî füyûzât hislerinden fedâkârlıkta bulunanı; şahsî hayatı itibâriyle bir ölçüde mutlu yaşayanı, biraz derbederi; en büyük zorlukları rahatlıkla aşabilecek iradelisi, maruz kaldığı bir kısım hadiseler karşısında sarsılanı; Allah’a intisâbı sayesinde kâinâta meydan okuyanı, yer yer korku ve paniğe kapılanı; inzivâya çekilip ömrünü hülya yamaçlarında geçiren hayalperesti, halk içinde Hakk’la beraber olup muhtaç sînelere ebediyet düşüncesi üfleyeniyle, hemen hepsi, huyunun, tabiatının, mîzaç ve meşrebinin açık olduğu ölçüde iyilik soluklar ve iyilik düşüncesiyle oturur kalkarlar. Kimi uslu uslu ve biraz da nazlı; kimi atılgan, müteşebbis ve canlı; kimi dalgaları dinmiş denizler gibi durgun, fakat mehip; kimi gel-gitleri bitmeyen bir deryâ gibi her zaman gürül gürül; ama hepsi de tâ ruhlarının derinliklerinden kopup gelen ışıklarla pırıl pırıl ve rûhânîlerle atbaşı bu yiğitler, yakın çevreleri, topyekün milletleri ve bütün insanlık için yaşıyor olmanın sancısıyla kıvrım kıvrım ve senelerden beri hep yollardalar. Köyleri, şehirleri, bölgeleri, hatta meşrepleri, mîzaçları ayrı ayrı olsa da, imanları, hizmetleri, ülkeleri ve ülküleriyle kenetlenmiş gibi bir görünüm sergiler ve sürekli aynı şeyleri soluklar, aynı ideali paylaşırlar.
Her gün yüzlerce bâdire ile karşı karşıyadırlar ama, gönüllere rikkat verecek bir incelikle hep başkalarını düşünür ve başkaları için yaşarlar; hem de kendilerini ve yakınlarını düşünmeyecek kadar bir diğergâmlık rûhuyla. Ağlamaları çok, gülmeleri az, tebessümleri de mânâlıdır. Varlığın perde arkasından sızıp gelen sırlara, dört bir yandan gönüllerini saran ilhamlara, ilhamlarını sînelerine boşaltabilecekleri âşinâ muhatapların bulunmasına, hizmetlerinin ümitle tüllenen âkıbetine, Allah’ın hoşnutluğuna ermiş olma bahtiyarlığına ve böyle bir hüsn-ü zan kuşağında öleceklerine ve O’na mülâkî olacaklarına tebessüm ederler.
Hemen herkesi, kendi derinlikleriyle saran duyguları o kadar mûnis, meleklerin nezâhetini hatırlatan onların hayatları öylesine temiz, sevgiyle atan onların sîneleri o denli hassas, sesleri-solukları öyle inandırıcı ve bu saadet hissini onlara duyuran Yüce Yaratıcı onlara o kadar yakındır ki, huzurla tüten bu yakınlığın onların gönüllerinde hâsıl ettiği itmi’nân sayesinde ‘hep güzel görür, güzel düşünür’ ve Firdevslerde yaşıyormuşçasına ‘hayatlarından lezzet alırlar.’
Onların iklimine daha ilk adımımızı attığımızda göklerin bilmem hangi devresinden, arzın hangi döneminden, insanlık tarihinin hangi bölümünden pırıl pırıl bir zaman dilimi gelir.. bütün ufkumuzu kaplar.. ve biz onun, o da bizim olur. Öyle ki, kulaklarımızda bütün bir geçmişin uğultularını duyar, hayallerimizde topyekün beşer tarihinin tüllendiğini hisseder ve sîne-lerimizin heyecanla attığına şâhit oluruz.
Evet, onların o zamanüstü ikliminde âdeta, yitirdiğimiz her şey dönüp geriye gelir.. kaybettiğimiz bütün değerler ve ihmal ettiğimiz tarihî dinamikler derlenir-toparlanır, yeniden bizim olur. Dünyaya açıldığımız ilk nazlı günler, çiçekler gibi hülyalarımızda bir kere daha tomurcuklaşır.. paramparça olmuş şeref, haysiyet ve onurumuz, tıpkı kırılmış bir kristalin, mini mini parçalarının bir büyü ile bir araya gelip eski halini alması gibi yeniden birleşir, bütünleşir ve tekrar eski güzelliğine ulaşır. Hülyâlarımızı besleyen bu duygu ve bu düşünceler, bizi her zaman, içinde bulunduğumuz ânın dar kalıplarından kurtararak daha ferah-fezâ iklimlerde dolaştırır; dolaştırır ve rûhun hayat seviyesinde sihirli bir âlemin erişilmez zirvelerine ulaştırır. Zaten hepimiz, biraz da ümit ve rüyaların çocukları değil miyiz!
tarihinde hazırlandı.
Sitem ve Beklenti
İnsanımız, ümit ve inkisar içinde, gözleri dolu dolu kendini düzlüğe çıkaracak Heraklit’ler bekliyor. Seneler var ki, bu milletin öz evlatları olan bizler, onun aşk u nefretiyle dopdolu gönüllerimizde, birer çığlığa dönüşen heyecanlarımızı hep haykırmak istiyor; ama bir türlü haykıramıyor ve yutkunuyoruz. Her gün birkaç defa kendimizi var olma hülyâlarına salıyor, sürekli yokluğa çarpıyor ve her çarpışta da iki büklüm oluyor ve inliyoruz. Biz hepimiz, genç-ihtiyar, tahsilli-tahsilsiz, talebe-hoca, esnaf-memur dünya kadar beklentileri olan aynı kitlenin sağa-sola saçılmış parçaları, yıllardan beri fırtınalar içinde yalpa yapıp duran aynı geminin ızdıraplı yolcuları ve bir türlü ardı-arkası kesilmeyen hâricî-dâhilî baskıların ve amansız, imansız saldırıların ezip ezip geçtiği zamanzedeleriz. Kendimi bildim bileli ömrümüz hep çekiç-örs arasında, duygu ve düşünce hayatımız da balyozlar altında geçti.. yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt”le doğrulup kendimize geleceğimiz ve kendimizi yenileyeceğimiz âna kadar da, milletçe bu cendere içinde kıvranıp duracağa benzeriz.
Kendimize gelmemiz, kendimizi yenilememiz gelecekteki varlığımızın ön şartları olsa da, yeni bir tekevvün ve yeni bir âlem için yeni mülâhazalara ihtiyaç olduğu da bir gerçek. Yoksa, düşünce ve tasarılar, plân ve projeler havada kalır. Öyle olduğundan dolayı değil mi ki, pek çoğumuz itibariyle, senelerden beri hep havanda su dövüyoruz. Rica ederim, onca atıp-tutmalara, onca tumturaklı beyanlara rağmen, üslup ve idare tarzında herhangi bir yenilikten söz etmemiz mümkün mü? “Her problemi çözdük ve çözüyoruz” iddialarımızın üzerinden bunca yıl geçtiği halde, hâlâ bir kısım millî, içtimâî, idârî ve iktisâdî sıkıntılarla kıvrım kıvrımız. Plânsızlığımız, yetersizliğimiz, kararsızlığımız itibariyle zannediyorum, hâlâ meşrûtiyet yıllarının sisli vadilerinde dolaşıyoruz. Grup ve parti çekişmelerinde hep o bildiğimiz eski inat.. fert ve zümre çıkarlarında yıkılış dönemimizden birkaç kadem daha önde bulunuyoruz. Üst üste bunca falso, bunca fiyaskodan sonra, ciddi bir tevbe ve nedametle, muvakkaten olsun kendi kendimizi kontrol etmemiz gerekmez miydi? Heyhât, ne gezer.! Günlük boğuşma ve basit siyaset oyunlarından başımızı kaldırıp çevremize bakmaya fırsat bulamıyoruz.. dünya, başını almış bir yerlere gidiyor; farkında olan gelsin beri.! İkazları işitmiyor, yanlışlıkları sezemiyor.. idaredeki tereddüt ve kararsızlıklarımızı, yeni bir şeyler yapıyor gibi göstererek hem kendimizi hem de kitleleri aldatıyoruz.
İç problemlerimiz açısından fevkalâde tutarsız ve yetersiz, dış hadiseler karşısında da olabildiğince bir duyarsızlık, hatta vurdumduymazlık içindeyiz. Çevremizde zuhur eden fırsatları değerlendiremiyor, büyüklüğe sıçrama adına elde ettiğimiz avantajlardan yararlanamıyor ve hep o istibdat dönemi kafasıyla, biz usanmış olmasak da dost-düşman herkesi usandıracak şekilde “gericilik”, “yobazlık”, “fundamentalizm” gibi kelimelerle Müslümanlığı ve Ehl-i İslâm’ı baskı altına almaya ve karalamaya çalışıyor ve kendi kendimize teselli oluyoruz.
Bunlarla bazı çevreler iğfal edilerek harekete geçirilse de ülkemizi iki adım öteye götürmek mümkün olmayacaktır; şimdiye kadar olmadığı gibi.
Oysaki, herkesin, hususiyle de zirveleri tutanların himmeti, devleti güçlendirmeye ve milleti yükseltmeye ma’tuf olmalıydı.. bize ve herkese düşen de bu idi… Ne var ki, şimdiye kadar olmadı.. ve bir kısım iç ve dış mihraklarca olmasına da fırsat verilmedi. Henüz iş işten geçmiş sayılmaz. Şu anda bile derlenip-toparlanmamız ve kaçırılan fırsatları yeniden yakalamamız mümkündür. Ancak, yapacağımız şeyleri bilmemiz, hamiyet ve samimiyetle çalışmamız şarttır.
Bunun için de, evvela milletçe, nereden nereye geldiğimizi, şu anda nerede bulunduğumuzu, hedeflerimizin nelerden ibaret olduğunu gözden geçirmemiz, varlık ve bekâmızın temel dinamikleri üzerinde bir kere daha durmamız, ferdî ve içtimâî rahatsızlıklarımızı tespit edip alternatif çareler üretmemiz lazım.
Evet, yıllardan beri derlenip-toparlanma adına onca gayret etmemize rağmen dün denecek kadar yakın bir tarihte, yerle bir edilip enkaz yığını haline gelen bir Japonya, bir Almanya, bir Güney Kore ölçüsünde olsun kalkınamadığımızın sebepleri üzerinde mutlaka durulmalı.. son bir-iki asırdan beri künde künde üstüne devrilişimizin esbabı mutlaka araştırılmalıdır. Şimdiye kadar “Vur abalıya!” kabilinden bu sebepleri hep dinde, diyânette aradık veya hasımlarımızın bitmeyen husumetine vererek teselli olduk. İç ve dış düşmanlarımızın içimize fitne sokarak bizi birbirimize düşürdükleri, vuruşturdukları muhakkak.. ama din ve diyânet, başını alıp göklerde dolaşanlarda da var. Hem de, temel disiplinleri açısından aklın bedâhetiyle çelişen, pozitif düşünceyle çatışan bir din ve diyânet… Hasımlarımıza gelince, onların olmadığı devir ve fitne sokuşturmadıkları millet mi var.? Bence, bunlarda teselli arayacağımıza, bir de dünden bugüne devleti idare edenler üzerinde durmamız daha isabetli olacaktır.
Evet, bir kısım serkârlarımız itibariyle dünyada olup-bitenleri görüp değerlendireceğimize, geçmişimizi ve bazı hayâtî müesseselerimizi karalamakla bir yere varacağımızı zannettik. Yüz bin defa yazıklar olsun ki, bunca zamandır bu koskoca yanlışı anlayamadık, anlayanlarımız itibariyle de bir eski siyâsînin itiraf ettiği kadar olsun “Târihî bir yanılgı içindeymişiz” diyerek, erkekçe ve gerçek bir aydın olmanın gereğini yerine getiremedik.
Bizi, şu-bu değil, gaflet, cehalet, sefâhet, batıperestlik ve geçmişimizin bir bayrak gibi şehbal açmasını sağlayan târihî dinamiklerimizi inkâr batırdı. Hürriyet ve demokrasi nimetlerini -ne ölçüde bir nimetse- birbirimizi didiklemekle değerlendirdik. Hem öyle bir değerlendirdik ki, bu didişmeyi fırsat bilen ve kolumuzu-kanadımızı kıran can alıcı hasımlarımızı bile göremedik.. göremedik ve sürekli hasis ihtiraslar peşinde olduk ve birbirimizi didikledik durduk. Değişik milletleri, belli ölçüde yükselten, mutlu eden, hatta ümitlendiren ve şevklerini artıran insanî hak ve hürriyetleri saygısızlığa ve başkalarına tecavüze vesile saydık. İlk mektepteki mini bir talebeden üniversitedeki öğretim görevlisine, sokaktaki hamaldan kuvveti temsil eden zirvedekilere kadar herkes, kendi vazife ve sorumluluğunu bir yana bırakarak siyaset humması yaşamaya başladı. Mekteplerde saf dimağlara siyaset pompalandı. On yaşındaki çocuklardan, hayızdan-nifaktan kesilmiş acûze-i şemtâlara kadar herkes kendini diplomasiye saldı! Bu yanlış telakki ve çerçevesi belirlenememiş siyaset mülâhazasıyla fertler ve toplum defaatle nifak ve şikakla sarsıldı.. kitleler şaşkına döndü ve devlet zaafa uğratıldı. Altı asırdan beri hamâsî kahramanlıklarıyla destanlara mevzu olan bir kısım güç kaynakları bile bu levsiyâttan nasiplerini aldılar.
Evet, bazı hayâtî müesseseler için AIDS ölçüsünde tehlikeli sayılan siyâsî ihtiraslar, vatan ve ülke bölünmezliğine, din ve devlet düşüncesine kilitli olması gereken toplumun, o can damarı mesabesindeki birimlere dahi sirayet etti; etti ve başlarını döndürdü, bakışlarını bulandırdı ve iç kaymasına uğrattı. Bu arada, başı çekenlerin pek çoğu “devletin parası deniz…” mülâhazasıyla hareket ederek millete, can alıcı hasımlarından çekmediklerini çektirdiler. Öyle ki, hiç beklenmedik kimseler bile çalıp-çırpmaya başladı ve hiç umulmadık zâtlar gırtlaklarına kadar bu levsiyâta girdiler. Hatta bir kısım fırsat ve imkânları elde eden idareciler, bu mâsum, mâsum olduğu kadar da sarsık, bu mübarek, mübarek olduğu kadar da istismara açık milletin yaralarını saracakları yerde, onun kurumuş damarlarındaki kanı emebilme yollarını araştırdılar.
Bütün bu olumsuz durumları başkası değil biz hazırladık. Milletimize, ızdırapların en utandırıcılarını biz çektirdik.. ve çektiriyoruz da. Öyle ise hem bir sorumluluk, hem de asırlık günahlarımıza keffâret olarak onu kurtaracak, yükseltecek ve devletlerarası muvâzenedeki eski konumuna ulaştıracak da yine bizim imanla çarpan sînelerimiz, dünyaya açık dimağlarımız, ruh ve mânâ köklerimizdeki rasânet ve çelik pazularımız olmalıdır.
İslâmiyet, geleceğe yürümemiz adına âdeta hayâtî bir dinamiktir. Ona sığınma sayesinde önemli bir kuvvet kaynağını elde etmemiz her zaman mümkün olacaktır. Dînin o lâhûtî ve sarsılmaz gücü bir kere daha ortaya çıktıktan sonra, böyle bir kaynağa karşı lâkayd kalmak tam bir aldanmışlıktır. Hele topyekün bir dünyanın dine yöneldiği bir dönemde böyle bir lâkaydîlik affedilir gibi değildir. Bu mülâhazamızı, “Dînin Yenilmez Gücü” başlığı altında başka bir yerde ifade etmeye çalıştığımız için bu faslı da burada noktalamak istiyoruz.
Sızıntı, Ekim 1994, Cilt 16, Sayı 189
Süleymaniye
Süleymaniye, muhteşem günlerin hâtırâları üzerinde devâsâ bir menşûr ve sanatın ma’bedde zirveleştiği, ma’bedin gerçek sanatla buluştuğu kristal ruhlu granit bir yapıdır. O, Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi iki şiir üstadı ve sanat dâhîsinin duygularını besteleştirdikleri bir güfte ve şanlı dünlerimizin dili dudağı sessiz bir bedîiyyat tercümanıdır.
1550’li yıllarda Sinan’ın sanat dünyasına iki şaheser armağanı vardır: İstanbul Süleymaniye Külliyesi, Şam Süleymaniye Külliyesi. İkisi de, adına inşâ edildikleri Muhteşem Süleyman’ın ihtişamını aksettirecek seviyededir. Şam’daki külliye, Sinan’ın bir kalfası tarafından kontrol edilir. Baraka Irmağı kıyısında hac kafilelerine hizmet vermek için plânlanmış bulunan Şam Süleymaniye Külliyesi; camii, aşhanesi ve kervansaraylarıyla plâna esas teşkil edecek mahiyette entegre bir tesistir. Bu muhteşem külliye, tesis gayesini gerçekleştirmedeki mükemmeliyeti, mimârîsi, hizmetleri ve daha sonraki ilâveleriyle başlı başına sultanî bir eserdir ve müstakil bir araştırma ister…
Bizim şimdiki konumuz İstanbul Süleymaniye Camii.. geniş külliye halindeki müştemilâtıyla Süleymaniye, yerleşik belde mimârîsinin en güzel örneklerinden biri, belki de birincisi.. Fatih Külliyesi’nin geliştirilmiş, olgunlaştırılmış mütekâmil bir örneği ve inançtan muâmeleye uzanan çizgide duygu ve düşünce dünyamızın tahaccür etmiş, granitleşmiş bir ehramı gibidir. Zaten öyle olması hedeflenerek inşâ edilmişti.
“En güzel ma’bedi olsun diye en son dinin,
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin” Yahya Kemal
Sübyan mektebinden yüksek eğitim veren medreselere, imarethânelerden hamamlara, şifâhâneden dâru’t-tıbba kadar topyekün bir hayatı kucaklayan Süleymaniye Külliyesi, bütün o geniş gâyeli mekânları, bu mekânların tıpkı zincirin halkaları gibi birbiriyle irtibatı, el ele, omuz omuza ve diz dize bir sanat armonisi içindeki bütünlüğüyle âdeta bir halka-i zikri, caminin de bu halkanın serzâkiri olduğu imajını uyarmakta ve bu düşünceyi ilham etmektedir.
Bir taraftan konaklama, diğer taraftan beslenme işlerini birleştirerek, misafir odalarından mutfağa, medreselerden imarethâneye, dâru’t-tıbdan şifâhâneye, hamamdan mescide bütün beşerî ihtiyaçların kucaklanıp karşılandığı çok üniteli mekânları ve bu ayrı ayrı mekânların gizli bir kısım atkılarla Mabetle irtibatlandığı, ihtiyaç ve estetiğin kutuplaşıp gökkuşağı haline geldiği semâvî buudlu fakat arzî bir sanat harikasını görmek için, iç muhtevayı da düşünerek, yukarıdan kuşbakışı bu mübarek hazîreyi bir kere temâşâ etmek yeter zannediyorum. Evet,
“Sanatın ruhunu seyyâl bulut şeklinde ” Mehmet Akif
görmek istersen gel Süleymaniye’yi beraber seyredelim.
Süleymaniye Camii; konumu ve yeri itibariyle, bilhassa Yeni Cami, Galata Köprüsü ve Unkapanı hattından bakılınca, bütün İstanbul’a hâkim, minareleşen bir ma’bed, olabildiğince derin, ürperten ve ihtişamla tüten, burayı ve öteleri gözetlemeye açık bir rasathane gibi görünür. Öyle ki Yahya Kemal’in
“Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi..
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne…”
sözleri mübalağa değil eksik sayılabilir. Hele iç yapı ve dahilî dizayn itibariyle, biraz dikkat eden hemen herkese o, bir muhteşem dönemin, muhteşem mimârının elinden çıktığını ve yine muhteşem bir hükümdarın eseri olduğunu fısıldar ve ruhlarımıza:
“Sanki ummân-ı bekânın ezelî bir mevci,
Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!…
Dur da Ma’bûduna yükselmek için ilme basan,
Ma’bedin halini gör işte serâpâ iman!..” Mehmet Akif
nağmelerini duyurur.
Bu mübarek ma’bed, dışıyla-içiyle hep bir vakar ve ciddiyetle tüllenir; tüllenir de, ona göre basitlik sayılan plastize süslemelere kapalı kalır.. evet bir kısım ma’bed ve türbelerdeki gibi nakış, arabesk, boya ve çini süslemelere burada fazla yer verilmez. Eğer son cemaat revâkının, alt pencerelerinin tepelerindeki lacivert zemine beyaz hatla işlenmiş kitâbe.. ve mihrabın iki yanını süsleyen panolar istisna edilecek olursa, Süleymaniye Camii’nde Sinan’ın, dış süsleme endişesine hiç mi hiç kapılmadığı ve sanat ruhunu ihtişam büyüsüyle soluklamak istediği hemen hissedilir.
İnsan, camiin ön kapısından, şadırvan avlusuna adım atar atmaz, revaçların sıcaklığı, şadırvanın dinlendiriciliği, kıble kapısı önündeki kubbe mukarnaslı çıkmalar ve pembe somaki, kırmızı taş, beyaz mermerlerden, sütun başlıklarının büyüleyiciliğiyle karşılaşır ve kendinden geçer. Şadırvan insan ruhuna üflediğini üfler, âdeta onu konsantrasyona hazırlar ve ma’bede doğru “yürü!” der.
Camiin içine girince, ilk defa, görkemli dört filayağı üzerinde yükselen muhteşem bir kubbe göze çarpar.. ve onu İslâm’ın remzi olan beş küçük kubbe çevreler. Zannediyorum bu konumda ana kubbenin diğer beş kubbeye inzimâmıyla ortaya çıkan altı rakamı, iman esaslarını hatırlatır; ayrıca, büyük kubbe, İslâm’ın en temel rüknü olan tevhidi minarelere ulaştırıp ilân ederken, beş küçük kubbe de onu kucaklar, ona destek olur ve onun varlığının birer gölgesi gibi ona sımsıkı tutunurlar.
Camiin bir diğer büyüleyici yanı da, günün değişik saatlerinde değişik pencerelerden içeriye yayılan ışık hüzmeleridir. Evet tam yedi kat üzere tanzim edilmiş ikiyüzdokuz pencereden her zaman camiin içine ışık akar gelir.. bu renkli camlardan sızıp içeriye dökülen ışıklar, insanda ne romantik düşünceler ne romantik düşünceler uyarır. Şayet, daha sonra ilâve edilen bir kısım nesepsiz nakışların tedâî ettirdiği münasebetsizlikler olmasaydı, kim bilir ruhlarımız daha neler neler hissederdi! Evet,
“Ma’bedin cephe cidarındaki loş pencereler,
Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,
Mütemâdî sağıyor dahile bir gölgeli nûr” Mehmet Akif
Yeryüzünde bulunan bizler her zaman, göklere ve gökler ötesi mâneviyat âlemlerine açılma arzusuyla, semâların derinliklerini, ötelerin ciddiyetini, sonsuzun ürperticiliğini gönüllerimize duyuracak bir ses ve soluğa ihtiyaç hissederiz. Tıpkı uzun bir sefere hazırlanan rûhun tam gerilime, eksiksiz zâd u zâhi-reye ve yol düşüncesine ihtiyaç hissettiği gibi ihtiyaç hissederiz. Buna duygunun, düşüncenin, rûhun gıda alması da denebilir ki, her yolcu ve her türlü yolculuk için kaçınılmazdır. Hiç şüphesiz, bu en hayâtî gıda ve mânevî besin kaynağının semâvî sofralar halinde inip kalktığı yerlerin başında da, derin tedâî gücü, uhrevî motivasyonu, her parçası ayrı bir cennet kapısına menfez sayılan aksesuarıyla ma’bed gelir. Süleymaniye ise, bütün bunları tedâî, tahattur ve tahayyül ettirecek engin, rengin ve zengin bir koleksiyon gibidir.
Olsa, bu mânâ endamlı, tarih renkli, sanat ahenkli ma’bed, hazîresine sığınan herkese, bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu aldırtacak kadar hâlâ canlı, hâlâ cazip, hâlâ güzel ve hâlâ bir kısım husûsî duygularımızı şahlandırma adına önemli bir vâridâtın gürül gürül kaynağı olabilme büyüsünü taşımaktadır. Evet o, cesedine yenik düşmemiş, bedenini aşabilmiş aydınlık ruhlar için hâlâ med vaktini yaşayan bir deniz gibi dalga dalga ve köpük köpüktür.. istersen
“Cephe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak,
Sonra mihrap ile mahfillere, kürsîlere bak
………………………………………………..
Dalgalansın da, denizler gibi kalbinde celâl,
Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl!” Mehmet Akif
Süleymaniye’nin, bilhassa Haliç tarafından bakılınca, başını dikmiş, göğsünü germiş derin derin İstanbul’a, Haliç’e hatta Boğaziçi’ne bakan ve bir beklentiyle yutkunan muammâlı bir hâli vardır. Daha çok vakarlı bir çehreye benzeyen heykelinin, gözlerimize, gönüllerimize sinen mânâsı ve öbek öbek çevresini saran müştemilâtıyla ruhlarımızda kendini hissettirince, insan bu anlamlı simâ karşısında garip şeyler duymaya başlar ve bu ürperten sükût karşısında ruhunda ne ra’şeler ne ra’şeler uyanır!
Süleymaniye bulunduğu noktaya o kadar uymakta ve o kadar yakışmaktadır ki, en âmiyâne bakışlar bile, bulunduğu yerle onun ruhu arasındaki mânâyı hemen sezebilirler. Öyle ki, onunla yerleştiği mekân arasında o derin münasebet eğer kavranabilse, o, öyle rastgele plânlara göre ve rastgele malzeme ile değil de, kendi iç derinliği ve dış husûsiyetleriyle bulunduğu yerden fışkırıp çıkmış gibi bir his uyarır insanın rûhunda. Ma’-bede açık ruhlar, başları onun gölgesine ulaştığı andan itibaren, kendilerini seven, okşayan, bağrına basan sımsıcak bir anne kucağında hissederler. Bu satırların yazarı için bir mazhariyet sayılan böyle bir okşanma ve kucaklanma, hem de geçmişi geleceğe bağlayacak köprü bir nesle hitap makamında okşanıp kucaklanma -dinleyenler kendi talihsizliklerine saysınlar- diyen için böyle tasavvurları aşan zevk ve hatıralara inkılab edince, kim bilir, hayatı her zaman uhrevî derinlikleriyle yaşayan yüce kametler onu nasıl düşünmüş ve nasıl hissetmişlerdir?
Evet insan, ihtişam dönemimizin bu pırlanta âbidesini, onun sağında ve solundaki müştemilâtı, her yeri kendi ruh ve mânâsıyla ma’bede sığınmaya koşuyor bir görünüm arz eden medreseleri, şifâhâneleri, dâru’t-tıpları, dâru’l-kurrâları, dış cemaat mahalleri ve revâklarıyla hepsini birden kavrayıp rûhuna sindirdiği zaman, daha camiye adım atmadan derin bir uhrevî sükûtun şiirini dinler.
Süleymaniye’ye Allah’a yükselme ve ulaşma yollarını remzediyor gibi değişik kapılardan girilir. Bu giriş bazı yerlerden düz ayak, bazı taraflardan da biraz merdiven çıktıktan sonra gerçekleşir. Hazîreye başını soktuktan sonra herkes bahçede bir konsantrasyon yürüyüşü yapar ve hangi yandan olursa olsun ona ulaşmak için “bi-kaderi’l-keddi tüktesebü’l-meâli -sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir” düşüncesini pekiştirmek üzere birkaç merdiven daha çıkmadan şadırvan bölümüne girilemez. Şadırvan bölümünde, mütekabil, aynı boyda ve birbirine bakan revâklar, ukbâya açık kapılara benzeyen halleriyle, ma’bede koşanlara bir şeyler fısıldıyor gibi, onların ümitlerine tebessüm eder, endişelerine takallüsler fırlatır ve hep müminin gönül dünyasının haremi sayılan ma’bedin iç kısmına işaret ederler. Derken, herkes duygularıyla ikinci kez beslenmiş, herkes ikinci kez azığını almış, hazları köpük köpük Dostla halvete yürür.. ciddî bir temkin ve olabildiğince bir edeple yürür ve kendilerini gönüllerin harem dairesinde bulurlar.
“Bir gelişle ki; ne mübarek, ne garip âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayalle dolu.
Kimi gökten, kimi yerden uçuşup her kapıya,
Giriyor birbiri ardınca ilâhî yapıya.” Yahya Kemal
Burası iç yüzü ve mânâya açık aksesuarıyla o kadar rengin, o kadar olgun ve o kadar geniştir ki, o âna kadar gördüğümüz kısımlar ona nispeten âdeta mütevâzi bir selâmlık gibi kalır. Ma’bedin bu iç kısmı koca külliyenin en güzel, en ferah, en gönül alıcı ve hülyâlarımızı coşturan sihirli bölümüdür. Burada, o âna kadar ruh ve mânâ adına gönüllerimize sinmiş ne büyülü şeyler duyar ve hissederiz. Sadece biz değil, orada bizim içeriye girmemizi bekliyormuşçasına çöküp yanlarına oturduğumuz, bizi sımsıcak tebessümlerle selâmlayan, kalplerinin iyiliği çehrelerine aksetmiş ve hislerini yüzlerinde okuduğumuz bütün inanmış gönüller zengini-fakiri, yaşlısı-genci, âmiri-memûru, âlimi-ümmîsi, makam sahibi-düz insanı, yerlisi ve yabancısıyla; -tabiî kimi, deryadaki mâhinin deryayı hissetmesi nispetinde; kimisi de, dalgıçların derinlikleri sezişi ölçüsünde- hemen herkes onda farklı bir temâşâ zevkine erer. Allah’tan başkasına gönül vermemiş ve gözlerinin içine başka hayâl girmemiş bu iman ve itmi’nân insanları, gönüllerde birikmiş sevgiyi sarfedecek sîne arar, ma’bedin her yanında muhabbet ve alâka esintileri uyarır, sonra da Hakk mihmandarlığına ulaşmış bu talihli ruhlar ve gönülleri “gıll u gış” adına her şeyden arınmış bu insanlar: “Bizi bu saadetlere eriştiren Allah’a hamdolsun!. Hamdolsun o Allah’a ki, bize verdiği sözü yerine getirdi ve bizi bu yerlere vâris kıldı” der ve bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Süleymaniye, dış ihtişamı ve iç derinlikleriyle, hazîresine sığınan temiz gönüller üzerine birer mızrap gibi kalkıp indikçe, biz şanlı geçmişimizi bütün “hay huy”uyla sînelerimizde duyar; dağılmış bir büyük ülkenin gurbetler yaşayan bir köşesinde sanki bu toprağın derinliklerine kök salmış ve granitlerle bütünleşmiş de, önünde, temelinin esas harcı olan bize ait duygu ve düşünceyi sürükleyip götürmek isteyen azgın bir kısım sellere karşı metin bir set gibi durmakta ve ezilmişliği, tükenmişliği kabullenmiş bugünkü nesillere sessiz infialleriyle bir şeyler anlatmaktadır.
Ben, onu hep akıp giden, akıp gittikçe de netleşen bir dünya ve o dünyanın merkezinde bir saltanat ve debdebe, bir ihtişam ve hâkimiyetin fihristi olarak görmüşümdür. Bu itibarla da onu gönlümde hep taze, ruh ve mânâsını da hep bayıltıcı bulmuşumdur.. ve yine bu itibarla onu, ne zaman içine girsem, zaten ruh dünyamda mevcut olan enginliği ve ihtişamıyla daha derin iç katmanlara saldığımı ve onun büyüsünü daha derinden duyduğumu hissetmişimdir. Diyebilirim ki, her müşâhede edişimde bu Osmanlı yetimi muhteşem ma’bedi hemen her zaman içimde hazır bulmuş, hayâl âlemime açılan bir kapı gibi hissetmiş ve ondan geçerek, geçmişin hülyâlı âlemlerinde dolaşmış ve:
“Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan” Yahya Kemal
mısralarını duymuşumdur. Bu mânâ ve bu ruh elbette geçmişimizle alâka ve irtibattan, mânâ kökümüze saygı ve nesep düşüncesinden kaynaklanıyordu. Kaynaklanıyordu ki, ne zaman onun yanından geçmiş, ne zaman onun hazîresine uğramış, ne zaman onu temâşâ zevkine ulaşmışsam, onun herhangi bir yanında, gerçekten varmış gibi bir menfez bulmuş ve asırlar ötesinin o destanlara sığmayan büyülü manzaralarıyla kendimden geçmişimdir.
Bu itibarla denebilir ki Süleymaniye, o baş döndüren duruşuyla ve o hemen dile gelip konuşacakmış gibi ilhamla tüllenen sükûtuyla ve içindeki inanmış gönüllerin heybet tüten füsûnuyla bize hep şiir söyleyen, hikmetten fasıllar açan, ruhlarımıza varlık üfleyen ve bize dirilme yollarını gösteren bir üstat gibi olmuştur.
Bir muhteşem dönemden geriye kalmış, dünya kadar saltanat yetimi sanat eseri vardır ama, o saltanat tâcının incisi Süleymaniye’de geçmişi görüp dinlemek bir başkadır. Sanki bizim önümüzde çağlayıp giden zamanın değerli bir parçası, küçük bir noktada toplanmış, sıkıştırılmış ve bu hazîrenin içine yerleştirilmiş gibidir. Âdeta bir ihtişam dönemi ve zamanın bir altın dilimi geçerken takılıp burada kalmış da, şimdi Süleymaniye ile o soluklanmakta.
Evet onda, tabaka tabaka birbirinin üstüne binen, katmanlaşan bir ulu sessizlik ve güya içine günümüzün anlamsız sesleri hiç düşmemiş de bu kudsî harim, bütün anlamsızlıklara karşı kapalı kalmış.. hep kendi içinde derinleşmiş, kuyulaşmış gibi gelir bize.. gelir de gönüllerimizde rengin ve zengin bir eski bestenin tesirini icrâ eder. Sanki, sesini kulaklarımıza doldurduktan sonra susmuş bir enstrümanın tellerinden hâlâ bir şeyler duyuyormuş olma hissiyle yaşadığımız gibi, bu yüce ma’bedde, güya eskiden içinde icra edilmiş bir mûsıkînin dalga dalga nağmeleri, bütün tazeliğiyle hâlâ akıp akıp ruhlarımıza bir şeyler boşaltıyor gibi bir duygu uyarır hislerimizde.
Hülyâlarının tadına alışmış her hayâl çocuğu, Süleymaniye’nin kokusunu duyar duymaz, geçmişin bütün şiirini, bütün mânâsını ve bütün zevkini birden tadar. Evet herkes, hülyâ ufku ölçüsünde Süleymaniye’de rüyaya yatmış gibi onun herhangi bir menfezinden kanatlanarak asırlar ötesine yürür; önceki günü dünle, dünü de bugünle bir arada görür ve ruhuna zaman üstülüğün en engin hazlarını duyurur. Her ruhta bir çiçek gibi açılan mahrem hülyalar, Süleymaniye’nin tedâî ettirdikleriyle en derin şekilde ve birden açılır, açılır da kendilerini bu tedâilerin gelgitlerine salabilenler içlerinde binbir haz, dudaklarında sımsıcak bir tebessüm, uğradıkları her yere kucak kucak huzur ve itmi’nân taşırlar.
İnsanlar bu yüce ma’bedi tam duyduklarında eğilip bir de ruhlarına bakabilseler, onda içlerinden kopup gelen duygularını, ümitlerini, arzularını, isteklerini besleyen bir büyü bulurlar. Bulurlar da, yaşadıkları hayat içinde ayrı birer şahsiyetle daha var olduklarını duyarlar. Sanki hakikatin çerçevesini dar bulup da, hayâlî dünyalara pencereler açıyor gibi bir kısım mahrem âlemleri temâşâya koyulurlar.
Süleymaniye’de her şey nazlı bir çiçek edâsıyla güzelliğin son rikkatine kadar açılmış yaşıyor gibidir.. ve her güzellik umûmî bir ahenk içinde, noktasıyla, çizgisiyle, kelimesiyle, satırıyla zevke açık gönüllere hazların en enginini sunmaktadır.
Sızıntı, Aralık 1993, Cilt 15, Sayı 179
Sürat Çağı veya Tekarüb-i Zaman
Bu asrın bir sürat asrı olduğunda şüphe yok. Böyle sürat yörüngeli bir dünyanın, hemen her yanıyla çok değişik şeyler getirdiği veya vaadettiği de bir gerçek. Bir zümre için refah, mutluluk, rahat ve rehâvet.. herkes için tasarı ve aksiyon arasındaki sürenin daralması, mesafelerin büzülmesi, hızla hedefe ulaşılabilmesi veya beklenmedik şekilde bunun engellenmesi.. birdenbire harplerin zuhuru ve uzlaşmaların gerçekleşmesi.. işte süratle gelenler! kim bilir belki de ileride hadiselerin ışık hızıyla cereyan ettiği bir dünya ile tanışacağız; tasavvur ve tahayyüllerimizi aşan böyle bir dünyanın vâridâtı ve tehditleri kurgu bilimlerin mevzuu olsa da hakka ve adalete teslim olmamış bir hızdan, insanlar ürpermeli.!
Sürat, mekânın var oluşuyla başladı ve insanın yaratılmasıyla da idrak edildi. İlk defa insanoğlunun ayağında tanıdığımız ve tanıştığımız sürat, daha sonra onun beyin ve muhâkemesine sıçrayarak gelişmesini ve genişlemesini hep artırarak, şimdilerin muhakkak ve geleceğin baş döndürücü muhtemel hızına doğru yürüdü.
Evet, sürat önce insan ayağı, ehlîleştirilen hayvanların sırtı, tekerlekli arabalar, derken pedallı ve motorlu vâsıtalara uğrayarak geldi, modern makinelerin sırtına binerek yoluna devam etti. O bugün, bütün hızıyla mesafeleri fethetme veya sıfırlamaya doğru koşuyor. Zaten, ses ve görüntü nakli, cisimlerin intikalinin fersah fersah önünde.
Süratteki bu gelişme, aynı zamanda beraberinde bir kısım kolaylık, rahatlık ve konforu da getirdi. Hatta zaman zaman bunlar; süratin önüne geçtikleri de oldu. Bu kabil dengesiz gelişmelerin, gerçek insanî değerler adına zararı mı oldu, yararı mı? Bu husus ileride, teknolojik gelişmelerle, maddî-mânevî insanî değerlerin, yer ve konumları mukayese edileceği daha farklı bir platformda ele alınabilir.
Çağımız itibariyle süratin en baş döndürücüsünü elektrikle ve ışıkla tanıdık. Öyle ki bir taraftan otobüsler, gemiler, trenler, uçaklarla ve bir yakın gelecek itibariyle feza gemileri, mekikler ve peykler sayesinde en uzak yerlere intikal etmek için, belki birkaç saat, belki de birkaç dakika yetebilecek. Diğer taraftan da evimizde istirahat ederken, gelişen teknoloji ve telekomünikasyon sayesinde -bir kere düğmeye dokunma kolaylığı içinde ses, görüntü, renk hatta kokuların nakledilmesiyle- süratin en büyüleyicileriyle tanışacağımız ve görülmedik bir tekarüb-i zaman ve mekân yaşayacağımız günler çok uzak olmasa gerek. Evet, bir bir eski harikaların âdileşeceği, yenilerin de çok uzun ömürlü olmayacağı, hatta kullandığımız âlât u edevâtın tamirine yetişemeyeceğimiz o garip gelecek pek yakındır.
Öyle anlaşılıyor ki, dün insanoğlunun, zaman ve mesafelere karşı ayağıyla, atıyla, arabasıyla elde ettiği başarılar, hâliha-zırdaki seyr u seyahat vasıtaları ve geleceğin peykleri, feza gemileri veya çok ileri telekomünikasyon teknolojisi sayesinde şimdilerde düşünemeyeceğimiz bir hıza ulaşarak devam edecek ve bir sürü rahatlatıcı şeyin yanında bir sürü de problem getirecek. Gerçi bilimin araştırmalarını, ilmin tespitlerini ve medeniyetin harikalarını takdir etmemek mümkün değil. Ama acaba, onca gayret ve onca emekle insan beyni ve kâinat kitabı hallaç edilerek sağlanılan bugünkü sürat, süratten daha önemli gayelerin emrine verilebilmiş midir? Her gün daha da sıkıştırılarak bir köy haline getirilen mekân, büzüştürülüp sıfırlaştırılmaya çalışılan zaman, hedefine ulaşamayan ve hep onun gerisinde kalan gayesiz bir hızın elinde esir ise, böyle bir süratin insana ne yararı olacaktır ki? Kâinâtın en ücrâ köşelerine ulaşma, bütün eşya ve varlığı hallaç etme, dünyayı köyümüz ve mahallemiz gibi tanıma, en gizli şeylere dahi nigehbân olma, insanî değerlerimiz, insanî ihtiyaçlarımız ve insanî arzularımızın önünde ise, başkalarının millî, vatanî ve ailevî mahremiyetlerine muttali olma veya millî, vatanî ve ailevî mahremiyetlerimizin başkaları tarafından görülüp bilinmesini gerçekleştiren böyle bir çılgın gelişme dünya çapında bir rezalet değil de ya nedir?
Şimdi, eğer sürat lizâtihî değil de, hedef ve neticeleri itibariyle matlupsa, acaba bugün insanımız, otobüs, tren, transatlantik ve ses süratini aşan uçaklarla, insanî değerleri adına gerçekleştirmeyi plânladıkları hedeflere, emellere ulaşabilmişler midir? Ulaşabilmişler midir ki, biz de daha şimdiden kurgu bilimlerle referansını aldığımız gerçek tekarüb-i zaman ve mekânı bir gaye-i hayâl ve bir ideal olarak bekleyelim? Bu soruyu müspet olarak cevaplamamız oldukça zordur. Zira, şimdilerde sürat, onunla hedeflenen gayenin çok gerilerinde bulunmakta…
Bir dünya düşünün ki o dünyada taksiler, otobüsler, trenler, yatlar, transatlantikler, uçaklar, bir oraya, bir buraya, gayesiz, idealsiz, hesapsız, kalbî, rûhî hayata kapalı ve âkıbet mülâhazasından mahrum bir kısım serâzad gönülleri, tıpkı eşya taşıyor gibi alıp götürüyor, indirip-bindiriyor.. veya bu insanlar teknolojik imkânları, lunaparklardaki çakırkeyf çocukların kullandıkları gibi kullanıyorlar.. rica ederim böyle bir sürat veya sürat teknolojisi ne işe yarar?
Sürat, vakit kazanmak ve az zamanda pek çok iş yapmak, pek çok yere ulaşmak için ise, kazanılan vakit, ortaya konan iş ve ulaşılan yerler, süratin ötesinde daha önemli gayeler için değilse, Yunus’un ifadesiyle her şey bir kuru emek sayılmaz mı.?
Evet, eğer sürat için belirlenmiş bir gaye ve o gayeyi gerçekleştirmeye matuf bir plân yoksa, kazanılan bütün zamanlar, bütün cehtler, bir mânâda boşa akan çaylar, boşluğa kayan yıldırımlar ve çöle dökülen yağmurlar gibi olmaz mı? Günümüzde, hayatın gaye ve hedeflerinden habersiz bir kısım sürat taraftarları, birkaç saat içinde atmosferin dışına çıkan, birkaç dakika veya birkaç saniye içinde ses, söz ve görüntülerimizi binlerce kilometre ötelere ulaştıran, ya da binlerce kilometre öteden bize ses, söz ve görüntü taşıyan bir sistemin işleyişi karşısında, bu muazzam sistemin arkasındaki gaye, mânâ ve neticeleri düşünecekleri yerde, çobanlar gibi sadece hıza hayranlık duyarak, onu, vaadettiği bütün yararlardan tecrit edip kendi içinde yorumlamakla yetiniyorlar. Oysaki sürat, sürat olarak sırf bir fizîkî hadisedir; gaye ve hedefleri düşünülmeden ele alındığında da ne terakki ve medeniyetin esası, ne de insanî değerlere götüren bir vesiledir. İnsanoğlu kendi ayaklarıyla yürüdüğü ya da atının, devesinin sırtında yol aldığı dönemlerde mesut ve medenî olabilmiştir. Aksine, bazı zamanlar itibariyle de o, dünya kadar maddî ve teknik imkânlara rağmen, kan görmüş, kanlı kâbuslar yaşamış, bilhassa günümüzde olduğu gibi, kan kusmuş ve kanlı delilerin elinde ölürken bile insanca ölememiştir.
Sürat, hiçbir zaman insanoğlunun en birinci ihtiyacı olmadı. İnsanlar onu, aradıkları şeylere ulaşmak için istediler. İnsan-oğlunun mutlak mânâda sürat aradığını veya sürat karşısında olduğunu vehmedenler, gelişen seyr u sefer vasıtalarına veya modern muhâbere, muvâsala imkânlarına taraftar olma, ya da aleyhinde bulunma gibi tuhaflıklara girdiler. Bu insanlar arasında, sürati ve onun elemanlarını göklere çıkarıp putlaştıranlar, teknolojik gelişmeleri takdis ederek onları her şey sayanlar olduğu gibi, hedefsiz, gayesiz bir süratin abesiyetini, modern imkânlara düşmanlık şeklinde ifade edenler de oldu. Aslında, her iki zümre de, sürate takılıp kalıyor ve onu mücerred olarak yorumluyorlardı.
Sürat, gayesini aşmamalı, hep onun gerisinde kalmalıdır. Evet sürat, insanı, insanî hedeflere yönlendirici olduğu, bu hedefleri gerçekleştirebildiği, beraberinde huzur ve mutluluk da getirdiği, hasretleri dindirip hicranları sona erdirdiği, vakit fevt-etmeden her arızanın üzerine yürüyüp dünyadaki umûmî âhenge ve devletlerarası muvâzeneye hizmet ettiği, dünyevî-uhrevî problemlerin çözümüne katkıda bulunduğu, ilmî araştırma ve ilmî tespitleri hızlandırdığı ölçüde mübeccel ve mukaddes ise de, bunlardan tecrit edilip tek başına kaldığı zaman, bizim için mânâsız bir kuruntudan farkı yoktur.
Gaye ve hedefle alâkalı böyle bir düşünce tarzı, aynı zamanda bizimle başkaları arasındaki farkı da göstererek, sürati bir fantezi olmaktan çıkarıp yüksek bir mefkûre hâline getirir ve ideal ruhların sabah-akşam heceleyip durdukları engin bir muhtevâya ulaştırır.
Sızıntı, Ağustos 1994, Cilt 16, Sayı 187
Toprak
Dış yüzü itibariyle ve sathi bir bakışla toprak; yer kabuğunun atmosferle teması sayesinde peşi peşine sırlı şekillenişi, bitki ve hayvanlara var olma ve yaşama ortamı teşkil edecek mahiyetteki kucaklayıcılığı ve sıcaklığı, bir miligramıyla milyarlarca canlıya dâyelik yapan zenginliği, bir hektar genişliği ve on santim derinliğindeki bir parçasında tonlarca bakteri barındıran civanmertliği, bakterilerin fıtri vazifelerini rahat görebilmeleri için mini böceklerin ve solucanların sürekli hallaç edip işledikleri, parçalayıp bakterilere sundukları pek çok ilâhi tecellinin aynası öyle muhteşem bir tezgâh, öylesine sırlı bir kimyahane ve iç içe öylesine baş döndürücü canlı bir biyoloji laboratuarıdır ki, aynadarlığı ve gördüğü hizmetler açısından bütün semalara denk tutulsa değer…
Bu itibarla da denilebilir ki toprak, bütün kâinatların ve hususiyle de yerkürenin en değerli unsuru, en sihirli maddesidir.. ve hava-su-ziya bir mânâda onunla kâimdirler ve onun için vardırlar. Onun bu öneminden ötürüdür ki, bağrında biz ve bizimle alâkalı milyonlarca varlığın neş’et edip geliştiği bu mütevazi fakat semaları aşkın unsurun, Kur’ân-ı Kerim’de sık sık üzerinde durulur.. âdeta bütün göklere denk tutulur.. mebdeimiz olarak tebcil edilir.. ukbâya ulaştıran bir köprü, bir liman, bir rampa olarak da hep dikkatlerimize sunulur.. sunulur ve satır aralarında onunla temsil edilen ilim, hikmet, inâyet hatırlatılmak üzere …bundan sonra O, yeryüzünü yayıp döşedi.. ondan suyunu, otlağını çıkardı. Dağları direkler olarak oturtup (arzı) sağlamlaştırdı (Nâziât, 30-32) buyurulur ve yerküre ile atmosfer arasındaki münasebet arz tabakalarının kendi içinde suları muhafaza edecek mahiyetteki tanzimi, sonra belli bir mizân ve nizamla o suların dışarıya püskürtülmesi, bundan nehirlerin meydana gelmesi, bu nehirlerden de bağ ve bahçelerin sulanması, sonra da bütün bu suların değişik zeminlerde buharlaşarak yeniden emre âmâde hâle gelmesi ihtar edilir ki; Kur’ân’da bu çizgide şeref-nüzul olmuş pek çok âyet vardır.
Toprak, muhteva ve zenginlik itibariyle özel ihtimama mazhariyeti ve hayatla şenlendirilmesi, hususiyle beşeri hayatla değerler üstü değerlere ulaştırılması yerküre ile ilgili hâdiselerin, hatta kâinatla alâkalı vak’aların en önemlilerinden biri sayılır. Günümüzde bu hususiyetler ve bu hususiyetlerin ihtivâ ettiği hikmetli nizam, inayetli denge tam anlaşılamamış olsa da, Allah ezeli fermanında bu hususiyetleri değişik buutlarıyla sürekli vurgular, bize ve diğer şuurlu canlılara engin ihsanlarını hatırlatır; düşünce dünyalarımızda varlığa, varlığın perde arkasına menfezler açar ve bizi inancın, itmi’nânın ferah-feza ikliminde gezdirir: Allah, yeri enine-boyuna döşeyip (dengeleyen) onda oturaklaşıp istikrara ulaşmış dağlar ve (çağlayan) ırmaklar meydana getiren.. ve yine değişik meyvelerden kendi aralarında çift çift yaratandır.. ve geceyi gündüze bürüyüp örten de O’dur. İşte bütün bunlarda düşünenler için ibretler vardır. (Ra’d, 3).
Kur’ân-ı Kerim’de yeryüzünün bu özelliklerini farklı üsluplarla ifade eden daha pek çok âyet göstermek mümkündür. Bu âyetlerin hemen hepsi, dünyanın insan hayatına elverişli hâle gelmesi için, yeryüzünün sürekli bir değişim ve dönüşümden geçirildiğini göstermektedir ki, bu uzun değişim ve dönüşüm sürecinin her merhalesini, Kudreti Sonsuz, bazen birbirinden farklı bazen de birbirinin aynı canlı türleriyle şenlendirmiş; ilim, irade ve hayat sıfatlarının değişik tecelli boylarıyla denizleri, ırmakları birer hayat çağlayanı ve bilhassa toprak tabakasını da altıyla-üstüyle bir canlılar meşheri ve mahşeri hâline getirmiştir.
Toprak hayat bakımından o kadar büyülü bir muhteva ve iç yapıya sahiptir ki; o, bu iç ve dış zenginlikleriyle her zaman yekpâre bir canlı kabul edilebileceği gibi, onun bir kimyahane, bir fizik araştırma merkezi, bir canlı biyoloji laboratuarı olduğunu söylemek de mümkündür.. evet, toprak; hava-su ve ziyanın nokta-i iltisâkı, bunların bize yararlı şekilde ulaştırılmasının regülatörü ve santralı, nihayet her şeyi bizim hesabımıza faydalı hâle getiren ve istifademize sunan bir istihale fabrikasıdır. Bu itibarla da ona, her şeyin nokta-i mihrâkiyesi, özü, hülâsası ve hayatın da en önemli unsuru nazarıyla bakabiliriz. Yerkürenin temel unsurlarından sayılan gazlar, ateşler, ilk tekamül merhalesini topraklaşarak idrak etmiş ve ona inkılâpla tabi miraçlarını tamamlamışlardır. Bu süreç sonunda, insana uzanan yol da yine toprakta başlamış, toprakta bitmiş ve toprak üstü bir hâl alarak semâvileşmiştir.
Toprak, hemen her zaman o rengârenk ovaları-obaları, üfül üfül bağları-bahçeleri, ürperten görünüşleriyle dağları-tepeleri, gönüllere haşyet salan denizleri-ırmaklarıyla hep yitirdiğimiz cennetleri hatırlatmış ve gönüllerimizin dâüssıla tutkusuna karşı her zaman bizim için önemli bir teselli kaynağı olmuştur. Hep onun çehresinde kaybettiğimiz cenneti hatırlamış buruklaşmış ve onun büyüleyen güzelliklerinin çağrıştırdığı âhiretin bağ ve bahçelerini düşünmüş teselli olmuşuzdur.
Yeryüzünde toprak, Kudreti Sonsuz’un elinde mevcut seviyeye gelebilmesi için -dünyada her şey esbap eksenli olduğundan dolayı bu böyledir- milyonlarca yıl geçmiştir. Onun bitki örtüsüyle süslenmesi, canlılarla şenlenmesi, insanoğluyla duyulan, hissedilen, yaşanan ve bizimle her şeyi paylaşan bir varlık hâline gelmesi de yine milyonlarca yıl almıştır.
Şimdi, tam cennetlerin parlaklığını aksettirecek ölçüde kıvama erdiği bir sırada, ondaki dengeleri alt-üst edip, halihazırdaki mevcudiyetleri milyonlarca seneye vâbeste, onca âhengi ve âhenk unsurlarını yok edenler bilmem ki milyarlarca yıllık bir tecelli sürecinin hasıl ettiği netice ve semereleri tahrip ettiklerinin farkındalar mı? Keşke mesele sadece bazı türleri ortadan kaldırıp, bazı dengeleri tahrip etmekten ibaret olsaydı! Heyhat! Tahrip, tasavvurları aşkın bir hâl aldı ve arz üzerindeki bazı önemli unsurların yok edilmesiyle, arkada kalan diğer canlı ve cansız elemanlar arasındaki dengeler de bozuldu.. ve toprak ana bir kere daha kendi evlâtlarının ihanetine uğradı.
Evet yeryüzünde, bir kısım canlı-cansız türlerin yok edilmesiyle genel dengenin bozulması, ister kasıtlı, ister ekonomik zaruretlerden dolayı, isterse cahillikten ötürü olsun, bu, üzerinde neş’et edip geliştiğimiz yerküreye ve toprak tabakasına apaçık bir ihanet ve kendi dünyamızı, kendi barınağımızı yaşanmaz hâle getirmekten başka bir şey değildir. Er-geç şeriat-ı fıtriye bu ihanetimize karşılık verecek ve bu zulmümüzden dolayı bizi mutlaka cezalandıracaktır.. cezalandırıp bütün bütün bize arkasını dönecek ve bu küskünlükten de canlı-cansız herkes ve her şey nasibini alacaktır: Atmosfer zararlı gazlara yenik düşecek.. gökten rahmet yerine asit yağmurları yağacak.. yağmur yağsa bile toprakları önüne katıp denizlere sürükleyecek.. bitki örtüsü bütün bütün bahar beklentilerimizle beraber hazan yemiş gibi sağa-sola savrulacak.. ve her zaman bir anneden daha şefkatli olabilen yeryüzü, İsrâfil sûruyla ürpermiş gibi kendi öz yavrularını şuraya-buraya saçarak kendini cehennemi bir çölleşmeye salacaktır.
Yaratılış itibariyle her zaman, hava ile omuz omuza, su ile sarmaş-dolaş toprak; memuriyetinin gereği ovaları-obaları, bağları-bahçeleri, gümüşten ırmakları ve altın çayırlarıyla hep bir anne gibi üzerimize titremiş, hatalarımızı bir baba mukavemetiyle göğüslemiş ve bir dönemde yitirdiğimiz cennet mülâhazalarını gönüllerimizde sürekli diri tutabilmiş en sıcak, en vefalı, en candan öyle bir hayat kaynağıdır ki; onun o ciddi vefa tavrıyla emrimize âmâde bir vazifeli olduğunu göremeyenler, onda olduğunun üstünde bir kısım büyüler, sırlar vehmederek, tıpkı Ganj Havzası insanının, Ganj Nehri’ni takdis etmeleri, Amazon halkının, Amazon’u kutsal saymaları ve bir kısım Kanada yerlilerinin Niagara’ya bazı ilâhî vasıflar yakıştırmaları gibi, ona da yaratıcı bir güç nazarıyla bakmışlardır.
Oysa ki, küre-i arz da, toprak tabakası da sırf ilâhi tecellilerin bir aynası ve bizim onda temâşâ ettiğimiz harikulâdelikler de böyle bir aynada tecessüm eden ilâhi varitlerdir. Bu önemli hususu Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla şöyle özetlemek mümkündür: Yerküre âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Tevâzu ve mahviyet gibi insanı en yüce hedefe ulaştıran yolların remzi topraktır. Hatta toprak, en yüksek göklerden o gökleri Yaratan’a daha kestirme bir yoldur; zira toprak kâinatta Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetinin tezahürüne, sonsuz kudretinin baş döndüren faaliyetlerine ve Hayy u Kayyûm (hayatı veren ve onu devam ettiren) isimlerinin tecellilerine en uygun, en müsait bir zemindir. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet arşı su üzerinde olduğu gibi, hayat ve ihyâ (hayatı verme) arşı da toprak üstündedir.. ve toprak her türlü ilâhi tecelliye en parlak, en şeffaf bir aynadır.
Evet, kesif (şeffaf olmayan) bir şeyin aynası ne kadar lâtif olursa, üstündeki suretleri o kadar açık gösterir. Nûrâni ve lâtif bir şeyin aynası da ne kadar kesif olursa o ölçüde ilâhi isimlerin cilvelerini daha parlak aksettirir.. meselâ; havada güneşin sadece zayıf bir ziyâsı görünür; su aynasında ise, daha parlak bir yansıma söz konusudur.. toprağa gelince, onda ziya ile beraber, güneşin yedi rengi de temâşâ edilir.
Toprak bu engin muhteva ve zenginliğine rağmen, hep tevâzu ve mahviyetin remzi olmuş ve hep dudaklarını ayaklarımızda gezdiregelmiştir. Ruhunda toprağın bu mahviyet ve tevâzuunu duyup da baş ve ayaklarını aynı noktada bir araya getirerek halka hâline gelenlerin o, her zaman alınlarından öper ve onların ruhlarına Hakk’a yakınlığın sırlarını duyurur.. duyurur ve gönlünü gül bahçesine çevirmek isteyenlere Toprak ol toprak ki gül bitiresin; zira topraktan başkasının gül bitirmesi söz konusu değildir mazmununu fısıldar.
Yeni bir nefesin gelip ruhlarımızı saracağı; ağacın, insanın, toprağın, suyun, yerin, göğün akıp gönüllerimize dolacağı; dolup yeni bir şeb-i arusa ereceği günlerin yakın olduğu ümidiyle…
Sızıntı, Haziran 1996, Cilt 18, Sayı 209
Ümit Ufku
İmanlarımız ve ümitlerimizle dopdolu, irade ve azimlerimizle yay gibi gergin, hülyalarımızla yarınların yemyeşil yamaçlarına sarkmış, tatlı bir rûhi temâşânın çağrıştırdıklarını şuurlarımızın lisanına dökerek bir kere daha gelecek diyoruz. Mânâ ve ruhla mamur bir kökün; fil dişinden, sadeften, inciden, mercandan, billurdan inşa edilmiş bir geçmişin; sırmadan, şaldan, ipekten, atlastan, canfesten örülmüş bir kültürün üzerindeki sis bulutlarının aralandığını, sihirli bir dünyanın uzaktan gözlerimize, gönüllerimize büyüler çalıp geçtiğini âdeta müşahede ediyor ve insiyaklarımız itibariyle, tıpkı mızrabını yemiş bir bam teli gibi ruhlarımızda ürpertiler hasıl edecek olan heyecanlı günlerin arefesinde bulunduğumuz velvelesini duyar gibi oluyoruz.
Biraz realite, biraz da hayal, yürüyoruz yarı tekye, yarı mektep koridorlarında; yarı medrese, yarı kışla komplekslerinde, yarı his, yarı mantık yamaçlarında, yürüyoruz ve gönlümüze göre geçmiş-gelecek zamanların şiirini, mûsıkisini ve âhengini yaşıyoruz. Kalplerin yumuşayıp tamamen iyilik kesileceği, hislerin tıpkı deryalar gibi buhar buhar yükselip çiy noktasına ulaşacağı, gözlerin bulutlardan daha cömert hale geleceği, toprağın hayatla köpürüp renkleneceği, yeryüzünün kuş yuvaları gibi huzur ve sevgiyle tüteceği, duyguların melekleşeceği ve insanların ruhanilerle at başı hale geleceği ümidiyle, yolda olmanın bütün icaplarına riayet ederek, inançlı ve pürneşe yürüyoruz hayatı bir kere daha duyabileceğimiz ufuklara.
Zaten şimdilerde, geçmiş ve geleceğin birbiriyle kucaklaşacağı; hâlin, bu iki mübarek zaman dilimine dert dökeceği ve ütopyalara ilham kaynağı olacak mekânın o mutlu koyunda, bir zamanlar yitirdiğimiz cennetlere ermenin sevinç neşideleri besteleniyor.. eşya, varoluş gayesinin hikmetlerini mırıldanıyor.. ay, güneş ve yıldızlar eski hatıraları hikâye ediyor.. öteler o mutlu günlere tebessümler yağdırıyor.. ve her yanda tasavvurlarımızı aşan şehrayin hazırlıkları yaşanıyor. Görünüş ve ruh enginlikleri davranışlarından, sükût ve imanları beyanlarından daha üstün, zamanüstü tasavvurlarıyla sonsuza açılmış ruhların konup kalktığı bu iklim, bir muhalif rüzgâr esmez ve her şeyi harman gibi savurmazsa Allah’a sığınalım esmesin ve savurmasın!- bu zamanî ada, var olduğu günden beri insanoğlunun aradığı ada olacaktır; çevresindeki rıhtımları, limanları ve rampalarıyla insanları ebediyete taşıyan ada.Evet, şu anda bile çevremizdeki eşyayı, içinde var olup geliştiği tarihin bir parçası olarak kurcalayıversek, her şey nutka gelip konuşacak ve bize gelecek adına neler ve neler anlatacaklar. Evet biz, bize ait zamanı, üzerinde anahtarı kurulma bekleyen bir saate veya hareketsiz bir sarkaca benzetebiliriz. Durgun fakat potansiyel bir hareket kaynağı olan bu zamanüstü zaman, zembereğinin azıcık sıkışması veya sarkacın hareket ettirilmesiyle balans sağa-sola gelip gitmeye başlayacak ve akrep-yelkovan start almış maratoncular gibi hemen harekete geçerek bize talihlerimizin takvimini söyleyecektir. Hatta denebilir ki, bize ait zaman şu anda dahi, geçmişe doğru köküyle bütünleşme, geleceğe doğru kendine yeni ufuklar arama hareketine geçti bile. Hikmet buudlu, âheste, ritmik ve peşi peşine baharlar vaadeden harekete.. tıpkı mûsıkiden derin bir eda, engin bir söyleyiş ve iç çekişlere benzeyen nağmeler gibi ses çıkaran bir harekete.
Bu hareketin temel dinamiği iman ve ümit, devamının teminatı da onun akli, mantıki ve hissi boşluklara meydan verilmeden peygamberâne bir hususiyet ve peygamberâne bir azimle sürdürülmesidir. Gerisi bizi alâkadar etmez; alâkadar ediyor gibi tavırlara girmek Rabbimize karşı sû-i edeptir. Zaten halihazırda olanları ve dünden bugüne hayatiyetlerini sürdüren dinamiklerin tasavvurlarüstü müessiriyetlerini düşünecek olursak, en küçük sebeplerin nelere vesile olduğunu ve en küçük gayretlerin ne büyük bedellerle mükâfatlandırıldığını görür ve hayrete düşeriz. Düşünün ki, bize ait değerler, zamanın insafsız dişleri arasında onca çiğnenmesine ve zamânelerin kahr u tedbirine rağmen selâmetle gelip asrımızın sahiline ulaşabiliyor ve biz de kendi medeniyet unsurlarımız, kendi kültür elemanlarımız diye onları hemen alıp değerlendirebiliyoruz, hem de milletin duygu ve düşünce yamaçlarında serpilip geliştikleri çağlardaki tazelikleriyle alıp değerlendiriyoruz: Kimi neyle semâa kalkmaya hazırlanan bir Mevlevi gibi, kimi halka-i zikirde konsantrasyonunu tamamlamış bir serzâkir gibi, kimi cihanın kapılarını açmaya zorlayan bir cihangir gibi, kimi de dünyaları aydınlatmaya namzet bir ilim, irfan meşalesi gibi.. evet bir kere, hayallerimizde, o sihirli dünyaya fazla değil yarım adım atıversek, tarihi tevarüslerimiz, bir bölümüyle bize İbn Haldun gibi konuşacak; diğer bir bölümüyle Evliya Çelebi gibi hikâyeler anlatacak; Bâki gibi bizleri söz zirvelerinde dolaştıracak; Şeyh Galip gibi şiirleştirilen ruh ve mânâ ikliminden bizlere demet demet güller sunacak; Fuzûli gibi gönüllerimizi şiirin girdaplarında seyahat ettirecek; Nedim gibi duygularımızı nazmın fevvârelerine bindirerek nefislerimize havâilikler yaşatacak; Mevlânâ gibi derinlik, Yunus gibi sadelik, âkif gibi samimiyet, Yahya Kemal gibi şiir soluklayacak.. Osman, Orhan ve Hüdâvendigâr gibi cihad ve gazâ ruhundan nağmeler mırıldanacak; Fatih ve Yavuz gibi devletler muvâzenesinde yerimizi almaya yürümenin âdâp ve erkânını öğretecek.. hâsılı, çok sesli bir koro gibi bin senelik tarihimizin usârelerini getirip gönüllerimize boşaltacaktır.
Bu ruh ve mânâ atmosferinde tabiatı düzene sokulmuş, şehirlerinin, kasabalarının, köylerinin mimari durumu bir kere daha gözden geçirilmiş, fertleri, iman, aşk, vefa, ilim, sanat ve ahlâk gibi insani değerlerle donatılmış bu dünya, yakın bir gelecek itibariyle, samimiyetle çarpan şen gönüllerin durağı, gerçekleşmiş milli emellerin meşheri, en engin muhabbet ve aşkların ırmağı, sanat ve sanatseverliğin otağı, iltifatlarla göğeren marifetlerin ummanı, çiçeğinin sözünü yerine getiren meyvelerin bahçesi-bağı, beklentilerinde çevrelerini yanıltmayan hasbilerin son durağı, yürekleri birbirine karşı sımsıcak atan eşlerin, babalarına karşı saygıyla iki büklüm evlatların, evlatlarına karşı şefkatle tir tir titreyen ebeveynin vatan-ı aslisi, ikâmetgâhı, hiç olmazsa uğrağı haline geleceğinde şüphe yok.
Evet burası bir gün, herkesin birbirini kendi gönlüne göre tartıp, tanıyıp, davrandığı, rûhi-bedeni, dünyevi-uhrevi görüp gözettiği, nasihat ve morale ihtiyaç hissettiğinde birbirini hayırhahlıkla kucakladığı, yararlı sükûtları ve faydalı konuşmalarıyla birbirinin hissiyatına saygılı olduğu, şuurlu alâkaların, sımsıcak hüsn-ü niyetlerin ruhları coşturduğu üfül üfül insanlık esen öyle bir koy haline gelecektir ki, orada yaşama bahtiyarlığına erenler, orayı, dünya ve cennet ortası, her yanıyla bütün kirlerden arınmış, bütün sefaletlerden temizlenmiş; maddiyâtı, mânevi ve ruhâni şeylerden, malzemesi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve tasavvurların ulaşamadığı madde ötesinden sürekli ruhların uçuştuğu bir âlem olarak duyacak ve talihlerine tebessümler yağdıracaklardır.
Hiç şüphesiz böyle bir dünyada, tabiat daha ruhâni.. ovalar-obalar daha bir uhrevi âsûdelik içinde.. yalnızlık aynı vuslat.. her şey birbirine karşı sımsıcak ve cana daha yakın.. hisler daha derin ve duyuşlar daha bir bekâ buudlu olacaktır; atkıları ve kanaviçesi ruh ve mânâdan alınan böyle bir dünyada ömürler daha rantabl yaşanır; aşk u şevk gönüllerde birer humma gibi duyulur; her şey inanmış insanların simaları gibi parıldar ve yer yer çevreyi saran karanlıklar gözlerin karası gibi ışığın en önemli rüknü haline gelir.
Böylesine içli, hülyalı ve şevkle tüten bir dünyayı, onun ruhundaki bir büyüyle, sanki içinde bulunduğumuz bu âlemde herhangi bir yere değil de, inançlarımızın enginliğinde duyduğumuz bir ülkeye, bir saadet ülkesine, seyahat ediyor gibi yürürüz şevk ü târâbla bütün bir yol boyu.. yürürüz gönül bağladığımıza O’nun gösterdiği çizgide ve O’na ulaşma gayreti içinde. Ümitlerimizle O’na dayanarak; beklentilerimizi O’nun lütuf bahçelerinden dererek. Her şeyi olduracak, her şeye erdirecek O ise ümitsizlik de ne demek? Gül bahçesinde dikenden bahsetmek ayıp olmaz mı? Tâvusun tüyleri arasına saksağan kuyruğu sokuşturmak da niye?.
Bizler O’nun kapısında boynu tasmalı kapıkullarıyız O bizleri bu duygudan ayırmasın gayemiz de kendisini bize tanıtmasının vefa borcunu eda etmektir. Sığındığımız kapı O’nun her zaman, herkese açık olan kapısıdır. Kapının önündekilere el uzatıp, onları içeri alacak ve gönülden-sırdan geçen bir uzun yolculuktan sonra her şeyi farklı görüp, farklı duyacağımız vuslat koyuna ulaştıracak da yine O’dur.
Sızıntı, Eylül 1995, Cilt 17, Sayı 200
Ve Gönüller Rikkatle Çarparken
Bu mübarek günler ve geceler, her şeye ve herkese kendi rengini, kendi tadını ve kendi şivesini katar; kucakladığı her şeyi yumuşatır, hülyâlaştırır ve tasavvurlarımızı aşan derinliklere ulaştırır. Çarşı-pazar, ev-ma’bed, okul-kışla hemen her yerde sezilen derin bir büyü, müminlerin simâlarında parıldayan uhrevilik, bakışlarından süzülen ilâhilik.. ve bilhassa gece saatlerinde gözlerimizin içine gülen rengârenk ışıklar, bize hep bir başka buudda yaşıyor olmanın nağmelerini fısıldarlar. Evlerinde, iş yerlerinde, mabetlerde gördüğümüz, karşılaştığımız her simâ, hep bir vuslat yolculuğu yaşıyor gibi, yer yer aşk u melâlle, zaman zaman da ümit ve beklentilerle dalgalanır ve bir duygu çağlayanı haline gelerek sonsuza akar.
Hele, gönüllerimizde ibadet ü taat coşkusu arttıkça, her şeyi daha farklı duyma ve yaşama kabiliyetimiz de âdeta köpürür ve bizi kendi ummanı içine çeker. Böyle anlarda, cismânî râbıtalarımız bütün bütün zayıflar, rûhlarımız gündelik alâkalardan kurtulur ve kendimizi, topyekün varlığı rasat edeceğimiz bir noktaya yükselmiş sanırız. Artık, ovaları-obaları, dağları-bayırları, içinde neş’et ettiğimiz evleri, ikliminde âhirete hazırlandığımız ibadethaneleri; hâsılı canlı-cansız her şeyi O’nun ellerinden akıp gelmiş güzellikler olarak kucaklar, sever, oksijen gibi ciğerlerimize çeker ve oh ederiz.
Her zaman bir ışık tufanı gibi doğan bu nurlu gün ve gecelerde, müminlerin oturuş-kalkış ve umûmi edâlarında büyüleyen bir iman, bir marifet, bir aşk ve bir ledünnîlik tüllenir.. iman, marifet ve aşkla beslenen rûhânî hazlar, bütün maddi zevklerin ve lezzetlerin önüne çıkar.. ve herkes kendi irfan eksenine göre bir mukaddes ufka doğru yol almaya başlar.. ve bu yolda, her gün katettiği merhalenin sonunda küçük bir vuslata ulaşır ve bu mübarek seferini âdeta taçlandırır. Ruhlarını, her gün böyle bir vuslat ve bütün bu vuslatların çağrıştırdığı büyük visâlin hülyâlarıyla besleyerek duygularına akan güzelliklerden, ibadetlerin bağrında tomurcuklaşan ümitlerden, bütün inanmış gözlerde ve gönüllerde çağlayan mânâlardan elde ettikleri hazlarla ledünnî bir sessizliğe gömülür, kendilerini ötedeki buluşmanın rüyalarına salar ve füsûnlu bir ırmak içinde yüzüyor gibi zamanüstülüğe açıldıklarını sanırlar.
Artık ruhların aradığı haz denizine ermiş bu talihliler, her an gönül gözlerinde ayrı bir büyü ile tüllenen ledünnî güzellikleri ve Sevgilinin bakışlarında açılan çiçekleri, O’nun cemâlinden akseden ışık hüzmeleri gibi duyarlar.. duyar ve âdeta kendilerini çeşit çeşit meyvelerle, güllerle, çiçeklerle üfül üfül esen bir bahçede bulur ve kopardıkları meyvelerin, güllerin, çiçeklerin üzerinde, bir ömür boyu eşiğine baş koydukları Zât’ın istikbâlinin, ikrâmının sıcaklığıyla kendilerinden geçerler. Hattâ burada ulaşamadıkları bazı nimetlerin, değişik bir buudda vaat esintileri ve mükâfat dalga boyuyla akıp geldiğini seziyor gibi ve duygu dünyalarında Rahmeti Sonsuz’un o derin ve ezelî şefkâtiyle kucaklaştıklarını hissederler. Bu ruh hâletiyle, hayatı daha değişik duyar, daha içten sever, çevrelerinde O’nunla irtibatlandırabildikleri her şeyi rikkatle kucaklar, sevgiyle okşar ve tıpkı bir gül gibi koklarlar.
Kadınlar-erkekler, gençler-ihtiyarlar, bilenler-bilmeyenler, düz insanlar-bilgeler bu aydınlık gün ve gecelerde zariflerden zarif halleri ve incelerden ince tavırlarıyla masallarda olduğundan daha parlak bir şekilde bu mübarek zamanın mânevî güzelliklerine bürünür, inanmış olma mehâbetini bir peçe gibi yüzlerine asar, gözlerini ötelerin ışıklarıyla açar-kapar, gezdikleri her yere kendi koku ve boyalarını çalar, duygularının derinliklerinde âdeta uhrevileşir ve birer melek kesilirler. İnsan onların çehrelerinde, minarelerdeki mahyaları, sokaklardaki kandilleri, sanki onların süzülmüş bakışları, saçılmış incileri, dağılmış duyguları sanır; sanır ve onları, hayalinde rûhânileri resmettiği gibi görür.
Evet, iman, aşk, arzu ve hülyâların; ümit lezzet ve vuslatların dalgalandığı bu temiz simalar, müştak, hayran, mutlu ve sessizdirler ama, ruhlarındaki mânâları duyuran tavırları, davranışları, bakışları her zaman çevrelerine, insanda lâhûtîliğin erişilmez bir buudu gibi tecelli eder ve sezip anlayanları âdeta büyüler.
Bazılarımız bu aydınlık mevsimde, her zamanki dar mantıklarımızdan sıyrılarak, bir kudsî âleme davet edilmiş gibi kendimizi sevinç, coşku, heyecan ve ağlamaya salarız.. bazılarımız yıldızlar arasında, ayla-güneşle atbaşı, bir seyahate çıktığımızı tahayyül eder ve soluklarımızın meleklerin soluklarına karıştığı zehâbına kapılırız. Öyle ki, gönüllerimiz olabildiğince yumuşar, gözlerimiz yaşarır ve içimizde çok defa mevcudiyetlerini hissettiğimiz kördüğümler gevşer ve nefsin ukdeleri çözülür, derken gözyaşlarımız rûhumuzun derinliklerine sinmiş bütün problemleri önüne katar, sürükler ve vicdanlarımız oh elhamdulillâh der.
Herkes, kendi gönlünü dolduran mânânın enginliği ölçüsünde, o ana kadar, cismâniyetinin baskılarından ötürü görmeye muvaffak olamadığı bir kısım derinlikleri hissetmeye başlar; gençler güç, kuvvet ve zindeliklerinin hakkını verme duygusuyla şahlanır.. orta yaşlılar tecrübe ve bilginin ruhlarında hasıl ettiği temkine göre daha rantabl olmaya çalışır.. ihtiyarlar, ebediyete, ebedi saadete ve ruhların uçuştuğu âlemlere hazırlanma duygusuyla coşar.. ve herkes kalbinin gözlerini açar, sanki o âna kadar tam duyup hissedemediği kendi kaderini duyar, kendi talihiyle sevinir veya kederlenir ve kendi istikbaline yönelir; gözleri, içinde bulunduğu zamanın vaadettikleriyle güler ve yüzü buğu buğu mânâlarla derinleşir. Cami ve minarelerde yükselen şeâiri ilan sesleri bu umûmi ahvâle ayrı bir tad, ayrı bir zenginlik katar.. öyle ki artık esen rüzgardan yağan yağmura kadar her şey O’nun kokusuyla yüzlerimizi yalar geçer ve gönüllerimize ölümsüzlük iksiri gibi siner. Hele seher yeli! Hele seher yeli! O, sonsuzluktan bir nefes gibi kendini hissettirir.. O’ndan bir haber ve bir lütuf gibi yüreklerimizi hoplatır; hoplatır, zira ona böylesine yöneldiğimiz bu büyülü dakikalar, iman, aşk ve ümitlerimiz sayesinde, ebediyet gerçeğinin usâreleri gibi gelir, gönüllerimize boşalır ve ruhumuzun derinliklerinde tûbâ-i cennet tomurcuklarını meyveye uyarır ve bizi hep kalbimizdeki cennetlerin yamaçlarında dolaştırır.
Allah her zaman güzel ve lütufkârdır; ama biz, belli zaman dilimlerinde bu mânâyı daha bir derince hissederiz. Evet, ruhlarımızın bahar faslı sayılan bazı mevsimlerde O, kalbimizin bütün heyecanını kendine çeker.. güzelliğini, câzibesini mukavemet edilemez bir seviyede hissettirir.. ve bizi her an ayrı bir lütufla yeniden bir kere daha ihyâ eder. Ben, bu mübarek gönüllerde, bu yolla duyulan zevk ölçüsünde başka bir zevkin bulunacağına ihtimal vermiyorum.. vermiyorum, zira bu rûhâni zevk, insandaki ilâhi aşk ve alâka ile, Rahmeti Sonsuz’un ihsan dalga boyundaki teveccühlerinden kaynaklanmaktadır. İnsanın aşk ve alâkasının yürekten ve ebedi olması ölçüsünde, O’nun teveccüh ve ihsanları da sınırsız ve nâmütenâhidir.
Sızıntı, Şubat 1996, Cilt 18, Sayı 205
Yeniden Yeşeren Düşünceler
Târihî devr-i dâimler de az farkla, tıpkı gecelerin gündüzleri tâkip etmesi gibi birbirini kovalar durur. “Az farkla” diyorum; zîra biri “cebrî, lütfî” insan irâdesini aşan âlemşümûl makro plânın küçük bir bölümü olarak tecellî eder; diğeri ise, şart-ı âdi mülâhazasıyla insan irâdesine bağlı olarak.. birincisi, uzayıp-kısalma, yeknesak, muttarit ve takvim eksenli olmasına karşılık; ikincisi, farklı-esnek, dar-geniş, isteme, dileme, sebebiyet verme plânında ve irâde yörüngelidir.
Gece ve gündüz, her yirmidört saatte bir kere tulû ve gurup ufkunda belirip, dünyayı ışık veya karanlıkla kucaklayıp kuşattıkları gibi, milletlerin ve milletimizin târihî tekevvün ve değişimleri de, birer ikbâl ve idbâr televvünüyle hep münâvebeler turnikesinde cereyan etmiştir ve etmektedir.
Evet o, serkârları itibariyle bir dönemde mânâ ile büyülü, bir başka devirde madde ile meshûr ve tâlihsiz bir zaman diliminde de materyalizmin ağında iffetzede, ismetzede, karakterzede olarak hep “değişimler” ve “oluşumlar” arasında gelip gitmiştir.
Zaten, büyüyen, büyürken de, her yana kök salan millet ve devletleri, bir yelpâze gibi tek plân üstünde genişleyen, hüküm ve tesiri itibariyle de bütün zamanları, bütün mekânları dolduran ezel kaynaklı, ebed hedefli görmek, daha doğrusu öyle zannetmek fevkalâde yanlıştır. Her doğan büyüme açıklığına girer, kendini genişleme pistinde ve yükselme rampasında bulur; ancak bunlar arasında sâdece, kaderin, yollarına su serptikleri büyür.. ve büyüyenler de mutlaka ölür; ama geç-ama erken.!
Varlık ve hadiselerle içli-dışlı olabildiğimiz ölçüde, bu serencâmeyi her gün görür ve müşâhede ederiz. Evet hemen her gün eşyâ ve hadiseleri süzerken, eğer yapabilirsek, düşünce ve hayallerimizi, birbirinin izdüşümü gibi sıralanmış duran veyâ üst üste istiflenmiş bulunan târihî vak’alar üzerinde gezdirdiğimizde, dünya kadar sendeleyip devrilmelerin yanında, dünya kadar da yeşerip gelişmelerin, derlenip toparlanmaların, dirilip doğrulmaların cereyan ettiğine şâhit oluruz.
Bir bakarsınız, beklenmedik bir fırtına, bir tûfanla hazan vurmuş yapraklar veya dalı-budağı kırılmış da devrilmemek için iplikçikleriyle, çatal elleriyle şuraya-buraya dolaşan, şu cisme, bu cisme sarılan sarmaşıklar gibi ölüm ağında çırpınan milletler, toplumlar, hiç umulmadık bir anda, birdenbire içinde kaynayıp duran ve dirilmek için İsrâfil sûru bekleyen, her sürgünün en görülmez tomurcuğunda, en belirsiz oyuğunda, millet ağacının târihî katmanlarından süzülüp gelen ve haşr u neşr hamlesine göre plânlanmış bir gelişme ve inkişaf gücüyle, yine bir sarmaşığın tutunabileceği dayanak noktalarına koşması, geçmiş baharlarını bir kere daha yakalayıp yaşamaya çalışması gibi, târihî ihtişam devirlerine koştuğunu, eski izleri üzerinde yol aldığını, bu koşma ve yol almadaki hırsını, aktivitesini görür ve hayret ederiz.
Evet, milletimizin kökü, gövdesi ve dalları, fırtına ile sarsılan bir ağaç gibi, bugüne kadar kim bilir kaç defa sarsıldı? kim bilir kaç defa karın-buzun kahrına uğrayıp bet-beniz beyazlığına uğradı.! Kaç defa güneşlerin kavurucu sıcakları altında kül rengine büründü? Ve kaç defa değişik buudlarda, yeni yeni haşr u neşirlerle dirilişler yaşadı? Şâyet hazanlar onun hayat ve canlılığının bir yanını alıp götürdü ise, baharlar da öylesine köpüren renklerle onu kucakladı ki, o tekevvün karşısında her şey sararıp soldu ve bütün aldatan renkler bir bir sustu.
Şimdi, her zaman şaşırtıcı bir âhenkle, mini mini sayısız unsurlardan, unsurlar arasındaki sessiz ve sihirli kaynaşmadan, hiç olmadık şekilde ve beklenmedik bir canlılıkla hayâta yürüyenleri görüp de sessizliğe bürünmüş görünen bu büyülü canlılığı ve dağılmışlık hissini veren bu vahdeti, nasıl hakîki ve ebedî ölmüşlüğe hamledebiliriz ki? Kaldı ki, öyle olsa bile, kışlar hep bahâra, geceler de nehâra gebedir…
Târihî devr-i dâimler açısından son asra girerken, kulaklarımızda “tın tın”: “Din pozitivizme yenik düştü -tersi dönmüş çarpık düşünceler öyle görüyordu- ruh ve mânâ, materyalizm karşısında nakavt oldu.. atom her şeyin esâsı..” ve “varlık bütünüyle madde endeksli” gibi ipe-sapa gelmeyen mırıltılarla girdik. O günlerde henüz enerji mefhumu tam bilinmediği için cüz-i lâyetecezzâ “atom”, “küllî-i lâyüs’el” sorgulanmaz bir tam gibi kabûl ediliyordu. Ne var ki, daha yirminci asrın yarısına gelinmemişti ki; maddecilik, ilk sürpriz darbeyi kendi içindeki cinlerden yedi ve sarsıldı. Evet o, özündeki kuvvet “enerji” düşüncesiyle çarpıştı ve ona yenik düştü. Gerçi, o günlerde enerji henüz kendine âit derinlikleriyle bilinmiyordu ama, belli ölçüde yaptığı işlerle kendini hissettirmeye ve diş göstermeye başlamıştı. Evet, fizik enerjiyi değil, onun yaptığı şeyleri biliyor ve onu, bir cisim ve cisimler sisteminin hâiz olduğu mekanik işler hâsıl etme kâbiliyeti olarak tanıyordu. Bu kadarcık tanıyordu ve bu kâbiliyetin ne olduğunu, umûmi keyfiyet ve husûsiyetlerini hiç mi hiç bilmiyordu.
Enerjinin kendini hissettirip öne çıkmasıyla, onun madde üzerindeki tecellilerini yakalayıp değerlendirmeye çalışan materyalist felsefenin bir düzine meçhuller, uçurumlar, yokluklar sath-ı mâiline girmesi aynı döneme rastlar; bu dönemdedir ki artık madde enerjileşmiş ve ruhların gezdiği buudlarda dolaşmaya başlamıştır. Bu ise, o günkü realitelere göre, materyalizmin şâhidi gibi gösterilen bir nesnenin, maddeciliğin aleyhinde ifâde vermesi gibi bir şeydi.. evet, şâyet atom sıkıştırılmış ve mini bir hacme yerleştirilmiş bir kuvvet ise ve eğer kuvvette, uğradığı mukâvemetleri tâdil etme kâbiliyeti var ise, sonra eğer bütün varlık ve hadiseler, bu kuvvet nehri içinde yaratılıyor ve kendi buudlarını buluyorsa, rakamlarla ifâde edilemeyecek kadar büyük kabul edilen bu gücü ortaya çıkarıp Hiroşima ve Nagazaki’yi külleştirenler, onun, o noktadaki sihirli tesirini heceleye dursunlar, aslında bunlar, materyalizmin ipini çekiyor ve bir fecir ezanı üslûbuyla târihî maddeciliğin ölümünü ilan ediyorlardı.
Gerisi malûm; maddeciliğe dayalı yalancı bir sistemin künde künde üstüne devrildiğini hepimiz berâber müşâhede ettik.. âile ve toplum düzeniyle, içtimâî ve iktisâdî yapısıyla, sanat ve estetik anlayışıyla, eşyâ ve insanı mânâlandırmasıyla aldatan bir sistemin…
Onca kan-irin, onca mâlî ve bedenî zâyiat ve bakıp bakıp hayıflandığımız koskocaman bir ömrü hederden sonra şimdi yeniden maddeyi ve bütün varlığı aşan düşüncelerimizle imanî derinliklerin ve dînî tasavvurların dünyasındayız. Milletimiz, bin sene önce de yine bu kabil kargaşa ve karmaşalarla yaka-paça ola ola, o temizlerden temiz vicdânında duyduğu âlemşümûl gerçeğe ve yedi-sekiz asırlık bir muhteşem döneme “merhaba” demişti.
Milletimizin, başka bütün ölçüleri aşan bir derinlikteki kuruluşunda, en büyük tesirin İslâm’a âit olduğunda şüphe yok. Bu millet, İslâm sâyesinde, maddî hayattan rûhî hayâta, gayr-ı nizamîlikten nizâma, ufuksuzluktan gâye-i hayâle, sınırlı düşünceden dünya ve ukbâları aşan nâmütenâhîliklere yönelmiş ve kendi derinliklerinin farkına varmıştır. Evet o, bilmem hangi tarihte yitirmiş olduğu gerçek değerlerini, üslup, zerâfet ve inceliğini İslâm’da bulmuş, ona gönülden sâhip çıkmış ve asırlar boyu da hep ukba endeksli yaşamıştı. Yaşamış ve hareketlerini ibâdet, sözlerini duâ, bakışlarını merhamet ve incelik, beraberliğini de kuvvet hâline getirmişti.. ve yine İslâm sâyesinde o, his-lerden akla, mantıktan kalbe, muhâkemeden ilhâma yollar vurmuş.. yürümüş ve yükselmiş.. duygusuyla, düşüncesiyle, kültürüyle, sanatıyla ve bediî zevkleriyle ebedî var olmanın sırlarını keşfetmişti.
Bugünkü kargaşa ve bunalımları da aynı rûhî zaferlerin tâkip edeceğine ve milletçe bir “ba’sü ba’de’l-mevt” geçireceğimize inancımız tamdır. Evet, beşerî sefâletlerimizi tedâvi edecek, ruhlarımızı kendi derinliklerine, kendi derinliklerinden de her şeyin gerçek kaynağına yönlendirecek geleceğin gönül erleri sâyesinde, kaybettiğimiz şeyleri yeniden elde edeceğimize yürekten inanıyoruz. Eğer fantezi sayılmayacaksa buna bizim rönesansımız da diyebiliriz.
Bu büyük tekevvün için bir kısım ön hazırlıklara ihtiyaç olduğunda şüphe yok. Bu mevzûda, mektepten ma’bede, ma’bedden kışlaya, kışladan zâviyeye toplumun katmanlarındaki bütün cevherler değerlendirilecek, mevcut dinamiklerin ve birikimlerin hepsinden istifade edilecektir. Ancak bütün bu hazırlıkları, kendi kabuğuna çekilmiş, pâyelerle mütesellî, tahsîsat paylaşmadan başka bir şey düşünmeyen, dev cüsseli bilim yuvaları değil; ciddî bir hukuk anlayışı, sağlam bir dünya görüşü, derli-toplu bir millet şuuru ve esaslı bir düşünce felsefesi ortaya koyan.. ve bütün bunları yüzlerce seneden beri devam edegelen milletimizin kültürüyle mezcedip yoğuran seviyeli ilim ve düşünce adamları; kalp-ruh-akıl ve disiplin esasları üzerine müesses entegre ilim kompleksleriyle gerçekleştireceklerdir. Maddede, ruhta, dehâda, aşkta hakla birleşmiş ilim, irfan âşık-larıyla temsil edilen gerçek maarif yuvaları ve sorumluluğun harekete geçirdiği, hareketleri de günübirlikçiliği aşan ve kendi hazlarını, kendi zevklerini düşünmekten daha ziyâde, mefkûresi uğrunda mücâdele zemînine ulaşma yollarını araştıran karakter insanı Hakk erleriyle.
Şimdi, târihî devr-i dâimler silsilesinde böyle bir dönemeçte bulunduğumuz şuuruyla, vicdanlarımızı bir kere daha yokluyor ve talihlerimize tebessümler yağdırıyoruz.
Sızıntı, Ağustos 1993, Cilt 15, Sayı 175
Yenilenme Fantezisi
Târihî tekerrürler devr-i dâimi içinde şimdilerde bir de yanılmalar devr-i dâimi yaşıyoruz. Cihan harbinden sonra, hemen herkes, o güne kadar görüp-bildiğimiz, bilip-tanıdığımız din-diyânet, örf-âdet her şeye nefret duymaya başladı ve yenilik vaat ediyor kuruntusuyla bir kısım fantezi düşünce, hemen herkesin alâka odağı haline geldi. Bu dönemde bilhassa sol ideolojiler, insanlığa yeni bir dünya vaat etme aldatmacasını çok iyi değerlendirdiler. İçinde ezen-ezilen, sömüren-sömürülen sınıfların, dolayısıyla da, kinin, nefretin, kavganın, harbin olmadığı yepyeni bir dünya ütopyasını allayıp-pullayıp propaganda etti ve topyekün yeryüzünü bir başkaldırma arenası haline getirdiler.
Bu kaoslu dönemde herkes sokaklara dökülüyor, herkes sihirli bir dünya ile alâkalı bir şeyler mırıldanıyor.. ve husûsiyle de gözleri buğulu, gönülleri heyecanla dopdolu gençler, yitirilmiş bir cenneti arıyormuşçasına her yolda yürümeyi deniyor, her kapıyı zorluyor, o güne kadar saygı duyduğu bütün değerleri yıkıyor, her gün bir sürü olmazlarla yaka-paça oluyor ve yeni baştan bir insanlık cemiyeti hezeyanlarıyla köpürüp duruyordu. Ve tabiî, bu serâzad ve çakırkeyf gençlerin çılgınlık senfonilerine kantarmış entellerden iltihak edenlerin sayısı da az değildi.
O zamanlar, bu tür yeni düşüncelerin büyüsüne kendini kaptıranlardan hemen hiç kimse, herhangi bir tenkit, tetkik, muhakeme ve mukayeseye başvurmadan, “yeni” deyip kendini bir kısım fantezilerin içine salıyor ve elinde kâsesi meykeşler gibi; “yeni dünya”, “yeni düşünce tarzı”, “yeni sistem”, “yeni toplum”, “yeni idare” diyor, durmadan târihî dinamiklilere, mâziye, dine ve atalarına saldırıyordu. Bu dönemde sadece başkaldırmanın romanı yazılıyor, başkaldırmanın tiyatrosu yapılıyor ve topyekün sanat bir isterik düşüncenin elinde korkunç bir yıkım yaşıyordu. Bir zümre her şeyi yıkmaya, her şeyi değiştirmeye karar vermişti ama, nelerin nasıl değiştirileceğini, değiştirilen şeylerin yerine nelerin ikâme edileceğini düşünmeden karar vermişti. Oysa ki, değiştirilmek istenen şey ne bir at, ne bir araba, ne bir ev ne de bir urbaydı; o, bin seneden beri milletin canıyla-kanıyla bütünleşmiş ve benliğinin her parçasına işlemiş bir mânâ idi. Onun için de yeniler tutmadı; eskiler sarsıldı ama oldukları yerde kaldı… O günkü yeniler ve yenileyicilerin yıldızları birer birer söndü ve daha üzerinden çeyrek asır geçmeden, partal birer elbise, eskimiş birer eşya gibi ya şuraya buraya atıldı veya târihî bir fosil olarak korunmaya alındı.
Şimdilerde bir kısım mihraklar yine, yeniden yapılanmadan ve yeni bir dünyadan bahsetmeye başladılar. Öyle ki “yeni” kelimesinin sihriyle ruhuna gençlik aşılayacağı vehmine kapılmış ve aslında yeniliğe kapalı bazı içi geçmiş ruhlar bile bu fanteziden kendilerini alamadılar. Ev değiştiriyor, elbise değiştiriyor gibi büyülü bir metamorfozla, hemen içinde bulundukları durumdan sıyrılıp, yepyeni bir kimliğe, taptaze bir mahiyete ulaşacakları zehâbına kapıldılar. Aslında, ilkinde olduğu gibi, şimdilerde de, bu sihirli yeniliği, hemen herkesi alâkadar eden bir meseleymiş gibi gösterenler, yığınlar üzerinde bu ruh haletini oldukça başarılı değerlendirdi, onun büyüsüyle çoklarının başını döndürdü, kitleleri şaşkına çevirdi ve kendi hedeflerine yürüdüler.
Biz, bugüne kadar öyle davranageldiğimiz gibi, bu defa da yine kendi hesabımıza harikalar kuşağında hisse arayaduralım, şimdiye kadar dünyanın her yanını elli kere hallaç edip sömüren güçler, yeniden yapılanma düşüncesiyle gerilmiş saf yığınların heyecan ve anilmerkez kuvvetlerini, hem de onlara rağmen, bir kez daha kendi hesaplarına istismar ettiler bile. Evet onlar, açık-kapalı dünyanın dört bir yanında modern çağın gerek ve icaplarına göre çıkartmalar düzenleyerek yeni bir koloni devri başlatadursunlar, Türk ve İslâm dünyasında bütün bu hokkabazlıkların perde arkasını sezemeyen yığınlar, âdeta büyülenmiş gibi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerî tasavvurları aşan hârikalar kabilinden bir şeyler beklemekte. Evet biz, hülyalarımızla teselli oladuralım, Batı, haçlı seferlerinde yaptığından farklı ve daha yumuşak bir çizgide bütün saldırı, tecavüz ve işgallerini devam ettiriyor. O, eskiden açıktan, mertçe ve tepki alabilecek şekilde “salib” deyip yürüyordu. Şimdilerde ise daha yumuşakça ve daha az reaksiyon görebilecek bir üslupla hedeflediği şeyleri gerçekleştiriyor. Hem de yerinde kendilerini demokrasi havarisi ve işgal edecekleri ülkeleri de terörist göstererek; yerinde bizzat o ülkelerde sun’î terör meydana getirerek (Sudan ve Irak misallerinde olduğu gibi) ve tabiî, hemen her defasında hilal’i haç’a paravan yaparak herkesi çok rahatlıkla yanıltabilecek bir üslupla. Bu itibarla, günümüzde yenilik adına sahneye konan şeylere “yeni işgal metotları” dense de, bunlara kat’iyen yenilenme ve yeniden yapılanma denemez.
Rica ederim, Körfez’de çevreye kabadayıca gözdağı vermenin.. süperlerin petrol hisselerini bir kere daha gözden geçirerek kendilerine arslan payı ayırmanın.. Batıya tam piyonluk yapmayan bazı ülkeleri parçalamanın ve bazılarını da parçalama plânına almanın.. komşu ve kardeş devletlerde milletimize karşı belirmeye başlayan güveni sarsmanın ve bu dünyanın hakimiyet merkezinin Batı olduğunu kanla-irinle bir kere daha hatırlatmanın dışında yenilik adına ne yapılmıştır..? Gerçi bu da bir yenilik sayılır ama, hem getirdikleriyle hem de götürdükleriyle aleyhimizde bir yenilik! Zaten kuvvetin temsilcisi ve zulmün çocuklarından başka bir şey de beklenemezdi.
Şu anda dahi, ayyuka yükselen zulümleriyle bu gaddar dünya, bir kere daha gerçek kimliğini ortaya koydu ama, keşke bize de bir şeyler anlatabilseydi! Saraybosna kan revan.. Karabağ, Azerbaycan feryat u figân.. Keşmir alev alev.. Somali istismar ağında inim inim.. Sudan baskı altında.. Filistin kaynayan bir kazan.. Ve bu koskoca âlemde çektiren dinsiz ve hıristiyan, çeken de Müslüman.. ne acı ki, bu bile bir şey anlatmıyor bize…
Aslında Batı, bin seneden beri bu dünyanın hakk-ı hayatı olmadığına inanmaktadır. Bundan sonra da inanacağa benzemez. O sadece kuvvete, natürel seleksiyona inanır.. onun hayat felsefesi hep menfaat ve çıkar eksenli olmuştur; gücü yettiği zaman ezer; başa çıkamayacağını anladığı zaman da el-etek öpmekten geri kalmaz.. yaşamayı kuvvetin tabiî hakkı sayar; zayıfı sağmal gibi görür ve sağar.. gaddar ve gözü kanlıdır; hiç tereddüt etmeden en küçük bir çıkarı uğruna bütün dünyayı ateşe verebilir.. fevkalâde zorba, olabildiğince mütecâviz ve tam bir pragmatisttir.
Düşünce dünyası bu küflü felsefeye kilitlenmiş bir âlemin, ortaya ne bir yenilik koyabilmesi ne de insanlık adına bir yeniden yapılanma gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Onun bu çizgide her hareketi bir illüzyon, her vaadi de bir aldatmacadır. Zaten dayandığı dinamikler itibariyle tükenmiş bir dünyanın, ne yenilenmeye ne de başkalarına yenilik düşüncesi ilham etmeye gücü yetmez.
Eğer önümüzdeki yıllarda dünya çapında bir yenilenme söz konusu olacaksa, hiç şüphesiz o, yıllar ve yıllar boyu, çeşit çeşit mağduriyetlerin, mahkumiyetlerin, mazlumiyetlerin bilediği, keskinleştirdiği ve çağıyla hesaplaşmaya hazırladığı şu bizim dünyamızda, İslâm’ın zamanları, mekânları aşan prensipleri ve Kurân’ın her gün biraz daha gençleşen ölümsüz düsturları sayesinde gerçekleşecektir. Daha şimdiden, düşünce dünyamızın ayları, güneşleri yüzler-binler ellerinde o mutasavver dantelanın önemli bir parçası, onu örgülemeye çalışıyor ve gözlerini açıp-kapayıp mutlu geleceğin rüyalarından bahisler açıyorlar. Az daha bekle, sen de inayetle tüllenen o günleri göreceksin.
Sızıntı, Ocak 1994, Cilt 15, Sayı 180
Zamanı Bir Başka Duyuş
İçinde bulunduğumuz kutlu zaman dilimini tam duyabilmek için, evvelâ ruh ve vicdanların gökler ötesi böyle bir mûsıkîyi ve şiiri hissetmeye hazır olmaları lâzımdır. İç âlemleri, dış çevreleri ve hayat televvünleri itibariyle âfâkî ruhlar onu sadece gökte değişen hilâller şeklinde takip ederler.
Günümüzde umûmî atmosfer; radyolarla, televizyonlarla, klaksonlarla; uçak, tren, vapur, otomobil, tramvay gürültüleriyle; âsâbımızı bozan münasebetsiz sirenler ve ciyak ciyak reklam ve propaganda vasıtalarının çığlıklarıyla o kadar ciddi kirlendi ki, esaslı bir ameliyât-ı rûhiye ve fikriye geçirmeden, hattâ yeni baştan bir kere daha bütünüyle uhrevîleşmeden bu mübarek ayların semâvîliğini ve bu aylarda ötelerin bayıltan mûsıkîsini duymak çok zor, belki de imkânsızdır.
Mânevî kirlerden arınmış, semâvîliklere açık nezih ruhlar, bilhassa içindeki bazı gecelerle daha bir zirveleşen bu mübarek zaman dilimini, âdeta bir lezzet gibi duyar, bir gül gibi koklar, bir musiki gibi dinler ve bir kevser gibi yudumlarlar. Azıcık dikkat edebilsek hemen hepimiz, bu ayların ufkumuzda tulûunu, tıpkı semâvî bir koruya veya uhrevî bir koya giriyor gibi en büyüleyici şekilde hisseder ve ötelerde seyahat ediyormuşçasına bütün benliğimizle köpürür ve nâsûtiyetimizin hudutlarına sığmaz hale geliriz.
Aslında bir zamanlar, bu bizim en tabiî hâl ve iklimimizdi: Eskiden senenin hemen her mevsiminde yudumlayıp dolaştığımız o ledünni zevk ve uhrevi hazlara, şimdilerde, pek çoğumuz itibariyle fevkalâde aç ve susuz bulunuyoruz. O zevk ve hazları, geçmişe ait enginlikleriyle duyabilmek için, gündelik duygulardan ve düşüncelerimizi saran isten-pastan arınmamız, sonra da ümit ve beklentilerimizde daha bir derinleşmemiz icap ediyor. Bunu başarabildiğimiz sürece, varlığın içinde her zaman gizli, büyülü, ince ve gönüllerimizi rikkate getiren pek çok gerçeği duyabilir ve sınırlılığımızı aşabiliriz. Hele, insanı sürekli ledünni ufuklarda gezdiren mübarek gün ve gecelerde…
Evet, varlığı gönül kulağıyla dinleyebilenler için mübarek gün ve geceler, âdeta ötelerin diliyle bir şeyler mırıldanan birer şâir, birer bestekâr haline gelir ve bizlere ne harikulâde şeyler fısıldar. Duyup hissettiğimiz esintiler, cismâniyetimizi kuşatan başka görüntü ve başka gürültüleri bir tarafa iterek, gönlümüzün derinliklerinden, ukbâya açılan husûsî menfez ve koridorlarla bizi, öbür tarafın meçhûl ve büyülü yamaçlarına ulaştırır ve temâşâ zevkiyle âdeta mest eder. Böyle bir mülâhazalar dünyasında sabahlar, cennete ilk adım atışın mest ü mahmurluğu içinde; öğlenler, Sevgiliyi temâşâ ile günün yorgunluğunu atma hazzıyla; akşamlar, bir alaca karanlık içinde vuslata yürüme neşvesiyle; geceler, halvetin idrâkler üstü güzellikleriyle tüllenir ve her biri ayrı bir tat, ayrı bir neşe ile gelir-geçer gönül ufkumuzdan.
Hele, Regaip, Mirâc, Berâat kandilleri gibi gece âleminin taçları ve zamanın Allah’a en yakın zirveleri ya da O’na açılmanın rıhtımları, limanları, rampaları sayılan o mübarek gün ve gecelerde, gönüller ayrı bir duyarlılıkla parıldar; ruh sonsuza doğru bir başka türlü kanat çırpar; her şey verâların ezelî şiirine dem tutar; her yanı tam bir uhrevilik büyüsü kaplar; her sîneyi, dillerin ifadeden âciz kaldığı bir naz ve niyaz zemzemesi sarar. Hususî bir kısım tecellilerle ötelerin kapısı, penceresi, menfezi haline gelen mekân; ümit ve beklentilerin yakarışlara dönüşüyle billurlaşan zaman ve yeni nazil olmuş gibi, her sûresi, her makta, her âyeti ve her cümlesinde hemen herkese yepyeni bir hayat vaadiyle âvâz âvâz çağıldayan Kur’ân, bizlere, iman ve ümitle yemyeşil tepeler, cennette cuma yamaçları gibi rüyete açık zirveler ve susamış gönüllerimize hayat suyu gibi iksirler içirerek, ruhlarımıza mümin olmanın tasavvurlar üstü avantajlarını sunarlar.. sunar ve Rabb’e yönelik sinelerde ne telaffuzları çatlatan mânâ ve muhtevalar, ne ifadelere sığmayan tecellilerle tüllenirler.
Öyle ki, ruhlardaki bu enginlik ve zenginlik, görüp hissettiğimiz her şeye rengini çalarak bizi bütünüyle verâileştirir.. ve kendimizi, uhrevilerin teşkil ettiği bir halka-i zikirde mehâbet yudumluyor ya da cennetlerin ferah-fezâ ikliminde, hûri ve yılmandan müteşekkil bir korodan neşîdeler dinliyor gibi buluruz.
Hele, bazılarımız itibariyle ve bazı zamanlarda, ruhlarımızı saran bu zengin uhrevilik, bizi, içinde bulunduğumuz dar zaman buudları dışına çekerek, içimizde hep hasretini duyduğumuz cennetin kapısının önüne kadar sürükler.. sürükler de, âdeta kendimizi, fevkalâde mahrem, asla duyulup görülmemiş ve kelimelerle ifade edilmeyen bir sihirli âlemin sahilinde sanırız. Böyle bir ruh hâleti içinde biz bir şey düşünüp konuşmasak da, öteler kendi sesinden bize güftesiz besteler sunar ve: Ben kulağınızda bir ihtizaz, gözlerinizde bir ışık, sinelerinizde de bir haz olarak hep içinizdeyim.. içinizde ve duygularınıza açık limanlarda, rıhtımlarda, rampalardayım. İsteseniz beni avuçlarınızın içine alıp sahiplenebilirsiniz… derler. Ötelere, ötelerin de ötesine uzanan bu köpük köpük duygular içinde gönüllerimize yağdığına inandığımız uhrevi ışıkların; her zaman his ve yakarışlarla tüten umûmi havanın; mor, pembe, beyaz, sarı sokaklarda ve mahyalardaki kandillerin; günde birkaç defa ruhlarımızda sonsuzu rasat etmeye koştuğumuz mâbetlerin; bizimle aynı duyguyu paylaşan ve hislerimize tercüman olan tertemiz insanların.. evet bütün bunların hemen hepsinin ayrı ayrı birer mevcûdiyeti, birer ruh ve mânâsı, birer lezzeti ve birer büyüsü olduğunu duyar gibi oluruz. İşte bu mânâ ve muhteva ile dopdolu ruhlarımız, asıl kendilerine döndüklerinde, her şeyden daha engin olan iç dünyalarının derinliklerini temâşâya dalar ve çevrelerindeki eşyayı daha bir farklı duymaya başlarlar.
Evet, varlık, insan ve ötelerin daha mükemmel duyulup hissedildiği bu mübarek günler, dimağlarımızda en kudretli düşünceleri tutuşturur, ruhlarımızda en zevkli şiirleri besler, gönüllerimize en sırlı vâridât kapılarını aralar ve bize en mahrem hislerimizi ifade etme imkânını hazırlar.
Bu mübarek zaman diliminin mehâbetiyle bazen hemen pek çoğumuz susar ve âdeta kendi iç dünyamızla hasbihâle başlarız. kim bilir, belki de böyle bir sessizleşme, güven, sevgi, itibar ve herkesi kucaklama yolunda en beliğ sözlerden daha anlamlı tesirler icrâ ediyordur. Evet bazen, murakabe, his, marifet mülâhazası ifade eden böyle heybetli bir sessizlik en derin sözlerden daha müessir olabilir.. ihtimal bizim en çok hasretini çektiğimiz işte bu sâmit talâkattır.!
Eskiden beri bu kutlu zaman dilimi yaşana yaşana ruhlarımıza öyle işlemiştir ki, o daha ufukta belirir belirmez, kalbimizin dudaklarında ne şeker-şerbet şeyler duymaya başlar, ne engin mânâların bir beyan zemzemesi halinde içimize aktığını hisseder ve ne enfes düşüncelerin kalemlerden akan mürekkeplere karışıp nakış nakış kâğıtların üzerine döküldüğüne şahit oluruz. Olur ve hâlihazırdaki mevcûdiyetimizin yanında olmayı düşündüğümüz, iman ve ümitlerimizde tomurcuk tomurcuk açan günleri sayıklar, arzu ve emellerimize göre yepyeni dünyalara doğru kanat çırpıp uçtuğumuzu sanırız.
Biz hepimiz, bu mübarek ayları ve o ayların zirve gün ve gecelerini imanlı gönüllerimize, her zaman akseden ışık tayfları şeklinde görmüş ve sevmişizdir. Aradan yıllar ve yıllar geçse, insanların düşünce ve tarz-ı telakkileri değişse de bu mübarek gün ve geceler, bizleri hep aynı duygu ve düşünce yamaçlarında dolaştıracak ve gönüllerimize aynı ilhamları boşaltacaklardır.
Sızıntı, Ocak 1996, Cilt 17, Sayı 204