Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-1
- Ahiret Haşr 15 Soru Cevap-2
- Ahlak ile ilgili 20 Soru Cevap-1
- Ahlak ile ilgili 12 Soru Cevap-2
- Cinler hakkında Soru cevap (18 soru)
- Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-1
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-2
- İrşad ve Tebliğ soru Cevap-3
- Kandiller 17 Soru Cevap
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1
- Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-2
- Melekler Soru Cevap-1
- Melekler Soru Cevap-2
- Ramazan Soru Cevap-1 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-2 (21 soru)
- Ramazan Soru Cevap-3 (14 soru)
- Ruh ile İlgili Soru Cevap
- Tevbe (Tövbe) 12 Soru Cevap
- Şeytanlar ile ilgili Sorular (22 soru)
Sorular ve Cevaplar
Şeytan’ın kelime anlamıyla ilgili olarak iki görüş söz konusudur. Bunlardan birincisi, ‘ş-t-n’ kökünden türemiş olup ‘uzak olmak, muhalefet etmek‘ anlamına gelir. İkincisi, ‘ş-y-t’ kökünden olup ‘öfkeyle yanmak‘ manasını ifade eder.
İslami literatürde ise şeytan, verdiği vesveselerle sürekli olarak insanları saptırmaya çalışan, ateşten yaratılmış, azgın ve kibirli varlıklar’a verilen addır. Kur’ an’ da ilk şeytandan ‘İblis’ diye söz edilir ve ” … İblis cinlerdendi, rabbinin emrinden dışarı çıktı” (Kehf suresi, 18/50) denilerek onun aslında bir cin olduğu belirtilir. İblis’in cin olduğunu ortaya koyan diğer bir delil de onun da diğer cinler gibi ateşten yaratıldığının belirtilmesidir. (A’raf suresi, 7/12)
Bir zamanlar kendisine melekler arasında yer verilen bu ilk ve en büyük şeytan olan İblis, sonradan kibrine yenilerek Allah’a muhalefet eden bir varlık konumuna düşmüştür:
“Meleklere, Adem’e secde edin demiştik. (O gün içlerinde bulunan) İblis hariç hepsi secdeye vardılar, o ise bunu kabul etmedi, büyüklendi ve kafirlerden oldu.” (Bakara suresi, 2/34)
Şeytan, ‘mantıksızlık mantığı‘ diyebileceğimiz bir diyalektik ile Cenab-ı Hakk’ın ‘Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan neydi?‘ sualini ‘Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu çamurdan yarattın.‘ (A’raf suresi, 7/12) şeklinde cevaplandırmıştır. Şu halde, İblis’in yaratılışı cebri olmasına karşılık, onun şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur.
Şahsına ait hiçbir zati değer ve kıymeti olmayan bu lanetlenmiş varlığın, birçok hikmete binaen yaratılmış olduğunda şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin yükselmeleri ve alçalmaları adına oynadığı roldür.
Yüce Yaratıcı, şeytanı insanın manen yükselip terakki etmesine ve kemaline sebepler dünyasında bir vesile kılmıştır. İnsan fıtratındaki birçok duygunun inkişafını, şeytan ile mücadele etmeye bağlamıştır. Şurası bir gerçek ki, mücadelenin olmadığı bir yerde ilerleme de olmaz. Nitekim, kendilerine şeytanın musallat kılınmadığı melekler için manevi bir terakki/yükseliş söz konusu değildir.
Serçeye musallat olan atmaca kuşu nasıl serçenin uçma kabiliyetini geliştirmesine ister istemez sebep oluyorsa; şeytanlar da, istemeksizin, insanların manevi yükselişine sebep olmaktadırlar. İmtihan dünyasında insanın, bir kısım istidat ve kabiliyetleri, şeytana karşı verdikleri mücadelelerindeki muvaffakiyetleri neticesinde inkişaf edip Cennet’ e layık/ehil hale gelirler, Allah’ın kendilerine verdiği istidadı onun telkin ve istekleri doğrultusunda işletenler ise Cehennem’e müstahak hale gelirler.
Ne inkar edenlerin ne de inananların, ‘Niye şeytan yaratıldı?‘, veya ‘Olmasaydı daha iyi olmaz mıydı?‘ şeklindeki bir itiraza hakları yoktur. Evvela, Yaratıcı’ya ve O’nun haber verdiği hususlara inanmayan bir inkarcının, inanmadığı şeyleri itiraz konusu olarak ileri sürmesinin haklı bir yanı yoktur. İnanan birisinin ise, O’nun takdirlerine teslimiyeti söz konusudur.
Esasında, içinde bulunduğumuz kainatla birlikte yoktan yaratılmış bir varlık olarak bizim Yüce Yaratıcı’ya karşı ‘hak iddia etme’ hakkımız yoktur. Zira bizim O’na (c.c.) vermiş olduğumuz bir şey yoktur ki, O’na karşı bir ‘hak iddia etme’ hakkımız olsun. Öyleyse bizim O’na karşı yalnızca sorumluluklarımız, görevlerimiz ve verdiği sayısız nimetlere hamd ve şükrümüz olması gerekir.
İblis gibi, insanları saptırmaya çalışan diğer inkarcı cinlere de şeytan adı verilir. Hatta Kur’an-ı Kerim, insanlara inkarı ve inkarın ihtiva ettiği her bir batıl düşünceyi telkin etme ortak paydası altında, şeytanları insi ve cinni olmak üzere iki kısımda mütalaa eder. Mesela, bir ayette şöyle denir:
“… Böylece her peygamber için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.” (En’am suresi, 6/112)
Şu kadar ki, insanları Allah’tan ve O’nun koymuş olduğu esas ve değerlerden uzaklaştırmaya çalışan insi şeytanlar bunu yüz yüze yaparlarken cinni şeytanlar bu vesvese ve telkinlerini bizim onları göremeyeceğimiz bir konumdan yaparlar. Nitekim İblis hem cinsi olan şeytanlarla beraber bir ayette şöyle ele alınır:
“Çünkü o ve tayfası/kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz, (bu) şeytanları inanmayanların dostları yaptık.” (A’raf suresi, 7/27)
Bu ayetin yorumuyla alakalı olarak şu şekilde bir yaklaşım vardır: Şeytan ve tayfası durmadan insanların zaaflarıyla uğraşır ve onları Allah’tan uzaklaştırmaya çalışır. O, insanı sözgelimi şehvetle vurduğu zaman yolların en kestirmesini bulmuş demektir. Zira şehvet, insan iradesini gevşeten ve onu şeytanın oyuncağı yapan en tehlikeli bir silahtır. O, insanlara daha başka hilelerle yaklaşır ama insanlar bunu çoğu zaman göremezler/sezemezler. Çünkü o, insanları, onların kendisini göremediği yerlerden, yani insanlara ait zaaf ve boşluklardan gözetler.
İnsanlar onun tayfasını da göremezler/sezemezler. Çünkü onlar, insanların kendilerini göremeyecekleri, hissedemeyecekleri bir şekilde mevzilenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda insanı kalbinden vurabilirler. Ayrıca bu ayette ‘Biz şeytanları inanmayanların dostları yaptık.’ denilmektedir ki, bu da bize şunu anlatıyor: İnsan inancı nispetinde şeytana karşı buğz edebilir ve ona karşı tavır alabilir, inanç azaldıkça da şeytanla dostluk bağları kuvvet kazanır.
Kur’an başka bir ayetinde şeytanın insanlar üzerindeki emel ve planlarının ne olduğunu kendi ağzından konuşturur. O, isyan ve küstahlığının cezası olarak kovulduğunda Allah’ a karşı şöyle homurdanmıştı:
“. . . Onları saptırmak için, Senin doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra mutlaka onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’raf suresi, 7 /16-17)
Bu ayette insanları saptırma işinden asla vazgeçmeyen şeytanın dört yönden insanlara sokulduğu söz konusu edilmektedir. “Sonra onlara önlerinden geleceğim.” İleriye matuf, yani ahiretle ilgili meselelerde onları tereddüt ve şüpheye düşüreceğim. Onları ahirete Cennet ve Cehennem’e inanmaz hale getireceğim. Bu suretle de onlar, hayatlarını ahirete göre tanzim etmeyi düşünmeyecekler; her şeyi kendi menfaatleri etrafında yorumlayıp birer maddeci ve birer pragmatist olarak yaşayacaklar “Ve arkalarından geleceğim.”
Aradıkları gerçek keyif ve lezzetlerin ötelerde olmadığını, ufuklarını ötelerden çevirip arkalarına dönmeleri gerektiğini ve de aradıkları her şeyin içinde bulundukları hayatta olduğunu onlara telkin edeceğim. Yani dünyanın sürekli ve devamlı olduğunu onlara fısıldayarak içlerine tul-i emel salacağım. Dünya nimetlerini onlara o kadar güzel göstereceğim ki, başka güzel tanımaz olacaklar. Böylece Ebedi Güzel’i ve ebedi güzellikleri görmek için içlerinde hiçbir arzu ve rağbet kalmayacak. “Ve sollarından geleceğim.” Batılı teşvik ederek ve her bir günah ve kötülüğü süsleyip güzel göstererek onlara davetiye çıkaracağım.
Hususiyle, içlerini gıdıklayarak, şehvetlerini tahrik edeceğim. Kadını, erkeklere, erkekleri de kadınlara salarak onları kendi dünyalarında iffetsiz ve ismetsiz hale getireceğim. “Ve sağlarından geleceğim.” Yaptıkları hayırların içine dahi şeytanlık karıştıracağım. Taatlerini süslü-püslü göstererek yaptıklarını bulandıracağım. Bazen de adabın en küçüğü dahi kabul edilemeyecek fiilleri onlara din diye kabul ettireceğim, bid’atleri yaygınlaştırmak suretiyle dinin ruhunu onlara unutturacağım.
Cinni şeytanların insanlarla olan münasebetini göstermesi açısından burada Hz. Aişe’den mervi bir hadisi nakletmekte fayda mülahaza ediyoruz:
“Resulullah gece yanımdan ayrıldı, kıskançlığımla öfkelendim. Geri dönüp ne yaptığımı görünce
S – ‘Ey Aişe, sana ne oluyor ki öfkeleniyorsun?’ buyurdu.
C – Ben de ‘Benim gibi birisi senin gibi birisini nasıl kıskanmayıp öfkelenmez?’ dedim.
S – O bana ‘Şeytanın mı geldi?’ dedi.
S – Ben ‘Ya Resulullah! Benimle birlikte (olan) bir şeytan mı?’ dedim,
C – ‘Evet.’ dedi.
S – Ben tekrar ‘Her insanla birlikte bir şeytan var mıdır?’ dedim,
C – (yine) ‘Evet.’ dedi.
S – (Sonra ben yine) ‘Bu senin için de söz konusu mudur, ey Allah’ın Resulü?’ dedim.
C – ‘Evet, ancak o (bana) teslim / Müslüman oluncaya kadar (/hatta esleme) Rabbim ona karşı bana yardım etti.’ buyurdu.”[1]
İnsan şeytana muhalefet edebildiği nispette Allah nezdinde makbul ve başarılı sayılır. Ancak bu başarının gerçekleşmesi, onun iradesinin hakkını vermesine ve her şeyi görüp gözeten Allah’ a sığınmasına bağlıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hususiyle meselenin ikinci yönüne işaretle, öfkeden bunalıp ne yapacağını bilemeyen birisine ne yapması gerektiğini öğretmek ve yardım etmek maksadıyla şöyle buyurur:
“Ben bir kelime biliyorum ki, eğer onu dese bu hal ondan gidecek; o kelime ‘euzubillah’dır. (Yani Allah’a sığınırım.)” (Buhari, Bed’u’l-Halk 11; Müslim, Birr 109.)
Bu sözle Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), o kişiyi bir an önce içinde bulunduğu havadan uzaklaştırmayı hedefliyor ve ona, sen bu sözü söylemekle meseleyi şeytanla beraber Allah’a havale etmiş olursun, demek istiyordu. Bu hususu, gerek insi gerekse cinni şeytanların şerrinden nasıl korunmamız gerektiğini bize öğreten ‘Nas’ suresine yer vererek, noktalamış olalım:
“De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan sinsi o cinni ve insi şeytanın şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine), insanların İlahına sığınırım.” (Nas suresi, 114/1-6)
a. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah’ın (c.c.) asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (c.c.), insandan ayrı ve farklı olarak nebatâtı ve hayvanâtı yarattığı gibi, İlâhi sanatları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak şeytan ve habîs ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat’iyyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekirler yetiştirmiştir.. ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebu cehillerin meşcereliği olmuştur.
b. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti isti’mal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan irâdenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekte ulaştıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebeptirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet, insanlar, şeytanın var olmasıyla değil, kendi irâdeleriyle kötülük işlemektedirler.
c. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah’ın (c.c.) yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda ateş, elimizi yakar -ki, bu bir kesbdir-. Şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi, bu türden cüz’î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin fayda ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da.. Allah (c.c.), bir şeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte Şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumi neticelere bakar; Ebu Cehil’in irâdesinin dahliyle Cehennem’e sürüklenmesinde de, Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlu binlerce evliya, asfiya ve kâmil mü’minlerin terakki edip, cennetlere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz’î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, “Neden şeytan yaratıldı” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, bir takım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, Nebî’nin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem’e gitmiyor mu?” denemez. Çünkü mü’mindeki keyfiyet, kâfirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11’i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
Şeytan, mahiyetinde mündemiç olan duyguları kötü yolda kullanması sebebiyle Allah’ın rahmetinden kovulmuştur. Evet, Allah insanı, maddî-manevî mücehhez bulunduğu şeyler itibariyle ahsen-i takvime mazhar olarak yaratmış ve “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tîn, 95/4) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bu açıdan insanın mahiyeti tıpkı bir takvim gibi bütün varlığa ait hakaiki câmi ve her şeyin özünü hâvidir. İnsan, kâinatı gösterebilecek bir takvim, seneler ve asırlar içinde geçen her şeyi ifade edebilecek bir fihrist mükemmeliyetindedir. Ayrıca böyle bir dışa paralel olarak iç mükemmeliyeti ifade eden kalp, sır, hafî, ahfâ gibi çeşitli duygularla da mahiyeti zenginleştirilmiştir.
Şimdi Allah herkesi böyle yaratmıştır ama, kimileri Efendimiz (sav) gibi kabiliyetlerini geliştirerek Cibril’i geride bırakmış, kimileri de Ebu Cehil gibi bütün istidatlarını menfî yönde kullanarak şeytanı utandıracak bir derekeye düşmüştür.
İşte şeytan da, bazı insanlarda olduğu gibi, mahiyetindeki nüveleri kötüye kullanarak Allah’ın rahmetinden kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. İfadeye dikkat edelim. Uzak yaratılmamış ama, kabiliyetlerini kötüye kullanarak uzaklaştırılmıştır.
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Kader’e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevap vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, ”Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.” der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis’in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk’ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira “ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir” kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
eytan, kelime manası itibariyle, Hakk’ın dergâhından kovulmuş, rahmetten uzaklaştırılmış; elindeki bütün kozları aleyhine çevirmiş, kazanç kuşağında kaybeden demektir. O, bulunduğu bu durum itibariyle hakkı duyup anlayamayacak mesâfelere kayıp gitmiş bir fâsid daire kurbanıdır. Bir hususa dikkatinizi rica edeceğim. Fâsid daire (kısır döngü) sözcüğünü hekimlikteki mânâsından biraz farklı kullanıyorum. Hekimlikte fâsid daire, meselâ; sinir gazı tevlit etti, gaz siniri, sinir gazı, gaz siniri… Fâsid bir halka teşekkül eder ve sürer gider. Şeytan evvelâ gurur ve kibirle vurulmuştur. Meselâ: “Ben ondan daha hayırlıyım”demiş ve ilk şeytânî düşünce, ilk diyalektik olarak fâsid dairenin ilk turunu yapmış, öldürücü girdaba ilk adımını atmış bütün istiğfâr menfezlerini mazeret çamuruyla sıvamış ve “ben ondan daha hayırlıyım”demiştir. Bunda evvela, bir iç beğenme sonra da dışa taşmış bir kibir vardır. Ve bu hareketle fâsid dairenin ilk halkası meydana gelmiş olur.
Şeytan günah işlediği zaman, Hz. Adem de hata etmiş ve o memnu meyveye elini uzatmıştı. Fakat Hz. Adem meseleyi anlayınca, hemen dize gelmiş: “Rabbim nefsimize zulmettik. Eğer mağfiret etmezsen, bütün bütün kaybedenlerden olacağız.”(Araf/23) demiştir. Af araya girince Adem hakkında fâsit daire teşekkül etmemiş ve Adem Nebi kurtulmuştu. Şeytansa, Şeytânî mazeretlerle nefsini müdafaa etti. Hakkında yapılan ikâzât karşısında kusurunu itiraftan kaçındı ve “Ben ondan hayırlıyım”diyerek helak oldu. Daha sonra da insanoğlunun baş düşmanı kesildi. Bakın, nasıl görülüyor. “Senin uluhiyetine yemin ediyorum ki. onların hepsini baştan çıkaracağım”(Sâd/82) Başka bir Ayet-i Kerime’de: “Sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından geleceğim ve onların çoğunu, şükürsüz bulacaksın. Hep nankör yaşayacaklar. Senin nimetlerini yiyecek, başkalarına kulluk yapacaklar. Nimetlerin içinde yüzecek seni bilmeyecekler…”(Araf/17) diyor. Kur’ân-ı Kerim daha pek çok yerlerde şeytanın bu mevzudaki mübarezesini, insan oğluna karşı düşmanlığını ve Rabbine karşı da isyanını anlatır. Şimdi onun bu isyanı, Allah tarafından kovulmayı netice verdi. O, “ben ondan hayırlıyım”deyince, Cenab-ı Hak da ona karşı: “İnin aşağıya hepiniz”hizlanına uğrattı. Bir taraftan kabahatinden büyük mazeretleri, diğer taraftan da yeminli, kasemli insanoğluna düşmanlığı, onu, Rabbin yapıcı, yumuşatıcı, yükseltici Rahmet atmosferinden bütün bütün uzaklaştırdı. Daha sonra tamamen şeytânî mantığa teslim oldu ve “İzzetine and olsun onların hepsini baştan çıkaracağım”diye homurdandı ve yol olarak aldatıcılığı seçti. Aldattıkça uzaklaştı; uzaklaştıkça hıncı arttı; derken fesatla, nankörlükle bütünleşmiş ikinci bir fıtrat kazandı. Her uzaklaştıkça iyice azıtıyor, kovuldukça kinini, nefretini, gayzını, kibrini ve ucbünü ifâde edip duruyordu. Allah’a karşı cedele kalkışıyor, diyalektik yapıyor ve böylece Allah’ın rahmetinden uzaklaşması onu isyana, isyan da uzaklaşmaya sevk ediyordu. Ve Şeytan, kendi fâsit dairesinin kurbanı olarak “hatm”e maruz kaldı; yani kalbi mühürlendi. Bunun mânâsı şu demekti; içinde fenâlık düşüncesinden başka bir şey kalmadı ve iyiliğe ait bütün fakülteler, bütün ışık kaynakları da sönüp gitti.
Bunu anlayabilmemiz için bir misâl arz edeyim: İnsan çok mükerrem bir varlıktır; kendisine bahşedilen dinamikleri değerlendirdiği takdirde melekleşebilir. Şimdi, gayet şefkatli, namazında, niyazında, orucunda, haccında, zekâtında ve insanlarla münasebetlerinde fevkalâde mükemmel bir insan düşünün. Ama, bu mükemmel insanın bir yerde ırzına dokunulmuş, namusuyla uğraşılmış, hassasiyeti rencide edilmiş ve bir insan olarak aslâ kâle alınmamış; derken sinir sistemi üzerine kocaman dağlar gibi yükler yüklenmiş hatta bir aralık, öyle bir hale gelmiş ki, adam dayanamamış patlayıvermiş. O esnada onun kafasında artık, ne hilim, ne silim, ne af, ne de müsamaha kalır. Atmosferi bütünüyle kin ve nefret şahaplarıyla dolmuş bu adamı, o anda formüle etseniz cehennemden fışkıran kıvılcımlar gibi sadece kin ve öfke görürsünüz. O dakikada ona nasihat etseniz dahi, hiçbir şey anlatamazsınız…
Herkes kendi şahsi hayatında buna benzer şeyler görmüş ve yaşamıştır. İşte Şeytan, hayatının her saniyesinde, her âşiresinde, her sâlisesinde, böyle kinlerin nefretlerin, gayızların, içinde kol gezip durduğu bir varlıktır. Bütün hayatı boyunca ve yaşadığı sürece kötülükten başka bir şey düşünmemektedir. O kadar gerilim içindedir ki, tabii faideli bir gerilim değil, şeytânî bir gerilim… Bu haliyle o sadece şeytanlık düşünmektedir. İçi tamamen fenalıklarla dolu olduğundan dolayı da hiçbir iyilik düşünmeye fırsat bulamamaktadır. Bu itibarladır ki o, bir yönüyle Allah’ı biliyor gibi olsa da, öfkeli müminin Allah’ı bildiği halde öfkelenmesi esnasında hilmi, silmi unuttuğu gibi, o da, Allah’ı biliyor olduğu halde, Allah’ı hatırlayamıyor ve imân edemiyor. Çünkü içindeki şeyler buna mânidir. Böyle fâsit dairelerin kurbanı Şeytan gibi aynı şeylere kurban olmuş pek çok insan da vardır. Onlar da böyle fena duygu ve tutkuların kurbanı olmuş ego ve nefis putuna taabbüd etmektedirler. Bu mevzuda, kimsenin teminat altında olduğu da söylenemez. Hatta bizlerin de müminler olarak tek teminatımız Allah’a (cc) güven ve itimadımızdır. O’na tevekkül ediyor ve O’na dayanıyoruz. Rabbim şeytanî yollarda sülûk etmekten bizi muhafaza buyursun.
Bazı tasavvuf kitaplarında mekâid-i şeytan ve desâis-i şeytanın iki türlü olduğu kaydedilir: Birincisi, herkesin başına gelebilen, fena bir şeye teşvik etmesi, çirkinliği güzel gösterip onu irtikap ettirmesidir. İkincisi ise, bazıları için mezelle-i akdâm (ayakların kaydığı nokta) olan, zahiren hayırlı gibi görünen işlerdeki desîseleridir. Mesela; bir insan, güzel rüyalar görür, bir şeyler hisseder, hatta insanların kalbini okuyabilir; fakat bunlardan kendine pay çıkarır, üstün bir kul olduğu zehabına kapılır ve bunları başkalarına hâkimiyet kurma hususunda kullanır; tevazu sergilemesi gerekirken enaniyetle köpürür.
İşte, ehlullah, bu şekildeki insanın amelini beğenmesi ve onunla büyüklenmesine, kebîre (büyük günah) demişlerdir. Böyle bir günahın neticesinde ise, Allah korusun, mahvolma muhtemeldir. Ve kim bilir, şeytan bazı insanları bu tuzağa düşürmek için rüyalarına girer, güzel görünür ve onlara nefislerinin hoşuna gidecek şeyler söyler. Keşf u keramet nev’inden şeyler ve insanların içini okumak gibi işler, eğer ehl-i sünnet çizgisi tutturulamamışsa belki de şeytanın ilhamıdır.
Şeytanın bir insana, bilhassa mü’mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzi ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese ’ ok ve mermisini kullanır.
Şeytan’ın Yaratılış Hikmeti
Şeytan, “uzak olmak, muhalefet etmek” veya “yanmak ve helâk olmak” mânâlarına gelmektedir.1 Şeytan ile eş anlamlı kullanılan İblis kelimesi ise “ümitsiz ve kederli olmak”2 demektir. Şeytan ve İblis, Allah’ın rahmetinden uzak olan ve helâke sürüklenen varlıklardır. İnsana dışarıdan gelen ve onu yönlendiren düşünce ve duygular iki şekildedir: Rahmanî veya Şeytanî. Rahmanî olan güzel duygu ve düşünceler Allah’tan ilham şeklinde tecelli eder. Bunlarla Allah Tealâ, kuluna, doğru yolu bulması, iyiyi ve güzeli hayatında gerçekleştirmesi için yardım eder. Şeytan da insanoğlunu, Allah yolundan ve rızâsından uzaklaştırmak için gayret eder. Onun aklına olmadık düşünceler, kalbine de olumsuz duygular sokar.3 Kur’ân-ı Kerîm’de ilk isyan ve küfrün İblis’ten geldiği belirtilmektedir.4 Meleklerin arasında bulunan İblis’in Allah’ın emrine karşı gelerek, Âdem’e secde etmemesi olayında İblîs’in “melek mi, cin mi” olduğu İslâm âlimleri tarafından tartışılmıştır. Zîrâ âyette İblis ile melekler beraber zikredilmektedir.5 Bu âyetten hareketle bazı müfessirler, İblis’in de önceleri bir melek olduğunu (hattâ isminin Azâzil olduğunu), bu isyandan sonra meleklik sıfatını kaybettiğini ve kendisine Allah tarafından farklı özellikler verildiğini iddia etmişlerdir.6 Fakat Kehf Sûresi’ndeki
كاَنَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أمْرِ رَبِّهِ
“O (İblis), cinlerdendi. Rabbinin emrinden dışarı çıktı.”7 şeklindeki âyeti delil alan bazı müfessirler ise, İblîs’in melek değil, cin türünden ayrı bir varlık olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca meleklerin yaratılış özellikleri arasında “Allah’ın emrine karşı çıkmamak ve emredileni yerine getirmek”8 vasfı da bulunmaktadır. O hâlde isyankâr İblîs’in, önceleri melek türünden bir varlık olamayacağı anlaşılmaktadır.9
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Melekler nurdan, cinler ise öz ateşten yaratıldı. Âdem de (Kur’ân’da) size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” buyurmuşlardır.10 Şeytan da cinlerden olduğuna göre, onun da yaratılışı ateştendir. Yine hadîste “Kızgınlık Şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söndürüldüğü gibi, sizden biri kızdığı zaman hemen abdest alsın.”11 tavsiyesi yapılmıştır. Demek ki öfke ve kızgınlığın kaynağı da Şeytandır. Nitekim bu husustaki bir başka hadîs
إذاَ إشْتاَطَ السُّلْطاَنُ تَسَلَّطَ الشَّيْطاَنُ
“Sultan öfkelenip kızınca, Şeytan ona musallat olur (böylece hak ve adaletten ayrılır.)”12 şeklinde nakledilmektedir. Şeytan, Âdem’e secde etmeme sebebini açıklarken “kendisinin ateşten, insanın çamurdan yaratıldığını”13 belirterek, yanlış kıyas yapmıştır. Şeytan’ın bu kıyası kabul edilecek olsa dahi, toprak üretken, ateş ise tüketen yani tahrip olduğu için, müsbet olarak üretken olan imâr (toprak), menfi anlamdaki tahripten (ateşten) daha evlâ olmalıdır. Şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı için meleklerin arasından kovulup sürgün edilmiştir. Ancak o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir.14 Böylece Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır.15 Belki Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının da bir hikmeti olmazdı. Zîrâ, Allah’ın (celle celâlühü) asla günah işlemeyen ve Şeytan’ın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok mahlûkâtı vardır. Dolayısıyla “Neden Şeytan yaratıldı.” diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, birtakım şerlerden dolayı Şeytan’ın varlığı da aynı hikmete mebnidir.16
Allah (celle celâlühü), yarattığı insanların mahiyetlerinde gizli bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak Şeytan’ı çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran Şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. İnsanoğlu, insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmektedir. Zîrâ Hz. Ebû Bekirler böyle yetişmiş, Ebu Cehiller de böyle çoğalmıştır. Dolayısıyla Ebu Cehil’in kendi irâdesinin sevkiyle Cehennem’e sürüklenmesinde Şeytan’ın rolü olduğu gibi, Hz. Ebu Bekir (ra) gibi elmas ruhlu binlerce evliyanın, Cennetlere yükselmesinde de Şeytan’la mücadelenin fonksiyonu vardır. Şu hâlde şer olan, Şeytan’ın yaratılması değil, ona tâbi olup şer fiileri işlemektir. Nasıl ki herhangi bir cinayetin mesulü, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil, cinayeti işleyen kişidir. Aynı şekilde, Şeytan da insanın işlediği şerlerde vasıtadır. Olaylarda Şeytan âdi birer sebep olup, hakikî illet insanın iradesidir. Şeytan, inanmış, iman ve akide açısından kuvvetli, Allah ile irtibatı kuvvetli, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Belki mü’mine vesvese oklarını göndererek bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyleri aklına düşürebilir. O hâlde Şeytan’dan gelen vesveselere karşı da uyanık olmalıyız. Nitekim Şeytan şöyle der: Ben mal sahibine üç şeyde vesvese vermeye çalışırım. Malı helal olmayan yerden edinmesine uğraşırım. Malı hak olmayan yerlere harcatmaya çalışırım. Mala karşı içine sevgi ve muhabbet veririm ki hayır yollarına harcamasın.17 Bunlar Şeytan’ın vazifesi ve vesvesesidir.
Vesvese ve Kaynağı
Vesvese, “şüphe, tereddüt, gizli söz, kişinin içinden geçen düşünceler” mânâsında insanı kötü, din ve ahlâk dışı davranışlara yönelten his ve duygulardır. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı Şeytan’dır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Şeytan’ın Hz. Âdem ile Havva’ya verdiği vesvese anlatılırken “Rabbin sizi bu ağaçtan yemenizin yasaklamasının sebebi: (yediğiniz takdirde) iki melek olacağınızdan veya cennette ebedi kalacağınızdandır.”18 şeklinde haber verilmektedir. Görüldüğü gibi vesvesenin ilk kaynağı Şeytan’dır. Zîrâ kendisinin ulaşamadığı Cennet nimetini kıskanarak, insanın Cennet’te devamlı kalmasına razı olmadığı için, insanı vesvese ile kandırmaya ve Cennet’ten çıkarmaya çalışmıştır. Bununla birlikte vesvesenin bir diğer kaynağı ise kişinin kendi nefsidir. Kur’ân’da bu meseleye şöyle değinilmektedir.
وَلَقَدْ خَلَقْناَ الإنْساَنَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine vesveselerini (fısıldadıklarını) biliriz.”19 Buradaki fısıltı, vesvese kişinin gönlünden geçirdiği kötü ve gizli duygulardır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda “Kişinin içinden geçirdiği kötü duygular (şirk, yalan, talan v.s.) fiiliyata dökülmedikçe sorumluluğu yoktur.”20 buyurarak, elde olmayan sebeplerle hatıra gelen düşüncelerden dolayı vebal olmadığını belirtmişlerdir. Sahabe-i kiramdan bazıları Hz. Peygamber’e gelerek, söylemesi dahi günah olan bazı söz ve düşüncelerin zihinlerine geldiğinden bahsetmişler. Peygamberimiz de böyle duyguların Şeytan’dan fısıldandığını ve bunun da imandan kaynaklandığını söylemişlerdir. Demek ki kötü veya günah olan şeyleri düşünmek günah değil, bizzat kötülüğü yapmak günahtır. Böyle düşünceler kalbden inanarak değil, Şeytan’ın fısıldamasıyla meydana gelen vesveselerdir. Vesvese, Şeytan’ın insan kalbini kurcalaması ve hayâl aynasına bir kısım resim ve manzaralar atmasına benzer. Bu da Şeytan’ın insana, bilhassa mü’mine karşı dünyada yaptığı bir oyundur. Çünkü Şeytan, küfür ve dalâlet adına alt edemediği mü’mine karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ okunu kullanmaktadır. Nitekim vesvese kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, bilakis hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Ayrıca Şeytan inanmış, iman ve inanç yönüyle tam, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Ancak kalbini bulandırır ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışır. Şu halde abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere önem verilmemelidir. Şâyet böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz iade edilebilir. Ama devamlı oluyorsa, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvun yıkandığı kabûl edilmeli ve namazın da tamam olduğu kanaatıyla hareket edilmelidir.21 Cebrail (as) Peygamberimiz’e abdesti öğrettiğinde, bevl sızıntısından hasıl olacak vesveselerin önlenmesi için, abdest aldıktan sonra elbisesinin altına su serpmesini emretmişti.22 Zîrâ Şeytan, mü’minde iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet aşkı olduğunu bildiği içindir ki, karşı taarruza geçmektedir. Şeytan’ın yaptığı, fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, cazip ve çekici göstermektir. Şu hâlde gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin mü’mine zararı olmaz. Vesvese, mü’minin gözünde üflemekle uçup giden tüy kadar zayıf olmalıdır. Mü’min Şeytan karşısında ye’se düşüp, “Artık ben mahvoldum!” deyip, mağlûbiyeti kabûl etmemelidir. Bilakis mukavemet göstermeli ve böyle bir şey arız olduğunda, mesela çok kızdığında ayakta ise oturmalı, oturuyorsa uzanmalı veya kalkıp abdest almalı ve iki rekât namaz kılmalıdır.23 Hadîste: “Abdest sırasında vesvese veren bir Şeytan vardır ki adı “el-Velehân”dır. Öyleyse suyun vesvesesinden (uzuvların yeterince yıkanmadığı vesvesesini atandan) kaçının!.”24 şeklinde ikaz edilmektedir. Şu hâlde özellikle abdest ve ibadetteki tereddüt ve vesvese Şeytan’dan kaynaklanmaktadır. Ezan okunduğunda Şeytan’ın kaçtığı, ezan bitince vesvese vermek üzere geri döndüğü ve insanın nefsine (kalbine) girerek falan şeyi hatırla, falan şeyi hatırla diyerek, kişinin kaç rekât namaz kıldığını unutturduğu da haber verilmektedir.25 Demek ki Şeytan namazda dahi musallat olabilmektedir. Bazen de insî ve cinnî şeytanlar vesveseyi şöyle vermektedir: Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyaya gelecek değilsin. Geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve dünya nimetlerinden istifade et!.
İnsî ve Cinnî Şeytanların Vesveseleri
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَكَذاَلِكَ جَعَلْناَ لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَياَطِينَ الإنْسِ وَالْجِنِّ يوُحِى بَعْضُهُمْ إلىَ بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُوراً. وَلَوْ شاَءَ رَبُّكَ ماَ فَعَلوُهُ
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı.”26 Burada peygamberlere dahi insan ve cin şeytanlarının düşmanlık yaptıkları açıkça beyan edilmektedir. Demek ki Allah’ın en seçkin kulları olan peygamberler, İlâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir. Burada ifade buyuruluğu gibi Allah dileseydi o “insan ve cin şeytanları” düşmanlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah’ın bunları peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. Allah’ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadele gereklidir.27
Hz. Peygambere “Ya Resulallah! Vesveseye müptelayım.” diyen Sahabe-i Kiram’a Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):
تِلكَ مَحْضُ الإيمانِ
“Endişe edilecek bir şey yok. O mahz-ı imândır, imânın ta kendisidir.”28 buyurmuşlardır. Çünkü Şeytan kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz, sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Bir gün Peygamberimiz Ebu Zer el-Gıfari’ye “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” deyince Ebu Zer (r.a) hayret ederek “İnsanlardan da Şeytan var mıdır?” demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz de “Evet, vardır (belki de daha şerlidir)” buyurmuşlar.29 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Nâs Sûresi’nde sinsice kötülüğe sürükleyen cinlerin ve insanların şerrinden Allah’a sığınılması öğütlenmektedir.30 Bu sûrede insanların rablerinin de hükümdarlarının da ilâhlarının da sadece Allah olduğu ve yalnızca O’na sığınmak, O’na bağlanmak O’nun hükümranlığını tanımak gerektiği vurgulanmaktadır. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her insanın kendine ait bir cini (şeytanı) bulunduğunu bildirmiştir31 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında “Kocası gurbette olan (yabancı) kadınların yanına girmeyiniz. Çünkü Şeytan, her birinizin içinde, vücudunda kanın dolaştığı gibi (kendini hissettirmeden) dolaşır.” buyurmuştu. Sahabe-i kiram da “Sende de dolaşır mı ey Allah’ın Resülü? deyince, bu defa
وَمِنِّى وَلَكِنَّ اللّٰهَ أعاَنَنِى عَلَيْهِ فَأسْلَمُ
“Bende de (dolaşır), ancak Allah bana yardım etti de onun şerrinden selamette kaldım.”32 buyurmuşlardır. Ayrıca bir başka hadîste
كَلُّ بَنِى آدَمَ يَمَسُّهُ الشّيطانُ يَوْمَ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ إلاَّ مَرْيَمَ وَابْنَهاَ
“Her doğan çocuğa Şeytan mutlaka temas eder. Ancak Meryem ve oğlu (İsa) bundan müstesnadır.”33 şeklinde haber verilerek, Şeytan’ın Hz. Peygamber, Hz. İsa ve annesine (Meryem’e) dokunamadığı belirtilmektedir. “Ömer bir yola girdi mi, Şeytan o yolu bırakır başka yola girer.”34 buyuran Hz. Peygamber, “İnsî ve cinnî şeytanların Ömer’den kaçtığını görüyorum.”35 diyerek, Hz. Ömer’in imanını ve Şeytan’a karşı kuvvetini anlatmaktadır. Demek ki Kur’ân ve marifetullah ile dolu bir kalbe Şeytan nüfuz edemez. Şu hâlde mü’minler Şeytan’ın kışkırtmalarına karşı daima dikkatli ve ihtiyatlı bulunmalıdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir sefer dönüşü ashabıyla gece istirahata çekildiğinde Bilal-i Habeşi’yi sabah namazına kaldırması için nöbetçi bırakmıştı. Hz. Bilal de yorgunluktan uyuyakalınca, güneş doğmuş ve sabah namazı geçmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz:
إنَّ هَذاَ وَادٍ بِهِ شَيْطاَنٌ
“Burası Şeytanlı bir vadidir (Şeytan saltanat kurmuştur)”36 buyurarak, topluca oradan uzaklaşmışlar ve namazlarını cemaatle kaza etmişlerdi. Hikmet-i İlâhî böyle bir hâdise, Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ilk ve son olarak vuku bulmuştur. Şu hâlde her zaman Şeytan’ın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, Şeytan’ın ve Şeytanî hislerin avı ise, evrad u ezkâr, Allah’ı zikir ve O’nunla irtibat, bütün şer kuvvetlere karşı bir kalkandır.
Vesveseden Korunma Yolları
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَإماَّ يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطاَنِ نَزْغٌ فاَسْتَعِذْ بِاللّٰهِ
“Eğer Şeytan’dan bir fit (vesvese) gelip seni dürterse hemen Allah’a sığın.”37 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:
فَإذاَ ذَكَرَ اللّٰهَ خَنَسَ عِنْدَهُ
“Âdemoğlu Allah’ı zikrettiğinde Şeytan yanından gizlenir, siner.”38 şeklinde haber vermektedir. Şu hâlde Şeytan’ın vesvesesinden emin olmak için öncelikle açıktan zikir olan cemaatle namaz ihmal edilmemeli ve özellikle “nâs” ve “felak” sûrelerine devam edilerek Kur’ân ile irtibat kesilmemelidir. Peygamberimiz
الشَّيْطاَنُ يَهُمُّ بِالوَاحِدِ وَالْإثْنَيْنِ فَإذاَ كاَنوُا ثَلاَثَةً لَمْ يَهُمَّ بِهِمْ
“Şeytan bir veya iki kişiyi aldatmaya yeltenebilir. Üç kişi (cemaat) oldu mu onlara musallat olamaz.”39 buyurmuşlardır. Bir başka rivâyette de:
إنَّ الشّيْطاَنَ ذِئْبُ الإنْساَنِ كَذِئْبِ الْغَنَمِ وَعَليْكُمْ بِالْجَماَعَةِ وَ العاَمَّةِ وَالْمَسْجِدِ
“Şeytan insanın kurdudur. Tıpkı koyunlara saldıran kurt olduğu gibi (kurt, sürüden ayrılan koyunu yakaladığı gibi, o da cemaatten ayrılanı kollar) Siz cemaatten, sevad-ı azamdan ve camiden ayrılmayın!”40 buyrulmuştur. Cemaat de Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki “sevad-ı azam” denilen büyük topluluklardır. Nitekim vesvese, daha çok kendini can ü gönülden dine vermiş, dizginleri Şeytan’ın elinden koparıp almış, Allah’a (celle celâlühü) karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzûunda da terakki edip saffete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve kabiliyete karşı Şeytan’ın bir kıskançlık ve reaksiyonu olmaktadır. Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan nefisperestlerde olur. Ancak Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma’mur, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevkedemez. Şeytan, hiçbir zaman mü’minin kalbinde Allah’ı (celle celâlühü) marifet ve muhabbetinin, Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’ine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz. Ona ibâdetlerini terk ettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü’min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah’a (celle celâlühü) kurbiyet kazanmakta ve manen yükselmektedir. Bununla birlikte vesvese, hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberek kabul edilmelidir. Tıpkı saat zembereği gibi insanın kalbi de vesveseyle kurulduğu sürece daimâ çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür. Çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. İtikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü’minde böyle bir “Cihad-ı Ekber”i yaptırtan kaynaktır. Bu yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Böyle bir vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Çünkü Kur’ân’da, “Muhakkak, Şeytan’ın hilesi zayıftır.”41 şeklinde haber verilmektedir. Şu hâlde vesvese, bir araya toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer. Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert hâline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiçbir zararı olmaz.42 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Şeytan sizden herhangi birine gelir de: ‘Bu koca kâinatı yaratan, düzene koyan kim?’ der. Sen de ‘Rabb’im olan Allah’tır.’ dersin. Hattâ sonunda Şeytan: ‘Rabbini kim yarattı?’ der. Şeytan’ın vesvesesi bu hâle gelince, euzu besmeleyi çekerek Allah’a sığının!”43 tavsiyesini yapmışlardır. Bu da itikadî açıdan Şeytan’ın mü’mine zarar veremeyeceğini göstermektedir.
Sonuç
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de Şeytan’ın insana düşman olduğunu belirterek,44 onun peşinden gidilmesini yasaklamıştır.45 Böylece onun kışkırtmalarına ve dürtmelerine karşı uyanık olunması istenmiştir. Şeytan’a karşı en önemli silâh, başta güçlü bir iman; Allah ile irtibat, her türlü dinî ve dünyevî konularda doğru ve yeterli bilgiler ile dinî ve ahlâkî duyarlılık gerekmektedir. Bu donanıma sahip olan insanlar, kendilerini Şeytan’ın kışkırtmalarından koruyacak kudret ve imkânı, Şeytanî baskılara karşı direnecek irade gücünü de kazanmış olurlar. Zîrâ Şeytan son derece kurnazca hileli, aldatıcı yollara başvurarak insanları yoldan çıkaracağına yemin etmiştir.46 Ancak ihlâslı, Allah rızâsını bütün ölçülerin üstünde tutan gerçek dindarları yoldan çıkaramayacağını da özellikle belirtmiştir.47 Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Kim bir kötülük yapmayı içinden geçirir de bunu yapmazsa Allah ona bir tam iyilik (hasene) yazar.”48 buyurarak, Şeytan’ın kışkırtma ve vesvesesiyle meydana gelecek olan kötülükten, samimi ve temiz yüreklilikle vazgeçebilenlere bir müjde vermektedir. Öyle ise, Şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Resûlü ile irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve maneviyatımızı güçlendirmeliyiz. Meselâ, namazda Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğunu hatırlama vesveseyi kesebilir. Keza eûzü besmeleye içtenlikle devam, Şeytan’ın uzaklaşmasına vesile olacaktır.
O hâlde vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Vesveseye hiç önem vermeden, yapılan amel eksik bile olsa, mezhep imamlarından birinin görüşüne uygundur deyip geçmek, vesveseyi ortadan kaldıran en güzel davranışlardan biridir. Meselâ Şafii Mezhebi’nde abdestte niyet ve tertip farz olmakla birlikte, Hanefî Mezhebi’nde Sünnet kabul edilmektedir. Dolayısıyla Şafiî Mezhebi’ne mensup bir kişi abdest aldıktan sonra önceden niyet yapıp yapmadığında tereddüt etse, Hanefi Mezhebi’nde niyetin Sünnet olduğunu düşünerek, vesveseye kapılmadan abdestinin tam olduğu kanaatine varabilmelidir. Bunun için de elbetteki ilim gerekir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):
فَقِيهٌ واَحِدٌ أشَدُّ عَلىَ الشَّيْطاَنِ مِنْ ألْفِ عاَبِدٍ
“Tek bir fakih (âlim), Şeytan’a bin âbidden daha yamandır (aldatması zordur).”49 buyurarak, marifetle olan ilmin Şeytan’a karşı da muhkem bir zırh olacağı belirtilmiştir. Şu hâlde Şeytan’ın iğvası ve vesvesesi, Kur’ân ve Sünnet bilgisinden uzak olan kimselerde daha fazla görülür. İslâm’ın güzelliklerini ruhunda yaşayan kimselerde ise Şeytan’ın vesvesesi uzun ömürlü olmaz ve zarar vermez.
Dipnotlar
1. Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 264.
2. Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 70.
3. Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı, I, 295.
4. Bkz. Bakara 2/34.
5. Bkz. Sâd 38/73-74.
6. Bkz. İbn Kesir, Muhtasar, I, 53.
7. Kehf 18/50.
8. Tahrîm 66/6.
9. Bkz. Kurtubi, el-Cami li ahkâmi’l-Kur’ân, I, 294.
10. Müslim, Zühd, 60.
11. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 226.
12. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 226.
13. Bkz. Araf 7/12.
14. Bkz. A’râf 7/11-17.
15. Bkz. En’âm 6/112.
16. M. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, I, 199.
17. Bkz. Gümüşhanevî, Ramuzu’l-ehâdis, II, 332.
18. Araf 7/20.
19. Kâf 50/16.
20. Müslim, İman, 201.
21. Bkz. Mevsilî, el-İhtiyar, I, 11.
22. Bkz. İbn Mace, Taharet, 57.
23. Bkz. Tirmizi, Fiten, 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 226.
24. Tirmizi, Taharet, 43.
25. Buhari, Ezân, 4.
26. En’am 6/112.
27. Bkz. Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, II, 361.
28. Müslim, İmân, 211.
29. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 178.
30. Nâs 114/1-6.
31. Darimi, Rikak, 25.
32. Tirmizi, Rada, 17; Benzer rivâyet Müslim, Münafıkun, 70.
33. Buhari, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil, 147.
34. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 22.
35. Tirmizi, Menakıb, 18.
36. Muvatta, Vukûtu’s-salat, 26; Benzer rivâyet için bkz. Müslim, Mesacid, 309.
37. A’raf 7/200.
38. Bkz. Suyuti, Fethu’l-Kebir, II, 185.
39. Muvatta, İsti’zân, 36.
40. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 233.
41. Nisa, 4/76.
42. Bkz. Gülen, M. Fethullah, İnancın Gölgesinde, I, 210.
43. Müslim, İman, 214.
44. Fâtır 35/6.
45. Bakara 2/168.
46. Bkz. Hicr 15/40.
47. Bkz. 38/83.
48. Buhârî, Rikak, 31.
49. İbn Mace, Mukaddime, 17.
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma’mur, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Ve, hiçbir zaman onun kalbinde Allah’ın (cc) marifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinat (sav)’in sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibâdetlerini terk ettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü’min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah (cc)’a kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, “Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgûl ederim; ederim de, “Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?”der, vesveseye sahip çıkar ve derken “Bu kadarı da çekilmez ki”deme noktasına varır”umuduyla, mü’mine vesvese oklarını göndermeğe başlar. Bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, “Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?”der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibâdetler de ona zor gelmeye başlar ve -Allah (cc) korusun- sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibadetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı haline gelir. Vesveseler ibâdetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzûlarda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayâli bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı haline de getirebilir.
Lümme-i şeytaniye, Şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü’minin kalp merkezinde önemli bir noktadır… İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü’minle kafirin yan yana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir manada bunlar da, böyle bir tamamlayıcılık içindedir.
Şeytanların zincire vurulduğu hadis-i şerifte ifade buyuruluyor. Orada beyan buyurulan “merede” kelimesi, şeytanın bir sıfatıdır ve inatçılar, direnenler demektir. Demek ki, bütün şeytanlar değil, en inatçı şeytanlar bağlanmaktadır. Hadis-i Şerif’ten anlaşıldığına göre şeytan tamamen etkisiz hale getirilmiyor., büyükleri, en azılıları bağlansa bile diğerleri belli bir alanda icraatlarını devam ettiriyor.
Eğer insan, onların icraat alanına girmezse bir şey olmaz. Şeytanlar ona yaklaşamaz. Mesela, barlar pavyonlar şeytanın kol gezdiği yerlerdir. İnsan buralara gider içki içer, eğlenir, kendinden geçer de, silahıyla bir adamı vurursa, “hani şeytanlar bağlanmıştı” diyemez. Şeytan, ölmüyor ramazanda, sadece sınırları daraltılıyor, tesir gücü azaltılıyor, faaliyet alanı küçültülüyor. İnsan da bu arada dikkatli olmalı, onun sahasına girmemeli ve ramazanda büyük bir ivme kazanarak, ramazan sonrası şeytanların her yanda avını kurup beklediği zamanlar için manevi gerilim elde etmeye çalışmalıdır.
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Ramazan’da herkes, az çok kendini günah ve kötülüklerden alıkor. Önceden yaptığım günahları bari Ramazan’da işlemeyeyim diye kendine çeki düzen verir. Her tarafta coşkun bir maneviyat yaşanır. Namazlar, oruçlar, iftarlar, sahurlar, teheccüdler, teravihler..vs. derken bütün inananlar adeta bir maneviyat dopingine tabi olurlar.
İşte bu cennet gibi iklimde şeytanlar homurdanır dururlar ama yapacakları pek fazla bir şey yoktur. Zira, mü’minler ellerinden geldikçe bu mübarek zaman diliminin sürükleyici akımına katılırlar ve her an binbir ruhani zevk yaşarlar. Bu manzara karışısında şeytan, inanmış gönüllere hükmedemez hale gelir ve hıncından adeta kudurur.
Bahsettiğiniz vesvese meselesi, ayrıca üzerinde durulmalıdır. Pek çok yönü var. Ancak, ramazanda vesvesenin gelmesi de yine şeytanın tamamen yok edilmemesiyle irtibatlı olarak düşünülmelidir. Şeytan zincire vurulsa da içimizdeki nefis ve bazı duygular, bizi bu türlü vesveselere sürükleyebilir. Vesveselerin tamamen kalkması, imtihan sırrına ve insanın inkişafı hakikatine zıttır. Az da olsa olacaktır. Olacaktır ve insan vesveselerle boğuşarak Ramazan’da daha da kuvvetli bir imana erişecektir.
Zaten vesvese de, imanı olan insana gelir. İhtilam meselesine gelince, bunu tamamen şeytana bağlamak doğru değildir. İnsan manen iyi olduğu zamanlarda da ihtilam olabilir. Ayrıca işin sıhhi tarafı da unutulmamalıdır. Soğuk, ağır kaldırma, aklı aşırı derecede kullanma gibi insan vücuduyla alakalı boşalmalar da olabilir.
Namazda sağa sola bakmaya, şeytanın namazdan hırsızlaması denilir. Yani; o, namazı tamamen çalamıyor da ondan bir kısmı hırsızlıyor. Erkânı çalamıyor. Son kozunu nazarları çalma ile kullanıyor. “Sağa baktırabilir miyim, sola baktırabilir miyim?” diye çabalıyor.
Var mısınız, namazdan başlayalım işe! Üstad’ımız ne kadar edepli insan. Ne diyor bakın: “İnşaallah tam ihlâsa mazhar olursunuz. Beni de tam ihlâsa sokarsınız.” Ben de onun gibi diyorum: “İnşaallah tam namaz kılarsınız. Bana da tam namaz kılmanın âdâb ve erkânını öğretirsiniz.” O zaman kim kimin arkasına takılırsa kurtulur. Gelin hep beraber kurtulmaya karar verelim.
Namazdan hiçbir şey çaldırmamak lâzım. O bir emanettir. Şeytan ne bakmadan çalsın, ne yatmadan kalkmadan çalsın, ne şundan ne de bundan. Tam tekmil namaz emanetinin emini insanlar olarak, hakikat-ı namaz misâlî mahiyetiyle neden ibaretse ona uygun şekilde namazı edâ etmeli. Mesela, ben namazı ebedî yolculukta refik olacak; gökçek yüzlü; boyu posu, edası endâmıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevî bir misâlî vücuda sahip görüyorum. Şimdi, bir yerde şeytanın hırsızlığına mâni olamazsanız, o onun bir kulağına vurur, bir burnuna vurur, bir dudağına vurur. Bir yandan kolunu götürür, bir yandan ayağını… O hale getirir ki, onun misâlî vücudu ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka diyeceği şeyler vardır. “Allah hayrınızı versin, beni zayi ettiniz!” mi der, “Beni berbat ettiniz” mi der, bir şey der mutlaka. Fakat orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mâni olmanız gerekir. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah’a (celle celâluhû) müteveccih olmalı; hiçbir yerinden hiçbir şey çaldırmamalısınız. Mebdedekilerin o meseleyi duyarak yapması zor. Yalan olur “Duydum” derse. Fakat Allah bir gün o kapıyı aralar. Hele siz dişinizi sıkın; en önemli, en müsait vaktinizi ona verin ve zorlayın kendinizi. İnşaallah, bir gün gelir, onu güzel eda etme imkânı doğar.
İhtimal, hakikat-i salâta ulaşmak için bazıları her gece bin rek’at namaz kılıyordu. Üstad’ın ilk talebeleri özene özene namaz kılıyordu. Ben gerçekten namaz kılan insanlar gördüm. Birkaç yüz rek’at kılan çoktu, sayılamayacak kadar. Bu millet namaz kılmayı unuttu. Camiler şekillere bağlı kaldı. O halılar gözyaşına hasrettir şimdi. Seccadeler temiz alınlara hasrettir…
Namaz ibadetin kalbidir. Namazın her rüknünün kendine göre bir kıymeti vardır. Ama onun en kıymetli parçası, alnın yere konması halidir; secdedir. “Kulun Allah’a en yakın olduğu yer secdedir” buyurulur. Evet, namaz secde ile taçlanır.
Bizim bu dünyaya gönderilişimizin bir gayesi olduğu gibi, sahip olduğumuz her bir organımızın da bir yaratılış sebebi vardır. Bizler her bir uzvumuzu yaratılış istikametinde kullanmakla mükellefiz. Mesela gözlerimiz Allah’ın bizlere bahşettiği çok değerli birer nimet olduğuna göre, bu nimetin şükrünü eda etmek de ancak onları Rabbimizin razı olacağı bir yolda kullanmakla mümkün olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu enfes ifadeleriyle şu şekilde ele alır:
- “Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer, Cenab-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer göz Allah hesabına kullanılırsa hem büyük bir kıymet kazanır, hem de göz gibi bir nimete sahip olma ve onu Allah yolunda kullanmanın manevî zevkini yaşatır. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mûcizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.“ (Sözler, s.25)
Geniş manasıyla günahı; İlahi emirlere ve yasaklara aykırı inanç, söz, fiil ve davranışlar; dince suç sayılan işler şeklinde tanımlayabiliriz. Hocaefendi’nin ifadeleri içinde ise günah; bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşma; iradenin yüzüne atılmış bir tükürük ve ruha içirilmiş bir zakkum; insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir duman, vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, ruhun aldığı bir yara ve muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmektir. İnsanın bu çukura yuvarlanmasını gerektirecek büyük-küçük birçok günah vardır. Ama bunların içerisinde bizim de üzerinde duracağımız bir günah çeşidi, zinanın ilk adımı sayılabilecek harama nazardır.
Burada haram olan nazar, kastî ve iradi olan bakıştır. Yani burada nehyedilen husus çarşıda, pazarda yürürken kişinin ani olarak gözüne çarpan haramlar değil, onun bizzat bakmayı murad ederek, bakışlarını harama çevirmesi ve bu menhiyatı işlemesidir. Efendimiz’in (s.a.s) Hz. Ali’ye (r.a) tavsiyelerinde bu mesele açıkça görülmektedir:
- “Ey Ali, elinde olmadan gözüne ilişen bir haram ikinci defa bakma. Zira ilk bakış lehinedir, ama ikinci bakış aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44).
- Aynı şekilde Hz. Cerir (r.a) Resülüllah’a ani bakıştan sorduğunda ona “nazarını hemen çevir” buyurur. (Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 44).
Demek ki, bizler gözümüze bu şekilde nahoş görüntülerin gelmemesi için daha baştan dikkatli olacak, ancak gözümüze ilişen böyle bir tablo karşısında da hemen bakışımızı başka tarafa çevireceğiz.
Harama Bakmak Kalbe Saplanan Zehirli Bir Ok Gibidir
Kişinin gözlerini haramdan koruması bizzat Kur’an’da emredilmiştir: “Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle!” (Nur, 24/30-31). Aynı şekilde Allah Teala “zinaya yaklaşmayın” emriyle, zinanın öncüsü sayılabilecek her türlü söz ve davranışı yasaklamıştır. Bu yasağın içine öncelikle harama nazarın girdiğini söyleyebiliriz. Çünkü müstehcen görüntülere bakmak bir taraftan mü’minler arasındaki hürmet ve muhabbeti yok ederken, diğer yandan kişinin ahlaki ve dini yönden derin yaralar almasına ve sahip olduğu birçok duygunun sönmesine veya ölüp gitmesine sebep olmaktadır.
Efendimiz (s.a.s) bir kudsî hadiste bu günahın mahiyetini tasvir ederken şöyle buyuruyor: “Harama bakış şeytanın oklarından zehirli bir oktur. Kim benden korktuğu için bundan sakınırsa, bu hareketine karşılık ona öyle bir iman bahşederim kî, o imanın tadını tâ kalbinin derinliklerinde hisseder.“[1] Demek ki, bir açık saçık görüntüyle karşılaşan kişinin önünde iki seçenek vardır: Ya bu günahı irtikap ederek şeytanın bu zehirli okuna hedef olacak; ya da Allah korkusundan dolayı bu günahtan yüz çevirecek ve bu amelinin neticesinde kalbinin derinliklerine kadar işleyecek bir iman neşvesi tadacak. İşte bu imtihan dünyasında tercih kula kalıyor.
Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz (s.a.s), gözleri haramdan korumanın, Allah katında ne kadar makbul bir amel olduğunu şu ifadeleriyle anlatıyor: “Kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır, ancak şunlar müstesna: Allah’ın haramlarına bakmayan gözler, Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler, Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler.“[2] Buradan anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak haramlar karşısında ürperti duyup, gözlerini o çirkin manzaralardan sakındıran kullarını, orada mahzun etmeyecek ve o gözleri ağlatmayacaktır.
Kişinin helal olmayan görüntülere bakması karşılığında, onun ruhî ve manevi hayatında oluşacak tahribatlar Risale-i Nurda şu şekilde anlatılıyor:
- “Nasıl ki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder, öyle de, ölmüş kadınlar suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-yi insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” (Sözler, s. 381)
- “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” (Lemalar, 655)
Gözünü Haramdan Sakınan Kişiye Vacip Sevabı Vardır
Burada üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Her haramı terk, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır. Yani kişi sevap haznesini, haramlardan kaçarak da doldurabilir. Hatta yerine göre, kişinin bu yönden kazanacağı sevaplar daha çok olabilir. Çünkü günümüz şartlarını düşündüğümüzde, çok sık haramlarla baş başa kalabilmekteyiz. Bu haramlara karşı bizim göstereceğimiz her karşı koyuş, mertebemizin yükselmesinde bizim için ayrı bir basamak olacaktır. Biraz daha açarsak, çarşısıyla pazarıyla, televizyonuyla, internetiyle günümüz dünyası haramlara çok açık hale gelmiştir. Aynı ölçüde bizler, harama girmeme konusunda azmimizi ve gayretimizi arttıramazsak farkında olmadan düşmeye başlayabiliriz. Ve (Allah muhafaza) öyle bir an gelir ki geri dönüşü çok zor olabilir. Ve yine günahların neticesinde kalbimizde oluşan o siyah noktalar, öyle bir gün gelir ki, bütün kalbimizi kaplar da, biz farkında bile olamayız.
Dolayısıyla, daha baştan günaha karşı tavrımızı açıkça ortaya koymalıyız. Ve böyle bir günah işlediğimizde, ona hiç hayat hakkı tanımamalı ve derhal derin bir pişmanlık içerisinde tövbe ve istiğfarla o günahın izalesine bakmalıyız.
Kur’an-ı Kerim, şeytanın, insana olan kin ve nefreti ve ondan intikam almak için daha neler yapabileceğini sık sık hatırlatır ve ona karşı tetikte olmamızı emreder. Geçen bölümden devâm edegelen ayetler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder: “Elbette onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar.” (Nisa, 4/119)
Betk, kesmek demektir. Arap keskin kılıca “Seyf-i betîk” der. Cahiliye devrinde, deve beş batın doğurur ve sonuncusu erkek olursa, o devenin kulaklarını yararlar ve ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Putlara kurban etmek için ayrılan develerin kulaklarının kesildiğini söyleyenler de vardır. Onların işledikleri bu şeyler apaçık bir isyan olmasına rağmen, bunu ibadet olsun diye yapıyor ve isyanlarını katlıyorlardı. (1)
“Ve yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisa, 4/119)
Bu ayette zikredilen değişikliğin neler olabileceği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz, burada onların zikrettiklerini hülasa etmenin yanında bazı tamamlayıcı bilgiler de arzedeceğiz.
Bazılarına göre, Allah’ın yarattığını değiştirmekten maksat, Allah’ın dinini değiştirmektir. Bu görüş, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan, Dahhak, Mücâhid, Süddî, Nahaî ve Katâde gibi imamların görüşleridir.(2) Böyle bir yaklaşımda iki mâna sözkonusudur.
Birincisi: Allah (cc), insanları İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Nitekim Allah Rasulü, “Her yeni doğan çocuk, İslam fıtratı üzere doğar” (3) buyurur. Cenab-ı Hak, Âdem zürriyeti, birer zerre halindeyken, onları şâhit tutmuş ve onlar da, Allah’ı Rab kabul edip şâhit olmuşlardır. Demek oluyor ki, o gün Rablerine iman edip de daha sonra dünyada küfre girenler, Allah’ın yarattığı o ilk fıtratı bozmuş oluyorlar.
İkincisi: Allah’ın dinini değiştirmekten maksat, helalı haram, haramı helal kılmaktır.
Diğer bazıları ise ayeti, zahirî ve batınî bütün değişiklikler manasına tefsir edip açıklamışlardır. Biz de meselenin bu yönüne biraz daha ağırlık verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla biraz meşgûl olacağız.
Allah Rasulü (sav), on şeyi fıtrattan sayar. Bunlar: “Bıyıkları kısaltmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak, abdest alırken ağıza-burna suyu biraz fazlaca çekmek, tırnakları kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altı kıllarını almak, etek tıraşı olmak ve istinca etmek.” (4) Evet, fıtrattan sayılan bu hususlar terke uğruyor veya aksi yapılıyorsa bilinmelidir ki, belli ölçüde şeytanın istekleri yerine getiriliyor ve Allah’ın vaz’ettiği fıtrîlik de tahribe uğruyordur.
Değiştirme, ilk maddedeki sıfatın değiştirilmesini iktiza eder. Devamlı surette cismanî lezzetleri isteyen biri, zamanla ruhî zevk ve lezzetlerden yüz çevirmesi kaçınılmaz olur. Böylece durmadan onun kalbinde fânî ve zâil şeylere alaka artar ve bâkî şeylere karşı da azalır ki, bu da manevi bir ölüm sürecinin başlaması demektir. Bu artış ve azalış, gün gelir tamamen kalbî ve rûhî hayatı öldürür ki, artık o insan ahireti katiyen düşünemez. Buna karşılık dünya sevgisi de bir an bile hatırından çıkmaz. Gayrı, böyle birinin çalışması, dinlenmesi, durması, hasılı bütün işleri hep dünya içindir. Bu hâl ise, bütün bir hilkatin ruh ve manasına dokunur. Evet, beşer ruhu, cismaniyet aleminde bir yolcu olarak bulunmaktadır. Ötelere müteveccihtir. Şayet o, dönüş yerini unutur, fena ve zevâli muhakkak ve mukadder olan mahsusât alemine ülfet ederse, içinde kendi de olan bir fıtratı darbelemiş olur.
Evet şeytan, “Yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisa, 4/119) ayetinde geçen hilkatin değiştirilmesine bir de, kadının erkekleşmesi ve erkeğin kadınlaşması manası verilmektedir ki, Allah Rasulü (sav), bir çok hadislerinde bunları lanetlemektedir. (5)
Bilhassa meseleye günümüzün problemi olması yönüyle baktığımızda buna hak vermemek mümkün değildir. Kadınlaşan erkekler, erkekleşen kadınlar; kadının kadınla, erkeğin erkekle hayat sürdürmesi gibi yürekler acısı ve yüz karası hadiseler doğrudan doğruya şeytanın telkinlerinin te’sirinde kalmadan başka birşey değildir. Böyle bir inhiraf, şeytan’a, hiçbir asırda nasip olmamış büyüklükte ve ürperticiliktedir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, şekli, mahiyeti ve ismi ne olursa olsun işlenen her tür yanlışlık, fıtratın bir buudunun değiştirilmesi manasına gelir. Bugün, bu mevzu ile alakalı yüzlerce cilt kitap yazılmış ve yüzlerce insan inhiraf üzerine neler neler söylemiş, hatta kendilerine göre doğru veya doğruya yakın neticeler ortaya koymuşlardır ama, tatmin edici bir başarıya ulaşamamışlardır.
Dünya çapında yapılan istatistikler gün geçtikçe bu tür suçların artmakta olduğunu ve verilen aşırı serbestliğin bu olumsuz şeyleri daha da artırdığını göstermektedir. Şunu unutmamalıdır ki, bu konuda gösterilen müsamaha ve serbestî aslında, bu hususla alakalı zaafı olan insanları birer cinsî sapık haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve yaramayacaktır.
Yüzlerce misal gösteriyor ki, fıtrattan inhirafla, şeytanın oyununa gelen insan, canavarlara rahmet okutacak derecede hayvanlaşır; hayır, hatta hayvanları dahi çok geride bırakır.
Nice milletler, bu fıtrattan ayrılışları yüzünden hep şeytana uymuşlar ve işledikleri cürüm sebebiyle de yerle bir edilmişlerdir. İşte Pompei, Sodom, Gomurra ve Ahkaf ve işte fosilleşen insanları!.
Şeytan, insana sürekli önden, arkadan, sağdan ve soldan çeşitli telkin ve desiselerle gelerek, onu hak yoldan saptırmak; ümniyelere çekmek ve fıtratı terkettirerek insanlıktan kaydırmak ister. Şeytanın bu oyununa düşen insan, hemen her zaman, ümniyelerle akıl ve fikrini, şehevî ve gadabî arzularına ulaştıracak sebep ve vasıtalar bulmakla onu meşgul eder; meşgûl eder ve onu sürekli marazî bir ruh haleti içinde tutmağa çalışır. Bu hastalık sebebiyle de, mukaddes saydığı duygu ve düşüncelerinden tavizler verir ki, bu da onun ma’nevî meshi ve deformasyonu demektir. Çok defa böyle bir değişimden geriye dönmek de mümkün olmayabilir.
Böyle biri, müspet yönlerinin noksanlaşması ve git gide tükenmesi, menfi yönlerinin teşekkül ve gelişmesine sebebiyet vereceği için de, bir müddet sonra karşımıza tamamen değişmiş bir varlık olarak çıkacaktır. Bu değişiklik, ilk planda ferdin kendi ruhî bünyesinde olmasına rağmen; bu ikinci halet, onda ayrı bir dünya anlayışı doğuracaktır. Hayalinde kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı bu dünyanın her türlü ölçüsü de, kendi müfekkiresinden doğan düşünceler olacaktır. Ve artık ona göre varlık, sadece onun düşündüklerinden veya düşünebildiklerinden ibarettir. Evet, düşünce ve duyuşlar, değişik hadiseler karşısında bazen aslî hüviyetinden çıkarak mahiyet değiştirir, hatta bazen kökten değişerek tamamen tanınmaz hale gelir. Söylendiği zaman gözleri kıvılcımlandıran ve orijinalliği ile insanı hayran eden nice düşünce ve fikirler vardır ki, aksiyon haline getirilmek istenildiğinde, havası alınmış balon gibi söner ve düşünce çöplüğüne atılır. Ve yine hayal gergefinde örülmüş nice çelikten düşünceler vardır ki, realite dünyasında bir danteleya dönüşür.
Bir de bütün güzellik ve cazibesi müphemliğine bağlı düşünce ve fikirler vardır. Bunlara, ‘tâ baştan ölü doğmuş çocuklar’ nazarıyla bakılabilir. ‘Doğmadan ölmek ve ölü olarak doğmak.’ İşte onların kaderi budur. Ne var ki bu müphem ifadeler, filozof ağızlarda cazibeli hale gelir ve bu düşük veya ölülerden cemiyete hayat getirmesi beklenir. Bu da, şeytanın bir başka hilesi ve aldatıcı düzenidir.
[1] Âlûsi, 5/149,150; İbni Hişam, Sîre, 1/91-93
[2] İbni Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 2/368
[3] Buhari, Cenaiz 92; Ebu Davud, Sünne 17; Tirmizi, Kader 5
[4] Müslim, Taharet 56; Ebu Davud, Taharet 29; Nesei, Zinet 1
[5] Elmalı, Hak Dini, 3/88; Buhari, Libas, 62; Hudud, 33; Tirmizi, Edeb, 34; Darimi, İsti’zan, 21
Kur’ân okurken, hutbe verirken “Estaîzü” denilmesi yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Kur’ân okurken Allah’a sığınma dileyin, ona iltica talebinde bulunun” (Nahl, 16/98) buyruluyor. Öyleyse, biz okurken, “Sığınma talebinde bulunuyoruz” değil; “Sığınırız” demeliyiz. (Estaîzü, “Sığınma diliyorum”; eûzü, “Sığınıyorum” mânâsına gelir.) Yani, her halükarda “Eûzü billahi” demek lâzımdır.
Her zaman “Eûzü besmele” söylemeyi âdet haline getirmeliyiz. Âyet okurken besmele yetmez; “Eûzu”yu da demeliyiz.
Şeytanın, insanoğluna olan kin, nefret ve düşmanlığı, Rabbi karşısında da onu bir hayli küstah hale getirmiştir. O, önce Rabbinden mühlet istemiş, mühletin verilmesi üzerine de, tuğyan ve küfrünü ilan etmiştir. Onun bu tavrını Kur’an-ı Kerim şöyle nakleder: “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’raf, 7/16-17)
Şeytan, kendi gittiği ve insanları götürmek istediği yolun batıl olduğunu bilmekte ve yaptığı şeyleri bile bile yapmaktadır. Evet o, Cenab-ı Hakk’a karşı “Senin doğru yolunun üzerine oturacağım” demektedir. Doğru yolun, ancak İlâhî yol olduğunu şeytan dahi tasdik etmekte ve bu ifadeleri ile, insanları saptırma işinden asla vazgeçmeyeceğini ilan etmektedir. İlan etmekte ve durmadan insanların gönüllerine vesveseler salmaktadır.
“Sonra onlara önlerinden geleceğim.”
Yani ileriye matuf, ahirete müteallik meselelerde onları tereddüt ve şüpheye düşüreceğim. Onları, ahirete, Cennet ve Cehenneme inanmaz hale getireceğim. Bu suretle de onlar, hayatlarını ahirete göre tanzim etmeyi düşünmeyecekler. Aradıkları her şeyi maddede arayacaklar. Hep birer maddeci, birer materyalist ve birer pragmatist olarak yaşayacaklar. Onların ahirete karşı ümit ve iştiyaklarını söndürerek onları, amelsiz, azimsiz yığınlar haline getireceğim.
“Ve arkalarından geleceğim.”
Yani dünyanın devamlı ve sürekli olduğunu onlara telkin ederek içlerine tûl-i emel salacağım. Dünyada ebedî kalacak gibi hep çakırkeyf yaşayacaklar.. ve dünya nimetlerini onlara o kadar güzel göstereceğim ki, başka güzel tanımaz olacaklar. Zaman olacak Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri görmek için içlerinde hiçbir rağbet kalmayacak.
“Ve sağlarından geleceğim.”
Yani yaptıkları hayırların içine dahi şeytanlık karıştıracağım. Hasenâtlarını süslü-püslü göstererek yaptıklarını bulandıracağım. Bazen de, iyiliğe giden yolları onlar için kapamaya çalışacağım. Ve bid’atleri yaygınlaştırmak suretiyle dinin ruhunu onlara unutturacağım. Küçük bir âdâp dahi kabul edilemeyecek fiilleri, onlara din diye kabul ettireceğim. Onlar da dediklerimi yapacaklar ve dinin temel prensiplerini ihmal veya terkte hiç mahzur görmeyecekler.
“Ve sollarından geleceğim.”
Yani bütün günah çeşitlerini onların üzerine salacak, bâtılı terğîb ve teşvik ederek her kötülük için onlara davetiyeler çıkaracağım. İçlerini gıdıklayarak, şehvetlerini tahrik edeceğim. Kadını erkeklere, erkekleri de kadınlara salarak onlara kendi dünyalarında, iffetsiz, ismetsiz ve tutarsız hâle getireceğim.
İmam Şakik, konuyla alakalı olarak şu hususları kaydeder:
Her sabah şeytan, bana dört yanımdan, yani önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan gelir ve beni yoldan çıkarmaya çalışır. Önümden gelirken şöyle der: “Korkma! Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.” Ben de, ona: “Ben tevbe ile iman edip salih amel işleyenleri bağışlarım.” (Tâhâ, 20/82) ayetini okurum.
Arkamdan gelirken, çocuğum olursa fakir kalacağımı söyler ve beni fakirlikle korkutmak ister. Ben de “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.” (Hûd, 11/6) ayetini okurum.
Sağımdan gelirken medh ü senâ ile gelir. Ben de “Netice Allah’tan korkanlarındır.” (A’raf, 7/128) ayetini okurum.
Solumdan gelirken de şehevî şeylerle gelir. O zaman da “O gün onlarla arzuladıkları şeyler arasına perde çekilmiştir.” (Sebe’, 34/54) ayetini okurum. Ve bu mukabelelerle şeytanın şer ve vesvesesinden kurtulurum.
Ayette dört cihetin zikri, şeytanın vesvese verme gayretindeki ciddiyete işaret içindir. Yani o, mümkün olan her cihetten geleceğini söylemektedir. Peygamber Efendimizden (sav) nakledilen şu hadis-i şerif de bunun tefsiri gibidir:
“Şeytan, Ademoğlu için İslam yolunda oturur ve: “Babalarının dinini terk mi edeceksin?” der! O da şeytana isyan edip Müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve “Yerini yurdunu terkedersen garip kalırsın.” der. Mü’min yine onu dinlemez ve hicret eder sonra cihad yolu üzerinde durur, o muhacir mü’mine “Savaşa gidersen öldürülürsün, malını taksim, karını nikah ederler.” der. O da bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder. (1)
İşte bu haber, şeytanın vesvese verme konusunda mümkün olan her yolu denediğini göstermektedir.
Dört cihetin zikredilip, üst ve altın zikredilmemesindeki hikmet ise, insanın ruhî saadetlerinin gitmesini tevlid edecek kuvvelerin, bedenin zikrolunan yerlerine yerleştirilmesi sebebiyledir.
Ayrıca şöyle bir rivayet de vardır:
Şeytan bu sözü söyleyip dört ciheti sayınca, melekler, insanlara acıyıp Cenab-ı Hakk’a şu niyazda bulunurlar: “Ey Rabbimiz! Eğer şeytan onları bu dört cihetten istilaya kalkarsa insanlar nasıl kurtulacaklar!.” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk da onlara şu hitapta bulunur: “İnsan için iki yön kaldı: Üst ve alt. Saygı ile ellerini yukarıya doğru kaldırır; dua ve huşu ile alnını yere koyarak secde ederse, onun yetmiş senelik günahını affederim.” (2)
[1] Nesai, Cihad, 19; Müsned, 3/483
[2] Râzî, Mefatihu’l-Gayb, 14/42
İnsan, bir taraftan hırs, kin, nefret, haset.. vb. duygularla örgülenen nefis mekanizması, diğer taraftan da nerede, ne zaman ve ne şekilde karşısına çıkıp kendisini aldatacağı belli olmayan şeytan unsuruyla her zaman karşı karşıyadır. Çoğu zaman bu düşmanlar, insana dost suretinde yaklaşarak doğruyu yanlış, çirkini güzel, batılı hak gösterir ve insanı idlâl edebilirler. Bu mevzuda Kur’ân, şeytanın his ve karakterine şöyle tercüman olur: “Elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’raf, 7/17) O halde insan, nefsin ve şeytanın vesveselerine karşı daima uyanık olmak zorundadır. Bu noktada ayrıca bir hususun altını çizmekte fayda mülâhaza ediyorum; bazıları “iman ve Kur’ari a hizmet eden daire içinde bulunuyoruz. Dolayısıyla nefsin ve şeytanın bize zarar vermesi imkânsız ya da çok zordur” diye düşünebilirler. Oysaki tam aksine, şeytanların en azılıları işte bu tür insanlarla uğraşmaktadırlar. Onun için böylesi kişilerin sıradan insanlara nisbetle daha dikkatli olmaları gerekir.
Ayrıca iman ve Kur’an hizmetiyle iştigal eden insanların nefis mekanizmaları tabiî seyri içinde çalışmaktadır. O mekanizma her fırsatta kendi isteklerini kabul ettirme arzusundadır. Bu açıdan da insanın bunun bilincinde olup, nefis mekanizmasının aldatma ihtimaline karşı temkinli olması icap eder.
Biraz daha bu hususları açmaya çalışalım; iman ve Kur’ân hizmeti uğrunda yıllarını vermiş bir insan, bazen yapılan hizmetlerin inkişaf edip, arkadan gelen nesillerin bu davaya sahip çıktığını görünce, kendi kendine: “Nasıl olsa yapılan hizmetler rayına oturdu. Âhenk çok iyi. Bize ihtiyaç kalmadı. Yapacağım bir şey yoksa burada durmam da abestir..” deyip bir kenara çekilebilir; çekllebilir ve buna mesnet olarak: “Efendimiz de hayatını vazifesine bağlamıştır. O, dünyada yapacağı birşey kalmayınca, zafer naraları işitme yerine, “er-Refîke’l-A’lâ” deyip Rabbine kavuşmayı tercih etmişti‘ diyebilir. Başka biri de Allah’a Peygambere, kendi dostlarına.. kavuşma arzusunu hiçe sayıp: “Dünyada kalıp hizmet etmek ve bu uğurda sıkıntılara katlanmak, âhirete gitmekten daha iyidir; zira Allah Rasulü (s.a.s), miraçda cennetleri müşahede ettiği halde, dönüp tekrar ümmetinin arasında yaşamayı tercih etmişti..” şeklinde düşünebilir. Halbuki bu düşüncelerin ikisinin de eksik yanları var ve bir açıdan bunlar arzu ve heveslerin fikir suretine girmiş şeklinden ibaret sayılabilirler.
Evet, işte bunun gibi, hayatını kudsî bir dairede geçirse de insan, bazen nefsin ya da şeytanın zehirli oklarından biriyle karşı karşıya kalabiliyor.
Bundan kurtulma yollarından biri, insanın daima kendi duygu ve düşüncelerini kontrol altında tutmasıdır. Mütecessis ve müvessis bir insan gibi o sürekli duygu ve düşüncelerinde, Allah’ın rızasına muhalif “bit yeniği” aramalıdır. Zaten tecessüs ve tefahhus yoluna girip kendi içinde bir kısım sorgulama hisleriyle yaşamayanların müstakim kalması da mümkün değildir. Tarih boyunca terakki eden insanlar, murâkabe tarassuthanelerinde kavga veren insanlar olmuştur hep. Şunu da belirtmeliyim ki, bu tecessüs, kesinlikle insanın kendi varlığına, kendi aklına, kendi dinine, dinin esaslarına yönelik bir şüphe ve tereddüt değildir. Aksine nefis ve şeytanın her an, her yerde bir tuzak kurup kendisini bekliyor olabileceğinden şüphelenme ve ona göre tedbire açık olma demektir. Zaten bu çizgide hareket edilmediği sürece, birinde olmasa diğerinde insanın nefis veya şeytanın ağlarına takılıp kalması kaçınılmazdır. Efendimiz (s.a.s), onların, çeşit çeşit kandırmalarına maruz kalmamak için bizlere her zaman dua yolunu göstermektedir. Hemen her fırsatta, kalbimizi çatlatırcasına “Ya Rabbî, Ya Rabbî, Ya Rabbî..” diyerek yapacağımız dualar, hem iradelerimize fer ve kuvvet verip bizim hayra yönelmemizi sağlayacak hem de onlardan gelebilecek tehtikelere karşı bizi muhafaza edecektir. Üstad bunu: “İstiğfar, meyelan-ı hayra kuvvet verir, şerrin kökünü keser; dua da meyelan-ı hayra kuvvet verir” şeklinde özetler.
Hasılı; her şahsın kendi duygu ve düşüncesiyle imtihan olduğunu bilip, bu duygu ve düşüncelerinde hem nefsin, hem de şeytanın belli hesaplarının olabileceği ihtimalini bir lahza unutmayarak hep temkinli hareket etmesi gerekmektedir.
Pek çok gemi ve uçağın hiçbir enkaz bırakmadan kaybolduğu iddia edilen, Atlantik Okyanusu’nun Güney ve Kuzey Amerika’yı birbirinden ayıran ve Bermuda, Porto Rico ve Miami sahilleri arasında kalan üçgen şeklindeki bölgeye Bermuda Şeytan Üçgeni adı verilmektedir. Bu konuyla alâkalı ülkemizde de “Bermuda Üçgeni” veya “Atlantik Esrarı” gibi bir hayli tercüme kitap neşredilmiştir. Bu kitapların neşredildiği günlerde Konya’da bir araştırmacı, bundan birkaç asır evvel, Osmanlı müellifleri tarafından yazılan bazı eserlerde, Bermuda müsellesi içinde bazı esrarengiz hâdiselerin cereyan ettiğine dair bir kısım bahisler bulunduğunu yazmıştı ve gazeteler de bunu neşretmişlerdi.
Biz Bermuda müsellesinin esrarıyla alâkalı söylentilere şimdilerde muttali olmaya başladık. Hâlbuki Osmanlı müellifi bundan birkaç asır evvel bu mesele hakkında değişik yorumlar ortaya koyuyordu. Vâkıa daha evvel Mayalar ve Meksikalılara ait seyahat notlarında “Bu yosunlu denize geldiğimiz zaman bir uğursuzluk ve yümünsüzlük üzerimize bastırır. Orada gemiler günlerce çakılı kalırlar. Rüzgârlar durur ve yelkenliler işlemez.” şeklinde bölgeyle alâkalı esrarengiz hâdiselerden hep bahsedilmekteydi; ama şimdilerde daha bir güncel hâle geldi.
Bermuda Şeytan Üçgeni’nin efsaneleşmesine sebep olan ilk vak’a 1945 yılında meydana gelir. Beş adet savaş uçağı mutad görev uçuşu için Florida’daki üslerinden havalandıktan sonra pilotların lideri, telsizden kontrol kulesine şöyle bir mesaj anons eder: “Karayı göremiyoruz. Pozisyonumuzdan emin değiliz. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Galiba kaybolduk.” Bu sırada kontrol kulesinden pilota, “Nasıl olur, hava gayet iyi gözüküyor, batıya gidin.” şeklinde cevabî mesaj gelir. Bunun üzerine pilot, “Neresinin batı olduğunu bilmiyoruz. Her şey yanlış. Çok tuhaf, hiçbir yönden emin değiliz. Okyanus bile olması gerektiği gibi değil.” der ve bağlantı kopar. Acilen yardım alarmı verilir, ancak uçakların izine bir daha rastlanılmaz…
Yine o bölgeden geçen gemilerde de benzer esrarengiz şeyler olduğundan bahsedilmektedir ki, batan bir kısım şilep veya transatlantiklere bakıldığında içlerinde sadece kedi ve köpek ölülerinin olduğu, insanların, önlerinde bulunan yemeklerini bitirmeden bırakıp sanki denize atladıkları veya bir fırtınanın tabaklara ve kaşıklara dokunmayıp sadece insanları alıp götürdükleri söylenmektedir.
Bu meseleyi izah sadedinde bugüne kadar değişik fikirler ortaya atıldı. Müsaadenizle o fikirlerden bazılarını maddeler hâlinde arz etmeye çalışalım:
1. Bu tamamen yer fiziği ile ilgili bir hâdisedir. Kuzey ve güneyden gelen akıntı orada bir durgunluk yapmakta ve bu durgunluk yoğun bir şekilde yosunların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Yosunların bu yoğunluğu yüzünden orada gemiler hareket edememektedir. Ayrıca bu bölgede yüz, iki yüz, hatta üç yüz metre yüksekliğe kadar çok şiddetli dalgalar meydana gelmektedir. Bu devâsâ dalgalar, getirmiş oldukları vakumla üstlerinden geçen uçakları kendilerine doğru çekmektedir. Dolayısıyla böyle bir atmosferde gemilerin alabora olması gayet normaldir.
2. Şiddetli akıntıların meydana getirdiği dev girdaplar, orada denizin altında “mavi delikler” adı verilen delikler meydana getirmiştir. Uçak veya gemiler buraya geldiğinde delikler tarafından yutulmaktadır. Nitekim bazı dalgıçlar, o mavi deliklerin içinde bir kısım yelken ve kayıkların bulunduklarına şahit olmuşlardır.
3. Sekseninci tûl dairesi buradan geçmekte ve kuzey kutbundan kıvrılınca, Japonya’dan geçen daire olarak yüz ellinci daire adını almaktadır. Binaenaleyh, böyle bir ölüm denizi Japonya’da da bahis mevzuudur. Buradan anlaşılmaktadır ki, o tûl dairesine rastlayan her yerde bu türlü ölüm denizleri mevcuttur. Hatta mesele biraz daha tamim ve teşmil edilerek otuzuncu ve kırkıncı güney ve kuzey arz dairelerinde de aynı şeylerin var olduğu, ayrıca yeryüzünde bu tür esrarengiz kaybolmaların ve yutulmaların bulunduğu diğer altı yerin daha olduğu ifade edilmektedir.
4. Uçan daireler, gemileri ve uçakları göğe kaldırmakta veya denizin dibine batırmaktadır.
5. Deniz dibinde biriken fosiller ve çeşitli atıklardan zaman zaman çıkan metan gazı, deniz suyunun kimyasal karışımını etkileyerek yoğunluğunu düşürmektedir. Yoğunluğu sıfıra düşen suda yüzebilme özelliğini kaybeden gemi, metan kuyusu adı verilen gazın çektiği bölgeye girer girmez batmaktadır. Denizin dibinde biriken çeşitli atıkların türüne ve suyun ısısına göre metan gazı kabarcıklarının şiddeti de değişmektedir. Bermuda Şeytan Üçgeni gibi gaz akımlarının şiddetli olduğu bölgelerde seyreden uçaklar da büyük tehlike sınırı içinde bulunmaktadır. Çünkü su yüzüne ulaşan metan gazı kabarcıkları atmosfere karışarak yukarıya doğru şiddetli bir metan tüneli oluşturmakta ve metan tüneline giren uçak da kontrolden çıkarak denize çakılmaktadır.
Müsaadenizle ben, bütün bunların dışında özellikle başka bir husus üzerinde durmak istiyorum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Şeytanın tahtı deniz üzerindedir.” buyurmaktadır. Burada “deniz” mutlak zikredilince, bu mâhut ifadeden belli bir deniz mânâsı çıkarabilir ve yeryüzünde belli denizlere şeytanın tahtgâhı diyebiliriz. Binaenaleyh ecinni ve şeytan taifesi buraya hükmetmekte, gemi ve uçakların elektronik cihazlarını çalışmaz hâle getirerek onları batırmaktadır. Vâkıa, cin ve şeytanlar “mâric” ve “nâr”dan yaratıldıkları için, âdeta güneşten gelen dalgalara maruz kalmış gibi bütün elektronik cihazları da alt üst edebilirler.
Ayrıca Efendimiz, “Helâk olmuş cemaatlerin helâk oldukları yerlere uğramayın. Ancak ağlayarak uğrayın.” ikazında bulunmaktadır ki, bunun mânâsı, “Helâk olmuş ülkelere gidildiği zaman Allah ile münasebet kurarak himaye-i ilâhiyeye girin ki, onlara isabet eden şey sizlere de isabet etmesin.” anlamına gelmektedir. Bundan da, Cenâb-ı Hakk’ın Sodom, Gomore, Âd ve Semud kavmi ve -doğruysa- Atlantis medeniyeti gibi Kendisine küfran ve tuğyan içinde bulunan toplumları yerin dibine batırdığı anlaşılabilir ve işte bu yerler daha sonra şeytanın tahtgâhı olmuştur. Nitekim havaya kaldırma ve uçurma mevzuunu meğâzî yazarı İbn İshak şöyle ifade etmektedir: Efendimiz, Tebük’e giderken: “Tebük’e gittiğiniz zaman ben gitmeden sakın Tebük suyundan içmeyin ve dışarıya çıkmayın. Helâk olmuş o cemaatin yerine de uğramayın.” buyurur. Ancak iki kişi bu emri dinlemeyerek helâk olmuş o cemaatin yaşadığı yere uğrarlar. Netice itibarıyla onlardan bir tanesini korkunç bir fırtına alır ve çok uzaklara fırlatır, diğerini de ararlar ama bulamazlar.
Buradan anlaşılmaktadır ki, yok olma mevzuu, kadimden bu yana cereyan eden bir husustur. Bu meselenin telifini yapacak olursak; mücrim bir toplumun yaşadığı bu tür yerler, şeytanın tahtgâhı ve karargâhı hâline gelmiştir. Her ne kadar onlar helâk olup gitseler de o mel’un yere uğrayanların başına bir musibet gelme ihtimali söz konusu olabilir.
Âcizane fakir, yukarıda sayılan hususların yanında Bermuda müsellesiyle alâkalı böyle bir hususu nazara vermede fayda mülâhaza ediyorum. Bazı kimseler birtakım iddialarda bulunsalar da, bu mevzuda yine de bazı açık kapılar vardır. Meseleyi, ervah-ı habise, cin ve şeytanla izah etme, elektronik cihazların çalışmaması/çalıştırılmaması gibi hususlara kadar geniş alanlı tesire daha uygun düşüyor gibi
Bermuda Şeytan Üçgeni, ay gibi bir kısım taş parçalarından gelen, şeytanın saltanatına ait bir müdahale de olabilir ki, ervah-ı habise, güneşin etrafında dönen peyk, seyyare ve bazı taş parçaları üzerinde taht ve otağ kurmuşlardır. Oralardan gelip insanları rahatsız edebilirler. Hatta uçan daire diye bilinen şeylerin arkasında da bunlar olabilir.
***
Nasıl ki, yeryüzünde bazı mukaddes yerler var, aynen onun gibi bir de ervah-ı habisenin hükümfermâ olduğu bazı habis yerler vardır.
Meselâ Kâbe-i Muazzama, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar mukaddestir ve Kâbe’dir. Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar melâike-i kiram Kâbe’yi tavaf ederler. (Hatta oranın rical-i devleti hacda helikopterlerle Beytullah’ın etrafında tavaf ederler.) Ne kadar yukarıya çıkılsa da Kâbe’nin etrafında yapılan tavaf, yine tavaf sayılır. Çünkü Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar Kâbe, Kâbetullah’tır. Binaenaleyh Allah burayı takdis etmiş, binlerce enbiyâyı bu mukaddes yerin etrafında koşturmuş ve metâfı binlerce enbiyânın merkadi hâline getirmiştir; evet insanların bugün tavaf ettiği Beytullah’ın etrafında “ehl-i keşfi’l-kubur”un beyanına göre üç yüz-dört yüz kadar peygamber kabri mevcuttur. Bu yer, Allah’ın yeryüzünde takdis buyurduğu, tazim ve tebcil ettiği insanları tebcil ve takdirine arz ettiği mukaddes bir yerdir ve burası ervah-ı âliyenin metafıdır. Bu mekân, bir bakıma kalbtir, yani küre-i arzın kalbidir. Bu kalb attığı müddetçe, küre-i arz da mânevî yapısını ve hayatiyetini devam ettirir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kalbin yanı başında zuhur etmesi de üzerinde durulacak ayrı bir konudur.
Bir de kalbin yanında lümme-i şeytaniye vardır. Kalbe ilham geldiği gibi, şeytanın oklarının hedefi olan lümme-i şeytaniyeye de vesveseler, tereddütler ve şüpheler gelir. Kâinatların kalbi mahiyetinde atan küre-i arzın bir tarafında bir kalb vardır ki, orası kalbü’l-küre, yani Beytullah’tır. Bir de kalbin başka bir yanında, bir lümme-i şeytaniye vardır ki, orası da şeytanın otağıdır. Yeryüzünde bütün şeytanlığa ait idarelere dair emir ve fermanların hepsi oradan gelir. Efendimiz sahih hadisiyle buyururlar ki, şeytan tahtını, sergisini denizin üzerine atar. Bütün ordusunu insanların içine salar ve akşam döndükleri zaman hepsini dinler, “Sen ne yaptın, sen ne yaptın?” diye yaptığı şeyleri onlara bir bir sorar. Onlar da, “Ben namazı terk ettirdim.. ben harama baktırdım…” şeklinde cevaplar verirler. Bunlar münferit hâdiseler olduğundan şeytanı memnun etmez. Sonra, “Sen ne yaptın?” diye başka birisine sorar. O da, “Ben bir kadını kocasından ayırdım.” der. Bunun üzerine şeytan, “Aferin!” diyerek onu yanına alır ve oturtur.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, insanların mânevî yapıları üzerinde bu şerirler, şerâre meydana getirirken bir saltanat hesabına çalışmaktadırlar. Şeytana takılmış ve dalâlete düşmüş, şeytanın adına helâk olmuş yerler bir bakıma bunların eyaletleri, valilikleri ve pâyitahtlarıdır. Bunun için sahih hadiste, “Geçmiş kavimlerin helâk oldukları yerlere uğramayınız. Uğradığınız zaman ağlayarak uğrayınız.” buyrulmaktadır. Bundan da, şeytanların bazı yerlere sahip çıktıkları ve o yerin onun neticesinde helâk olduğu, medeniyetlerin pâyimâl olup yıkıldığı, ancak onların oradaki sultasının şeytan müsellesi, murabbası, muhammesi veya müseddesi hâlinde devam ettiği anlaşılmaktadır. Atlantik Okyanusu’nda üçgen, daha başka yerlerde de insanlığı ifsat etmek üzere şeytan müseddesleri (altıgen) vardır. Orada da insanlar, tıpkı bir avcının ağına tutulmuş bir ahu gibi tutulup gitmektedirler. Şeytan Üçgeni de işte böyle şeytanların hükümferma oldukları bir yer olabilir ki, kendilerine karşı kötülük yapıldığı, insanlar bir kötülük içine girdikleri zaman o türlü belâlara maruz kalabilirler.
Ben bu meseleyi anlatırken bu mevzuda kat’î bir dinî nass bilmemenin yanında, bir kısım dinî ifadelere dayanarak izah etmeye çalıştım. Bununla beraber Bermuda Şeytan Üçgeni, atmosferdeki bir keyfiyetin ifadesi ileride keşfedilecek başka bir şey de olabilir. Ancak şu bilinmelidir ki, yeryüzünde cari her hâdisenin verâsında, yani her fizik vak’asının verâsında bir metafizik güç ve kuvvet vardır. Her mülkün verâsında bir melekût, her şehadetin verâsında da bir gayb vardır.
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, “Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.” (En’am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen “Şeyâtîn” kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar. (1) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü’min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü’minler üzerine salarlar. Bu hususu te’yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav), Ebu Zer’e (ra) sorar: “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Rasulü cevabında: “Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” (2) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis’in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır. (3)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimizden (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nispette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan’dır.” (4)buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: “Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!..” (5)
İşte bunlar gibi daha pekçok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya “Şeytan” demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalp ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalp ile kalıbı birbirinden ayırmış ve “Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan” demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü’ne: “Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?” Allah Rasulü: “Evet” dedi. Ben de: “Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?” diye sordum, yine “Evet” dedi. Bunun üzerine ” O nasıl olacak?” deyince Allah Rasulü de: “Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalp, şeytan kalbi!..” cevabını verdi. Allah Rasulü’nün bu izahı üzerine “O zaman ben nasıl hareket edeyim?” diye sorunca da: “Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!..” (6) buyurdu.
[1] İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313
[2] Müsned, 5/178
[3] Razi, 13/154; Alusi, Ruhu’l-Meani, 8/5
[4] Buhari, Bedu’l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davud, Salat 107
[5] İbni Mace, Edeb 44; Ebu Davud, Edeb 57; Müsned, 2/345
[6] Müslim, İmare, 52
“Şeytan” kelimesi taşıdığı mânâdan hareketle dinde her azgın ve taşkın şeye kullanılabilir. Nitekim Allah (cc) “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar”(Enfal, 6/112) âyetinde şeytan tabirini, yaldızlı sözlerle insanları baştan çıkartan cinler ve insanlar için kullanıyor.
Seyyidina Hz. Ömer (ra) serkeş bir ata bindirildiğinde “Beni bir şeytana bindirdiniz” buyurarak serkeşlik yapan ata şeytan tabirini kullanmıştır. Efendimiz (sav) de bir yerde köpeğe, bir yerde de serkeşlik yapan deveye şeytan demiştir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ins, cin veya hayvan serkeşlik yapan, başkaldıran, isyan eden her şeye bir mânâda “şeytan” denebiliyor. Ama, burada bahis konusu olan şeytan, insanların baş belası, Seyyidina Hz. Adem (as)’e secde etmeyip, Allah’a karşı başkaldırmakla küfür yoluna girmiş, insanoğlunun ebedî hasmı olan şeytandır.
Önce şeytanın insana niçin düşman olduğuna bir cümle ile temas edip sonra da insanı saptırmak için hangi yollara başvurduğuna âyetin belirttiği çerçevede şeytanın sözlerini esas alarak izaha çalışalım.
Şeytan, “Çık buradan, sen artık kovulmuş ve uzaklaştırılmışsın” (Hicr, 15/34) âyeti ile ifade edilen tokadı yedikten sonra, insanoğluna gayz, kin ve nefretle, Allah’a karşı da küskünlükle, ikinci bir fıtrat kazanmıştır. Evet, şeytanın Hz. Adem (as)’e secde etmemesi, onun Rahmet-i İlâhî’den kovulmasına; Allah’ın kovması da, onun Allah’a karşı düşmanlık göstermesine zahirî birer sebeptirler. Evet, Hz. Âdem (as) ile imtihan olma ve bu imtihanı kaybetmesi şeytana çok dokunmuş ve kasemle “Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onları (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna”(Hicr, 15/39) demiştir. Demek ki, şeytan, bu hâdiseler nedeniyle, Adem (as)’in şahsında bütün insanoğluna karşı kinle dolmuştur. Kinle dolu bir gönülde muvazenenin olmayacağı aşikârdır. Keza şeytan, Kur’ân’ın A’raf sûresinde belirttiğine göre kin ve gayzını şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra mutlaka onlara, önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.”(A’raf, 7/16,17). Yani önden gelecek, ileriyi karanlık ve inkârla dopdolu gösterecek, “öldükten sonra dirilme cennet, cehennem yok…” dedirtecek, ümitlerini kırıp geçeceğim. “Gün be gün yevmülbeter” diyecek, kıyamete kadar kâfirlerin esiri olacaklarına inandırarak, onların önlerine de karanlıklar püskürtüp duracağım. Arkalarından gelecek mâzi ile alâkalarını kopararak, mukaddes olarak bel bağladıkları geçmişlerini büyük bir mezar şeklinde gösterip bütün ümitlerine bir balyoz indirerek onları ye’se atacağım. Sağ taraflarından gelecek “siz ehl-i hak ve hakikatsınız, ne diye başkalarının dine hizmet etmesine imkân veriyorsunuz? Bu hizmeti siz yapsanız ya!” diyerek gıpta damarlarını tahrik edip hizmetlerini engelleyeceğim. İbadetlerini zahiren yerine getirseler de yaptıkları şeyleri anlattırıp riyaya boğacağım. Ve soldan gelecek, sol düşünceli, çarpık, çeşitli doktrinlerle zihinlerini bulandırıp, onların ruhlarına hep yanlış şeyler üfleyeceğim. Dolayısıyla sen onların çoğunu sana karşı nankör ve şükretmeyen insanlar olarak bulacaksın.
Evet, şeytanın bu kin ve nefretle, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan bu küstahça tavrını Kur’ân değişik yerlerde sık sık hatırlatır.
Bir fasıl önce Allah’a sığınmakla başlayıp yalnız kalmamakla bitirdiğimiz hususları, bu konuda yapılacak fiilî dualar olarak nitelendirecek olursak, bunların yanında bir de kavlî dualar vardır ki, bu ikisi bir vahidin iki yüzü gibidir. Birini yapıp diğerini ihmal veya terk etmek, neticeye ulaşılmasını engelleyebilir.
Onun için kavlî dualar da her zaman ve zeminde yapılmalı ve ihmâl edilmemelidir.
Kavlî dua denince tabiî olarak Allah Rasûlü (sav)’nün bu konuda söylediği dualar akla gelmektedir. Efendimiz (sav)’den, şeytandan Allah’a sığınma adına, çeşitli vesilelerle şeref-südûr olmuş birçok dua vardır. Yemekte, tuvalete girerken, ailesiyle münasebet esnasında vs. bunların hepsini teker teker ele alıp anlatma bu sohbetin çerçevesini aşar. Onun için Allah Rasûlü (sav)’nün şeytandan korkulduğunda söylenmesi için talim buyurduğu duayı örnek olarak zikredip sair şeyler için bu konuda yazılmış duaların derlendiği dua mecmualarına veya müstakil kitaplara müracaat etmenizi tavsiye ederim.
Allah Rasûlü (sav) şeytandan korkulduğunda şu duayı talim ederek bize tahassün yolunu göstermektedir: “Ya Rahman! Ne bir iyinin ne de bir kötünün kendilerini aşamayacağı, Allah’ın yarattığı, zürriyet halinde her tarafa saçtığı ve kusursuz meydana getirdiği şeylerin şerrinden, gökten inen ve oraya yükselen şeylerin şerrinden, Allah’ın yerde yarattığı ve yerden çıkan şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerinden -hayırla gelenler müstesna- meydana gelen hâdiselerin şerrinden, Allah’ın tastamam kelimelerine ve vech-i kerimine sığınırım.”
Can evinden vurulan, mescidinin, minberinin, mihrabının yolunu unutan, küfür ve dalâlet vadilerinde bocalayıp duran ve bocaladıkça batan 20. asrın perişan, derbeder ve bir o kadar da ellerinden tutulmaya muhtaç nesillerine Rabbim inayet buyursun! Onları insî, cinnî şeytanların ve onların avenelerinin şerrinden muhafaza buyursun!.. Amin…