Varlığın Metafizik Boyutu

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Takdim 31 dk.

Avrupa Orta Çağı’ndaki halkın hayatını ve değer hükümlerini Prof. Tawney şöyle anlatıyor:

Şimdi mekanik olan şeylerin çoğu, o zaman şahsî, mahrem ve samîmiydi; ferdî ölçülerin çok üstüne çıkan bir ölçüye göre kurulmuş bir teşkilâta, vicdanları kusturan ve her şeyi eninde sonunda ekonomik menfaatlere bağlayan bir doktrine yer yoktu.

O çağda, ekonomik menfaatler, hayatın asıl gayesi olan manevî kurtuluşa tâbî idi ve ekonomik davranış, diğer davranışlar gibi şahsî davranış bütününün ahlâkî kurallara bağlı bir görünümünü teşkil ediyordu. Maddî zenginlik, ikinci dereceden bir önem taşımaktaydı. İnsanlar, şiddetli arzular şeklinde ortaya çıkan ekonomik saiklerden ürküyordu…İnsan servet için değil, servet insan içindi. Bir insanın toplum içindeki yerine göre yaşayabilmesi için gereken parayı kazanmaya hakkı vardı; daha fazlasını kazanmaya çalışmak ise, teşebbüs gücü değil, para hırsıydı ve büyük günahtı… Mal ve mülk meşrû yoldan kazanılmalı ve mümkün olduğu kadar çok kişinin elinde olmalıydı.

Kanaat-i âcizânemce, bilimin Orta Çağlar ertesinde Avrupa’da gelişip dev bir teknoloji doğurarak bugünlere gelmesinin ardındaki en büyük faktör, Prof. Tawney’nin yukarıda anlattığı Orta Çağlardaki hayat anlayışının temelden değişmesinde yatmaktadır. Öncelikle Katolik Hıristiyanlığın yön verdiği bu anlayış, kadim Yunan’ın hazcı dünya ve hayat görüşüyle yer değiştirip, yavaş yavaş zenginleşen ve bir sınıf uyuşturmaya başlayan burjuvazinin aristokrasiye ve onun ardındaki dayanak olarak gördüğü Kilise’ye, dolayısıyle Hıristiyanlığa baş kaldırması neticesinde meydana gelen, ayrıca coğrafî keşiflerle desteklenen ekonomik değişim, insanları tabiî olarak ‘diledikleri gibi yaşama’ya, ‘rahat bir hayat’a sürüklüyor ve böyle bir hayatın karşısında gördükleri Din’e de cephe almaya itiyordu. Gerek Batı’da bilimin git gide materyalist yörünge üzerinde ithal edilmesinde en önemli sebep, insan tabiatında yatan, onun “karşı cinse, çocuklara, kantar kantar altın, gümüş ve paraya, salma güzel atlara, arabalara, kazanca ve kazanç vasıtalarına karşı duyduğu tutku”yu istediği gibi doyurmak arzusudur. Kısaca, bilim, ne Batı’da insan tabiatından ve bilhassa o tabiatın bu yönünden bağımsız olarak ortaya çıkmış ve gelişmiş, ne de, diğer ülkelere bundan bağımsız olarak ithal edilmiştir. Yani, bilim doğruları bulma yönünde insana ve insan zihnine yön vermekten çok, insan tabiatının dünyevî yanı bizzat bilime yön vermiş ve neticede insan, bilimi, bu yanını adeta tek gerçek saymada alabildiğine istismar etmiştir.

Bilimin Cehâleti

Bilim, bu haliyle gerçeği bulmaktan ve ifade etmekten çoğu yerde uzaktır. Çünkü ‘gerçek’, değişim âlemin ve hadiselerin ötesinde bir ve değişmez olduğu halde, bilim onu ısrarla değişen âlemde aramakta ve bu arayışında da öncelikle ‘duyu’lara dayanmaktadır. Duyular ise her zaman yanıltıcıdır ve ulaştıkları idrak ve neticeler kişiden kişiye değişir. Sonra, duyuların verilerini bilgi haline getirecek olan istidlâlî akıl kişiler sayısınca farklı farklıdır. Bu sebeple, bilim, duyguların yanlışlığını güya gidermek ve onlardan doğruya veya gerçeğe varabilmek için ‘denek’ metoduna yönelmişse de, elde kabûl edilmiş ön hakikat olmadan deneyin herhangi bir şeyi ispatlayamayacağı açıktır. Herhangi bir hadisenin iki ayrı zamanda ve iki ayrı yerde, hattâ milyonlar sayısınca aynı zamanda ve aynı yerde meydana gelmiş olmasının, onun bir defa daha meydana gelmesini mutlaka gerektirmeyeceği David Hume’dan beri Batı’da da bilinen ve kabûl edilen bir hakikattır. Deney metodunun Claude Bernard gibi bazı öncüleri bile, vakıa ve hipotezlerin ancak önceden edinilmiş düşünce ve hakikatlerin yardımıyla yorumlanabileceğini, bu düşünce ve hakikatler olmadan deneye esas alınan vakıaların hiçbir ‘bilimsel’ değer taşımayan ‘yalın vakıalar’ olarak kalacağını belirtmektedirler.

Deneylerle güya netice ve gerçeğe varmaya çalışan bilimin asıl ‘zayıf büyüsü’ burada yatmaktadır. Ön hakikatler olmadan, yani ortada kesin bir ‘denek taşı’ bulunmadan vakıalar ve hipotezlerle neticeye gidilemez. Bugün, asırlar boyu ‘telâhük-ü efkâr’la, yani fikirlerin birbirine katılmasıyla gelişen ilimlerin deneylerde kullandığı bir takım ‘ön hakikatler’ bulunduğundandır ki, “bu işin başlangıcı nasıldı, nasıl oldu?” sorusunu sorma ve düşünme fırsatı vermeme kurnazlığı içinde, deneylerle gerçeğe ulaşmaktan bahsedilebilmektedir. Sürekli gözden kaçırılan bir noktadır ki, felsefede bir ‘epistemoloji’ meselesini gündeme getirmiş ve meselâ, tabiî, sosyolojik, psikolojik… her hadiseyi, her vakıayı açıklama iddiasındaki diyalektik materyalizm, “insanın düşünerek ve karar vererek bir meslek sahibi, bir çiftçi, avcı, öğretmen… olmadığı, kullandığı üretim araçlarıyla kendisi arasındaki münasebetin onu mesleğini seçmeğe ittiği” gibi bir iddiada bulunabilmiştir. Bu durumda, ilk insanların “balıkçı ve avcı” olduklarını iddia eden diyalektik materyalizm, bu insanların avcılık ve balıkçılık aletlerini hazır bulmuş olmaları gerektiği ve bunları kimin yaptığı sorularıyla karşı karşıya kalacağını herhalde fark etmemiştir. Kısaca, felsefenin ve bilimin gerçek konusunda ileri sürdükleri bütün iddialar birer fantezi olmaktan öte gidememektedir.

Modern bilimin bir diğer büyüsü ve cehaleti, adeta yaratıcı mevkiine çıkardığı sebep-sonuç kanununda yatmaktadır. Evet, hadiselerin meydana gelişinde ve kâinattaki oluşlarda sebepleri göz ardı edemeyiz. Yağmurun yağmasının, suyun donması veya kaynamasının, canlı varlıkların neşv ü nemâ bulmasının kendilerine has sebepleri vardır. Fakat bu sebepler, bizatihî varlığı olan şeyler değildir; onlar, insan zihninin oluşlara bakarak vardığı bir takım neticelerden ibarettir ve dolayısıyla sadece nominal (zihnî, ismî) varlığa sahiptir. Hariçte var olmayan, hayatsız, bütünüyle cahil ve şuursuz şeyler nasıl, bırakın şu muhteşem kâinatın, tek bir hadisenin bile varlığında veya meydana gelmesinde ‘yaratıcı’ faktör kabûl edilebilir? Ayrıca, meselâ, bir ağacın meydana gelmesi için, o ağacın bitebileceği toprağa tohumu atılır; sonra bu tohum, gerekli rutubet, ısı, ışık ve havayı bulduğunda çimlenir; çünkü onda çimlenme, hangi ağacın tohumu ise, o ağaç olarak büyüme ve o ağacın meyvesini verme özelliği vardır. O tohumun ağaç olabilmesi için tohum, toprak, ısı, güneş, atmosfer, ışık, su, hava ve şekli, yörüngesi, günlerin ve mevsimlerin meydana gelmesi için güneşle ve diğer gezegenlerle olan münasebetleriyle yeryüzü, kısaca kâinattaki bütün unsurlar çok hassas dengeler ve ölçüler dahilinde el birliği yapar. Bu ağacın nasıl meydana geldiğini sadece meydana geliş süreci, sebepleri ve neticeleri ile açıklamak yeterli midir? Bu ağacın olması için, tohumdaki çimlenme ve kendi ağacını verme kabiliyetini, ağacın solunum yapabilme ve beslenebilme özelliğini, o ağaç için hemen hemen bütün kâinatın, kâinattaki bütün unsurların çok hassas dengeler çerçevesinde işbirliği yapması gerektiğini nazara vermeden, o ağacın varlığı izah edilebilir mi? Bütün bunlar, içindeki bütün olup bitenler, varlıklar ve bütün akıl almaz münasebetleri içinde kainatı bilmeği, ayrıca, sonsuz bir kudret ve iradeyi gerektirmez mi? Bunun yanı sıra, o ağacın varlığı için işleyen (nominal değerdeki) kanunlar maddî olmayıp, tamamen gayr-ı maddî, görünmez, elle tutulmaz, diğer duyularla hissedilmez, laboratuvara sokulamaz değil midir? Fakat, cehaletini örtmek ve kendisini bu şekilde sunanların emellerine hizmet edebilmek için modern bilim, bu ana hususları sürekli gözden kaçırmakta ve insanı maddenin çeperleri içinde boğmaya çalışmaktadır.

Esasen, asrın başlarında ortaya çıkan atom fiziği, mekanik fiziğin üzerine oturduğu sebep-sonuç kanununu yıkmış ve bunun neticesinde James Jeans gibi, Eddington gibi, hatta Einstein gibi büyük bilim adamları, Molla Camî anlayışında, “Her şey hayâl; tek gerçek Allah’tır” şeklinde bir inanca bile varmışlardır. Artık fizikçiler, kâinat şu anda herhangi bir halde ise, hemen bir an sonra aynı halde olacak diye bir şart ve kaide ileri sürülemeyeceğini ifade etmektedirler. Karl Raymond Popper, “Hem Einstein’ın, hem de Newton’un teorilerini bilim sayıyoruz ama, bunların ikisi birden doğru olamaz; üstelik, her ikisi de pekâlâ yanlış olabilir” derken; Bernard Russel, “Newton fiziğiyle uzun süre idare ettik ve sonra bunun her şeyi açıklamaya yetmediğini, hatta düzeltilecek pek çok yanları olduğunu gördük. Şimdi, Einstein fiziğiyle idare ediyoruz. Fakat hiç şüpheniz olmasın; bir gün, bunun da her bakından düzeltilmeğe mahkûm olduğu ortaya çıkacaktır” itirafında bulunmaktadır. Öte yandan, Dalga Mekaniği kavramı mucidi Schrödinger ve filozof-fizikçi Heissenberg, kâinat, onu meydana getiren atomlar, atomların hareketleri ve kâinatta olup bitenler hakkında kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığını, bunun bilâhare giderilecek bir bilgisizlikten değil, fakat bizzat kâinat gerçeğinden ileri geldiğini söylemektedirler. Önceki asırlarda, fizikteki gelişmelerle sarhoş bazı bilim adamları, “kâinatta açıklanmayacak bir şey yoktur” diye iddia ederken, geçen asırda “7 bilinmeyen” üzerinde duruyorlardı. Bu günlerde ise, 10 bilinmeyenden bahsediyorlar ki, bunların başında “hayat, şuur ve irade”nin mahiyeti geliyor.

Bilim, kâinat ve insan hakkındaki araştırmalarını ‘derinleştirdikçe, cehaletinin daha bir farkına varacaktır. Rene Guenom’un ifadesiyle, “bilimin veya bilimcilerin önünde iki alternatif vardır. Ya bilimsel teorilerin farazî keyfiyetinin kabul edip, hissedilir sabit gerçeğin dışındaki her çeşit kesinliği reddetmek, ya da, bu farazî keyfiyeti bir yana bırakıp, bilim adına öğretilen her şeye körü körüne inanmak.” İkinciyi kabul edemeyen günümüz bilim adamı birinciye yöneliyor; fakat çoğu zaman da gerçeği ‘fayda’ya ve ‘bilme’yi de ‘bilinemezliğe’ indirgiyor. Birincisi devasız bir dert; ikincisi, bilimin gerçek hakkındaki bilgisizliğinin şahane bir itirafı. Artık, kimilerince bilimin değişmez ve sabit bir çatısının olması gerektiği ifade ediliyorsa da, çoğunluk halâ ‘agnostisizm- bilinemezcilik’te ısrar ediyor. Oysa bilim, sahasını aşmadığı ve kendi üstünde sabit bir gerçeğin bulunduğunu kabul ettiği zaman değerini bulacaktır ve bu gerçek de gün gibi ortadadır. Çünkü, “mutlak olmaksızın izafî, değişmezlik olmaksızın değişme ve birlik olmaksızın çokluk manâsız ve imkânsızdır.” Bilgi, ancak değişmezliğe ulaştığı zaman değiştirilemezlik kazanır; bu da, insanın üstündedir. Doğru/gerçek, insan zihninin ürettiği bir şey olmayıp, bütünüyle insandan bağımsızdır ve insana düşen, onu keşfetmek ve kavramaktır.

Metafizik Âlem

Şu durmadan değişen, fakat değişmez bir gerçek üzerinde değiştiği için sürekli aynı ve sâbit görünen âlemin dayandığı değişmez gerçek, varlığın metafizik boyutudur. Meselâ, yukarıda verdiğimiz ağaç misalinde, tohumdan meyvesine ve yeniden tohuma uzanan hayat serüveninde ağaçta sürekli bir değişim görürüz; fakat bu ağaçtaki bütün değişim, onu, hayatını ve geçirdiği değişimleri idare eden ve o ağacın daima kendisi olarak kalmasını sağlayan değişmeyen yanıdır ve geçerli kanunlardır. Beş duyuyla idrak edilemeyen, laboratuarda incelemeğe alınamayan ve bir başka âlemden gelen bu kanunlar, değişen varlığın asıl boyutu olan değişmeyen yanını gösterdiği gibi, kendinde hiç değişiklik olmayan bir varlığı da gösterir. Bunun gibi, insan bir nutfe, yani aşılanmış ve yumurtacık halinde anne karnına düştüğü andan ölünceye kadar sürekli değişim gösterir. Meselâ, en az her 6 ayda bir bütün hücreleri yenilenir. Büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve ölür. Üşür, ısınır, hastalanır, üzülür, sevinir, çalışır, dinlenir, yer, içer, yatar. Kısaca o, bütün maddî yanıyla sürekli bir hareket değişim halindedir. Bütün bunlara rağmen, onda değişmeyen bir boyut vardır ki, bütün bu değişimlere rağmen, her insanın kendi olarak kalmasını sağlar. Bu basit gerçek bile, varlığın görünen boyutu ötesinde ve onu idare eden aslî ve görünmez bir boyutunun olduğunu gözler önüne sermektedir. Bilimin bugün açıklayamadığı ve kendi yöntemleri çerçevesinde tanımaktan ve açıklanmaktan aciz kaldığı hayat, irade ve şuur gibi, insan varlığının, hattâ kâinatın varlığının en temel boyutları da, varlıktaki bu değişmez ve fizik ötesi boyutun unsurlarıdır.

Esasen, hemen hepimiz dedelerimizden, ninelerimizden bu metafizik âlemle ilgili çok hatıralar dinlediğimiz gibi, pek çoğumuz itibariyle, bu alemle şu veya bu şekilde münasebetler içinde de bulunmuşuzdur. Freud psikanilizminin ‘şuur-altı’ ile açıklamaya çalıştığı, fakat bununla sadece ‘adğâs-ü ahlâm’ dediğimiz karmakarışık cinsine kısmî bir açıklama getirebildiği, buna karşılık, hayatında Helen herkesin gördüğü sadık ve gelecekten haber veren veya bir konuda insanı irşad eden türünü görmezlikten geldiği rüyalar, her ferdin metafizik âlemle münasebet zeminlerinden sadece biridir. Ayrıca, uyanık veya yarı uyanıkken pek çok insanın yine bu âlemle münasebete geçerek, bu âleme ait manzaraları müşahedesi de sıradan vakıalar arasındadır. Her şeye bir ad takmakla, o şeyi açıkladığını vehmeden modern bilim bu tür müşahede veya keşiflere de ‘illüzyon, hallüsinasyon’ gibi güya açıklamalar getirdiğini zannetse de, zannın gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmeyeceği ve ilimden hiçbir şey taşımayacağı açıktır. Bizzat insanın zihin ve kalp dünyası bile, varlıktaki âlem içinde âlemlerin varlığını ispatlayan reddedilmez birer delildir. Zihin dünyasında nasıl, farklı boyutta, derinlikle, şeffafiyette, çalışma hız ve alanında birbirinden farklı tasavvur, hayal, hafıza, tefekkür gibi fakültelerin her biri için beyinde sadece alet vazifesi gören bölgeler olsa da, bu fakültelerin temelde maddî dünyaya ait olduklarını iddia etmek zor ise, aynı şekilde ve bunlardan da öte, kalp, sır, hafî, ahfâ gibi daha iç ve önsezi, telepati gibi fakülteler veya duyular da, yine insanın maddî varlığı ile izah olunamaz. Kısaca, varlık, şu beş duyu ile algılanan görünür yanından ibaret olmayıp, bu yanı, onun asıl boyutu olan metafizik boyutu üzerinde sadece tenteneli bir perdeden veya metafizik boyutundaki gerçeklerin şekiller halinde yansıdığı bir ekrandan ibarettir.

Varlığın Metafizik Boyutu

İnsanın varlığından gaye Allah’a iman etmek, daha sonra O’nu tanımak, sonra O’nu sevmek ve bu sevgiden gelen zevk-i rûhânîyi tadarak, bu zevkin kesintisiz ve kemaliyle yaşanacağı Ahiret’e hazırlanmak olduğu içindir ki, dünyada insanla alâkalı meselelerin en önemlisi iman meselesidir. Dolayısıyla, insanımızın bu imanı elde edebilmesi için üzerine düşeni yapmayı hayatının birinci gayesi olarak benimsemiş bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi, bir dönem periyodik dersler veya sohbetler halinde varlığın metafizik boyutu üzerinde durmuş ve bilâhare derlenen bu derslerden, elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bütün eserlerinde olduğu gibi, bu esirinde de, sadece akla hitap eden veya bilimsellik gayesi güden akademik ve didaktik bir metodu benimsemiş olmayıp, ikna için akla, muhakemeye ve mantığa hitap ettiği anda ruha, kalbe ve daha iç fakültelere yönelmekte ve böylece bilme ile inanmanın, zihnî kabûl ile kalbî tasdik ve iz’ânın farklı olduğunu da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bu eserde bir yandan varlığın metafizik boyuyu hakkında, meselâ ruhun, meleklerin, cinlerin ve şeytanların varlıkları hakkında aklî ve ilmî delillerle akıl, muhakeme ve mantığımız nasibinin alırken, hemen arkasından, bu varlıkların mahiyetleri, yaratılış sebepleri ve görevleri hakkında, en azından tasavvur planında onların dünyasına girmekte ve kendileriyle farkında olduğumuz veya olmadığımız münasebetleri kavrayabilmekteyiz. Fethullah Gülen Hocaefendi, bizi tam bu noktada bir adım daha ileri götürerek yeryüzündeki varlık sebebimiz ve sorumluluğumuzla karşı karşıya getirerek ruhumuzu ve kalbimize yönelmekte, bu şekilde bir yandan ‘zübde-i âlem, semere-i şeceratü’l-kevn’ (alemin özü, esası veya yaratılış ağacının meyvesi) olarak bu varlıkları, yalnızca, ayrı varlıklar halinde yanıbaşımızda hissetmenin ötesinde bizzat içimizde varlığımızın bir boyutu olarak duyuyor ve daha da ötede, kendi metafizik boyutumuzun en azından teorik idrakine ulaşıyoruz. Sonra bir adım daha atıyor ve bu defa kendimizi, ruhumuzun en derinden yakalanarak, hayat atkılarımız veya ilmeklerimiz arasında çetin bir muhasebe ve murakebe ateşi içinde çekildiğimizi fark ediyoruz. Kitap boyu sürdürdüğümüz bu seyahat hiç kesilmeden ve bitmeden devam ediyor. Kırık-dökük anlatmaya çalıştığım bu seyahati, Fethullah Gülen Hocaefendi, kitabın girişinde bir-kaç paragraf halinde gayet güzel ifade etmektedir:

Maddeci düşünce, materyalist felsefe, Müslüman kesimde dahi ciddî bir yıkım meydana getirmiştir. Camiye gelen, beş vakit namaz kılan, hattâ hayatını mukaddes manâ ve mefhumları anlatmaya adadığını zanneden nice insanlar vardır ki, bilerek veya bilmeyerek maddede takılıp kalmışlar ve anlattıkları her şeye maddeyi payanda yapmaya çalışmışlardır.

Evet, günümüzde bu kainati taşıyan kitleler zannedildiğinden çok fazladır. Gerçi bir imarları vardır ama, bu, doğup büyüdükleri çevrenin tesiriyle yapılarına, onlar farkında olmadan yerleşmiş bir imandır ve katiyen irfan değildir.

Madde ki, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerinin bir gölgesinden ibarettir. Maddenin varlığı ancak bu nispet sayesindedir. Nispet kesildiğinde madde de yoktur. Öyle ise, nasıl olur da, varlığı belli bir hikmet ve sebebe bağlı olan madde, varlığı var eden Zat’ın ispatında vazgeçilmez bir şart gibi kabûl edilebilir?

Bütün kevn ü mekân, değil, Cenab-ı Hakk’ın Zâtı’na, Esmâsı’na nispetle dahi, Büyük Sahra’ya atılmış küçük bir halkadan ibarettir. Zeri güneşi ne ölçüde aksettirebilir ki, bu kadar küçük varlık âlemi, Cenab-ı Hakk’ı anlatmaya yeterli olabilsin? Hayır, yeterli değildir. Ama, bir aynalık hasiyetiyle, aklı gözlerine inmiş bir kısım materyalist gafillere karşı ışık tutmak, kalplerine ve kafalarına gelen tereddüdü izale etmek için madde bir vesile ve vasıtadır. Yoldaki tozu, gubarı silsin, temizlesin diye bir süpürgedir.

Şu katiyen bilinmelidir ki, kalbin duyduğunu kitap anlatamaz. Allah’a imana kitap tercüman olmaz. Kitap, sadece bu imanı formüle eder. Nasıl inanılması gerektiğini izaha çalışır.

Kitabın adeta özlü bir takdiminden ibaret olan Giriş’ten sonra Ruh üzerinde durulmaktadır. Bu bölümde, ruhun etimolojisi, kelime anlamları ele alınmakta, ruhun varlığının delilleri çerçevesinde, ‘duble’ veya ‘astral beden’ ve, kitapta genişliğine ele alınan Kirlian fotoğrafçılığıyla tespit edilebilen ‘ikinci beden’ (Vücûd-u mevhibe-i Rabbânî)nin varlığı tecrübî delillerle izah edilip ispatlanmaktadır. Bu konuda verilen ve bizzat dergilere ve kitaplara geçmiş olan misaller, gerçekten ilgi çekici mahiyetidir. Daha sonra gelen ruh fotoğrafçılığı; ilgili duyu organlarını kullanmadan görme, işitme veya koku alma vakıası; görünmeyen eşya ve varlıklar ile, etrafa yaydıkları radyasyon aracılığıyla temasa geçme metodu olarak en fazla komünist Rusya’da kullanılan ve adına ‘Biyolofizik Tesir Metodu’ denilen radyastezi, metafizik âlemin varlığına deliller olarak ele alınmakta ve ardından (önsezi’ üzerinde durulup, gaybı bilip bilmeme konusu derinliğine incelendikten sonra, Peygamber Efendimizin (sav) gelecekle ilgili olarak bildirdiği ve aynen çıkmış haberlerden nakillerde bulunulmaktadır. Bunu takiben, eşyaya uzaktan tesir etme, manyetizma, hipnotizma, nazar, büyü, yogizm gibi vakıaları konu edilen psikokinezi ele alınıp, tarihte zaman zaman görülmüş olunan öldükten sonra dirilme, ölüm anında öteyi müşahede etme ve değişik yollarla metafizik alemle temasa geçme, umûmî palanda metafizik dünyanın, husûsî planda ruhun varlığına deliller olarak serdedilmesinin ardından, çok önemli bir hususa dikkat çekilmektedir:

Ama ben, bunların hiç birini mini bir marifet (Allah bilgisi, Allah hakkında vicdan kültürü) olarak kabûl etmiyorum. Asıl marifet, Allah’ı bilmek, tanımak ve O’nun kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Hz. Muhammed’i (sav) bilip tanımak da, gerçek marifete dahildir. Bunlardır ki, insanı gökler ötesi alemlerde marifet erbabı seviyesine yükseltir. Havada uçmalara, aylarca bir şey yemeden-içmeden yaşamaya gelince, bunlar, ‘(marifet’ adına çok önemli şeyler değildir. Eğer, istemeyerek de olsa, bu kabil şeyleri aktarmaya çalışıyorsak, bu, maddenin çatlamak üzere olan kalıp ve cidarlarına bir darbe daha indirmek içindir. Yoksa, bunları çok önemli şeyler olarak kabûl ettiğimizden değildir.

Varlığın, Metafizik Boyutu, ruh çağırma, cin çağırma ve rüyalar üzerinde aydınlatıcı misallerle durmasının ardından, ruhu inkişaf ettirme yollarlına kısaca temas etmekte, fakat bu yolda mürşitsiz yüründüğü takdirde, her zaman için habis ruhların tesirine girilip, onların elinde oyuncak olunabileceği ikazında bulunmaktadır. Varlığın Metafizik Boyutu, yaptığımız her amel, söylediğimiz her söz, hattâ aklımızdan ve hayalimizden geçen her manzaranın ömür âleme ait şekiller aldığı üzerinde durduktan ve böylece Ahiretimizi bizzat inşâ ettiğimizi, dolayısıyla hayatımızı buna göre tanzim etmemiz irşad, inzar ve tebşir örnekleri sergilemektedir.

Ruh bahsinde bizi metafizik âlemle tanıştıran ve bu âlemin katmanlarında seyahat ettirip, bu seyahatin ne getirip ne götüreceği konusunda önümüze projektörler tutan Varlığın Metafizik Boyutu, daha sonra metafizik âlemin nurdan varlıkları olan melekleri tanıtmaya geçmektedir. Melek kelimesinin etimolojisi üzerinde durduktan sonra, meleklerin özeliklerini, türlerini, vazifelerini, onların Allah karşısındaki haşyetlerini ve ibadetlerini açıklamasının ardından büyük melekleri takdim eden Varlığın Metafizik Boyutu, meleklerle nasıl temasa geçilip, kendileriyle nasıl münasebet kurulabileceğini misallerle anlatmaktadır. Bu çerçevede bazı kader meselelerine de temas eden Varlığın Metafizik Boyutu’ndaki şu irşadî ifadeler, sorumlu mü’minler olarak hayatımızı tanzimde son derece önemlidir.

Yaptığınız bir şey, yüceler yücesi âlemde bir kısım yüce nazarlara arz ediliyor. Öyle ise, adım atarken dikkat gerek! El uzatırken ihtimam gerek! Bakışınıza hedef seçerken titizlik gerek! Kulağınıza girecek sese, soluğa ne kadar dikkat edilse değer! Dudaklarınızdan dökülecek her söze, bir çekirdek atıyor gibi sonsuza fırlattığınız her kelimeye ne ölçüde hassasiyet gösterilse azdır! Konuştuğunuz şeylerin nereye gittiğini hesap edip, ona göre konuşmak lâzımdır. Amellerinizin nerelerde ve kimler tarafından seyredildiği düşünü ve yaptıklarınızı, yapacaklarınızı ona göre ayarlayın! Seviyenize göre, kalbî meyillerinizden, hayallerinize ait gafletlerden dahi hesaba çekileceğiniz endişesini sinenizde daima bir kor gibi taşımalı ve lâtifelerinize ona göre çekidüzen vermelisiniz!

Varlığın Metafizik Boyutu, melekler bahsine devamla, meleklerin yeryüzünde mesken edindiği ve tavaf ettiği yerleri, ziyaret ettikleri evleri, meleklerin ilim ehlinin ayakları altına kanatlarını serdiklerini hatırlatıyor, etrafında meleklerin pervane olduğu ruhlardan bahsediyor ve meleklerle bütünleşebilmenin yollarını açıklıyor. Melekler hakkındaki şu özet bilgiler, konu için son derece önemli:

Makro âlemden mikro âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller, bütün sentez ve çözülmeler, hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezaretinde olduğu gibi, Allah’ın Kelâm Sıfatı’ndan beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Evrensel câzibe (genel çekim) ve dâfia (itme) kanunlarından elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar bu ağır ve ince işlere nezaret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin bir elçiliği gerektirmektedir.

Melekler, eşya ve hadiselerin o ölçüde içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte, şeriat-ı fıtriye dediğimiz, kâinatta cereyan eden kanunlar, her şeyi elinde tutan Hakk’ın sonsuz Kuvveti’nin -kabiliyet ve istidatlarına göre- bu şuurlu kuvvetlerdeki tecellisinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellinin nokta-i mihrakiyesi olan en değerli varlık insanoğlunun hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere İlâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve i İham meltemleri de, yine Vahiy ve İlham Sahibi’nin onlardaki tecellisinden başka bir şey değildir.

Melekler bahsi, Azrail’in aynı anda pek çok ruhu nasıl kabzettiği sorusuna cevap, kabirde Sorucu Melekleri hakkında bilgiler, insan-melek münasebetini zedeleyen hususlar ve meleklerin çeşitli şekillerde temessülleri korularıyla devam ederek, cin ve şeytan bölümüne uzanıyor.

Cinler hakkındaki şu öz fakat kapsamlı açıklamalar, konunun özeti mahiyetinde görünüyor.

Nebiler dahil, ehl-i keşif ve Sahabe-i Kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, lâtif bir madde ile zîşuur bir ruha sahip olup, bu iki unsurun bir araya gelmesiyle hasıl olan ayrı bir budu ihraz ederek, buudlarının husûsiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada, ‘aynalar’ın kabiliyetlerinin değişik temessüllere şart-ı âdî olması keyfiyeti de göz ardı edilmemelidir.

Öte yandan cinler, madde âlemine ait ‘nâr’ ve ‘mâric’den bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptir ve şuurludurlar. Şuurlu olmaları yönüyle câmid ve (bitki, hayvan) gibi diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi idrak sahibi mükellefler arasına girerler.

Cinlerin mahiyeti hakkında verilen doyurucu bilgileri, cinlerin temessülü ve Kur’an-ı Kerim’de cinlerle ilgili ayetlerin meal ve yorumları takip etmektedir. Bu meal ve yorumlar çerçevesinde, cinlerin iman durumu, cinlere peygamber gelip gelmediği, geldi ise kendi içlerinden mi geldiği, yoksa insanlara gönderilen peygamberlerin onlara damı gönderildiği, cinlerin Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki durumu, ne kadar yaşadıkları, Ahiret’te maruz kalacakları haller, insanlarla münasebetleri, Efendimiz’in (sas) cinlerle defalarca görüşmesi ve onları irşad etmesi, cinlerin iman ve küfürde ve bunlardan birinin hakim olmasında insanlara tabî olduğu, Hz. Süleyman’ın (as) çeşitli işlerde kullanması ve ileride aynı şekilde bu kullanmanın benzer şekilde tekrarlanabileceği, cinlerle münasebet kurayım derken, onların sultası altına girenlerin durumu ve bunlardan nasıl korunabileceği konularında doyurucu bilgi ve açıklamalar yapıldıktan ve gerekli irşadda bulunulduktan sonra, sıra şeytan bahsine geliyor.

Şeytan kelimesini hakkında verilen bilgiyi takiben, Şeytan’ın mahiyeti, insî ve cinî şeytanlar, şeytanın Hz. Adem ve Hz. Havva’yı Cennet’ten çıkmalarına sebep olacak zelleye çekmesi, doğum anında şeytanın insana teması ve şeytanın dört bir yanından gelerek insanı nasıl aldattığı konularında doyurucu bilgiler veriliyor ve şeytanın bilhassa insanı nasıl kandırdığı ve buna rağmen en büyük bir hilesi olarak, kendisini insana inkâr ettirdiği önemle tebarüz ettirildikten sonra, Kur’an ayetleri çerçevesinde şeytan-insan münasebetleri, şeytana karşı korunma yolları ve bilhassa günümüzde şeytanın saltanatını nasıl kurduğu ve insanları nasıl helâke sürüklediği ibretâmiz örnekler çerçevesinde açıklanıyor. Put ve putçuluk düşüncesinin şeytanın bir ilkası olduğu, şeytanın her türlü kötülüğü, bilhassa günahları açıklamayı, fısk ve fücuru emrettiği, özellikle de aile kavgalarından çok zevk aldığı, bu bakımdan, ailelerde geçimsizlik çıkarmayı en büyük işlerinden biri saydığı belirtiliyor ve son olarak, şeytanın feryad ettiği bazı hadiseler üzerinde duruluyor.

Şeytan alnı secdeli gençleri gördükçe.. çarşı pazarın eracifine bulaşmadan ticaret yapan tüccarı müşahede ettikçe… ilim adamlarının kafa ve kalp bütünlüğüne erme yarışına girdiklerine şahit oldukça… üniversite mahfillerinde ihtidaların arttığını, ilmin tekrar dine ile uzlaştığını temaşa ettikçe.. yeniden diriliş bestesinin nağmeleştiğini duydukça ve yeni bir bezmin ılık nefesini ense kökünde hissettikçe, ihtimal yine feryat etmektedir. Şeytan, bugün de İslâm’dan, Müslüman’dan ve İslâm adına başlayan tekevvünden korkmakta ve endişe duymaktadır. Bu korku ve endişeden dolayı da, canı boğazında ve çaresiz, avaz avaz her dem feryat etmektedir. Kıyamet’e kadar da feryat edecektir.

Önsöz 4 dk.

“Varlığın Metafizik Boyutu” isimli şaheseri mütalaa ederken öğrencilik yıllarımda materyalist arkadaşlarımın ve öğretmenliğim sırasında öğrencilerimden bazılarının çekine çekine, bazılarının da çok küstahça sordukları soruları hatırladım. Şöyle diyorlardı: Ruh nedir? Şeytan olabilir mi? Bu gibi şeyler varsa varlıkları neyle ispatlanabilir? Ruh çağrılabilir mi? Geldiği iddia edilen şeyler gerçekten ruh mudur? Ruhun fotoğrafı çekilebilir mi? Beş duyu dışında duygular var mıdır? Bazı olaylar önceden sezebilir mi? Ayet ve hadislerde gelecekle ilgili bilgiler var mıdır? Rüyalar geleceği keşfedebilir mi? Kaşif ve mucit ruhlu kaşiflerde, deha ve çalışmalarının yanında rüyalarının da buluşlarına tesiri var mıdır? Melekler görünür mü? Süleyman (as), cinlere nasıl hizmet ettirmiştir?

Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için o zaman elimde maalesef “Varlığın Metafizik Boyutu” diye bir kitap yoktu. Onun için sağdan soldan topladığım malumatlarla cevap vermeye çalışıyordum. Bir ara elime “Rusya’da Tanrı’ya Dönüş” isimli bir kitap geçti. Onunla bazı sorulara güzel cevaplar verme imkanım olmuştu. Bir seferinde materyalist öğrencilerden birisi: “Nasıl olur hocam! Materyalizmi hazmetmiş Rusya gibi bir ülkede bu kitabın anlattığı şekilde bir durumun olması, gerileme demektir…” demişti. Ben de “Belki sizin gerileme dediğiniz gerçekte bir ilerlemedir” diye cevap vermiştim.

Bu bakımdan “Varlığın Metafizik Boyutu” beni çok ilgilendiriyor ve her konu sanki bir münazara meydanındaki bir hatırayı canlandırıyor. Bu ilmî eserle, ruh, melek, cin ve şeytan hakkında anahtar hükmünde temel bilgiler verildikten sonra, sırlı bir aleme sevk edici bir tesirin verildiğini insan her sayfada hissediyor. Maddenin cidarlarını çatlatan, derin ve köklü bilgilerin ışığı altında rengarenk bir alemin ışıltılarını seyretmek de çok câzip bir hale geliyor. Kur’an ve Hadis’e dayalı gerçeklerle tespit edilmiş gaybe iman esaslarını kesin hatları ile öğrenmenin yanında, engin bir ilme hiç şüphemiz olmayan bizâtihî müşâhadelerle zenginleştirilmiş bilgilerin ortaya koyduğu gerçekleri okumak insana büyük bir zevk veriyor.

Bugüne kadar, pek çoğu süfliyâtın ve şeytanların oyuncağı olan kişilerin şarlatanlığını, sanki harikalar kuşağında bir şeyler seyrediyor gibi algılayan insanlarımıza böyle net ve berrak bilgiler sunmak, elbette büyük bir irşad hizmetidir. Kaskatı ve dapdar maddi kalıpların içine insanı hapseden materyalist görüşün, insanı cendereye sokan katı ve sıkıntılı dünyasını bertaraf edip, şeffaf, rengin, muşâşâ bir alemi temaşâya davet eden bu kitap, günümüz insanlığının muhtaç olduğu pırlanta eserlerdendir.

İşte böyle “Varlığın “Varlığın Metafizik Boyutu”nun doyulmaz renkleriyle süren nuranî ve ruhanî yaşantının ışıltıları ile aydın gözlerin temaşa edip, o güzel alemden bir armağan olarak buraya taşıdığı saf gerçekleri, sizlere takdim etmekle de gazetemiz büyük bir şeref duyar.

Cenab-ı Hakk’tan, Hocamız Fethullah Gülen’e hayırlı, bereketli bir ömür niyaz eder, bizlere daha pek çok eserler armağan etmesini dileriz.

Cin Kelimesi Üzerine 3 dk.

Madde ve fizik ötesi varlıklardan biri de ‘Cin’lerdir. ‘Cin’ Arapça bir kelime olup lügat manası itibariyle örtülü ve kapalı manasına gelir. Aynı kökten iştikak etmiş (türemiş) daha pek çok kelime mevcuttur. Bu cümleden olarak:

1) Cenân, gece demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örttüğünden ona bu isim verilmiştir. ‘Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü…’ (En’am, 6/76) ayetindeki ‘Cenne’ fiili, bu manaya gelmektedir ki, karanlık bastı demektir.

2) Cenen. Bu kelime de Arapça’da kabir ve kefen manasına gelir. Ölüyü örtmeleri sebebiyle onlara bu isim verilmiştir.

3) Cenân, kalb demektir. Nice manalar onda ve o da cesedde gizlendiğinden dolayı kalbe de ‘cenân’ denir.

4) el-Micennü, kalkan demektir. O da ‘Cin’ kökünden gelen bir kelimedir. Sahibini örttüğü için kalkana ‘el-Micennü’ denilmektedir.

5) el-Cünnetü, sütre manasınadır. Sütre ise örtü demektir.

6) Cenân, insanı örten elbise manasına da gelir.

7) İctinân, istitar, yani örtünme demektir.

8) Cenân, her gizli işe verilen bir isimdir. Emr-i hafi (gizli iş) demektir.

9) el-Cünnetü. Bu kelimenin bir manası da zırhtır. İnsanı koruyan her şeye bu isim verilir. Kadının başını yüzüyle beraber örttüğü örtüye de ‘el-Cünnetü’ denilir. Bu manadandır ki, hadiste ‘es-Savmü cünnetün; Oruç koruyucudur’ [1] denilmiştir. Oruçta insanı şehvete karşı koruyan bir özellik sözkonusudur. Yine bu mana kasdedilerek imam koruyucudur, [2] denilmiştir. Zira imam, kendisine tabi olanları dünyevî-uhrevî felaketlerden korumakta ve muhafaza etmektedir.

10) el-Cennetü. Cennet kelimesi de yine aynı kökten gelen bir kelimedir.

Cennet, ağaçları boy boy bahçeye denir. Eğer bahçede ağaç yoksa oranın adı Arapça’da ‘Hadîka’dır. Bu yönüyle Cennete bu ismin verilmesi, ağaçların sıklığı ve dalların birbirine girmesi ile bir örtü meydana getirmesi sebebiyledir. Diğer taraftan ebedi aleme ait Cennetin şu anda bizim zâhiri duygularımıza kapalı olması hikmetine dayalı olarak da Cennet’e bu isim verilmiştir.

11) Son olarak aynı kökten gelen bir başka kelimeye daha dikkatlerinizi çekelim: ‘Mecnun.’ İsm-i mef’ul kalıbında bir kelimedir ve ‘Cin’ kökünden gelir. ‘Mecnun, aklını bir şeye kaptırmış ve bu yönüyle de aklı örtülü insan demektir. [3]

[1] Buhari, Savm 2; Tevhid 35; Müslim, Sıyam 161, 162; Ebu Davud, Savm 25; Tirmizi, Cumua 79; Savm 54; İman 8; Nesei, Sıyam 42 [2] Müslim, Salat 88; İmaret 43; Buhari, Cihad 109; Ebu Davud, Cihad 151 [3] İsfehani, Müfredat, 203; İbn-i Manzur, Lisanü’l-Arab, 13/93-100

Melek Kelimesinin Etimolojisi 2 dk.

‘Melek’ kelimesinin etimolojik yapısını incelediğimizde, meleklerin vazifeleriyle bu kelimenin yapısı arasında çok ciddi bir münasebet görürüz.

Melek Arapça bir kelime olup ‘ELK’ kökünden gelir. ‘ELK’, atın ağzındaki gemi çiğnemesine denir. Aynı kökten gelen ‘Elûk’ ise ‘risalet’ manasınadır. Zira risalet de ancak ağızla, yani dille yerine getirilir. Buradaki risalet, umumi manada birini herhangi bir vazife ile bir yere gönderme demektir. Aynı fiil, mektup ve selam gönderme manasına da kullanılır. Ayrıca ‘Elûk’da ‘tebliğ’ manası da vardır. Melek kelimesinin, kelime yapısı olarak aslı me’lek’dir. Önce hemze ile lam birbiriyle yer değiştirmiş ve mel’ek olmuştur. Hemzedeki hareke de lâma geçince hemze sakin kalmış ve kelime melek şekline dönmüştür. ‘Melek’ hemzeli şekilde yazılabilirse de, ekseriyetle hemzesiz yazılmaya alışıldığından dile öyle yerleşmiştir. (1)

‘Melek’ müfred (tekil)dir; cemisi (çoğulu) melâike şeklinde gelir. 

 

[1] Lisanü’l-Arab, 10/496; İsfahani, Müfredat, 82

Ruh Kelimesinin Etimolojisii 3 dk.

Ruh Arapça bir kelimedir. ‘Ravh’ ve ‘Rîh’ kelimeleriyle aynı kökten gelir. Ravh, rahmet; rîh da rüzgar demektir.

Ruh kelimesine gelince, onun pek-çok manası vardır. Bunlardan bazıları ise şunlardır.

1) Vahiy: ‘(Allah), emrinden olan ruhu kullarından dilediğini indirir.’ (Mü’minun, 40/15)

‘Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh ile indirir.’ (Nahl, 6/2) gibi ayetlerde İbn-i Abbas’ın görüşüne göre ‘ruh’ vahiy manasında kullanılmıştır.

Vahiy, ruhtur. Hayatın ta kendisidir. İnsanlık hakiki hayata onunla ermiştir. Vahyin soluklarından mahrum kavim ve milletler ruhsuz cesed gibidir. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler, hayat bulabilmeniz için Allah ve Rasulü’nün davetine icabet edin!’ (Enfal, 8/24) denilmektedir.

2) Nübüvvet: Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden nübüvvet manasını da anlayanlar olmuştur. Zaten nübüvvetle vahiy birbiriyle sebep-netice münasebeti içindedir.

3) Kur’an: Ruh’a, Kur’an manasını verenler de vardır. Çünkü o, bütün beşeriyete hayat kaynağıdır.

4) Ferah ve Sürur: Ruhi melekelerin çalıştığı ve rûhânîyatın hakim olduğu yerde daima manevi bir sevinç ve sürur vardır. Bu açıdandır ki, ruha bu mana da verilmiştir.

5) Cibril: Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde er-Ruh, Cibril manasında kullanılmıştır. ‘Biz onu ruhu’l-kudüs ile teyid ettik.’ (Bakara, 2/87) ayetindeki ruhu’l-kudüs ittifakla Cibril’dir (as).

6) Ruh: Bu kelimenin bir manası da kendi adına izafe ile anılan bazı varlıklardır. Yani insan, cin, melek cinsi gibi bir de Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bazı varlıklar mevcuddur ki onların adı da ‘Ruh’ tur. İbn-i Abbas, ‘Ruh, yedinci kat semada bulunan bir melektir. Yüzü insanın yüzüne benzer. Ancak cesedi melek cesedidir.’ (1) der.

7) Mesih: Ruh kelimesi bazı ayetlerde Hz. İsa’ya (as) izafe edilmiştir. ‘Allah’tan bir ruh’ (Nisa, 4/171) ayetinde ruh, Hz.İsa (as) manasınadır.

8) Nefis, Can: Ruh denilince akla ilk gelen mana cesede can veren, onu hayattar kılan güçtür. (2)

 

[1] İbn-i Kesir, Tefsir, 5/112-113
[2] Müfredat, İsfehani, 369-371

Şeytanın Yaratılış Hikmeti 5 dk.

Şeytan, ya ”Şatana” ya da, ”Şâte” fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre ”uzak olan”; ikinciye göre ise, ”bâtıl olan” manalarına gelir. Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona ”Şeytan” denilmiştir.

Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel’ûn varlık, neticeye ve Yaratıcısına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah’ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.

Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O’nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O’nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.

Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah’ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.

Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk’ın ”Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir?” sualini: ”Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (A’raf, 7/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.

İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki!.. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.

Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?

İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.

Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.

Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?

Kader’e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevap vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, ”Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.” der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis’in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk’ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira “ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir” kaderle alakalı önemli bir düsturdur.

Cinlerin Mevcudiyeti 5 dk.

Cin taifesinin mevcudiyeti, insanın varlık alemine intikalinden öncelere dayanır. Abdullah b. Amr b. Âs’dan gelen bir rivayette, Hz. Adem’in yaratılmasından 2000 sene önce cinlerin yeryüzünde bulunduğuna işaret edilmektedir. Abdullah b. Amr ki, her sözünü kılı kırk yararak söyleyen şerefli bir sahabidir. Şüphesiz o bu mevzuda, Efendimiz’den (sav) bir şeyler duymuş ve söylediklerini de bu ölçüler içinde söylemiştir. Ancak, bütün bunlara rağmen yukarıdaki ifadeyi hadis kriterleri bakımından Efendimize (sav) dayandırmak oldukça zordur. Evet biz, büyük sahabi Abdullah b. Amr b. Âs’ın (ra) söylediklerinin isabetine kanaat getirmekle beraber, bu 2000 senenin miktarı hususunda kesin bir şey söyleyemeyiz; söyleyemeyiz zira bu seneler bizim ölçülerimize göre olan 365 günden ibaret seneler mi, yoksa, her biri 1000 veya 50.000 seneden müteşekkil Kur’an günlerinden ibaret olan seneler midir, bilemiyoruz.

İbn-i Abbas’ın (ra) konu ile ilgili değerlendirmesi ise şöyle: Allah (cc), yeryüzünün zimamını önceleri cin taifesine vermişti.. (Evet, ilk önceleri Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olma ve İlahi icraatı alkışlama işini onlar yapıyordu.) Fakat onlar, isyan edip peygamberlerini öldürdüler. Daha sonra gökten melekler geldi ki, aralarında cinlerin kendi cinslerinden olan İblis de vardı, bu isyankârları yeryüzünden sürdüler. Onlar da denizlere kaçtı ve oralara taht kurdular…’ (1)

Yukarıda da arzettiğimiz gibi hadis kriterleri açısından bu ve benzeri ifadeleri Rasulü Ekrem’e (sav) isnad etmek zordur. Bununla beraber, İbn-i Abbas (ra) gibi ümmetin en büyük alimlerinden olan bir sahabinin, bunu Efendimiz’den (sav) duymuş olması da muhtemeldir. Onun için bu tür ifadelerin manalarını anlamasak bile, hakikatını kabul ve tasdik etmekte bir mahzur olmasa gerek.

Cinlerin, bizlerden önce yaratılmış olduğu ise Kur’an ve hadislerde ifade edilen bir gerçektir. Kemmî ve keyfî buudlarını bilemediğimiz bu gerçeği, en azından bu şekliyle kabullenme ise bir mü’minlik şiârıdır.

Hz. Adem (as), daha toprak ile su arasında iken, esma-i İlahinin cilvelerine ayinedarlıkta bulunan cinlerdi ve bizim gibi sorumlulukları vardı. Bu sebepledir ki melekler, insanın halife kılınacağını duydukları zaman: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi halife kılacaksın?’ (Bakara, 2/30) demişlerdi. Zira cinler, bu mevzuda bir misal teşkil ediyordu ve insan da bir manada bunlarla aynı tabiatı paylaşıyordu.

Cinler, yeryüzünde bozgunculuk yapmış ve kan dökmüşlerdi. Öyle ise, yeni halife olacak insan da aynı şeyleri yapabilirdi. Melekler doğru söylüyorlardı; zira beşer fıtratı, peygamberlerin getirdiği nurla kendini bulmaz ve ona göre tabiatını şekillendirmezse, hemen anarşiye meyledebilir, kan döker ve değişik haksızlıklar irtikap edebilirdi. Nitekim daha sonra meydana gelen binlerce hadise, bir manada meleklerin endişelerini doğrular mahiyette cereyan etmişti. Tabii bu arada, aynı beşer içinde, kendisini ve Rabbini bilen, fıtratını vahiy ile şekillendirenler ve tam anlamıyla halifeliği temsil edenler de az değildi. Meleklerin o anda bilemedikleri ve perde arkasına muttali olamadıkları husus da meselenin işte bu yönüydü ki, Cenab-ı Hakk meleklere: ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ (Bakara, 2/30) ikazında bulunmuştu. Bu ikazla da melekler, hemen kendilerine gelmiş ve: ‘Sen yücesin. Bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen Alîmsin, Hakîmsin.’ (Bakara, 2/32) demişlerdir ki, bu onlar için bir tevbe ve yenilenme demekti.

Cinlerin mevcudiyetini ve karakterlerini dolaylı yoldan anlatan meleklerin ifadelerinden de anlıyoruz ki cinler, daha insanlar yokken yaratılmışlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparak kan dökmüş ve anarşinin temelini atmışlardı.

 

[1] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 1/50

Meleklerin Mahiyeti 3 dk.

Mutlak ma’nada melâike, büyük alemle küçük alem arasında münasebet kuran, elçilik yapan, kalbimizi okşayan, ona itminan üfleyen, onu biçime koyan, Cenab-ı Hakk’tan gelen mesajları alıp adeta regüle ederek kabul edilebilir hale getiren çok mukaddes elçiler topluluğuna denir. Yüzleri öbür aleme yönelik ve daha çok öbür alemin vazifelileri olan melekler, Cenab-ı Hakk’ın her iki alemdeki tasarruflarına nezâret eder ve onları alkışlarlar.

Melekler, sadece ‘Emirler Alemi’nden olmayıp, nurdan kendilerine has cisimleri de vardır; fakat, bu cisimleri latif ve nûrânîdir. Bu sebeple, hulul ve nüfuz keyfiyetleri çok seri ve mükemmeldir. İnsanın gözbebeği içinde yer alır, baktırır ve ona güzel şeyleri gösterirler. Peygamber ve velinin kalbine ayrı ma’na ile, bitkiler ve hayvanlar alemine ayrı manalarla nüfuz ederler.

Melekler ‘Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmez ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler’ (Tahrim, 66/6) ve bu sırf meleklere has bir keyfiyettir. İnsan ise, asla melek gibi değildir. Onda sürekli iniş-çıkış ve zikzaklar sözkonusudur. Evet insan, meleküstü bir mahiyet kazanabileceği gibi, akılsız, şuursuz mahlukatın altına da düşebilir. Oysaki meleklerin makamı sabittir. Nurdan yaratıldıkları için, insan ve cinlerde olduğu gibi, onlarda katiyyen isyan ve başkaldırma bahis mevzuu olamaz. Meleklerde erkeklik ve dişilik de yoktur. Onların öfke, kin, gadap, kıskanma, hased gibi kötü duyguları bulunmadığı gibi, beşeri, cinni arıza ve garizalardan da müberradırlar.

Melekler yemez, içmez, acıkmaz, susamaz ve yorulmak nedir bilmezler. Maaş ve ücretleri yoktur ama, Allah (cc) namına işledikleri her emirde, latif bir zevk ve hoş bir lezzet alırlar. Terakki ve rütbeleri olmamakla beraber, Allah’a karşı ibadetlerinde, derecelerine göre derin bir feyiz vardır. Nurdan olduklarından, gıdalarına nur kâfidir. Nasıl insanlar su, hava, ışık ve değişik gıdalarla gıdalanır ve bunlardan lezzet alırlar, melekler de zikir, tesbih, hamd, ibadet, Cenab-ı Hakk’a ait marifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve bunlardan engin bir lezzet alırlar. Hatta, güzel kokular dahi, bir nev’i onların gıdası sayılır. Evet onlar, güzel kokudan zevk alır ve hoşlanırlar. Burada, selim fıtratı en üst seviyede temsil eden Allah Rasulü’nün (sav) güzel kokudan hoşlanıp güzel koku süründüğünü de hatırlatıp geçelim…

Ruh Emir Alemindendiri 5 dk.

Ayette: ‘(Ey Habibim!) Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.’ (İsra, 17/85) denilerek bu hakikata işaret edilmektedir.

Ruh, Kudret, İrade ve Kıdem gibi sıfatlardan değil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın zatından gelmekte ve O’nun Rubûbiyetine dayanmaktadır.

O, Emir Alemi’ndendir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı ifade ederken ‘Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî, vücud-u harici giydirilmiş; camî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.’ der.(1) Ruhun kendine göre nûrânî bir kılıfı vardır ki, buna ‘misâlî beden’ denilmektedir. Adeta o, içinde bulunduğu bedenin dublesi gibidir.

Ruh maddeden mürekkeb değildir. Bunun manası, ruh, âlem-i halktan (Alem-i maddi veya alem-i şehadet de denilen şu gördüğümüz ve yaşadığımız alem) değildir, demektir. Ruh alem-i emirdendir.(Alem-i emir, maddi ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hakim olduğu bir alemdir. Bu alemde esas olan madde değil, manadır.) Yani, o atomların biraraya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike gibi Allah’ın emriyle meydana gelen zîşuur, nûrânî kanunlardan ibarettir. Küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkeb olmadığı için basittir; sabit bir varlığı vardır.

Ruh, beden içinde bulunduğu sürece belli kayıtlar altındadır. Ancak o, beden ile münasebetini kesince, külliyet kazanır ve her türlü kayıttan kurtulmuş olur. Böyle olunca da görüş ve hissedişi apayrı bir buudda cereyan eder. Onun içindir ki, ölüm sekeratına girmiş bir insanın (daha önce iman etmemişse) imanı makbul değildir. Zira o, tabiat ötesi alemi görmüş ve gideceği yeri müşahede etmiştir. F’iravun böyle bir anda iman ettiği için imanı kabul olmamıştır. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gazabına sebkat etmiştir. (2) Buna rağmen o insanın, imanı kabul edilmemektedir. Zira artık o, hakikatı apaçık görmüş ve imtihan sırrı ortadan kalkmıştır. Demek ki, ölüm anında ruhun gördüğü bir hakikat vardır. Ve yine demek ki, o hakikatı gören bir de ruh vardır. Çünkü cesed artık hiç bir şey görmemektedir.

Arthur Hill diyor ki:

‘Atomların veya elektronların varlıklarını göremediğim halde, reaksiyonlarına bakarak onların varlıklarına nasıl inanmış isem, ruhların varlıklarına da, gördüğüm olayları değerlendirerek aynı suretle inanıyorum.’

Vıctor Hugo, imansız şairler arasında sayılmaktadır. O sosyalistlerin istismarına müsaid, sefalet şiirinin şairidir. Ancak yine o, son anlarını yaşarken şöyle demiştir: ‘Artık çanları çalmayın. (Yani vasıtayla araya girmeyin.) Zira ben Allah’a inanıyorum.’

Acaba, birkaç insanın beynini taşıyan bu muhteşem dimağ, hayatının son dakikasına kadar eşya ve hadiselerden ders almamışken o dakikada ne gördü ki, kilisenin aracılığını da elinin tersiyle iterek ‘Ben Allah’a inanıyorum’ dedi. Belli ki, onun bu itirafı, ruhunun müşahade ettiklerinden ileri gelmişti.

Ruh ve Madde Dergisi şöyle bir hadiseyi naklediyor:

Meşhur mucid Edison, bedeni terkeden ruhun, ölümden sonra yaşadığına kuvvetle inanmakta idi. Ayrılık saati yaklaştığı sırada, doktoru, Edison’un bir şeyler söylemek istediğini görmüş, hastanın üstüne doğru eğilmiş ve ölmek üzere olan büyük adamın şöyle dediğini duymuştur: ‘Ötesi gerçekten harikulade’

Bu ancak bir velinin dudaklarından dökülebilecek bir sözdür. Nedir acaba Edison’u hayran eden ötesi? Edison nasıl bir manzara müşahade etmiştir ki, böyle söylemiştir? Evet, ötesi ahirettir. Ruhun cesedden ayrılmasıyla başlayan yeni bir hayattır. Ruh, orası ile münasebete geçmiş ve Edison’a ‘Ötesi cidden harika’ dedirtmiştir.

Hz. Aişe Validemiz, Efendimizin vefatını anlatırken der ki: ‘Son anlarını yaşıyordu. Bazen rahatsızlandığında bana okuturdu. Ben de O’nun mübarek elini tutar, o eli şefaatçi yaparak yine O’nun ağrıyan uzvu üzerine koyar ve dua ederdim. O esnada da öyle yapmak istedim. Elini tutmak istediğimde şiddetle çekti. Ve: ‘Allah’ım! Yüce dostların yanını istiyorum’dedi. (3) Belli ki artık öteleri özlüyor ve dünyada kalmak istemiyordu. Efendimiz veraların verasını müşahade ettiği bir anda öteleri talep ederken, söz konusu hususa da işaret ediyor, ruhun varlık ve bekasını dile getirmiş oluyordu.

Doktor William Hunter’ın ölürken: ‘Kalem tutacak kadar kuvvetim olsaydı, ölümün ne kadar kolay ve zevkli olduğunu yazabilirdim.’ dediği nakledilir. Zira ki, ölüm anında insan, tabiatın ötesini seyretmektedir.

 

[1] Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, 29.Söz, 231
[2] Buhari, Tevhid, 15, 22, 28, 55; Bed’ül-Halk, 1; Müslim, Tevbe, 14-16
[3] Buhari, Megazi, 83; Müslim, Selam, 50, 51; Ebu Davud; Tıb, 19; İbni Mace, Tıb, 38

İnsî ve Cinnî Şeytanlar 4 dk.

Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, “Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.” (En’am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen “Şeyâtîn” kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.

Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar. (1) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü’min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü’minler üzerine salarlar. Bu hususu te’yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav), Ebu Zer’e (ra) sorar: “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Rasulü cevabında: “Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” (2) buyurur.

İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis’in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır. (3)

Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimizden (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nispette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan’dır.” (4) buyururlar.

Bir başka defasında Efendimiz (sav), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: “Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!..” (5)

İşte bunlar gibi daha pekçok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya “Şeytan” demiştir.

Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalp ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalp ile kalıbı birbirinden ayırmış ve “Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan” demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:

Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü’ne: “Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?” Allah Rasulü: “Evet” dedi. Ben de: “Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?” diye sordum, yine “Evet” dedi. Bunun üzerine ” O nasıl olacak?” deyince Allah Rasulü de: “Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalp, şeytan kalbi!..” cevabını verdi. Allah Rasulü’nün bu izahı üzerine “O zaman ben nasıl hareket edeyim?” diye sorunca da: “Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!..” (6) buyurdu.

 

[1] İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313
[2] Müsned, 5/178
[3] Razi, 13/154; Alusi, Ruhu’l-Meani, 8/5
[4] Buhari, Bedu’l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davud, Salat 107
[5] İbni Mace, Edeb 44; Ebu Davud, Edeb 57; Müsned, 2/345
[6] Müslim, İmare, 52

Cinler Hâlis Ateşten Yaratılmışlardır 5 dk.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde, cinler ve insanlar yaratılış itibariyle eşit tutulmuş ve her iki taife de hilkatleri itibariyle tafsil edilmişlerdir. Şimdi, bu ayetlerden bazılarını beraberce mütalaa edelim:

“(Allah) İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı. Cinni de hâlis ateşten yarattı.” (Rahman, 55/ 14-15)

Buradaki “hâlis ateş”, zihne yaklaştırma esprisi olarak zikredilmiştir. Bu itibarla da o, radyasyonların terkibi veya bir iyon çorbası olabileceği gibi, anti madde veya partiküllerden meydana gelen bir bulamaç da olabilir.. olabilir ama bunlardan her hangi biri olduğuna dair hüküm vermemiz mümkün değildir. Zira biz, “mâric” ve “nâr”ın ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ki böyle bir hükme varabilelim. Ancak şurası da bir gerçektir ki, melekler nasıl nurdan yaratılmış ve istediklerinde temessül edip görülebilmektedirler; aynen öyle de cin taifesi de “nâr”dan yaratılmış ve temessül edip görülebilmektedirler.

Bu konuda başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun biz, insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince onu da (insandan) daha önce, nüfuz eden kavurucu ateşten yarattık.” (Hicr, 15/26-27)

İnsan, mahiyeti itibariyle bir protein çorbasından; cin de “nârı semûm” dan yaratılmıştır. “Nârı semûm”, “vücudun bütün gözeneklerine giren ateş” manasına geldiği gibi “zehirleyen ateş” manasına da gelir. Ancak bizim için böyle bir ateşin keyfiyeti meçhuldür! Meçhuldür; zira bugün için mevcut laboratuvarlarımız böyle bir ateşi tahlile yeterli değildir.

Cinler de aynen insanlar gibi kulluk için yaratılmışlardır. Nitekim bir ayet-i kerimede Allahu Teâlâ: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 51/56) buyurmaktadır. “Cin” kelimesinin “ins”den önce zikredilmesi de cinlerin, insanlardan önce yaratıldığına dair bir işaret olabilir. Onlarda da ‘marifet-i İlahi’ şuuru vardır. Zira kulluk ancak böyle bir şuurla olur.

Yukarıda da görüldüğü gibi bu ve benzeri ayetler, cin ile insanı beraber ele almaktadır. Evet, cinler de aynen insanlar gibi Allah’a muhatab olan iradeli varlıklardır. Onlara da emir ve nehiyleri ihtiva eden İlahi mesajlar gelmiştir. Dolayısıyla onlar da bu mesajlara karşı mes’ul ve mükelleftirler.. onlar da yaptıkları iyi şeylerin mükafatını ve işledikleri kötülüklerin cezasını görme müjde ve tehdidi altındadırlar.

Cinler görülmeyen varlıklardır. Bizim, asıl mahiyet ve hüviyetleriyle onları görmemiz imkansızdır. Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş şekilleridir. Zaten yukarıda da izah ettiğimiz gibi “cin” kelimesinin kökünde mana olarak bir kapalılık vardır. Dolayısıyla cinler gözle görülemeyen latif yapılı varlıklardır. Bu husus, cinden, şeytandan bahsedilen bir ayette şöyle anlatılmaktadır: “Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.” (A’raf, 7/27)

Bu hakikatten dolayıdır ki cin taifesi ve şeytanlar, bizim onları göremediğimiz noktalardan bizi görürler. Hiç beklemediğimiz yerden, hiç beklemediğimiz anda ve hiç ihtimal vermediğimiz oyunlarla karşımıza çıkar ve zehirli oklarını sinelerimize saplarlar. Bazen onların bir bakışı batırır bizi; bazen bir lokma, bir söz, bir işaret ve bir başka pozisyon. Bir “dane”de yıkılıp giden nice selvi boylar, nice Herkül endamlar vardır. Onun için insan, daima ihtiyatlı davranmalı ve tetikte olmalıdır. Zira şeytan, insanın içine girip her zaman onu avlamak için hep tarassut halinde ve fırsat kollamaktadır.

Ayrıca, cinlerin temessülünü de anlatan pek çok ayet ve hadis-i şerif vardır.. ve bunların temessül keyfiyetleri de çeşit çeşittir. Bazen bir insan, bazen da herhangi bir hayvan şeklinde görülebilirler.

Bazı müfessirler, zikrettiğimiz ayete dayanarak cinlerin asla gürülemeyeceğini söylerlerse de cinler yapıları latif olmaları sebebiyle tıpkı melekler gibi temessül edebilirler. Bu açıdan cinlerin asli hüviyetlerini olmasa bile, temessül etmiş hallerini her zaman görmemiz mümkün ve de vâkidir.

Cin Şuurlu Bir Kanundur 6 dk.

Cin, ruh nevindendir ve şuurlu bir kanundur. Kütleler ve küreler arasındaki câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, Kürre-i Arz’ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle elektronların dönüşü gibi onun çevresinde dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ile’l-merkez (merkez çek) çekime karşılık, bir de ani’l-merkez (merkez kaç) kuvveti var. İşte bütün bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…

Şimdi, ortada hiçbir şey yok deseniz; yani o da kütle, bu da kütle; biri diğerinin etrafında dönmekte.. vs. demagoji yapmış olursunuz. Evet, şayet ortada birşey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstain’e göre hayyiz olsun, netice değişmez.

Hem mesela, bir tohumu ele aldığımızda, onda bir ‘ukde-i hayatiye’nin var olduğunu görüyoruz. Bir de bakıyorsunuz, hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden birşey oluyor. Bunda bir nümüvv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu da yine itibarî, izafî bir kanun… Ama bu kanun olmadan neşv ü nemayı da düşünemiyoruz. Mesela, taşı bir yere diktiğimiz zaman, bu kanun olmadığı için bir büyüme ve gelişme de sözkonusu olmuyor.

İşte bütün bunlar Allah’ın birer kanunudurlar; cin ve ruh dediğimiz şeyler de bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe(çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakiki birer mahiyete sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle ortaya koyar: ‘Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî vücud-u hârici giydirilmiş, câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u hâricî giydirse, herbiri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.’ [1] Aslında, işte bu tarifle herşey anlatılmıştır.

Ruh, bizim en küçük alemden en büyük aleme kadar hemen hepsinde kabul ettiğimiz kanunlar gibi bir kanundur; tabii şuurlu bir kanun. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddialarına göre, otlar bile büyürken bir şuurluluk emaresi gösterir, bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar verir; çevre ile tanışma, kaynaşma veya yadırgama gibi münasebetleri olur. Ağaçlarda da öyle… Bir dergide mevzuyla alakalı kaleme alınmış bir yazının hülasası aynen şöyle, yazar diyor ki: ‘Benim kanaatime göre buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar akıllıcadır ki, arpa, buğday vs’de bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden, bu hareketleri izah etmeye imkan yoktur. ‘

Mesela, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Şayet havalar iyi gidiyor, rutûbet kâfi, güneş şuaları da besleyici ise, o iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Hatta üç adet sap çıkınca, biz de şartların onları beslemeye yeterli olduğunu anlarız. Eğer şartlar müsait görülmezse, o zaman bir başak çıkar. Sanki ‘Ben ancak bir tane besleyebilirim’ der gibidir..

Diğer bir misâl: Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Ziraatle uğraşan çiftçi ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil ağaçtır. Yani, ağaç hâl diliyle; ‘Ben meyvelere bakamayacağım, kusura kalmayın. Şu durumum itibariyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben bana lazımım’ demektedir. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.

Zaten hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderir, (RNA) da bir mühendis ve bir kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışır.

Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i İlahi ile haraket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında yine Allah’ın (cc) iradesi vardır. Evet herşeyi belli bir noktaya sevk eden, herşeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada, inkar edemeyeceğimiz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar vardır. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bu kanunlara uzaktan baktığı zaman onlara ‘şuur’ diyesi gelir…

Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkar ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkar edenlere ‘galiba cinnet getirmişler’ diyesi geliyor. 

 

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 29. Söz, 231-232

Kur'an'da Cin Kavramı 6 dk.

Kâinat içinde cereyan eden, yüzlerce, binlerce kanun var. Ve bunların hepsi daha önceki bölümlerde bahsini ettiğimiz cin kanunu gibi cereyan etmekte. Bu açıdan da denebilir ki, cinlerin varlığı meselesinde şüphe yok.

Kur’an-ı Kerim’de Allah ‘Cinni, mâric ve nâr (ateş)’dan yarattık’ (Rahman, 55/15) diyor. Bu ifade foton ve partikülleri aklımıza getiriyor. Ama cinler ne foton ne de partikül; mâric ve nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatif (yarı nûrânî) varlıklardır… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükabere ve mantıksızca bir iddiadır.

Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’an’ a aittir ve Kur’an-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’an-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Mesela, insanın ‘fahhar’ gibi ‘salsal’ dan yaratıldığını anlattıktan sonra, cin taifesinin üzerinde durur ve ‘Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık’ (Rahman, 55/15) ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerâreler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda sadece bu kadar malumat verir.

Nebiler dahil, ehl-i keşif ve Sahebe-i Kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, latif bir madde ile zişuur bir ruha sahip bulunup, bu iki hususun bir araya gelmesiyle hasıl olan ayrı bir buudu ihraz edip ve buudlarının hususiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin, değişik temessüllere, şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulakardı edilmemelidir.

Öte yandan cinler, madde alemine ait ‘nâr ve mâric’ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmid ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idraklılar, mükellefler sırasına girerler.

Cinler de bizim gibi Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler.

Cinler, rüyalarda bir kısım insanların hususî âlemlerine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen, babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülatına şahit olduğun ve berzah aleminde bir kısım tabloları müşahede ettiğin gibi, cin alemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir; göründükleri insanların mir’ât-ı ruhlarına (ruh aynalarına) aksediş şekilleridir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksedişdir. Onun için cinleri, Hz. Ömer (ra) başka, Ebu Hüreyre (ra) başka, Ebu Zerr (ra) de başka şekilde müşahede etmişlerdir. Mesela, İbn-i Mesud, Rasulullah’ın (sav) yanında bir gölge şeklinde müşahede eder. Hz. Ömer, zaif, nahif bir insan şeklinde, Ebu Zerr ise daha başka surette… Bütün bu müşahedeler göstermektedir ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır… (1)

Diğer taraftan cinler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yer, içer, evlenirler ve çoğalırlar. Erkeklik ve dişilik onlar için de sözkonusudur.

Efendimiz bir dualarında Cenab-ı Hakk’a yalvarmış ve bu yakarışlarını şöyle dile getirmişlerdi:

‘Allah’ım, Senin izzetine sığınıyorum. Senden başka ilah yoktur. Sen beni doğru yolundan saptırma. Sen öyle bir ‘Hayy’sın ki asla ölmezsin. Halbuki insanlar da cinler de ölürler.’ (2) Allah Rasulü’nün bu ifadeleri de gösteriyor ki, cinler de insanlar gibi ölümlüdürler. Bunu teyid eden ayet-i kerimeler de vardır. Mesela bir ayette şöyle denilmektedir:

‘Allah (cc) buyurdu: Sizden önce geçen cin ve insan toplulukları ile beraber ateşin içine girin.’ (A’raf, 7/38)

Aynı hakikatı ifade eden bir başka ayette ise şöyle denmektedir. ‘Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içinde (uygulanan) o söz, kendilerine de geçerli oldu. (Bunlar da azabı hak ettiler.) Çünkü hep hüsranda idiler.’ (Fussilet, 41/25)

Bu ve benzeri ayetler bize cinlerin de aynen insanlar gibi bu dünyada bir müddet yaşadıktan sonra vefat edip, ahirete gideceklerini veya gittiklerini anlatıyor. Ayrıca ayetlerde onların erkeklik ve dişiliklerinden de bahsediliyor. Zira cinlerde de neslin devamı tenasül ve evlenmekle gerçekleşmekte.

Kur’an’ın bu tür ayetlerini daima birer hakikat olarak ele alıp öyle değerlendirmek iktiza eder ve inanırken de cinlerin hakikatine bu şekilde inanmak gerekir. Evet şimdi onlara vehim ve hayal diyenlere soralım: Doğup-büyüyen, yaşayıp-vefat eden, erkeklik ve dişilik taşıyan nasıl vehim ve hayal olabilir? Veya sorumuzu şu şekilde ifade edelim: Bu gibi hassalar vehim ve hayalde nasıl tasavvur edilebilir? 

 

[1] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1593
[2] Buhari, Tevhid 7; Müslim, Zikr 68; Müsned, 1/302

Cinler Mikrop mu? 2 dk.

‘Bunlar nasıl mikroplardır ki, Cenab-ı Hak onlara namaz, oruç, zekat ve hac gibi mükellefiyetler yüklemiştir. Ve yine bunlar nasıl mikroplardır ki, insanlar gibi onların da ölecekleri ve bütün yaptıklarından ahirette hesap verecekleri kendilerine ihtar edilmektedir.’ Öte yandan cinleri insana ait, şehvet ve gadap gibi bazı duygular olarak kabul edenlere ne demeli? Allah bizi bırakıp, duygularımızı muhatap ediniyor; ediniyor da emir ve nehiylerini onlara veriyor! Böyle düşünenlere ‘Allah insaf versin’ demekten başka insanın elinden ne gelir ki!..

Hem bunlar nasıl mikrop veya vehimlerdir ki, Hz. Süleyman (as) bunları emri altında çalıştırıyor ve onlara nice işler gördürüyor.

Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafeden getirme mevzuunda cinlerden bir ifrit, Hazreti Süleyman’a: ‘Sen makamından kalkmadan ben onun tahtını sana getiririm’ diyor. (Neml, 27/39)

Bir başka ayette de cinlerin yaptıklarından şöyle bahsediliyor:

‘.. Rabbinin izni ile cinlerin bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan çıksa ona alevli bir azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı…’ (Sebe, 34/12-13)

Ve şimdi farklı düşünenlere soralım: Bütün bunları vehimler ve mikroplar mı yapıyorlardı? Bunu bu şekilde ifade, acaba Kur’an’a ait bir hakikatı inkâr olmaz mı? Onun için biz diyoruz ki, cin ve şeytan ile ilgili ayetler, mutlak surette Kur’an’ın anlattığı, hadislerin şerh ve izah ettiği birer hakikat olarak ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Aksi halde hakikatten uzaklaşılmış olunur ki, bu da ancak dalalet ve sapıklığı netice verir. Aman Allah’ım, din adına birşeyler söylerken dinden çıkmak ne kötü akibet!..

Cinlerin Temessülü 5 dk.

Günümüzde cinlerle alakalı bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Ancak cinler, metafizik varlıklar olduklarından gerçek hüviyetleri hakkında bugüne kadar sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Bazılarınca sadece ‘enerjidir’, ‘ışıktır..’ vb. ifadeler kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.

Ne nasıl olursa olsun, onlar da birer ruha sahip varlıklardır. Ve bir kısım hususiyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle dumansız ateşten yaratılan cinler, insan gibi fiziki bir bedene sahip değil; aksine şeffaf bir varlık olup değişik şekillerde temessül edebilmektedirler ki, buna çokları şahit olmuştur. Hadis kitaplarında da bu gibi rivayetlere rastlamak mümkündür. Mesela, Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: ‘Ben zekat mallarını bekliyordum. Bir gece, birinin gelip bu malları karıştırdığını gördüm.. gördüm ve yakaladım. Ona, ‘seni Rasulallah’a götüreceğim’ dedim. O ise kendisinin, ihtiyaç sahibi olup aile fertlerine başka bakan kimsenin olmadığını, bundan dolayı da kendisini serbest bırakmamı istedi. Ben de bu haline acıyıp onu serbest bıraktım. Ertesi gün Allah Rasulü’nün (sav) yanına geldim. Ben daha bir şey söylemeden Efendimiz (sav): ‘Ya Eba Hureyre! Dünkü esiri ne yaptın?’ diye bana o geceki macerayı sordu. Ben de ‘Ya Rasulallah! Onu size getirecektim; ancak kendisinin fakir olduğunu ve ailesine bakacak kimsesinin olmadığını söyleyince ben de vazgeçtim’ deyince, Allah Rasûlu ‘yalan söylüyor, o yine gelecektir’ buyurdular. O akşam ben yine nöbet tuttum. Aynı şahıs yine geldi ama bu sefer kararım kesindi; ne kadar yalvarıp dil dökse de dinlemeyecek, onu tutup Allah Rasulü’ne götürecektim. O da, bu kararlı tavrımı görünce: ‘Şimdiye kadar söylediklerimin hepsi yalandı. Eğer beni bırakırsan sana, okuduğun zaman ben ve emsalimin şerrinden korunabileceğin bir dua öğretirim’ diyerek kendisinin yalancı olduğunu itirafla Allah Rasulü’nü tasdik etmişti. Ben ise söyleyeceği duanın ne olduğunu merakla onu hemen bırakıverip dinlemeye başladım. Bunun üzerine o bana, ‘Ayete’l-Kürsi’yi okumaya devam ettiğin müddetçe, bütün insî ve cinnî şeytanların şerrinden emin olursun’ dedi. Ben de sabah Allah Rasulü’nün huzuruna geldim ve Efendimiz yine: ‘Esirine ne yaptın?’ diye sordu. Ben de olup-bitenleri anlattım. Sözümü bitirince de: ‘Yalancı ama, sana doğruyu söylemiş’ buyurdular. Ardından: ‘Onun kim olduğunu biliyor musun?’ diye sordu. Ben, ‘hayır, Ya Rasulallah!’ dedim. Bana, onun şeytan olduğunu haber verdi. (1) Bu, hayret edilecek bir durumdu! Şeytanın zekat ve sadaka mallarıyla ne işi vardı ve onun ihtiyacı bu değilken niçin gelmişti?.. Belki de onun bereketine müdahele etmek istiyor veya şirretiyle onu kirletmeye çalışıyordu. Daha başka mülahazalar da sözkonusu olabilirdi. Ama, o mutlaka kendi fıtratının gereği şeytanlık adına bir şeyler yapıyordu.

Bu tür vak’alar, Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Kâ’b, Ebu Eyyub el-Ensârî.. gibi seçkin sahabi efendilerimiz tarafından da zaman zaman müşahede edilmiştir. Bu da cin veya şeytanların temessülünün tevatüre yakın bir keyfiyetle nakledilmesi demektir ki, o da bu hususu şüphe vermeyecek derecede gözler önüne sermektedir.

Cinler, insan suretinde temessül ettikleri gibi, diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Efendimiz’in (sav), değişik hadislerinde evlerde görülen yılanlara evvela: ‘Cin isen çık’ denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa bunun üzerine öldürülmelerini emir buyurmaları, (2) bu gerçeğe ışık tutan başka bir ifadedir.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, cinler, bazen insan, bazen yılan veya başka bir haşerat şeklinde temessül edip, onların şekillerine girebilirler. Hatta bazen de bu canlıların içlerine girip, adeta onların damarlarındaki kan gibi dolaşarak onları ifsad ve istedikleri istikamete sevk edebilirler.

 

[1] Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 3; Müsned, 5/423;6/52
[2] Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ’tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2

Cinler ve Temsilcileri 9 dk.

Efendimiz (sav), alemşümûl bir peygamber olması yönüyle, hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Onun içindir ki O’na, ‘Rasulü’s-sakaleyn’ (cin ve ins peygamberi) denir. Bu itibarla Efendimiz (sav), keyfiyeti ne olursa olsun, çeşitli vesilelerle cinlerle görüşmüş ve onları irşad etmiştir. Yine O’nun (sav) döneminde şeytanın çeşitli şekillerde temessül edip insanları kandırmaya çalıştığı da bilinen bir gerçektir.

Nitekim, Efendimizin (sav) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, ‘Dârü’n-Nedve’ denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Bu da, insî ve cinnî şeytanların birleşerek, Allah Rasulü’ne (sav) bir komplo kurmaya çalıştıklarını gösterir. Zaten İslam’ın zuhurundan sonra da ‘Daru’n-Nedve’, daima İslam’ı imha planlarının yapıldığı bir yer olmuş; küfür sistematiği hep orada idare edilmiş ve yapmak istenen şeyler orada planlanmıştır. Aslında bu paralelde olarak, yirminci asrın cahiliyesinin ‘Dâr’ün-Nedve’leri, değişik ad ve unvanlarla yeniden ihya edilmeye çalışılmaktadır.

Günümüzde Amerika, Rusya, Çin ve Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde gece gündüz çalışan sayılamayacak kadar çok ‘Nedve’ teşkilatları, hem de aralıksız bir şekilde, İslam ülkelerinin yıkımını planlayıp durmaktadır. Bir devrede Haçlı Seferleri’ni hazırlayan aynı güç odaklarının, dünya durduğu ve yer yüzünde bir tek Müslüman yaşadığı müddetçe bu karanlık faaliyetleri devam edeceğe benzer.

İşte o gün de Dâr’ün-Nedve’de Rasulü Ekrem’i ve Ashabı’nı imha için bir plan yapmak üzere Mekke müşrikleri biraraya gelmişlerdi.. ve şeytan da onların aralarında bulunuyordu. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve adeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar.. evet işte onları biraraya getiren gündemin ana maddesi buydu. Şeytan, ileri gelenlere görüşlerini sordu. Bu arada geleceğin büyük sahabisi Hişam b. Amr söz aldı ve ‘O’nu, bir ata bindirip çöle götürelim. Daha sonra da bir daha Mekke’ye dönmemesi için tembihte bulunalım. O bizim, biz de O’nun şerrinden emin oluruz.’ dedi. (Haşa ki O’nda şer olsun. O, bütünüyle hayırdır ve yeryüzünü hayırla doldurmakla vazifelidir. Bizim hikaye yoluyla dahi olsa O’na şer isnadına gönlümüz razı değildir. Fakat, o gün henüz İslam nurundan mahrum olan Hişam böyle diyordu.)

Ancak şeytan bu görüşü beğenmemiş ve: ‘Siz, bu kadar tesirli bir insanı ıssız bir çöle dahi salsanız, mutlaka O, bir güçlü ses ve soluk olarak geri gelir.. gelir ve sizi burada teslim alır’ dedi.

Bunun üzerine orada bulunan bir başkası şöyle bir görüş ileri sürdü: ‘O’nu bir hücreye kapatalım. Sadece hava alacağı bir delik bırakalım. Ekmeğini, suyunu verelim ve ölünceye kadar orada tutalım…’

Necidli ihtiyar bu görüşü de beğenmedi ve: ‘O’nu uzun süre orada tutamazsınız. Kavim ve kabilesi, O’na inananları da yanına alır ve ne yapar yapar O’nu oradan çıkarırlar’ dedi.

Üçüncü görüş, şeytana üstadlık yapan Ebu Cehil’e aitti ve: ‘Her kabileden birer, ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar’ teklifinde bulundu.

Şeytan bu görüşü çok beğenmiş ve karar da Ebu Cehil’in görüşüne göre verilmişti.. (1) verilmişti ama, onların bu zalimane kararı semayı ihtizaza getirmiş ve Allahu Teâlâ, Rasulü’ne şu ayetleri inzal buyurmuştur:

‘İnkar edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (yurtlarından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en iyisidir. ( O, kendisine karşı tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirir.)’ (Enfal, 8/30)

Hicret’e tekaddüm eden günlerde insî ve cinnî şeytanların Efendimize (sav) kurduğu tuzaklardan ve bugüne gelinceye kadar da Daru’n-Nedve’lerin İslam düşüncesi adına birer imha karargahı olduklarından daha önce bahsetmiştik. Bütün bu sıkıntılı dönemlerden sonra, tamamen İlahi bir imtihan olan, Cenab-ı Hakk’ın, Efendimize (sav) hicret emrini vermesiyle, artık farklı bir döneme girilmiş olmaktadır. Bu yönüyle de hicret, ayrı bir konu ve ayrı bir destandır. Evet O, İslam Site Devleti’ne atılan ilk adım ve dehayı mucizeleştiren bir aksiyondur.

Gel ‘öl’ dendiğinde, ölüme gülerek gidebilecek bir nesil yetiştirmedikçe hicreti de, hicrete terettüp eden semereleri de elde etmek oldukça zordur. İşte Hz. Ali! Hicret esnasında fedâiliği temsil eden bu yiğit!… Evet nasıl o, henüz yaşı ‘on’ bile değilken, Allah Rasulü’nün (sav): ‘Bu davada bana yardımcı olan yok mu?’ beklentisi karşısında hiç tereddüt etmeden, ‘Ben varım Ya Rasulallah!’ (2) demiş ve bu bezme girivermişse; sinesinden yediği hançerle yere düşüp şehid olacağı ana kadar da bu anlayışından zerre kadar taviz vermemiş ve hayatın bütün safhalarında kendisinden beklenen misyonu mutlaka eda etmiştir.

Hicret günü, kendisinden ölüm döşeğine girmesi istendiğinde, damarlarında hayat fışkıran bu genç, hiç tereddüt etmeden, Cennete buyur edilmişçesine yatağın içine girmiş ve bu davaya baş koyup canından dahi vaz geçtiğini bir kez daha isbat etmiştir. Zira Allah Rasulü’ne en yakın olanlardan biri oydu ve O’na en yakın olmanın bedeli de işte buydu. Evet o, bir taraftan Nebiler Serveri’nin amcasının oğlu, diğer taraftan da, o yaşa kadar bakımını-görümünü üstlenen Hz. Peygamberin (sav) manevi oğlu konumundaydı. Daha sonraki dönem itibariyle de, Efendimizin (sav) biricik kızı, Cennet kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’yı ona nikahlaması da, onun bu yakınlığını ve bu misyonun sahibi olması bakımından çok önemliydi. İşte bu vasıflarla muttasıf Hz. Ali, canını dahi feda edecek bir fedainin gerektiği yerde ön plana çıkıyor veya çıkartılıyordu.

Dünden bugüne uğruna canların feda edildiği bu davanın, canları pahasına korunması gerekir. Evet Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve daha nicelerinin canları pahasına omuzlayarak bugünlere taşıdığı İslam, ilelebed devam ettirilecek kutsal bir davadır. Allah (cc), ‘Allah seni insanlardan koruyacaktır’ (Maide, 5/67) ifadesiyle, Efendimiz’le beraber O’nun o yüce davasını da koruyup muhafaza edeceğini teminat altına almıştır. Bu teminat sayesinde O’na karşı olan sevgi, her an gönüllerde kendini daha bir hissettirecek ve bunu silmeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.

Şeytanın, Mekke müşriklerini idlal için kurduğu planlar o gün için boşa çıkmıştı; ama onun, bu mevzudaki cehd ve gayreti hiç mi hiç eksilmemişti. Nitekim Bedir savaşı sırasında insan kılığında temessül ederek, kafirlerin saflarına katıldığını, müşriklere moral vermeye ve destek olmaya çalıştığını Kur’an şöyle anlatmaktadır.

‘O zaman şeytan onlara yaptıkları şeyleri süsleyip güzel göstermiş: ‘Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur. Ben sizin yanınızdayım’ demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce, şeytan ardına dönüp: ‘Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezası çetindir’ demişti.’ (Enfal, 8/48)

Bazı müfessirlerin ifadelerine göre şeytan burada, Sürâka b. Mâlik kılığında görülmüştü. (3) Çünkü Sürâka cesur bir süvari olup hicret esnasında Allah Rasulü’nü takip ettiğinden dolayı, (4) Mekkeli müşrikler tarafından sevilen, sayılan bir insandı. İşte şeytan Mekkeli müşriklerin kuvve-i maneviyelerini takviye için bu yola baş vurup, Sürâka şeklinde temessül etmişti. Ancak iki ordu karşılaşınca, biraz önce galibiyet vadeden şeytan, ‘..ben sizin görmediklerinizi görüyorum’ deyip tabana kuvvet, gerisin geriye kaçmaya başlamıştı. Çünkü diğer tarafta sahabi kılığına girmiş (Zübeyr b. Avvam gibi) binlerce nişanlı melek saf tutmuş, (5) çarpışmak için adeta emir bekliyor… Demek ki Allah (cc), yerdeki bir avuç askerini gökteki melekleriyle her zaman teyid ediyor. Evet, bütün kefere ve fecere bir araya gelse ve İblis ordularıyla seferber olsa bu ordunun karşısında durup mukavemet edemeyecek, aksine hezimete maruz kalacaklar. Bunu, çok iyi bilen İblis de mecburen yerinde duramamış, arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı. 

 

[1] İbni Hişam, Sîre, 2/126
[2] Müsned, 1/159; Mecmau’z-Zevaid, 8/302,303
[3] Vâkidi, Meğazi, 1/71
[4] İbni Hişam, Sîre, 2/134
[5] Vakidi, Meğazi, 1/71; İbni Esir, Üsdü’l-Gâbe, 2/250,251

Âyet ve Hadîslerde Cinlerin Sorumluluğu 12 dk.

Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenab-ı Hakk, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: ‘Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?’ (En’am, 6/130) mealindeki ayetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.

Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir: ‘Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler.’ (En’am, 6/130)

Ayetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, ‘Hak din’i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hazreti Peygamber (sav) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümûl bir peygamberdir. ‘Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik’ (Enbiya, 21/107) ayeti de bu hakikati ifade etmektedir.

Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimize karşı merbutiyet ve medyuniyetleri sözkonusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir ‘Söz Sultanı’dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; Cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve herşey onun arkasında ve onun tekliflerine ‘evet’ demektedir. Zira, O Sultan-ı sakaleynin dudaklarından dökülen her söz, arz, sema ve bütün varlığı alakadar etmektedir. Gönüller bütünüyle onu duymakta, onunla dolup taşmakta ve adeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.

O’nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hadisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve adeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batha’ya uğramış ve Allah Rasulü’nün (sav), Ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur’an dinlemişlerdi.. (1) dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur’an bu vak’ayı bize şöyle nakleder:

‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) ‘susun (dinleyin)’ demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş: Ey kavmimiz! Biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah bağışlanacak günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun’. (Ahkaf, 46/29-31)

Kur’an burada sanki şöyle diyor: ‘Onlar Kur’an’a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke’ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddi bir kulluk anlayışı içinde, adeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: ‘Sesinizi kesin, dinleyin dediler’. Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da Kur’an’a karşı edepli olmaktır. Çünkü Kur’an’ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvela ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur’an çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalplerine boşaltır. İşte bu durum cinler için de aynıyla geçerlidir.

Evet, cinler, Kur’an’ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip adeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir saffet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan herbiri kendi mesuliyetini hissedip, Kur’an uğrunda irşada koyulmuş ve Kur’an’dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.

İhtimal bunlar, Hz. Musa’ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur’an’ı dinler dinlemez, onun ‘Kelamullah’ olduğunu anlamış ve Allah Rasulü’ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istîdatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.

Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sav), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alakalı İbn Mes’ud, Ebu Zerr, Muaz b. Cebel ve Hazreti Enes’in (ra) bizlere kadar ulaşan pek çok müşahedeleri vardır; (2) vardır ama, Efendimiz’in cinlerle münasebetini gösteren bu hadiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.

Sure-i Rahman’da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatab kılınmaktadırlar. Bir rivayette Allah Rasulü (sav), bu sureyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi Ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri halde cinler, ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?’ ayetini işitince: ‘Rabbimizin hiçbir nimetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Rasulü’nün (sav) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu halini Ashab’a örnek gösterip ve: ‘Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ ayeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: ‘Rabbimizin hiçbir ayetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ karşılığını vermişlerdi’ diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.

Esasen Rahman suresi, insanlarla cinlerin yaratılış sorumluluk, mükafat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet o surede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz’ edilen ‘mizan’, bu ‘mizan’la beraber kanunlar, nâmuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, herşeyin zimamdarının Cenab-ı Hakk olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akibetleri dile getirilmektedir.

Vücud nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: ‘İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatab olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevkedilmektedir.

Yine bu surede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre ‘iki mağrib ve iki meşrık’in tanzim edildiği ifade edilmektedir. Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı manaya geldiği keyfiyettir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekan hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.

Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekanlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.

Rahman sûresi, nimetlerin ta’dadı ve nankörlerin tehdidi açısından ayet ayet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevketmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet her ikisi de hususi yaratılmış ve O’na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabii ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükafatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.

Rahman suresinde: ‘Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır’ (Rahman, 55/46) denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet insanlarına, içiçe cennetlerin vadedildiği dile getirilmektedir. Aynı surede hûrilerden bahsedilirken ‘onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.’ (Rahman, 55/56) buyurularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükafat görüp cennete gidecek ya da ikaba maruz kalıp cehenneme sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mes’ul bulunmanın gereği olabilir.

Cinlerin mesuliyeti hususunda pekçok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:

‘Şimdi onlar da kendilerine (azab) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.’ (Ahkaf, 46/18)

Bu ayet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükafatını, ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girerken, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle..

Ancak, İslam alimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları sözkonusudur. Bunun yanında İbn-i Ebi Leyla, İmam Malik, İmam Şafii, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf gibi alimler ise: ‘İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet sefil ve alçak olanlar cehenneme, ulvî ve yüce olanlar da cennete gidecekler’ (3) demişlerdir.

Yukarıdaki ayetler de bu görüşü teyid eder mahiyettedir. Şayet Cenab-ı Hakk, onları muhatab kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de sözkonusu olmazdı. Madem ki onlara sorumluluk yüklemiş, o halde neticede karşılığını da verecektir.

Rahman sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur’an bunu şu ayetiyle anlatır: ‘İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar’ (Rahman, 55/19-20) Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan.. gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.

Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hale getiren ise Allah’tır (cc).

Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir aleme kapı açılacak ve bütün beka buudlu eşya, beka damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkar edilemeyecek ayrı bir nimettir.

O bâki alemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırd edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet halini alacaktır.

Nimetlerin en büyüğü olan cemalullahı temaşa ise, ancak Cennette elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken O’nun hangi nimetleri inkar edilebilir ki! O’nun ismi, şanı ne yücedir..!

İşte bütün bunlara karşı O’na şükretmek gerekmez mi?

 

[1] Buhari, Ezan, 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir-i Sureti’l-Cin, 2; Müsned, 1/252
[2] Müslim, Salat, 149,150; Tirmizi, Tefsir, 3254; Ebu Davud, Taharet, 42; Buhari, Menakibu’l-Ensar, 32; Salat, 75
[3] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1407; Kurtubi, el-Camiü Liahkami’l-Kur’an, 7/85,86; 17/165

Cinlere de Peygamber Gönderilmiştir 9 dk.

‘Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimizi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? (denilince) ‘kendi aleyhimize de olsa şahitlik ederiz’ dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler’ (En’am, 6/130). Dikkat edilecek olursa ayet onlara (ister kendi içlerinden, isterse insanlara gönderilen peygamberlerin onlara da peygamberlik etmesi şekliyle) peygamberlerin gönderildiği hususunu da gayet açık ve net olarak ifade etmektedir.

Cenab-ı Hakk bu ayetiyle cinlerin sorumluluklarını açıklamakla beraber, sanki onlara şöyle demektedir: ‘Ey ins ve cin topluluğu, sizdeki bu derbederlik, başıbozukluk, ailevî ve içtimaî hayatınızdaki ahenksizlik, kalbî ve ruhî hayatınızdaki karışıklık ve behimî arzularınıza takılıp kalmanızın sebebi nedir? Yoksa size, nezd-i Uluhiyet’imden Rasullerle açıklanan ayetlerim gelmedi mi? Niçin onlara ittiba edip yaratılış gayenize uygun hareket etmediniz; etmediniz de böyle esfel-i sâfilinde kaldınız? Halbuki size gelen o ayetler, böyle bir encamdan sizleri sakındırmışlardı.

Cinler, bu hakikatı tamamen kabullenmişliğin ifadesi olarak, ‘her ne kadar aleyhimizde şahitlik olsa bile, böyle bir günde hakkı itiraf etmekten başka çaremiz yoktur. Evet, Hz. Musa, Senin emirlerini getirip bize tebliğde bulundu, Hz. Mesih o engin esrarını ruhlarımıza üfledi.. ve en son ferdiyetin mazharı Hz. Muhammed (sav) geldi ve bize hak ve hakikatın ifadesi olan İslam’ı tebliğ etti. Ne var ki, biz bunlara kulak asmadık, kendi heva ve hevesimize uyduk. Neticede de bu hallere ma’ruz kaldık’ diyeceklerdir.

Evet, cinlerin de ifadelerinden anlaşıldığı gibi, ne yazık ki pek çok ins ve cinni, şu kısacık dünya hayatı aldatmıştır. Onlar, dünyayı ebedi zannedip onun aldatıcılığına kanmış ve neticede de bütün bütün kaybetmişlerdir. Mutlak Cemal’in tecellilerinin tamaşasıyla alacakları ruhani hazzı unutarak fâni ve geçici zevklerle oyalanmış, sonra da Cenab-ı Hakk’ın: ‘Kendi aleyhlerinde şehadette bulundular. Kafir olduklarını itiraf ettiler’ ayetinin muhatabı olmuşlardır.

Oysa herşey açık ve seçikti. Kâinat, hemen her yanıyla, insanı irfan ufkuna ulaştıracak ayetlerle doluydu. Mele-i âladan, bizim irfan ufkumuza kadar uzanan varlık kitabına ait sayfa ve o sayfalardaki o nakış nakış işlenmiş satırlar hep ‘Allah’ diyor ve yine binlerce delil ve bürhan adetâ, tarrakalarla O’nun mevcudiyetini ilan ediyordu. Fen ilimleri, laboratuvarlarıyla; astronomi, teleskoplarıyla hemen her ilim kâinatta keşfettikleri o baş döndürücü, gözkamaştırıcı nuraniyetin diliyle ‘La ilahe illallah’ hakikatını haykırıyordu. Ne varki, bütün bu olup-biten şeylere rağmen onların itirafı şuydu: ‘Ama biz, gözümüzü tamamen kapayıp, ayağımıza kadar gelen bu nimetleri teptik ve tıpkı körler gibi yaşadık; yaşadık ve binbir dille söylenen bu hakikatlere kulak asmadık.. şimdi de kendi aleyhimizde şahitlik ediyoruz. Hatta bundan dolayı kendimizi, mevsimi geçmiş olsa da sorguluyoruz. Birazcık olsun kendi irademizle bu kudsî çağrıya icabet edebilseydik Allah’ın içimizde hidayet meş’alesini yakması söz konusu olabilirdi. Ne varki biz, zifiri karanlıklarda kalmak için direnip durduk ve nur hüzmelerinin düşünce dünyamıza sızmasına fırsat vermedik; hatta ruhumuza ait bütün menfezleri kapattık ve karanlıkta kalmaya razı olduk…’

Bu ayet, ahirette cin ve ins taifesine karşı yapılacak olan tevbih ve kınamayı, en çarpıcı şekliyle, hem de daha dünyada iken bizlere haber vermekle, düşmemiz muhtemel olan vahim bir durumdan bizleri sakındırmaktadır.

Bu ayetten istinbat edilen bir diğer mana ise, ins ve cinne ayrı ayrı peygamberlerin gönderildiği hakikatıdır. Dinler tarihinin de şehadetiyle biz, zaten insanlara peygamberlerin geldiğini biliyor ve kabul ediyoruz. En ücra yerlerde kimi vahşi kavimlerine bile, salt akılla ulaşmaları mümkün olmayan tevhid ufkuna ulaşabilmeleri için sürekli peygamber gönderilmiştir ki, bu hakikati gösteren yüzlerce delil mevcuttur. Şayet, çoğu destan ve efsanelerin arkası, ilmî araştırmalarla kurcalanıverse, hemen hepsinin arkasında peygamberlik hakikatlerinin mevcelendiği görülecektir. Medeniyet görmemiş en vahşî zannedilen insanların arasında dolaşıldığında dahi ‘her millet içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir’ (Fatır, 35/24) ayeti gözlerimizi kamaştırırcasına tüllenecektir.

Evet, zamanın hemen her diliminde, küre-i arzın her yerinde şuur sahiplerini, kötü ve eğri yolun encamından sakındırıp, onların nazarlarını ulvî alemlere çeviren peygamberin zuhur etmediği tek bir zaman dilimi ve tek bir ümmet yoktur. Cenab-ı Hakk, her yere ve her topluluğa, o topluluğun genel keyfiyetine göre mutlaka bir uyarıcı göndermiştir. Bu uyarıcıları, gönderildikleri ümmetlere -bunlar insan, cin veya diğer ruhani varlıklar olabilir- rehberlik etmiş, onların nazarlarını bulundukları süflî alemden, ulvî ve nuranî alemlere çevirerek onları aydınlatmışlardır. Bu, aksine ihtimal verilmeyecek derecede kat’i bir hakikattir.

Ancak, eskiden beri İslam alimlerince farklı mutalaa edilen bir mevzu vardır ki, o da; cinlerin de kendi içlerinden, kendilerine hitap eden peygamberlerin gelip-gelmediği hususudur. Acaba insanlar, Hz. Adem’le (as) başlayıp Efendimizle (sav) sona eren bir peygamberler silsilesi ile aydınlanıp, onların ruhanî iklimlerinde hayatlarını sürdürürken, cinler de aynı peygamberlerin nuruyla mı aydınlanıyor, yoksa onlara da kendi içlerinden birer peygamber mi gönderiliyordu?.

Bu hususla alakalı olarak geçmişten günümüze alimlerin değerlendirmeleri biraz farklı olmuştur. Başta İbn Abbas, Mücahid, Kelbî, İbn Münzir, Ebu Ubeyd gibi ilk müfessirler ki bu aynı zamanda cumhurun da görüşüdür, ‘insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cin taifesinin de peygamberidir. Onlar insanların arasında iken zaman zaman gidip cinleri de irşad etmişlerdir’ demişlerdir. Yani Hz. Adem (as), Hz. Nuh, Hz. İbrahim.. insanların peygamberi oldukları gibi cin taifesinin de peygamberleriydi; insanlığa getirmiş oldukları aynı hakikatleri onlara da anlatıyorlardı.

Ancak Dahhak, İbn Abbas’tan başka bir rivayet daha nakleder ki, bu görüşe göre, Cenab-ı Hakk cinlere ayrı, insanlara ayrı peygamberler göndermiştir. İbn Abbas’la beraber bu görüşü paylaşanlar, ‘Ey cin ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?’ (En’am, 6/130) ayetini delil olarak gösterirler. (1) Yani; ‘madem ki, burada cinler ve insanlar ayrı ayrı Cenab-ı Hakk’a muhatap oluyor ve her iki gruba da, kendi içlerinden peygamberlerin gelip gelmediği soruluyor; öyle ise, her iki taifeye de kendi içlerinden peygamber gelmiş olması gerekir; aksi takdirde böyle bir suale muhatap kalmaları makul sayılmayabilir’ demişlerdir.

Ve yine, ‘Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de o kadarını yarattı’ (Talak, 65/12) ayetinin tefsirinde İbn Abbas’tan bir rivayete göre Efendimiz (sav), ‘Başka alemlerde sizin Adem’iniz gibi Adem, Nuh’unuz gibi Nuh, Musa’nız gibi Musa, İsa’nız gibi İsa vardır’ (2) buyurmuşlardır.

Efendimiz’in bu tefsiri de göstermektedir ki, her aleme, o aleme mahsus peygamberler gönderilmiştir. Cinlerin de, kendi başlarına bir alem olduklarına göre düşünülecek olursa, onlara da kendi içlerinden birer peygamberin gönderilmiş olması gayet mantıklı olsa gerek.

İbn Abbas, bir başka rivayette de şunları söyler: ‘Cinler, Allah’ın dumansız ateşten yarattığı kullarıdır. Henüz dünyada insanın isminden dahi eser yokken, Cenab-ı Hakk cinleri yaratmış ve dünyanın imarını onlara yaptırmıştır. Fakat onlar daha sonraları yeryüzünde fesat çıkarıp ilk babaları olan Can’la gönderilen İlahi ahkamı unutup şirazeden çıkınca, Allah (cc) da, tekrar Yusuf isminde bir peygamber gönderdi; ama onu da şehid ettiler. Bunun üzerine cinler, göklerin sakinleri tarafından yeryüzünden uzaklaştırılıp denizlere sürüldüler’… (3)

‘Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı gelmiştir’ (Fâtır, 35/24), ‘Biz, Rasul göndermedikçe (hiçbir kavme) azab edecek değiliz’ (İsrâ, 17/15) ayetleri onlara da, ‘birini doğru yola sokmak için uğraşan’ manasında bir ‘uyarıcı’ ve ‘hakkı, hakikati tebliğ eden’ manasında da bir ‘Rasul’ gönderildiğini haber vermektedir. 

 

[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 7/85, 86
[2] Münâvi, Feyzü’l-Kadir, 3/365
[3] İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/49,50

Rivayetlerin Ortak Değerlendirmesi 5 dk.

Selef-i sâlihinden bazıları, insanlara gönderilen peygamberlerin cinlere de gönderildiğini söylerken -ki bu cumhurun görüşüdür- kimileri de cinlere ayrı peygamberlerin gönderildiğini söylemiş ve bu görüşlerini çeşitli delillerle ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu hususta, fakirin görüşlerine gelince, bu iki görüşün te’lifi istikametindedir:

1) İnsanlar henüz yaratılmadan önce gelip geçen cin taifesinin, o devrede yeryüzünün halifesi olması itibariyle, onlara kendi içlerinden peygamberlerin gönderilmiş olması ve bu peygamberlerin, kendilerine yüklenilen irşad ve tebliğ vazifesini ifa etmeleri o dönem itibariyle gayet tabiiydi ve onlar da bu vazifeyi hakkıyla eda etmişlerdir. Zira cinlerin mükellef olmaları bunu gerektiriyordu ki, daha önce zikrettiğimiz ayet ve hadisler de bu hususu desteklemektedir.

2) Hz. Adem’in (as) yaratılıp halife kılınmasından sonra ise, cinler insanlara tâbi varlıklar haline getirildiklerinden bu dönemden sonra insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cinlere de gönderilmiş olabilirler. Zaten, İslam alimlerinin büyük çoğunluğu da bu görüşü savunmaktadır.

3) Her iki görüşü te’lif edecek önemli bir nokta da bence şu olmaktadır; Allah (cc) gönderdiği her peygambere, o peygambere has bir şeriat vermemiştir. Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, sadece dört semavî kitap vardır ve bazı peygamberlere de sadece bazı sahîfeler verilmiştir. Halbuki bir hadiste ifade edildiği üzere onca nebinin yanında, bir de 313 mürsel peygamber gönderilmiştir. Ve bu peygamberlerin hepsi de, risaletle görevlendirildiklerine dair Cenab-ı Hak’tan emir almışlardır. Bu emri aldıktan sonra da behemehal irşad ve tebliğde bulunmuşlardır ki, peygamberliğin gerçek manası budur. O halde, elinde ne bir hususi kitap ne de hususi bir şeriat mevcut olan bu elçiler, kendilerine kitap verilen peygamberlere tâbi olmuşlardır. Mesela, Hz. Musa (as) yolunda belki yüzü aşkın peygamber gelmiştir. Ama bunların hepsi de Tevrat’ın hükmü ile amel etmişlerdir. Hz. Davud (as) gibi cihan çapında bir saltanatın sahibi peygamber dahi, saltanatı misyonunun bir buudunun tezahürüydü. Hz. Davud’a verilen ‘Zebur’, evrad-u, ezkâr, zühd ve rekâik gibi hususları ihtiva ediyordu. Yine Hz. İbrahim (as) döneminde birçok peygamber vardır: Hz. İsmail ve yeğeni Hz. Lut (as) bunlardandı. O dönemde câri olan ahkam ise, Hz. İbrahim (as)’e verilen ‘sahifeler’den ibaretti. Hz. Mesih döneminde, İncilin ahkâmıyla amel eden nebi bilmiyoruz. Hz. Zekeriyya (as) ve Hz. Yahya (as) gibi bu döneme ait olan peygamberler de ihtimal ki tevratla amel ediyorlardı. Bunlardan başka ehl-i keşfin istihracı ve zayıf kabul edilen bir hadisin işaretiyle Halid b. Sinan adında, kendisine kitap ve şeriat verilmeyen bir peygamber daha vardır ki onun Hz. Mesih’le Efendimiz arasında gelip vazife yaptığı söylenmektedir. [1]

Bütün bunlar gösteriyor ki, kendisine kitap veya şeriat verilen peygamberler, kendilerine bağlı olan diğer peygamberleri, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini esas alarak onları tavzif edebilmekte ve irşad adına onları yönlendirmektedirler. İhtimal bu peygamberler kendilerine inanan cinlerin bazılarını da istihdam edebiliyor ve onları cin taifelerini irşad etmede vazifelendiriyorlardı.

Bunun açık örneğini Efendimizin hayat-ı seniyyelerinde çok bariz olarak görmekteyiz. Şöyle ki, cinler, ‘Nahle’ denilen yerde Efendimiz’i dinleyip, ardından da kendi kavim ve kabilelerini irşada gitmişlerdi ki [2] bu topluluk, Kur’an’da, ‘münzirîn’ (uyarıcılar) ismiyle anılmaktadır. Haddizatında bu sıfat, Kur’an-ı Kerim’de sadece peygamberler için kullanılan bir tabirdir. Ayette: ‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. O’na gittiklerinde birbirlerine ‘susun’ dediler. (Okuma) Bitince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.’ (Ahkâf, 46/29)

Hulasa; insanoğlu yaratıldıktan sonra, artık cinlerden peygamber gelmemiş gibi bir anlayış güçlü gibi görünmektedir. Kur’an’ın ‘münzir’ dediği cin taifesine, illada peygamber denilecekse, ‘peygamberler tarafından tavzif olunan’ manasında peygamber demek olur ki, böyle bir tesmiye de yerinde olmasa gerek.

 

[1] İbn-i Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/296; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/466
[2] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/210-216

Hz. Muhammed (sav) İns ve Cinnin Peygamberidir 4 dk.

Peygamber Efendimiz (sav), hem insanlara, hem de cinlere gönderilmiş son peygamberdir. O’nunla peygamberlik kapısı bir daha açılmamak üzere ebediyyen kapanmıştır. O’nun bu manada âlemşümûl bir peygamber olduğunu ifade eden pekçok ayet ve hadis vardır. Bunlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, Efendimiz’in bu özelliği çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır.

O ki, peygamberlik şiirinin kafiyesidir. Kendisinden önce peygamberlikle alakalı söylenen sözleri, O bağlayıp vahdete irca etmiştir. Öyle olması yönüyle de, eşsiz bir söz sultanıdır; O konuşurken herkes susacak, O’nu dinleyecektir. Nitekim öyle de olmuştur; insanlar, cinler hatta bütün ruhaniler, O’nun getirmiş olduğu, her biri bîhemta altın kıymetinde olan hakikatleri dinlemiş.. dinlemiş ve tasdik etmişlerdir. Cin Sûresi, baştan başa bu hakikatı anlatan bir destandır. Bu destan, O’nun eşsiz üslubunun ruhaniler arasında da dinlenip o fem-i güher’den çıkan fermanların tasdik edildiğinin destanıdır… Fakat biz, bu konuyla alakalı örnekleri bir sonraki bölüme bırakıyor, burada Efendimiz’in, kendi hususiyetleriyle alakalı ifade buyurdukları bir hadis-i şerifi zikretmek istiyoruz.

O, ‘Bana benden evvel, hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesafeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (İlahî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i taharet kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes (bulunduğu yerde) namaz kılsın! Ganimet, benden evvel kimseye helal sayılmadığı halde bana helal kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben ise bütün insanlığa elçi olarak gönderildim’ [1] buyurmaktadır.

Allah’ın küllî manada herkese, hususî manada da her ümmet ve her nebiye ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı olmuştur; Hz. Adem ve evladına safvet ve esmâya (isimler) mazhariyet; Hz. Nuh’a, mücadele, kararlılık ve azimet; Hz. İbrahim’e, pekçok nebiye baba olma mazhariyeti, tevhid aşkı ve hillet; Hz. Musa’ya talim, terbiye, içtimâi ilimler ve içtimâiyatta dirâyet; Hz. İsa’ya beşerî münasebetlerde yumuşaklık, sabr u tahammül, müsamaha, şefkat ve muhabbet; zaman ve mekanın efendisi Hz. Muhammed (sav)’e ve O’nun şahsında ümmetine ise, enbiyâ-i sâlifeye lutfedilen hususlara ilave olarak irade, hikmet, muvâzene, te’lif, terkip gibi mükemmellik ve cihanşümûl olmanın özellikleri bahşedilmişti. Bu itibarla O’nun getirmiş olduğu mesajın, diğerlerine nisbeten daha külfetli, daha mes’uliyetli olmasına karşılık, daha latif, daha yüksek, daha bereketli ve daha beşerî olduğu söylenebilir. Bu da Efendimiz’in cihanşümûl hususiyetlerinden biri sayılır.

Ayrıca bu hadis-i şeriften, herhangi bir tekellüfe girmeden O’na ait şu hususiyetlerin istinbat edilmesi de mümkündür:

 

  • Bu beş hususiyet, tamamen mazhariyet-i Muhammediye’dir. O’ndan başka hiçbir peygamber, bu vasıflarla serfiraz kılınmamıştır.
  • İbadetlerin mâbetlere ve din adamlarına bağlı olmayışı, O’nun getirmiş olduğu mesajın cihanşümûl bir buudunu teşkil ettiği gibi, her yerde, her zaman, Hâlik-mahluk alakasıyla, Mâbud’la münasebete geçme kolaylığını da ifade etmektedir.
  • Ganimetler, zatında haram olmadığı, o mevzudaki yasağın zamanla alakalı bir imtihan olduğu, Efendimiz döneminde ise, yasağa esas teşkil edecek hususların aşıldığı veya ortadan kalktığı anlatılmaktadır.
  • Şefaatin hak olduğu ancak, şümûlü, ihatası ve keyfiyeti itibariyle bir ölçüde herkesi alakadar eden şefaat-i uzmanın (ahiretteki büyük şefaat) sadece Efendimize (sav) lutfedildiği açıklanmaktadır.
  • Önceki peygamberlerin dar dairede, kavim ve kabilelerine, Peygamberler Sultanı’nın ise, topyekün insanlığa, hatta bütün varlığa elçi olarak gönderilmesi, dolayısıyla da değişik cemaat ve kabilelere gönderilen peygamberlerin elçiliklerinin, o cemaat ve kabilelerin devamıyla kayıtlı olmasına karşılık, bütün varlığı alakadar eden bu büyük risaletin dünya durdukça sürüp gideceğine işaret buyurulmaktadır. Yine bu hususla alakalı başka bir hadis-i şeriflerinde ise Efendimizin, ‘diğer peygamberler sadece kendi kavim ve kabilelerine gönderildiği halde ben, cin ve insanlara gönderildim’ ifadesi, O’nun bu özelliğini daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Kur’an ise, başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak derecede kısa ve net bir ifadeyle; ‘Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.’ (Enbiya, 21/107) buyurmakta ve O’nun bütün hususiyetlerini farklı bir buuddan tek cümleyle ifade etmektedir.

 


[1] Buhari, Teyemmüm 1; Salat 56; Cihad 122; Tabir 11; İ’tisam 1; Müslim, Mesacid 3, 5-8; Tirmizi, Siyer 5; Nesei, Gusül 26

Efendimiz (sav) Birçok Defa Cinleri İrşad Etmiştir 6 dk.

Cinler, Cin Sûresi’nde anlatılan şekliyle uyarıcılar (münzirîn) olarak kendi kavimlerine gittikten sonra, hey’etler halinde tekrar Efendimize gelerek O’nu dinledikleri de rivayet edilmektedir.

Mesela, İbn-i Mes’ud: ‘Efendimiz elimden tuttu, beni dağların verasına götürdü. Bulunduğumuz yer tepelerin çok gerisinde kalmıştı. Efendimiz etrafıma bir çizgi çizerek, ‘bunun içinde dur ve ben gelinceye kadar ayrılma’ diyerek benden uzaklaştı. Zayıf bir rivayette ben dağlardan aşağıya koşuyor gibi, birçok karaltının Efendimizin etrafında hızla bir hale meydana getirdiğini gördüm. Bir aralık ‘acaba Rasulü Ekrem, Havazin’in hücumuna mı uğradı? Hiç olmazsa kılıcımı çekip onlarla savaşayım’ diye düşündüm. Fakat O’nun bana ‘yerinden ayrılma’ fermanı ağır bastı ve yerimde kalmaya karar verdim. Şafak sökünceye kadar da orada bekledim. Etrafta gürültüler, tarrakalar oluyordu.. sanki ben başka bir alemde gibiydim. Efendimiz tekrar yanıma döndüğünde beni dimdik ayakta gördü ve ‘Hâlâ bekliyor musun?’ buyurdu. Ben de: ‘Ya Rasulallah, üç ay daha beklemem gerekseydi senin için yine beklerdim’ deyince şöyle ferman ettiler: ‘Eğer bir lahza yerinden ayrılsaydın kıyamete kadar bir daha beni bulamazdın.’ (1)

Yine İbni Mes’ud Hazretleri, Medine’de cereyan eden bir başka vak’ayı da şöyle nakleder: ‘Ashab-ı Suffa olarak bizler mescidin suffasında, halk tarafından yemeğe götürülmeyi bekliyorduk. Ben evrâd u ezkârla meşgul olduğum için, herkes götürülmüş, ben unutulmuştum. Allah Rasulü, yanımdan geçerken beni gördü ve ‘kimsin sen?’ dedi. Ben de ‘İbni Mes’ud, Ya Rasulallah’ dedim. ‘Gel benimle, galiba seni unuttular’ ferman etti ve beni aldı, Ümm-ü Seleme’nin evine götürdü. Kapıya varınca bana: ‘Burada bekle, varsa sana birşeyler hazırlayayım’ buyurdular. Bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen dışarıya çıkmadı. Neden sonra hizmetçi bir kadın! ‘Rasulü Ekrem evde birşey bulamadı ve senin tekrar mescide gitmeni istedi’ emrini getirince, ben de dönüp mescide geldim. Tam evrâd u ezkara yeniden başlamıştım ki, bir sahabi gelip, Allah Rasulü’nün, tekrar beni istediğini haber verdi. Yanına girdiğimde Allah Rasûlü, elindeki hurma salkımı ile göğsüme dokunarak: ‘Bu gece benimle beraber geleceksin’ dedi. Beraberce Medine’nin ‘Baki-i Gargad’ mezarlığına gittik. Bana ‘sen burada kal’ deyip benden uzaklaştı. O anda yine karaltıların sağdan-soldan Efendimizin etrafını sardığını gördüm. Başları sanki bulutlarla bütünleşmiş uzun boylu, beyaz elbiseler içindeki bu siyah varlıklar, adeta heyulalar gibi gözlerimin önünden geçiyordu. (Belki de kendi keyfiyetleri ile zuhur ediyorlardı.) Ve Efendimiz sabaha kadar, etrafını saran bu garib mahluklara Kur’an okudu. Sonra da yanıma geldi ve Medine’ye döndük.’ (2)

Bu tür hadiseler, Efendimizin (sav) peygamberlik hayatı boyunca bir çok defa cereyan etmişti. Hatta Ebu Nuaym, vahyin başlamasıyla, Efendimizin Taif’e gidip tebliğ ve irşadda bulunduğunu, oradaki insanların kabul etmemesiyle Efendimizin mahzun ve mükedder olarak geri döndüğünü haber verdikten sonra, Efendimizin bir yerde istirahat için oturunca, bir anda etrafının karartılarla sarıldığını haber verir ki, bunlar üç yüz kadar bir cin taifesidiydi ve O’na biat için gelmişlerdi! Sanki beşer, Allah Rasûlü’ne kapılarını kapatınca, Allah (cc), melekût aleminin kapılarını ona açıyor ve başka taifelerle onu teselli ediyordu. (3)

Bu konuya delalet eden bir hadisi daha zikrettikten sonra konuyu noktalamak istiyorum; yine İbni Mes’ud anlatıyor: ‘Cin taifesi gelerek Allah Rasulü’ne biat etmişlerdi. Onlar gittikten sonra Efendimiz bana: ‘Abdullah! Rabbim, bana ins ve cinnin iman edeceğini vaadetti. Şu anda her ikisi de oldu. Demek ki, vazifem bitti ve ölüm vakti yaklaştı’ iş’arında bulundu. (Evet eğer onun vazifesi bitti ise, bir an önce bu ten cenderesinden kurtulup, ‘er-Refiku’l-A’la’ya ulaşacaktı. O’nun bu ifadesiyle irkilip, içimde bir burkuntu hissettim.) ‘Ya Rasulallah! Yerinize bir halife seçseniz’ dedim. ‘Kimi?’ deyince de ‘Ebu Bekir’i’ dedim. Sükut buyurdular. Sonra aynı sözü tekrar edip, her soruşunda da Hz. Ömer ve Osman’ı zikrettim. Hepsinde susmuşlardı. En sonunda ‘Hz. Ali’yi’ deyince, ‘Ali’ye itaat edenler kurtulur’ buyurdular. (Demek, halifeliği döneminde Hz. Ali’ye itaat etmek çok zor olacaktı. Zira onun devrinde hak-batıl birbirine karışacak, herkes Hakk’ın müdafii olduğunu iddia edecekti ama, iş şirazeden çıkacaktı. Bunu bildiğinden dolayı Efendimiz, ona itaat edenin kurtulacağını haber vermişti…)

Bütün bu vak’alar, Efendimizin müteaddit defa cinlerin davetine icabetle, onlarla görüşüp irşad ve tebliğde bulunduğunu ifade etmektedir. Zira O, Alemlerin Sultanı, ins ve cinnin peygamberidir. 

 

[1] İbn-i Kesir, Tefsir, 7/274-285
[2] İbn-i Kesir, Tefsir, 7/283
[3] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/210-211

Cinlerde Sahabilik 5 dk.

Mü’min olarak Efendimizi (sav) görüp O’nun sohbetinde bulunan kimselerin ‘Sahabi’ kabul edilmesi gibi, O’nu gören her cin de ‘Sahabi’ kabul edilmiş ve aralarında hiçbir fark gözetilmemiştir.

Hatta müfessirler, ‘Cinlerden bir grubu Sana yönelttiğimizde..’ (Ahkâf, 46/29) ayetinde anlatılan cinleri isim isim saymış ve onların, cin taifesinin en büyük ‘Sahabileri’ olduklarını söylemişlerdir. Bizim tesbitimize göre de, sayıları yedi veya dokuz olarak kabul edilen bu cinler, tıpkı Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’un siyanetleri gibi, şer ve şerirlere karşı kendileriyle tevessül edildiğinde koruyuculuk yaparlar ki, onlar, -Kur’an’da anlatılan şekliyle- Allah Rasulü’nü ilk defa görüp dinleyen, ardından da kavim ve kabilelerine birer ‘münzir’ olarak dönen cinlerdir. Binaenaleyh, bu yönüyle de onları, onlar arasındaki Sahabe’nin ileri gelenlerinden kabul edebiliriz.

Süheyli, Ömer b. Abdülaziz’le alakalı bir vak’ayı anlatırken, bu cinlerden de bahseder. Vak’a şöyledir: Ömer b. Abdülaziz, birgün kırda dolaşırken, ölü bir yılan görür. Atından iner ve mendiline sararak o ölüyü toprağa defneder. (İhtimal o büyük insan, ‘gayb-âşinâ’ gözleriyle bu meyyitin bir cin olduğunu keşfetmiştir) O esnada etraftan bir ses: ‘Saraka öldü, Saraka öldü..’ diye etrafı çınlatır. Ömer b. Abdülaziz, bu ses sahibinin kim olduğunu sorar. Bu soru üzerine: ‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere Sana yöneltmiştik..’ (Ahkâf, 46/29) ayetinde anlatılan cinlerden biriyim’ der ve sözlerine şöyle devam eder: ‘O gün Allah Rasûlü’nü dinleyip kavmine ‘uyarıcı’ olarak dönenlerden hayatta sadece Saraka ile ben kalmıştım. Bugün kâfirlerle harbederken, Saraka da şehid oldu. Şu anda, sadece ben varım.. sana müjdeler olsun ey mü’minlerin emiri! Zira biz Allah Rasûlü’nün huzurunda iken, bir aralık dönüp: ‘Sizlerden Saraka bir yerde şehid olacak. Onu ümmetimin en hayırlılarından biri kefenleyip defnedecek’ buyurdular. İşte o haber bugün aynen cereyan etti. Ne mutlu sana ki, sen O’nun müjdelediği o hayırlı insansın!’ [1]

Hz. Aişe validemiz anlatıyor: ‘Bilmeyerek, evde dolaşan bir canlıyı (muhtemelen bir yılanı kastediyor) öldürmüştüm. O gece rüyamda beni yüksek bir mahkemeye çağırdılar ve benim cinayet işlediğimi söylediler. ‘Hayır, ben kimseyi öldürmedim..’ dediysem de, ısrarlarından gündüz öldürdüğüm canlıyı kastettiklerini anlamıştım. Meğer o bir cinnî imiş. Kendimi müdafaa için: ‘O niçin eve gelip beni gözetliyor?’ deyince: ‘Hayır, o asla sana bakmak için gelmezdi. Hele saçın-başın açıkken, kat’iyen odana girmezdi. Fakat o, bir Kur’an aşığı idi. Rasûlullah’tan ilk dinlediği Kur’an zevki, onu o kadar sarmıştı ki, Allah Rasûlü’nden sonra o manevî zevki, hep senin Kur’an’ında arardı. Evine gelişi işte de bu sebepleydi..’ dediler. Hz. Aişe validemiz diyor ki; ‘uyandığımda rüyanın dehşetinden kan-ter içinde kalmıştım. Hatamı affettirmek için de, sadaka dağıtıp, bazı köleleri hürriyete kavuşturdum…’ [2] Evet, anlaşılan Kur’an dinlemek için o eve gelen, cinlerden bir Sahabi idi ve Hz. Aişe validemiz, yanlışlıkla böyle bir Sahabiyi katletmişti ve bundan dolayı manevi bir mahkemede hesaba çekilmişti.

Görülüyor ki, kim İki Cihan Serveri’yle irtibata geçse, hemen evc-i kemâle yükseliyor. Nasıl ki insanlar, O’na dilbeste olup gönülden bağlanmakla bir anda O’nun arkadaşları oluyor ve ‘Sahabe olma’ şerefiyle serfiraz kılınıyorlar; öyle de, O’nun getirmiş olduğu o kutlu mesaja kulak veren cinler de aynı noktaya ulaşabiliyorlar. İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şayet onlar da bizim gibi bir ümmet ise, bizim Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’umuz olduğu gibi, onların da Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud’u vardır. Bizim aşere-i mübeşşeremiz; hatta üçlerimiz, yedilerimiz, kırklarımız olduğu gibi; onların da aşere-i mübeşşeresi, üçleri, yedileri, kırkları olduğu söylenebilir. 

 

[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/214
[2] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 16/214,215

Cinler İnsanlara Tâbidir 4 dk.

Elimizdeki nasslara bir bütünlük içinde baktığımızda görürüz ki, cinle ins arasında esas itibariyle ciddi bir fark yoktur. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.

Hayat tarzı olarak böyle olduğu gibi, düşünce ve fikir açısından da her zaman bir paralellik sözkonusudur. Cin suresinde, onların bu durumu, kendi ifadeleri içinde şöyle anlatılır: ‘Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler de) var. Biz çeşitli yollara ayrıldık.’ (Cin, 72/11)

‘Biz çeşitli yollara ayrıldık’ ifadesinin tefsiri sadedinde Ahmed b. Hanbel, Süddî’den şu değerlendirmeyi nakleder: ‘Her zaman Cinler içinde, tıpkı beşerde olduğu gibi, ‘Kaderiyye’, ‘Mürcie’, ‘Müşebbihe’.. vardır.’ [1] (Haliyle Yahudi, Nasrâni, Mecûsi, Putperest.. de var demektir. Hatta bunu Müslümanlar arasında zuhur eden hak ve batıl meslek, meşrep ve mezheplere teşmil etmek mümkündür. Evet, bunların kimisi Cebriye mezhebindendir, ‘insanın iradesi yoktur’ der.. kimisi, ‘Allah, insanın işine karışmaz; kul fiilini kendi yaratır..’ der, Mu’tezile mezhebini temsil eder.. kimisi ‘Mürcî’dir, amelin tesiri mevzuunda belli bir saplantıyı mırıldanır.. kimisi de ‘Müşebbihe’dir, Allah’ı (cc) başka şeylere benzetip, O’na mekan ve hayyiz isnad eder.)

İmam Süddî Hazretleri, Tâbiin’den bir zattır. Onun devrinde, cinler arasında bu kadar tefrika ve ayrılık sözkonusu ise, kimbilir o iftiraklar bugün ne haldedir! İhtimal, bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tâbi varlıklardır. Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Rasûlü’nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhanîler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.

Böyle olduğu için, Ümmet-i Muhammed’in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmemiz, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.

Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler alemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar. Cin Sûresi’nde, onların, bizimle aynı şeyleri paylaştıkları gayet veciz olarak şöyle anlatılır: ‘Bizden Müslümanlar da var, Hak yoldan sapanlar da. Kimler Müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır.’ (Cin, 72/14-15)

Bu ayetlerde de açıkça görülmektedir ki, cinlerin de, tıpkı bizim gibi, bir kısım mülhid, muannid ve mütemerridleri olduğu misüllü, dupduru, saf ve muhlis olanları da vardır.

 

[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 19/15

Hz. Süleyman ve Cinleri İstihdamı 8 dk.

İnsanlarla cinler arasındaki hayat ve fikir benzerliğinin yanında, bu iki tür varlık arasında, zaman ve mekan buudu bakımından ciddi bir farklılığın olduğu da bir gerçek. Şüphesiz bu farklılıklardan biri, insanoğlunun ulaşamadığı bazı noktalarda, onların istihdam edilebilmeleridir. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği üzere, Hz. Süleyman (as) döneminde bu iş, peygamber eliyle yapılıyordu. O günden bu yana da insanlar, sürekli cinlerden istifade yollarını araştırmaktadır. Günümüzde bu çalışmalar ferdî gayretleri aşarak bazı devletlerin meşguliyet alanlarından biri haline gelmiştir. Evet günümüzde bu konuda ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Görülen odur ki, istikbalin süper devletleri, birbirlerine karşı verdikleri kavga ve mücadelede, cinleri kullanacak ve böylece başarı oranlarını artırmaya çalışacaklardır.

Aslında, bu bir teshir ve istihdam meselesi olduğundan, şartlar yerine getirildiğinde cinler, her zaman insanlara musahhar hale gelebilir ve en ağır işlerde bile istihdam edilebilirler. Kur’an-ı Kerim, Hz. Süleyman’a (as) ait mucizeleri nazara vererek bu hususa, açık-kapalı pek çok işaretlerde bulunur ve onları en verimli, en ileri seviyede kullanma yollarını öğretir. Kur’an’ı dinleyen ve onun dediklerini pratikte tatbik eden kim olursa olsun, bu neticeyi elde edebilir. İşte bu ayetlerden bazıları: ‘Onun (Süleyman) için denize dalan ve bundan başka işler yapan bazı şeytanları da emrine vermiştik. Onlar, bundan başka işler de yapıyorlardı. Hepsini de gözeten bizdik.’ (Enbiya, 21/82)

Evet, Hz. Süleyman (as), kendisine verilen bir mucize olarak cinleri istihdam ediyordu. Bu cinlerden bir kısmı -ki Kur’an onlara şeytan demekte- dalgıçlık işinde fevkalade mahirdiler. Bu dalgıç cinler, Hz. Süleyman hesabına çalışıyor ve insanların ulaşmaları çok zor derinliklere dalıp, denizlerin zenginliklerini çıkarıyorlardı. Telepatinin bu işle alakası var veya yok onu bilemeyiz, fakat bu ayet bize çok önemli bir noktayı işaret etmektedir ki, o da, ileride (Belki de Jüliver’in hayallerinin tahakkuk ettiği zamanlarda) çok uzun süre deniz altında kalma, orada müreffeh bir hayat yaşama ve bu hayatı devam ettirme imkanı doğacak demektir.

Cinler, dalgıçlığın ötesinde, akıl almaz işler de becerebilmektedirler… Evet onları daha başka işlerde istihdam etme imkanı da vardır. Mesela, devletlerarası haberleşme alanında cinleri kullanmak, hem daha süratli, hem de daha emin bir yol olabilir. Bilhassa bir kısım gizli haberleşmelerde telsiz, telgraf veya telefonların şifre ve kodlarının çalınma ihtimaline karşılık, cinlerin kullanılmasında böyle bir riziko sözkonusu olmayacaktır. Bu yönüyle cinler, ileriki zamanın belki de en emin ulakları olacaklardır. Yarınlar kim bilir daha nice harikalar karşımıza çıkaracaktır.

Ancak cinleri bu şekilde istihdam ederken, insanın aklına: ‘Acaba sırlarımızı tevdi edip, cinleri ulak olarak kullanırken, onlara tam itimad edebilir miyiz?.. hem onlar şuurlu, iradeli varlıklar olduklarından birgün canları sıkılıp bu kadar istihdamın intikamını bizden almazlar mı?’ sorusu gelebilir. Ancak Kur’an-ı Kerim, bu soruya cevap mahiyetinde: ‘Biz onları onun emrinde tutuyorduk’ buyurmaktadır. Yani onlar, isteseler de Hz. Süleyman (as)’ın emrinden dışarı çıkamıyor ve ona ihanet edemiyorlardı. Adeta, ister-istemez ona itaat etme mecburiyetinde idiler. Demek ki, onları elde tutacak, itaate kodlayacak bir şifre vardı. Nebide o, bir mucize idi.. bizde meharet ve ledünniyata açılma olabilir. O elde edildiğinde, cinler mûti birer nefer haline gelebilirler. İhtimal, geleceğin insanını en çok meşgul eden husus, bu şifreyi elde etmek olacaktır.

Yukarıda arzettiğimiz üzere, cinler, Allah’ın izin ve emriyle Hz. Süleyman’a (as) hizmet ediyorlardı. O’na karşı isyanları söz konusu değildi. Zira bu takdirde başlarına gelecek cezayı biliyorlardı.

Her nebi, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden birine, diğer esmâya nisbeten âzâm derecede mazhardır. Diğer bir ifade ile, her nebi kendi isminin mazharıdır. Muhyiddin İbni Arabi’nin dediği gibi, ‘Süleyman’ isminde, ‘şehadet ve gayb aleminde saltanat sürme, görünen ve görünmeyen alemlerin emrine musahhar kılınması..’ manaları vardır. İşte bu isme mazhariyeti sebebiyledir ki Hz. Süleyman (as)’a, Cenab-ı Hak tarafından her iki aleme hükmetme yetkisi verilmişti. O, bir eli hep şehadet aleminde, diğer eli de gayb aleminde iş görüyordu. Yani o, -Allah’ın izniyle- her iki alemde de tasarrufta bulunuyordu. Yanındaki insanlarla konuştuğu gibi, gaybın sekeneleri ile de konuşup-görüşebiliyordu. Bu durum, diğer peygamberlerde de mucize kabilinden yer yer sözkonusu olsa da Hz. Süleyman (as)’ın günlük yaşantısı adeta hep böyle devam ediyordu. O, ‘Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı’ (Sebe’, 34/13) ayetinde işaret edildiği gibi, istediği herşeyi cinlere yaptırabiliyordu.

Ben bu ayetlerin bir de, ‘Güzel Sanatlar Tarihi’ açısından incelenmesi gerektiği lüzumuna inanıyorum: Cinlerin bu maharetlerinin, dünyevî ve maddî işlerde olduğu gibi, insanların sanat anlayışlarında da büyük etkisinin olduğu söylenebilir. Maddeye sırtını çevirerek manaya dönen ve daima kendini dinleyen; kadını kadınlığı, erkeği erkekliği içinde ele alan Romantizm akımı, belki de beşere ilk defa cin taifesinin armağanıdır. Bunu, Romantizm’in her sahası için düşünmek mümkündür. Yine, edebiyat ve felsefede de böyle olmaması düşünülemez. Bizim kanaatimiz odur ki, bu sahada son sözü, cinleri kendilerine musahhar eden büyük düşünür ve sanatkarlar söyleyecektir. Bu binaya son taşı onlar koyacak.. akliyatta en ileri düşünce onlardan gelecek, edebiyatın her türünde en verimli ve beğenilen eserler, onların eliyle hazırlanacaktır. Kur’an’ın ayetlerinde, bütün bunlara bazı işaretler bulmak mümkündür. Melekler ve ruhanîler, böyle bir teshirden âzâde oldukları için, onlar, Allah’ın emriyle ümmetin salih olanlarına rehberlik yapıp yol gösterseler de, cinlerle alakalı teshir ve istihdam onlar için katiyyen sözkonusu değildir.

Şimdi yeniden sadede dönüyoruz. Nasıl ki, Cenab-ı Hakk kadri yüce nebisine cinleri musahhar kılmış, ona, onları istediği şekilde ve istediği alanda kullanma imkanı vermiş, öyle de ileriki zamanlarda, çok geniş çapta ve ileri seviyede onlardan istifade yollarını açacak demektir. O yolu bulabilen herkesin, bu taifeden istifadesi mümkün olacaktır. Yeter ki, onların şerrinden korunup ve onların oyuncağı olunmasın.

Cinlerin Sultasına Girenler 6 dk.

İnsanların, cin taifesini kendi emrine alıp kullanabilmeleri mümkün olduğu gibi, bazen de cinlerin insanın emrinde gibi görünüp, onu oyuncak ve maskara haline getirmeleri de mümkün ve vâkidir. Mazide bunun birçok örneğine şahit olduğumuz gibi, bugün de buna ait pek çok örnekler gösterebiliriz. Şeytanın en büyük hilesi, kendisini kendi tâbilerine inkar ettirmesidir. O, topyekün beşer üzerinde bir hükümranlık kursa bile, ‘beşeri yine beşer idare ediyor’ der ve insanları buna inandırıp, kendisini inkar ettirebilir..

Ehl-i keşfin müşahedelerine göre, eskiden şeytanın hükümranlığı, direkt inkar-ı Uluhiyet adına olurdu. Şimdi ise bu husus, dolaylı yollardan ve materyalizm, komünizm vb. batıl sistemlerin vesayetinde gerçekleşmektedir. Bu açıdan, bu sistemler hayatta kaldıkları müddetçe, şeytanın hükümranlığı devam ediyor demektir. Bu sistemler uğrunda çaba veren insanlara gelince; onlar ruhları şeytan işgaline uğramış ve melekî yönleri sıfırlanmış kimselerdir. Böylesi kişiler, şeytana oyuncak ve mel’abe olmuşlardır ama işin farkında değillerdir.

Evet, günümüzde birçok zavallı insan, gurur ve kibrin birer heykeli, müstehcenlik ve fuhşun âzat kabul etmez kölesi, hayvanları çok geride bırakacak denaetin en çirkeflerine gömülmüş olmasına rağmen, yine de kendisini bir nezahet kahramanı görmekte ve bu nezaheti kimseye bırakmamaktadır.

Aslında bütün bunlar, şeytanın bir hükümranlığı ve kendini inkar ettirerek insan üzerinde saltanat kurmasının ifadesidir. O, böyle bir saltanat uğruna dünyanın dört bir yanında devletler kurdurmakta ve bu devletler vasıtasıyla yine insanlığın huzuru, saadeti adına milyonlarca insanı katlettirmekte ve bütün bunları meşru göstermektedir. Oysa yeryüzünde, böylesine bir tenakuz ve canavarlığın başka bir örneği görülmemiştir.

Cinler ve şeytanlar, tesir altına aldıkları insanlara fert veya sistem adına her âdiliği yaptırtabilir ve bunları yaptırırken de suret-i haktan görünerek insanları yaptıkları şeylerin güzelliğine ikna edebilirler.

Yer yer Uluhiyet’i inkar edip; (haşa) İlahlık iddiasında bulunan, nebileri inkar ederek peygamberlik taslayan, manayı inkar ile maddeciliği ikame etmeye çalışan insanların varlığına şahit oluruz. Aslında bunlar, zımnî olarak herşeyin kendi emir ve sultaları altında olduğuna inanırlar. Oysa onlar, cinlerin ve şeytanların elinde oyuncak haline gelmiş bir kısım habislerdir ki, yapmak istedikleri herşeyi onlar vasıtasıyla ve onların rehberliğinde yaparlar ama, bunun farkında değillerdir.

Ebu Bekir el-Kureyşî anlatıyor: ‘Abbas b. Mirdas (ra), halim, selim, temiz kalbli, ufku geniş bir insandı. Cahiliye devrinde bile pırıl pırıl bir hayat yaşamıştı. Ashab içinde sanki ikinci bir Ebu Bekir’di. Daha sonra gelip Allah Rasulü’ne Müslüman olduğunu bildirip teslim olan bu sahabi, başından geçen bir hadiseyi bize şöyle nakletmişti: ‘Bir öğle vaktiydi. Kapımın önünde duruyordum. Birden bire karşımda devekuşu gibi birşey belirdi. Evet, karşımda üzerinde bembeyaz elbiseler içinde birisi vardı. Bana: ‘Galip b. Fihr evladından biri, Mekke’de önemli bir misyonla zuhur etti’ dedi. Bu söz üzerine ben adeta şaşkına dönmüştüm. Moralim altüst olmuştu. Hemen kabilemizin putu olan ‘Dimar’ın karşısına varıp, yüzünü-gözünü öptüm ve ona gerekli ta’zimi gösterdim. O anda bir çığlık duydum. Sanki bu çığlık karşımdaki puttan geliyor gibiydi.. evet, sanki o konuşuyordu. Kulağımı dolduran sesin içinden şunları seçebildim: ‘Dimar helak oldu. Bundan sonra Dimar yoktur. Mescit ehli, Dimar’a galebe çaldı..’ Ben iyice yıkılmıştım. Oradan ayrılarak bitkin bir vaziyette kavmimin yanına geldim. Neden sonra anladım ki, artık Dimar’ın söyleyecek sözü kalmamıştı. Demek ki, asıl Söz Sultanı çıkmış ve şu anda Medine’de bulunuyordu. Kavmimden bazı insanlarla bineklerimize binip Medine’ye doğru yola koyulduk. Geldiğimizde Allah Rasulü’nün mescitte olduğunu öğrendik. Ve mescide vardığımızda O’nu kapının önünde bulduk.. o, bize tebessüm ediyordu. Bana ismimle hitap ederek: ‘Ya Abbas, başından geçenleri bize de anlatır mısın?’ dedi. Olanları Allah Rasulü’ne ve Ashabı’na birer birer anlattım..’ [1]

Dimar zaten yıkılıp giden demektir. Onun akıbeti esasen yeryüzünde çeşitli ad ve ünvanlarla ayakta durmaya çalışan bütün ‘Dimar’ların da akıbetidir. Artık hakk gelmiş, batıl da zail olmuştu.. ve zaten batıl, ömrü ne kadar olursa olsun, mutlaka birgün yıkılıp gitmeye mahkumdu. Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus, bütün bu yıkılıp gitmeye mahkum Dimar’ların içinde bir şeytan veya cinnin bulunma keyfiyetidir. İnsanları bu mevzuda saptıran mutlaka bir cinnin veya şeytanın var olduğu hiçbir zaman kulakardı edilmemelidir. 

 

[1] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 8/246-247

Cinlerin Sultasından Korunma Yolları 17 dk.

Cin ve şeytanların sultasından korunmanın tek çaresi, manevî donanım ve iç-dış bütünlüğüne ermektir. Böyle bir donanımı gerçekleştiremeyen ve böyle bir bütünlüğe eremeyenlerin bir yanları mutlaka şeytanların hakimiyeti altındadır ve o insan eksiktir. Dış ve iç bütünlüğünün manası bir anlamda kalb ve davranış birliği ile çok ciddi alakalıdır. İnsan, inandığını tam yaşadığı zaman bu vahdete kavuşmuş olur. Zaten Vâhid ve Ehad olan Allah’a (cc) kulluk da, böyle bir vahdeti gerektirmektedir. Evet, Tevhid-i kıble ve teveccüh-ü tam ile O’na yönelenler, cin ve şeytanların sultasına karşı kesinlikle muhafaza altına alınmış sayılırlar. Dual yaşayan iki yüzlüler ise, böyle bir garantiden mahrumdurlar.

Cin ve şeytanların sultasından korunmak için dilden dua eksik edilmemelidir. Kalb, Rabb’in zikriyle itminana ulaştırılırken, kafa da, hep İlâhî cilve ve tecellileri düşünmeli.. girdaba düşmekten kaçınmalı.. ve insanın tek emeli, ‘başkalarını kurtarmak’ olmalı.. olmalı ve hep taze gül kokulu bir iklim ve bir atmosfer meydana getirmelidir. ‘Gül, gül içinde biter’ felsefesiyle hareket edip, ferdî manada da daima ‘istiaze’ süllemiyle (merdiveniyle) Yüceler Yücesi’nin sığınağına ulaşma gayreti içinde bulunmalıdır. Çünkü şeytan ve habis cinler oraya giremez ve o kutsi otağa ulaşamazlar.

‘Eûzü’, Allah’a karşı bir yönelme ve bir dehalettir. Evet o, her şeyi, yine onun seviyesine göre terbiye eden Âlemlerin Rabbi’ne bir iltica ve bir sığınma demektir, zira O, Rabb’dir, her şeyin hakkından geldiği gibi, şerir cin ve şeytanların hakkından da gelir. Şeytanlar, sığınılması gereken her şeyden ‘Eûzü bikelimâtillâhittâmmeti min şerri mâ halak; Mahlukâtının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım. [1] diyerek Rabb’e sığınan insana ulaşamaz ve ona zarar veremezler. Bu, Allah Rasulü’nün bir duasıdır ve o, sığınılması gereken her şeyden, kendi kerem ve cömertliğine şâyeste şekilde kendisini koruması ve muhafaza etmesi için Rabb’ine böyle yalvarmıştır.

Bu mevzuda diğer bir düstur da Ayet’ül-Kürsî’yi (Bakara, 2/255) okumayı ahlak edinmektir. O da İlahî bir kalkandır ve insanı cinlerin, şeytanların şerrine karşı korur ve muhafaza eder. Aslında, bu ayette anlatılan vasıflarla muttasıf o Rabb’ı Rahime yönelme, insanın his ve duygularını tatmin eder ve teminat altına alır.. alır da, artık onun gözlerine yabancı hayaller giremeyeceği gibi kalbini ve gönlünü de şeytan işgal edemez. Yeter ki o, iradesinin hakkını versin ve elinden geldiğince istikamet içinde yaşamaya gayret etsin. Ne var ki insan, her zaman bu gerilimini muhafaza edemez. Bazen geçici de olsa ufkunu gaflet bulutları sarabilir. Bu gibi durumlarda onu uyku basar ve adeta iradesi devreden çıkar. İşte o zaman insan da, uyumayan ve asla uyuklamayan Allah’a yönelir, ona sığınır.. sığınır da, artık şeytan, onun ruhuna yol bulup giremez. Zira Âyetü’l-Kürsî, koruyucu bir atmosfer gibi onun ruhunu sarmıştır ki, böyle bir mahfuz yere cin, şeytan giremez.

Ne dediğini duyarak ve sürekli içine doğru derinleşerek, derinleşip bütün beşerî hislerini aşarak Âyetü’l-Kürsî’yi vird edinip Allah’a iltica etmek, bir bakıma, ‘Ey Rabbim! Ben kendimi Sana emanet ediyorum.’ demektir ki, böyle bir iltica, dua ve yalvarış arş-ı Rahmet’e ulaşınca gök ehli o kişinin etrafını sarıp adeta onun çevresinde pervane kesilir. Hangi şeytan ve şerir cinnin haddine ki, böyle bir nur halesini aşabilsin ve ışık hüzmeleriyle sarılı bulunan nezih ruhlara dokunup onları soldurabilsin? Hayır, bu mümkün değildir. Zira onu, artık emri her şeye galip olan Rabb’i himaye etmektedir ve o, Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu eve cin ve şeytanın girmesine müsaade etmeyecektir.

Son olarak, cin ve şeytanların sultasından korunma için, iç ve dış bütünlüğüne kavuşulması; dilden duanın eksik olmaması ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunmasının âdet, ahlak edinilmesi gibi bir kısım prensiplerden bahsetmiştik. Şimdi de -müsaadenizle- bu düsturları yaşıyarak onların şer ve sultalarından uzak kalabilmiş kişilerin hayatlarından misaller vermek suretiyle mevzumuzu biraz daha tavzih edelim.

1) İbn-i Ebi’d-Dünya, Urve b. Muğîre’den (Urve b. Muğîre (ra), tabiînin büyüklerinden, şanlı Sahabi ve büyük siyasi dâhi Muğîre b. Şu’be’nin oğludur.) naklediyor:

Urve (ra) diyor ki: ‘Bahçemde oturuyordum. Derken çardağın etrafını bazı karartıların sardığını gördüm. Çardağın üstünden bir ses yükseliyordu. Bu Ses: ‘Urve’nin hakkından gelecek kimse yok mu?’ diyordu. İçlerinden biri ileri atıldı ve ‘Ben varım, ben onun hakkından gelirim’ dedi. Biraz sonra mahzun, mükedder, boynu bükük geri döndü. Ona niçin bir şey yapamadığını sordular. Cevap verdi: ‘Sabah-akşam okuduğu dua ona yaklaşmama mani oldu..’

Urve b. Muğîre (ra), sabah-akşam şu duayı okuyordu: ‘Âmentü billâhi vahdehû ve kefertü bi’l-cibti ve’t-tâğûti ve’stemsektü bi’l-urveti’l-vüskâ; Vâhid ve Ehad olan Allah’a inandım. Ne kadar sanem ve put varsa hepsini inkar ettim. Ve ben, kopmayan ipe (Kur’an’a) sarıldım.’

İşte sabah-akşam bu şekilde ahd u peymanını yenileyen ve okuduklarını yaşayan insanlara, kötü niyetli cin ve şeytanların yaklaşmaları ve onlara herhangi bir zarar vermeleri mümkün değildir. Zira bu dua onların korunmaları için bir vesile teşkîl etmektedir.

Bütün insî ve cinnî şeytanların deryalar dolusu şerleri olsa dahi, bu şerlerin kendilerine ulaşamayacağı nice yüce ve yüksek kâmetler vardır! Zaten bizi teselli eden ve en kötü durumlarda, gönüllerimizde itmi’nan vesilesi olan da budur.

2) Ebu Musâ el-Eş’arî (ra) anlatıyor: ‘Hz. Ömer devrinde Basra’da vali olarak bulunuyordum. Aylar geçip gitmiş olmasına rağmen halifeden en küçük bir haber alamamıştım. Onun durumunu merak ediyordum. Cin işleriyle uğraşan birisine gittim. Cinleri vasıtasıyla bana halifeden bir haber getirmesini istedim. (Bu gaybı bilmek değildir. Cinler gayet süratli varlıklar oldukları için, çok uzak mesafelere çok kısa zamanda gidip gelebilirler ve gittikleri yerlere ait bazı haberleri normal olarak getirebilirler. Bu açıdan da buna dense dense cinleri haber toplamada kullanma denebilir.) Cinin Yemen’de olduğunu ve biraz sonra geleceğini söyledi. Derken cin geldi. Ona Ömer (ra) hakkında malumat istediğimi tekrar ettim. Acaba şimdi nerdedir ve ne yapıyordur? dedim. Cin, biraz düşündükten sonra şu cevabı verdi: ‘Vallahi biz, Ömer’in yanına sokulamaz, ondan bir haber alamayız. Çünkü o, nasiyesinde Ruhu’l-Kudüs’ten bir nur taşıyor. Onu gören şeytan dahi olsa emrine râm olur ve Ömer’e itaat eder hale gelir.’ (Evet Ömer, İslam’a girdikten sonra hiçbir şeytan ona yaklaşamamıştır.) Cin bunları söyledi ve Ömer’den herhangi bir haber getirmesinin mümkün olmadığını gayet açık bir dille itiraf etti…’

Evet biz, yeniden bir Hz. Ömer neslini, mescid, mektep ve ev üçlüsünde İslam ruhunu örgüleyen aydınlık çehre, yavru güneşler intizar ediyoruz. Gözlerimiz, ufukta, eteklerine yirminci asrın tozu, toprağı ve eracifi bulaşmamış, melek yapılı, melek Cibril karakterli insanların geleceği günü bekliyoruz. İnşaallah şeytan, onların yanına da sokulamayacak ve temizler de temiz ruhlarını kirletip bulandıramayacaktır.

Ve işte bu nesil, bütün dünyaya ümit ve güven kaynağı olacaktır. Onlar, 14 asır önceki saadet dolu günleri yeniden günümüze çekip getirecektir ki, insanlık, şayet yeni bir dirilişe erecekse işte bunlarla erecektir. Yeter ki bizler, temsil keyfiyetimizle bu işe mani olmayalım; olmayalım ve arkadan gelecek nesl-i cedid’in önünü tıkamayalım.

3) Aşere-i mübeşşere’den olan, Hz. Ömer (ra)’in, vefat edeceği anda yanında bulunanlara ‘Keşke Ebu Ubeyde hayatta olsaydı da yerime onu bırakıp Rabbimin huzuruna öyle gitseydim’ dediği, Amvas’ta vebaya yakalanarak orada şehid düşen şanlı Sahabi Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) ile karıştırdıkları Ebu Ubeyd’dir (ra). Ebu Ubeyd (ra), tabiînden olup genç yaşta İslam ordusunun başına kumandan olarak tayin edilmiş cesur bir askerdir.

Hz. Ömer (ra), Sasanilere karşı bir ordu göndermek istiyordu ancak, ordunun başına kumandan tayininde zorlanıyordu. Çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Hz. Hâlid’le birlikte savaşmak istiyorlardı. Halbuki Hâlid (ra), o sıralarda Bizans’a karşı savaşıyordu. İşte bu kritik anda Ebu Ubeyd, ileriye atıldı ve bu kumandanlığı kabul edebileceğini söyledi. Onun bu davranışı Hz. Ömer’i çok sevindirmişti. İçinde pek çok Sahabenin de bulunduğu orduya bu 20-21 yaşlarındaki delikanlı kumanda edecekti. Ebu Ubeyd (ra), ordusuyla Sasanilerin üzerine yürüdü ve çok zorlu bir savaş oldu. Bir ara Kumandan atından düştü ve fillerin ayakları altında kaldı. Filler, onu çiğneyip geçerken o bütün gücüyle ric’at içindeki askerlerine şöyle sesleniyordu: ‘Askerlerim, gitmeyin, ben buradayım, ben buradayım..’ ve onları belli ölçüde de olsa geri çevirmeye muvaffak oluyordu. Ebu Ubeyd, orada şehit düşmüştü. Diğer taraftan Halife, Medine’de Ebu Ubeyd’den haber bekliyordu. Nihayet Tâif tarafından birisi geldi ve halifeye şu haberi getirdi. ‘Bir vadiden geçiyordum. Kadın-erkek, genç-ihtiyar toplanmış feryad içinde ağlıyorlar ve şöyle diyorlardı: ‘Kahramanca savaştılar. Cansiperane kavga verdiler. Allah için öldüler ve niyetlerine göre de Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ulaştılar’ sözlerinin sonunda da, hep bir ağızdan söyledikleri ‘Vah Ebu Ubeyd, vah Ebu Ubeyd.!’ çığlıkları yükseliyordu.’

Hz. Ömer (ra), işi anlamıştı. Vadiyi dolduran ve feryad ile ağlayan Müslüman cinlerdi. İslam ordusu için gözyaşı döküyor ve şanlı kumandan için ağıt yakıyorlardı. Nitekim bir kaç gün sonra bir ulak geldi. Ve olanları bir bir halifeye nakletti. Ebu Ubeyd, fillerin ayakları altında can vererek şehit olmuştu… [2]

Evet, cin ve şeytanların şerrinden korunmak için Ebu Ubeyd şuuruna sahip olmak gerekir. Bu da, her halde cihad ruhuyla bütünleşme, dava uğruna candan cânandan geçme şuurudur ki, öyle olanlar bu amellerinin mükâfatını, cin ve şeytan iğvasına karşı korunmuş olmakla görürler. Zira cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir insanı, ne insî ne de cinnî şeytanlar asla kandıramaz.

Cinler ve şeytanlar, insanların günahlarıyla açtıkları menfezlerden girer.. girer ve insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu menfezler kapanmalıdır ki, onlar içeri giremesinler ve insan da, onların şerrinden korunmuş olsun.

Ehl-i keşfin müşahedesiyle cin ve şeytanların mü’minlere musallat olmaları, daha ziyade onların bazı manevi yönlerden açık ve zayıf olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da; cünüplük, hayız, nifas halleri, abdestsizlik, su-i edep içinde gafilâne davranışlar sergileme gibi durumlardır ki, ruh bozuklukları ve fizyolojik olmayan cinnetler, ekseriyetle böyle boşlukların ardından insana ârız olurlar. Eğer bunlarda cin ve şeytanın parmağı varsa -ki vardır- onlar, mü’minin içine mutlaka, onun bir günahından yol bulup girmişlerdir.

Evet, eğer sen bir kale gibi isen, bu kalenin kapıları açık olursa ezeli düşmanın elbette o kapılardan girecek ve senin vücud kaleni teslim almaya çalışacaktır. Eğer böyle bir akibete düşmek, ma’ruz kalmak istemiyorsan, mutlaka günahlardan kaçınmalı, dikkatli bir hayat yaşamalı ve kalenin içten fethedileceğini de asla unutmamalısın…

Habis cinler ve şeytanlar, her çeşit günahı alet olarak kullanırlar. İçki, kumar ve fuhuş, onların sıkça kullandıkları aletlerdir. Bu günahları irtikab edenler, şeytan tuzağına düşmüş sayılırlar.

4) Abdullah İbn-i Abbas’ın (ra) talebelerinden Katade b. Diâme (ra) anlatıyor: ‘Şeytan, Allah tarafından tardedilip huzurdan kovulunca sordu:

Şimdi ben ne yapacağım?
Cenab-ı Hakk, hikmet diliyle cevap verdi:- Sihir yapacaksın! (İnsanları büyüleyecek, bakışlarını bulandıracak, kalb ve kafalarını dumura uğratacaksın. Böylece onların muvazene ve dengeleri bozulacak. Akılları hükmünü tam icra edemeyecek. Ve kalblerinin Allah’la olan alakası kesilecek ve te’sirsiz kalacak.)
– Ben ne okuyacağım?
– Şiir. (Yani dil dökerek, edebiyatı bu işte kullanarak, fuhşa ait kitap ve dergi neşretmeyi insanların kafasına sokarak onları büyülemeye çalışacaksın.)
– Ne yiyeceğim ben?
– Bütün murdar şeyleri. (Hem yiyecek hem de sana tabi olanlara yedireceksin. Besmelesiz etler, murdar tavuklar, doğrudan doğruya eti haram kılınmış hayvanlar, helal-haram demeden çeşitli spekülasyonlarla kazanılan ticari gelirler, faizler, rüşvetler…)
– Ben ne içeceğim?
– Sekir (sarhoşluk) veren her şeyi. (Şarap içeceksin veya şarabın adını değiştirecek, ona başka bir isim bulacak ve onu içeceksin. ‘Alkolsüz bira’ diyecek ve su yerine onu içeceksin. Diğer taraftan yeni yeni uyuşturucular icad edecek ve onları kullanacaksın. Afyon, morfin, kokain, kafein v.b… İşte sen bunları içeceksin.)
– Benim yurdum neresi?
– Hamamlar. (Çırılçıplak, haya ve edebten mahrum yıkanılan yerler, saunalar, plajlar…)
– Benim meclisim neresi?
– Çarşılar, pazarlar, sokaklar.
– Benim münadim kimdir?
– Davullar, zurnalar ve rûhî heyecan uyarmayan her şey.
– Benim silahım nedir?
– Fuhşıyât.
Evet, şeytan huzurdan kovulunca bunları soruyor ve ona Cenab-ı Hakk’tan bu cevaplar geliyor.

Madde madde bu hususları izaha gerek var mı bilemiyorum? Dünyanın haline ve hâssaten İslam aleminin yürekler acısı vaziyetine bakıldığında Katade b. Diame’nin naklettiği bu sözlerin haklılık derecesi daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için isterseniz gözümüzün önünden filim şeridi gibi Müslümanların utandırıcı hallerini geçirebilirsiniz.. geçirin, ve düşünün, cin ve şeytanların günah menfezlerinden tâ nerelere kadar girdiğini anlamaya çalışın!. Sonra bir de yüzünüzü Batı dünyasına çevirin. İnsanların ekseriyetinin ruhen dengesiz olduklarına bakın. İntihar olaylarının her geçen gün nasıl korkunç buudlara ulaştığını görün.. görün ve ürperin.

Bugün İnsanlar, sırf düşünmemek için ne çarelere başvurmaktalar batı hayatında.. Öyleki, hiç adı sanı duyulmadık kumar çeşitlerinin sergilendiği kumar masalarında ömrünü bitirip tüketen insanlar var. Batı hayatında bunların pek çoğu kendilerinden kaçmak için bu gibi illetlere sığınmaktalar.. ve bu yerlerde başka değil ancak şeytan saltanatı hükümferma. Bu ülkelerde insanlar, bütünüyle mefistoya yenik düşmüşlerdir. Şeytan önce onların dengelerini bozmuş, sonra da yanlış çarelerle onları iyice sersemleştirmiştir. Bu da şeytanın en klasik oyunu ve en eski hilesidir. Zira Feodalizm, Kapitalizm ve Komünizmin hepsinin altında, şeytanın bu hilesi ve oyunları vardır. Evvela o, insanları tatmin olamayacakları noktalara sürüklemiş ardından da çeşitli isimler altında (işçi hareketi, proletarya diktatörlüğü vs. gibi) hortlattığı insanlara, yanlış çareler takdim etmiş ve onları büsbütün şirâzeden çıkarmıştır. Gerek Marks’ın ve gerekse Engels’in eliyle insanlığa takdim edilen çareler, hep şeytana ait birer hile ve oyundan ibarettir. Nitekim bu oyunun sona erişini bizimle beraber şimdi bütün dünya da seyretmektedir. Cin ve şeytanın bu tür iğva ve oyununa düşmemek için inanan bir dünyanın kurulması şarttır. Çünkü iman, insanlığı kurtaracak tek çaredir. 

 

[1] Buhari, Enbiya: 10; Müslim, Zikir: 54-55; Dârimî, İsti’zân: 48
[2] İbni Kesir, el-Bidaye, 7/28

Meleklerin Misyonları 5 dk.

Eşyayı ve hâdiseleri bizzat kendi kanunları içinde izah imkansızdır. Kanunlar, Cenab-ı Hak ile irtibatlandırıldıkları zaman izaha kavuşmuş olacaklardır. Eşyada, Cenâb-ı Hakk’ın yardımcısız, ortaksız, tam tasarrufa sahip rububiyeti sözkonusudur. Allah’ın (cc) hiç kimseye ve hiçbir yardıma ihtiyacı yoktur. Zira O, her türlü noksandan münezzeh ve mukaddestir. O’nun bir adı da Samed’dir. Herşey O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Evet mutlak istiğnanın yegâne sahibi O’dur. Meleklere gelince onlar sadece Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufuna nezâretçilik yapar ve tekvîni kanunlar da, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini temsil, tebcil ve takdir ederler.

Cenâb-ı Vâcib’ül-Vücud, bir iş murâd buyurduğu zaman, o işi onlara ferman eder, onlar da bu işin başında kayyimlik yaparlar. İşte bu mânâda, bir çekirdeğin etrafındaki elektronların hareketinde, gökten yağmur damlalarının inişine, ondan meteorların düşüşüne, ondan da büyük sistemlerin, büyük nebulozların hareketlerine kadar, hâdiselerin çapına göre, bir müekkel (vazifeli) melek vardır. Ve her melek müekkel olduğu İlâhî icraatı alkışlamaktadır. Onlar bu alkışlamayı tesbih, tahmid ve tekbirlerle yerine getirirler. Melekler için bu bir vazife, bir mükellefiyettir. Zaten Cenâb-ı Hakk onları bu hikmete uygun olarak yaratmıştır. Yani onlar, Cenab-ı Hakk’ın kurbiyetini, mahlukatın da ondan bu’diyetini idrak eder ve ‘Sübhânallah’ derler. Efendimizin, Ebu Zerr’e söylediği bir sözden meleklerin tesbih, tahmid ve tekbirlerini Cenab-ı Hakk’a şu ifadelerle takdim ettiklerini istinbat ediyoruz:

‘Sübhane Rabbi ve bihamdihi, Sübhane Rabbi ve bihamdihi.’ (1)

Bunlar öyle faziletli tesbihlerdir ki, mü’minin ağzından çıktığı zaman bu işle alakalı bütün melâike-i kiram bundan hasıl olan sevabı yazabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlar.

Bir keresinde Rasulü Ekrem (sav) namaz kıldırıyordu. Rükudan kalkarken her zaman olduğu gibi ‘Semiallahü limen hamideh’ dedi. Arka safta bulunan bir sahabi (nereden öğrendiğini bilmiyoruz) ‘Rabbenâ ve leke’l-hamd. Hamden kesiran tayyiben mübâreken fîh’ diyerek mukabelede bulundu. Allah Rasulü, yüzünü cemaata çevirdiğinde ‘Bu sözü söyleyen kimdi?’ diye sordu. Sahabi ‘Bendim’ cevabını verdi. Ve Allah Rasulü sözlerine şöyle devam etti: ‘Gördüm ki melekler bu sözün sevabını yazmak için birbiriyle yarışıyordu.’ (2) Yani hepsi kendi seviyesine göre bu duadaki sevabı tesbit için koşuşuyorlardı. Çünkü bu onlara has, onlara ait bir dua şekliydi.

Cenâb-ı Hakk’ın azameti karşısında, bu azameti sezişin, duyuşun sarhoşu ve sermesti bir kısım melekler, başlarını yere koyar, ara sıra kaldırır, Rabbin uluhiyet saltanatına bakar ve bu büyük saltanata karşı kulluklarını ifa edememenin aczi içinde ‘Seni tesbih ederiz Ey Ma’bud-u Mutlak! Sana hakkıyla ibadet edemedik’ (Kulluğumuzu Sana, Senin azametine uygun şekilde yapamadık. Sen öyle bir yüce ve yücelerden yücesin ki bizim yaptığımız kulluk o ululuğa karşı hiçbir şey ifade etmez) der ve tekrar secdeye kapanırlar. Meleklerin bir kısmı, sadece bunu yaparlar. Melekiyet tarafı galebe çalan, melekiyet âlemini kendinde inkişaf ettiren insan da, tesbihat, takdisat ve tahmidatıyla, cismen olmasa bile ruhen, fikren, kalben, sırren ve latifelerle melâike-i kirama yapılan teveccühden hissedar olur. Hz. Mevlana’nın ifade ettiği gibi, insanın bir hayvanî bir de melekî yönü vardır. O bir taraftan behîmî hisler, garîzeler, şehvetler, gazablar, kinler, nefretlerden ibaret hayvânî bir varlık, diğer taraftan da iz’anlar, irfanlar, Allah’ı bilmeler, ubûdiyetler, aczi idrakler ve yüzü yerde olmalar gibi meleklere ait vasıflarla mücehhez bir nadide hilkattir. İnsan bu dünyada, hayvanî yönünü öldürüp melekî yanını inkişaf ettirmek için bulunmaktadır. Melekiyet tarafını inkişaf ettirenlerin ruhlarıdır ki, öbür âlemde, melâike-i kiram gibi, Cenâb-ı Hakk’ın arşının etrafında pervaz edip duracaktır. Hayvanî tarafı inkişaf eden kimseler ise, (iradeleriyle veya iradesiz) ihmallerinin neticesi veya şehevânî duygularına esir olmanın encamı olarak baş aşağı gayyaya gidecek ve esfel-i sâfiline müstahak mahluklar haline geleceklerdir. Onlar dünyada meleklerden ve meleklere ait hayat tarzından uzak yaşadıkları gibi, ahirette de onlardan uzakta kalacak ve onlardan müjde adına hiçbir şey duyamayacaklardır.

 

[1] Tirmizi, Daavat, 129
[2] Buhari, Ezan 126; Ebu Davud, Salat 119; Etime, 52; Tirmizi, Salat 179; Daavat 55; Nesei, İftitah 19, 36; Tatbik 22; Darimi, Etime 3

İnsanla Münasebeti Açısından Meleklerin Misyonu 4 dk.

İnsanların meleklerle münasebeti veya tersine bir ifade ile meleklerin insanlarla münasebeti, daha insanoğlu ana karnında iken başlar. Buhari ve Müslim’in beraberce rivayet ettikleri bir hadis, bu konuda bize gayet aydınlatıcı bilgi vermektedir. Hadiste şöyle denilmektedir:

‘Allah (cc) rahime bir melek vazifelendirir. O melek ana rahmine nutfe düşmesinden itibaren her safhada Rabb’e seslenir ve ‘Rabbim, şu anda ‘nutfe’; Rabbim şu anda ‘alaka’; Rabbim şu anda ‘mudğa’ der. Cenâb-ı Hakk, o cenini yaratmayı murad buyurursa melek sorar; ‘Rabbim, bu erkek mi olsun dişi mi? Şakî mi yoksa said mi? Rızkı nedir? Eceli nedir? Bütün bunlar kişi daha anasının karnında iken yazılır.’ (1)

Bir başka hadiste de şöyle denilmektedir:

‘Sizden herbirinizin yaradılışı evvela ana karnında kırk günde toplanır. Sonra kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et olur. Sonra ona melek gönderilir ve ruh üflenir. Ve meleğe, ‘Rızkını, ecelini, amelini, şaki mi, said mi olacağını yazması’ (2) söylenir.

Bu ve benzeri hadislerde anlatılan yazma ameliyesi, levh-i mahfuzda kayıtlı malumatın, meleklerce istinsahı manasına gelir. Zira, eşya daha vücuda gelmeden evvel, ilmî plânda, ‘levh-i mahfuz-u a’zam’da tespit edilmiş bulunmaktadır ki, biz buna bu yönüyle de kader diyoruz.

Kader, herşeyi daha olmadan evvel ilmî planda ve ilmî vücuduyla Allah’a vermek, Allah’a havale etmektir. Olmak vetiresi havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini alma durumunda olan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları halinde, ‘Levh-i mahv ve isbat’ta, yine Allah’ın ilmi dahilinde olmak kaydıyla mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp tesbit edilmektedir. Bizler mertebe mertebe hep bir kaderle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hal ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen ve esasen kendisi için geçmiş ve gelecek diye hiçbirşey sözkonusu olmayan Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden normo âleme ondan da makro âleme kadar, yani en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî planda, ilmî vücudlarıyla tanzim edip programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp, irade, kudret ve meşiet planına geçirmesi ve hârici alemde göstermesi adına olup-biten herşeyi, daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin’de tesbit ve takdir etmesidir.

Kader, insanın kesbiyle, Allah’ın yaratmasının mukâreneti ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle, o işe eğilim gösterir, Allah da dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle, eşyayı olmadan evvel bilen Allah’ın, yine olacakları daha olmadan evvel bu şekilde tesbit buyurmasıdır.

Cenine ruh üfleyinceye kadar, Cenab-ı Hakk’ın tasarrufu perdesizdir. Daha sonra melek gönderilir ve cenine ruh üflenir.

Embriyolojik safhaların bütününde insan-melek münasebeti devam eder. Hatta bu meseleyi anne-babanın ilk temasına kadar götürmek de mümkündür. Onun içindir ki Hadis-i Şeriflerde, mukârenet öncesi: ‘Allah’ım beni şeytandan, şeytanı da benden uzak tut’ (3) şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir. Böylece, daha işin başında muhtemel bir çocuğa şeytanın temas etmesi, yani onunla kontak kurması önlenmiş olacaktır. Daha açık ve net bir ifade ile söyleyecek olursak, bu çocuk daha o dakikadan itibaren melekûtî yönü gelişmeye hazır bir zemin bulmuş sayılır. Yani bu şekildeki bir davranış onun için, şeytandan korunması adına bir sığınaktır. Ve yapılan dua ta ‘rahm-i mâder’de böyle bir melek atmosferi hasıl etme yolunda atılan ilk adımdır. 

 

[1] Buhari, Hayz 17; Enbiya 1; Kader 1; Müslim, Kader 5
[2] Buhari, Bedu’l-halk 6; Enbiya 1; Kader 82; Tevhid 28: Müslim, Kader 1; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirimizi, Kader 4; İbni Mace, Mukaddime 10
[3] Buhari, Bedü’l-Halk 11; Vudu 8; Nikah 66; Daavat 55; Tevhid 13; Müslim, Talak 6; Ebu Davud, Nikah 45; Tirmizi, Nikah 6; İbni Mace, Nikah 27

Melekler Sadece Birer Memurdurlar 4 dk.

İnsanla melek arasındaki münasebet, insanın ömrü boyunca devam eder. Ahirette ise bu münasebet ebedileşir ve sonsuza kadar sürer. Ancak burada hadiseye yine Kur’ânî kriterlerle bakmak gerekir. Aksi halde meleklere hakiki manada tasarruf verilmiş olur ki, bu da gizli bir şirk demektir. Onun içindir ki Kur’ân, bu husus üzerinde açık-kapalı birçok tahşidat yapar ve meleğin sadece vazifeli bir memur olduğu gerçeğine dikkat çeker.

Bir kısım melekler, insanların amellerini yazmakla vazifelidirler. Bu hakikata işaret eden bazı ayetlerde şöyle denilmektedir: ‘And olsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedirler.’ (Kaf, 50/16-17)

Bu ayetlerde, önce insanın Allah tarafından yaratıldığı, içinden geçen herşeyin Allah tarafından bilindiği ve Cenab-ı Hakk’ın insana şah damarından daha yakın olduğu anlatılmakta, daha sonra da melekler tarafından insanın her halinin kaydedildiği dile getirilmektedir ki, ayetin mes’eleye bu şekildeki yaklaşımı, belli manalara ve bilhasa ‘tevhid’ şuuruna dikkat çekmektedir. Bu cümleden olarak:

Birincisi: Kasem ve te’kid edatlarıyla, en küçük bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmamak üzere deniliyor ki, ‘Kasem olsun, gerçekten de insanı biz yarattık.’ Bu ifade ile, yaratmanın doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a ait olduğu ve hiçkimsenin bu mevzuda Cenab-ı Hakk’a ortak ve şerik olamayacağı anlatılmış oluyor. Yani ‘Melekler Cenab-ı Hakk’ın yardımcı ve muînleri değildirler ve hilkatte şirke yer yoktur. Onlar sadece yaratma hadisesinin müşahidleri ve nezâretçileridirler. Başkalarının olmadığı gibi meleklerin de yaratmaya müdahaleleri yoktur’ denilmektedir.

İkincisi: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ ifadesi ile yine bize, aynı manayı ihtar ediyor. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır. Yani daha insan kendisinden habersiz ve vücudunda olabilecek hadiseler henüz vuku bulmamışken, Allah (cc) ona, ondan daha yakın; ilmiyle herşeyi bilmekte ve herşeyden haberdar bulunmaktadır. Ayrıca, madem ki Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır; öyle ise insandaki tasarruflarında onun hiçbir vesile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Meleklere gelince, yukarıda da söylediğimiz gibi, onlar sadece İlâhi icraatın alkışçıları ve nezâretçileri durumundadırlar.

Kur’an, evvela insanın aklına gelebilecek her türlü şüphe ve tereddüt isini-pasını temizliyor; ardından da bize, meleklere ait bu misyonu naklediyor.

İki melek, insanın sağında ve solunda durmakta. Öyle ki insanın hem fiili, hem sözü hem davranışı, hatta hayalinden geçenler, onun his dünyasına misafir olan düşünceler dahi bu iki melek tarafından kaydedilmekte.. insan abes olarak yaratılmış bir varlık değil ki, onun davranış ve fiileri kayda alınmasın. Evet, insana ait herşey iyi-kötü mutlaka, ahirette değerlendirilmek üzere amel defterine tesbit edilmektedir. Başka bir ayette de:

‘Mükerrem Katipler, yaptıklarınızı bilmekte.’ (İnfıtar, 82/11-12)

Diğer bir ayette de bu hususta şöyle tahşidat yapılmaktadır: ‘Yoksa biz, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmez miyiz sanıyorlar? Hayır, işitiriz ve yanlarında bulunan elçilerimiz de (her yaptıklarını) yazarlar.’ (Zuhruf, 43/80)

Melekler Amellerimizi Yazar ve Niyetlerimizi Bilirler 5 dk.

Kur’an-ı Kerim meleklerin yazma işini çeşitli vesilelerle anlatır. İmam Hasan ve İmam Katâde, mübah şeylerin dahi melekler tarafından yazıldığını söylerler. Onlara göre, ağzımıza koyduğumuz her lokma dahi yazılmaktadır. Onun içindir ki seleften bazı zatlar, vücutlarını ayakta tutacak kadar yemek yer ve ‘Lokmalar yazılıyor. Cenab-ı Hakk’ın huzurunda defterlerin açıldığında durmadan yiyip içen bir kul olmaktan utanır, haya ederim’ derlerdi. Bazıları da, def-i hacete fazla ihtiyaç duymamak için böyle davranırlardı; davranırlardı zira, oraya her girişinin Cenab-ı Hakk’tan bir uzaklık olduğunu düşünürlerdi. Ayrıca, ihtiyacını gidermek için oraya giren bir insanın açılıp-saçılmasını da hesaba katarlardı. Böyle utanılacak birşeyi sıkça yapmak ise onlar için bir ızdıraptı. Bunun için de onlar, buna sebep olabilecek şeyleri imkan ölçüsünde azaltmaya bakarlardı.

Mübahları terketmek gerekir mi gerekmez mi? Bu eskiden beri üzerinde konuşulagelen bir husustur. Bize göre insan, israfa meyletmemek şartıyla mübahlardan istifade etmelidir. Bunda bir mahzur yoktur. Ancak yine de bütün davranışların yazıldığı hesaba katılarak hareket edilmelidir. Cumhur, herşeyin kaydedildiğini söylerken İbn-i Abbas (ra) sadece günah ve sevapların yazıldığını söylemektedir. Ona göre bir amelin neticesi, günah veya sevap hükümlerinden birine giriyorsa, o amel, melekler tarafından yazılıp kaydedilmektedir. Yani insanın ibadetleri, orucu, zekatı, haccı, namazı, duası, tesbihi ve dudaklarından sevap adına dökülen herşey mutlaka yazılmaktadır. Ve tabii insanın işlediği günahlar da yine melekler tarafından kaydedilmektedir.

İmam Mâlik, bir hastanın inleyişlerinin dahi yazılmakta olduğunu söylemektedir. Bir hadis-i kudside Cenab-ı Hakk ‘Ben hasta kulumun inlemelerinden hoşlanırım’ buyurmaktadır. Zira onun bela ve musibetler altında inlemesi, Hz. Yakub’un ‘İnnema eşkû bessî ve hüznî ilallah; Ben sadece gam ve kederimi Allah’a arzediyorum’ (Yusuf, 12/86) demesi gibi, dağınıklık ve perişaniyetini Allah’a şikayet etmesidir. Cenab-ı Hakk kulunun bu tür eninlerinden, uluhiyetine yakışır şekilde bir ‘Lezzet-i mukaddese’si olduğunu ifade buyurur.

İmam Ahmed b. Hanbel ölüm döşeğinde hasta yatıyordu. Hapishanede çektiği işkence ve zulüm vücudunu tamamen eritmiş ve onu yatağa düşürmüştü. Bu bitkin halinde, bazen iniltileri duyuluyordu.

Bu arada akın akın kendisini ziyarete geliyorlardı. Bunların çoğu da onun talebeleriydi. Ahmed b. Hanbel’in talebeleri arasında, ileride Buhari’leri yetiştirecek çapta nadide insanlar vardı. Bunlardan biri birgün İmam’a: ‘Tavus b. Keysan’dan, hastanın iniltilerinin kaydedildiğine dair bir hadis işittim’ dedi. İmam, o güne kadar böyle bir hadis duymamıştı, o andan itibaren ruhu cesedinden ayrılacağı ana kadar bir daha da iniltisi işitilmedi. Bu iniltilerinin şikayet adına kaydolabileceği endişesi, koca imamı inlemekten dahi vazgeçirmişti.

Alimlerin ekserisi, meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere de muttali olduklarını söylerler. Bazı alimler bunu kabul etmeyip kendi görüşlerini destekler mahiyette mürsel birkaç hadis rivayet etseler de, birinci görüşü savunanlar iddialarında haklı gibidirler. Zira Buhari, Müslim, Tirmizi’de meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere muttali olduklarına dair pek çok hadis vardır. Mesela bu hadislerden birinde şöyle denilmektedir:

‘Aziz ve Celil olan Allah, meleklerine şöyle ferman eder: Kulum bir kötülük yapmak istediğinde onu yapıncaya kadar yazmayın. Yaptığında da sadece bir günah yazın. Eğer onu benden dolayı terkederse bir iyilik yazın. Eğer iyilik yapmak ister de yapmazsa bir sevap yazın. Eğer yaparsa, on mislinden başlayarak yetmişbin misline kadar sevap yazın.’ (1)

Demek oluyor ki insanın niyetine, niyetindeki ihlas ve samimiyet baremine göre sevaplar kat kat yazılıyor. Günahlara gelince onlar, Cenab-ı Hakk’ın merhametinin bir eseri olarak sadece işlenen kadar kaydedilir.

Bu manaları ifade eden sayısız hadis vardır. İfadelerdeki farklılıklara rağmen aynı noktayı işaret etmelerinin manaya kazandırdığı kuvvete dayanarak diyoruz ki, melekler insanların niyetlerini bilmektedirler. Ancak onlar kendi istedikleri gibi yazma-çizme hakkına sahip değillerdir. Niyetlerin iyi veya kötüsünün nasıl kaydedilmesi gerektiğine dair, bizzat Cenab-ı Hakk’tan talimatları gelmektedir. 

 

[1] Buhari, Rikak 31; Tevhid 35; Müslim, İman 203, 204,206,207,209; Tirmizi, Tefsir Sure 6/10

Meleklerin Hz. Âdem'e Secde Etmesindeki Sır 3 dk.

Hz. Adem, zellesi sabit bir insandı ve melâike-i kiram bunu biliyordu.

‘Sen, yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökecekleri mi halife kılmak istiyorsun?’ (Bakara, 2/30) sorusuyla da Ademoğlunun yapacaklarını bildiklerini gösteriyordu. (Ademoğlu da daha sonra işlediği bunca cinayetlerle, dünyayı kana boğan canavarlıklarla, bütün insanlığı dâğidar eden anarşi ve bozgunculuklarla bir manada meleklerin masumiyetinde mütecelli bir keyfiyeti göstermektedir ki, bu mana az çok Hz. Adem’in mahiyetinde müşahede ediliyordu. Bununla beraber inanan insanların mükerrem yüce bir tarafı vardır ki Cenab-ı Hakk o tarafına bakıyor ve meleklere ‘Adem’e secde edin’ (Bakara, 2/34) diye emrediyor. Melekler de bu emre kayıtsız şartsız itaat edip Adem’e (as) secde ediyorlar. Niçin meleklere böyle bir emir veriliyor? Hangi meziyettir ki, kan dökeceği, fesad çıkaracağı bilinen bir varlığı öne çıkarıyor? Ve masumiyetleri ayetle sabit mükerrem varlıklar ona inkiyad inhinasında bulunuyorlar?

1) Cismaniyet ve rûhâniyete ait mana ancak onunla tebellür edecek, İlahi maksatlar onunla anlaşılacaktır.
2) Hem madde hem de mana ile Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayine olma, Adem’le zuhur edecektir.
3) O, bütün isimlerin odak noktası olacaktır.
4) O, bütün varlığın mihrabı haline gelecektir.
5) Bütün isim ve sıfatlar onda tecelli edecektir.
6) O, bütün kâinatın fihristidir. Alemler onda pinhan, kevn u mekan onda matvidir.
7) Ve Adem O Adem’dir ki, Benî Adem’in en şereflisi, İnsanlığın İftihar Tablosu onun neslinden gelecektir.

İşte bunlar ve bunlara benzer hususiyetlerine binaen Allah (cc), meleklere Adem’e secde etmelerini emretmiştir. Ancak bir sebep daha var ki, en az diğerleri kadar önemlidir. O da şudur:

Melekler marifete aşık ve İlahî isimleri öğrenmeye heveslidirler. Halbuki bütün esma Adem’e öğretilmiştir. Onlar da bu ilme hürmeten Adem’e secde etmişlerse, tabiat ve hilkatlerinin gereği bir hususla emredilmişler demektir.

Melek ve İnsandaki İrfan Farkı 4 dk.

Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla tanıyoruz. Zira onlar hakkında hem Kur’an-ı Kerim’de hem de İki Cihan Serveri’nin mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle söz edilmektedir. Bazı melekleri ise, onların hakkında herhangi bir bahis bulunmadığından ötürü, sadece gördükleri vazife ve hepsine birden verilen ünvanla biliyoruz.

Melekler arasında da, insanlarda olduğu gibi derece farklılıkları vardır. Mesela dört büyük melek diğerlerinden üstündür. Daha sonra ise sırasıyla Hamele-i arş, Mele-i âlâ, Nediy-yi âlâ, Refik-i âlâ melekleri gelir. Bunları, Kerûbiyyun, Müheyyemun, Cennete nâzır Rıdvan ve Cehenneme bakan Malik takip eder. Meseleyi daha umumi bir platformda ifade edecek olursak, zerreden sistemlere kadar her yerde müekkel (vazifeli) melekler vardır ve bunlar arasında derece farkı olması da gayet normaldir.

Bu kıyaslamayı insanlarla melekler arasında yaparsak, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, karşımıza şöyle bir değerlendirme çıkar:

İnsanların havasları, yani nebiler, meleklerin havaslarından; yine insanların avam kısmı da meleklerin avam kısmından üstündür. Ancak bu üstünlük Cenab-ı Hakk’ı bilme açısından değil, 0’na ayine olma cihetiyledir. Melekler Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını anlama hususunda bizden çok ileridirler. Bize gelince, biz hem maddemiz hem de ruhumuzla 0’na ayinedarlık ettiğimiz cihetle.. evet sadece bu yönümüzle belki onlardan ileri sayılabiliriz. Ama bu, hiçbir zaman mutlak üstünlük demek değildir.

Hele irfanları yönüyle meleklere ulaşmak adeta imkansızdır. Efendimizin Miraç’ta gördükleri ve gördüklerinden aktardıkları bize bu hakikatı apaçık gösterir. Allah Rasûlü, bir beşerin çıkabileceği en zirve noktaya tırmanırken, her geçtiği yerde oraya ait melekler topluluğunu kullukla bütünleşmiş bir vaziyette müşahede etti. Kimisi rükûda, kimisi secdede ve kimisi kıyamda olan bu melekler, yaratıldıkları günden beri hep aynı ibadet şekliyle Rablerine arz-ı ubudiyet ediyorlardı. Hepsi de haşyet içindeydiler.

Efendimiz nice merhaleler katetti. Nebilerin ruhlarıyla görüştü ve öyle bir noktaya ulaştı ki, o noktada mazi ve istikbal tek çizgide birleşiyordu. Hatta öyle bir yere geldiler ki orada Cibril’i de gerilerde bıraktı… Evet 0 Ferîd-i kevn-ü zaman, bundan öte seyahatine tek başına devam edecekti. İşte O’nun terakki ve mazhariyeti buydu. Ancak bütün bunlara rağmen Allah Rasulü, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna vardığım an, Cibril’in ‘bir adım daha yaklaşırsam yanarım Ya Rasulallah’ dediği o hengamede Cibril’in tedbir, temkin ve edebini görmüş ve beşerle onun arasındaki irfan farkını da çok iyi müşahade etmiştir.’ (Ali el-Kâri, Şerhu’ş-Şifa, 1/431,434-435)

Evet, meleklerin irfanı anlaşılmaz, idrak edilmez denecek kadar ileri seviyededir. Beşere gelince elbette onun da mazhariyetleri vardır. Ama o da bir yere kadardır. Allah (cc) mülk erbabına işin bir yönünü, melekût erbabına da diğer bir yönünü lutfetmiştir. Beşerde ise her iki mana da vardır. Haddi zatında o, bu iki mananın kendisinde bulunmasıyla gerçek bir kıymet ifade etmektedir. Maddede boğulup kalan insan bu manayı kucaklayabilmekten çok uzak olsa bile, beşer arasından çıkan nice mana erleri, insana ait bu meziyeti hakkıyla temsil etmişlerdir ve edeceklerdir.

Meleklerin Bazı Özellikleri 3 dk.

Meleklerde cinsiyet yoktur. Kur’an, meleklere dişilik isnadını, müşriklere ait bir söz olarak nakleder. Rahman’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaradılışlarına mı şahid oldular ki, (böyle hüküm veriyorlar?) Şahidlikleri yazılacak ve (dediklerinden) sorulacaklardır’. (Zuhruf, 43/19)

Onların yapıları nurdandır. Bu husus, bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır:

‘Melekler nurdan, cinler dumansız ateşten, insanlar ise Kur’an’ın size anlattığı şeyden (yani kokuşmuş çamurdan) yaratıldı.’ (1)

Cin ve insin yaratılışında madde vardır. Melâike’de ise nur esasdır. Onun için onları tarif ederken de ‘Melâike; latif, nûrânî, muhtelif suretlere girebilir kabiliyetinde bir kısım âli ruhlardır’ diyoruz.

Kur’an-ı Kerim bize melekleri anlatırken, onların vasıflarından ve gördükleri vazifelerden de bahseder. Melekler ki, Allah’ın hiçbir emrine âsi olamazlar ve sürekli Allah’ın emirlerini yerine getirirler. (Tahrim, 66/6)

Meleklerden bazılarının vazifesi maddi-manevi her türlü bela ve musibete karşı insanları korumaktır. Kur’an:

‘Yemin olsun zecredenlere’ (Saffat, 37/2) (Bağırıp sürenlere, insanları günahlardan veya şeytanları semavi haberlere uzanmaktan menedenlere) ifadesiyle bu hakikata işaret eder.

Onlardan bazılarının vazifeleri de sırf bir nezârettir. Yani bunlar, âyât-ı tekvîniye ve ‘şeriat-ı fıtriye’ dediğimiz hadiseler silsilesine ve kâinatta câri kanunlara gözcülük ederler.

Diğer bazılarının vazifeleri ise, yaratıldıkları andan itibaren Rablerinin önünde saf tutup durmaktır. Kur’an onlardan bahsederken ‘yemin olsun saf saf duran meleklere’ (Saffat, 37/1) der.

Allah Rasulü:

‘Meleklerin, Rableri huzurunda yaptıkları gibi saf tutmalı değil misiniz?’ buyurur ve sahabiyi öyle durmaya teşvik eder: ‘Melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf tutarlar Ey Allah’ın Rasulü?’ diye sorulunca da, Allah Rasulü (sav) onlara şu cevabı verir: ‘Önce ilk safı doldururlar ve safları gayet sık tutarlar.’ (2)

Sahabi, kendi devirlerindeki saf tutma keyfiyetini Ebu Davud’un Sünen’i ve Dârekutni’de bize şöyle anlatır: ‘Omuzlarımız yanımızdakilerin omuzlarına, topuklarımız da yine yanımızdakilerin topuklarına değerdi. Öyle ki elbiselerimiz öncelikle omuzlardan eskimeye başlardı, safları o kadar sık tutardık.’ (3)

Onlar, kurşunla perçinlenmiş bir duvar gibiydiler her halleriyle.. ve adetâ göklerdeki meleklerin benzeriydiler. Kur’an, meleklerin kendilerini şöyle anlattıklarını nakleder:

‘Biziz o saf saf dizilenler biz. Ve biziz o tesbih edenler biz.’ (Saffat, 37/ 165-166) Evet, kulluk, meleklerinkine benzetildiği ölçüde derinleşir. 

 

[1] Müslim, Zühd 60; Müsned, 6/153,168
[2] Müslim, Salat 119; Ebu Davud, Salât 93,96; İbni Mace, İkâme 50
[3] Ebu Davut, Salat, 94; Darekutni, 1/282

Meleklerin Allah Korkusu: İclal 8 dk.

Meleklerde müthiş denecek çapta ve bizim havsalamızın alamayacağı ölçüde bir haşyet ve Allah korkusu vardır. Kur’an onların bu durumunu şöyle anlatır: ‘Üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi harfiyyen yerine getirirler’ (Nahl/5) Bu ayet bilhasa meleklere ait havfı anlatır. Onun için evvelâ bu mânâda ‘havf’ ile ilgili bazı mülahazalarımızı arzetmekte yarar var.

Havf çeşit çeşittir. Havf (korku) bazen günahtan olur. Mü’min, günahları karşısında irkilir, ürperir ve titrer. Nasıl olmasın ki, günah ebed yolunda insanın önünü kesmiş en büyük düşmanıdır. Ve her zaman onun varlık gayesini tehdit etmektedir. Allah’a kul olmak için yaradılmış olan insan, kendine bir vedîa ve emânet olarak verilen uzuvları, günah ve inhiraflarla Hakk’ın istemediği istikamette ve kendi hevesine göre kullanmakla emanete hiyanet ve kendine de zulmetmiş sayılır.

Evet, günah ki bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmaktır. Günaha giren kimse, kendini vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallıdır. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalır.

Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya maruz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.

İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.

Adem (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhun ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, başaşağı düştüğü o günah gayyasından kurtulamadı ve helak olup gitti.

Ve daha

‘Nice servi revan canlar,
Nice gül yüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi hanlar
Ve nice tâcdarlar.’

böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açtı, bir daha da geriye dönmeye muvaffak olamadılar..

Kur’an bize şu duayı öğretiyor: ‘Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz Sen çok bağış yapansın.’ (Âl-i İmran, 3/8)

Farkına varmadan insanın kalbi kayar, hayatı istikametini kaybeder, zevki-şevki söner, geceleri bir ölünün geceleri gibi geçer. Öyle ki gecesinin siyah zülüfleri üzerinde ne bir ‘âh’ ne de iki damla gözyaşı bulunur. Çünkü kalbi ve ruhi hayat tamamen dumura uğramış ve bu mevzuda bir duraklama, donma ve humûdet başlamıştır. İşte insan bu duruma düşmekten korkmalıdır. Kalbin dalalete doğru çevrilmeye başlaması, ebedi hasretin ilk sinyalleridir. Çok kere bu hale sebebiyet veren de yine işlenen herhangi bir günah olmaktadır. Zira, her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır. İşlenen her günah, her hata, insanı Allah’tan uzaklaştırıp, küfre yaklaştırır. Günah küfür demek değildir. Fakat her günah işleyen, bilmelidir ki, küfre doğru bir adım atmış ve Allah’tan da bir adım uzaklaşmıştır.

Bu mevzuda günahın en küçüğü dahi bir korku sebebi, bir korku vesilesidir. Ancak bütün bunlar beşere ait korkulardır. Meleklere gelince onlar bu türlü korku ve endişelerden münezzeh ve müberradırlar. Ancak onlarda da bir korku vardır. Bu ise Cenab-ı Hakk’ın celaline karşı duyulan korku cinsindendir ki buna ‘iclal’ denilir.

‘İclal’ Allah’ın azametini görme korkusudur. Rasulü Ekrem (sav) buyuruyor ki: ‘Semada Cenab-ı Hakk bir emir ferman edeceği zaman semalar titrer ve tarrakalar çıkarır. Melâike-i kiram ne olduğunu hisseder ve hepsi secdeye kapanır. Başını ilk kaldıran Hz. Cibril olur. Başını kaldırır ve Rabbinden emir telakki eder. Daha sonra da diğer melekler başlarını kaldırır ve;

‘Rabbimiz ne dedi yâ Cibril’ derler. Cibril şu cevabı verir: ‘Hak söylüyor Rabbimiz. Aliyy ve Kebir olan O’dur.’ (1)

Kenzü’l-Ummal’de Taberani’nin rivayet ettiği bir başka hadislerinde de Rasulü Ekrem şunu ifade buyuruyorlar: ‘Yedi kat semada bir adım, bir karış, hatta bir avuç yer yoktur ki orada kıyama durmuş veya ruküa varmış veya secdeye kapanmış bir melek olmasın. Kıyamet günü de bütün melekler başlarını kaldırır, Rabbi Kerimlerine doğru teveccüh eder, bakar ve ‘Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey Ma’bud’ (2) derler. Evet, bunu devamlı rüku, secde ve kıyamda bulunan melekler söylüyor ki, bu bir iclal ve i’zam korkusudur.

İbn-i Kesir’in de işaret ettiği bu hadisler, yaratıldığı günden beri kıyamda, rükuda, secdede duran meleklerin varlığına delalet etmektedir. (3) Rasulü Ekrem (sav) anlatıyor: ‘Mi’rac gecesi belli bir noktada, Hz. Cibril’i eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. (Adeta o noktaya vardığında ayaklarının bağı çözüldü. Eskimiş bir elbise gibi yığıldı kaldı.) Allah korkusu onu bu hale getirmişti. O zaman bir meleğin Cenab-ı Hakk’ı nasıl bildiğini anladım.

Bir ara Cibril’e döndüm ve ‘Hiç Rabbini gördün mü?’ diye sordum. Birdenbire irkildi, neredeyse yıkılacaktı. Ve bana şu cevabı verdi: ‘Nasıl olur Ya Muhammed? Rabbimle aramda nurdan 70 perde vardır. Bir lahza yaklaşsam, bir adım atsam yanar kül olurum.’ (4)

Mi’rac’a gidilirken Cibril, Efendimiz’e bir binek getirmişti. Adı Burak idi bu bineğin. Ancak hem bineğin kendisi hem de ona nasıl binildiği bizce meçhuldür. Zaten gidilen ve gezilen yerler de meçhuldür. Sanki Efendimiz, bu bilinmez binekle, bilinmeyen âlemlere yelken açmıştır. Ancak Burak, neşvesinden dolayı biraz serkeşçedir. Bir ara Cibril ona yaklaşır ve kulağına eğilerek: ‘Ne yapıyorsun böyle? Sana şimdiye kadar böyle bir süvari binmemiştir?’ der. Ve olan o esnada olur. Burak tepeden tırnağa ter içinde kalır. (5)

İşte daha önce söylediğimiz Efendimiz’in şevk ve iştiyak içinde, o ana kadar görmediği âlemleri müşahede ettiği esnada Cibril’e ‘Rabbini hiç gördün mü’ sualine karşı onun haşyet ve dehşet içinde verdiği cevap ve işte Burak’ın Efendimiz’in vasfını işitir işitmez takındığı hal; bunlar hep birer irfan ve hep birer haşyet örneğidir.

Bu bir melek haşyetidir. Cenab-ı Hakk’ın azametine karşı meleğin duyduğu saygı budur. Halbuki onlar, hiçbir işlerinde isyan etmezler ve kendilerine ne emrolunursa onu da aynen yaparlar. Buna rağmen onların haşyeti böyle olursa, ya her hali günah bizlerin hali ve haşyeti nice olmalıdır. Zaten Efendimiz’in bu vak’aları nakletme hikmetlerinden biri de bize bu şuuru aşılamak içindir. Dünya ve ahirette meleğe enîs olmak isteyenler şimdiden karakterlerini melekleştirmelidirler. Bu da ancak onlar gibi yaşamakla mümkündür. İçinde meleklere benzer haşyet yaşamayanların ise bu hali kazanması oldukça zordur. 

 

[1] Ali el-Muttaki, Kenzü’l-Ummal, 2/36
[2] Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 10/367
[3] İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/38
[4] Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, 1/434
[5] Mecmau’z-Zevaid, 1/328; Kadı İyaz, Şifa, 185

Haşyette Melekleşenler 4 dk.

Dünyada korkanlar, ahirette korkudan emin olacaklardır. Onun içindir ki bir hadis-i kudside: ‘İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada toplamam’ (1) buyurulmaktadır.

Bu mesele ile alakalı olarak Buhari ve Müslim’de Efendimiz tarafından şöyle bir hâdise nakledilir:

Geçmiş ümmetlerden birinde, ehlullah’tan (Allah’ın veli kulu) bir zât vefat edeceği zaman çocuklarına vasiyette bulunur ve ‘Ben öldüğümde cesedimi yakın, külünü de savurun’ der. Adam ölünce evlatları babalarının dediğini yaparlar. Cenab-ı Hakk bu kulu karşısına alır ve cesedini niçin yaktırdığını sorar. Kul: ‘Senin korkundan Ya Rabb!’ cevabını verir. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona: ‘Ben de seni afvettim’ (2) karşılığında bulunur.

Hz. Muaviye (ra), Asr-ı Saadet’in en büyük siyasi dahilerinden birisidir. İstenmeyen pek çok hadiseye karışmıştır; ancak bu durumdan kendisi de memnun değildir.

Vefat edeceği an çocuklarını yanına çağırır. Kalbinin üzerinde sakladığı küçük bir keseyi çıkarır. İhtimamla açar. İçinde birkaç kıl ve birkaç tırnak vardır. Bunları çocuklarına gösterir ve şöyle der: ‘Evlatlarım! Ben, Rasulü Ekrem (as) ile beraber bulundum. Ona sahabi olma şerefine erdim. Birgün traş olurken herkes gibi ben de yere dökülen mübarek kıllarından kapabildiğim kadar aldım. Tırnaklarını keseceği anı gözetledim ve yine onlardan bir kaçını alma imkanına sahip oldum. Ömrüm boyunca bunları mukaddes bir emanet olarak sakladım. Şimdi ölümüm yaklaştı. Uzuvlarım birbirine veda etmek üzere. Vücud viranesi yıkılıyor. Felek adım adım sûra yaklaşıyor. Arş-ı emânımdan sûr sesi gelmeye başladı. Size vasiyetim şudur: ‘Beni kabrime koyarken bazı azalarımın üzerine bu mübarek kıl ve tırnaklardan yerleştirin. Öyle inanıyorum ki Rabbimin huzuruna bunlarla gidersem kurtulabilirim.’ (3)

İşte her sahabinin endişe ve korkusu. Hz. Muaviye ki, onun devrinde nice ülkeler fethedildi. İslam ordusu İstanbul surlarına kadar dayandı. Kıbrıs o devrede İslam diyarı oldu. Türk’ün sahabisi diyebileceğimiz Ebu Eyyub el-Ensâri Hazretleri İstanbul’a onun devrinde geldi. Ancak o bütün bu olanlara bel bağlamıyordu. Şefaatını umduğu tek şey, Efendimiz’e ait mübarek tırnak ve tüylerin kendisiyle beraber bulunacak olmasıydı.

Bu bir anlayış meselesidir. Dinde yeri vardır-yoktur, burada onun münakaşasını yapacak değiliz. Belki bunlar şifreyi çözen davranışlardır. Rahmet, bu şifrenin çözülmesiyle ihtizaza gelecektir. Nitekim kendini yaktıran adam da şeriata göre amel etmiş değildir. Fakat onun korku ve endişe yüklü bu ameli kurtuluşuna sebebiyet vermiştir.

Melekler de melekleşmiş insanlar da ‘haşyet’ içindedirler. Çünkü onlar ‘Allah’ı bilmekte ve O’nu tanımaktadırlar. Bu manaya işaret içindir ki Kur’an’da ‘Allah’a karşı en çok haşyet içinde olanlar Allah’ın âlim kullarıdır.’ (Fâtır, 35/28) buyurulmaktadır. Allah’ı bilen, elbette O’na karşı haşyet içinde olacaktır. 

 

[1] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 10/308; Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, 3/141,709
[2] Buhari, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 25,27
[3] İbn Esir, Üsdü’l-Gâbe, 4/433-436; İbn Hacer, İstîab, 3/473

Meleklere Mihmandar Olmak 7 dk.

Melek kendine ait misyonu edâ ederken, insan da melekleşme gayretine hız vermeli ki aralarında bir bütünleşme meydana gelsin. Evvela insan, meleğin inebileceği zemini hazırlamalı, sonra da o zemini koruyup muhafaza etmeli ki, melekût aleminden içinde bulunduğumuz aleme doğru bir kayma, bir meyil, bir arzu ve iştiyak hasıl olsun. Bu sebepledir ki, meleklere ait misyonun eda edilebilmesi, bir yönüyle insanın bizzat kendisiyle de alakalı bulunmaktadır. İnsan kendine düşeni yerine getirdiği sürece melek de kendisiyle alakalı vazifesini bihakkın eda edecektir. Ancak insan herhangi bir hata ile onların geleceği yolu tıkar, onların gireceği menfeze sed çekerse, geliş ve gidişleri belli daire ve prensiplere bağlı o melekût aleminin kutlu sakinleri, artık gelmez olur ve ayaklarını keserler. Neticenin böyle bir hüsranla noktalanmaması için, bulunduğumuz zaman ve zeminin yümün, bereket ve sağnak sağnak yağacak rahmetten mahrum kalmaması, beşerin kendine düşen vazifeyi yerine getirmesiyle çok ciddi şekilde ve yakından alakalıdır. Onun için biz de sözün burasında, yer yer onun vazifelerine dikkat çekerek mevzuyu hem meleklere hem de bize ait yönleriyle terkipleyip takdime çalışacağız.

İnsan şu meşhergâh-ı âlem ve en’am (varlığın sergilendiği âlem) de, Cenab-ı Hakk’ın sanatlarını müşahede ederken, kalb gözü açık olarak yaşamalı, bir arı gibi dolaşmalı, konduğu her çiçekten bir hüzme almalı ve onunla bir marifet peteği örmeye çalışmalıdır. O ancak böyle yaptığı takdirde ahiret saadetinin temelini daha dünyada iken atmış olacaktır. İşte bunun içindir ki Abdullah b. Revaha, yakın dostlarının elinden tutup: ‘Gel biraz iman edelim’ (Müsned, 3/265) diyordu. Sen de kalbin Allah’tan uzaklaştığı, kuruduğu ve yozlaştığı dakikaları hatırladıkça, kalbi hüşyar bir mü’minin elinden tut… ‘Gel kardeşim, gel câmiye gidelim, de, biraz iman edelim! Yani, Rabbimizi hoşnud edelim. Mürde gönlümüze hayat üfleyelim. Sönmüş, pörsümüş hissiyatımızı, duygularımızı yeniden canlandıralım. Ta o, ilham-ı İlahi olarak gelen esintilere, marifet ve muhabbet-i İlahi deryasından gelen dalgalara ma’kes ve sahil olabilsin. Sen hazır olacaksın ki, gelen gelsin ve orada hüsn-ü kabul görsün. Senin daima, haktan gelen tecellileri misafir edecek, onlara mihmandâr olabilecek bir gönlün yoksa, gaflet anında ve kalbinin haktan uzak kaldığı hengamda, rahmet-i İlahi gelir de geriye döner. Sen Allah’a imanının tam olduğunu sanırsın ama, heyhât! Haybet ve hüsran içinde gönlün ölüdür de haberin yok. Evet, müteyakkız olacaksın. Hem de hududda nöbet bekleyen bir insan gibi, bir lahza gözünü kırpmadan hep zuhûr bekleyecek ve tecelli avlayacaksın..

Rasulü Ekrem (sav), müteyakkız gönüllerin, uyanık duyguların, duyan, bilen, hisseden, herşeyden mana çıkaran kafaların temsilcisi olarak hayatını uyanıklık içinde geçirmişti. Gündüzleri O, zaten hep hüşyardı. Gece basıp da ‘Uykunuzu dinlenme yaptık’ (Nebe 78/9) ayeti gereğince uyku onu sardıgı zaman, derin derin düşünmeyi temsilen elini başının altına koyar ve ‘Rabbim; ötesini Sana havale ediyorum, şu kalbimin tek lahza Sen’den gafletine tahammülü yoktur ama, geldi bastırdı şu uyku!’ düşünce ve mülahazasıyla, bilinen bazı duaları okur ve yatağına öyle girerdi. Sen de hayatını İki Cihan Serveri’nin hayat-ı seniyelerine göre tanzim ederek, her anında Cenab-ı Hakk’a teslim ile ömrünün dakikalarına yümün ve bereket akmasını temin edebilirsin. Onun için de bir lahza gözünü kapamamalısın ki, mele-i âlâdan gelenler uyanık ve kapısı açık bir mihmandâr bulabilsinler.

Dikkat et! Senin kalbine her an misafir olmaya gelen Allah’ın rahmeti, bu kalbin hazır olup olmadığına bakan da yine bizzat Cenab-ı Hakk’ın kendisidir. Gafil bir kalbe 0 misafir olmaz. Sen hüşyar olursan, mele-i âlâ senin gönlünün etrafını metaf yapar da Kabe’nin etrafında dönüyor gibi senin etrafında döner. Bu hakikata işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Rasulü şöyle buyurur: ‘Bir insan ıssız bir yerde, (su bulursa) abdest alıp, (bulamazsa) teyemmüm edip namaza durursa, onun namaz kıldığı meydanı dolduracak sayıda melek iner ve o insanın arkasında namaz kılar.’

Demek ki yerine göre sen, meleklerin önüne geçebiliyorsun; geçebiliyorsun da oralar senin arkanda namaz kılmayı şeref sayıyorlar. Acaba cismaniyet ve beşeriyete ait onca husûsiyeti sırtında taşıyan, yani şehvet, kin, nefret ve daha bir sürü şeytâna ait duygularla -tabiî belli hikmetler için- meşbu ve dopdolu bulunan beşer bütün bunları nasıl aşıyor, aşıyor da muallâ insanî mevkiye ve yüce bir ufka ulaşıyor? İşte melek buna hayret ediyor ve gelip namaz kılan insanın ardında el pençe divan durarak ve adetâ, ‘Sen imamsın ben de cemaatım’ diyor; bunu itirafı da kendisi için bir şeref biliyor. Nasıl bir sahrada namaz kılanın arkasında kalabalık bir melek topluluğu namaza duruyor ve onun namazında hazır bulunuyor; öyle de her ferd, nerede namaz kılarsa kılsın, namazında mutlaka melekler hazır bulunuyor ve onun bazı ifadelerine iştirak ediyorlar. Mesela, tahiyyatta ‘Selam, bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun’ ifadesini, namaz kılanın sağına-soluna selam verirken, sağ ve soldaki mevcud melekleri niyet edebildiği takdirde onun selamını alarak, mukabelede bulunurlar. Ancak burada da görüldüğü gibi birinci vazife, yani melekleri o zemine çekme misyonu insana düşmektedir. Önce insan namaz kılacak, selamında melekleri niyet edecek ki, melekler onun yanında hazır bulunsun ve onun bazı ifadelerine iştirakla yapılan bu güzel işi alkışlasınlar…

Meleklerin Pervane Olduğu Ruhlar 12 dk.

Kişinin amelinin keyfiyet ve durumuna göre meleklerin tahşidatı artar. Bu hususa işaret eden pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadislerde, tergîb ve teşvik esasına dayanılarak özetle şöyle denilmektedir. ‘Namazda ilk safta duranların, saflarını sık ve düzgün tutanların ve namazdan sonra tesbihatlarını hudû ve huşû içinde Allah’a takdim edenlerin, seherlerde kalkıp Allah karşısında el pençe divan duranların etrafında melekler pervaz ederler.’ Seherler ki, o vakitlerde Cenab-ı Hakk, rahmetiyle dünya semasına nüzul buyurur. Yok mu tevbe eden tevbesini kabul edeyim?’ (1) diyerek rahmetinin enginliğini vicdanlara duyurur. O dakikalardadır ki her yanda bir bâd-ı tecelli eser. Bu tecellinin uğradığı her yer anber kokar, gül kokar ve her gönül huzur ve saadet yudumlar dolaşır. Evet, sineler bir başka çoşkuyla dolar taşar seherlerde.

Alem gaflet içinde ve döşek üzerinde geceyi ve ömrünü tüketirken, sen değişik ağırlıkların altından sıyrılarak, her şeyin üstesinden gelmeye çalış ve her zaman Rabbinin karşısında el pençe divan dur. Kur’an: ‘Yanlarını yataklardan uzaklaştırır, korkarak ve umarak Rabblerine dua ederler..’ (Secde/16) diyor ve teheccüd namazı kılanları tebrik ve tebcil ediyor. Sen de bu tebrik ve tebcile mazhar olmaya çalış!

Kat’iyyen bil ki, berzah azabından kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da geceyi ihya etmektir. Şayet kabirden ötesi hayatına nur saçmak, ayağın herhangi bir yere takılmadan, kösteklenmeden dümdüz sırat-ı müstakim erbabı olarak burada ve ötede yürümek istiyorsan, gecenin kara zülüfleri üzerine nurlar saçarak hiç olmazsa iki rekat namaz kılmalısın. Evet, dört kıl, altı kıl, sekiz kıl; hiç olmazsa ahd u peymana sadakatin ifadesi olarak iki rekat namaz kıl ki, berzah hayatın aydınlansın!.

Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor: ‘Herkes gelir Allah Rasulü’ne rüyasını anlatır, O (sav) da tabir buyururdu. Ben de hep, ‘keşke bir rüya da ben görsem de gelip Allah Rasulüne anlatsam’ diye içimden geçirirdim. bir gün bir rüya gördüm. Tanımadığım bazı kişiler beni ellerimden tutup zorla bir istikamete doğru sürüklüyorlardı. Beni bu halde sürükleye sürükleye derince bir çukurun yanına kadar getirdiler. Çukur alev alev kaynıyordu. Bana buranın Cehennem olduğunu söylediler. Onlar beni orada tutuyorlardı. Ben de kan revan içinde tir tir titriyordum ki ‘buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur’ dedi.’

(Evet, bu rüyayı gören Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tı. Bu her yönüyle babasıyla atbaşı giden nadide bir insandı.. düşünün ki, babasından sonra onu, hem de o günün insanları, başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer, bizzat buna mani olup ‘Bir evden bir kurban yeter’ demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı… İşte bu rüyayı o görüyordu.) Sonra sözlerine şöyle devam etti: ‘Ben gördüğüm bu rüyayı ablam Hafsa’ya anlattım. O da Efendimiz’e intikal ettirmiş. Allah Rasulü rüyayı dinledikten sonra şöyle buyurmuşlar: ‘İbn-i Ömer ne güzel insandır. Keşke bir de teheccüd kılsaydı!’ (2)

Zira, Cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tablo ile gösterilen belaya maruz kalmanın tek yolu ise, gecenin teheccüdle aydınlatılmasıdır. İbn-i Ömer diyor ki: ‘Ben Allah Rasulü’nden bunu duyduktan sonra artık bir defa bile teheccüdü terk etmedim.’

Aynı hassasiyet ifadesini Hz. Ali’den de duyuyor. Şöyle buyuruyor: ‘Ben Rasulü Ekrem’den önemli bir dua ile alakalı fermanı duyduktan sonra, onu okumayı hiç mi hiç bırakmadım. Bunu duyan yardımcısı soruyor: ‘Sıffın gecesinde de mi?’ Hz. Ali cevap veriyor: Evet, o gece de terketmedim.’

Mevlana İkbal şöyle diyor: ‘Allah’a hamd ederim ki onbeş-yirmi sene İngiltere’nin o loş, karanlık, isli ve pis havası altında kalmama rağmen bir tek gece bile teheccüdümü terketmedim.’

Teheccüd vakti, meleklerin nüzul ettiği an olması itibariyle çok önemlidir. Teheccüd kılan insanın arkasında melekler saf saf olur durur ve onun rikkat kazanmış his dünyasına ilham esintileri üflerler. Bu da yine meleklere ait vazifelerden biridir. Onların bu vazifeyi yerine getirebilmesi için de insanın o vakti kulluk ve dua ile değerlendirmesi gerektir.

İnsan, her anını nurlu yaşamaya alışmalıdır. Zira, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin de dediği gibi: ‘Bir ân-ı seyyâle vücûd-u enver, binlerce sene vücûd-u ebtere müreccahtır.’

Nurlu anlar, insanların meleklerle, ruhânilerle sarmaş-dolaş olduğu anlar ve zamanlardır. Böyle anlarda, insanın sağına-soluna bölük bölük melek ve rûhânîler iner ve onu çepeçevre kuşatırlar. Hatta o insan basacak yer bulamaz: Adımını nereye ve hangi noktaya atsa mutlaka bir melek kanadı ona eşlik eder. Nifaklarından endişe duyup da ağlaya ağlaya Allah Rasulü’nün yanına gelen iki şanlı sahabi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Hanzala’ya İki Cihan Serveri’nin söyledikleri, bu hakikata parmak basması bakımından oldukça önemlidir. Vak’a şöyle cereyan eder:

Hz. Ebu Bekir, Hz. Hanzala’nın hıçkıra hıçkıra ağladığını görür. Ona niçin ağladığını sorar. Aldığı cevap onu da ağlatır. Zira Hz. Hanzala özet olarak şöyle demektedir: ‘Yâ Eba Bekir, Hanzala münafık oldu. Zira ben, Rasulü Ekrem’in yanında bulunduğum andaki hali, evime döndüğümde bulamıyorum. Allah Rasulü’nün huzurunda bütünüyle iman kesiliyor, ayrılınca ise o hali kaybediyorum. Bana, bu bir nifak alameti gibi geliyor. Ve onun için de ağlıyorum.’

Hz. Ebu Bekir bunları duyunca o da ağlamaya başlar. ‘Vallahi’ der, ‘aynı hal bende de var.’ Beraberce Allah Rasulü’ne giderler. Her ikisi de ağlamaktadır. Efendimiz onlara niçin ağladıklarını sorar. Onlar da durumu, olduğu gibi Allah Rasulü’ne aktarırlar. Bunun üzerine Efendimiz, mealen onlara şu cevabî karşılıkta bulunur: ‘Eğer her zaman benim yanımda bulunduğunuz hali muhafaza etseydiniz, Allah’a yemin ederim, melekler gelir sizinle musafaha ederlerdi. Siz çarşıda-pazarda hep onlarla içli-dışlı olurdunuz. Ama Yâ Hanzala! Bu işin esası şudur: Bir müddet Rabbe kulluk, bir müddet de dünya için çalışma.. ve dünya için çalışırken de Rabbi unutmama..’ (3) İşte bütün mesele burada. Huzurda, Rabbe kulluğun hakkını verme.. çarşıda-pazarda ve evde de onlara ait hakları gözetme.. hiçbir zaman istikameti terketmeme ve daima Cenab-ı Hakk’ın murakabesi altında bulunduğu şuuruyla hareket etmeye çalışma.

Böyle davranılırsa kalb, rikkat ve inceliğini korur. Kalb rikkatini muhafaza ettiği sürece de, melekler gelir o insana musafaha etmeye durur. Ne var ki, kalbe rikkat kazandırma ve bu rikkati koruma da ancak geceleri ihya ile olur. Gecelerini ihya edemeyenlerin kalb rikkatini muhafaza etmeleri çok zordur.

“Allah’a sığınalım kasvet dolu kalbten..
Allah’a sığınalım yaşarmayan gözden..
Allah’a sığınalım fayda vermeyen ilimden
Ve Allah’a sığınalım faydasız geçen ömürden.”

Bunlar birbiriyle iç içe ve birbiriyle sebep-netice bütünlüğünde olan durumlardır ki, Allah Rasulü’nün dualarında peşipeşine zikredilirler. Kalbte kasvet varsa gözde yaş olmaz, göz yaşarmıyorsa o insanın kalbinde rikkat bulunmaz; bunların olmadığı yerde ise elde edilen bütün malumat ahiret adına hiçbir işe yaramaz. Faydasız geçen bir ömrün ise hesabı çok çetindir. Böyle bir ömür yaşamaktansa, bir an evvel ölmek daha yeğdir. Ölümü kendisine tercih ettirecek ömür ise sırtta bir yük, omuzda bir bâr demektir. Böyle bir ömürden Cenab-ı Hakk’a sığınmak gerektir.

Melek, aşk ve cûşiş insanıyla beraber bulunmaktan ayrı bir haz, ledünnî bir zevk alır. Evet, onunla el ele, dudak dudağa, gönül günüle vermek ve bütünleşip yek vücud haline gelmek melek için ayrı bir seçkinlik pâyesi sayılır.

Meleklerle insanlar arasındaki irtibatı anlatan hadislerden biri de şudur: ‘Kim ilim yoluna sülûk ederse, Allah ona Cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler işittikleri şeylerden hoşnut oldukları için kanatlarını ilim talibinin ayakları altına sererler.’ (4)

Nasıl olur bu? Melekler, ilim yolcularının gelip geçecekleri yollara nasıl kanatlarını sererler? Bizce keyfiyeti meçhul. Fakat bilinen bir gerçek var ki o da, sayıları çok az bu seçkinler, meleklerce koruma altındadırlar. Çünkü onlar nebîlerin varisleridir. ‘Allah seni koruyacaktır’ hakikatı onlar hakkında da böyle tecellî etmektedir. Allah ve Rasulü onlardan hoşnut ve razıdır. Böyle olunca da melekler onlardan hoşnut ve razı olmak durumundadır. Bu durum melekler için ayrı bir haz ve rûhânî bir zevk kaynağıdır. Onlardır ki, kevn u mekanın ve bütün mevcudatın -buna melekler de dahil- manasını keşfedip açma misyonunu yüklenmişlerdir. Eğer onların bu cehdi olmasaydı ve bu manada Allah Rasulü’nden istifade ve istifaze sağlanmasaydı kâinatın mahiyetini anlamak, kavramak asla mümkün olmayacaktı.

Ehl-i ilimdir ki, Efendimiz’in derslerine en birinci muhatablardır. Ehl-i ilimdir ki, varlık aleminde tecelli eden ‘Esmâ’yı anlama adına kurulan ders halkasında en birinci safı teşkil ederler. Evet, onlarla varlık abesiyyet, eşya ve hadiseler başıbozukluktan kurtulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, melekler onlara ayrı bir önem, ayrı bir ehemmiyet vermekte ve kanatlarını onların ayaklarının altına sermektedirler.

Meleklerin insanlara olan bu ta’zimi, sırf Allah içindir. Bu sebeple de onlar yaptıkları bu hizmeti döndüklerinde, Rablerine bir armağan, bir hediye gibi takdim ederler. Melekleri ilim ehline hizmet etmeye sevkeden sırra gelince: Meleklerde sonsuz denecek ölçüde bir ilim ve irfan aşkı vardır. Allah’ı bilmek, O’nu tanımak ve O’nun marifetine ermek meleklerin yaradılış gayesi ve biricik hadefleridir. Buna vesile oldukları için de onlar, ilim erbabına hep hizmet etmek isterler. Yoksa Allah’ı bilmeye, Rasulü Ekrem’i tanıtmaya götürmeyen, Kur’ânî hakikatlara nüfuza merdiven teşkil etmeyen ilimler katiyyen melekleri cezbedecek ve onları yeryüzüne indirecek şeyler değildir. Zaten biz öyle bir ilim de tanımıyoruz. Zira, fizik, kimya, matematik, astronomi ve daha ne kadar ilim dalı varsa, bunların hepsi kendi sahalarında, her zaman beşerin elinden tutar ve onu marifet semasına yükseltirler. Bu ilimleri bir kısım kendini bilmezler ve rûhen şeytan istilasına uğramış bir kısım sarhoşlar, Allah’ı inkarda kullanıyorlarsa, bu onların kıstaslarının inhirafı, kafalarının dönmesi, bakışlarının bulanması neticesidir. Onlar meleklerden, melekler de onlardan fersah fersah uzaktır. Halbuki diğer ilim erbabı önünde melekler, tevazu duygu ve düşüncesiyle kanatlarını seriyor ve onlara tazimde bulunuyorlar. Hz. Adem’e melâike-i kiramın secdesinde (Allahu a’lem) bu mananın büyük bir tesiri vardır. 

 

[1] Buhari, Tevhid 35; Teheccüd 14; Tirmizi, Daavat 80; Ebu Davud, Salat 311
[2] Buhari, Teheccüd 2; Fezailü Ashabi’n-Nebi 19; İbni Mace, Rüya 10
[3] Müslim, Tevbe 12,13: Tirmizi, Kıyame 59; Müsned, 4/346
[4] Ebu Davut, İlim 1; Tirmizi, İlim 19; Nesei, Taharet 112; İbni Mace, Mukaddime 17

İnsan-Melek Münasebetini Zedeleyen Hususlar 7 dk.

İnsana ait bazı davranışlar, insanla melek arasındaki bu ciddi ve çok buudlu münasebeti zedeler ve bazı durumlarda da kesintiye uğratır. Zira insan o esnada meleklerin hoşlanmayacağı, onların kerih ve çirkin görecekleri bir durum sergilemektedir. Bu noktaya işaret eden ve bu hususta tahşidat yapan pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadisler insan-melek münasebetini zedeleyen davranışları engelleme gayretine matuf söylenmiş öğretici hadislerdir. İnsan onlara uyduğu nispette, meleklerle olan münasebetlerini devam ettirir.

Mesela, bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: ‘Kim soğan, sarmısak, pırasa gibi kerih kokulu şeyler yerse, mescidimize gelmesin. Zira melekler kerih kokulardan hoşlanmazlar’ (1) buyurmaktadır. Biz günümüzdeki yaygın bir illeti de buna ekleyip ‘sigara içenler’ de diyebiliriz. Zira hükmün menatı ‘kerih’ kokudur ki sigara da en az diğerleri kadar insanı rahatsız edecek kerih kokuya sahiptir. Elbette kişi bu kokuları izale edici müdahalelerde bulunabilirse, mescide gelmeyi engelleyen hüküm de ortadan kalkar. Zira burada esas olan kerih ve çirkin kokunun giderilmiş olmasıdır. Yoksa gaye, insanları mescidden menetmek değildir..

Meleklerin münasebetini kesintiye uğratan bir başka sebebe de Allah Rasulü şöyle işaret buyurur: ‘İçinde sûret ve köpek bulunan bir eve melekler girmez.’ (2)

Bir başka hadiste de bu husus teyid edilmektedir. Şöyle ki Efendimiz, Cibril’le buluşacaktır. Vakit geldiği halde Cibril bir türlü gelmemektedir. Efendimiz bundan ciddi şekilde tedirgin olur. Acaba Cibril niçin gelmemiştir? Gelmesine mani nedir?

Daha sonra Efendimiz (sav) evin içini araştırır. Divan gibi bir şeyin altında torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’e ait küçük bir köpek yavrusu bulur. Onu dışarıya çıkarır. Hemen Cibril gelir. Efendimiz niçin geciktiğini sorar. Cibril cevap verir: ‘Biz melekler topluluğu, resim ve köpeğin bulunduğu yere girmeyiz…’ (3)

İslam’da resim ve heykelin yasaklanmasına sebep olarak pek çok hikmet söylenebilir. Ama bizim için hikmetten ziyade illet mühimdir. Bununla beraber bir ismi de Hakîm olan Cenab-ı Hakk’ın her emir ve yasağında mutlaka bir hikmet vardır.

Resim ve heykelin yasaklanmasında cahiliye insanının puta tapıcılığının elbette tesiri olmuştur. Yani, puta tapıcılığı yeni bırakmış bu insanlarla eski düşünceleri arasındaki köprüyü ortadan kaldırmak ve bir daha öyle yanlış bir saplantıya geçit vermemek için, Efendimiz resim ve heykel hakkında çok ciddi tahşidat yapmıştır. Hatta Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde mevzu ile alakalı Efendimiz şöyle buyurmaktadır;

‘Ahirette, resim yapanlara Cenab-ı Hakk, yaptıkları resimlere can vermelerini emredecek. Bunu yapamadıkları sürece de onlara azapta bulunacak… Zaten bunu yapmaları da asla mümkün olmayacaktır.’ (4)

Efendimizin bu tahşidatını sadece cahiliyeye karşı bir ilan-ı harb olarak değerlendirmek eksiktir ve hatadır.

Nitekim resim ve heykelden içtinab eden başta Efendimiz’dir. Halbuki onun için cahiliyeye ait eski düşünce hiçbir zaman mevzubahis olmamıştır ve olamaz da… Öyle ise, resim ve heykelin yasaklanması hususunu çok yönlü tahlil etmek gerekmektedir.

Köpeklerin de necis ve pis oluşları, meleklerin gelmesine mani teşkil edebileceği gibi, bizim bilmediğimiz bazı sebepler de buna âmil olabilir. Nitekim bir hadis-i şerif’lerinde Efendimiz ‘Eğer bir ümmet olmasalardı bütün köpeklerin öldürülmelerini emrederdim’ (5) buyurmuşlardır. Ekolojik dengede elbette bu hayvanların da bir yeri ve ağırlığı vardır. Fakat onların bulunduğu yere meleklerin girmediği de bir vâkıadır. Çoban köpekleri, av köpekleri ve bazı işlerde kullanılan köpekler bunun dışındadırlar.

Evlerde itina ve binbir masrafla beslenen süs köpekleri de hem onlara yapılan bunca masraf hem de hiçbir işe yaramamaları açısından, bulundurulmaları mahzurludur ve meleklerin gelmesine manidir. Fakat gel gör ki, günümüzde, bilhassa kendilerini entel kabul edenlerimiz arasında, Avrupa’da yaygın bu illet, bizde de süratle yayılmış ve süs köpeklerini beslemek moda halini almıştır. Ben şahsen burada İlâhî bir sır görüyorum. Sanki Cenab-ı Hakk, o engin rahmetinden mahrum kalmaya hak kazanmış ve pek çoğu itibariyle ruhen meshe uğramış bazı insanlara, rahmetinden mahrumiyete sebep olsun diye böyle bir illet musallat etmiştir. Yani onlar, bu varlığı evlerine sokmakla gelecek rahmeti, kendi elleriyle geri çevirmiş olmakta ve böylece kendi mahrumiyetleri için yine bizzat kendileri zemin hazırlamaktadırlar.

İnsan-melek münasebetini zedeleyen bir başka sebep de yine hadis-i şerif’lerde ‘ceres’ sözcüğüyle ifade edilen çanlardır. Efendimiz ‘İçinde çan bulunan eve melek girmez’ (6) demekle de, bu hususa işaret buyurmuşlardır. Ayrıca yine hadislerde, hayvanların boyunlarına takılan çıngıraklar kasdedilerek böyle sürüler veya böyle kervanlara meleklerin iştirak etmeyeceği ifade edilmektedir.

Çan ve çıngıraklarda hiçbir lâhûtilik yoktur. Hatta bunlar insanların dünya zaaflarını kamçılayıcı mahiyettedir. Onun içindir ki, lâhûtîlikten mahrum ve dünya meylini kamçılayıcı bu sesleri melekler sevmemekte ve bunların bulunduğu yerleri terketmektedirler.

Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, insanla melek arasındaki münasebetin devamı için, belli bir zemin ve belli bir atmosfer şartı sözkonusudur. Böyle bir zemin temin edildiği sürece melekler insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu temin edilmediği zaman ise insanı şeytanıyla başbaşa bırakırlar.

Cenab-ı Hakk’tan niyazımız, bizi hep meleklere enis ve celis etmesidir. Onlarla dost olup, onlarla oturup kalkalım… Ahirette de yine ‘kişi sevdiğiyle, dostuyla beraberdir’ (7) fehvasınca onlarla beraber olmaya hak kazanalım..

Mevzuyu, meleklerin temessül etmesiyle alakalı Kur’an ve hadis kaynaklı müşahhas bazı misallerle bitirmek istiyorum.

 

[1] Buhari, Ezan 160; Et’ime 49; İ’tisam 24; Müslim, Mesacid 72; Tirmizi, Et’ime 13
[2] Müslim, Libas 81,82,83,84; Ebu Davud, Tahare 89; Libas 45; Tirmizi, Edeb 44
[3] Müslim, Libas 81,82,83,84; Ebu Davud, Tahare 89; Libas 45; Tirmizi, Edeb 44
[4] Buhari, Tabir 45; Libas 97; Müslim, Libas 100; Ebu Davud, Edeb 88; Tirmizi, Libas 19
[5] Ebu Davud, Edahi 22; Tirmizi, Sayd 16,17; Nesei, Sayd 10; İbni Mace, Sayd 6
[6] Ebu Davud, Hatem 6; Nesei, Zinet 54; Müslim, Libas 103; Buhari, Cihad 139
[7] Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Tirmizi, Zühd 50; Daavat 98

Meleklerin Temessülü 19 dk.

1) Kur’an’da Meleklerin Temessülü

Temessül, Arapça bir kelime olup, bir şeyin belli şekil ve surete bürünmesi manasına gelir. Meleklerin temessülü ise, onların cismânî bir şekil alarak bizlere görünmesi demektir. İşte bu manada meleklerin temessül ettiğine dair pek çok misal vardır.

Kur’an, çeşitli vesilelerle bize bu türlü temessülleri haber verir. Mesela, Hz. İbrahim’e melekler insan suretinde gelip misafir olmuşlardır. Kur’an’da bu hadise şöyle anlatılır:

‘İbrahim’ in ikram gören konuklarının haberi sana geldi mi? Bir zaman onun yanına girmişler ‘Selam’ demişlerdi. ‘Selam, siz tanınmış, bir topluluksunuz’ dedi (ve konuklarına yemek hazırlamak için) gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi. Onu önlerine yaklaştırdı, ‘Yemez misiniz?’ dedi: (Yemediklerini görünce) onlardan içine bir korku düştü. ‘Korkma’ dediler ve ona ‘Bilge’ bir oğlu olacağını müjdelediler.

Karısı (Sâre), çığlık içinde geldi. (Hayretten elini), yüzüne vurarak: ‘(Ben) kısır kocakarı (yım, benden nasıl çocuk olur?) dedi. Dediler ki: ‘Rabbin böyle dedi. O hüküm ve hikmet sahibi Alim’dir.’ (Zariyat, 51 /24-3O)

Aynı hadise bir başka yerde şu şekilde anlatılır:

‘Elçilerimiz İbrahim’e müjde getirdikleri zaman ‘Selam’ dediler. O da ‘Selam’ dedi; çok durmadan, hemen kızarmış bir buzağı getirdi. Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içine bir korku düştü. ‘Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik.

Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da (torun) Yakub’u.

(İbrahim’in karısı); ‘Vay, dedi, ben bir kocakarı, bu koca da bir pîr iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak birşey:

(Elçi melekler) dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev halkı! O, övülmeye layıktır. İyiliği boldur.’ (Hûd, 11/69-73)

Hadisenin devamını Kur’an bize şöyle anlatır:

‘İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadele etmeğe başladı. (Elçilerimize onlardan azabı kaldırmalarını veya hafifletmelerini rica ediyordu.) Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Allah’a dönüp yalvarandır. (Melekler): ‘Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. (Boşuna uğraşma) Zira Rabbinin emri gelmiştir. Mutlaka onlara, geri çevrilmez azab gelecektir.’ (Hud, 11/74-76)

Hadisenin başka bir kesiti de Ankebût Sûresi’nde şöyle anlatılır:

‘(İbrahim): ‘Ama orada Lût var’ dedi. ‘Biz orada kimin bulunduğunu daha iyi biliriz. Onu ve ailesini kurtaracağız. Yalnız karısı (azapta) kalacaklardandır.’ (Ankebût, 29/32)

Melekler Hz. Lût’a gelirler. Hepsi de göz kamaştıracak kadar güzel birer delikanlı şeklindedirler. Hz. Lût onların gelişinden ve kavminin ahlaksızlıkları sebebiyle onu mahcup edecek davranış sergileyeceğinden ciddi şekilde endişe duyar ve içi daralır.

Hadiseyi Kur’an’dan takip edelim:

‘Elçilerimiz Lût’a gelince onlar yüzünden kaygılandı, (çünkü elçiler genç delikanlı şeklinde gelmişlerdi ) Onlar için, içi daraldı, ‘Bu çetin bir gündür’ dedi.

Daha önce de kötü işler yapmakta olan kavmi koşarak ona geldiler. Lût: ‘Ey kavmim, işte kızlarım onlar sizin için daha (güzel, daha) temiz! Allah’tan korkun, konuklarım içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin’ dedi.

Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekala bilirsin!’ (Lût:) ‘Keşke size karşı dayanacak bir gücüm olsaydı. Yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim’ dedi.

Melekler dediler ki; ‘Ey Lût! Biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiçkimse geri kalmasın. Çünkü ötekilerine erişen azap ona da erişecektir. Onlara va’dedilen azab zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?’

Hz. Meryem’e melek, kusursuz bir insan suretinde temessül etmiştir. Kur’an bu hadiseyi de şöyle kıssa etmektedir: ‘Kitapta Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönüne bir yere çekilmişti. Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i) ona gönderdik. O, ona kusursuz bir insan şeklinde temessül etti.

Meryem: ‘Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (bana dokunma)’ dedi.

(Ruh): Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim.)

(Meryem): ‘Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.’

(Ruh): ‘Öyledir, dedi, Rabbin: Bana kolaydır. Onu insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi. Ve iş olup bitti.’

Bu misaller de hep meleğin veya meleklerin temessüllerinden bahsedilmektedir. Melekler öyle bir şekle girip, surete bürünmektedirler ki, muhatabları onları aynen bir insan gibi görüp, hissetmektedir. Onun içindir ki, Hz. İbrahim, gelen misafirlerine ziyafet hazırlamış ve yine onun içindir ki, Hz. Lût misafirlerine karşı mahçup olmamak için çırpınıp durmuştur. Halbuki gelenler melektir. Yemez, içmezler ve onlarda erkeklik-dişilik yoktur. Biz bu ayetlerin işaretinden anlıyoruz ki, temessül, ayniyete yakın bir misliyet çerçevesi içinde vuku’ bulmaktadır.

2) Hadîslerde Meleklerin Temessülü

a) Dıhyeleşen Cibril (as)

Birçok hadis ve müşahede de bu hususu teyid eder mahiyettetir. Şimdi de bunlardan bazılarını nakledelim:

Müttefakun aleyh bir hadis-i şerifte Hz. Ömer (ra) şunları anlatıyor: ‘Allah Rasulü’nün huzurunda oturuyorduk. Beyaz elbiseler içinde tanımadığımız bir yabancı geldi. Üzerinde yolculuk alâmeti de yoktu. Efendimiz’den izin istedi. ‘Yaklaşabilir miyim Ya Rasulallah?’ dedi. Ve bu ifadesini üç defa tekrar etti. Her izin alışta Allah Rasulü’ne biraz daha yaklaşıyordu. Sonra ellerini dizlerine koydu ve Efendimiz’e soru sormaya başladı:

– İman nedir?

Allah Rasulü cevap verdi: ‘İman, senin Allah’a, meleklere, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve ahiret gününe inanmandır.’

-İslam nedir?-Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet getirmen, namaz kılman, oruç tutman, zekat vermen ve hacca gitmen..-İhsan nedir?-Senin Allah’ı görüyor gibi kulluk etmen. Sen O’nu görmesen de O, seni görmektedir.

Allah Rasulü’nün verdiği her cevaptan sonra yabancı ‘Sadakte’ diyor ve Allah Rasulü’nü tasdik ediyordu. Biz ise olanları hayret içinde seyrediyorduk. Ve içimizden, ‘hem soruyor hem de tasdik ediyor’, diye geçiriyorduk. Son olarak da kıyamet ile ilgili bir soru sordu:

Kıyamet ne zaman kopacak? dedi. Efendimiz bu soruya: ‘Şu anda kendisine soru sorulan, sorandan fazla bir şey bilmiyor’ cevabını verdi. Ardından da kıyamete ait bazı alametleri saydı.

Adam bunu da dinledikten sonra kalktı ve gitti. Birkaç kişi arkasından çıkıp baktı, fakat yolcu ortada görünmüyordu..

Allah Rasulü bize, bu gelenin kim olduğunu bilip bilmediğimizi sordu. ‘Allah ve Rasulü bilir’ diye cevap verdik. Ve şöyle buyurdu: ‘O Cibril’di. Size dininizi öğretmek için geldi.’ (Buhari, İman 37, 34)

Cibril bazı kere vahyi insan suretine bürünerek getirirdi. Bu vahiy şekli Efendimiz’e de en hafif geleniydi. Sahabe onu Dıhyetü’l-Kelbî’ye benzetirdi. Halbuki o anda Dıhyeleşen Cibril’di..

b) Meleklerle Hemdem Olan Sahabiler

Useyd bin Hudeyr (ra) anlatıyor: Vakit geceydi. Kur’an okuyordum. Atım kişnemeye başladı. Öyle ki, yakınında uyumakta olan oğlum Yahya’ya zarar verecek diye korktum ve sustum. Ben susunca atın kişnemesi durdu. Ben tekrar Kur’an okumaya başladım, at da kişnemeye başladı.. ben susunca da durdu ve bu durum birkaç kere tekrar etti.. Kur’an okumayı bıraktım.. zira at Yahya’ya zarar verecekti.. tam bu esnada başım yukarıya doğru çevrildi.. bulutsu bir ışık kümesinin yukarıya doğru çıktığını gördüm. Çıktı çıktı ve gözden kayboldu.. sabah gelip gördüklerimi ve başımdan geçen hadiseyi Allah Rasulü’ne anlattım. ‘Kur’an okumaya devam etseydin, onlar da orada bekler ve seni dinlerlerdi’ (Buhari, Fezailü’l-Kur’an 15; Müslim, Müsafirin 242; Müsned, 3/81)buyurdu.

Sahabe-i kiramdan Hanzala henüz evlenmişti. Ve Uhud’a da yıkanamadan çıkmıştı.. derken Uhud’da şehid oldu. İslam ordusu geri dönünce hanımı gelip Allah Rasulü’ne durumu sordu. İki Cihan Serveri cevap verdi: ‘Birinci kat semada teneşir tahtası kuruldu.. ve Hanzala’nın na’şı orada melekler tarafından yıkandı..’ (Müstedrek, 3/204)

Hanzala ki cihad emrini duyunca hanımını yatakta bırakıp koşmuştu. Yıkanmaya dahi vakit bulamamıştı.. evet, Allah Rasulü’nün emrine itaatta bu zirveyi tutanlara, Cenab-ı Hakk ayrı bir teveccühte bulunuyor ve Hanzala’nın na’şı meleklerce yıkanıyordu.

Sa’d b. Muaz, Ensar’ın ulularındandı. Mus’ab dergahında gelip iman etmiş ve ardından da Müslümanlığı en kâmil mânâda temsile koyulmuştu.

Hendek’te, Allah Rasulü’nün önünde, göğsünü siper etmiş savaşırken, talihsiz bir ok gelip şahdamarına saplanmıştı ve o gün çok kan kaybetmişti. Allah Rasulü Sa’d b. Muaz’a ayrı bir önem veriyordu. Hastalığı esnasında onu birçok defalar ziyaret etti. Gel gör ki, Sa’d b. Muaz aldığı bu derin ve onulmaz yara sebebiyle her gün ahirete biraz daha yaklaşıyordu.

Acı haberi Cibril ulaştırdı. ‘Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla arş lerzeye geldi’ dedi. Allah Rasulü yerinden fırladığı gibi koşmaya başladı. Sahabi de ardından koşuyordu.. kimisinin ridası düşüyor, kimisinin takunyası ayağından fırlıyordu. Allah Rasulü’ne yetişmek adeta mümkün olmuyordu. ‘Bizi yordun Ya Rasulallah’ dediler. Niçin bu kadar acele edildiğini bilemediklerinden böyle diyorlardı.

Allah Rasulü acelesinin sebebini izah etti: ‘Melekler bizden önce yetişir, Hanzala’yı yıkadıkları gibi Sa’d’ın cenazesini de yıkarlar ve biz bu pâyeden mahrum kalırız diye korktum ve onun için acele ettim’ dedi. Cenaze namazında Allah Rasulü ayaklarının ucuna basarak yürüyordu.. sebebini soranlara, ‘O kadar çok melek var ki, adım atacak yer bulamıyorum’ (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 12; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 123,125; Tirmizi, Menakib, 3847; Mecmau’z-Zevaid, 9/308-310; Üsdü’l-Gâbe, 2/221-225; Zehebi, Siyeri A’lâmi’n-Nübela, 1/287, 294) diyordu.

c) Melekler Ordusu

Hendek muharebesinde İslam ordusu, düşmanlar tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Önde Kureyş müşrikleri arkada ise her an kötülük yapmaları muhtemel çeşitli Yahudi kabileleri.. savaş bütün şiddetiyle devam ediyor. Bir ara Allah Rasulü: ‘İçinizde, Ebu Süfyan tarafına geçip onların durumundan bize haber getirecek birisi yok mu’ buyurdu. Fakat şahıs açıkça belirlenmediği için Allah Rasulü’nün teklifine kimse cevap vermedi. Belki de hiç kimsenin yerinden kalkacak dermanı yoktu. Bunun üzerine Efendimiz Huzeyfe’ye (ra) ismiyle seslendi: ‘Kalk, git. Ebu Süfyan ve ordusu hakkında bize haber getir’ dedi. Ardından da ‘Sakın gidip gelirken herhangi bir hadiseye sebebiyet verme ve onlara görünme’ diye tembihte bulundu.(İbni Kesir, el-Bidaye 4/130,131; İbni Hişam, Sîre 3/242,243) Hadisenin gerisini bizzat bu şanlı sahabiden dinleyelim: ‘Ben hemen yerimden fırlayıp kalktım. Sanki o yorgun-argın insan ben değilmişim gibiydi.. öyle zindelenmiş, öyle canlanmıştım. Yola koyulduğumda hava gül gülistandı. Adeta güneş başımı yakıyordu. Halbuki karşı tarafa geçtiğimde bir de ne göreyim, ortalık kızıl kıyamet. Fırtına her şeyi önüne almış sürüklüyor.. kazanlar devriliyor, çadırlar uçuşuyor, insanlar oraya-buraya koşuşuyor.. bu arada Ebu Süfyan’ın sesini duydum, ordusuna şöyle bağırıyordu: ‘Muhkem bir yerde değilsiniz. Göçe hazırlanın. Ben göç ediyorum.’

Bir ara Ebu Süfyan’ı karşımda buldum. Sırtı bana dönüktü. O anda içimden Allah Rasulü’nün bu amansız düşmanını öldürmek geçti… Tam elimi sadağıma atmış idim ki, Efendimiz’in ‘Sakın bir hadiseye sebebiyet verme’ sözü aklıma geldi ve niyetimden vaçgeçtim..

İş anlaşılmıştı. Kureyş, büyük bir bozgun içinde ric’ata hazırlanıyordu. Bu durumu Allah Rasulü’ne müjdelemek için hemen geriye döndüm. Yolda, atlarını belli bir istikamete doğru mahmuzlamış giden sarıklı süvariler gördüm. Hiçbirini de tanımıyordum. Bana ‘Sahibine selam söyle, müşriklerin haklarından geldik’ dediler ve yanımdan geçip gittiler.

Allah Rasulü merakla beni bekliyordu. Durumu olduğu gibi aktardım. Beni bir battaniyeye sarıp ısıttılar. Zira soğuk iliklerime işlemişti. Halbuki bu tarafta hava yine gül-gülistandı. İki Cihan Serveri getirdiğim habere çok sevindi. Hemen iki rekat şükür namazı kıldı. Melekler kafirlerin altını üstüne getirmiş ve onları perişan etmişlerdi… Benimle selam gönderen süvariler de onlardı..’ (İbni Kesir, el-Bidaye 4/130-132)

Hz. Aişe Validemiz anlatıyor: Hendek muharebesinden dönülmüştü. O esnada ben hücremde bulunuyordum. Dışarıda bir ses duydum. Allah Rasulü tam kapının önünde birisiyle konuşuyor ve eliyle karşısındaki şahsın üzerindeki tozu-toprağı siliyordu. Muhatabı, Allah Rasulü’ne: ‘Ya Rasulallah silahınızı bıraktınız mı? Ama biz melekler topluluğu henüz silahlarımızı bırakmadık. Allah (cc) Sana, Kurayzaoğulları üzerine yürümeni emir buyuruyor’ dedi. (Buhari, Meğâzi 30; İbni Kesir, el-Bidaye, 3/134)

Allah Rasulü içeriye girince sordum: ‘Ya Rasûlallah kiminle konuşuyordun?’ ‘Cibril’le’ buyurdu. ‘Rabbimin emrini tebliğe gelmişti..’

Sahabi öbek öbek Beni Kurayza’ya doğru giderken, yağız bir delikanlı görürler. O da atını mahmuzlamış ve Beni Kurayza’ya doğru gitmektedir. Başında beyaz bir sarık vardır. Görenler onu ilk önce Dıhye’ye (ra) benzetmiştir. Durumu Allah Rasulü’ne söylerler.

Şöyle cevap verir: ‘O Cibril’di.. bizden önce gidip Beni Kurayza’nın kalbine korku ve panik saldı.. onların maneviyatlarını sarstı, ümitlerini bitirip tüketti…’ (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 4/120)

d) Sarıklı Süvariler

Bir sahabi heyecanla, Bedir’de başından geçen bir hadiseyi Allah Rasulü’ne (sav) anlatıyor: ‘Ya Rasulallah, bir ara alt edemeyeceğim kadar güçlü bir kafir beni önüne katmış kovalıyordu. Tam bana yetişecekti ki, ‘Ukdüm Hayzüm; Hayzum, ilerle’ diye bir ses, sonra da müthiş bir kamçı şakırtısı duydum. Arkama döndüğümde bir de ne göreyim! Kafir upuzun yerde yatıyor. Başında bir kamçı yarası vardı. Fakat o ses ve kamçının sahibi ortalıkta görünmüyordu.’

Allah Rasulü bu sahabinin anlattıklarını dinledikten sonra şöyle buyurdu: ‘O Cibril’di. Hayzüm onun atının adıdır. Uhud’a, mü’minlerin imdadına koşmak için gelmişti…’ (Müslim, Cihad 58)

Ebu Rafi anlatıyor: Mekke müşrikleri, Bedir’den hezimetle geri dönmüştü. Ben zemzem kuyusunun kıyısında Müslümanlar’ın kullanacakları oklara temren yapıyordum. Bir ara Ebu Leheb geldi, sırtı bana dönük oturdu. Çok heyecanlıydı. Ebu Süfyan’ı görünce hemen yanına çağırdı: ‘Yeğenim, hele anlat nasıl oldu?’ dedi. Ebu Süfyan anlatmaya başladı: ‘Vallahi amca dedi, ben ficar savaşlarında da bulundum fakat, Bedir’de gördüklerimi hiçbir yerde görmedim… Biz onlara boyunlarımızı uzatıverdik… Onlar da istediklerini öldürdü, istediklerini de esir ettiler. Zira bizim karşı koyacak dermanımız yoktu… Gökle yer arasını beyaz elbiseli, sarı sarıklı yağız gençler, atak süvariler doldurmuştu. Bunlara ne ok, ne kılıç işliyordu…’

Ben, Ebu Süfyan’ın dediklerini duyunca saklandığım yerden fırladım ve ‘Vallahi bunlar meleklerdir’ dedim. Ebu Leheb zaten burnundan soluyordu… O sinirle üzerime saldırdı ve bana bir tokat vurdu. Ümmü Fazıl, hadiseyi görmüştü. Hemen yanımıza geldi ve Ebu Leheb’e ‘Efendisi burada yok diye suçsuz bir adamı dövüyorsun öyle mi?’ dedi ve elindeki yayı Ebu Leheb’in kafasına geçiriverdi. Ebu Leheb aldığı bu yara ile kanlar içinde evine döndü, ertesi gün hastalandı ve bir hafta sonra da öldü… Belki de onu Bedir hezimetinin kederi öldürmüştü. (İbni Sa’d, Tabakat, 4/74; Taberi, 2/288)

Zübeyr b. Avvam, Allah Rasulü’nün ‘Havarim’ dediği yiğit sahabi… Bedir’de başına sarı bir sarık dolamıştı. O gün Cibril de aynı kıyafete bürünmüştü… Bir ara Efendimiz’in yanına geldi ve bütün meleklerin bugün Zübeyr gibi başlarına sarı sarık doladıklarını söyledi.. adeta, gök yer o gün Zübeyr’lerle doluvermişti. (İbni Esir, Üsdü’l-Gâbe, 2/250,251)

Bedir’de, Uhud’da, Huneyn’de çok açık ve seçik olarak melekler bizzat göründükleri gibi, Çanakkale’de, Kıbrıs’ta, Afganistan’da ve İslâm’ın yüce adının yükseltilmesi için kavga verilen daha nice yerlerde, melekler görülmüş ve müşahede edilmiştir. Bu çeşit melâikeye ait temessüller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün mesele, meleklerin bulunabilecekleri zemini, bizlerin hazır hale getirmesidir. Bu yapıldığı takdirde melekler yine gelir, içimizde arz-ı endam eder ve bizlere de görünürler.

Ruhları Kabzeden Meleklerin Farklı Görüntüleri 3 dk.

İster ruhları bizzat Hz. Azrail kabzetmiş olsun, isterse bu işi o, avane ve yardımcılarına yaptırıyor bulunsun netice değişmez ve her insan amelinin durumuna göre temessül eden bir melekle karşı karşıya kalır ve son nefesini bu halet içinde verir.

Eğer vefat eden, mü’min ve salih amel sahibi bir insan ise onun ruhunu almaya gelen melek ‘Hemen çekip alanlara’ (Nâziat, 79/2) ayetinde işaret edildiği gibi neşe ve sürur dolu olarak gelir; huzur dolu bir atmosfer içinde o ruhu kabzeder. Ruhu kabzedilen insan, o halette iken bazen çok cüz’î bir acı hissetse bile ekseriyetle acı duymuş sayılmaz.. o mele-i âlânın müşahedesiyle kendinden geçer ve meleklerin teşyi ve karşılamalarıyla yüceler yücesi aleme doğru kanat çırpan ruhunu seyreder. (Allah’ım bize de böyle bir netice nasib eyle!)

Kafirler ise kendi amelleri cinsinden korkunç yapılı meleklerle karşılaşırlar. Son anda açılan gözleriyle gidecekleri yeri müşahede ederler ki, bu manzara onların içini korkuyla, endişeyle doldurur. ‘Andolsun söküp çıkaranlara’ (Nâziat, 79/1 ) mealindeki ayette de buna işaret vardır.

Onların ruhu, su dolu büyük bir kovanın derin bir kuyudan çıkarılması gibi ağır ağır ve yine onların ruhu diken üzerine atılmış ipekli bir kumaşın sökülüp alınması gibi parçalana parçalana kabzedilecektir. Onlar binbir çeşit ızdırabı ruhlarında yaşayacak ve kapkaranlık bir ruhla bu dünyadan göçüp gideceklerdir. (Allah’ım bizi bu kötü akıbetten muhafaza eyle!)

Kafirlerin bu son durumlarını Kur’an şöyle dile getirir: ‘Görseydin o inkar edenleri; melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar. ‘Haydi kavurucu azabı tadın'(diyorlardı)’ (Enfal, 8/50)

Bunun bir manası da şudur; o anda kafirlerin maruz kaldığı azabı tasavvur dahi edemezsin, öyle şedid ve öyle ızdırap vericidir ki..!

Halbuki mü’minin ruhu kabzedilirken, nasıl neşe ve sürur havası eserse, daha sonra meleklerin elinde, solması istenmeyen bir demet gül gibi elden ele dolaşarak mele-i âlâya yükselirken de aynı sürur ve neşe hissedilir. Ve uğradığı her yerde bu ruh, ilgi, alaka ve iltifat görür. Zaten o ölüm anında da gözünün alabildiği ölçüde, kalabalık bir melek topluluğu tarafından karşılanmıştır. Onun semaya doğru ilk kanat çırpışları nasıl başlamışsa kabirden haşre, haşirden sırata, oradan da Cennete uzanan yolculuğu yine aynı şekilde devam edecektir. Zira insan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl da ölürse öyle haşrolur.

Hz. Azrail Bütün Ruhları Nasıl Kabzediyor? 6 dk.

Hz. Azrail’in bir ferd olmasının, bütün ruhları kabzetmesine mâni bir yanı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münasebet kurduğu şahısların çokluğu mani olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan ayinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve tesirine şahid olunduğu gibi, tamamen nur ve nûrânî olan melekler, evleviyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler.. hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.

Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizatında Allah’dır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezâretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde de o, bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hazır ve nazır olan Yaratıcı, akla, hayale gelmez ve hesap altına girmez pekçok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki bazıları akıldan uzak görseler bile kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.

Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrail (as) yapsın; her ruhu kabzedilecek zat, vadesi dolunca ona teveccüh eder ve ruhu kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şöyle bir misal arzedebiliriz. Mesela: Aynı frekansda çalışan binlerce radyo gibi alıcılar düşünelim; bunların çalıştığı frekansda gönderme yapan bir ‘göndermeç’ düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyal ve olursa mors alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi, acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle, güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlukat, vade ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zat’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir bilgisayar tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan uzak olan Zat, bir anda, canlı makinalardan ibaret olan insan ruhuyla münasebet kurmasın, istediği zaman onun ruhunu alıp ve istediği zaman da devam ettiremesin?

Ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalalar vardır:

1) Her canlıya hayatı veren Allah’tır (cc). Hayatı alan da yine O’dur. Buna göre Azrail’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraata nezâret ve bu icraatı alkışlamaktır.

2) Allah’ın emri ve izniyle her ruhu Azrail’in (as) kabzetmesidir ki, bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misaller vererek meseleyi daha önce aydınlatmaya çalışmıştık..

3) Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezâret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrail’e (as) yardımcı olacak birçok melâike vardır ve bunlar sınıf sınıftırlar. Bir kısmı incitmeden, telaşlandırmadan, usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruhu bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesine ulaştırıcıdırlar ki, Kur’an bu sınıfların hepsine işaret eder.

‘O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun.’ (Nâziat, 79/1-3)

Bu itibarla, ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların hepsi Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.

Netice olarak diyebiliriz ki, tereddüte düşüp de ‘Azrail bir tek olduğu halde bunca ruhu nasıl kabzediyor?’ sorusuna sebebiyet veren, evvela bir anlayış inhirafıdır. Oysa ki, yukarıdaki misallerden de anlaşıldığı üzere, melek ne yaradılışı itibariyle, ne de mahiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icraat itibariyle de tamamen ondan farklı bir durum arzetmektedir. O, tıpkı insan ruhu gibi temessül eder, bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münasebet kurabilir. Günümüzde bir hayli yaygınlaşmış bulunan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münasebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzuunda kanaat-ı katiyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunların kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse… Bir de mükelleflerin bir tane değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zata gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüte sebebiyet verecek bir hususun kalmadığını görürüz. Yine de herşeyin doğrusunu ancak Cenab-ı Hakk bilir…

Kabirde Sual Melekleri ve Mü'minin Durumu 3 dk.

Kabirde mü’min, sual meleklerine cevabını tam verir. Onların, ‘Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin hangi din?’ gibi sorularına mü’minin cevap vermesi çok kolay olur.  Zira, ‘Allah, inananları, dünya hayatında da ahirette de sağlam sözle tespit eder’ (İbrahim, 14/27) ayetinin de işaret ettiği gibi o, dünyada iken bir ‘Kavl-i sâbit-değişmeyen söz’ olan tevhidi tekrar etmiş-durmuş ve bu ifadeler onun gönlüne ve şuuraltına iyice yerleşmiştir. Orada aklı başına gelir gelmez de aynı şeyleri söyleyecektir. Çünkü o, dünyada iken kelime-i tevhidle bu derecede bütünleşmiştir.

Ben, nice inanan insan gördüm ki, ölüm anında, baygın ve kendinden geçmiş olduğu halde dili durmadan kelime-i tevhid çekiyor veya en kudsi söz olan ‘Allah’ kelimesini yüzlerce, binlerce defa tekrar edip duruyor… Hele birisi var ki, sirozdan yatıyordu. Ağzında dili o kadar büyümüştü ki, zor dönüyordu. Ne var ki o hiç durmadan ‘Allah, Allah’ diyordu. Zira bu kelime onun ruhuna, canına ve bütün varlığına sinmişti. Hayatını ‘Allah, Allah’ söyleyerek geçirdiği için de öyle ölüyordu.

İmam Kurtubî diyor ki: ‘Ben birçok insan gördüm. Bunlardan kimisi ölüm anında, ‘Sepeti getir, otu götür, samanı ver, atı bağla’ diyordu.. kimisi de cihad aşkı ve iştiyakıyla tutuştuğundan, ‘Atımı getirin, kılıcımı bana verin, beni atıma bindirin, cihada gitmek, Allah’ın yüce ve yüksek adını yüceltmek istiyorum’ diyordu. Herkesin ömrü, amelinin cinsine göre mühürlenip noktalanıyor ve herkes de bu son anında ameline yakışır bir meleğin temessülüyle karşılaşıyordu…

İşte her insana ayrı bir keyfiyette görünme ve insanların ruhlarını bu görüntü ve keyfiyet içinde kabzetme de yine meleklerin vazifelerinden bir vazife, onların yüklendiği misyonlardan bir misyondur. Anlattığımız bu son husus da insan-melek münasebetine ait ayrı bir buud…

Hamele-i Arş 4 dk.

Cibril’e muhatap olduğu bildirilen melekler ‘Hamele-i Arş’tır. Zira mukarreb dört melekten sonra Allah’a en çok yakın olan onlardır.

Arşın taşıyıcıları manasına gelen ‘Hamele-i Arş’ın sayıları hakkında Kur’an’da şu bilgi vardır.

‘Melekler de onun kenarındadır. O gün Rabbinin tahtını üstlerinde sekiz melek taşır.’ (Hâkka, 69/17)

Belki bu sekiz melek sekiz sınıfı temsil etmektedir. Ancak hem temsil keyfiyeti hem de meleklerin bizzat kendi şekilleri bizce meçhuldür. Efendimiz de bu mevzuda bize fazla malumat vermez. Ebu Davud’un rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilir:

‘Size Hamele-i Arş’tan bir meleği anlatmam üzere bana izin verildi. Onun kulak memesiyle boynu arasında yediyüz senelik mesafe vardır.’ (1)

Bu hadisten şu hususları öğreniyoruz:

1) Efendimiz her bildiğini ve her müşahede ettiğini bizlere aktarmış değildir. Zira, öyle meseleler vardır ki, bizim dinî veya içtimaî hayatımızla hiçbir alaka ve irtibatı yoktur. Böyle meseleleri Efendimiz bizlere aktarmamış olabilir.

2) Efendimizin her söylediği ve anlattığı, Cenab-ı Hakk’ın izin ve müsaadesine bağlıdır. Yani anlatılanlar vahiy bağlantılıdır. Müsaade edilmeyen hususlarda O’nun bize birşeyler söylemiş olması sözkonusu değildir.

3) O’nun kendi şahsına bakan bir irfanı vardır ki, O bu yönüyle Makam-ı Mahmud’a yükselmiştir. Bilinebilecek herşey, müşahade edilebilecek her manzara O’nun irfanında erimiş ve O, bu irfan peykiyle semalara yürümüş ve marifet gemisiyle, makamların en ulvisi olan Makam-ı Mahmud sahiline demir atmıştır. Yani bir çok malumat ve müşahede -ki miraçta bunun sayısız örnekleri vardır- O’nunla beraber erimiş ve onunla bütünleşerek ahirete intikal etmiştir. Allah Rasulü bu sırlarını başka hiç kimseye faşetmemiştir. Zira bir başka idrâkin onları hazmetmesi imkan haricidir.

4) Madem ki bu melekler, bu şuurlu İlâhî kanunlar, bütün kâinatı kuşatmıştır, öyle ise bizim kalp ve gönül hayatımız da aynı kuşatma altındadır. Durum böyle olunca, bizim kalp itminanımız onlarla münasebet kurmaya, onların meydana getirdiği manevi atmosferlerle rezonans olmaya bağlıdır. Bu münasebet ve rezonans te’min ve te’sis edildiği nispette de, Allah’tan bize nurlu ve bereketli haberler gelecektir. Bizim onlardan kopukluğumuz ise, aksi neticeleri doğuracak, kalp ve gönlümüz zulmanî haberlerin işgaline uğrayacaktır. Onun içindir ki, meleklerle bütünleşmek çok mühimdir. Onlarla bütünleşmek için de onları sevmek, sevmek için de onları bilmek şarttır.

O melekler ki -tabir caizse- bir elleri arşta diğer elleri ise bizim kalp ve latifelerimize kadar uzanmış durumdadır. Zaman ve mekan kaydından münezzeh ve melekût âleminin bu sâfî varlıkları, durmadan bizim his dünyamızı hallaç edip yoğurmaktadır. Onlar her an, her yerde Cenab-ı Hakk’ın izin ve emriyle bulunabilirler. İşte bu vasıflara sahip meleklerle münasebet kurma, insanı ulvi alemlere uçuyor gibi bir mazhariyete erdirir. Bast hali dediğimiz hal, bunun bir tezahürüdür. Yani insanın ruh dünyasındaki inkişafı, meleklere ait âlemden gelen meltemlerin tesiriyledir. Bütün karamsarlık ve kötümserlikler ise, kabz halinin bir tezahürüdür ki, Cenab-ı Hakk’ın ‘Kâbız’ isminin tecellisiyle meydana gelmektedir. Yani karanlık alemlerle münasebet kurma oranında bu isim, bu tür tezahüre sebebiyet verecek şekilde tecelli etmektedir.

Arş hakkındaki malumatımız ayet ve hadislerde anlatılanlarla sınırlı olduğu gibi, Hamele-i Arş hakkındaki malumatımız da yine ayet ve hadislerde anlatılanlarla sınırlıdır.

Refik-i âla, Nediyy-i âla ve Mele-i âla ile ilgili malumatımız da yine bu çerçeve içindedir. 

 

[1] Ebu Davud, Süne, 18

Mele-i Âla ve Muheyyemun Melekleri 3 dk.

Öyle anlaşılıyor ki, âyet ve hadislerin bize Mele-i âla hakkında söyledikleri malumat kapasitemizin dışında bulunmaktadır. Biz bunların keyfiyetlerini değil, sadece varlıklarını biliyor ve buna iman ediyoruz.

Mesela; ‘Mele-i âla (yüce topluluk) tartışırken aralarında neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu’ (Sâd, 38/69) âyetinde görüldüğü gibi, Efendimizden, Mele-i âla’nın kendi aralarındaki tartışmadan haberi olmadığını söylemesi isteniyor. Halbuki, cihanın düzeni orada kararlaştırılıyor, kalemler orada oynuyor. Ama, bütün bunlar nasıl oluyor, biz bunları bilemiyoruz.

Ve yine mesela, Müheyyemûn melekleri var. Sessiz, tamamen lâhut ve vücûb âleminde müstağrak bu melekler, kendilerinden geçmiş bir vaziyette kendilerinden bile haberleri olmayacak şekilde sadece Cenab-ı Hakk’ı düşünürler. Aşk derdiyle dertlidirler. Yeryüzündeki bütün aşk ve şevkleri, Vedûd isminin bir cilvesi olarak bu melekler temsil ederler. Bildikleri tek şey Allah’tır. Veli, seyr-i sülûkunda o âleme ulaştığı zaman, o âlemin atmosferinin tesiriyle vahdet-i vücud sırrını vicdanında hisseder. ‘Sadece Allah var, başka şey yok’ der.

Mevlâna Mesnevi’sinde, insanın kendini de unuttuğunu ifade eden çok beyit vardır. Bu demde herşey birbirine karışır ‘Ben’ ve ‘O’ farkı ortadan kalkar.

Azeri lehçesiyle söylenen şu mısralar bu hâlin ifadesidir:

‘Öyle bilmezdim ben kendimiO ben miyim, ya ben o miAşıkların budur demiYandıkça yandım bir su ver.’

Orada sağ-sola karışır, el-ayak birbirine girer, uzuvlar vazife değiştirir. Çünkü insan orada aslını idrâk eder, aslına ulaşır. Bu bir makamdır ve bu makamı Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda Müheyyemûn melekleri temsil etmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın arşının etrafında, emre âmade, O’nun cemâlini seyr aşkı ve iştiyakıyla yanıp tutuşan ve belki yaratıldıkları andan itibaren kendilerini dahi bilmeyen, bütün bilgilerini marifet-i İlâhî’ye teksif eden, bu mükerrem melekler hakkında da bizler, hadislerin anlattıklarından öte bir malumata sahip değiliz. Sadece bu meleklerin, bilginin son ufkuna ulaşmış olduklarını biliyoruz. Onlar ancak Allah’ı bilmekte ve O’nu tanımaktalar. Böylece de bizlere en önemli dersi vermektedirler. Keşke onlardan bu dersi istenen ölçüde alıp biz de sadece bilgimizi marifet-i İlâhî’ye hasredip O’nu bilmenin dışındaki bütün malumatın faydasız olduğu şuuruna uyanabilseydik.

Evet, kâinatı bilmekten gaye, O’nu yaratanı bilmektir. Eğer malumatımız bizi bu neticeye götürüyorsa bir mânâsı vardır. Yoksa, bizi O’ndan uzaklaştıran her malumat, hakkımızda zarardır.

Hz. Cebrail (as) 7 dk.

Hz. Cibril, hayata mazhar. Gönülleri ihya, ona ait ulvî bir vasıf. Onun nefhasıyla vücut bulan Hz. Mesih dahi ölüleri ihya ediyor; yani Mesih’e o cinsten mucizeler veriliyor. Cibril’in ayağını bastığı çamur, Samiri’nin buzağısına can veriyor. Bütün ilhamlar, kalp ve gönüllere Cibril’in vasıtasıyla ulaştırılıyor. Ve nihayet peygamberlere gelen vahiylere o, ‘yed-i emin’lik ediyor.

Kâinatın Fahrı’na getirdiği son mesajlar ile de bütün cihanı diriltecek vahyi getirmiş oluyor. Kupkuru bir zemin, bu mesajlarla diriliyor ve bataklık bir dünya, gelen vahiylerle gülistana dönüyor.

Allah Rasulü, Cibril’i çok seviyordu. Ona karşı minnet duygularıyla dopdoluydu. O’nunla öyle bütünleşmişti ki, adeta O’nsuz yapamıyordu. İkiz kardeş gibiydiler.. birbirisiz olamayan ikiz kardeş gibi. Bir yönüyle onlar her türlü teşbih ve benzetmenin de ötesinde ikizdirler. Zira her ikisi de ‘Âlemlere rahmet olarak gönderilme’ sırrına mazhardırlar. Bazen Cibril’in gelmesi gecikir. İşte o zamanlar Allah Rasulü’nün iştiyak ve beklentisi dayanılamayacak ölçüye varır. Bir defasında yine böyle bir gecikme olmuştu. Cibril geldiğinde Efendimizin ilk sözü şu oldu:

‘Ya Cibril, bizi daha fazla ziyaret etmene mani ne var?’

Sanki Efendimiz şöyle demek istiyordu:

Niçin bizi ihmal ediyorsun? Sen bir âlemde yaşıyorsun ki ben o âleme çıkamam. Halbuki benim yaşadığım yere sen çok rahat gelebilirsin.

İbn Abbas diyor ki: Allah Rasulü, Cibril’in geleceği anı iştiyak içinde intizar eder, beklerdi. Zira ki Cibril, Cenab-ı Hakk’la O’nun arasındaki münasebeti temin ve tesis ediyordu.

Efendimizin bu sorusu karşısında hemen durumu tavzih eden şu ayet nazil oldu. Ayet meleği konuşturuyor ve şöyle diyordu:

‘Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan herşey O’na aittir. Rabbin asla unutkan değildir. (Meryem, 19/64) Buhari ve Müslim bize şöyle bir hâdise daha naklediyor: Cibril’in gelmesi 40 gün kadar gecikmişti. Geldiğinde Efendimiz O’na: ‘İnmedin Ey Cibril, iştiyaktan çatlayacak hâle geldim!’

Ve Cibril cevap verdi:

‘Belki ben sana, senin bana olan iştiyakından daha fazla iştiyaklıyım. (Adeta seni göreceğim anı dört gözle bekliyorum.) Fakat elden ne gelir ki, ben sadece bir memurum. (Git denirse gider, gel denirse gelirim)’ (1)

Evet, meleklerin Allah’a en yakını olan Cibril ile bütün varlıkların Allah’a en yakını olan Hz. Muhammed (as) arasında işte böyle bir iştiyak ve arzu vardır. ‘Temizler temizleredir’ (Nûr, 24/26) ayetindeki nüktenin bir işareti de bu olsa gerek!

Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde rivayet ettiği bir Hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

‘Kul, Cenab-ı Hakk’ın rızasını elde etmenin yoluna düştüğü (bütün işlerinde O’nun hoşnutluğunu gözettiği, saffet ve samimiyet içinde rıza-yı İlâhîyi hedeflediği) zaman Cenab-ı Hakk, Cibril’e hitaben: ‘Benim falanca kulum, durmadan beni razı etmeye çalışıyor. (Beni razı etmek için elinden gelen herşeyi yapıyor.) Dikkat edin benim rahmetim onun üzerindedir.’ der.

Cibril bunu duyar duymaz, bütün gök ehline seslenir: ‘Allah’ın rahmeti falan kişinin üzerindedir. Ben de onun yanındayım’ bu ses gökte yankılanır ve bütün gök ehlince de tekrarlanır. (2)

Buhari ve Müslim’de ise vak’a şu şekilde ele alınır:

‘Allah bir kulunu sevdi mi, Cibril’e ‘Ben filanı seviyorum sen de sev’ diye seslenir. Cibril de onu sever. Sonra sema ehline ‘Allah (cc) filanı seviyor, siz de sevin” der. Sema ehli de bütünüyle onu sever. Ve bu kul için yeryüzünde kabul vaz’edilir. (Allah’ım bizi onlardan kıl.)

Allah, bir kuluna da buğzetti mi, Cibril’e ‘Ben filana buğzettim, sen de buğzet’ diye seslenir. Cibril de ona buğzeder. Sonra sema ehline ‘Allah filana buğzediyor, siz de buğzedin’ (3) der. Sonra da o kişi için yeryüzünde buğz (öfke ve nefret) vaz’edilir. (Allah’ım bizi öyle olmaktan koru, muhafaza eyle!)

Bu hadis, inanan insanların, sevgi veya nefretlerinin kaynağına ve planlandığı yere dikkat çekiyor. Allah’ın sevdiği bir insana mü’minlerin kalpleri sevgi ve muhabbetle dolup taşar. Yine Allah’ın buğzettiği bir insana da mü’minlerin kalbinde sadece buğz ve nefret bulunur. Bu tablonun bize ilham ettiği ayrı bir ölçü vardır. O da şudur:

Bir kâfirin, din düşmanının mü’minden nefret etmesi, onu sevmemesi, Allah huzurunda o mü’min için lehte şehadet olacak ve bir avantaj sayılacaktır. Hasen derecedeki bir hadiste buna işaret vardır. Hadis-i Şerif’te ‘Allah’ı o kadar çok hatırlayın, o kadar çok anın ki neticede size deli desinler.’ (4) buyurulmaktadır.

Mü’min, emniyet ve itminan insanıdır. O umumi sulhu temin etmek için vardır. Dünya onunla bir Cennet iklimine dönüşecektir. Ondan hiç kimse hatta bir karınca bile zarar görmez, görmemiştir ve göremeyecektir. Fakat buna rağmen, yine de kundakçılık yapan, anarşiyi körükleyen, bozgunculuktan başka birşey bilmeyen kâfir onu sevmez, sevmemiştir ve sevmeyecektir. Zira ki, mü’mine karşı nefret, kâfirin ve küfrün tabiatında vardır. Bu açıdan diyoruz ki, kâfirler tarafından sevilen herhangi bir mü’min kendini ciddi bir kritiğe tâbi tutmalı ve akibetinden daima endişe etmelidir. Çünkü bu sevgi normal değildir. Hatta mü’minde mevcut bir eksikliğin emare ve işareti olma ihtimali vardır. Burada ‘sevme’ ile ‘beğenme’ ve ‘takdir etme’yi de birbirinden ayırmak gerekir. Kâfir, bizdeki fazilet ve meziyetlerden dolayı bizi beğenip takdir edebilir; ama asla sevmez. Kur’an’ın ‘En büyük düşman’ diye tarif ettiği kâfir mü’mini nasıl sevebilir ki?

 

[1] Buhari, Tefsiru sure 19/2; Tevhid 28; Bedü’l-Halk 6
[2] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/279
[3] Buhari, Bedu’l-Halk 6; Edeb, 41; Tevhid, 33; Müslim, Birr 157
[4] Tirmizi, Zühd 39; Müsned, 3/68-71; 6/17

Hz. Mikail (as) 4 dk.

Efendimize kurbiyet ve yakınlığı olan bir başka mukarreb melek de Hz. Mikâil’dir (as). Tirmizi’nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’te Efendimiz şöyle buyururlar: ‘Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra), gök ehlindeki vezirim ise Cibril (as) ve Mikâil (as)’dır.’ (1)

Taberânî’de hadis şu ifadelerle nakledilir:

‘Allah beni dört vezir ile teyid buyurdu. Bunlardan ikisi yer ehlinden ikisi de gök ehlindendir..’ (2)

Şimdi bir de, bu hadis adesesiyle Efendimizin ulviyet, yücelik ve şânını görmeye çalışmalıyız.. evet meleklerin en büyükleri ona vezirlik yapıyor. Nebilerden sonra insanlığın en seçkini Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de, yerde aynı makamı temsil ile Allah Rasulü’nün sağında ve solunda O’na iki sadık yardımcı oluyor.

Hz. Cibril ve Hz. Mikâil, melekler arasından seçilmişlerdir. Ayet: ‘Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer’ (Hac, 22/75) demektedir. Bu seçkinliktir ki onları Efendimize vezir olma payesine yükseltmiştir. Nebilerden sonra insanlığın en seçkini olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e de aynı payenin verilmesi oldukça manidardır. Sanki bu iki büyük sahabiden biri Cibrilliği diğeri ise Mikailliği temsil ediyor gibidirler.

Günümüzde beşer, İki Cihan Serveri’ni anlamada çok yaya bulunuyor. O’nu ancak kalb, ruh, duygu ve letaifini geliştirenler; ilmini, irfanını ve bunlarla gelen ilhamları aştıktan sonra, kalb ve kafa vahdeti içinde ve ufku cihanları içine alacak şekilde engin olanlar anlayabilirler. Ruh yapısı itibariyle melekleşememiş insanların, O, meleklerin kendisine nöbettarlık yaptığı zatı tam anlaması, tanıması ve idrak etmesi mümkün değildir.

Buhârî ve Müslim, Sa’d b. Ebi Vakkas’tan naklediyor: Uhud’da (bir rivayete göre Bedir’de), Allah Rasulü’nün sağında ve solunda nöbet bekleyen beyaz sanki iki kişi gördüm. Muhtemel bir saldırıya karşı O’nu bekliyorlardı. Halbuki ben bu şahısları ilk defa görüyordum. (3)

Uhud’da bir başka hadiseye daha şahid oluyoruz: Mus’ab b. Umeyr (ra), şehid düşüyor ama, Allah Rasulü’nün hemen önünde bir başka Mus’ab akşama kadar savaşıyor. Akşam üstü Allah Rasulü ona hitaben ‘Mus’ab!’ diye seslenince, bu şahıs ‘Ya Rasulallah! Ben Mus’ab değilim’ diyor. İş o zaman anlaşılıyor. Mus’ab melekleşince o esnada bir melek de Mus’ablaşıyor. (4)

Hiç şüphe yoktur ki, ister beşer arasında yakınlık kazanıp Allah Rasulü’ne hizmet edenler, isterse melekler arasında ünsiyetle O’na yakın olanlar, mutlaka Allah katında hususi bir şerefle taltif edilmişlerdir. Haddizatında Cibril ve Mikail çok şerefli birer elçidirler; ancak, Allah Rusulü’yle beraber olma ve O’na hizmet etmeleri bu iki şerefli elçiye daha bir derinlik kazandırmıştır.

 

[1] Tirmizi, Menakıb, 16
[2] Tabarani, el-Mu’cemü’l-Kebir, 11/144
[3] Buhari, Libas, 24; Magazi, 18; Müslim, Fezail, 48
[4] İbni Sa’d, Tabakat, 3/121

Hz. İsrafil (as) 5 dk.

Hz. Cibril’in nasıl Allah Rasulü’yle münasebeti var, öyle de Hz. İsrafil’in ve fakat ayrı makamı temsilen Efendimizle farklı bir münasebeti var. Zaten, hepsinin en ciddi münasebeti de neticede Allah ile…

Hz. İsrafil (as) yaratıldığı günden beri Cenab-ı Hakk’tan ‘Sûra üfle’ emrini intizar etmektedir. Elbette bu, İsrafil’in (as) dimdik ayakta beklediği ve başka hiçbir iş yapmadığı manasına gelmez. Belki o, ulvi ve yüce hakikatıyla, kulluğunu ilan ve ifade için, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda böyle kıyamda dururken, aynı anda kendisine verilecek diğer mükellefiyetleri de beklemekte ve verilen her emri yerine getirmek üzere huzurda elpençe divan durmaktadır:

Ondaki marifet de aynen ‘Rabbimle aramda nurdan yetmiş veya yetmişbin perde var, O’nu nasıl görebilirim. Ve ben bir adım daha atsam, yanar kül olurum’ diyen Cibril’in marifeti gibidir. Zira o da mukarrebtir ve Allah’a en yakın dört melekten biridir.

Efendimizden şöyle bir vaka naklederler:

‘Safa Tepesi’nde Cibril ile beraber oturuyorduk. (Demek ki hâdise Efendimiz Mekke’de iken cereyan etmiş) Ben Cibril’e az halimi arzettim. ‘Günler var ki Âl-i Muhammed’in evine bir avuç un veya kavut girmiş değildir’ dedim. Ben sözümü bitirmiştim ki, gökte kıyamet kopuyor gibi bir tarraka, bir gürültü duyuldu. Sordum: ‘Yoksa kıyamet için emir mi verildi?’ Cibril: ‘Hayır, senin biraz evvelki sözlerin semada duyulunca, İsrafil’e buraya gelmesi için emir verildi.’ dedi. Ve hemen İsrafil yanımızda belirdi. Bana hitaben: ‘Ya Rasulallah, Cenab-ı Hak, senin biraz evvel söylediklerini duydu. Ve yerin bütün hazinelerinin anahtarlarıyla beni sana gönderdi. İstersen (Hz. Süleyman gibi) melik bir peygamber ol. İstersen tevazu içinde, bir kul peygamber olarak kal’ dedi. O esnada Cibril’in yüzüne baktım. Bana ‘Rabbine karşı mütevazi ol’ diye işaret ediyordu. Ben de Cibril’in dediğini tercih ile ‘Bir gün tok olup şükreden, diğer gün aç olup tazarruda bulunan bir kul peygamber olmak isterim’ şeklinde İsrafil’e cevap verdim.’ (Müsned, 2/231)

Görüldüğü gibi, nasıl Hz. Cibril, Allah Rasulü’nün bir vefadar dostuydu; öyle de İsrafil (as) O’nun sadık bir dostu ve sadık bir arkadaşıydı.

Kur’an-ı Kerim, Allah Rasulü’nün bu vefadar dostu İsrafil’den ve onun bütün cihanı ilgilendiren vazifesinden yer yer bahisler açar.

‘Sûr’a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar. Ancak Allah’ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar kalktılar, bakıyorlar.’ (Zümer, 39/68)

Ayette ‘Ancak Allah’ın dilediği ayakta kalır’ denilmekte ve ihtimal mukarreb meleklerin vefat etmeyeceğine işaret buyurulmakta. Zaten, Cenab-ı Hakk’a dayanan, varlığını onunla sürdüren ve mana-yı harfi cihetiyle varlığını O’nun varlığından bilen şuur sahiplerinin bu manada ölümsüzlüğü de aşikardır.

İsrafil bir münadi, bir davetçidir. Onun için ayet şöyle demektedir:

‘Dinle o gün, münadi (İsrafil) yakın bir yerden çağırır.’ (Kaf, 50/41) Herkes mezarında sessiz yatarken, zerreler aleminde, bir manada darmadağınık vaziyette iken ve ruhlar, kendilerine ait berzahta, maruz kaldıkları keyfiyetin koridorlarında dolaşırken hemen çok yakınlarında bir ses, bir soluk duyacaklar. Bu onların kalkmaları gerektiğini haber veren İsrafil’in ses ve soluğudur. Bütün varlık bu ses ve solukla yeniden dirilecektir.

İsrafil bir ‘dil’, bir çağrıcıdır ve insanları mahşerde toplanmaya çağıracaktır.

‘Öyleyse sen de onlardan yüz çevir; o çağrıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün, gözleri düşkün düşkün (zillet içinde) kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler.’ (Kamer, 54/6)

İşte böyle dehşetli bir günün davetçisi, çağrıcısı olarak, Cenab-ı Hakk’tan emir bekleyen bu şanı yüce melek, Allah Rasulüyle olan irtibatı ve dostluğu adına elbette onun ümmetiyle de alakadar ve ilgili bulunmaktadır. Kimbilir, Ümmet-i Muhammed’in gaflet içinde bulunuşu, kıyamet sûrunu üfleyecek bu meleği ne kadar üzmekte ve mahzun etmektedir. Belki o da, halimizin ıslahı için dua eden meleklerden biridir…

Hz. Azrail (as) 9 dk.

İnsan, hayata attığı ilk adımını -ki orası ana rahmidir- bir melek eşliğinde attığı gibi, bu hayattan ayrılık adına, ahiret alemine doğru attığı ilk adımını da yine bir melek eşliğinde atar. İnsana bu son anında eşlik etme de melâikeye ait vazifelerden biridir. Bu vazifeyi de en zirve noktada Hz. Azrail (as) temsil etmektedir.

Bu sebepledir ki ona: ‘melekü’l-mevt’ ölüm meleği adı verilir. Burada çokça sorulan bir soruya cevap vermek gerekiyor. Soruda şöyle deniliyor:

Azrail (as) bir tane olduğu halde bir anda vefat eden bir sürü insanın ruhunu nasıl kabzediyor?

Önce bu soruda beşerî ölçü ve kıstasların bizleri yanılttığını görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, ‘Nomen’i ‘Fenomen’de görmek, ruhun fonksiyonunu cesedde aramak da birer yanlışlıktır. Buna binaen, sualin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını ve terminolojik hataları izah etmeden soruyu cevaplandırmak, muvafık olmayacağından evvela inhiraf noktalarının aydınlatılmasına ihtiyaç var.

Melek, tabi bulunduğu alem itibariyle, hilkat ve mahiyeti, mükellefiyet ve vazifeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi alemine bakmadan, mahiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, elbetteki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvela onun, bu yönleriyle tanınmasında zaruret var. Ayrıca soruya müstakil bir cevap teşkil etmesi açısından daha önce temas ettiğimiz bazı hususların tekrarı da gerekmektedir.

Melek, kuvvet demek olan ‘Melk’den veya elçilik manasına gelen ‘Mel’ek’den alınmıştır. Birincisi itibariyle çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet manasına; ikincisi itibariyle de emr-i İlahinin âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik manâsına gelir.

Bu üstün vasıflar Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazifelendirilenlerde bulunması zarurîdir. Bu üstün varlıklar, hayata-memata nezâret edenlerden alın da, arş-ı İlahi hamelesi ve Hakk divanının gözü hayret dolu vazifelilerine kadar geniş bir sahada, Allah’ın icraatına nezâret ve temaşa ile mükelleftirler.

Makro alemden mikro aleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller, bütün terekküb (sentez) ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah’ın ‘kelam’ sıfatından, beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlemşümul (evrensel) câzibe ve dâfia (çekme ve itme) kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..

Melekler, o kadar eşya ve hadiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede (kâinatta cereyan eden kanunlar) bu şuurlu kuvvetler herşeyi elinde tutan Hakk’ın sonsuz kuvvetinin -kabiliyet ve istidatlarına göre- onlardaki tecellisinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellinin nokta-i mihrakiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, İlahi alemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham sahibinin onlardaki tecellisinden başka birşey değildir.

Bu itibarla, yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve yaratıcının muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazifelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zaruri olan bir kısım kayıtları onlar için de varid görmek, bir düşünce inhirafı ve bir cehalet ifadesidir.

Evet, eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddi bir cesed taşıyıp da çözülme ve dağılmaya maruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümlerde, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Halbuki, bütün bu farklılıklar var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkansız kılacak kadar var!..

Melekler, yaratılış itibariyle de insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alakalı bulunmaktadır. Yaradılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyal kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme, pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezahür etme gibi hususiyetlere malik bulunan melâike, Hz. Aişe’nin (ra) naklettiği bir hadise göre nurdan yaratılmışlardır. Bu itibarla da, nurun hususiyetlerine mazhardırlar.

Kaldı ki, mahiyetleri latif olan melekler, güneş gibi maddi ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kabil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görülmeleri de kabildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzu haline gelmiştir ki, erbabınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat’idir. Her gün, gazete ve mecmua haberlerinde, herhangi bir insan dublesi ve bir perispirinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhar etmesinden bahsedilmektedir ki meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi latif varlıkların cisme nispetle daha seyyal, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.

Bu madde ötesi seyyaliyet ve cevvaliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruha nispeten daha cevval olan melâikenin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna da işaret etmektedir.

Melâike ve ruhların temessülleri, öteden beri bilinen şeylerdir. Başta Nebiler olarak pek çok gönül erbabı bu mevzudaki müşahedelerini anlatmış ve avamdan pekçok kimseyi de buna şahid göstermişlerdir.

Cebrail’in (as) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hadise münasebetiyle gelmişse, o hadiseye göre şekil alması; mesela, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde (1); muharebe sırasında da bir muharib suretinde zuhur etmesi (2) gibi durumlar, hep temessüle misal olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok hem de umum melekler için vakidir. Cibril (as) Hazreti Dıhye (ra) suretinde göründüğü (3) gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de ‘Uhud’ harbinin en hareketli anında Mus’ab b. Umeyr şekline girerek Rasulullah’ın (sav) önünde akşama kadar harbeder. (4) Keza, pek çok melekler, Zübeyr b. Avvam sûretinde, (5) Bedir harbine iştirak ederek mü’minlerin kuvve-i maneviyelerini takviyeye medar olurlar. Hakk dostlarının, buna benzer şekilde, gayb aleminin erleriyle temasları sayılamayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezahürü, meselemize, inkara meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes bildiği ve tanıdığı ve kendisiyle yakından alakadar görünen bir ruhun, rüyalar vasıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şahid olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan ‘şuuraltı’ meselesini ta’mim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar, veyl olsun cehalete!

Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alakalı hususların tafsilen anlatıldığı bölüm ve yerlere havale ederek, netice olarak diyebiliriz ki, her varlık aynalarda misaliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddi ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, ayniyle ve bütün fonksiyonlarıyla görülebilir… 

 

[1] Buhari, Bedü’l-Halk 7; Müslim, İman 287
[2] Buhari, Cihad 18; Müslim, Cihad 66
[3] Buhari, İman 37, 34; Müslim, İman 5,7,8; Ebu Davud, Sünne 16
[4] İbni Sa’d, Tabakat 3/121
[5] Heysemi, Mecmau’z-Zevaid 6/83

Hâzin veya Rıdvan 7 dk.

Allah’a yakın mukarreb meleklerden biri de ‘Hâzin’dir. Hâzin, Cennet’i denetleyen, gözeten meleğin adıdır. Efendimiz bir hadislerinde ‘Hâzin’den bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır: ‘Cennet’in kapısına gelir ve açılmasını isterim. Hâzin sorar: ‘Sen kimsin?’ Cevap veririm: ‘Ben Muhammed (sav)’im. Hâzin, sözüne şöyle devam eder: ‘Ben bu kapıyı senden evvel hiç kimseye açmamaya emrolundum’. (1)

İttika edenler, takva dairesine giren mü’minler zümre zümre, grup grup Cennete sevkolunurlar. Cennete geldiklerinde kapıları ardına kadar açık bulurlar. Her grup, dünyada kazandığı kurbiyete göre kendilerine ait kapıdan da ve rıdvan yurdu olan Cennete, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini seyretmek üzere girerler. Cennet nedir? Orada Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemali nasıl seyredilir? Bütün bunlar bizim ölçü ve kıstaslarımızla ölçülüp tartılamayacak şeylerdir.

Cennete girerken mü’minler, meleklerden selam alacaklar. Melekler ‘ne güzel yaşadınız, ne güzel şeyler yaptınız, yaptınız da Rabbinizi hoşnut ettiniz’ (Zümer, 39/73) diyecekler.

‘Tıbtüm’ kelimesi aynı zamanda insana ‘kelime-i tayyibe’yi hatırlatır. Kur’an ‘Kelime-i tayyibe’yi, ‘şecere-i tayyibe’ye, yani güzel bir ağaca benzetir. Kökü sabit, dalları ise semâdadır. Bu ağaç her mevsim meyve verir. Mü’minin ameli de böyle nûrânî ağaç gibidir. Mü’min böylece kısacık dünya hayatına amellerindeki bereket ve yümünle ebediyet mührü vurmuştur. Çünkü onun niyeti ebedî kulluktur. Şimdi de o, bu niyetinin mükâfatını ebedî Cennet kazanmakla elde etmiş olacaktır.

İnsan ki fânidir. İnsan ki, cismaniyet yönüyle herhangi bir varlıktan farksızdır. Halbuki o böyle geçici bir hayatı, ebedî yapmasını bilmiştir. Yani o, Hâlık’ın vücudunun gölgesinden ibaret olan ebediyet mefhumunu öğrenmiştir. İşte bu büyük manayı idrakın mükâfatı olarak, Cennet kapısında karşılanmakta ve Cennet bekçileri ona ve onun gibi olanlara; ‘Selâm size, siz ne güzel şeyler yaptınız, ebedî olarak şimdi girin Cennete’ demektedirler. O Cennet ki orası bütünüyle güzellerin ve güzelliklerin yurdudur. O Cennet ki, bütün güzeller ve güzellikler cemâlinin birer cilvesi olan Ezelî ve Ebedî Güzel orada müşahede edilecektir.

Bazı hadislerde, cennet muhafızlarının başında bulunan meleğe ‘Hâzin’ bazı hadislerde de ‘Rıdvan’ denilmektedir.

Rıdvan, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara verdiği nimetlerin ufuk noktasıdır.

Kur’an-ı Kerim’de bu hakikata şöyle işaret edilir: ‘Mü’min erkek ve kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler va’dedilmiştir. Allah’ın razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur.’ (Tevbe, 9/72)

Cehennemden kurtulur, Cennete girer, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini seyreder, peygamberlerin gül yüzlerini görüp kendinizden geçer ve hilkatin gayesini, fıtratın neticesini bütün çıplaklığı ile idrâk edersiniz. Ama, bütün bunların sonunda, her an sizin için Gadab-ı İlâhî sözkonusu ise, Cennetle birlikte kavuştuğunuz her nimet, acı bir azap hissi de uyarabilir. Dolayısıyla da siz, böyle bir atmosfer ve iklimin içinde, Cennetten dahi, istenen ölçüde zevk alamaz ve yine istenen ölçüde sevinemezsiniz. Zira, her an nimetlerin nikmete (azap) dönüşmesi mümkündür. Bu imkan ve ihtimal ise başka değil, ancak ızdırap ve acı yüklüdür. Acı ve ızdırabın zerresi dahi bulunan yere Cennet denemez. Öyle ise, kendi manasıyla Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın gadab ihtimalinin dahi kalkmasıyla gerçekleşecektir.

Zaten, İlahî gadabın devam ettiği bir yere Cennet demek de mümkün değildir. Zira gadab-ı İlahî dünyada bela ve musibet olarak tecelli ettiği gibi, ahirette de Cehennem olarak tecelli edecektir. Onun içindir ki, bir hadis-i şerifte, Cenab-ı Hakk’ın Cennet ehline:

‘Bundan böyle ebediyyen gadablanmayacağım’ (2) diyeceği rivayet edilir ki, bu nokta çok mühimdir. Yani Cennet ehli için İlâhî gadab sözkonusu değildir. Nasıl olur ki, Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu kuşatmıştır Cenneti. Ve Rabbin rızasını elde etmiştir Cennet ehli. Rıza ki, bütün nimetlerin en büyüğü, en değerlisi, en kıymetlisi.. ve Cennet nimetlerinin de sonu, nihayeti, neticesidir..

Cennete girecek insanlara yapılan hitapta da ‘rıza’ manasına özellikle işaret edilmiştir. Mutmainne olmuş nefse, ‘Dön Rabbine, O senden, sen de O’ndan razı olarak’ (Fecr, 89/27-28) denilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, Cennet, bütünüyle bir ‘rıza’ otağıdır. Cenâb-ı Hakk rızasıyla oraya tecelli etmekte, oraya girecekler de Rablerinden razı olarak oraya girmekte ve Cennete ‘Rıza’ manasına ‘Rıdvan’ bekçilik etmekte.. ve adetâ Cennet gergefinde hep ‘rıza’ mekiği işlenmekte.. Dünyada iken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmış olanlar, Cennette, Cennet bekçileri ve onlara nezâret eden ‘Rıdvan’ tarafından karşılanırlar. Bu karşılama kişinin ameliyle orantılı olarak ayrı bir ihtişam kazanır. Şehid ise, melekler tarafından çepeçevre kuşatılır. Kur’an, Uhud’da şehid düşenler ve bilhassa Mus’ab b. Umeyr hakkında nazil olan ayette şöyle buyurur:

‘Melekler de her kapıdan (onların) yanlarına varırlar.’ (Ra’d, 13/23)

Yani, aziz şehid, güller, demetler arasında Cennete götürülüyor. Cennete ait bütün menfezlerden melekler başlarını uzatarak ona ‘Hoş geldin’ manasına ‘Selamün aleyküm bima sabertüm’ diyorlar. Bazı melekler ise ona yaklaşma payesini elde ediyor. Yanına kadar varıp ona tebrikte bulunuyorlar. Selam verip ona ait makamla gözleri kamaşmış gibi ‘Ne güzel yurt, ne güzel yuva’ (Ra’d, 13/24) sözleriyle durmadan hayret solukluyorlar. 

 

[1] Müslim, İman, 333; Müsned, 3/136
[2] Buhari, Rikak, 51; Tevhid, 38; Müslim, Cennet, 9; Tirmizi, Cennet, 18

Mâlik 6 dk.

İnsanlarla alakası olan mukarreb meleklerden bir diğeri de ‘Mâlik’tir. Mâlik, Cehenneme nezâret eden melektir.

Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz: ‘Namaz kılmış oturuyordum. Birden bir ses duydum. Bana: ‘Mâlik, (Cehenneme nezâret eden melek) durmuş senden bir selam bekliyor!’ diyordu. Ben dönüp selam vereyim, dedim. Fakat o beni bastırdı ve benden önce selam verdi.’ (1) buyurarak bize ‘Mâlik’le münasebeti hakkında malumat vermektedir.

Mâlik, Cehenneme nezâret eden bütün meleklerin başıdır. Nasıl Cennete nezâret edenlerin başında ‘Rıdvan’ bulunmakta, öyle de Cehenneme nezâret eden meleklerin başında da ‘Mâlik’ bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim Cehennemde vazifeli bu melekleri de şöyle tanıtmaktadır:

‘İnkar edenler bölük bölük Cehenneme sürüldüler. Oraya geldikleri zaman Cehennemin kapıları açıldı, Cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi: ‘Kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu günümüzde karşılaşacağınız şeyler hakkında uyaran elçiler gelmedi mi? Evet, geldi, dediler. Ama, kafirlere azap sözü hak olmuştu. O halde, içinde ebedî kalmak üzere Cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş, denildi.’ (Zümer, 39/71-72)

Yine bu çizgide başka bir surede, cehennem ehli ile melekler arasındaki konuşma şöyledir: ‘Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler. (Bekçiler:) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da: Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise): O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır.’ (Mümin, 40/49-50)

Zuhruf suresinde de cehennem ehli, Malik’den, Allah’ın kendilerini öldürmelerini talep ederler: ‘Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar, azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimselerdir. Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der. (Zuhruf, 43/74-77)

Kafirler… Kâlplerini köreltenler… Selim fıtratlarını muhafaza edemeyenler… Gönüllerindeki sevgi ve irfan istidadını işletemeyenler… Dünyaya geldikleri zamanki saffetlerini korumayı beceremeyenler… Sağdan soldan esen muhalif rüzgarlara kapılıp gidenler… Ruhlarının güç ve kuvvetini küfür ve tuğyan bataklığında eritenler… İşte bunlar öbek öbek, bölük bölük Cehenneme sevkedilecekler. Cehennemde vazifeli olan melekler karşılayacak onları. Ve soracaklar: ‘Size, kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini okuyan uyarıcı elçiler, peygamberler gelmedi mi?’ Onlar ‘Geldi’ diyecekler. Zaten başka türlü demeleri de mümkün değil.

Bu müthiş itiraf, âyetlerde şöyle anlatılır:

‘Her topluluk onun içine (Cehenneme) atıldıkça onun bekçileri, onlara: ‘Size bir uyarıcı gelmedi mi?’ diye sorarlar. Onlar da: ‘Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük sapıklık içindesiniz’ dedik. Ve derler ki: ‘Eğer biz (onların dediklerini) dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!.’ Onlar, günahlarını itiraf ettiler. Zaten o çılgın ateş halkına (Allah’ın rahmetinden) uzak olup ezilmek yaraşır.’ (Mülk, 67/8-11)

Evet, herkese olduğu gibi onlara da Allah’ın elçileri, peygamberler geldi. Onları uyardı ve ikaz ettiler. Nitekim Kur’an bu hususa da işaret eder:

‘Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (Peygamber) gelip geçmiştir.’ (Fâtır, 35/24)

Büyük-küçük her millet ve topluluğun içinde mutlaka bir nebi, vahiy ve ilham yüklü bir peygamber zuhur etmiştir. Hangi memleketin taşını, toprağını dinleseniz mutlaka oradan bir nebi izine rastlar, bir rasûl sadâsı işitirsiniz.

Fakat içi pas bağlamış kâfir, gelen her peygamberi yalanlayıp tekzip etmiştir. Allah tarafından kalplerine, kendi işledikleri sebebiyle mühür vurulan bu sefil gürûhun artık iman etmesi mümkün değildir. Zira Kur’an’ın ifadesiyle onların gönül dünyaları tamamen matlaşmış durumdadır. Onlar bu halleriyle ahirete gidip Cehennem kapısına dayandıklarında, artık hata, günah ve isyanlarını itiraftan başka ellerinden birşey gelmeyecektir.

Cennetteki meleklerin, insanın içine inşirah salmasına mukabil, Cehennem zebânileri, hadisin ifadesiyle ‘kötü bir manzara’ sergileyecekler ve durumlarıyla insanların içlerine korku ve dehşet salacaklardır.

Şu da katiyyen unutulmamalıdır ki, ahirette melekleri kendisine enîs ve dost bulmak isteyen, mutlaka dünyada iken onlara enis ve dost olmaya çalışmalıdır. Tanışma burada olursa dostluk orada devam eder. Fakat iman gibi bir irtibat bağıyla bugün onlarla münasebete geçemeyenler, ahirette onlardan katiyyen alaka görmeyeceklerdir. Zaten buna hakları da yoktur.

Ahiret, dünya hayatının, başka bir alemde, başka bir keyfiyette devamı olduğu gibi, meleklere oradaki dostluk da dünyadaki dostluğun devamından başka birşey değildir. Burada, namazda verdiği selamlarla, sağ ve solundaki meleklerle selamlaşıp duran insan, elbette ahirette onları, selamlaşacağı dostlar olarak bulacaktır. Tabiî artık, selam verme sırası onlardadır. ‘Selamün aleyküm’ü evvela onlar söyleyeceklerdir ki, çeşitli âyetlerde, (2) muhtelif vesilelerle bu nükteye de işaret edilmiştir.

 

[1] Müslim, İman, 278
[2] Ra’d, 13/23-24; Nahl, 16/32; Zümer, 39/73

Kâtip Melekler (Kiramen Katibin) 9 dk.

İnfitar suresinde ‘Kiramen kâtibin’ adıyla sözedilen melekler bunlardır: ‘Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar (kiramen katibin) vardır, onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.’ (İnfitar, 82/ 10-12)

Kaf suresinde ise şu şekilde anlatılırlar: ‘İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.’ (Kâf, 50/17-18)

Hadislerden anlaşıldığı üzere, insanın sağında ve solunda bulunan meleklerden sağda bulunan, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahimiyetinin temsilcisi melek, solda bulunan, Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametini korumakla vazifeli meleğe durmadan iltimasta bulunur. Kul günah işlediğinde, soldaki melek bunu derhal kaydetmek ister. Sağdaki melek vaziyete müdahale ederek ona, biraz daha beklemesini, belki tevbe edip pişman olacağını, belki bir hasene işleyip günahını örteceğini söyler. Nitekim böyle olabileceğini anlatan hadisler de vardır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır: ‘Nerede olursan ol, Allah’tan kork! Kötülüğe daima iyilik ekle ki onu silsin. Ve insanlar arasında iyi ahlakla yaşa.’ (1)

Günah kirinden temizlenmenin yolu iyilik suyu ile yıkanmaktır. Seyyie ancak hasene ile bertaraf edilir. Evet, şerefli melekler yapılan herşeyi yazıp, çizip, tespit etmektedirler. Yazılmadık, tesbit edilmedik hiçbir şey yoktur. Peki ama niçin yapılıyor bütün bunlar? Cenâb-ı Hakk Allâm’ül-Guyub olduğuna, bütün gaybı bildiğine göre insanların amelleri neden kaydediliyor? Elbette ki, Cenâb-ı Hakk herşeyi (buna bizim amellerimiz de dahil) biliyor. Ancak insanın leh veya aleyhinde şehadet etsin diye her insanın amelini ayrıca kaydettiriyor. Böylece her insan yaptıklarını ahirette hem şahid olarak hem de netice olarak hazır bulacaktır. Ayette şöyle denilmektedir:

‘O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de o kötülükle kendisi arasında (şimdi) uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisin (in emrine karşı gelmek)den sakındırıyor. Allah kullarına Raûf’tur, şefkatlidir.’ (Âl-i İmran, 3/30)

Bir diğer ayet de bu hususu şöyle teyid etmektedir: ‘Her insanın amel kuşunu (defterini) boynuna yaftaladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter, (deriz)’ (İsra, 17/13-14)

Oku kitabını ve hükmünü ver. Davranışlarında sen nasıl bir hayat nescettin? Nasıl bir hayat şeridi meydana getirdin? Verilen rolü nasıl oynadın? İşte al kitabını ve bütün bunları kendi kitabında gör.

Kitap nedir? Neşir keyfiyeti nasıldır? Ameller o kitaba nasıl yazılmıştır. Bu kitap nasıl okunacaktır? O kitabı yazan kalem nasıl bir kalemdir? Ve yazılar nasıl bir mürekkeble yazılmaktadır? Bütün bunlar hiç önemli değildir. Önemli olan vak’anın bizzat kendisidir. Ortaya bir kitap konacaktır. Bu kitapta, bizim bütün bir hayat serüvenimiz bulunacaktır. Duyulduğunda bizi memnun ve mesrur edecek haberlerle, bizi mahcup edecek haberler, bir halita halinde bize takdim edilen bu kitapta mevcuddur.

‘İşledikleri herşey kitaplarda mevcuddur. Küçük büyük hepsi satır satır (O kitapta) yazılmıştır.’ (Kamer, 54/52-53) ayetleri bu hakikatı teyid etmektedir.

Herkes işlediğini, zerre zerre ahirette görecektir. Kur’an ‘Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.’ (Zilzal, 99/7-9) demektedir.

Ve o gün bazıları defterini sağdan alıp sevinir; bazıları da soldan alır üzülür.

Kur’an ahirete ait bu tasa ve sevinç tablosunu bize şöyle anlatır: ‘Kitabı sağından verilen: ‘Alın, kitabımı okuyun’ der. ‘Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim (bilmiştim) zaten.’ Artık o memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede. Ki devşirmesi kolay (meyvalara yakın). Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin, için! Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi.’ (Hâkka, 69/19-20)

Kim bilir bu zavallı orada kaç defa ‘keşke anam beni doğurmasaydı!’ diyecek ve yaptıklarına bin pişman olacaktır. Fakat oradaki pişmanlığın, feryat ve figanın, hatta yanıp-yakılmanın insana zerre kadar faydası yoktur. Zira ahiret burada iken kazanılması gereken bir yerdir. Amel defteri kapandıktan sonra, denilip yapılacakların faydalı olması sözkonusu değildir.

Halbuki defterini sağdan alanların sevinç ve süruru sonsuzdur. Onların yüzleri beşaret ve gülücüklerin cümbüş yeri gibidir. Bir tarafta abûs çehreler, diğer tarafta gülücüklerinden güller açılan yüzler ve orada uçuşup duran defterler.. kimisi elindeki defteriyle iki büklüm, hacil ve kaçacak yer aramakta.. kimisi de yollara dökülmüş önüne gelene defterini okutmakta.. ve bu son manzara lâhut aleminin sakinleri tarafından da memnunlukla seyredilmekte.. melekleşmiş insanın sevincini seyretme onları da sevindirmekte.. Kur’an bu tabloyu anlatırken de şöyle demekte:

‘Hayır, ebrar (iyiler)in kitabı ‘İlliyyun’ (yüceler)dedir. Biliyor musun ‘illiyyun’ nedir? (Yazılmış bir kitapları ‘Siccin’de olmasına mukabil, ebrarın kitabı ‘illiyyun’ nedir?) Yazılmış bir kitaptır. Onu ancak ‘mukarreb’ (Allah’a yakın) onlanlar görürler.’ (Mutaffifin, 83/18-21)

Facirlerin kitapları ‘Siccin’de olmasına mukabil, ebrarın kitabı ‘illiyyun’dadır. Ama illiyyun nedir? O nasıl bilinecektir? Orası öyle yüce bir yerdir ki, Yüceler Yücesi bildirmedikçe ‘İlliyyun’u bilmek mümkün değildir.

‘Kitab-ı merkum’dur illuyyun. Temiz duygularla yaşamış ulvi bir hayatın sinema şeridine takılıp ulvi ve yüce bir kısım nazarlara arzedildiği bir güzellikler armonisidir. Allah’a yakın olan ‘mukarreb’ler müşahede edebilirler ancak bu şanlı kitapta olanları. Senin tesbihlerini, tekbirlerini, şükürlerini, hamdlerini kulluğunu, iç derinliğini, başını secdeye koyup inleyişlerini Cenâb-ı Hakk oraya aksettirecek ve mukarreb melekler bir filim seyrediyor gibi seni seyredecekler. İşte bunun içindir tesbitleri ve işlenenleri kaydetmeleri.

Yaptığınız herşey, yüceler yücesi alemde bir kısım yüce nazarlara arzediliyor. Öyle ise: Adım atarken dikkat gerek! El uzatırken ihtimam ister! Bakışınıza hedef seçerken titizlik lazımdır! Kulağınıza girecek sese, soluğa ne kadar dikkat edilse değer.! Dudaklarınızdan dökülecek her söze, bir çekirdek atıyor gibi sonsuza fırlattığınız her kelimeye ne ölçüde hassasiyet gösterilse azdır! Konuştuğunuz şeylerin nereye gittiğini hesap edip öyle konuşmak lazımdır. Amellerinizin nerelerde ve kimler tarafından seyredileceğini düşünün ve yaptıklarınızı, yapacaklarınızı ona göre yapmalısınız! Seviyenize göre, kalbî meyillerinizden, hayallerinize ait gafletlerden dahi hesaba çekileceğiniz endişesini sinenizde daima bir kor gibi taşımalı ve latifelerinize, ona göre çeki düzen vermelisiniz!

Gizli-açık herşeyi Cenâb-ı Hakk bilmektedir. Fakat mizanda bize lehte veya aleyhte şehadet etsin diye amellerimizi, mükerrem meleklerine kaydettirmektedir. Beratımıza veya mahkumiyetimize amellerimizin yazıldığı bu defterlerin şehadetiyle hüküm verilecektir.

Mü’min müjdeye gark olacaktır defteriyle.. herkes görecektir kelime-i tevhid nasıl ağır basarmış mizanda böylece. Ayrıca kafirin bütün bir ömür boyu söyleyemediğini, münafığın bir türlü içine sindiremediği kelime-i tevhidin ağır basışını isbat içindir yazılan bu defterler bir de.. 

 

[1] Tirmizi, Birr 55; Dârimi, Rikak 74

Koruyucu Melekler (Hafaza) 3 dk.

Meleklerin yüklendikleri bir başka misyon da insanları her türlü bela ve musibete karşı korumaktır. Nitekim daha önce onların bu misyonlarına dikkat çekmiş ve kısaca temasta bulunmuştuk.

‘Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici (melek) bulunmasın’ (Târık, 86/ 4) ayetinde ifade edildiği gibi herkes için bir koruyucu melek mukadderdir.

Taberâni’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte her insana 360 meleğin nezâret ettiği ve insanı koruma altına aldıkları kaydedilmektedir. (1) Ayette ise bu husus şöyle anlatılmaktadır:

‘Her birini (herbir insanı) önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. O’nu Allah’ın emrinden (veya Allah’ın emriyle) korurlar.’ (Ra’d, 13/11)

Hem Efendimizin hadisinden hem de bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, sinekler gibi insanın üzerine üşüşen bela ve musibetler, insanı çepeçevre kuşatan melekler tarafından çok defa geri çevrilmekte ve insan böylece öldürücü binbir hâdise altında ezilip gitmekten korunabilmektedir. Elbette ki bu muhafaza, meşiet-i İlahinin o şekilde tecelli etmiş olmasına bağlıdır. Zaten her meselede İlahi murad, İlahi dileme ve meşiet esastır. ‘Allah’ın olmasını dilediği şey olur; olmamasını dilediği şey de olmaz’ hakikatı da bize bunu anlatmaktadır. Binaenaleyh, bela ve musibetler meleklerce uzaklaştırılır; fakat meşiet-i İlahi o şekilde tecelli etmişse…

Buna vesile olabilecek şeylere gelince, biz onları bilemiyor, sınırlandıramıyoruz. Bazen insanın hoş bir tavrı, rahmet-i İlahinin harekete geçmesine vesile olur ve Cenâb-ı Hakk onun hakkında onu memmun edecek bir hüküm verir. Bazen de tam tersine, insanın münasebetsiz bir davranışı, İlahi gazabı galeyana getirir ve verilecek hüküm o şahsın aleyhinde olur. Verilen hüküm karşısında meleklerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ne var ki, onlar enis ve celislerimiz (her zaman beraber olduğumuz arkadaşlarımız) olarak bizim başımızın üzerinde pervaz eder dururlar ve gelmesi muhtemel belaları savmak için bize kanat gerer, kalkanlık yaparlar. Zira bu onlara ait bir vazifedir. Bu meleklerin ruhânî haz ve lezzetleri, yaptıkları bu vazifenin içine dercedilmiştir. Yani melekler bizi koruma vazifesini, müthiş bir zevk, heyecan ve coşkunlukla yerine getirirler.

 

[1] Süyûti, ed-Dürrü’l-Mensur, 4/615; Zebidi, İthâfü’s-Sâde, 7/288

Seyyar (Gezginci) Melekler 18 dk.

Diğer taraftan bir kısım melekler de vardır ki, sürekli insanların ibadet ve zikir meclislerini takip eder dururlar. Bu da onlara ait bir misyon ve bir vazifedir. İbn-i Mâce’nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif’te Efendimiz şöyle ferman eder: ‘Cuma günleri bana çokca salavat getirin. Zira o, meleklerin hazır bulundukları gündür…’ (İbni Mâce, Cenâiz 65)

Demek oluyor ki, bir de bizim salat ve selamlarımızı seyretmek, onları Rasulü Ekrem’in mübarek ruhuna ulaştırmak ve sonra onun bize gönderdiği mukabil selamları kalbimize üflemek vazifesiyle vazifeli melekler var.

Allah, peygamberlerin cesetlerini toprakta çürütmez. Rasulü Ekrem (sav), ehl-i keşfin ifadesiyle kabrinde ‘Hayy’dır ve şehitlerin hayatını yaşamaktadır. O, ümmetin pek çok durumundan her zaman haberdardır. Binlerce yerden kendisine giden salat ve salamı duyar ve bizzat mukabelede bulunur. Öyle ise, sen de ‘Essalatu vesselamu aleyke ya Rasulallah’ derken bunu, dizlerini o Sultan-ı Zîşân’ın dizlerine vermiş, doğrudan doğruya huzurunda, O’nu tebcil ve ta’zim ediyor gibi söyle. Unutma! Biraz daha kendinden geçersen, dizlerinin dizlerine değdiğini bile hissedebilirsin.. ve böyle can u gönülden kurbiyet temin ettiğin zaman O’nun mübarek ruhunun hemen orada temessülüne de şahid olabilirsin..

Ve yine Allah Rasulü bir hadis-i şerifte şöyle ferman eder: ‘İmam, ‘gayr’il mağdubi aleyhim veladdâllin’ deyince siz ‘Âmin’ deyin. Zira her kimin âmin deyişi meleğin ‘Âmin’ deyişine denk gelirse (meleğin sesine karışır da mele-i alaya yükselirse) Allah onun geçmiş günahlarını mağfiret eder.’ (Buhari, Ezan 111,112; Daavat 64; Müslim, Salat 72; Tirmizi, Salat 71)

Bir başka hadiste şöyle ferman edilir: ‘İmam, ‘semiallahu limen hamideh’ deyince siz de ‘Allahümme Rabbena leke’l-hamd’ deyin. Kimin sözü meleklerin sözüne denk gelirse onun geçmiş günahları affolur.’ (Buhari, Ezan 125; Bedu’l-Halk 7)

Görüldüğü üzere, insanların ibadetlerine iştirak eden bu melekler, daima onlarla beraber tahmidat ve tesbihatta bulunmakta ve onların bu iştirakleri bazı günahların affına vesile olmaktadır.

Meleklerin bu dostluğu kişinin ölümüne kadar devam eder. Zayıf bir rivayet bize bundan sonrası hakkındada şu malumatı verir: Vefat eden insanın kabrinin başında iki melek durur. Bu melekler, sevabı kabir sahibinin hasenat defterine kaydedilmek üzere durmadan istiğfar ederler. Onların bu istiğfarı da kıyamete dek sürer.

Meleklerden bir grub daha vardır ki, bunlar da nöbetleşerek mü’min kulların ibadet enginliklerini Cenâb-ı Hakk’a arz ederler. Hadiste anlatıldığı şekliyle:

Cenâb-ı Hakk, huzuruna gelen bu meleklere sorar:

-Nereden geliyorsunuz?Cevap verirler:-Kullarının yanından.-Kullarımı ne halde bıraktınız?-Gittik namaz kılıyorlardı, döndük yine namaz kılıyorlardı.

Şu melek mürüvvetine bakın. Dostluklarının hakkını nasıl da en güzel şekilde eda ediyorlar? Onlar vazifeyi sabah vakti devralmışlardır. O esnada mü’minler sabah namazı kılmaktadırlar. İkindi vaktinde nöbet değişikliği yapılmıştır. O esnada da ikindi namazı eda edilmektedir.

Dudakları dua ile süslü, içleri Cenâb-ı Hakk’ı anmakla dolup taşan, hissiyatları alabildiğine gelişmiş mü’minler hakkında meleklerin verdikleri rapor işte böyle bir mahiyet arzetmektedir. Ve bu raporun takdimi her gün tekerrür edip durmaktadır.

Nerede Allah anılıyor, nerede konuşmalar O’ndan bahisler etrafında dönüp duruyor, nerede gönüller Allah aşkıyla yanıyor ve diller bu aşka tercüman olma peşinde, nerede tefekkürün merkezinde lahuti muhteva bulunuyor ve İlahi tecellilere ait tefekkür dalga dalga göğe yükseliyor, nerede ‘Allah Allah’ zikirleriyle sema lerzeye geliyor, mutlaka orada bu melekler hazırdırlar ve melekleşmeye azmetmiş insanları temaşa içindedirler. Sanki zikir meclisi, ana arının konduğu bir dal gibidir ve bu meleklerle, melekleşmiş insanlar da orada marifet peteği örmektedirler. Zikir tamamlandıktan sonra da bu melekler, tekrar geldikleri yer olan Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna dönerler.

İsterseniz hadisenin bundan sonrasını da başka bir hadis-i şeriften takip edelim. Melekler huzura varınca bütün gaybın anahtarı yanında olan Allamü’l-guyub onlara sorar:

-Nereden geliyorsunuz?Melekler cevap verirler:-Seni anan kullarının yanından Ya Rabbi!-Peki onlar ne diyorlardı?-Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı.-Onlar beni gördüler mi?-Hayır Rabbimiz, görmediler.-Ya görselerdi?.. (Yani Bana karşı aklın almadığı bir kulluk arz edeceklerdi!)-Onlar ne istiyorlardı?-Cennetini istiyorlardı Rabbimiz.-Onlar Cenneti gördüler mi?-Hayır, görmediler.-Ya görselerdi? (Evet görselerdi bir başka iştiyakla isteyeceklerdi!.)-Neden istiaze ediyorlardı?-Cehenneminden, Allahım.-Onlar Cehennemi gördüler mi?-Hayır görmediler.-Ya görselerdi? (Her halde görselerdi, mutlaka daha şiddetli onları Cehennemden korumamı isteyeceklerdi.)

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: ‘Meleklerim, siz şahid olun Ben o kullarımı affettim.’

Melek döner ve şöyle der: ‘Ya Rabbi onların içinde birisi vardı ki, esas gayesi Seni anmak değildi. O oraya dünyevi bir gaye için gelmişti.’

Ve lütfu engin Rabb şöyle ferman eder: ‘Onlar öyle bir toplumdur ki, onların arasında bulunan (niyeti çok halis olmasa da) onlara verilenden mahrum edilemez.’ (Buhari, Daavat 66; Tirmizi, Daavat 129) (Biz de zaten Cenâb-ı Hakk’ın bu va’dine itimad edip ona bel bağlamış bulunuyoruz. Öyle inanıyoruz ki, cemaat halinde açılan eller istek ve talepleri itibariyle mahrum bırakılmayacaktır. Ellerimizi bu niyetle açıyor, dualarımızı bu niyetle cemaatin duasına katmaya çalışıyor ve çalı, diken yetiştirmeye mahsus bir zeminde gül yetiştirmeye gayret ediyoruz. Böyle bir zeminde çamura batmadan, kirlenmeden bir hayat yaşamak nerede ise imkânsız… Günahlarımız çok; fakat O’nun rahmeti günahlarımızdan daha geniş. Bunu bilerek O’nun kapısına geliyor, O’ndan af dileniyor, bizim dualarımızı da, kabul gören dualar arasına katmasını niyaz ediyoruz.)

Bir hadislerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: ‘Yeryüzünde seyyar (gezginci) melekler vardır. Bunlar zikir meclislerini dolaşırlar. Böyle bir meclis bulduklarında orayı kuşatır ve doldururlar. Sonra da ellerini açar şöyle derler: ‘Ya Rabbi şu anda Senin kullarından bazılarının yanındayız. Onlar, Senin kitabını okumakta, Senin peygamberine salavat getirmekte ve Senin yüceliğini müzakere edip durmaktadır.’ Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk ferman eder: ‘Onları rahmetimle çepeçevre kuşatın, onların arasında bulunan asla talihsiz olmaz.’ (Buhari, Daavat, 67; Müslim, Zikr, 35; Müsned, 2/382)

Zikir meclisleri, melekleri yeryüzüne çeken cazibe.. Allah’ın anlatıldığı tecellileri içinde O’nun azametinin sözkonusu edildiği, Habib’inin hak peygamber olduğuna dair delillerin tekrar edilip durduğu ve sonunda, salat u selamların sohbetlere hitam-ı misk yapıldığı, buhur buhur maneviyat kokan ve öbek öbek lahut taşıyan kutlu yerler ışık evler..

Abdullah b. Revaha, dili kadar kılıcı, kılıcı kadar da dili keskin şanlı bir sahabiydi. O bazen yakın arkadaşlarından birine ‘Gel seninle bir saat iman edelim” derdi. Onu tanıyanlar niyetini ve ondaki iç derinliğini bildiklerinden bir şey demez ve itiraz da etmezlerdi. Fakat bir gün niyetini kavrayamayan bir sahabi gitti onun bu sözünü İki Cihan Serveri’ne iletti. Bu sahabi ‘Biz zaten iman etmedik mi?’ ‘Gel seninle bir saat iman edelim’ ne demek diyor ve bunu şikayet konusu yapıyordu. Ancak Allah Rasulü, İbn-i Revaha’yı herkesten iyi tanıyordu. O boş söz sarfedecek bir insan değildi. Onda ayrı bir enginlik, ayrı bir derinlik vardı. İki Cihan Serveri şöyle buyurdu: ‘Allah, İbn-i Revaha’ya merhamet etsin. O, (meleklerin iftiharla bahsedecekleri) meclislerden lezzet alır, öyle meclisleri sever.’ (Müsned, 3/265)

Bu gezginci melekler ehl-i ilimle de bir münasebet içindedirler. İlim yoluna girenlerin Cenâb-ı Hakk katında ayrı bir değeri, ayrı bir kıymeti vardır. Elbette ki bu ilim Allah yolunda ve O’nun hesabına olmalıdır. Bu tür ilim ve ilim adamları sayısız hadis-i şeriflerde ve bir çok ayet-i kerimelerde tebcil ve tebrik edilmiştir.

Mesela Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniliyor: ‘Kim ilim tahsili adına bir yola girerse, Allah onun için Cennete giden yolları kolaylaştırır.’ (Buhari, İlim 10; Ebu Davut, İlim 1; Tirmizi, Kur’an 10; İlim 19; İbni Mace, Mukaddime 17)

İlimden maksat Allah’ı bilmektir. O’nun marifetine yardımcı olmayan ilme gelince o faydasız bir malumat yığınından başka bir şey değildir.

İnsan, ‘Marifet-i Sâni’ dediğimiz şu kâinatın muhteşem sanatkârını bilme adına kanaatını kuvvetlendirmek, irfanına yeni yeni tefekkür hüzmeleri katmak ve bir arı gibi her gün tefekkür hüzmeleri katmak ve bir arı gibi bir marifet peteğine ayrı bir şuur üsaresiyle dönmek için bir yola girebildiği takdirde Allah (cc) Cennete giden yolu ona kolaylaştıracaktır.

Namaz artık onun için bir dinlenme, bir tenezzüh; hatta bundan da öte namaz onun şiddetli bir arzusu haline gelecektir. İslamı bir bütün olarak yaşadığı vakit kalbi mutluluktan güvercinler gibi kanat çırpacak ve İslamî emirlerden birini ihmale uğratsa, gırtlağı derin bir pençe tarafından sıkılıyorcasına ızdırap duyacaktır.

Bu marifet erlerinin biraraya gelişleri de ayrı bir cazibe atmosferi meydana getirir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: ‘Bir topluluk Allah evlerinden bir evde (ki biz onlara ışık evler diyoruz) oturur ve orada marifet-i İlahi adına dersler yaparsa, kesinlikle orayı melekler kuşatır, üzerlerine sekine iner ve Cenab-ı Hakk orada bulunanları kendi yanında bulunanlara anlatır ha anlatır..’ (Müslim, Zikr 139; İbni Mace, Mukaddime 225)

Hadiste anlatılan evler hiç şüphe yok ki, mescidlerden ayrı olarak mütalaa edilmelidir. Zira biraz sonra da işaret edileceği üzere bu evler doğrudan doğruya ‘Beyt’ ifadesiyle anlatılıyor ve cem-i ‘Büyût’ deniliyor. Beyt bilindiği üzere ‘Ev’ demektir. ‘Büyût’ ise evler, demek olur. Kur’an’da ve hadislerde mescid ifadesi bizzat bu kelime ve bu kelimenin cem’i (çoğulu) ile ifade edilir. Ayrıca Kabe manası kastedildiğinde kelimenin başına lâm-ı ta’rif getirilir ve ‘El-beyt’ denilir. Durum böyle olunca Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şerifte vasıflarıyla anlatılan bu evler, mescidler değil, belki belli bir devrede mescid misyonunu da yüklenen ‘Işık Evler’ dir.

Hadisin kelimelerine kısa bir göz gezdirecek olursak, zannediyorum hadisten kastedilen manalar daha iyi anlaşılacaktır: ‘Kavim’, cemaat ve toplum demektir. O evdeki insanlar cemaatlaşma şuuruna sahiptirler: Amel ve fiillerinde kollektiflik hakimdir. Zaten bir araya gelişleri de böyle bir gaye ve ideale matuftur. ‘İctemea’ bu şuurlu bir araya gelişi anlatmaktadır. ‘Beyt’ yukarıda da ifade edildiği üzere evdir. Allah davasına hasredilmiş bu evlere hadiste ‘Büyûtullah’ denilmiştir.

O evlerde topluca tedrisat yapılmaktadır. Kitaplar alınıp okunmakta ve o kitaplardaki hakikatlerin incelikleri bilenlere, bilmeyenlere anlatılmaktadır. Bilmeyenler de öğrenmeye arzu ve isteklidirler. Her meseleyi sorar ve her meseleyi öğretmeye çalışırlar.

Onlar bu denli ulvî bir gaye için bir araya gelince, melekler de bu meclise karışır, çepeçevre orayı sarar.. ve tedris devam ettiği müddetçe de orayı terketmezler. Zira ki, böyle bir mecliste bulunmama bir haybettir, bir hüsrandır. Melekler ise bu türlü akibetten korunmuş varlıklardır. Onlar daima yümün ve bereket soluklar, yümün ve bereket ikliminin içinde bulunurlar.

Bir de onların üzerine ‘sekîne’ iner. Devrin ve dehrin hadiseleri onları yıldıramaz, ürkütemez, korkutamaz. Durmadan düşer-kalkarlar ama, yine de yürürler. Bütün çarklar aleyhlerinde dönse de asla ümitsizliğe düşmez, bir gün o çarkların çarkedeceğini bilir ve kendi lehlerine dönecek devran çarkını sabırla beklerler.

Hem onlar öyle korkusuz birer yiğittirler ki, cellatlar gelip kapılarına dayansa, yine paniğe kapılmaz, derslerine devam eder ve faydası olacağına kanaat getirirlerse, cellatlarını da aynı derslerin nur havzından istifade ettirmeye çalışırlar. Çünkü onlar itmi’nan dolu bir hayat yaşamaktadırlar. Ve onlar bu evlerdeki tedrisi, hayatlarının gayesi haline getirmişlerdir. Tarassudlar, sürgünler, hapisler, istintaklar onları bu davadan vazgeçiremez. Onların o yüce otaklarında panik iflas etmiştir. Zira onlar ‘sekîne’ den birer âbide haline gelmişlerdir.

‘Ve Allah onları kendi yanında olanlar arasında anlatır ha anlatır’

Cenab-ı Hakk’ın huzurunda nazarları kevn-u fesada müceveccih olan melekler vardır. Bazen bu melekler yüzlerini imkan alemine döndürür ve insanları temaşa ederler. İşte bu meleklere Cenab-ı Hakk, kendi davası uğruna bir araya gelen kullarını anlatır, der ki: ‘Sizin, hallerine tam muttali olamadığınız benim bazı kullarım var. Onlar şu anda benim kitabımın içinde mevcut hakikatları öğrenmek ile meşguldürler.’ Zaman zaman aralarına melekler iniyor, sekîne onları çepeçevre sarıyor. Ve daha nice vasıflarıyla Cenab-ı Hakk yerdeki kullarını gök ehli yanında dile getirir, anlatır… Bu da yine insanlarla melekler arasında ayrı bir irtibat ve münasebet bağıdır.

Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hâle içinde yıldızlar topluluğuna nur âyetini tefsir eden bir mehtab veya ebedi nur, ebedi huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler.. dikkatle bakanlar için her zaman, bu ışık yalılarının iç yapıları ve derinliklerinde ‘Allah onların, (diğer binalardan daha ziyade) yükseltilmelerini ve (her şeyden yüksek, yüce) isminin oralarda anılmasına, (dört bir yanda gürleyen yasak velvelelerine rağmen) izin verdi.. içlerinde sabah-akşam O’nu tesbihlerle yad eden öyle yiğitler var ki ne ticaret (ve ticaretteki kazanç cazibesi) ne de alım-satım, Allah’ı zikirden, namazlarını dosdoğru yerine getirmekten ve zekatlarını bihakkın eda etmekten onları alıkoymaz; (zira) onlar kalblerin (mehafetle) gözlerin de (hayret ve dehşetle) döneceği günden korkar (ve tir tir titrerler)’ hakikatının nümayan olduğu hissedilir.

Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti, vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup-yaşama bahtiyarlığına erenler, adeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit varidatla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerini bir saadet va’diyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.

Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi’nana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol ‘âb-ı hayat’ ve insanımızın gönül tepelerine saldığı ma’rifet, muhabbet, rûhânî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil Sûr’u ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur. Evet, onlara uğrayanlarda pek çok menfî hisler silinmiş, inat ve karşı koyma düşünceleri kırılmış, müdavimleri de kendilerini, Cennet koridorlarında temâşâdan temâşâya koşan seyyahlar gibi görmeye, hissetmeye başlamışlardır. Başkalarının eğlenceye, zevke sefaya giderken duydukları keyfi, neş’eyi, sevinci, tiryakiliği, kudsîler, hem de kat katıyla ışık evlere uzanan yollarda duymuş ve yaşamışlardır. Onlar, bu ışıktan yollarda ve yolların gerçek değerinin te’mînâtı olan bu kutlu yuvalarda düşünülen, söylenen, okunan şeyleri, ötelerden gelmiş ilhâm esintileri gibi karşılamış, gökleri aşıp gelen soluklar gibi dinlemişlerdir…

Ve yine onlar bu evlerde bugün hâlâ çoklarının akıl erdiremedikleri, bilemedikleri sırlarla tanışır, semâ kapılarının aralandığını hisseder gibi olur, kapı aralarından sızıp geldiğine inandıkları vâridâtla bütün bütün uhrevîleşir, kendilerinden geçer ve yerlere serilirler.

Evet, kalblerinin balansını imana, Kur’an’a, iman ve Kur’an’ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış tali’sizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrâk edebilirler.

Dedubleman 3 dk.

‘Dedubleman’ latince ”dublex’ kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş)tir. Ruhî melekeleri ihtiva eden eş, ikiz, benzer manalarına gelir. Bizim literatürümüzde ona ‘Vücud-u mevhibe-i Hakkani veya Rabbani’ denilmektedir. ‘Astral Beden’ de aynı manaya kullanılır. Spirtualizmada, yaşayan insanların ‘fantom’ larına bu isim verilmektedir.

Deduble, mekân ve zamana tabi değildir. Çünkü o nûrânî bir varlıktır. Etrafında ‘Aura’ denilen ışıklı bir hâle vardır. Deduble bir yerden bir yere giderken engel ve mesafe tanımaz. O, rûhânîyata açık insanlar tarafından müşahade edilir.

Bir başka misali de, insanların en kutlularından verelim. İşte İbn-i Abbas! Allah Rasulü’nün ‘Allahım, o’nu dinde fakih kıl ve ona te’vili öğret’ (1) diye dua ettiği bu ilim okyanusu büyük sahabinin vefatını bize Meymun bin Mihran (ra) şöyle anlatıyor:

İbn-i Abbas vefat ettiğinde ben oradaydım. Techiz ve tekfini yapılırken, kuş gibi bir şeyin kefeniyle cesedi arasına girdiğini gördüm. Daha sonra onu kabre koyarken gaipten bir ses duyuldu. Ses:

‘Ey mutmainne olmuş nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarının arasına gir. Cennetime gir.’ (Fecr, 89/27-30) ayetini okuyordu. Herkes donup kalmış ve bu sesi dinlemişti. (2)

Hz. Meymun’un gürdüğü ne idi? Evet o infisal etmiş bir ruhu, yani asıl bedenin dadublesini müşahade etmişti. Ve sanki Cenab-ı Hakk, bu sevgili kuluna ‘Hoşgeldin’ diyor ve onu rûhânîlerle karşılıyordu. Hz. Meymun gördüğü hadiseye, binlerce insanı şahid tutuyor ve söylediğini öyle söylüyordu. Ve işte bu binlerce insan susmalarıyla O’nu tasdik ediyor ve hadisenin doğruluğuna şahitlik yapıyorlardı.

Sadece şu iki müşahade dahi, tabiat perdesini yırtıyor ve bize, madde cidarının verasında nurlu bir alemin bulunduğunu isbat ediyor. Bu öyle bir alem ki, dünya ile arasında sadece tenteneli ince bir perde vardır. Yani şehadet alemi, gayb alemi üzerine gerilmiş bir perdeden ibarettir. Hakikata aşina, hakikatlar hakikatına nigehban herkes dikkatle baksa, tabiat ve fiziğin ötesinde aradığı hakikatın berrak ve dupduru yüzünü görecektir. 

 

[1] Buhari, Vudû 10; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 138; İbni Mâce, Mukaddime 126
[2] Hilyetü’l-Evliya, 1/329

Rûhî Degajman ve İmtisal 3 dk.

Her insanın bir dedublesi, bir beden-i misâlîsi vardır. Bu deduble mâi gibidir ve bedenin içine yerleşmiştir. Diğer cisimlerde ise biz bunu elektrik akımı şeklinde görürüz.

Mesela; şartlarına uygun şekilde bir yaprağın fotoğrafı çekildiğinde, onun etrafını saran bir yaprak daha görülür. Yine parmağımızın resmini aynı şartlar altında çeksek, parmağımızın çevresinde bir parmak daha müşahade ederiz. Materyalistler tarafından da bu, elektrik akımı olarak izah edilmeye çalışılsa bile ilmen sabittir ki parmağımızın etrafında görülen, esasen bütün vücudumuzu çevreleyen dedublemizin o uzva ait kısmıdır. Bu asla bir elektrik akımı değildir.

Deduble, perispri, ruhumuzun kılıfıdır. Bu varlık, ihtiyaç anında bizim cesedimizden ayrılır ve hiçbir engel tanımadan bizden uzaklaşır. Bu onun infisal, yani ruhî degajman halidir. Bir de dedublenin geriye dönüşü ve bedenle bütünleşmesi vardır ki, buna da ‘ruhi imtisal’ denir. Ruhen terakki etmiş insanlarda bu durum çok sık olur. Onlar için ruhî degajman sıradan bir vak’a haline gelmiştir.

Ehlullahtan ‘Abdal’ kısmı buna her zaman mazhar olurlar. Bu meseleye o kadar çok misal vardır ki, saymakla bitmez, anlatmakla tükenmez. Bir şahıs yirmi ayrı yerde görülür. Mesela, son Nakşi şeyhlerinden Aziz Efendi, Havran’da olduğu aynı anda Edremit’te de görülür. Ve bu nice defalar tekrar eder durur. Turgutlu’daki bir başka zatı da aynı zamanda Salihli’de görenler olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri hapishanede demir parmaklıklar arkasında tutsak bulunduğu aynı an ve zamanda, şehrin ortasındaki en büyük camide, Cuma vaktinde cemaat içinde namaz kılarken görülmüş; gardiyanlar hayret ve dehşetle hapishaneye döndüklerinde de onu hapishanede bulmuşlardır.

Abdülhamid Cennetmekan hiç hacca gitmemiştir. Halbuki o, her sene hacda görülmüştür.

İşte bütün bunlar ve bunlara benzer vak’alarda görülen o şahsın dedublesidir.

Yaşanmış Hadiselerle Ruhun Varlığı 18 dk.

1) Rahip Bertrand ve Şair Goethe

Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak’a anlatılır:

‘İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre’ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra ‘Buzullar’ mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi. Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün gayretler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.

Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu. Birkaç tecrübe ona gayret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.

Bu ona bir fikir verdi:

Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.

O zaman Lucerne’deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı. Onların dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı. Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.

Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne’deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı. Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi. Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu.’

İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, ‘Zübdet’ül Hakayik’ isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.

Batıda tecrübe, ilimde bir esas halindedir. Onlar denemediği şeye inanmazlar. Batılı, ‘Ruh var mı, yok mu?’ bunu ya laboratuara getirmek ister veya en azından medyumun eliyle, ağzıyla, gözüyle kulağıyla bunu ispatlamaya çalışır. Onun içindir ki, batıda dünya çapında pek çok medyum yetişmiştir. Ancak, batıda da meselenin müşahidleri sadece medyumlardan ibaret değildir.

Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. ‘Yağmurlu bir akşam arkadaşı K…. ile Weimar’da, Belvedere’de geziniyordu. Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:

‘Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic’in bu anda Frakfurt’da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim.’ Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. ‘Ama bu ta kendisi… Dostum Frederic.. Sen burada Weimar’dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?..’ Goethe’nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç bir şey anlamayan K…. şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:

‘Frederic… nereye gittin. Ya Rabbim?.. Azizim K… şimdi rastgeldiğimiz adam nereye gitti, görmediniz mi?’ Şaşıran K… hiçbir cevap veremiyordu. Şair başını iki tarafa çevirerek dalgın bir tavırla bağırıyordu: ‘Evet anlıyorum. Bu bir görüntüden ibarettir. Fakat bunun mânâsı ne olabilir? Acaba dostum ani olarak öldü mü? Acaba bu onun ruhu mudur?’

Goethe evine geldi ve Frederic’i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve ‘Hayalet devam ediyor’ diye bağırdı. Dostu cevap verdi. ‘Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?’ Goethe hem ağlayıp hem gülerek: ‘Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık’ diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.

Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe’nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti. Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe’yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: ‘Sen Weimar’dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?’

2) Astral Bedeni Müşahede

‘Ruh ve Kâinat’ da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr. Burgess tarafından dostu Dr. Hodgson’a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:

‘Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11:45’de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6:45’de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm. Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı. Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar. O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu. Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi. Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu. Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı. Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.

Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu. Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu. Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.

Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum. Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum. Nihayet meş’um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için gayretini arttırdığını gördüm.

Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı.’

3) Ölüm Ânındaki Müşahedeler

Madam Florance Marryant anlatıyor: ‘Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.

Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.

Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.

Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.

Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler.’

Madam Joe Suell anlatıyor: ’20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak’alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu.’

Anlattığı vak’alardan birini aşağıda aktarıyoruz: ‘Maggie’nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu.’

Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: ‘Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlı. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı. ‘

Dr. F.A.Kraft anlatıyor: ‘Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: ‘Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız… Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım… ah… evet bekleyin..’

Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.

4) Allah Rasûlü’nün ‘Ebherim Koptu’ Dediği Ân

Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: ‘Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.

Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: ‘Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James’in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: ‘Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11’de benimle birlikte geleceksin.’ dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.

Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10’a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: ‘Kardeşim James’ dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti.’

İlim adamları, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili daha birçok vak’a anlatıyor. Biz yeri geldikçe bu anlatılanları nakletmeye devam edeceğiz. Ancak sözün burasında anlayış bakımından size de enteresan gelecek bir hususu arzetmek istiyoruz:

Efendimiz son anlarını yaşarken bir ara ‘Ebherim koptu’ buyuruyor. Ebher, damar manasına da gelir. [1] Bu hadisi şerhedenler ekseriyetle, meseleyi Allah Rasulü’nün Hayber’de zehirlenmesiyle irtibatlandırmışlar ve Efendimizin ifadesine böyle bir izah getirmeye çalışmışlardır. Ancak vücuda giren zehirin seneler sonra şahdamarına tesir etmesi bize çok uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Kanaatımızca Allah Rasulü’nün sözünden şu mânâyı anlamak daha uygundur:

Efendimiz, o esnada kendi vizyonunda, dedublesinin kendisinden yani mübarek cesedinden ayrıldığını haber vermektedir.

‘Ebherim koptu’ demek, ‘Dedublem benden ayrıldı.’ demektir. Ve işte o esnadadır ki Allah Rasulü, ‘Refik-i A’lâ’yı istemektedir.. 

 

[1] Buhari, Megazi 83; Darimi, Mukaddime 11; Müsned, 6/18

Herşey Gördüğümüz Maddeden İbaret Değil 5 dk.

Her şey gördüğümüz maddeden ibaret değildir. Ve her şeyi laboratuar tecrübesi altına alamazsınız. Böyle yapmak isteyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Ve bunlar ilmin ancak onda biriyle iştigal ediyorlar demektir. Beşeri topyekün ele almayı düşünenler, onun maddesine, fizyonomisine baktıkları gibi ruhuna, manasına, dedublesine de bakmalıdırlar. Ancak o zaman, insan hakkında sağlam bir hüküm verme imkanına sahip olurlar. Ve o zaman insan bir meçhul olmadan çıkar. İnsanı tek yönü ile ele alıp tahlil edenlerin nazarında ise, o, Alexis Carrel’in ifadesiyle, hep bir meçhul olarak kalır. Halbuki mevcud-u meçhul, varlığını bildiğimiz tek varlık Hz. Allah’dır (cc). O’nu idrak ve ihata etmek mümkün değildir. O’nu idrakın en güzel ve doğru ifadesi, idrakinden aciz kalındığını itiraf olacaktır. Nebilerden sonra beşerin en muhteşem dimağı Hz. Ebu Bekir (ra) ‘Seni idrak edememe, idraktir’ demektedir. Efendiler Efendisi de ‘Ey bilinen (her şeyden ayan olan) seni hakkıyla bilemedik’ der ve bu ifadesiyle marifetin zirvesine taht kurar.

İşte, hakkında bilemedik hükmünü vereceğimiz, ihatasızlık ve idraksızlığımızı ifade edeceğimiz tek varlık Allah’dır. Bunun dışında Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bildirdiği kadar ve bildirmek istediği şeyleri bilebiliriz. Buna insan da dahildir. Ama insanı bilmenin bir yolu vardır. O da insanı bütün yönleriyle ele almaktır. İnşaallah yakın bir istikbalde maarif yuvalarımız, meseleye bu türlü yaklaşan ilim adamlarıyla dolup taşacak, hadiseler ve bu arada insan yeni bir bakış tarzıyla tahlile tabi tutulacaktır. İşte o zamandır ki, tek gözle bakıldığında muzlim ve karanlık görülen her yer ve her yöre aydınlığa kavuşacak; ilim, fen ve teknik ile ilgili yeni buluş ve keşifler insanımızın hizmetine nurlu bir kadro tarafından takdim edilecektir.

Burada şu hususu da arzetmeden geçemeyeceğim: Her ilim dalının kendisine göre belli ölçü ve kıstasları vardır. Bunlar o sahaya ait hakikatı bulmada sabit hakikatlar olsa dahi, bir başka sahada geçersizdirler.

Mesela, matematiğin, fiziğin, kimyanın ve tıbbi ilimlerin sahaları ayrı ayrıdır. Siz, fiziğin kanunlarını tıbba veya tıbbın kanunlarını fiziğe tatbik ederseniz, işi karıştırırsınız. Birbirine çok yakın ilim dallarında dahi bu nüansa dikkat etmek bir zarurettir.

Bunlar gibi, maddeye ait, maddeyi ölçen ve tartan kıstaslarla, mânâya ait ve mânâyı ölçen ve tartan kıstaslar tamamen birbirinden farklıdır. Binaenaleyh, elinde sadece maddi kıstaslar bulunan, yani cesedin altında kalıp ezilmiş, midesine esir düşmüş, ten cenderesinden bir türlü kurtulamamış insanlar elbette ruha ait hakikatları müşahade altına alamayacaktır. Zira bu ayrı bir meleke ve ayrı bir mazhariyet gerektirmektedir. Ruhunu inkişaf ettirenlerdir ki, bu sahada söz sahibi onlardır. Zira manayı ölçecek tartı ancak onlarda vardır. Onlar, dedubleyi, perispriyi veya bizim dilimizdeki ifadesiyle, ‘Vücud-u mevhibe-i hakkani’ yi görmekte ve bize böyle bir varlıktan haber vermektedirler. Bu meselede kendi müşahade ufku, o seviyeye ulaşamayanlara düşen vazife ise, bu sahanın söz sahiplerine itimad edip teslim olmaktır. Aksi her davranış sadece bir inad ve yobazlık sayılır. Bu da ilimle, ilim adamlığı ile bağdaşmaz bir davranıştır.

Soralım böylelerine: Acaba rüyaları ne ile izah edecekler? Kabul gören dualar hakkında ne diyecekler? Altı ay kabirde yatan ve ölmeyen yoginin bu hareketine nasıl bir te’vil getirecekler? Rufai tarikatına mensub olanlarda görülen harikulade hadiseleri nasıl yorumlayacaklar? Ya mucizeleri? Mesih’in nefesiyle dirilenleri… Hz. Musa’nın (as) Asa’sını ve Yed-i Beyza harikasını… Hz. İbrahim’in (as) ateşte yanmayışını ve Hz. İsmail’i (as) kesmeyen bıçağını… Allah Rasûlü’nün işaretiyle iki parça olan ayı… Parmaklarından su akmasını… Dağların ağaçların ve hayvanların dile gelip O’na selam durmalarını…

Evet, daha binlerce mucizeyi nasıl izah edecek ve nasıl anlatacaklar? Akılları almayan her şeyi inkara mı kalkacaklar? Bu kaçış onlara ne fayda getirecek? Ve soralım onlara: İnkarları ne zamana kadar sürecek? Firavun’a fayda vermeyen iman mıdır yoksa onların da nasip payları? Ebu Cehil perdesine mi büründü yoksa akılları? Heyhat, can gırtlağa gelince hakikatı görecekler. Bizim bugün dediklerimizi onlar o zaman söyleyecekler.. söyleyecekler ve fakat fayda getirmeyen bir hasarete gömülecekler.

Dünden Bugüne Kirlian Fotoğrafçılığı 8 dk.

Kirlian fotoğrafları da madde ötesi varlıkların mevcudiyetine önemli bir delildir.

Kirlian Fotoğrafçılığı ismini, 1939’dan beri bu mevzularda araştırma yapan ve Sovyet olduğu söylenen bir karı-kocadan almıştır. Bir elektronik mühendisi olan Samyon Kirlian, insan eli, böcek veya bir bitki yaprağını, fotoğraf plağı üzerine koyup bunu da bir elektrodun üzerine yerleştirip, sırayla cismi, yüksek voltajlı elektrik akımına ve alçak amperli elektrik akımına maruz bıraktı. Neticede cismin ‘aura’ (Ruh gölgesi, enerji beden; bazı kimselerin gördüklerini ileri sürdükleri bir bedene sarınmış gibi görünen parlak bir gölge anlamlarına gelir. Burada biz bu kelimeyi ruhun dedublesi, kılıfı manasında kullanıyoruz.) ile çevrili olduğu görüldü. 

Kirlianların çalışması, daha önce bu mevzuda çalışan ve çoğunun ismi, ilim çevrelerinde ve umumi terimlerde geçen Avrupalı ilim adamlarının çalışmalarının izinden gider. Mesela, kas spazmlarının galvanik faaliyetini keşfeden Galvani, bir hayat gücünden bahsetmişti. Ona göre, bu hayat gücü bütün hayvanlarda devr-i daim eden manyetik elektriğin bir şekliydi. l9.asırda yüksek frekans bobininin kâşifi Nikola Tesla, fotoğrafik görüntüler meydana getirmek üzere frekansı yüksek voltajı kullanan ilk şahıstır. Onun çalışması X şuaı kaşifi Wilhelm Roentgen’e ve insanın aurasını (enerji bedeni) insanoğlunun görme sınırları çerçevesine renkli ‘kilner ekranları’ vasıtasıyla getirmeyi gaye edinmiş Walter J. Kilner gibi araştırmacılara önayak oldu. Bu renkli kilner ekranları, bir gözleyicinin normalden daha kısa dalga boylarını görebilmesine imkan verecek şekilde planlanmıştır. Zira Kilner, dışarıya yayılan enerjinin ultraviyole (morötesi) frekanslarından oluştuğuna inanmıştı. Bu teori daha sonraki araştırmalarla da desteklenmiştir. Aynı zamanda Kilner, auranın, cismin sağlıklı olup olmamasına göre renk ve boyut yönünden (bedenin) değişik göründüğüne dikkati çekti. 20. asrın araştırmacıları, insanlar tarafından dışarı çıkarılan kısa dalgalı radyasyonun, ruhi faaliyetleri değiştirilebileceğini ve aynı zamanda kafein ve tütün gibi uyarıcılar tarafından da tesir edilebileceğini buldular.

Biyologlar ve psikiyatristler, insanın manyetik sahaları ile sağlığının hissî ve fizikî durumları arasında bir alakanın olduğunu ortaya koydular. Dış çevredeki manyetik sahalara bağlı olarak da değişebilen ruhî faaliyet ve rahatsızlıklar ayrıca her ferdin kendine has aurasında da tesirini gösterir. Mesela, ayın dönüşündeki ve güneşin hareketindeki çeşitli safhalar insan davranışlarına tesir edebilmektedir. İnsan vücudunun elektromanyetik sahası, oksijen ve azot gibi havada mevcut mikroskobik gaz habbeciklerini, tutucu bir tuzak olarak iş görür. Derinin hemen üzerindeki hava yüksek bir enerji sahasıyla elektriklendirildiğinde, derhal kızarmaya ve ışık saçmaya başlar. Bu da Kirlian fotoğrafının tesbit ettiği enerji halesidir. Mühendisler de metalürijistler de buna çok benzer bir metod olan ‘korona boşalması fotoğrafçılığı’nı, metallerdeki yarık ve çatlakları keşfetmek için kullanırlar. Metaldeki yarık ve çatlaklar, metalin korona kalıbında düzensizlikler şeklinde görülür.

Samyon Kirlian ve karısı tarafından yürütülen ilk çalışmalardan biri de, bitkilerin fotoğrafını çekmektir. Onlar, kullandıkları tekniğin basit bir yapraktaki akılları hayrette bırakıcı kompleks reaksiyonları gösterebildiğini keşfettiler. Dıştan bakıldığında her yönüyle aynı görülen iki yaprakta, şayet birinde hastalık varsa, değişik fotoğrafik görüntüler elde ediliyordu. Hastalıklı yaprağın enerji kalıbında hastalığın meydana geldiği kısımlarda bazı pürüzlü boşluklar görülürken, sağlıklı yaprakta koyu ve kompleks bir enerji kalıbı görünüyordu. Bu yolla kazanılan bilgileri kullanarak, kirlian fotoğrafçılığını bahçecilikte, gözle görülebilen hastalık alametleri çıkmazdan evvel bitki hastalıklarını teşhis etmede kullanabilmek mümkün olacaktır. ABD’de yürütülen daha teferruatlı çalışmalar, bitkilerdeki ani değişikliklerin de kaydedilebileceğini gösterdi. Mesela, bir yaprağın dış yüzünü bir iğne ile çizdiğinizde, bu çizik kirlian fotoğrafında kırmızı bir leke olarak görülecektir.

Nöro-psikiyatri Enstitüsünde vazifeli Dr.Thelma Moss, Kirlianlar tarafından yürütülen çalışmaları araştırmak üzere Sovyet Rusya’ya giden ilk batılı ilim adamlarından biridir. O, insan elektromanyetizmasının bitkiler üzerinde sahip olduğu tesirleri kaydetti. Bazı insanların ellerini, zarar görmüş yaprakların üzerinden geçirerek tedavi ettiklerini müşahade etti. Bu şöyle oluyordu: Kirlian fotoğrafında zararı gösteren leke, daha sonraki görüntülerde göze çarpmıyordu. Bazı insanlar ise bunun tam aksi bir tesire sahipti; bunlar ellerini yapraklar üzerinden geçirdiklerinde onların ölümüne sebep oluyorlardı. Birbirine zıt bu iki hadise sırasıyla ‘Green Thumb (Yeşertici Temas)’ ve ‘Brown Tuhmb (Soldurucu Temas)’ tesiri olarak bilinmektedir. Hayali (fantom) yaprak ise, kirlian tekniklerinin tesbit ettiği başka bir garip tesirdi. Tecrübeyi yürüten şahıs, yaprağın bir kısmını kesip uzaklaştırdıktan hemen sonra, geri kalan kısmın fotoğrafını çekiyor. Takriben 200-300 tecrübeden sonra yaprak, kesilmeden önceki haliyle Kirlian fotoğrafında görülüyordu.

Kirlian fotoğrafçılığı, vücudun dış yüzündeki ve daha sonraları keşfedilen vücud içindeki elektrikî alanları ve akımları kaydetmek için bir vasıtadır. Romen bir doktor olan İon Dumitrecsu, Kirlian tekniğini; vücut içindeki elektromanyetik sahalarda meydana gelen değişmeleri ektroğrafik olarak kayıt edebilen ve ektronoğrafi olarak bilinen bir şekle dönüştürdü.

Thelma Moss’un tecrübeleri Kirlian ile tesbit edilen rahatsızlık sebeplerinin ruhi ve fertler arasındaki alâkalara dayandığını gösterir. Mesela, insanın derin ruhi rahatsızlıktan kurtulup sükûnete doğru ilerlemesi esnasında hasıl olan değişiklikler başarılı bir şekilde çekilmiş Kirlian fotoğraflarında açık bir şekilde görülebilir. Beraber fotoğrafları çekilmiş iki ferdin his ve tavırlarını gösteren auraları birbirine kıyas edilerek onların karakter ve his haritaları çizilebilir.

İnsanların psikolojik durumları ve diğer insanlarla olan münasebetleri Kirlian fotoğraflarına aynen akseder. Mesela, iki kişi birbirlerine karşı sıcak, samimi hisler duyduklarında neşrettikleri dalgalar birbirine doğru uzanır ve bazen tek bir desen halinde iç içe geçer. Tersine, iki kişi birbirlerine karşı düşmanca duygular içinde olduklarında alevler aniden kesilerek parmakları arasında bir boşluk hasıl olur. Bu boşluk umumiyetle öylesine keskin ve net bir halde müşahede edilir ki ‘saç traşı etkisi’ (haircut effect) adıyla tanınmıştır. Aşırı öfkelenmelerde mavi-beyaz koronanın içinde kırmızı bir leke meydana geldiği keşfedilmiştir. Ölüm halindeki sujelerde, dışa kıvılcımlar ve alevler fırlatıldığı; tam ölüm anında ise bunların tükenerek dindiği ve belli bir müddet sonra da kaybolduğu Kirlian fotoğraflarıyla tesbit edilmiştir. Ayrıca güsul icab ettiği durumlarda koronanın sertleşip garip renk değişiklikleri gösterdiği müşahede edildi. İslam’daki, güsul gibi bütün bedene su değdikten sonra Kirlian fotoğrafı çekildiğinde ise bu garip değişikliklerin kaybolup koronanın normal hale döndüğü tesbit edilmiştir.

Ruh Fotoğrafçılığı 6 dk.

Madde ötesi varlıkların, varlık delillerinden bir diğeri de ‘Ruh Fotoğrafçılığı’dır. Günümüzde ruh fotoğrafçılığı en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Öyle ki, ruh artık aynen maddî cesed gibi görüntülenmekte ve böylece madde ötesi varlıkları inkar edenlerin ne derece büyük yanılgı içinde oldukları gözler önüne serilmektedir. Biz bu meseleye de yine üzerinde durduğumuz mevzua delil olması bakımından temas edecek ve bu sahada söz sahibi Tom Patterson’dan bazı nakiller yapacağız. Ancak, asıl gayemiz, ruh fotoğrafçılığının tahlili olmadığı için, bir-iki misalle yetineceğiz.

Tom Patterson, ‘Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı” adlı eserinde diyor ki:

‘Psişik ilim, ruhî olayların bir neticesidir ve umumi nizama aykırı değildir. Yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü, Astronomi ilmini gerektirmiş ve onu bugünkü seviyesine yükseltmiştir. İnsandaki zihnî ve bedenî arızalar tıbbın pek çok branşlarının doğmasına vesile olduğu gibi, ruhî olayların farkedilmesi de insanı bu yönde bir araştırmaya sevk etmiş ve onların anlaşılır olmalarına yol açmıştır.

Ruh fotoğrafçılığı olarak bilinen konu bir medyumluk çeşididir, fotoğrafı çekende de, çektirende de bu medyumluk melekesi geliştirilebilir. 1862’de, Amerika’da, Boston’lu bir hakkak olan Mr. Mumler arkadaşlarının fotoğraflarını çekmişti; negatiflerinde, arkadaşlarının yanısıra başka kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı bu tipteki olaylara ‘Ruhî Fotoğrafçılık’ ismi verildi. Mumler bu fotoğrafçılardan ilki olarak tanınır. O zamandan bu yana, buna benzer pek çok ruhî fotoğraf elde edilmiştir.

Bizlerin, spiritüalistler olarak (Ruhbilim felsefesi ile uğraşanlar), ruhun varlığına sarsılmaz bir inancımız var. Biz, ruhun, tıpça ölüm diye bilinen şartın ötesinde yaşamağa devam ettiğine de inanıyoruz.

Uzun araştırmalarım neticesinde şu sonuca vardım: Bedensiz ruhlardan çıkan ışık radyasyonları, fotoğraf filmi yüzeyine birtakım izler kaydedebiliyorlar. Tıpkı gün ışığı ve diğer ışınların film üzerinde husule getirdikleri şekiller gibi… Burada, takdim edeceğim deliller, bu ön kabulü fazlasıyla destekleyecek ve inkarcıların inançsızlığını dahi giderecek niteliktedir.

Fotoğrafçılığın 1839’da keşfolunmasından 23 sene sonra, ruhların bu metoddan faydalanmaları çok düşündürücü. O zamandan bu yana binlerce ruh fotoğrafı, tanınmış veya tanınmamış medyumlar aracılığı ile çekilmiştir. Yalnız benim elimde binden fazla belge mevcuttur ve her birinin de ayrı bir hikayesi vardır. Faaliyette olan bu kudreti, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğu inancı dışında başka bir şeyle izah etmeye imkan yoktur.’

Tom Patterson, elindeki ruhî fotoğraflarla ilgili olarak şöyle devam ediyor:

‘İngiltere’de, Sheffield’den Mr. E…, 5 Haziran 1961’de bana bir fotoğraf gönderdi. Zarfın içinden bir de şu mektup çıktı:

‘Bu fotoğrafı çektiğim zaman film rulosundaki rakam 8’i gösteriyordu niyetim, yeni dekore ettiğim mutfağımın resmini çekmekti. Akşam kameramı mutfağa, uygun bir yere yerleştirmiş ve objektifi bir müddet açık bırakmıştım; önünden geçmemeye özellikle dikkat ettim. Daha sonra, filmi, banyosu ve baskısı için fotoğrafçıya gönderdim. Netice bu fotoğraf oldu. Fotoğrafın karıma ait olduğuna eminim. Onun, ölümünden beri yine burada bizimle beraber olduğuna dair daimi bir his içindeydim. Fotoğrafta karım, eskiden yaptığı gibi masaya eğilmiş, oğlumuz David’in dört yaşında iken çekilmiş bir fotoğrafına bakarken görülüyor.

Ruhî konular üzerinde şimdiye kadar hiç uğraşmamış ve duyduğum bazı şeyler üzerinde de hiç durmamıştım.’

Bay E…. emekli bir polis memuru olup halen sorumlu bir görevde bulunmaktadır. Gönderdiği, ruh ilmini ilgilendiren bir fotoğraftı. Mr. Mumler de, kendisinden sonra ün yapmış diğer ruhî fotoğraf medyumları gibi her kademeden mütehassıslar tarafından amansız bir şekilde tetkik ve kontrole tabil tutulmuştur. Bu sıkı kontroller sonunda kamera medyumluğunun bir gerçek olduğu ortaya konmuştur. Ve yine bu kanalla bugün Washington’da ‘Aquarian Foundation of Seattle’in televizyon programlarını takip eden milyonlarca seyirci, ölümden sonra hayatın devam etmekte olduğunu bizzat görebilmektedirler. Ruhî fotoğrafların elde edilmesinde, insan müdahalesi sözkonusu değildir. Bize ruhanî şahsiyetin delillerini verenler, insana benzer tabiatta olağanüstü nitelikte olan bir başka girişimin olduğunu mantıken de kabule zorlamaktadırlar.

Ruhî fotoğrafçılık hakkında edindiğim tecrübelere göre, bir fotoğraf elde etmek için yüz sene evvel, nasıl bir seans odasına lüzum olmuşsa, bugün de aynı metodun geçerli olduğuna inanıyorum. Modern fotoğrafçılık, ruhların bu tür tezahürlerine daha da kıymet kazandırmıştır.’ [1]

 

[1] Yüzyıl Boyunca Ruh Fotoğrafçılığı, Tom Petterson, 7-19

Duyu Organları Olmadan Gören, İşiten ve Koku Alanlar 6 dk.

Duyu organlarının aracılığı olmadan görme, işitme, koku alma gibi hadiseler de yine madde ve fizik ötesi varlıkların ve bilhassa ruhun mevcudiyetine bir delildir.

Mevlana bir beytinde şöyle der:

‘Zerreha didem dehenşan cümle baz,Gerbu guyam hordeşan gerged duraz.’

Mevlâna 7 asır önce yaşamış bir İslâm mutasavvıfıdır. Onun devrinde kimsenin ne mikroptan ne de mikroskoptan haberi vardı. Fakat Mevlâna, mikropları ve onların neler yediklerini, nasıl beslendiklerini gördüğünü söylüyordu. Mevlâna bütün bunları nasıl görmüştü? Bu görmeyi maddi gözle izah mümkün müdür? Elbette Mevlâna, gördüklerini, maddenin ötesinde bir ruhî gözle görüyor ve müşahede ediyordu. Meseleyi başka türlü izah etmek de imkânsızdır.

Ancak bu çeşit müşahedeler elbette herkese mahsus değildir. Bunun için insanın ruhen duruluğa ermesi ve o işe hazır hale gelmesi gerekir. Ayrıca müşahede de şahsın, o anda elde ettiği durum ve kazandığı pozisyon da çok mühimdir. Onun içindir ki, aynı mecliste birinin gördüğünü diğerleri göremeyebilir. Çünki göremeyenler o anda görme pozisyonuna girememişlerdir.

Ahmed b. Hanbel ve Taberani’nin ortaklaşa anlattıkları bir vak’a, dediğimiz hususu daha da net ispat eder mahiyettedir. Vak’a şudur:

Hz. Abbas yanına oğlu Abdullah’ı da alır ve beraberce Allah Rasûlü’nü ziyaret maksadıyla mescide gelirler. O esnada Allah Rasûlü, yanında oturan bir başka kişiyle ciddi bir meseleyi müzakere etmektedir. Onun için de Hz. Abbas ve oğluyla ilgilenemez. Bunun üzerine Hz. Abbas belki de biraz buruk olarak oğluyla dışarıya çıkar. İbn-i Abbas (ra), babasına: ‘Baba! Allah Rasulü’nün yanında bulunan adamı görmedin mi? Şimdiye kadar o kadar güzel yüzlü birini görmedim.’ der. Hz. Abbas: ‘O mu, Allah Rasulü mü güzel?’ der. İbn-i Abbas: ‘O’ deyince, ‘Hadi gidelim, soralım’ derler ve beraberce geriye döner, mescide girerler. Olan hadiseyi aynen Efendimize naklederler. Allah Rasûlü, İbn-i Abbas’a sorar: ‘Sen benim yanımdaki şahsı gördün mü?’

O, ‘Evet ya Rasulallah, gördüm’ der. Ve Allah Rasûlü biraz evvel yanında bulunan şahsın Cibril olduğunu ve kendisi hakkında söylediği müsbet şeylerden bahseder. (1)

Hz. Abbas o esnada görme pozisyonunda, kuşağında olmadığı için Cibril’i (as) görmemiştir. Halbuki yanında bulunan oğlu Abdullah b. Abbas (ra) onu müşahede etmiştir. Demek ki, görmek için, görme durumunu kazanmak şarttır. Sözün burasında, hemen şu noktaya intikal edelim: İnsan Allah’ı görme durumuna ulaştığı zaman O’nu da görecektir. Bu da insanın Rahmet ve Uluhiyet alemiyle rezonans olmasıyla alakalıdır. Dünyada iken hiç kimse Allah’ı göremez. Görenler hayal görmüşlerdir. Gördüm diyenler hata içindedirler, Nâmütenahi (sonsuz) olan, sınır tanımaz ki, mütenahi (sonlu) olanlar tarafından görülsün.

Ama mesele bir hüviyet kazanma ve varlığımızla orada zuhur etme meselesidir. Muhbir-i sadıkın ifadesiyle: ‘Biz Cennette Allah’ı görecek ve her görüşle değişeceğiz. Cenab-ı Hakk’ı müşahede ederken apayrı alemlere gireceğiz. O’nu Cennetten göreceğiz; ama ne Allah Cennet içinde muhat ne de O’nun tecellisi sadece Cennet’e münhasırdır. Biz Cennete girdiğimiz zaman -inşaallah- bu âlemin buudlarından çıkmış olacağız. Ne üç buudlu mekan ne de tek buudlu zaman artık bizi hapsedemeyecektir. Yukarılarda uçuyor gibi bir atmosfere girecek ve işte o zaman Cenab-ı Hakk’ı müşahede edeceğiz.

Mü’min olarak bizler, en az fiziğe inandığımız kadar, fizik ötesine de inanırız. Katiyyen biliriz ki, eşyada hakikat adına seyrettiğimiz şeyler, esasen onların arkalarındaki gölgelerinden ibarettir. Ne var ki, nazarı sathî, kalbi kapalı ve duyguları körelmiş kimseler, daha çok bu gölgeler üzerine konar kalkarlar.

Vicdan, eşyanın özüne uyandığı, onun dış yüzüne bağlı kalmayıp perde arkasına nüfuz ettiği nispette, insanın kalbi, ruhu, beyni, hisleri ve bütün melekeleri daha bir derinliğe ulaşırlar. Bu durumu kazanan bir insan ise artık gözünü kullanmadan da görebilir, kulağını kullanmadan da işitebilir ve burnunu kullanmadan da koku alabilir. Peygamber Efendimiz (sav) ‘Saflarınızı düzgün tutunuz. Şeytanın aranızda gezdiğini görüyorum. Ben önümü gördüğüm gibi arkamı da görürüm’ (2) buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu meyanda, Hz. Yakub (as), Hz. Yusuf’un (as) kokusunu çok uzak mesafeden hissetmiştir. (Yusuf, 12/94) Hz.Ömer, on günlük mesafedeki ordularının baş komutanına, savaş esnasında taktik vererek ‘Ey Sâriye! Dağ tarafına, dağ tarafına’ (3) demiştir. Ve sesini bu uzun mesafeden Hz. Sâriye’ye duyurmuştur. Bu mevzuda günümüzden de yüzlerce misal getirmek mümkündür. Burnu ile duyup, topuğu ile koku alanlar, parmak uçlarıyla veya ayaklarıyla görenler çoktur. Bu v.b… tecrübeler göstermiştir ki insan, belli bir ruh haletini kesbedince, fiziki bedene ait fonksiyonların hepsini, fiziki uzuvlara ihtiyaç duymadan da eda edebilecektir.

Nedir bütün bunlar? Neyi ispat etmektedir? Allah, görmek için gözü, konuşmak için ağzı, koklamak için burnu, duymak için de kulağı yaratmıştır. Ama bunların hiçbiri, ruhu bağlamamaktadır. Gerektiğinde ruh, rüyalarda olduğu gibi kendi dilini ve kendi alfabesini kullanır. Bunlarla duyup, bunlarla görür ve konuşur. Günümüzde ‘telestezi’ başlıbaşına bir araştırma sahasıdır. Ve bu sahada elde edilen tecrübeler, her kuvveti maddeye bağlı ve maddeden doğmuş, maddenin bir buudu kabul eden maddeci zihniyeti biraz daha çıkmaza sokmaktadır. Zira bu vaka’ların hiçbirini madde ile izah etmek mümkün değildir. 

 

[1] Ali el-Müttaki, Kenz, 13/458
[2] Ebu Davud, Salat 93, 98; Nesei, İmame 28
[3] Keşfü’l-Hafa, 2/380

Radyastezi 6 dk.

Günümüzde, fizik ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine delil olan ‘Radyastezi’ ilmi de telestezi’nin bir buudunu teşkil etmektedir. ‘Radyastezi’ isminden de anlaşıldığı gibi radyasyon ilmi, radyasyonlarla ilgili anlamlarına gelmektedir. Dünyada ve hatta kâinatta mevcud olan her cisim (canlı veya cansız) etrafına bir takım radyasyonlar, yani göze görünmeyen tesirler yayarlar. Bunlar, fizik aletleri ile tesbit edebildiğimiz vibrasyonlardan (titreşim) farklıdır. Bilinen en ince vibrasyonlar, kozmik şualardır. Bunların dalga boyları o kadar küçüktür ki, kalın kurşun levhalardan bile rahatlıkla geçebilmektedirler.

Asrımızda her cisim ve her canlıdan, kendi hususiyetlerini ve o andaki hallerini belirten, çeşit çeşit radyasyonların intişar ettiği bilim adamlarınca ispat edilmiştir. ‘Radyastezist’ olan bazı kimseler, yer altındaki bir suyun veya bir madenin neşrettiği tesirleri, herhangi bir emare ve işaret olmadan, tam ve doğru olarak alabilmektedirler. Bunlar, ellerinde bir çubuk tutmak suretiyle arazi üzerinde gezmekte ve su bulunan yere geldiklerinde, bu çubuklar kendiliğinden istikamet değiştirerek, suyun bulunduğu tarafa eğilmektedirler.

Radyastezi’nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih öncesi zamanlardan bu yana, bu tür kabiliyetler kullanılmış, ancak belki de bu faaliyetlere, ilmî bir isim verilememişti. Şu vak’a, tarihi bir vak’a olarak bu mevzuda oldukça ilgi çekicidir:

‘Birinci dünya savaşı sırasında Gelibolu yarımadasına çıkartma yapmış olan İngiliz Kuvvetleri, adaya ayak bastıkları günden itibaren, etrafta içecek su olmadığından, şiddetli susuzluk çekiyorlardı. Su ikmali ancak Malta’dan gemilerle yapılıyordu. Bu da hem çok zaman alıyor, hem de külfetli idi. Ayrıca bu taşıma su, oradaki değirmeni döndüremiyor ve oradakilere kifayet etmiyordu. Bu esnada General’e, orduda Saffer Kelly isminde radyastezi kabiliyeti olan birinin var olduğu haberi geldi. General derhal Kelly’nin çağrılmasını emretti. Kelly gelip, ertesi sabah tetkikata başlayacağını söyledi. Radyastezist Kelly ertesi sabah işe koyuldu. Elinde sadece basit bir bakır çubuk bulunduruyordu. Kelly bu bakır çubuk sayesinde otuzdan fazla yeraltı su kaynağını tesbit edebildi. Hatta bu çubuğa bakarak, suyun ne kadar derinde ve ne miktarda olduğunu da haber veriyordu. Halbuki aynı bölgede daha önce bir çok mühendis tarama yapmış, ancak muvaffak olamamışlardı.’

Radyastezi üzerine en ciddî ilmî çalışmalar Rusya’da yapılmıştır. Üstelik bu çalışmalar, madde ötesi varlıkların toptan inkara uğradığı bir döneme rastlamaktadır. Mesele bu yönüyle de ilgi çekicidir. Bir yandan bu nevi araştırmalar inkar edilirken, diğer taraftan da kullanma mecburiyeti hasıl oluyordu. Dolayısıyla Rus ateist bilim adamları, mistik sihir olarak nitelenen bu nevi ilmî araştırmalara bir isim bulmada zorluk çekiyorlardı.

Bu inkarcı yaklaşıma rağmen Rus jeologları, cesaretle meselenin üzerine eğildiler. Nihayet Dr. Bodomolow isminde bir su jeoloğunun eline aldığı bakır çubuklar, aniden titreşim yaparak, bulunduğu yerde büyük bir yeraltı su deposu olduğunu gösterince herkes dehşete düşüverdi. Zira artık elindeki çubuk ve bedenindeki radyastezi şuaları ile yer altındaki derelerin derinliğini ve su damarlarının çapını bile anlayabiliyordu. Dr. Bodomolow, nihayet radyastezi çubuklarının maharetini kabul etmiş ve bu mistik hadiseye inanmayı kendine telkin etmeye başlamıştı.

Böylece Rusya’da arka arkaya yapılan testler, insanın, toprağın derinliklerindeki maddelere karşı, tuhaf bir duyarlık istidadının olduğunu göstermiştir. Bu duyarlık bilim için oldukça hayatîdir. İlim adamları bunun da mutlaka kullanılıp geliştirilmesi gerektiğine inandılar. O kadar ki, aynı akademiye mensub birkaç bilim adamı, bizzat Stalin’in şahsi arazisi üzerinde araştırma yaparak, buldukları neticeyi bilimsel bir dergi olan ‘The Journal of Electricitiy’ (Ocak 1944) de yayınlamak cesaretini de göstermişlerdir. Bu hadise o gün Rus bilim adamları arasında bir hayli yaygınlaşmıştı. Bunun üzerine 100’den fazla bilim adamı (bir kısmı kızıl ordudan) geniş çapta bir radyastezi araştırma yapmaları için görevlendirildi. Belli bir arazi tayin edildi. her birinin elinde normal yaş ağaçtan (Y) şeklinde kesilmiş çubuklar bulunuyordu. Bu çubuklar su olan bölgeye gelindiğinde esrarengiz bir şekilde duyarlık gösteriyorlardı. Sonunda ‘Bilimsel Komisyon’ radyastezi çalışmalarına ‘evet’ diyerek, çubuklara da ‘Büyücü değneği’ ismini verdiler. İşin ilgi çekici bir yanı da bu radyastezi çubuklarının duyarlılığına hiçbir maddi kuvvet mani olamıyordu. Kauçuk eldiven takıyorlar, değişik maddelerden mamul zırh giyiyorlar yine de bu çubuklar harıl harıl çalışıyor ve insandaki esrarengiz istidatlarla alakaya devam ediyorlardı…

Bugün artık Sovyet bilimine radyastezi iyice yerleşmiş ve geliştirilerek bilimsel olarak da ‘The Biophysical Effects Method’ kısaca ‘BPE’ olarak adlandırılmıştır. Fakat aynı zamanda ‘niçin ve nasıl?’ sorularını da beraberinde getirmiştir. Su, insan ve basit bir çubuk arasında nasıl bir ilişki söz konusu idi? elektromağnetizm gibi bilmediğimiz bir enerji ya da insanın henüz keşfedilmemiş bir duyum organı mıydı? Hep beraber göreceğiz…

Önsezi (Hiss-i Kable'l-Vukû) 7 dk.

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar.. hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable’l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü’nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü’nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme’den dinleyelim:

‘Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara ‘Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın’ dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile ‘Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın’ dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti.’ (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü’l-Mevlevi anlatıyor: ‘İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: ‘Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?’ dedi. Ben de: ‘İstiyorum Ya Rasulallah!’ karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım’ dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi.’

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri’nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin’e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, ‘Evet buradayım’ der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri’nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak’a ve birer realitedir.

Gaybı Bilmenin Mânâsı 11 dk.

Allah’ın bildirmesi ile insanlar, ‘gayb’ dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ”gayb’ kabul edilmektedir. Gaybı da Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. ‘Gaybı sadece Allah bilir’ demek Cenab-ı Hakk, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır. ‘Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.’ (Cin, 72/25-26) denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu’cize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hakk bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk’ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah’a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü’l-Guyûb’un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

Kur’ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû’ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur’ân’la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur’ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk’ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O’nun nübüvvetinin birer mu’cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu’cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

Peygamberimizin Gaybı Bilmesi

Kur’ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu’cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur’ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O’nun peygamberliğini de te’yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak’alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu’cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O’nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan 14 asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü’nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.

1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Senin Baban Hüzafe’dir

Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara ‘Bugün bana istediğinizi sorun’ buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, ‘Benim babam kim ya Rasulallah!’ diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: ‘Senin baban Hüzafe’dir.’ Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. ‘Abdullah b. Hüzafet’üs-Sehmi (ra)’ şanlı ve samimi bir sahabi…

Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah’ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü’ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O’na inandıklarını dile getirir bir eda ile: ‘Biz rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed’den (sav) razıyız’ (1) dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.

Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü’nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da ‘sadakte’ (el-Hak, doğru söyledin ey Allah’ın Rasûlü) diyorlardı.

b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir’de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl’in öldürüleceği yer, şurası Utbe’nin, şurası Şeybe’nin ve şurası da Velid’in sırtının yere geleceği yer… Ve daha birçok isim… Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor: ‘Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk.’ (2)

Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve 14 asır sonraki nesillere ‘Sadakte ve bil hakki natakte ; doğru söyledin. Ve Hakk’tan başka da konuşmadın’ dedirtmektedir.

c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: ‘Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen’in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır.’ Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü’nün (sav) haber verdiği tipte bir insan gelip O’nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî’den başkası değildir. (3)

2) Efendimizin Yakın Ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi

Yine birgün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma’yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü’ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü’nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi: ‘Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O’nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O’na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim’ (4) demiştir.

Evet, Hz. Fatıma anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

b) Hz. Hasan’ın Feragatı

Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan’a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı: ‘Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir.’ (5) Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü’nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü’nü doğrulamıştı.

Hz. Ali’den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan’ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan’a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü’nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah’ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti… 

 

[1] Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ’tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138
[2] Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117
[3] Müsned, 4/359,363
[4] Müslim, Fezailü’s-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi’n-Nebi 12; İzti’zan 43
[5] Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25

Psikokinezi 25 dk.

Ruhun varlık delilleri arasında psikokineziyi de sayabiliriz. Psikokinezi (Psychokinesis) çok geniş bir konudur. Kısaca, zihnin doğrudan doğruya maddeyi etkileme gücü demektir. İnsan vücudundan çıkan ve insan, hayvan, bitki ve eşyaya tesir eden güç (Biyoplazmik Enerji) maddeler üzerindeki vibrasyonlara tesir eden güç (psikometri), manyetizma, hipnotizma ve bu usullerle yapılan tedaviler, nazar, sihir ve büyü gibi vak’alar, yogizm, fakirizm gibi kavramlar hep psikokineziye dahildir. Ayrıca ruh, cin veya şeytanların yaptıkları veya yaptırdıkları fiziki hareketleri de aynı konu içinde incelemek mümkündür.

Elbet biz burada psikokineziyi bütün teferruatıyla inceleyecek değiliz. Bu yüzden bütün bölümleri ana hatlarıyla ve bir tasnife tabi tutmadan, bazı misaller vererek konuyu takdime gayret edeceğiz. Ve neticede göreceğiz ki, psikokinezi de bütün dallarıyla madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetinden haber vermekte ve ısrarla iddia ettiğimiz düşünceye kuvvetli bir delil olmaktadır.

1) Bükülen Çatal Bıçaklar

Konuyla alakalı şu vaka çok manidardır: ‘Bir pazar günü saat 13’te binlerce Danimarkalı evlerinde masa başına oturmuşlar, önlerine ‘Billet Bladet’ adlı haftalık dergiyi açmışlar ve yanına bulabildikleri çatal, bıçak gibi madeni eşyaları koymuşlardı. Hepsi de derginin yapmayı teklif ettiği bir denemeye katılmayı arzuluyor ve o anda Londra’da bulunan 28 yaşındaki İsrail’li Uri Galler’in düşünce ve irade kuvveti ile önlerine koydukları çatal ve bıçakları bükmesini veya kırmasını bekliyorlardı.

Az bir zaman sonra ‘Billed Bladet’ gazetesinin telefonları bloke olmuş, binlerce okuyucu 13’te Uri Galler’i düşündükleri sırada çatal ve bıçakların bükülmeğe başladığını söylemek için kuyruğa girmişlerdi. Bu Danimarka’da ilk defa olagelen bir olay değildi. Bundan bir hafta önce Uri Galler, Danimarka televizyonunda gözüktüğü zaman yine aynı olaylar cereyan etmiş; üstelik Galler, milyonlarca televizyon seyircisinin gözü önünde, bir bıçak kırmış ve bir de anahtarı bükmüştü. Onu, ilmî gözlem altında tutan ve kendisi ile deneyler yapan Amerika’daki Stanford Research İnstitute’a mensup bilginler, söylenenleri doğruluyor ve hatta onunla birlikte yaptıkları bir seansta Galler’in irade kudreti ile Brezilya’da bir şehirde gezindiğini ve uyandığında avucunun içinde bir Brezilya parasının bulunduğunu söylüyorlardı.’

2) Hareket Eden Masa

‘Rusya’da biyolog E.Naumov’un huzurunda, medyum Nelya Mihailova tarafından gerçekleştirilen bu neviden bir tecrübe filme alınmış bulunmaktadır.

Bu deneyde, N.Mihailova parmaklarını pusulanın 15 santim kadar önüne yatay olarak, uzatmış ve elini pusulanın üzerinde dairesel şekilde hareket ettirirken bir taraftan da gözlerini, pusulanın ibresi üzerine dikmiştir. Bu sırada nabzı 250’ye yükselmiştir. Pusulanın ibresi bir müddet sonra titremeğe başlamış, saat yönünün tersine doğru hareket etmiş, daha sonra da plastik kutudaki bakır kaidesi dönmeğe başlamıştır.

Nelya Mihailova’nın yaptığı diğer bir tecrübede ise, biyolog E.Naumov’un kutusundan çıkararak 30 santim uzaklığa serpiştirdiği kibrit çöpleri, sabit bir şekilde üzerlerine diktiği gözleri ve uzattığı eli altında kaynaşmağa ve masa üzerinde hareket ederek birer birer masanın kenarından yere düşmeğe başlamışlardır.

Nelya Mihailova, kendisinin anlattığına göre, gençliğinde öfkeli olduğu bir zaman bu kudretinin farkına varmış ve bundan sonra istediği eşyayı, gitmeden kendi yanına getirmek tecrübelerine başlamıştır.

1904’de Binbaşı A.H.Davis, medyum Eusapia Palladino’yı Napoli’deki villasına davet etmişti. Aydınlıkta ve 6 kişinin önünde yapılan seansta binbaşı arkasını, bir meşe dolaba vererek oturmuştu. Odanın orta yerinde üstü mermer bir masaya, Eusapia ellerini uzatınca masa, büyük ve ağır olmasına rağmen, herkesin gözü önünde kımıldanmaya başladı ve yavaş yavaş hareket ederek binbaşının yanına kadar gitti. Bu esnada Eusapia, bir heykel gibi, elleri masa istikametinde uzanmış, gözleri sabit ve boş bir halde hareketsiz ve kaskatı duruyordu.

Böyle şeylere pek inanmayan binbaşı, bu sırada bir sigara yaktı, fakat derhal mobilyaların hücumuna uğrayarak, kendi kendine hareket eden masa ile arkasındaki dolap arasında sıkıştı kaldı. Kurtarmak için dört hizmetçinin yardımı ile yapılan bütün gayretler, hiçbir netice vermedi. Ancak medyum masayı aksi istikamette hareket edecek duruma getirmek suretiyle binbaşıyı bu zor durumdan kurtarabildi.’

3) Ellerdeki Esrar

‘Amerika’lı Jeoloji profesörü Danton, ‘Eşyanın ruhu’ adlı kitabında kendi yaptığı psikometri tecrübelerini anlatmaktadır. Danton’a göre, kız kardeşi Anna Danton Cridge, elinde tuttuğu mektubun sahibinin içinde bulunduğu durumu, şeklini, gözlerinin rengini, karakterini bildirdiği gibi kendisinin eline verilen bir maden veya taşın devrini, o devirde yaşayan hayvan türlerini, panoramik bilgiler halinde verebilmiştir.’ Psişik melekelerden biri olan psikometri deneyleri, eşya üzerindeki hiçbir hatıra ve intibaın kaybolmadığını ve bütün olayların tarih sırasıyla tabiatta bir fotoğraf gibi kayıt ve tesbit edilmiş bulunduğunu bize göstermektedir.

4) Ölmüş Annenin Sesi

‘İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.

Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. ‘Ama burası Amerika, Almanya değil’ diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, ‘şimdi üstüme saldıracak’ diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, ‘Siz Allah’ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız’ dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp’a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi.’

5) Yüce ve Süflî Ruhlar

Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.

Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: ‘Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar.’

Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.

Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; ‘paranoyak’, ‘şizofreni’ der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak’asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar. Bu münasebetle birini dinlediğim, diğerini bizzat müşahade ettiğim iki vak’a arzetmek istiyorum.

Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı’na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin ‘Mekandan uzaklaşma’ dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor… Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:

‘Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle: ‘Dadaş beni niye bağladınız ki?’ dedi… Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..

İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı’nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: ‘Benim efendime ha?’ dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum’dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve gayet sakin olarak eve döndü.

6) Batı İnsanının Bunalımının Sebebi

Evet, ervah-ı habise daima pusudadır. İnsanın açığını bulduğu an saldırır. Gücü yettiğince zarar vermek ister. Böyle habis ruh ve şerir cinlerin saldırısından korunmak için Cenab-ı Hakk’a sığınmak gerekir. O’na iltica edene hiçbir habis ruh veya cin zarar veremez. Günümüzde Batı insanının -hiç mübalağa etmeden söylüyorum- yüzde kırkı ruhi bakımdan dengesizdir. Siz isterseniz bu dengesizliğe ‘delilik’ deyin isterseniz daha ılımlı başka isimler verin ama, netice değişmeyecektir. Batı insanının azımsanmayacak kadar ve büyük bir kısmı ruhî tedavi görmektedir. Almanya’da bu iş için devlet bütçesinden ayrılan miktar akıl alacak gibi değildir. Ama yine de meseleye çare bulunabilmiş değildir. İskandinav ülkelerinde kırk yaşını geçen insanların yüzde onu intihar etmektedir. İntihar geçici bir cinnetle olur. İntihar eden insanları beş-on dakika önce psikiyatriye kaldırmak mümkün olsa, onların muvakkat bir delilik içinde oldukları gayet rahatlıkla tesbit edilebilir. Cinler veya habis ruhlardır ki, bünye içinden kendilerine gelen küçük davetiyeye icabet etmekte ve irade bakımından iyice zayıf düşmüş insanların ruhlarını kapkaranlık hale getirmektedirler. Hiç olmazsa, ilim mahfillerimiz meselenin bu yönünü ‘ihtimal’ deyip kabul etselerdi, bugünkü bakış açıları çok değişecek ve içinde bulundukları madde saplantısından belki o zaman kurtulmaları mümkün olacaktı. Ama bu yapılamadı. İlim adamlarımız, deve kuşu gibi başlarını kuma soktu. Etraflarındaki hakikatlara göz kapadı. Neticede ruhlarda bir ‘habâset’ meydana geldi. ‘Habisler habisleredir’ (Nur/26) ayetinin ifade ettiği manaya uygun olarak da habisleşen ruhlara, habis ruhlar musallat oldular. Batı dünyasının paranoyak bir kitle haline gelmesinin altında yatan hakikat budur. Halbuki temiz bir atmosferde, temiz insanların yaşadığı dönemlerde temessül edenler, melekler oluyordu. Âli ruhlar o meclislerde boy gösteriyorlardı. Nitekim bu hususu yeri geldiğinde detaylarıyla söz konusu edeceğiz.

7) Trans Eylemi ve Etkisi

Dr. Bedri Ruhselman anlatıyor: ‘Kendisi 1931 senesinde Adana’da iken oturduğu evin karşısındaki M… Efendi’nin evi taşlanmağa başlanmış, evin etrafına ve taş atılabilmesi mümkün olan istikametlere polis memurları yerleştirildiği halde, evin taşlanmasına mani olunamadığı gibi, dakikada muntazaman 15-20 adet olarak atılan taşların intizamı dahi bozulmamıştır. Doktorun müşahadesine göre bu taşlar M…Efendi’nin bahçe duvarı üzerinden geliyordu. Hafif bir şekilde hareket ederek çinko dam üzerine yavaşça düştükleri ve boyları da küçük olduğu halde çok şiddetli bir ses çıkarıyor ve ele alındıkları zaman fırından çıkmış gibi sıcak bulunuyorlardı.

Bu hal, 40 gün kadar devam ettikten sonra bir gün M…Efendi’nin büyük bir korku ve heyecan içinde feryat ederek evinden fırladığı görülmüştür’. Doktor Bedri Ruhselman, olayı şöyle hikaye etmektedir:

‘Bahçeye ilk giren ben oldum. Evvela genç kızın hali nazarı dikkatimi çekti. (Bu kız M…Efendi’nin ölen eski karısından olan kızıdır.) Kız, yarı trans halinde idi. Bahçede bulunan yemek masasının önündeki iskemleye çökmüş, başını masanın üzerine koymuş, gözleri dalgın ve etrafta olup bitenlerle sanki hiç ilgili değilmiş gibi bir halde bulunuyordu. Daha doğrusu kendisini kaybetmişti. Hâdiseler şöyle cereyan ediyordu:

M… Efendi -taşlanma hadisesi üzerine- evi terkettikten sonra, evin dört odasından üç tanesinin dışardan kepenklerini sımsıkı kapayarak kilitlemiş, yalnız yukarıda ismi geçen odayı bakkaliye levazımatı için depo olarak kullanmak maksadıyla açık bırakmıştı. İşte, o sırada kapısı aralı bulunan bu odanın içinde zeytinyağı fıçıları, yağ tenekeleri, içinde öte beri bulunan bir sürü camdan veya topraktan mamul kavanozlar vesaire bulunuyordu. Şimdi, içeride bu tenekeler birbirine çarpıyor, kavanozlar devriliyordu.

Aynı zamanda kapıları ve pencereleri kapalı, yukarıda arka sokağa bakan odanın camlarının kırılmakta olduğu da yere düşen cam seslerinden anlaşılıyordu.

Hemen, evvela yukarıdaki odaya çıkıp, kapıyı açtık. Dışarıdan kepenkleri kapalı olan pencerenin içeriden camları kırılmıştı. Tedbirli hareketlerle ve adımlarla aşağıdaki depoya indik. İçerisi karma karışık bir halde idi. Fakat dışarıdan duyulan gürültülerle orantılı tahribat yoktu. Bir iki şişe kırılmış ve bazı mayiler dökülmüştü. Bununla beraber fıçıların ve diğer eşyanın yerleri değişmişti. Odaya benimle M…Efendi’den başka kimse girmeye cesaret edemedi. Bahçede de kimse kalmadı. Kız hâlâ aynı halde bulunuyordu. Kızı hemen dışarı çıkarmasını M…Efendi’ye söyledim. M…Efendi, kızı kollarından tutarak kaldırdı. Dışarıda bir ahbabına, evine götürmesi için teslim etti. Kızın bahçeden çıkması ile hadiselerin durması bir oldu.’

8) Aleykümü’s-Selâm Abdullah

Isparta’lı Müderris Mustafa Efendi vefat etmişti. Bütün akraba-i taallukatı ve talebeleri başına toplanmışlardı. Bu sırada oraya gelen Hoca Abdullah Efendi: Selâmünaleyküm Mustafa Efendi… deyince çenesi bağlı bir halde yatmakta olan ölü birden kalkıp oturarak: Aleykümüsselam Abdullah… demiş ve bir hafta daha yaşadıktan sonra tekrar vefat etmiştir.

9) Silâhını Vermeyen Şehid

Mezarlarda ve ölmüş insanlar üzerinde müşahede edilen harikulade halleri de bu fasılda zikretmekte fayda var. Bu esrarengiz vak’alar da, yine madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetine bir delildir… Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun her karış toprağına bir şehidin kanı akmıştır. Onlar, din, ırz, namus ve vatan uğruna canlarını seve seve vermişler ve meleklerle omuz omuza bir hale gelmişlerdir. Öyle yücelmiş ve öyle ulvileşmişlerdir ki, Şair onlar hakkında ‘Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi’ demiştir. İfadedeki mübalağa, şiire ve şairliğe verilecek olursa, o gün şehid düşenler, cidden sahabinin hemen arkasında yer alacak kadar büyümüşlerdi. Zira şartlar çok ağırdı. Bu kadar ağır şarta rağmen, canını dişine takan bu insanlar, elbette Allah katında büyük bir değere sahip olacaklardı. Zaten Kur’an şehidler hakkında, ‘Onlara ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz anlamazsınız’ (Bakara, 2/154) buyuruyordu. İşte yine böyle şehidlerden biri hakkında sözüne güvenilir müşahid bir dostum bana şunları anlatıyordu: ‘Tarlayı sürerken saban sert bir şeye takıldı. Baktım, bu bir ceseddi. Etrafını itina ile kazıp cesedi çıkardım. Mehmetçik, üzerindeki elbisesiyle sırtüstü yatıyordu. Elindeki silahı da sımsıkı tutmuştu. Ne kadar gayret ettimse de elinden silâhı alamadım.’

Aynı benzer bir hadisede veya bu hadisenin devamında şöyle ikinci bir vakıa daha cereyan ediyor. Daha sonra bu askerin yanına ona komutanlık yapmış, yaşlı bir zatı getiriyorlar. Komutan askerini tanıyor ve ona ismiyle hitap ederek silahını teslim etmesini istiyor. İşte o zaman mehmetçiğin eli gevşiyor ve silâhını teslim ediyor.

Selçuklu devrinde, Anadolu’nun fethine iştirak eden seyyahlardan biri -ki o devrede bir yer fethedilmeden önce seyyahlar gider ve kendi manyetik alanlarını oraya taşıyarak fethe zemin hazırlarlardı. Seyyahlardan sonra akıncılar, ardından da fetih orduları gelir, oralar fethedilirdi- şöyle bir hadise anlatıyor: ‘Bizans topraklarında dolaşıyordum. Yolda benim gibi seyyah genç bir adamla karşılaştım. Beraber gezmemizi teklif etti. Razı oldum. Yolumuzun üzerinde bir Bizans müfrezesi ile karşılaştık. Ve onlarla aramızda çatışma başladı. Bir ara arkadaşımı şehid ettiler. Ben yalnız kalmıştım. Fakat kavgayı sürdürüyordum. Nihayet ben de güçten, dermandan kesildim. Hasmım tam beni altedeceği sırada idi ki arkadaşım birden yerinden doğruldu.

‘Allah yolunda öldürülenlere ölüler, demeyin.’ ayetini okuyarak geldi ve beni öldürmek üzere olan hasmımı yere serdi. Onun yerinden doğrulup kalkmasını gözümle görmüş ve okuduğu ayeti kulağımla duymuştum. Ben kurtuldum. Fakat o eski hali üzerinde ve upuzun yerde yatıyordu.

10) Herşeyi Gösteriyorlardı

Diyarbakır’ın Maden kazasında bir kadının öldükten dört saat sonra, tekrar dirildiği ve hadiseyi şöyle anlattığı bildiriliyor: ‘Hiçbir hastalığım yoktu. Akşamdan başımda hafif bir ağrı hissediyordum, öğleyin saat 12 sıralarında yere düştüm. İlk hissettiğim şey, parmaklarıma bir sopa ile vurulması idi. Hatta ayıldıktan sonra bile parmaklarım ağrıyordu. Orada ölen bütün akrabalarımı gördüm. Beni yüksek bir tepenin üzerine çıkarıp her şeyi gösteriyorlardı.

1954 senesinde ölen kayın validemi, bir kapının önünde domuz şeklinde bağlı gördüm. Niçin böyle oldu? dedim. Ben dünyada misafir sevmediğim için onun cezasını çekiyorum, dedi.

1959 senesinde ölen Hulki Sel ismindeki adam, dünyada yetim malını yediği için boynuna zincir bağlamışlar eziyet çekiyordu. 7 yaşında ölen oğlumu yeşillikler içinde bir elma ağacı altında elma toplarken gördüm.

1960 senesinde ölen Arif Danışman halen sağ olan Şerif Harman’dan bir çap ‘bir ölçü’ buğday borç almış, öldüğünde vermediği için azab çekiyordu. Bana yemin verdirdi. ‘Oğluma söyle, borcumu götürüp versin’ dedi. ‘Bu haber tamamen doğruydu. Nitekim oğlu, maden işletmesinde çalışan Fahri Danışman babasının borcunu verdi.’ Son olarak döneceğim sırada bana, ‘Senin çocukların çok küçük, sana acıdık, iki sene müddet veriyoruz, iki sene sonra dünyayı terk edeceksin, buraya geleceksin’ dediler.

Bu çeşit vak’aları, Efendimiz devrinde de görmek mümkündür. Nitekim, kız çocuğunun bir derede boğularak vefat ettiğini söyleyen sahabiye Allah Rasûlü acımış ve ondan kendisini oraya götürmesini istemişti. Yanlarında daha birçok Sahabe olduğu halde bu yere gelinmiş, Efendimiz kıza ismiyle hitap edip, kızın da ‘Lebbeyk Ya Rasûlallah’ dediği duyulmuştu. Efendimiz kıza geri gelmek isteyip istemediğini sormuş, o ise bulunduğu yerden çok memnun olduğunu ve geri dönmek istemediğini söylemişti. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; Hafaci, Şerhu’ş-Şifa, 3/106)

Hz. Enes anlatıyor: Yaşlı bir kadının bir tek oğlu vardı. Çocuk aniden vefat etti. Kadın çok üzüldü ve ellerini açarak şöyle dua etti: ‘Ya Rabb! Senin rızan için, Rasûlü Ekrem’e (as) biat edip hicret ile buralara geldim, benim biricik evladımı o Rasulü’n hürmetine bağışla.’ Hz. Enes, sözüne şöyle devam ediyor: O ölmüş çocuk kalktı ve bizimle beraber yemek yedi.. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 6/292)

11) Bir Elin Becerileri

‘Fransa’da Arl Vilayeti’nin Pontde-Cran kasabasında oturan Madam Manson da, el kudretine haiz bulunmaktadır. Kendisi hayvan ve insanlara ait hastalıkları, elini bunların üzerine tatbik etmek suretiyle iyileşmesine sebep olmanın yanında hayvan, balık ve sebzeleri de ellerinin altında mumyalaştırmaktadır. İyi ettiği hastalıklar arasında astım, sinuzit, sıraca, kist, idrar darlığı, Malta humması, otite, ekzama, romatizma, rahim hastalıkları, siyatik ve verem bulunmaktadır. Anlatıldığına göre, hekimleri dolaştıktan sonra tedavi edilemez teşhisi ile kendine gelen hastaların % 80’i tamamen iyi olmakta, diğer % 20’si ise, hastalıkları diğerlerinden hafif bulunduğu halde hiçbir ilacın, doktorun ve ruhî kudretin tesiri altında kalmayacak müstesna yaradılışta olduklarından iyi olamamaktadırlar.

Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan Madam Alerme’in kızı Odette, görme hassasını kaybetmiş ve doktorlar ümidi keserek tedaviden vazgeçmişlerdi. Madam Manson’a götürülen kız, bir kaç seanstan sonra görme hasasını tekrar tamamıyla kazanmıştır. Yine doktorların tedaviden aciz kaldıkları bir bağırsak hastalığına tutulmuş olan Madam Pinet, kendisi ile konuşan muhabire şunları anlatmıştır: ‘Madam Manson, ellerini karnımın ve boş böğürlerimin üstüne koydu, birden müthiş terlemeye başladım. Şiddetli bir sıcaklık duydum; bacaklarım kesildi, ayaklarım karıncalandı ve bütün vücudumda asabi bir titreme başladı. Bu tek seanstan sonra hiçbir şeyim kalmadı.’

Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan en şayanı dikkati aşağıdaki vak’adır: Nimes şehrinden bir kadın Madam Manson’a müracaat ederek kız kardeşinin, bir kaç saatten beri komaya girdiğini ve gelecek halde bulunmadığı için fotoğrafını getirdiğini söylüyor. Madam Manson, fotoğrafı alıp bir müddet gözlerinin bütün kuvveti ile baktıktan sonra kadına iade ediyor ve ‘Eve döndüğünüzde kardeşinizi sıhhatte ve gözleri açılmış bulacaksınız’ diyor. Hakikaten kadın kız kardeşinin yanına döndüğü zaman onu sıhhatte buluyor.’

Rüyalar 15 dk.

Rüyalar da, ruha ait bir hassa olmaları itibariyle telesteziye dahildirler. Bu cihetle de madde ve fizik ötesi alemlerin ve o alemlere ait varlıkların mevcudiyetine delil teşkil ederler. Rüya, hakikat alemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hadiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşahade edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde her bir rüya, ötelerden birer ışık, birer işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp ona yol gösterebilir. Rüyalarda, göze, maddeye ve ışığa ihtiyaç duyulmadığı, görülen şeyler basiret ve ruhun idrakiyle sezildiği içindir ki, rüyalar çok defa insana tasavvur edemeyeceği kadar güzel ve geniş şeyler de anlatabilirler. Bir tek rüya ile dün, bugün ve yarına dair, kitaplara sığmayacak kadar geniş malumatın verildiği hiç de az değildir. Rüya görmeyen insan yok gibidir. Bu itibarla da ona, ruhun tabii müşahadesi diyebiliriz. Bu müşahadeyle insan, cismaniyet çeperinin dışında ve tamamen ayrı bir buudda yaşayabileceği gibi, aynı kuşakta kadere ait çok sırları sezebilir…

Aynıyla ortaya çıkan rüyalar o kadar çoktur ki, eğer her şahıs gördüğü rüyalardan sadece tabiri çıkanları tesbit edebilseydi, bundan kocaman kitaplar meydana gelirdi.

Öteki alemden insanın müşahade ufkuna sarkmış ve her temiz ruhun istidadına göre, gördüğü nice rüyalar vardır ki, gönül o rüyalara girip tenezzüh eder.. her biri birer gül bahçesi sayılan o bahçelerdeki kevser çeşmelerine varıp kana kana içer ve sonsuzluğa açılan o gizli menfezlerden, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve ruhların tasavvurundan aciz bulunduğu manzaraların müşahadesiyle kendinden geçer.

Rüyalar sayesindedir ki, kalb ve basiret gibi iki ayrı hassamızın olduğunu idrak eder ve cismin üç buudlu mahbesinden kurtuluruz. Vâkıa, hakikatle bütünleşmiş yüksek ruhlar için, öteleri müşahedede rüyalara ihtiyaç yoktur. Onlar her zaman, orayı ve burayı birarada görür ve sonsuza ait güzelliklerle mest-u mahmur olarak yaşarlar. Ne var ki bu kapı, herkese açık değildir; açılanlara da çok ciddî mücâhede ve ruhî tecrübelerden sonra açılabilmektedir. İnsan zihnini, en pes şeylerin içiçe bulunduğu bir mezbelelik görenler veya bu mevzudaki tesbitlerini hayvanî duyguların bulanık dünyalarında takip edenler, binbir ilham esintisinin üfül üfül esip durduğu rüyaları, şuuraltı hortlaklarının karnavalı görüp göstermelerine karşılık, ilk ilhamlarını onlardan alan binlerce mucit ve binlerce Hakk dostu, misal aleminin bu feyyaz ve bereketli iklimine hep minnet duymaya devam edeceklerdir.

Dünyayı aydınlığa boğan En Yüksek Ruh, rüyalarla yelken attığı marifet denizlerinde seyrederken bile, yer yer bu ilk kutlu basamağa dönmüş ve peygamberliğin kırk şu kadar şubesinden bir parça sayılan bu mübarek meşcereliğe dikkati çekmiştir.

A) Rüya İle Gelen Mesajlar

Doğru ve sadık rüyalarda ilham ve irşat yüklü mesajlar vardır. Onun içindir ki nice büyük keşifler rüyalar sayesinde elde edilebilmiş ve niceleri de fert ve milletlerin kaderini tayine vesile olmuştur. Kitaplar bunların binlerce misaliyle doludur. Biz, bunlardan sadece bir kaçını arz edeceğiz:

1) Hz. Yusuf, belli bir yaştan sonra adeta hep rüyasının tabirini yaşamıştır. Neticede de gördüğü rüya aynen tahakkuk etmiştir.

2) Hapishane arkadaşlarının rüyalarına dair yaptığı tabir, melikin rüyasına getirdiği yorum da aynen vaki olmuştur ki, adeta bu rüyaların tabirlerinde -bir ölçüde- fert, cemiyet ve milletin kaderi resmedilmektedir. Yusuf Sûresi, bu mevzuda, hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir hazinedir.

3) Firavun gördüğü rüya ile o uğursuz akibetini açık-seçik görmüştü ve bunu değiştirebilmek uğruna başvurduğu hiçbir çare de fayda vermemişti.. evet onun için de kaderin hükmü aynen gerçekleşmişti.

4) Dördüncü Mehmed’in sadrazamı, Tarhuncu Ahmed Paşa, bir Nevruz günü padişah tarafından idam olunacağını, müneccimbaşı Hasan Bahâî Efendi’den öğrenmişti.

5) Devrin vakanüvistinin anlattığına göre: Mehmet Efendi adında dindar bir kimse varmış, bir gece rüyasında sadrazamı görmüş, önüne bir mendil yaymış, halk başına üşüşmüş, her gelen mendile bir kızıl filorin bırakırmış. Mehmed Efendi de bir altın bırakmış ve kendisinden bir memuriyet istemeye niyetlenmiş. Tam o sırada bir derviş gelip mendile, ortasından kesilmiş bir yarım altın bırakmış, sonra tekrar geri almış… Sadrazam da oturduğu yerden inerek gözden kaybolmuş. Bu rüyasını bir rüya tabircisine anlatan Mehmet Efendi’ye bunu şöyle tabir etmişler: ‘Sedir makamdır. Akçe, dedikodu, sözdür. Yayılmış olan mendil sadrazamın mevkiindeki hal ve şanıdır. Sedirden inip gitmesi makamdan azli, gözden kaybolması, alem-i şuhuttan (madde aleminden, dünyadan) gitmesi; derviş, kaptan paşadır ki, adı derviştir; akçesini geri alması, kendi zevaline dahi alamettir.’

6) Bir rüya da Ahmet Paşa bizzat kendisi görmüştü. Peygamberimiz: -Ahmet, seni istemezler, yeter durduğun, şimdiden sonra bize gel, diye mübarek elleriyle işaret ve davet etmiş… Yakınlarının anlattıklarına göre Ahmet Paşa, ölümü kendisi için muhakkak bilip, kayıtsız ve laübali hareket edermiş. 1653 Nevruzu’nda Salı günü divana geldiği vakit üzerinde, âşikâr bir vahşet varmış, vüzeraya selam verdikten sonra: – Paşa karındaşlar, bugün son divana gelişimizdir, ahiret hakkını helal edin diye veda etmiştir. İki gün sonra perşembe günü de idam olunmuştur.

7) Dördüncü Mehmet’in en küçük kızı ‘Kaya Sultan’ bir korku ile uyanır ve gördüğü rüyayı kocası Melek Ahmet Paşa’ya: -Bu gece rüyamda dedem Sultan Ahmed’i gördüm. Bana Cennette oturduğu sarayı gezdirdi. ‘Kaya’m’ dedi. Yeni Camii yaptırırken işçilerin arasına karışarak eteğimle taş ve toprak taşımış ve ‘Ulu Allah’ım, Ahmet kulunun hizmetini kabul eyle’ diye yalvarmıştım. O da kabul ederek beni Cennete aldı. Şimdi gel Kaya’m, sen de benim gibi Cennette sefa eyle. Fakat solunda duran büyük amcam Mustafa: ‘Kardeşim, Kaya için bu kadar acele etme. Melek Ahmet’ten bir kızı olsun, ondan sonra Cennetimize gelsin’ deyince dedem bu niyetle ‘Elfatiha’ diyerek elini yüzüne sürdü. Elime baktım sağ eline kan bulaştı. Korkudan uyandım’ diye anlatır. Paşa her ne kadar rüyayı iyi bir şekilde tabir edip Sultan’ı teselli etmeye çalışırsa da diğer taraftan Evliya Çelebi’ye: -Bu eser-i Hüdâdır, sende Allah emaneti olsun, bu sırrı kimseye açıklama, Allahu âlem bizim Sultan doğururken kanı akar, şehid olur, diyerek ağlar ve belki de kaderini düzeltir düşüncesi ile hazinesinden beşbin dörtyüz kese getirtip, Sultan’ın eliyle fukaraya ve saraydaki adamlara dağıttırır. Hatta bundan, Evliya Çelebi’ye üçyüz, kızkardeşine de yüz altın düşer. Filhakika Kaya Sultan, ikinci kızını doğurduğu sırada (son) denen kısım içerde kaldığından, ebelerin üç gün süren türlü müdahaleleri neticesinde rahim zedelenir ve Sultan da kan kaybederek ölür.

8) Amerika’nın eski cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, 1856 yılının l4 Nisan gecesi gördüğü garip bir rüya ile sıçrayarak uyandı. Rüyanın verdiği sıkıntıdan sırılsıklam terlemişti. Kalktı, çamaşır değiştirdi. Bir süre kitap okudu. Tekrar uzandığında, sanki aynı rüya kendisini yatağın içinde bekliyormuş gibi rahatsızlık duydu. Tekrar uykuya dalabilmesi bir kaç saatini aldı. Sabah olduğunda rüyasını eşine ve yakınlarına anlattı. Hatta o günkü kabine toplantısında bile bahsetmek lüzumunu hissetti. Rüyasında, Beyaz Saray’ın hizmetkârları telaşla koşup geliyorlar ve cumhurbaşkanının öldürüldüğünü kendisine haber veriyorlardı. Abraham Lincoln’ün yakınları bunu hayra yorarak, ömrünün uzayacağını söylediler. Aynı günün akşamı Lincoln ve karısı dostlarıyla birlikte tiyatroya gittiler. Kötü rüya Lincoln’ü manen sarsmıştı. Bir önsezi ile olacak hadiseleri hissediyormuşcasına konuşuyor, yakınlarının teskin edici telkinlerine rağmen ruhunu saran karanlıktan sıyrılamıyordu. Temsilin heyecanlı bir sahnesinde Lincol’ün oturduğu loca kapısı yavaşça aralandı. Sahneden akseden ışıkla elindeki tabancası parlayan genç bir adam içeridekilerin hareketine fırsat vermeden kurşunları boşalttı. Amerika’nın 16. Cumhurbaşkanı, beynine dolan kurşunlarla koltuğuna cansız yığılıverdi. Henüz gördüğü rüyanın üzerinden yirmi dört saat bile geçmemişti. Böylece, rüyanın gelecekten haber veren işareti ile bir ülkenin devlet başkanı tarihe karışmış oluyordu.

9) Çanakkale Harbi’nde İtilaf Devletleri Kumandanı Sir Jan Hamilton, 21 Eylül 1911’de gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor: ‘Dün gece korkunç bir rüya gördüm. İmroz’da çadırımın içindeki küçük portatif karyolamda yatmaktaydım. Birdenbire kendimi buz gibi sulara gömülmüş buldum. Birisi beni denizin dibine doğru çekiyordu. Boğuluyordum. İki kuvvetli elin boğazımı sıktığını hissediyordum. Bu iki el, beni hem boğuyor hem de denizin derinliklerine sürüklüyordu. Nefesim kesiliyordu.

Dehşetli bir mücadeleyle kendimi bu iki elden kurtarmaya çalıştım. Bu, o kadar sıkıntılı bir boğuşmaydı ki, yatağımda güçlükle gözlerimi açtığım zaman, bütün vücudum zangır zangır titremekteydi. Baştan aşağıya kan ter içinde kalmıştım. Boğazımı sıkan iki kuvvetli pençeyi görür gibi oldum. Çadırımın içinde sanki bir hayalet vardı. Fakat yüzü karanlıkta seçilmiyordu. Bu hayal yavaş yavaş gözden silinip kayboldu. Boğazım ferahladı. Rahat nefes almaya başladım.

Çadıra bir düşman mı girmişti? Ömrümde bu kadar korkunç bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.

Uyandıktan sonra saatlerce bu korkunç rüyanın dehşeti içinde kaldım ve bir türlü kafamdaki acayip düşünceleri atamadım: Çanakkale tekin değildi. Üzerimize kaçınılmaz bir tehlike çökmüştü. Hepimizi meş’um (uğursuz) bir akibet beklemektedir’. Ve Hamilton’un beklediği akibet aynen vaki olmuştur.

B) Rüyalar ve Bazı Keşifler

1) Mühendis Elias Howe, uzun çalışmalar sonunda dikiş makinası yapmayı başardı. İlk yaptığı iğnelerde delik, iğnenin ortasında idi. Fakat, iğne üzerindeki deliğin uygun yere açılmayışı istenilen neticeyi vermiyor, tabii olarak dikiş dikmek mümkün olmuyordu. Bu ise Howe’u derin derin düşündürüyordu. Beyni gece gündüz, hatta uykuda bile bununla meşguldü.

Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisinin önünde iğnesiz bir dikiş makinası durmaktaydı.

-Elias Howe! diye kükredi kabile reisi. Sana makinayı derhal tamamlamanı emrediyorum. Aksi halde öleceksin!

Zavallı Elias’ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinenin bu parçasındaki eksikliği bir türlü gideremiyordu. Bütün bunlar, ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı.

Boyalar sürünmüş, esmer tenli cengaverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar.

Çevresinde ateşlerin yandığı daire şeklindeki meydanlığa geldiklerinde kan ter içinde kalan Howe, dikiş makinesini unutmuş can derdine düşmüştü.

Yere çakılı, insan boyunu aşan ve kalın gövdeli bir kazığa sıkıca bağlanan Howe, her şeyin bittiğini anladı. Ölüme hazırlanmaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Titreyen dudaklarıyla kendisinin de anlayamadığı bir takım dualar mırıldanmaya başladı.

Sonra, gök gürültüsünü andıran kabile reisinin emri, kulaklarında yankılandı.

-Öldürün!

Yerli muhafızların mızrakları gövdesine saplanmak üzere havaya kalkmıştı ki, Howe birden bir şey fark etti. Mızrakların ucunda bulunan göz şeklindeki delikler, düşünüp de bir türlü keşfine muvaffak olamadığı dikiş iğnesinin ta kendisiydi. Mızraklar tam göğsüne saplanırken sıçrayarak uyandı.

Kalbinin heyecanlı çarpışına ve sırtından süzülen tere aldırmadan yataktan fırladığı gibi laboratuarına koştu. Rüyadaki mızrağın ucundaki deliğin benzerini, iğne üzerinde açarak eserini tamamladı.

2) 19. Asrın ortalarında ilim adamlarını hayrete düşüren bir olayın hikayesi, bilim tarihinin sayfalarında yerini aldı. Bu olay, kimya ilminde büyük bir adımın atılmasına yol açan, Alman kimyacı Friedrich August Kekule’un rüyasıydı.

1850 yıllarında İngiltere’nin, sisi eksik olmayan şehri Londra’da çalışmalarını sürdüren Kekule, yorgun argın laboratuardan oteline dönerken otobüste uyuyakaldı. Tabii biraz sonra da rüya görmeye başladı. Rüyasında atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar, bazıları da elele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.

Arabanın fren yapmasıyla Kekule uyandı. Fakat rüyası ona çok şeyler öğretmişti. Gördüklerini formül haline getirip defterine kaydetti. Rüyadan istifade ederek ortaya attığı teori ile meşhur oldu ve kimya ilminde de büyük bir hamlenin öncülüğünü yaptı.

Aradan 15 sene geçti. Bir kış günü Kekule, çalışma odasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısını dinlerken uyuyakaldı. Pek tabii rüya görmeye başladı. Yine rüyasında atomların hoplayıp zıplayarak raks etmekte olduğunu ve onları birbirine kenetleyen zincirlerin de birer yılana benzediğini gördü. Sonra yılanlardan biri aniden dönerek kendi kuyruğunu ısırdı. Bu esnada Kekule uyanıverdi.

Böylece karbon atomlarının zincirler şeklinde halkalar meydana getirebileceğini, rüya sayesinde fark edebilmişti. Bunun neticesi olarak iç yapısı çözümlenemeyen ‘Benzen’in mahiyeti anlaşıldı.

İbret Yüklü Rüyalar 10 dk.

1) Senin İstifa Ettirdiğini Biz de İstifa Ettirdik

Rahmetli babam Ramiz Hocaefendi, Mehmet Akif’ten naklen şöyle bir vak’a anlatmıştı. Vak’anın bir yönü rüya ile alakalı olması bakımından burada takdimde fayda görüyorum:

Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmed Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın camiye kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı pîr-i fâni ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonrasını Mehmed Akif şöyle anlatıyor: Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana, ‘derdimi tazeleme, git’ dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı:

‘Ben, dedi, II. Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan ayrılmıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ardarda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadârete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadâretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ve ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkar’a müracaata karar verdim. Bu kararımı sadârete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mâbeyne alındım. Durumumu Hünkara vicahi olarak anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İsteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: ‘Git, seni istifa ettirdik’ dedi.

Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur bölük bölük geliyor ve Efendimiz’e teftiş veriyordu. (Bu ordu idi ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz yapıyordu) Yanında Dört Büyük Halife olduğu halde Efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu. Efendimiz bunu görünce Abdülhamid Cennetmekan’a: ‘Bu birliğin kumandanı nerede?’ diye sordu. O da ‘Talebi üzerine istifa ettirdik’ cevabını verdi. İşte o esnada Efendimiz, beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: ‘Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.’ Söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?’

Ve Mehmed Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pîr-i fâni, tesellisini yine Efendimiz’den bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.

2) Nureddin Zengi’nin Rüyası

Berzah alemi, renk ve televvünleriyle şehadet âlemine çok benzemektedir. Bu itibarla, manaya perdesiz, hailsiz açılabilen ve berzaha muttali olanlar, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanlarının şuuruna daha çabuk varırlar. Varır ve anlarlar ki, her şey maddeden ibaret değildir. Belki insan, maddenin bitip tükendiği yerde, madde ötesi bir âlemle münasebete geçmektedir. Böyle bir münasebet sayesindedir ki bazı kimseler, ileride olacak şeyleri ve uzak bir istikbalde vuku bulacak hadiseleri rüya ve hiss-i kable’l-vuku ile çok önceden görüp müşahade edebilmektedirler.

Nebî, nübüvvet kürsüsünde, veli velilik ufkunda ve daha başkaları kendi müşahede buudunda bunu anlatmakta ve bize madde ötesi âlemden mesajlar sunmaktadırlar.

Haçlılar karşısında amansız bir mücadele veren Şam Atabeyi Nureddin Zengi, şahsen benim gönlümde muallâ yeri olan büyük bir mücahiddir. İşte bu büyük mücahid bir gün rüyasında Kâinatın Fahrı’nı (as) görür. Efendiler Efendisi, ona çirkin yüzlü üç insanı gösterir ve ‘Nureddin, beni şu habislerden kurtar’ buyurur.

Efendimiz, esasen şahsına, İslâm’a ve Allah’a karşı tecavüz ve ihanette bulunan her kim olursa olsun elinin tersiyle onları tersyüz eder, kaldırıp atar. Fakat alem-i berzahın da kendine göre kanun ve kuralları vardır. En büyük ruhlara dahi bu mevzuda sonsuz tasarruf selahiyeti verilmemiştir. Hatta bazen vurulan manevî kelepçelerle onların kollarının bağlandığı da olur. Nitekim başımıza gelen bela ve musibetler karşısında evliya ve asfıyanın rûhânîyatlarına az gönül koyan bir büyük ruh, onlara ‘Niçin bize yardım etmiyor, medetresan olmuyorsunuz?’ diye sitem edince onlardan biri hemen sırtını döner ve ellerine vurulmuş kelepçeyi gösterir. ‘Zannediyor musun der, ‘Biz istediğimiz gibi hareket ediyoruz ve sorumsuzca tasarrufta bulunabiliyoruz. Görüyorsun ki kollarımız bağlı ve hiçbir şey yapamıyoruz’ Evet en büyük ruhlar dahi ancak Cenab-ı Hakk’ın verdiği selahiyet nisbetinde tasarrufta bulunabilirler. Bu meselenin birinci yönü.

İkincisine gelince, Cenab-ı Hakk, bu vesile ile Nureddin Zengi’ye şeref kazandıracaktır. Onun için de Efendimiz O’na rüya âleminde, görünecek ve kendisine muhafızlık vazifesi tevdi edecektir.

Bunu duyan Nureddin Zengi, hiç durur mu? Yatağından fırlar ve yola revan olur. Maiyyetiyle beraber Şam’dan Medine’ye tam 16 günde varır. Medine’ye varır varmaz da hemen ilan eder: Yanına gelen herkese bahşiş verecektir. Bütün Medine halkı önünden geçer. Fakat Allah Rasûlü’nün işaret ettiği, siret ve suretleri o menhûs adamları gelip geçenler arasında göremez. Başka kimsenin kalıp kalmadığını sorar. Ravza-i Tâhire’nin hemen karşısındaki küçük kulübede oturmakta olan üç tane mağriplinin gelmediği anlaşılır. Derhal adamlarını gönderir ve bu şakîleri huzuruna celbeder. Bakar ki, rüyasında gördüğü aynı şahıslar… Hemen küçük kulübeyi teftiş eder. Artık iş anlaşılmıştır. Bu üç şakî Allah Rasûlü’nün mübarek naşını çalmak ve O’nu Hıristiyan diyarına kaçırmak için vazifelendirilmiş üç âdi casustur ki, kulübeden Ravza-i Tahire’ye doğru bir tünel kazmakla meşguldürler. Suçlarını itiraf ederler. Nureddin bu alçaklara ‘layık oldukları cezayı verir ve sorumluluğunu yerine getirir. Daha sonra da Ravza-i Tahire’nin dört tarafına derin hendekler açtırıp erimiş kalay ile doldurur. Böylece, Nureddin’in gördüğü rüya, bütün bir İslâm âlemi için, peygamberlerinin naşını kaybetmek gibi, önemli bir hadiseden kurtarmış olur.

3) Tabiri Çıkmış Bir Rüya

Tabiri çıkmış bir rüyayı da asrın büyük Çilekeş’inden nakledelim. Şöyle diyor:

‘Eski Harb-i Umumiden evvel ve evailinde bir vaka-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infılak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma!’ Cenab-ı Hakk’ın emridir; O Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’ Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; İ’cazı, O’nun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.’ (1)

Rüyalar bütünüyle objektif sayılmayabilir. Ancak rüya gören şahsa göre onun ifade ettiği mananın değişmesi herkesçe kabul edilen bir husustur. Bediüzzaman gibi İslam aleminin mukadderatıyla yakından alakalı ve adeta onunla bütünleşmiş bir insanın gördüğü rüya, bir başkası tarafından da aynen görülse elbette aynı manayı ifade etmeyecektir.

Ancak burada objektif olan bir yön vardır. O da, herkesin rüya vasıtasıyla, misal alemiyle irtibat kurması gerçeğidir. Evet herkes bir cihetle misal alemiyle irtibat kurar, bu sayede berzah alemine girer ve her şeyin şu şehadet alemindeki ecsamdan, eşbahtan ibaret olmadığına muttali olur. O alemde de bir kısım acılar duyulmakta ve bir kısım lezzetler tadılmaktadır. Gönül yüce alemlere iştiyak içindedir. İnsan ruhu ve insan kalbi, süfli şeylere karşı, fıtratı icabı tiksinti duymaktadır. Bunu da insan, berzâhî tablolarda daha iyi anlamaktadır.

Bazı rüyalar beşarettir ve bu yolla bir kısım gaybî gerçeklere muttali olunabilir. Yeter ki bu rüyalar, naslara, muhkemata zıd ve muhalif olmasınlar. Evet, dinî kriterlere ters düşmeyen rüyalar, başkasını bağlayıcı olmasa bile gören şahıs için yol gösterici birer rehber sayılabilirler. 

 

[1] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayatı 2/2131

Rüyalar Üzerine Bir Değerlendirme 4 dk.

Rüyamda görüyorum ki, İzmir Eşrefpaşa mıntıkasındayım. Babam ve yanında bir başka kuvvetli ruh, boynuma sarılıyor, ağlıyor; ağlıyor ve beni bırakıp gidiyorlar. Az sonra ben, Bornova’da konuşma yapmak üzere arabaya binip giderken, onların boynuma sarılıp ağladıkları aynı yerde birisi gelip şiddetle arabamıza çarptı.

Evet, şimdi aynen böyle vaki olan bir hadiseyi nasıl izah edersiniz? Demek ki, şu şehadet alemi ile alakası kesilen ruhlar, biraz daha serbest, biraz daha kayıtsız, biraz daha bizim bulunduğumuz mekanın buudlarının dışında eşya ve hadiselere nüfûz etme imkanına sahipler. Cenab-ı Hakk’ın emri ve izniyle, istedikleri yerde bulunuyor ve istedikleri kimselere, istedikleri işaretleri veriyorlar. Biraz hayallerine inen, biraz geçmişini kontrol eden ve biraz dinlediklerini değerlendiren hemen herkes, zannediyorum benim bu dediklerimi tasdik edecek ve aynı şeyleri söyleyecektir. Bütün bunları, yani bir hakikat-ı uzmâ etrafında tahşidat yapan bu sızıntıları, sızıntı da olsalar efsaneye irca etmek mümkün değildir. Görüyoruz ki madde, dıştan idare ediliyor. Kuvvetli bir el, maddeyi istediği tarafa evirip çeviriyor.

Rüyalar, gözün, alemi şehadete kapanmasıyla nazarımıza arz edilen berzahî tablolardan ibarettir. İstikbalimiz adına bize mesajlar sunan ve bize açıkça geleceğimizi anlatan rüyaların hepsi de birer berzahî tablodur. Rüyalarda bir kısım eşya ve hadiseler temessül eder ve nazarımıza arz edilir. Bu arzediliş bazen semboller halinde, bazen de gayet açık ve net olur.

Biz rüyaları, ahiret aleminden, berzah aleminden ve kabir aleminden, şehadet alemi sahiline gelen birer sızıntı halinde görürüz. Ancak rüyalar, daha önce de söylediğimiz gibi ‘misal alemi’ne bağlıdırlar. ‘Âyân-ı sâbite’ dediğimiz hakikatler, bize daha yakın olan berzah ve misal alemine akseder. Biz de, rüyalar vasıtasıyla o aleme akseden sembolleri müşahade ederiz. Ahiret yurdu adına vereceğimiz kararlara materyal olması açısından, misal aleminin bilinmesi çok önemlidir. Zira misal alemi bize ahiret alemini bağlayan bir bağdır. Gözlerimiz kapalıdır ama, biz yine de birşeyler görürüz. Kulağımız kapalıdır ama, birşeyler duyarız. Aynı şekilde ellerimiz tutar, ayaklarımız yürür. Bazen üzerimizden seneler geçer, bazen asırlar öncesine misafir olur, bazen de rüyalar vasıtasıyla tâ asırlar sonrasına seyahat ederiz.

Sık sık girip ikliminde dolaştığımız rüyalarda, yer yer korkar ve endişe duyarız, zaman zaman içimiz inşirahla dolar; velhasıl hayata ait herşeyi rüyada yaşarız. Hatta şehadet aleminde görmemiz mümkün olmayan menzilleri, manzaraları hep rüyalarda müşahade ederiz. Rüyalarla bir kere daha anlarız ki, bu alemle berzah, berzahla da diğer alemler arasında ince bir perde var, öyle ki dikkatle ve düşünerek bakıldığında bir sonraki alem görülebilir.

Rüyalar, bize misal alemi hakkında fikir verdiği gibi aynı zamanda, meleklerin, rûhânîlerin, salih amel ve güzel davranışların temessülü hakkında da bir şeyler anlatmaktadır..

İlim Bizi Tasdik Ediyor 6 dk.

İlim adamları, üniversite mahfilleri de artık madde ve fizik ötesi güç ve kuvvetlerin olabileceğini kabul etmekte… Eskiden ise bu tür meseleleri dinlemeye dahi tahammülleri yoktu. Hele dindar insanların ağzında dolaşan bazı kerâmetvâri hadiseleri hemen peşin hükümlerle ‘hürâfe’ deyip geçiyorlardı. Halbuki aynı cins hadiseler, bir kısım keyfiyet farkı olmakla beraber, Batılı ilim adamları tarafından nakledilince, bizimkiler ‘kabul’ deyip teslim oluyorlar. Bu da elbette onlar adına bir terakki sayılır. Ancak henüz bu kabullenişler, istenen seviyeye ulaşmış değil. Gönül isterdi ki artık onlar da bizim üzerinde durduğumuz meselelere sahip çıksın ve düşünce sistemlerine ayrı bir buud kazandırsınlar! Evet, herşeyin maddeden ibaret olmadığını onlar da görsün ve ilim diliyle bunu cihana ilan etsinler!

Söz buraya gelmişken, bizzat müşâhidi olduğum bir vak’ayı nakletmeden edemeyeceğim:

Sinir mütehassısı olan bir arkadaşımız bulunduğum yerde yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şahid olduğu bir vak’ayı bana aynen şöyle anlatmıştı: ‘Bir yerde fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Bu fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırıyorduk ki, oraya şeytan geldi. ‘Kimsin?’ dedik. ‘Şeytan’ diye yazdı. Hepimiz ürperdik. Hazret-i Âdem’den beri, insanlığın bu ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Sordum:

-Sana Meyve’nin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?

-Dinlerim, dedi ve okumaya başladım:

-‘Hem nasıl ki, bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki bu elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden, lambaları yapan, fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır… Yaşasınlar ile sevdirir.’ Sözün burasında ‘Nasıl buldun?’ diye sordum.

-Evet güzel, dedi. Okumaya devam ettim:

-‘Aynen öyle de, bu alem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i Rahmaniyye’de bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lazımdır ki sönmesin… Onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… Öyle de sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu Meşher-i A’zam-ı Kâinatın Sultan-ı Münevveri’ni, Müdebbiri’ni, Sânii’ni, o nûrânî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.’ Buna karşı, çok şiddetli bir şekilde ‘Hayır hayır!’ yazdı.

-Şimdi iyi dinle: ‘Nasıl ki mükemmel bir eczane ki, her kavanozunda harika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.’ Tamam mı?

-Tamam.

-‘Öyle de, küre-i arz eczanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla küre-i arz eczane-i kübrasının eczacısı olan Hakim-i Zülcelal’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.’ Bir şey sormama lüzum kalmadan itirazı bastı:

-Hayır, hayır!..

Evet, ben okurken o, misallere ‘evet’, misallerin gösterdikleri hakikatlara ‘hayır’ çekip durdu. Ve sonra, kendisine ‘Cevşen okuyayım mı?’ diye teklif ettim. ‘Oku’ dedi. Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür’atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık ‘bırak şu gırgırı’ diye de yazıvermişti.

Beyin mimarımız diyor ki: ‘Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücudlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücud giyseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar.’

İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, ‘Bırak şu gırgırı’ diyor. Cevşen’den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..

Bazıları ‘ruh çağırıyoruz’ diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka birşey değil.

Berzahî Tablolar 5 dk.

Edremit-Avcılar’da kamp yapıyorduk. Bir ara emniyetin bu ma’sum kampa baskın yapacağı şâyiası duyulmaya başladı. İşte o günlerden birinde, öğle yemeğinden sonra ‘Ashab-ı Bedir’i okudum. Sırtımı çadır direğine vermiş oturuyordum. Biraz içim geçmişti ki bu, eskilerin ‘Beyne’n-nevm ve’l-yakaza’ (Uyku ile uyanıklık arası) dedikleri haldir. Baktım tuğlu sancaklı, ellerinde mızrakları okları, gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, öyle mi anladım, yoksa biz Ashab-ı Bedir’iz mi dediler bilemiyorum. Ashab-ı Bedr’in geldiği kanaatine vardık. Ben öyle hayran hayran onları seyrediyordum ki bulunduğum yer, sanki birden bire kale kapısı gibi birşey oldu, ben söveleri kalınca tahtadan bu kapının verasında durmuş onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem, mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti ve ben müthiş bir heyecanla uyandım.

(Bir kaç defa) rüyamda Ashab-ı Bedir’i görmüşümdür. Kampta da öyle oldu. Hatta bir iki defa da rüyamda kendimi onların içinde harbe gidiyormuş gibi görüyor ve ‘Allah Allah! Ashab-ı Bedr’in içinde bulunuyorum ama, ben onlardan çok sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?’ diye düşünüyor ve hayret ediyordum. Zannediyorum onların bazılarını seçebiliyordum da; ama kamptaki müşahedemde ferdleri tam seçemiyordum. Her halde sadece Hz. Hamza’yı tanıyabilmiştim. Daha sonra meydana çıktı ki tam o dakikalarda, kampa baskın yapmak isteyen bir grup, tam yol ayrımına gelince trafik kazası olmuş ve onların arabaları cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. Demek ki, o demir kalemin atılması, misal aleminde bu neticeye işaretmiş. Kapının görünmesi ise, inayet altında olduğunun emaresiymiş. Yani bu mini rüyada sahabi, sanki oradakilere: ‘Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebi’nin arkasında da bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkda, birimiz garbda da olsak yanyanayız’ demektedir.

Evet, böyledir; elverir ki çizgi korunsun. Aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramayız. Onların sesini de alamayız.

Vâkıa, Ehl-i tahkik: ‘Şahıslardan istimdat umma doğru değildir’ der ama bana göre kalbin ibresi Allah’ı gösteriyorsa bunda bir mahzur yoktur. Zira, bu mukaddes ruhlar (Allah bizi de öyle yapsın) cesetlerini attıktan sonra adeta birer rûhânî, birer melek haline gelirler ve hayatlarını vakfettikleri davada yol gösterir, başkalarına arka çıkar ve onları desteklerler. Ama arzettiğim gibi frekans bütünlüğü lazım.

Ruhun ruhla münasebeti gönderdiği şerâreleri tam frekansında gönderme ve başkalarını tesir altına alma öyle müthiş hadiselerdir ki, bunları madde ile izaha imkan yoktur.

Valtson’un İstanbul’daki gösterisinde bulunan bir dostum bana şunları anlattı:

Gösteri yüz kadar ilim adamının huzurunda ve üniversiteye ait bir salonda yapıldı. Valtson’un uyu dediği uyuyor, kalk dediği kalkıyor, otur dediği oturuyordu. Birisinin başından aşağıya soğuk su döküyor, adama ‘Bak seni yakıyorum’ diyor ve adam bangır bangır bağırıyor… Bir başkasının üzerine kaynar su döküyor halbuki adama soğuk su döktüğünü söylüyor ve adamın hiç sesi çıkmıyor.

Bu ve benzeri gösteriler günümüzde o kadar çok yapılıyor ve o kadar çok insan bunları izliyor ki, vak’ayı inkar etmek veya görmezlikten gelmek mümkün değildir. Öyle ise bu tür gösterilerin işaret ettiği esas noktayı görmek icab eder. İşte bu nokta, madde ve fizik ötesi bir âleme ait varlıkların mevcudiyeti gerçeğidir.

Semboller (Temessülât) 4 dk.

Konuya Efendimizin (sav) mübarek bir hadisiyle başlayalım. Müslim, Dârimi ve Ahmed b. Hanbel’in müsnedinde rivayet edilen bir Hadis-i Şeriflerinde Efendimiz şöyle buyuruyorlar: ‘Bakara ve Âl-i İmran surelerini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde iki aydınlık, iki ışık kaynağıdır’. Başka rivayetlerde ‘Zehrâveyn’ yerinde ‘Gayâbetân’, ‘Gamâmetân’ ifadeleri vardır ki ‘iki bulut’, ‘iki gölge’ demektir. (1)

Siz Kur’an okursunuz. Okuduğunuz her harf ve kelime dalgalar halinde âlây-ı illiyyîne yükselir ve gider Mele-i âlâya ulaşır. Bakara ve Âl-i İmran sureleri de okunduğu zaman iki ışık veya iki bulut, iki gölge halinde ahirete intikal ederler.. ve insan ahirete gittiğinde onları başının üzerinde bu şekilde temessül etmiş bulur.

Yukarıdaki hadisin devamında ‘Bunların okunmasında bereket, terkinde nedamet vardır. Bunları okumaya da ancak yiğitler güç yetirebilir’ deniliyor.

İnsan Kur’an ile doğru ve aydınlık yolu bulur. Kur’an’la bütünleştiği ölçüde kendisini her türlü tehlikelerden korumuş olur. Böyle yaşayan ve böyle ölen bir insan, öldüğü gibi haşrolur ve yine koruyucu ve bir ışık kaynağı olarak orada da Kur’an’la karşılaşır.

Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi de bize şu hadisi naklederler:

İbn-i Ömer diyor ki: Rasulü Ekrem (sav) yanımıza geldi. Sağ ve sol elinde iki tane kitap vardı. Bize hitap ederek;

‘Bu kitapların ne olduğunu biliyor musunuz?’ buyurdu. Biz ‘Hayır ya Rasûlallah’ dedik. Sağ elindeki kitaba işaretle şöyle ferman ettiler:

‘Bu sağ elimdeki Rabbü’l-âlemînden bir kitaptır. (O’nun bana verdiği, temessül ile intikal ettirdiği bir kitaptır.) Bunda bütün ehl-i Cennetin isimleri, babalarının, kabilelerinin, aşiretlerinin adları yazılıdır.’ Sonra sol elindeki kitaba işaret buyurarak:

‘Bu da Cenab-ı Hakk’tan bana bir kitaptır ki, onda cehennem ehlinin isimleri, baba ve kabilelerinin adları vardır.’

İbn-i Ömer sözüne devamla; ‘Biraz sonra da (sanki uçup gitmiş gibi) bu kitaplar kayboldu.’ (2) Şayet bu kitaplar alem-i şehadete mahsus kitaplar olsaydı, evvelâ bütün ehl-i cehennemin isimlerinin o kitapta yazılı olması mümkün değildi. İkinci olarak, o devirden kıyamete kadar gelecek bir sürü insan daha dünyaya gelmemişken, babalarının ve kabilesinin isimleri, dünyaya ait bir kitapta yazılmış olamazdı. Olsa olsa o sâbit aynalardan intikal etmiş, âlem-i misâle ait levh-i mahfûzun istinsahlarından ibaret levh-i mahv ve isbatla alâkalı bir kısım tablolardan ibarettir.

İbn-i Ömer’in ‘Biraz sonra da bu kitaplar kayboldu’ ifadesinden biz bu mânâyı anlıyoruz.

‘O gün her nefis yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O, kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisinden (emirlerine karşı gelmekten) sakındırıyor. Allah kullarına şefkatlidir.’ (Âl-i İmran, 3/30) mealindeki ayet de bu hakikatı ifade ediyor.

‘O gün herkes ne amel etmişse onu hazır bulacak.’ Namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, gönülden bir kere Allah diyen, mescide gelen, Huzur-u Rabbü’l- âleminde başını yere koyan, ‘Kulun Allah’a en yakın olduğu hal, secdedir’ (3) hadisiyle anlatılan durumu kazanan bir insanın bütün bu amelleri belli bir âlemde temessül eder, kendilerine has şekil ve keyfiyetlere bürünürler… Ve insan da bunları orada, başının ucunda hazır bulur. Berzah âleminde bu çizgide cereyan eder. Onun bu cereyan şekli haşirde, sıratta da devam eder ve Cennetle sona erer. ‘Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür.’ (Zilzâl, 99/7) ayetiyle anlatılan temessülü o gün bütün vüzûhuyla ortaya çıkar..

 

[1] Müslim, Müsafirin 252, 253; Dârimi, Fezâilu’l-Kur’an 15; Müsned, 4/183
[2] Tirmizi, Kader 8; Müsned, 2/167
[3] Müslim, Salat 215; Nesei, Mevâkit 35; Tatbik 78; Tirmizi, Deavat 118

Amellerin Temessül Etmesi 8 dk.

Kur’an ferman ediyor: ‘Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız.’ (İsra, 17/13)

Herkesin arkasına takılan ve sahibinden ayrılmayan bir kitabı vardır. Hiç kimse, hayır ve şer herşeyi içinde muhafaza eden kitabtan kurtulamaz. Herkesin kitabı gerdanlık gibi boynuna takılmıştır. Âlem-i şehâdette yapılan şeyler aynıyla gerdanlık olamayacağına göre, yaptığımız her iş, her amel âlem-i misâle ait keyfiyetiyle boynumuza takılacaktır. Nasıl olacaktır? Havadaki ses ihtizazları gibi mi? Elektromanyetik dalgalar gibi mi? Eşyanın bir kısım ses, şekil, renk ve keyfiyetleri imtisas etmesi (absorbe) gibi mi? Her şeyin eşyanın içinde muhafaza edilmesi gibi mi? Keyfiyeti bizim için meçhul; ama varlığında zerrece şüphe yok. ‘Sırların açığa çıkacağı gün’ (Târık, 86/9) bu defterdekiler ortaya dökülecektir. Keyfiyetini bilemiyoruz; ama ne çıkar? Biz misallerle meseleyi çözmeye çalışıyoruz. Zaten Kur’an da, ‘Ve lillâhi meselü’l-a’lâ; en yüce misaller Allah içindir’ (Nahl, 16/60) diyerek bize misal vermeyi öğretmiyor mu? Evet burada Zat-ı Ecelli Â’lâyı tanıma mevzuunda da misal verilebileceğine işarette bulunuluyor. Misallerin en alîsi 0’na ait ve biz misallerle meselelerimizi vüzûha kavuşturmaya çalışıyoruz.

Kabirde ameller temessül eder. Rasulü Ekrem (sav): ‘Namaz nur, sadaka bürhandır’ (1) buyuruyor. Namaz bir nur, sadaka ise bir burhan halinde temessül eder. İki bahadır civanmert gibi insanı muhafazaya çalışırlar.

Bir başka hadislerinde de yine bu manaya işaretle şöyle buyururlar: ‘Cenaze mezara konduğu zaman kendisini teşyi edenlerin daha ayak sesleri kesilmemiştir ki, melekler gelir kendisine soru sorarlar. Tam o dakikada nûrânî bir şey gelir onun baş ucuna oturur. Bu onun namazıdır. Bir başka nûrânî şey ayak ucuna oturur. Bu onun sair hayrat ve hasenatıdır. Bir başka nûrânî şey onun sağ tarafına oturur. Bu onun orucudur. Bir başka nûrânî şey sol tarafına oturur bu da onun zekatıdır. Bunlar, sağdan ve soldan kabrin onun kemiklerini sıkmasına (canını yakmasına), sıkıntılar hasıl etmesine karşı onu korurlar.’ (2)

‘Kabir amellerin çeyiz sandığıdır’ Bir gelinin çeyizlerini içine koyduğu sandık gibi, ebedi vatanımız ve baba yurdumuza gittiğimiz zaman, namazımızı, orucumuzu, zekatımızı, hayrat ve hasenatımızı orada temessül etmiş olarak bulacağız.

Ehlullahtan riyavet edilen menkibeler vardır. Onlardan birisi şöyle der: ‘Mezara beni koydukları zaman cehennemin dehşet saçan keyfiyeti karşıma dikildi. Üzerime geliyordu. Ve bir kaç tane ekmek adeta siper oldu ve beni korumaya başladılar. Ben bunların keyfiyetini sordum. Dediler ki, bunlar sen hayatta iken fakirlere tasadduk ettiğin ekmeklerdir.’ Bu bir Ehlullahın müşahedesi… Allah Rasulü (sav) de ‘Namazın baş ucunda, orucun sağında, zekatın solunda, sair hayrat, sadakat ve hasenatın ayak tarafında seni himaye edecek’ (3) derken yine bize misal aleminden bazı tablolar sunuyor.

Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde ‘Mahşer’de insan, yaptığı hasenat ve hayratla korunacaktır’ (4) diyor. Bir zayıf hadis de bize şöyle bir hususdan bahsediyor: Cehennem, dalga dalga köpürüp coştuğu bir anda, insanlar dehşet içinde ondan kaçarken, iki cihan serveri ümmeti için çırpınıp durmakta ve kurtarmak için bir çare aramaktadır.. (Nasıl aramaz ki, o daha doğduğu anda bile ‘Ümmetî Ümmetî’ diye inlemiştir.) Tam o esnada karşısında Cibril belirir. Cibril ki onun en yakın dostudur. Elinde bir bardak mâi tutmaktadır. Bardak yarısına kadar su doludur. Allah Rasulü, Cibrilden elindekinin ne olduğunu sorar. Cibril ‘ümmetinin göz yaşlarıdır’ cevabını verir. Ve sözlerini şöyle devam ettirir: ‘Bugün cehennemi bundan başka hiçbirşey söndüremez.’ (5)

Dünyada damla damla akıtılan göz yaşları, ahirette cehennemi söndürecek en müessir iksir olacaktır. Zaten sahih bir hadislerinde de Efendimiz şöyle buyurmuyor mu:

‘İki göz vardır ki, cehennem ateşini görmez. Birisi: Allah korkusuyla ağlayan göz. İkincisi: Düşman karşısında nöbet tutan nöbettarın gözü.’ (6)

Birisi dâhili düşman olan nefsine karşı, diğeri de ırz, namus, vatan ve bunlardan da mukaddes dinine saldırmak için fırsat kollayan hârici düşmana karşı. İşte bu iki grup insanın gözleri, cehennem ateşi görmeyecektir.

Bundan da anlaşılıyor ki, mü’minin her bir ameli, ahiret menzillerinin her birinde ayrı ayrı temessül edecek; kimi yerde o, mümini bela ve musibetlere karşı koruyacak, kimi yerde de onun karşısına bir Cennet taamı veya diğer Cennet nimetlerinden biri olarak çıkacaktır.

Mü’ minin her ameli, arşı a’ zama yükselir. İmam Ahmed, Numan b. Beşir’den naklediyor: Allah Rasulü buyurdular ki: ‘Arş-ı A’zamın etrafında daima arı sesi gibi sesler duyulur. Sizin tesbih, tehlil, tekbir ve tahmidleriniz, vızıltılar halinde Allah’ın arşının etrafında tıpkı oğul veren arı şeklinde vızıltılar çıkartır. Ve bunların tek dilekleri de sahiplerinin affedilmesidir.’ Rasûlü Ekrem bu ifadelerinden sonra soruyor: ‘Rabbinizin yanında böyle şefaatçilerinizin bulunmasını istemez misiniz?’ (7)

Siz durmadan dua ve zikirle Cenab-ı Hakk’a yalvarıp yakaracaksınız. Ağzınızdan çıkan her kelime, her ses, dalgalanıp arşa yükselecek ve arşın etrafını ihata ederek orada arı sesi gibi ses çıkaracak ve hakkınızda şefaatte bulunmaya çalışacaktır. İşte, keyfiyeti meçhul olmakla beraber, bu ve benzeri hadisleri bize, misal aleminde bazı levhalar anlatmaktalar.

Mallarınız temessül edecek, Allah’ın nezd-i uluhiyetinde kıymet ifade eder değerleriyle hakkınızda şefaatçi olacaklar. Zekatını, sadakasını, öşrünü vermediğiniz mallarınız ise yılanlar, çıyanlar halinde temessül ederek yine misal aleminden levhalar halinde nazarınıza arzedilecek ve size eza ve cefa yapacaklar. Bir ayette bu hakikat anlatılırken şöyle buyurulur:

‘Allah’ın kereminden kendilerine verdiğini cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, o kendileri için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolandırılacaktır. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.’ (Âl-i İmran, 3/180)

Tirmizi, Nesei ve Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte de bu husus teyid edilmekte ve şöyle denmektedir:

‘Bir mü’minin, malının zekatından vermesi gereken şeyi vermediği takdirde, bu mal ahirette onun karşısında yaşlılığından ve dehşetinden başının tüyü dökülmüş, dehşetli bir yılan halinde temessül edecektir.’ (8) Buhari, Müslim şu ilaveyi yapıyorlar:

‘Onun iki tane de dişi vardır. Kişiyi ağzından veya avurdundan ısırırlar.’ (9)

Meseleyi hülasa etmeye çalışalım: baştan buraya kadar bir bir saydığımız deliller muvacehesinde diyoruz ki, âlem bizim içinde bulunduğumuz âlemden ve varlık da bu âlemde mevcut varlıklardan ibaret değildir. Belki bu âlemin verasında başka âlemler ve o âlemlere mahsus da varlıklar bulunmaktadır. 

 

[1] Nesei, Zekat 1; Müslim, Taharet 1; Tirmizi, Cuma 80; Deavat, 85
[2] Abdürrezzak, Musannef, 3/582, 583
[3] Abdürrezzak, Musannef, 3/582, 583
[4] Müsned, 6/352
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsir-i Münir, 27/141
[6] Tirmizi, Fezâilü’l-Cihad 12
[7] Müsned, 4/268-271
[8] Tirmizi, Tefsir-i Sure Al-i İmran, 4; Nesai, Zekat, 2; Müsned, 1/377
[9] Buhari, Zekat 3; Tefsîru Sure 3/14, 9/6; Müslim, Zekat 27, 28

Ruhun İnkişafı İçin Mürşid Gereklidir 5 dk.

Ruhî gelişmenin kendisine göre bazı usul ve prensipleri vardır. Bu prensiplere riayet eden herkeste, o şahsın istidat ve kabiliyeti ölçüsünde bazı mazhariyetler olur. Prensiplerdeki teferruatı bir tarafa bırakacak olursak, ister yogizm’de, ister fakirizmde ve isterse tasavvufta, ruhî melekeleri geliştirmeyi bir usule bağlamak mümkündür. Eskiler bunu şöyle ifade ederlerdi: ‘Kılletü’t-taam, kılletü’l-menam, kılletü’l-kelam, sükût-u müdâm, uzlet ani’l-enâm, zikr-ü müdâm, teveccüh-ü tam.’

Evet, bu yolda az yiyeceksin. Özellikle proteini bol olan yağ, et, yumurta gibi gıdalardan kaçınacaksın. Az içecek, az uyuyacaksın. Zaten Allah Rasulü de bütün bu hususlara işaretle: ‘Sizin adınıza en çok korktuğum, göbek bağlamanız, çok uyumanız, tembelliğiniz ve yakîninizin az olmasıdır.’ (1) buyurmuyor mu? Aslında, sırasıyla bunlar birbirini doğuran neticelerdir. Çok yiyen bir insan çok uyur, çok uyuyan bir insanın da yakîni çok az olur. Aksi neticeler de yine bunların aksinden doğar. Yani, az yiyen az uyur ve az uyuyanın da yakîni gün geçtikçe çoğalır. Öyle ise bu neticeye ulaşmak isteyenler, mutlaka az yemeli, az uyumalı, hayrete varmalı ve gözlerinin misal alemine açılmasını temin etmelidirler.

Neticeye ulaştıran şartlardan biri de az konuşmaktır. Hz. Ömer’in (ra) dediği gibi ‘Çok konuşanın sakatatı çok olur.’ (2) Onun laflarının çoğu işe yaramaz ve bu tür insanlara gayb perdesi aralanmaz.

‘Sükût-u müdâm’ devamlı sessizlik demektir. İnsan sesini kesip, gözünü, muttali olmak istediği aleme döndürmeli ki, yaramaz her şeyi unutarak ruhunu ulvi alemlerle irtibatlandırabilsin.

‘Uzlet ani’l-enâm’ ise halktan uzak ve ayrı durmak manasına gelir. İnsan, göz ve kulak vasıtasıyla kalbinin, ruhunun kirlenmesine meydan vermemelidir. Halbuki çarşı-pazar ve insanlarla ihtilatta, bunların kirlenmesine sebep olacak faktörler sayılamayacak kadar çoktur. Bu faktörlerin menfi tesirinden kurtulabilmenin en sağlıklı yolu uzlet, yani insanlardan uzak kalmaktır.

‘Zikr-ü müdâm ve teveccüh-ü tam’, neyi anmak gerekiyorsa onu anmaktır. Kimisi Mesih’i, kimisi de Buda’yı anar. Halbuki bizler Allah’ı anar ve O’nun yüce adını vird-i zeban ederiz. Böylece teveccüh-ü tam hasıl olur ve insanın ufkunda yeni menfezler açılır. Bir insanın gayb alemine muttali olmasının yolu, arzettiğimiz hususlar gibi şeylere riayetten geçer. Günde üç öğün yemek yiyen, karnını tıka basa doyuran ve kendini gevezeliğe salıp, bilip bilmediği herşeyi konuşan, zikre devam etmeyen ve cemiyet hayatında, çoğunlukla kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyatla meşgul olan.. çok uyuyan ve gaflette boğulan bir insanın, bana niçin gayb perdesi açılmıyor, diye itiraza hakkı yoktur. Zira o, kendini neticeye ulaştıracak yolun erkanına riayet etmemektedir. Menzile varılmaması da gayet normaldir.

Her şeyin bir usulü vardır. Bu usulle beraber, bu mevzu mürşid ve üstad ister. Ben kendi kendime yaptığım riyazat sebebiyle bazı rahatsızlıklara maruz kalmıştım. Bu esnada bana el uzatan bir hak dostu ‘riyazat mürşid ister, müsaadesiz yapılamaz’ demişti. Hakikaten daha sonra ben de aynı kanaate sahip oldum. Riyazat yapmak isteyenler, bunu mutlaka bir mürşidin nezâreti altında yapmalıdır. Aksi halde altından kalkılamayacak kadar ağır rizikolar söz konusu olabilir. Burada önemli bir konuya da işaret etmek istiyorum: Bu türlü şeylerle meşgul olan kimseler şayet, mânâ alemine gözleri açık değil ve ayağının basacağı yeri bilemiyorlarsa -Allah muhafaza buyursun- her zaman bir kısım habis ruhların saldırısına maruz kalmaları muhtemeldir. Bunlar cindir, şeytandır veya habis ruhtur ve bunlar çok mühim değildir. Mühim olan bunların kendilerini o şahsa kabul ettirme keyfiyetleridir. Bilhassa kişi bu işi usulünce yapamıyorsa ve başında kendisine ışık tutan bir rehberi, bir mürşidi de yoksa, bu habis ruhlar kendilerini kabul ettirir ve o şahsı oyuncak haline getirebilirler. Böyle birşey, bazen terğib, teşvik ve okşamakla, bazen de tehdit ve korkutmakla olur ve o kişiyi bütünüyle kendi hesaplarına göre konuşturur, kendi hesaplarına göre iş yaptırırlar. Günümüzdeki sapıkların çoğunda görüldüğü gibi, kimisine Mehdi, kimisine Mesih, kimisine (haşa) peygamber ve kimisine de (haşa) Allah olduklarını söylettirirler. 

 

[1] Kenzu’l-Ummal, 3/460
[2] Keşfü’l-Hafa, 2/374-375

Şeytanın Telkinleri 9 dk.

Şeytanlar bazı insanları tesirleri altına alarak değişik davranışlara sürükler ve kimisine Mehdi, kimisine Mesih, kimisine de peygamber olduklarını telkin ederler.

Hindistan’da zuhur eden ‘Gulam Ahmed’ bu kabil şeytanların mel’abesi (oyuncağı) olmuş bir insandı. 19. ve 20. asrı birbirine bağlayan bir dönemde yaşamış bu insan, bugün ‘Gulam Ahmed dini’ (!)’nin kurucusudur. O işin başında Hint yogizmine karşı, fakirizm yolunu tutmak suretiyle İslam’ın üstünlüğünü ispat etmek istemiş ve fakat habis ruhların saldırısına maruz kalmıştı. Gulam Ahmed, önceleri kendisinin müceddid olduğunu söylüyordu. Zira habis ruhlar ona bu telkinde bulunuyor ve ‘Sen müceddidsin, insanlığı, içine düştüğü bu girdaptan sen kurtaracaksın, beşere beklediği kurtuluş dönemini sen bahşedeceksin.’ diyorlardı. Sonra meseleyi biraz daha ileri götürerek, bu işin sadece bir tecdid işi olmadığını kendisine telkin ettiler. Böyle ağır bir mükellefiyeti ancak ‘Mesih’ yüklenebilirdi. Ve derken Gulam Ahmed’i buna kat’iyyen inandırdılar. O da açıkca mesihiyetini ilan etti. Eserlerinin bir çok yerinde, ‘Gökten inmesi beklenen mesih’ benim dedi. Ancak meseleyi bu kadarla atlatması da mümkün olmadı. Daha sonraları (haşa) Cenab-ı Hakk’ın kendisine hulul ettiğini iddia etti. Ve ‘Allah bende zuhur etti.’ demeye başladı.

Kimseyi kınamıyorum. Fakat ben, birçok safdil insanların ‘Mehdilik’, ‘Mesihlik’ iddialarının altında hep aynı habis ruhların telkinini görmüşümdür. Onlar bilerek veya bilmeyerek böyle habis ruhların manyetik alanına girmiş ve daha sonra da bir türlü kurtulamamışlardır. Bu itibarla, İslamî ölçü ve kıstaslara uymayan her türlü iddianın, seviye farkı sabit olmakla beraber, çeşitli habis ruhlarla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yukarıda da dediğim gibi bu insanlardan bazısı düştüğü girdabın farkındadır, bazısı da değildir. Ve iddia ettiği makamın hakikaten sahibi olduğunu zannetmektedir. Halbuki normal şartlarda bir insan, rüyasında dahi böyle mualla makam ve mevkilere liyakatını ifade etse, uyandığında ürpermeli tevbe ve istiğfar etmelidir. Bu konu, ayakları kaydıran bir konudur. Onun için üzerinde ısrarla duruyorum. Bunda mürşidsizliğin payı çok büyüktür. Nitekim Gulam Ahmet böyle bir yokluğun kurbanı olmuştur. Bir mürşidden el almaması ve sünnet rehberliğinde yürümemesi onu bu hallere düşürmüştür.

Aslında Gulam Ahmed’in başarmaya çalıştığı iş kolay da değildi. O, yogilere onların usulleriyle galebe etmeye çalışıyordu.

Yogilik daha çok Hindistan’da vardır. Tibet ve diğer yerlere nisbeten yaygın sayılır. Yogilerin hiçbir dini gaye ve idealleri yoktur. Belki çoğu itibariyle tamamen inançsızdır. Ancak belli temrin ve usullerle ruhi melekelerini geliştirir ve bizim kayıtlı olduğumuz şartlardan kısmen kurtularak harikulâde haller gösterirler. Daha önce de arzetmeye çalıştığımız, az yeme, az uyuma, az konuşma, daima düşünme ve bilhassa insanlardan tecerrüd etme prensipleri yogilerce de tatbik edilen usuller arasındadır. Ruh, cesedin rağmına geliştiği için, bu prensipler hiç bir yerde değişmemektedir.

Bir de yogizme karşı aynı usul ve prensipleri kullanan ve onlara karşı cihad içinde olan ‘fakir’ler vardır. Fakirler İslamî inanca sahiptirler. Ve İslam’ı bu usulle tebliğ edeceklerine inanmaktadırlar.

Yogilerle fakirler arasında bu manada amansız bir mücadele mevcuttur. Kim daha harika hadiselere sebep olursa, sanki galebe onun hakkıdır. Fakat bütün bu hallerin zuhuru, uzun seneler çalışmayı ve cehdi gerektirmektedir. Mesela bir yogi veya bir fakir, çok rahatlıkla bir treni durdurur, elinin bir işaretiyle kendisinden çok uzakta olan bir insanı yatırır-kaldırır, havada uçurur ve daha nice harikulâde haller gösterir.

İşte Gulam Ahmet bu şartlar altında mücadele veren bir insandı ve işi zordu. Fakat onun bütün bu zorları aşması akibetini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Habis ruhların elinde oyuncak haline geldi ve gidip ‘hulul’ inancına saplandı.

Onun için bence, gayba muttali olma ve harikulade hallere mazhariyet, bir mümin için esas gaye ve hedef olmamalıdır. Müminin gaye ve hedefinde sadece Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu bulunmalıdır. Eğer bir yola süluk edilecekse, bu da mutlaka o yolun erkanını bilen kamil bir mürşidin, bir muallimin gözetimi altında olmalıdır.. olmalıdır ve bütün cehd-ü gayretlerin odak noktasında da hep rızâ-i İlahi bulunmalıdır.

Usule riayet ile gayb alemine muttali olmak ‘marifet’ adına şart mıdır? Ben kat’iyyen buna ‘evet’ demiyorum. Onun için de böyle bir yolu denemeyi hiç düşünmedim, düşünmemeli de. Çocukluk döneminde az da olsa aklımın köşesinden geçtiği söylenebilir. Ne var ki, hiçbir zaman bu türlü düşünceler bende uzun ömürlü olmamıştır. Zira insan, Mevla’nın nazargâhı olan kalbine aksettirdiği hakikatları, delilleri, vicdanında arayıp, vicdanında bulmalıdır.

Evet O’nun, marifet adına, kuluna gösterdiği bürhanlar o denli güçlü ve yeterlidir ki, hariçte bürhan aramaya hiç ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hele Kur’an’ın nûrefşan ilhamatı ve gönüllere fısıldadığı vâridâtı katiyyen başka bürhan aramaya ihtiyaç bırakmaz ve bırakmamıştır da. Bütün bu mülahazalar mahfuz olmakla beraber yine de diyorum ki, günümüz insanı, maddeci düşüncenin hakimiyeti altında inim inim inlemektedir. Ezici bir çoğunluk, fikir hayatı adına materyalist zihniyete sahiptir. Onun için de maddenin başına indirilecek değişik türden balyozlara ihtiyaç vardır. Bu balyozun kimin elinde olduğu da mühim değildir. Mühim olan onu, bizim hangi gaye ile kullandığımızdır. Benim, buraya kadar telepatiden, telesteziden, medyumdan, yogiden deliller getirmem ve sizlere bunları intikal ettirmeye çalışmam da tamamen bu gayeye matuftur. Yani maddeci zihniyeti, materyalist düşünceyi yıkıp, nazarları tabiat ve fizik ötesi alemlere çevirebilmektir.

Herhangi bir insanın, üç aylık çalışma ile, bir-iki ‘erbain’ (kırk gün inzivaya çekilme) çıkartmakla, gözünü yumduğunda üç ay sonra olacak hadiseleri sapmadan veya az bir inhirafla söyleyebilmesi, içinde bulunduğu ülkenin içtimâî ve siyasi gelişmelerini çok önceden kestirip ifade edebilmesi, hükümet şu zaman düşecek, şu parti kazanacak, başbakan filan kişi olacak, cumhurbaşkanlığına filan kişi seçilecek, şeklinde tahminlerde bulunabilmesi -biraz tecrübe ettiğim için bilerek söylüyorum- hiç de zor şeyler değildir.

Ama ben, bunların hiçbirini mini bir marifet olarak kabul etmiyorum. Asıl marifet, Allah’ı bilmek, tanımak ve O’nun kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bilip tanımak da gerçek marifete dahildir. Bunlardır ki, insanı gökler ötesi alemlerde marifet erbabı seviyesine yükseltir. Havada uçmalara, aylarca bir şey yemeden-içmeden yaşamaya gelince bunlar, ‘marifet’ adına çok önemli şeyler değildir. Biz, eğer istemeyerek de olsa, bu kabil şeyleri aktarmaya çalışıyorsak, bu biraz önce de dediğim gibi, maddenin çatlamak üzere olan kalıp ve cidarlarına bir darbe daha indirmek içindir. Yoksa bunları çok önemli şeyler kabul ettiğimizden değildir.

Burada ayrıca şu hususun izahına da ihtiyaç olduğu kanaatindeyim: Bazı insanî latifelerini geliştiren herkes, gayb alemine muttali olabilir. Cenab-ı Hakk’ın müsaade ettiği çerçeve içinde bazı şeyleri bilebilir ve müşahede edebilir. Bu, tamamen kalbe söz dinletme ile alakalı bir meseledir. Ve bu hususun, dinle, dinsizlikle, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olmakla hiçbir alakası yoktur. Ruhun güç ve kuvvetiyle zuhurunu temin eden, onu ten kaydından kurtararak sınırsızlığa çıkaran kim olursa olsun, Cenab-ı Hakk ona bu mazhariyeti lutfeder. Onun içindir ki, baştan beri size aktarmaya çalıştığım, velinin kerametlerini, medyumun harikulade hallerini, onların misal ve berzah alemlerine ait tabloları insanların nazarlarına arz etmeleri, insan ruh ve latifelerinin önündeki berzahların kaldırılmasıyla alakalıdır. Başkaca bir kerameti de yoktur. Bir kere daha hatırlatmak isterim ki, bunlar, zatında hiçbir kıymet ifade etmezler, asıl olan Cenab-ı Hakk’ın rızasıdır. Bununla beraber dünyanın şarkında ve garbında meydana gelen bu tür hadiseler ve rivayet edilen vakalar, maddeci zihniyeti darbelemesi açısından bizim için de söz konusu olmaktadır.

Hz. Âdem ve Şeytan 9 dk.

Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem’e secde emri, söz konusu olunca, şeytan’ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk’ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk’ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.

Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: “Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.” (1) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur’an-ı Kerim; “Derken şeytan onları oradan kaydırdı.” (Bakara, 2/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.

Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah’a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sav), esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: “Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın!” (2)

Mü’minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü’mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te’sirinde kalan mü’minin de işi bitmiş demektir.

Hz. Adem’in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk’ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah’a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O’nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem’in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve “sakın buna dokunmayın” demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem’in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: “Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı)” (Bakara, 2/37). Yani O, “Allah’ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.” dedi. Hz. Adem’in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb’i de O’nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle “Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.” (3) Öyleyse Hz. Adem’e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah’a zelle isnat etmek en azından su-i edeptir.

Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalpî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (as) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.

Hz. Adem’in öğrendiği kelimeler hususunda pek çok rivayet vardır. Bize göre en kuvvetlisi, Kur’an’da geçen şu cümlelerdir: “Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.” (A’raf, 7/23) Bunlar, bütün mü’minlerin dilinde her zaman vird-i zeban olan sözlerdir. Sanki babamız Hz. Adem ile anamız Hz. Havva tek bir dil olmuş, biz yavrularına ve gönül meyvelerine bu duayı öğretmişlerdir. “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, olanlar hep bizim hatamızdan kaynaklandı. Seni dinlememe bir zulümdür; bir zulümdür ama, biz bu zulmü işledik. Sen ise bize hep iyilik ettin. Bizi yoktan yarattın, vücud nimetini tattırdın. Sonra bize Cennet gibi bir yuva bahşettin ve bu yuvada bizi birbirimize enis ve dost yaptın. Aramıza sevgi ve muhabbet koydun. Beraberce Cennetin güzelliklerini ve senin cemalini seyretme arzusu ile içimizi donattın ve coşturdun. Ne var ki biz, bütün bunların kıymetini bilemedik. Geçici de olsa hata ettik ve fasid bir dairenin içine girerek şeytanı hoşnut ettik. Halbuki onun amansız ve apaçık bir düşman olduğunu Sen bize önceden haber vermiştin; bir hata daha ederek bunu da unuttuk.. unuttuk ve memnu meyveye el uzattık. Bütün bunlar oldu, ama neticede başkalarına değil, biz kendimize zulmettik. Zaten her günahın acı kaderi de budur. Günahkâr, ancak kendine zulmetmiş bir zavallıdır. İşte biz de, şimdi böyle bir zavallı durumundayız. Eğer mağfiretin imdadımıza yetişmezse biz hepten hüsrana uğrar ve kaybedenlerden oluruz.”

Diğer bir rivayet, onların öğrendiği kelimeleri şöyle anlatır: “Seni tesbih ve takdis ederim Allah’ım. (Kurbiyetin noktasından) sana hamd ederim. (Ben uzağım Sen yakınsın) Senin ismin çok yücedir. Senden başka İlah yoktur. Ben nefsime zulmettim. Beni affet, günahları ancak sen affedersin.” (4)

Ayrı bir rivayet de İbni Abbas’tan şöyle nakledilir: Hz. Adem zellesi neticesinde ihtar alınca, Cenab-ı Hakk ile arasında şöyle bir konuşma cereyan eder. Söze Hz. Adem başlar:

-“Rabbim beni kendi elinle (kudretinle) yaratıp bana kendi ruhundan üflemedin mi?”

– Evet öyle yaptım.

– Ne buyurursun acaba, ben tevbe etsem beni eski yerime döndürür müsün?

– Evet, döndürürüm. (5)

Hz. Adem (as), bu rivayetlerden hangisiyle müracaat etmiş olursa olsun, O’nun böyle içten ve yürekten yönelişi, Rahmet-i İlâhîyi gayrete, rahmet semasını harekete geçirmiş, geçici olarak kararmaya, kuraklaşmağa maruz kalmış olan Hz. Adem’in gönlüne, oradan sağnak sağnak rahmet yağmış ve onun gönlünde yeni yeşermeler yeni filizler oluşmaya başlamıştır. Bu ümittir ki, Hz. Adem’in canına can katmış ve tevbe arşiyelerini tamamlamada O’na yoldaş olmuştur.

Kâdı İyaz ise, Hz. Adem’in tevbesini ve o tevbenin kabulünü şöyle bir tablo ile resmeder: Hz. Adem, dua dua yalvardı. Gözyaşlarını ceyhun etti.. evet Dergâh-ı İlâhîden uzaklaştırılması O’nu o kadar üzmüştü ki, bir türlü kendine gelemiyordu. Nihayet Cennetten aklında kalan bir hatıra O’nda yeniden dirilme ümidini şahlandırdı. Hz. Adem, henüz Cennette iken, Cennet kapısında gördüğü bir levhayı seyre dalmıştı. Levhada “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah” yazıyordu. Cennetin girişi bu cümle ile süsleniyordu. Adetâ “Muhammed” ismi, birden Hz. Adem’in karşısında temessül etti. “Allah’ım beni Muhammed hürmetine affet” dedi. Cenab-ı Hakk: “Sen onu nereden biliyorsun?” diye sorduğunda, Hz. Adem: “Arş-ı A’zam’da Senin mübarek adının yanında O’nun isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Bundan anladım ki, nezd-i ulûhiyetinde teklifsiz biri varsa o da o zattır.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, Hz. Adem’i affedip kurb-ı huzuruna kabul buyurdu. (6)

 

[1] İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50
[2] Buhari, Bedu’l-Halk 11; Edeb 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, Edeb 7; Salat 156
[3] İbni Mace, Zühd 30
[4] Kurtubi, el-Camiu Liahkami’l-Kur’an, 1/324
[5] Hakim, Müstedrek, 2/545
[6] Hakim, Müstedrek, 2/615

Şeytan ve Vesvese 26 dk.

Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan “vesvâs” kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan “vesvesenin kaynağı” demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.

Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur’an-ı Kerim’de ayrı ayrı zikredilir.

“Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; “Şeytan Adem’e vesvese verdi” (A’raf, 7/20; Tâha, 20/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.

“Nefsin vesvesesi” tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, “Senin en büyük düşmanın nefsindir” (Keşfu’l-Hafa, 1, 143) diyen Allah Rasulü (sav), işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.

Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.

Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalptir. O, burada diğer azalara kalp vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalpte hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalpte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.

Halbuki kalpte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalpte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalp, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalpte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalpte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalp vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalplerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, “İmanın ta kendisidir!” (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.

Kalpten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalplerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.

Eğer, kalpten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi… Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalpte değil sadece hayaldedir.

Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalp tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.

Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. “Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer” (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.

Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam’ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.

Buraya kadar şeytanın insana karşı bir silahı sayılan vesvese üzerinde durduk. Şimdi bu hususu bir kaç madde içinde özetleyelim:

1) Vesvese İmanın Kuvvetindendir

Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak birşey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram’dan Efendimize gelip, “Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım” diyen birine, Efendimizin (sav) cevabı: “Endişe edilecek birşey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.” (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (as) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Şeytan, kupkuru ve bomboş kalplerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalplere hücum eder.

Vesveseye düşen mü’min, “Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden, şimdi de imana, İslam’a ait mes’elelerde vesvese ve şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor; ama -inşaallah- benden birşey koparamayacaktır. Bu onun son çırpınışlarıdır; kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi, bir gün gelecek, o da benden birşey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir. Zaten gitmese de kapılar ona sürmeli. Beni koruyan kale çok sağlam ve Allah’ın izniyle onun buna birşey yapması sözkonusu değildir.” diye düşünmelidir.

2) Vesvese Kalbin Malı Değildir

Kalp vesveseden rahatsız olduğuna göre o vesvese kalbe mâl edilemez. Çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalp ondan rahatsız ve tedirgin olmazdı; zaten böyle bir kalple şeytan da uğraşmazdı.

Kalbin rahatsız ve tedirgin olması, kalp ve sahibinin vesveseye razı olmamasından ve vesvese ile o kalbin arasında mana ve mahiyet bakımından bir münasebetin bulunmamasındandır. Bunu, tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda meydana getirdiği arızalara karşı vücudun antikorları devreye sokması neticesinde hararetin yükselmesi gibi, kişinin vesveseye karşı reaksiyon göstermesi, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştahının ve ağız tadının kaçması.. gibi şeylerden de anlayabiliriz. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği, bizim malımız olmayan yabancı hayal, düşünce ve vesveselere karşı, ma’nevi yapımız, iman potansiyelimiz adeta antikor üreterek, bu şer ve şerâreler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer vücudumuz, herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen ona teslim oluyorsa -AİDS virüsüyle gelen mükavemetsizlik gibi- bizim de işimiz bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bunun ma’nası şeytan’a “Gel, ne istersen yap!” demektir. Zaten şeytanın istediği de budur.

3) Vesveseye Maruz Kalp, Kötülerin Çer-Çöp Attığı Pınara Benzer

Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı düşünün ki bu, bileşikleri, tadı ve va’dettiği şifasıyla tam zemzem suyu gibi bir su kaynağı.. herkes tarafından malum ve meşhur hale gelmiş, dünyaca da kabul edilmiş bir mübarek kevser uzantısı… Şimdi, hain biri geliyor, sinsice o kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım bulandı, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerine atılan o çer-çöpü götürecek ve safiyetini yine muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar gibi ise, o zaman onu bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır. O toz, toprak zamanla akıp gidecek ve sizin o pislik kabul etmez kaynağınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil… Evet, işte vesveseye maruz bir kalple alakalı da böyle düşünülmelidir.

4) Vesvese İradî Olmayıp, Fiiliyata Dökülmüyorsa İnsanı Mes’ul Etmez

Malum olduğu üzere, mükellef ve mes’ul olmada irade ve şuur esastır. Hayvanların yanısıra, mecnunlara ve aklı, şuuru yerinde olmayanlara da teklif yoktur. Bu itibarla gelen vesveseler iradî olarak gelmiyor ve biz planımızı, programımızı yapıp, “gel” diye kalp ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes’ul sayılmayız.

İrade, genellikle kendi kendine gelen vesvese ile karşı karşıya kalır ve davetsiz geldiğinden dolayı da ona karşı mukavemet edemez. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile iradesi dahilinde olmadan, gördüğü, duyduğu, okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayallere, düşüncelere maruz kalabilir. İnsanın bu hali, yaratılışın muktezası olduğundan çok defa bunlardan kurtulmak da mümkün değildir.

5) Vesvese, İnsanın İlerlemesine Mani Olmayan Örümcek Ağı Gibidir

Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla iyi bilindiği zaman kat’iyen zararlı olmaz. Zira Kur’an’da, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” (Nisa, 4/76) buyurularak, şeytanın tuzaklarının zayıflığına işaret edilmektedir. Evet şeytanın hilesi var ama, tutarsızdır ve yok gibidir. Mesela, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağını gerip yolunuzu kapatmış. Şimdi böyle bir durumda geri mi dönersiniz, yoksa yolunuza devam mı edersiniz? Örümcek ağı, sizin ilerlemenize mani olabilir mi, olamaz mı? Şüphesiz hiçbir şey yokmuş gibi onu bir engel gibi görmez ve yolunuza devam edersiniz.

Efendimiz (sav), şeytanın, kimsenin elinden tutup dalalet, küfür ve günaha sürükleyemeyeceğini ve zorla kötülük yaptırıp günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip cazip ve çekici göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalalete de hidayete de sevkeden ancak Cenab-ı Hakk’tır. Şeytanın vesveseleri, rengarenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir; ilk bakışta insanı çabuk etkiler ve kendine çeker. Bu cazibeye kapılanlar için o cazip görülen şeyin altında derin çukurlar bulunur, hem de kilometrelere ulaşan derin çukurlar…

Hülasa, gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese aslında, üflemekle uçup giden bir tüy kadar zayıftır. Veya bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer, ama ardından ne yağmur gelir ne de yel!.. Bir başka ifade ile o, uçak yolcularının her zaman hissettikleri bir hava boşluğu gibidir ki içine girilince ne feryat etmeye değer ne de dövünüp yakınmaya!..

6) Vesvese, Üzerinde Durulmaz ve Dert Haline Getirilmezse Hiçbir Zarar Vermez

Düşüncenize bulaşıp da duygularınızı kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Zira vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek kadar zayıf ve gelip geçici bir iz, bir leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü, bir yansımadan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise, akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şek kaynaklı bir vesvese ise, akla, düşünceye ve kalbe kat’iyen tesir etmez, kirletmez ve zarar da vermez. Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, elinizde tuttuğunuz aynaya, karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, o aynadaki yılanın elinize zararı olmadığı, ya da aynaya akseden bir pislik elinizi kirletmediği veya yanan ateşi elinizdeki aynaya tevcih ettiğiniz zaman eliniz yanmadığı, keza elmasa zararı olmadığı gibi şeytanın dışta, ya da içte müessiriyet ölçüsünde herhangi bir zararı söz konusu değildir.

Evet, üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz takdirde vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Öyle ise ona hep tepeden bakmalı ve “Allah’ın (cc) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarız” denmelidir.

7) Vesvese Zararlı Tevehhüm Edildiği Zaman Zarar Verir

Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiğinde az dahi olsa vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvesenin zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman o zararlı olabilir. Yani üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman büyütülebilir.. büyük görüp önem verdikçe o da büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelebilir. Bir arı-kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden onun önünden geçer gidersiniz.. onlar da size ilişmez. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey bundan farklı olmamalıdır.

Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar, biz de onu cazip bulur ve işletirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir; gelir ve biz bunun farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele nefsaniliğe bakan, bedeni tesir altına alan manzaralar karşısında… Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film haline getirir. Halbuki şeytana ait olan, o ilk dar sahnedir. Öyleyse o ilk oltaya takılmamak, oyununa gelmemek ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin; biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.

8) Hassas ve Asabî Ruhlar, Şeytanın Vesvesesine Önem Verip Vehme Kapılmamalıdır

Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda, daha da zararlı bir hastalık, hatta zamanla meleke haline gelebilir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır, kalben, fikren ve im’ân-ı nazarla (iyice tetkikle) derinleşip, o meseleyi kendine mâl eder; derken kendisinde o, bir huy haline gelerek onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, büsbütün bir yenilgi ifadesidir. Böyle biri, ümitsiz bir halde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlubiyeti kabul eder ve merkezi, şeytanın kullanmasına hazır hale getirir ve hatta ona bırakır. Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madeni parlama gördü diye, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha hareketine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen böyle bir davranış taktik bilememenin ve düşmanı tanıyamamanın ifadesidir. Bütün bunlardan açıkça görülüyor ki, şeytanın vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıveriyor. Evet, dikkat etmeli ve onu hayalimizde, düşüncemizde büyütmemeliyiz.

9) İbadet İle Vesvesenin Manyetik Alanından Hemen Uzaklaşıp, Onun Psikolojik Tesirinden Çıkılmalıdır!..

Vesveseye karşı sizi onun manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunmak çok önemlidir. Hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey ârız olduğunda, söz gelimi insan bir şeye gadaplandığında ayakta ise oturmalı oturuyorsa ayağa kalkmalı veya kalkıp iki rekat namaz kılarak, iç dünyasında bazı değişiklikler yaparak içerisindeki sisi, dumanı dağıtacak birşeyler yapmalıdır. Evet, irade devreye sokularak, insan psikolojisine tesir edebilecek ve elde olmadan içine düşülen hava boşluğundan onu çıkaracak veya tutulduğu elektrik akımı gibi o güçlü vakumdan onu çekip alacak, küçük de olsa mutlaka bir vesile aranmalıdır. Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere- yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hakimiyet kurmuş” (Müslim, Mesacid 309; Ebu Davut, Salat 11; Tirmizi, Tefsiru sure 20; İbni Mace, Salat 10; Muvatta, Salat 25) şekilde ikazda bulunmuştu. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve şayet bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad-u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hatta bir taarruzdur.

Burada, Efendimizin (sav) şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını hatırlatıp geçelim. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manalara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Rasulü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lahutî hatıralara dalmalıyız ki, şeytânî buuda yer kalmasın. Efendimizin (sav) Mirac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hatta esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenir ki, bu mesele sahih sünnette olmasa bile üzerinde durmaya değer. Keza bir yerde, sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen de hafife alma manasına tebessüm edip geçme onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesi sayılabilir.

Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla eline ne geçecek? Bakacaksın, o boş… Daha ileri götürsen, yine boş… Kaldı ki, imanından ötürü duyacağın, sana vereceği pişmanlık ve ızdırabı da unutmamalısın. İşte, sonu böylesine boş, ızdırablı ve karanlık olacak bir bakışın artık ne manası olabilir ki!” Zaten, insan kendini böyle iknâ etmeye çalışırken o haram manzara da kaybolup gitmiş olur.

Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte ondan daha mükemmellerinin elde edilebileceğini düşünmekle de izale edilebilir.. hiç olmazsa ta’dil edilebilir. Kur’an’ın pek çok yerinde, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu ve gerçek hayatın ahiret hayatı; yaşanacak gerçek yurdun da, ahiret yurdu olduğu ifade edilir. (Âl-i İmran, 3/185; Ankebut, 29/64) Biz de, bu türlü durumlarda, dünyanın bütün güzelliklerine karşı “İsteyene ver Sen onu, bana Seni gerek Seni” demeli ve o anlamsız hülyalardan uzaklaşmalıyız. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi, sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin. Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese onun kendi gırtlağına takılıp kalacaktır.

Yine “Allah Rasulü (sav) ve O’nun sadık yaranı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?” diyerek de, şeytanın bu mevzuda telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmede bir yararı olur zannediyorum.

10) Abdest ve Namazda “Eksik mi Yaptım?” Şeklindeki Vesveselere de Önem Verilmemelidir

“Abdest ve namazımı yanlış ve eksik mi yaptım acaba?” şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama, mükerreren oluyorsa, mesela bir insan, abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşüyorsa, hiç vesveseye meydan vermeden o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekat kıldığı mevzuunda vesveseye müptela ise namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir.

11) Vesvesenin İlka Ettiği Şeyin Üzerine Üzerine Gidilmelidir

Vesvesenin üzerinde durmadan tam tersi istikamette yürümek lazımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, “Mezheplerimizden birine uyar” deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Bu türlü durumlarda esas olan şeytanın canını okuyup vesveseyi def etmektir.

Vesvesenin faydalı yanı da vardır. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, vesvese çok kimsenin özellikle de hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberektir. Tıpkı saat zembereği gibi onun kalbi de vesveseye karşı kurulu kaldığı sürece, daima çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür; çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. Evet, itikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü’minde böyle bir “Cihad-ı Ekber”i yaptırtan ve ona gazilik sevabı kazandıran kaynak, vesvesedir.

Diğer bir yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Mü’min, işini halletmiş olmanın ve duruma hakimiyetinin verdiği rehavet ve rahatlık içinde, uyku bilmez bir düşman olan şeytanın çukurlarından herhangi birine düşebilir; düşmemek için, daima tetikte bir asker gibi hep uyanık olmalıdır. Hasta, hastalık vasıtasıyla Allah’a (cc) karşı yalvarış ve yakarışa geçtiği gibi vesveseli insan da her vesvese emaresi karşısında: “Aman ya Rabbi” der ve kendini o ifritten kurtarıp gerilime geçer.. geçer ve günahları içeri almayacak bir kalenin içine girer, kurtulur. Elverir ki o, vesveseyi büyütüp, zararlı hale getirmesin…

Şeytanın İnsana Teması 4 dk.

Zira “mukârenet” halinden itibaren cin ve şeytanların müdahale edeceği bir atmosfer ve hava meydana gelmeye başlamıştır. Şayet, böyle bir dua paratoneri olmazsa, şeytanın şerli şerâreleri, ana-babaya ve onlardan meydana gelecek çocuğa da zarar verebilir. Bilhassa ceninin hususi durumuna tesir edebilecek hadiselere sebebiyet verebilir. Bu sebepledir ki, yine Allah Rasulü (sav) şöyle buyurur: “Her doğan çocuğa şeytan mutlaka temas eder. Ancak Meryem ve Hz. İsa bundan müstesnâdır.” (2) Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının şârihleri bu hadis üzerinde uzunca durmuşlar ve “Hz. Mesih’e temas etmeyen şeytan, acaba Efendimize temas etmiş olabilir mi?” sorusuna cevap aramışlardır. (3) Bence meseleyi bir mukayese üslubuyla ele almaya gerek yoktur. Elbette Efendimize şeytan temas edememiş veya etmemiştir. Ancak bu mevzuda Hz. Mesih’in bir hususiyeti vardır. O Cibril’in nefhası ile yaratılmıştır. Bu sebeple de şeytan ona hiçbir suretle dokunamamıştır. Kur’an’da bu hususiyet ele alınarak şöyle anlatılır:

“İmran’ın karısı demiştir ki: ‘Rabbim karnımda bulunanı bütün kayıtlardan âzâde tam hür olarak Sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin.’ Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- şöyle dedi: ‘Rabbim onu kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.’ Rabbi onu en güzel bir şekilde kabul buyurdu.” (Âl-i İmran, 3/35-37)

İmran’ın hanımının yaptığı dua ve bu duanın kabul olması, Hz. Meryem’in ve Hz. Mesih’in, şeytanın temasından korunmasına bir vesile teşkil etmiş. Ve şeytan, Hz. Mesih’e ömrünün hiç bir döneminde dokunamamıştır.

Mevlânâ Şiblî kaydediyor: Hz. Mesih delikanlılık çağındaydı. Bir gün karşısına şeytan dikilmiş ve O’na uygunsuz şeyler telkin etmeye çalışmıştı. Mesih, her defasında ona reddedici mukabelede bulununca, Şeytan ona öyle ise “Sen Allah’ın oğlusun” dedi. Mesih de, “Hayır, ben sadece bir kulum” cevabını verdi. Şeytan, “Yeryüzünde senden aziz kimse yok” dedi. O yine kendisinin bir kul olduğunu söylemekle iktifa etti. Râvi diyor ki: Mesih, canı dudağına gelmiş gibi sıkılmış, bunalmış ve cevap vermekten yorgun düşmüştü ki, işte o esnada Cibril imdada yetişti ve vurduğu bir sille ile şeytanı yerin dibine ve geldiği yere gönderdi. Şeytan artık, O’nun ruhuna karanlık duygular salamaz oldu. Çünkü O, Ruhullah’tı ve daha önce hakkında yapılan dua, makbul olmuşdu.

Her insanda şeytanın bir nasibi ve lümmesi vardır. O, bu lümme yoluyla üfledikleri ile insanı tesir altına alır. Efendimizden (sav) bu lümme meleklerce alınıp atılmıştır. Hadise ya Efendimizin çocukluğunda ya da O’nu mi’raca hazırlama esnasında cereyan etti. Şöyle ki, kalbi yarıldı ve siyahımsı bir parça oradan alınıp atıldı. Bu müdahaleyi yapan gök sakinleri, o esnada birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı: “İşte şeytanın ondaki nasibi budur.” (4) (Yani artık onda şeytanın nasibi yoktur ve artık ona şeytan temas edemeyecektir.) Lümme-i şeytan, hakikat-ı Ahmediye’den, âyân-ı sâbite keyfiyetiyle alınıp atılmış ve Efendimizin (sav) nazarı mütemadiyen Cenab-ı Hakk’a müteveccih hale getirilmiştir. Bir başka ifade ile O’nun nazargâhı, hep uluhiyet âlemi olmuştu…

 

[1] Buhari, Bedu’l-Halk 11; Tirmizi, Nikah 8
[2] Buhari, Enbiya 44; Bedü’l-Halk, 11; Müslim, Fezail, 147
[3] İbni Hacer, Fethu’l-Bari, 6/541,542; Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, 15/128,129
[4] İbni Hişan, es-Sîre, 1/173; Taberi, 15/3

İnsanın Cibillî Düşmanı 3 dk.

Şeytan durmadan sizin ayıp ve kusurlarınızla uğraşır ve hakkınızda ne planlar ne planlar çevirir. Ve tabii en başta sizi takvadan uzaklaştırır. O sizi şehvetle vurduğu zaman yolların en kestirmesini bulmuş demektir. Zira şehvet iradeyi gevşeten ve insanı şeytanın oyuncağı yapan en tehlikeli bir silahtır. O size daha hilelerle yaklaşır ama, siz bunları sezemezsiniz. Çünkü o sizi, sizin onu görmediğiniz yerlerden, yani size ait boşluklardan temaşa eder. Siz onun tayfasını da göremezsiniz; çünkü o ve kabilesi, sizin göremeyeceğiniz tabyalarda mevzilenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda sızar gelir ve sizi kalplerinizden vururlar. Ayrıca ayette “Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık.” buyurulmaktadır ki, insan, inancı nispetinde şeytana buğzeder ve ona karşı tavır alır. İnanç azaldıkça da şeytanla dostluk bağları kuvvet kazanır.

Öyle ise ey inananlar! Sakın şeytana kanmayın ve onun oyunlarına aldanmayın. Ortada kurtuluşa taşıyan bir Sefine-i Nuh var; bu sefine, imandır, Rabbe bağlılıktır. Ona binin ve şeytânî tayfların, şeytânî dalgaların sizi sizden uzaklaştırmasına meydan vermeyin! Zira onun dalgaları araya girerse kurtulamaz ve “Bugün kurtulan yoktur” ayetinin şumulüne dahil olursunuz. İşte, böyle bir akıbete düşmekten korkun, sahilden ayrılmayın ve ilk fırsatta sefineye girmeye bakın!. Yani sürçme ve düşmelerinizle, tevbe arasında öldürücü fasılalara takılmayın” Yani hemen istiğfar ve tevbeye koşun! Kalp ve kafanızı daima murakabe altında tutun; tutun ki, şeytan ve avanesi o mahrem açıklarınızdan içinize sızmasınlar. Hatta hayallerinizi bile mutlaka korumaya çalışın ki, o hayallerinizde size fısk kapılarını açmasın. Evet, ona böyle bir adım atma cesareti vermesin. Çünkü her adım bir başka adımla neticelenir ve sonunda şeytan da asıl istediğini elde etmiş olur. Böyle birşeyin olmaması için, şeytandan size bir dürtü geldiğinde, hemen istiaze edip kendinize geliniz ve Rabbiniz olan Allah’a sığınınız. İşte her zaman üzerinde durulacak yol budur ve Kur’an size bu yolu salıklamaktadır. “Allah’tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen vesveseler dokunduğu zaman, (Allah’ı) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (A’raf, 7/201)

İşte bu, şeytandan gelebilecek herhangi bir esinti, tesir ve tayf karşısında takva dairesine girmiş insanların tavrıdır. Hayallerinizde olsun, az çizgiden çıkmanız, istikametinizi koruyamamanız, sizi onların kuklası haline getirir. Aksine, gönlünüz takvaya, gözleriniz de hakikata açık olursa, İlahî siyanet altında sayılırsınız. Evet, takva ehlinin kalbine, gönlüne ve kafasına şeytanın yol bulup girmesi mümkün değildir. O, olsa olsa onların ancak, hayal harimlerinin dış avlusunda dolaşabilir.

Dört Cihetten Saldırması 6 dk.

Şeytanın, insanoğluna olan kin, nefret ve düşmanlığı, Rabbi karşısında da onu bir hayli küstah hale getirmiştir. O, önce Rabbinden mühlet istemiş, mühletin verilmesi üzerine de, tuğyan ve küfrünü ilan etmiştir. Onun bu tavrını Kur’an-ı Kerim şöyle nakleder: “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’raf, 7/16-17)

Şeytan, kendi gittiği ve insanları götürmek istediği yolun batıl olduğunu bilmekte ve yaptığı şeyleri bile bile yapmaktadır. Evet o, Cenab-ı Hakk’a karşı “Senin doğru yolunun üzerine oturacağım” demektedir. Doğru yolun, ancak İlâhî yol olduğunu şeytan dahi tasdik etmekte ve bu ifadeleri ile, insanları saptırma işinden asla vazgeçmeyeceğini ilan etmektedir. İlan etmekte ve durmadan insanların gönüllerine vesveseler salmaktadır.

“Sonra onlara önlerinden geleceğim.”

Yani ileriye matuf, ahirete müteallik meselelerde onları tereddüt ve şüpheye düşüreceğim. Onları, ahirete, Cennet ve Cehenneme inanmaz hale getireceğim. Bu suretle de onlar, hayatlarını ahirete göre tanzim etmeyi düşünmeyecekler. Aradıkları her şeyi maddede arayacaklar. Hep birer maddeci, birer materyalist ve birer pragmatist olarak yaşayacaklar. Onların ahirete karşı ümit ve iştiyaklarını söndürerek onları, amelsiz, azimsiz yığınlar haline getireceğim.

“Ve arkalarından geleceğim.”

Yani dünyanın devamlı ve sürekli olduğunu onlara telkin ederek içlerine tûl-i emel salacağım. Dünyada ebedî kalacak gibi hep çakırkeyf yaşayacaklar.. ve dünya nimetlerini onlara o kadar güzel göstereceğim ki, başka güzel tanımaz olacaklar. Zaman olacak Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri görmek için içlerinde hiçbir rağbet kalmayacak.

“Ve sağlarından geleceğim.”

Yani yaptıkları hayırların içine dahi şeytanlık karıştıracağım. Hasenâtlarını süslü-püslü göstererek yaptıklarını bulandıracağım. Bazen de, iyiliğe giden yolları onlar için kapamaya çalışacağım. Ve bid’atleri yaygınlaştırmak suretiyle dinin ruhunu onlara unutturacağım. Küçük bir âdâp dahi kabul edilemeyecek fiilleri, onlara din diye kabul ettireceğim. Onlar da dediklerimi yapacaklar ve dinin temel prensiplerini ihmal veya terkte hiç mahzur görmeyecekler.

“Ve sollarından geleceğim.”

Yani bütün günah çeşitlerini onların üzerine salacak, bâtılı terğîb ve teşvik ederek her kötülük için onlara davetiyeler çıkaracağım. İçlerini gıdıklayarak, şehvetlerini tahrik edeceğim. Kadını erkeklere, erkekleri de kadınlara salarak onlara kendi dünyalarında, iffetsiz, ismetsiz ve tutarsız hâle getireceğim.

İmam Şakik, konuyla alakalı olarak şu hususları kaydeder:

Her sabah şeytan, bana dört yanımdan, yani önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan gelir ve beni yoldan çıkarmaya çalışır. Önümden gelirken şöyle der: “Korkma! Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.” Ben de, ona: “Ben tevbe ile iman edip salih amel işleyenleri bağışlarım.” (Tâhâ, 20/82) ayetini okurum.

Arkamdan gelirken, çocuğum olursa fakir kalacağımı söyler ve beni fakirlikle korkutmak ister. Ben de “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.” (Hûd, 11/6) ayetini okurum.

Sağımdan gelirken medh ü senâ ile gelir. Ben de “Netice Allah’tan korkanlarındır.” (A’raf, 7/128) ayetini okurum.

Solumdan gelirken de şehevî şeylerle gelir. O zaman da “O gün onlarla arzuladıkları şeyler arasına perde çekilmiştir.” (Sebe’, 34/54) ayetini okurum. Ve bu mukabelelerle şeytanın şer ve vesvesesinden kurtulurum.

Ayette dört cihetin zikri, şeytanın vesvese verme gayretindeki ciddiyete işaret içindir. Yani o, mümkün olan her cihetten geleceğini söylemektedir. Peygamber Efendimizden (sav) nakledilen şu hadis-i şerif de bunun tefsiri gibidir:

“Şeytan, Ademoğlu için İslam yolunda oturur ve: “Babalarının dinini terk mi edeceksin?” der! O da şeytana isyan edip Müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve “Yerini yurdunu terkedersen garip kalırsın.” der. Mü’min yine onu dinlemez ve hicret eder sonra cihad yolu üzerinde durur, o muhacir mü’mine “Savaşa gidersen öldürülürsün, malını taksim, karını nikah ederler.” der. O da bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder. (1)

İşte bu haber, şeytanın vesvese verme konusunda mümkün olan her yolu denediğini göstermektedir.

Dört cihetin zikredilip, üst ve altın zikredilmemesindeki hikmet ise, insanın ruhî saadetlerinin gitmesini tevlid edecek kuvvelerin, bedenin zikrolunan yerlerine yerleştirilmesi sebebiyledir.

Ayrıca şöyle bir rivayet de vardır:

Şeytan bu sözü söyleyip dört ciheti sayınca, melekler, insanlara acıyıp Cenab-ı Hakk’a şu niyazda bulunurlar: “Ey Rabbimiz! Eğer şeytan onları bu dört cihetten istilaya kalkarsa insanlar nasıl kurtulacaklar!.” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk da onlara şu hitapta bulunur: “İnsan için iki yön kaldı: Üst ve alt. Saygı ile ellerini yukarıya doğru kaldırır; dua ve huşu ile alnını yere koyarak secde ederse, onun yetmiş senelik günahını affederim.” (2)

 

[1] Nesai, Cihad, 19; Müsned, 3/483
[2] Râzî, Mefatihu’l-Gayb, 14/42

İnatçı ve Azgın Şeytan 10 dk.

Şeytanın Rabbine karşı tuğyanı, Nisa Sure-i celilesinde şöyle anlatılır: “Allah’a şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak yalnız dişilere taparlar. Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar. Allah onu lanetledi. O da, “Andolsun ki, senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette onları saptıracağım, herhalde onları kuruntularla oyalayacağım; elbette onlara emredeceğim ve hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler” dedi. Ve artık kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost ve arkadaş edinirse herhalde açık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara vaadde bulunur, onları kuruntulara düşürür. Şeytan onlara kuru ve boş aldanma vadeder.” (Nisa, 4/117-120)

Şimdi de, bu ayetten anlaşılması gereken bazı hususları kısaca izah edelim: “Allah’a şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak ancak dişilere dua ederler; dişileri çağırır ve Allah’ı (cc) bırakır onlara kulluk yaparlar.” Merhum Hamdi Yazır’ın bu ayetle ilgili tahlili fevkalade güzeldir: “Onların gönül verip yalvardıkları veya namına davet ettikleri mabutları dişiler olur. Bunların nazarında ilah mefhumu ve mabud tasavvuru herşeyden evvel bir kadın hayâlidir. Ve bunun içindir ki, putlarının ekserisi kadın suretinde ve kadın ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fâil (yapıcı) görmek istemediklerinden, mabudlarını müessir, hakim ve faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, hevalarına râm olacak dişi unsurlarda ve münfail (te’sirde kalan) durumlarda ararlar. Ve bu halet-i ruhiyeden dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri seçerler.

Müşrik ruhunun, mabuddan gayesi kadındır. Onun nazarında taabbüdün en büyük misali kadına taabbüddür. O, bütün zevkini ve bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzettir.

Onun bütün hülyalarının başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve hele ekserisinin kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da, böyle toplumlarda, kadına tapmanın ruhlara hakim olmasından doğmuştur. Putların mevkii buna bir remiz ve bir timsal olmaktan ibarettir. Bu suretle fevkalade veya muhayyel güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilecektir. Hatta en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinde hakiki kadınlar öyle aşağılık hâle getirilirler ki, hürmet şöyle dursun, onlar en basit insanî haklardan dahi mahrum edilirler.

İddiaya bakarsınız kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız, kadın oyuncakların en sefili haline gelmiştir. İşte bu, müşriklerin öyle bir dalaleti ve şeytanların öyle bir desisesidir ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın iması karıştırırlar. Güneşe taparlar, onu dişi tasavvur ederler; yıldıza taparlar, onu da dişi sayarlar; meleklere taparlar, onlara da -haşa- Allah’ın kızları derler.. ve bu suretle bütün ibadet zevkini şehvette toplayıp, hak ve hakikatları hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayaklar altında süründürürler.

”Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar.” Bunu onlara yaptıran, o azgınlık eden şeytandır. Onların dişilere tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya mukaddimesi yada neticesidir. Muhabbetlerinin en hâlisini Allah’a tahsis etmeyip de mecazî mahbuplara sarfedenler, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Ve bu çizgideki “Kadınlar şeytanın ağlarıdır” denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok böyle bir çelişki ağında çırpınan kadınla aldatırlar.” (1)

Bu mevzuya işaretle Allah Rasulü: “Kadın şeytan suretinde gelir-gider. Sizden birisi bir kadın görürse hemen hanımına dönsün. Bu hareket onun nefsindekini giderir” (2) buyurmaktadır. Ve yine Allah Rasulü, müminlerin, şeytanın bu tuzağına düşmemeleri için ikaz sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin! Bir erkek yabancı bir kadınla başbaşa kaldığında muhakkak üçüncüsü şeytandır.” (3) Ayette şeytana, “hayır ile alakası olmayan” anlamına gelen “Merîd” denilmektedir. Türkçedeki “meret” kelimesi, ihtimal bunun bozulmuş halidir. Aslında bu kelimenin kökünde “kaypaklık” manası da vardır ki, şeytanın mümeyyiz hallerinden birisi de işte bu kaypaklığıdır.

O merîd şeytan lanetlenince, Cenab-ı Hakk’a karşı küstahça, hâlen veya kâlen beş hususu söylemiş ve bu suretle Allah’ın kullarına musallat olarak onlardan nasiplenmeye karar vermiştir. İşte bunlar şirkin başı ve sapıklığın da kaynağıdır.

Şeytan, Cenab-ı Hakk’a karşı, insanları saptıracağını söyledikten sonra söze: “Herhalde onları kuruntularla oyalayacağım” şeklinde başlaması bize şunu anlatıyor ki; şeytanın insanları saptırmakta, onların kalplerine attığı ümniyeler kadar kuvvetli bir başka silahı yoktur. Diğer bir ifadeyle, şeytanın insanları saptırmakta en büyük ve en kuvvetli hilesi, kalplere attığı ümniyelerdir.

Ümniye; dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl idealler ve manasız kuruntular demektir.

Ümniye, insanlarda iki şey meydana getirir: Hırs ve uzun emel. Bunlar, insanla beraber doğmuş bir çok kötü ahlakın da menşei sayılan, hatta insanın ayrılmaz bir parçası olan öyle iki özelliktir ki Allah Rasulü: “Ademoğlu ihtiyarlarken onda iki huy gençleşir: Hırs ve uzun emel” (4) buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.

Hırs, iç huzursuzluk ve bir çok ma’nevî hastalığı da beraber getiren bir hastalıktır. Hırslı insan emeline nail olabilmek için, zamanla inandığı esaslardan dahi taviz verebilir. Uzun emel ise, insana ahireti unutturur.

Burada, asrımızda çok yaygın olan dünya ve ukbada insana, hiç bir fayda sağlamayacak mahiyetteki boş ideallerin, şeytanın telkini olduğunu belirtmekte fayda var.

İdealizm: Varlığın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen ve onun felsefesini, bu temel üzerine yerleştiren bir görüşün adıdır. Bu felsefe umumi manada, her türlü varlığı, düşüncenin bir meyvesi ya da bizzat düşüncenin kendisi kabul eden bütün anlayışlara açıktır.

İdealizm, Yunanca “İdea” kelimesinden türetilmiştir. “İdea” ise, sinirlerin intibahı olmaksızın, kafada canlanan bir hayal ve bir imge (gerçekleşmesine imkan bulunmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan düşünce) demektir. Bu manada ideacılığın kurucusu antik çağ Yunan filozofu Platon’dur.

İdealistler, bütün hakikatin aslının “benlik”te olduğunu kabul ettiklerinden, nefsin ümniyelerini, her hakikatin menşei gibi farzederler. Bu faraziye sebebiyle de, tarihte muvaffak olmuş bütün büyük adamları idealci kabul etmektedirler.

Tabii ki iş bu kadarla da kalmaz; Uluhiyet ve nübüvvete ait meseleleri de bu yanlış yolla hallettiklerini ifadeden de geri durmazlar. Peygamberi bile, bir gaye-i hayâle bağlanmış, sonra da nübüvvet davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler.

Ne kadar ters bir yaklaşım! Oysaki Cenab-ı Hakk, bu mevzuda şöyle ferman etmektedir:

“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Rasûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini (peygamberlerin kalbinde ve zihninde) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir imtihan (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.” (Hac, 22/52-53)

Kur’an-ı Kerim, bilhassa bu ayette, nübüvvet ve risaletin bir ümniye ve bir ideal işi olmadığını anlatmaktadır zaten. Konuştuğu zaman vahiyle konuşan bir nebiye, ümniye de yakışmaz. Zira nübüvvet, tamamen Allah’tandır. İdeallere ise şeytan karışabilir.

Onun için çekinmeden söyleyebiliriz ki, yüzde yüz masum ve yüzde yüz doğru hiçbir ideal yoktur. Zaten aksini kabul de, şeytanın bir başka oyunudur. Zira heves, bazen fikir suretinde görünebilir.

Şayet şeytan sağdan gelirse, bu ümniyeler din ve diyanet adına yapılır.. yapılır ve böylece nice sapık kuruntulara girilir. Bir mümin için şeytanın en tehlikeli oyunu da, onun sağdan gelmesidir. Çünkü şimdiye kadar şeytanın bu oyunuyla, nice serkeş kendini veli ve nice sapık kendini beklenen son mehdi zannetmiş.. yine nice yalancı, peygamberliğini ve nice firavun da ilahlığını ilan etmiştir. Zavallı insanlık, şimdiye kadar nice liderlerin arkasından sürüklendi ki, bunların ekserisi, yuları şeytanın elinde birer azgındı.

 

[1] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 3/86
[2] Müslim, Nikah 9; Ebu Davud, Nikah 43; Müsned, 3/330
[3] Tirmizi, Rada’ 16
[4] Buhari, Rikak, 5; Müslim, Zekat, 115; Tirmizi, Zühd, 27

Hilkatin Değiştirilmesi 9 dk.

Kur’an-ı Kerim, şeytanın, insana olan kin ve nefreti ve ondan intikam almak için daha neler yapabileceğini sık sık hatırlatır ve ona karşı tetikte olmamızı emreder. Geçen bölümden devâm edegelen ayetler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder: “Elbette onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar.” (Nisa, 4/119)

Betk, kesmek demektir. Arap keskin kılıca “Seyf-i betîk” der. Cahiliye devrinde, deve beş batın doğurur ve sonuncusu erkek olursa, o devenin kulaklarını yararlar ve ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Putlara kurban etmek için ayrılan develerin kulaklarının kesildiğini söyleyenler de vardır. Onların işledikleri bu şeyler apaçık bir isyan olmasına rağmen, bunu ibadet olsun diye yapıyor ve isyanlarını katlıyorlardı. (1)

“Ve yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisa, 4/119)

Bu ayette zikredilen değişikliğin neler olabileceği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz, burada onların zikrettiklerini hülasa etmenin yanında bazı tamamlayıcı bilgiler de arzedeceğiz.

Bazılarına göre, Allah’ın yarattığını değiştirmekten maksat, Allah’ın dinini değiştirmektir. Bu görüş, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan, Dahhak, Mücâhid, Süddî, Nahaî ve Katâde gibi imamların görüşleridir. (2) Böyle bir yaklaşımda iki mâna sözkonusudur.

Birincisi: Allah (cc), insanları İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Nitekim Allah Rasulü, “Her yeni doğan çocuk, İslam fıtratı üzere doğar” (3) buyurur. Cenab-ı Hak, Âdem zürriyeti, birer zerre halindeyken, onları şâhit tutmuş ve onlar da, Allah’ı Rab kabul edip şâhit olmuşlardır. Demek oluyor ki, o gün Rablerine iman edip de daha sonra dünyada küfre girenler, Allah’ın yarattığı o ilk fıtratı bozmuş oluyorlar.

İkincisi: Allah’ın dinini değiştirmekten maksat, helalı haram, haramı helal kılmaktır.

Diğer bazıları ise ayeti, zahirî ve batınî bütün değişiklikler manasına tefsir edip açıklamışlardır. Biz de meselenin bu yönüne biraz daha ağırlık verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla biraz meşgûl olacağız.

Allah Rasulü (sav), on şeyi fıtrattan sayar. Bunlar: “Bıyıkları kısaltmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak, abdest alırken ağıza-burna suyu biraz fazlaca çekmek, tırnakları kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altı kıllarını almak, etek tıraşı olmak ve istinca etmek.” (4) Evet, fıtrattan sayılan bu hususlar terke uğruyor veya aksi yapılıyorsa bilinmelidir ki, belli ölçüde şeytanın istekleri yerine getiriliyor ve Allah’ın vaz’ettiği fıtrîlik de tahribe uğruyordur.

Değiştirme, ilk maddedeki sıfatın değiştirilmesini iktiza eder. Devamlı surette cismanî lezzetleri isteyen biri, zamanla ruhî zevk ve lezzetlerden yüz çevirmesi kaçınılmaz olur. Böylece durmadan onun kalbinde fânî ve zâil şeylere alaka artar ve bâkî şeylere karşı da azalır ki, bu da manevi bir ölüm sürecinin başlaması demektir. Bu artış ve azalış, gün gelir tamamen kalbî ve rûhî hayatı öldürür ki, artık o insan ahireti katiyen düşünemez. Buna karşılık dünya sevgisi de bir an bile hatırından çıkmaz. Gayrı, böyle birinin çalışması, dinlenmesi, durması, hasılı bütün işleri hep dünya içindir. Bu hâl ise, bütün bir hilkatin ruh ve manasına dokunur. Evet, beşer ruhu, cismaniyet aleminde bir yolcu olarak bulunmaktadır. Ötelere müteveccihtir. Şayet o, dönüş yerini unutur, fena ve zevâli muhakkak ve mukadder olan mahsusât alemine ülfet ederse, içinde kendi de olan bir fıtratı darbelemiş olur.

Evet şeytan, “Yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisa, 4/119) ayetinde geçen hilkatin değiştirilmesine bir de, kadının erkekleşmesi ve erkeğin kadınlaşması manası verilmektedir ki, Allah Rasulü (sav), bir çok hadislerinde bunları lanetlemektedir. (5)

Bilhassa meseleye günümüzün problemi olması yönüyle baktığımızda buna hak vermemek mümkün değildir. Kadınlaşan erkekler, erkekleşen kadınlar; kadının kadınla, erkeğin erkekle hayat sürdürmesi gibi yürekler acısı ve yüz karası hadiseler doğrudan doğruya şeytanın telkinlerinin te’sirinde kalmadan başka birşey değildir. Böyle bir inhiraf, şeytan’a, hiçbir asırda nasip olmamış büyüklükte ve ürperticiliktedir.

Bir kere daha hatırlatalım ki, şekli, mahiyeti ve ismi ne olursa olsun işlenen her tür yanlışlık, fıtratın bir buudunun değiştirilmesi manasına gelir. Bugün, bu mevzu ile alakalı yüzlerce cilt kitap yazılmış ve yüzlerce insan inhiraf üzerine neler neler söylemiş, hatta kendilerine göre doğru veya doğruya yakın neticeler ortaya koymuşlardır ama, tatmin edici bir başarıya ulaşamamışlardır.

Dünya çapında yapılan istatistikler gün geçtikçe bu tür suçların artmakta olduğunu ve verilen aşırı serbestliğin bu olumsuz şeyleri daha da artırdığını göstermektedir. Şunu unutmamalıdır ki, bu konuda gösterilen müsamaha ve serbestî aslında, bu hususla alakalı zaafı olan insanları birer cinsî sapık haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve yaramayacaktır.

Yüzlerce misal gösteriyor ki, fıtrattan inhirafla, şeytanın oyununa gelen insan, canavarlara rahmet okutacak derecede hayvanlaşır; hayır, hatta hayvanları dahi çok geride bırakır.

Nice milletler, bu fıtrattan ayrılışları yüzünden hep şeytana uymuşlar ve işledikleri cürüm sebebiyle de yerle bir edilmişlerdir. İşte Pompei, Sodom, Gomurra ve Ahkaf ve işte fosilleşen insanları!.

Şeytan, insana sürekli önden, arkadan, sağdan ve soldan çeşitli telkin ve desiselerle gelerek, onu hak yoldan saptırmak; ümniyelere çekmek ve fıtratı terkettirerek insanlıktan kaydırmak ister. Şeytanın bu oyununa düşen insan, hemen her zaman, ümniyelerle akıl ve fikrini, şehevî ve gadabî arzularına ulaştıracak sebep ve vasıtalar bulmakla onu meşgul eder; meşgûl eder ve onu sürekli marazî bir ruh haleti içinde tutmağa çalışır. Bu hastalık sebebiyle de, mukaddes saydığı duygu ve düşüncelerinden tavizler verir ki, bu da onun ma’nevî meshi ve deformasyonu demektir. Çok defa böyle bir değişimden geriye dönmek de mümkün olmayabilir.

Böyle biri, müspet yönlerinin noksanlaşması ve git gide tükenmesi, menfi yönlerinin teşekkül ve gelişmesine sebebiyet vereceği için de, bir müddet sonra karşımıza tamamen değişmiş bir varlık olarak çıkacaktır. Bu değişiklik, ilk planda ferdin kendi ruhî bünyesinde olmasına rağmen; bu ikinci halet, onda ayrı bir dünya anlayışı doğuracaktır. Hayalinde kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı bu dünyanın her türlü ölçüsü de, kendi müfekkiresinden doğan düşünceler olacaktır. Ve artık ona göre varlık, sadece onun düşündüklerinden veya düşünebildiklerinden ibarettir. Evet, düşünce ve duyuşlar, değişik hadiseler karşısında bazen aslî hüviyetinden çıkarak mahiyet değiştirir, hatta bazen kökten değişerek tamamen tanınmaz hale gelir. Söylendiği zaman gözleri kıvılcımlandıran ve orijinalliği ile insanı hayran eden nice düşünce ve fikirler vardır ki, aksiyon haline getirilmek istenildiğinde, havası alınmış balon gibi söner ve düşünce çöplüğüne atılır. Ve yine hayal gergefinde örülmüş nice çelikten düşünceler vardır ki, realite dünyasında bir danteleya dönüşür.

Bir de bütün güzellik ve cazibesi müphemliğine bağlı düşünce ve fikirler vardır. Bunlara, ‘tâ baştan ölü doğmuş çocuklar’ nazarıyla bakılabilir. ‘Doğmadan ölmek ve ölü olarak doğmak.’ İşte onların kaderi budur. Ne var ki bu müphem ifadeler, filozof ağızlarda cazibeli hale gelir ve bu düşük veya ölülerden cemiyete hayat getirmesi beklenir. Bu da, şeytanın bir başka hilesi ve aldatıcı düzenidir. 

 

[1] Âlûsi, 5/149,150; İbni Hişam, Sîre, 1/91-93
[2] İbni Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 2/368
[3] Buhari, Cenaiz 92; Ebu Davud, Sünne 17; Tirmizi, Kader 5
[4] Müslim, Taharet 56; Ebu Davud, Taharet 29; Nesei, Zinet 1
[5] Elmalı, Hak Dini, 3/88; Buhari, Libas, 62; Hudud, 33; Tirmizi, Edeb, 34; Darimi, İsti’zan, 21

Şeytan ve Dostları 10 dk.

Yezid b. Umeyre anlatıyor: Birgün Muaz b. Cebel (ra) kendisini dinlemekte olan, benim de aralarında bulunduğum cemaatine şunları söylemişti:

“Önünüzde öyle fitneler var ki, o gün mal çoğalır; Kur’an’ın sırları saçılır. Mümin-münafık, erkek-kadın, büyük-küçük, hür-köle herkes Kur’an’dan birşeyler alır. Ondan sonra da adam şöyle demeye başlar: “Ne oluyor bu insanlara ki Kur’an okuyup, bildiğim halde bana tabi olmuyorlar? Herhalde yeni şeyler icad etmedikçe onlar bana tabi olmayacaklar. Öyleyse bunların karşısına Kur’an’dan başka birşeylerle çıkmayalım!” Dikkat edin! Her türlü bid’attan kaçının! Zira her bid’at dalalettir. Sizi filozofların saptırmasından sakındırırım. Çünkü şeytan sapıklığa ait sözleri filozofların ağızlarıyla söyler. Bazen de bir münafık hakkı konuşabilir…”

Muaz b. Cebel’in bu sözleri üzerine: “Nasıl olur da, bilgin ve filozof sapık sözler söyler ve münafık hakkı konuşur?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“Evet, “Acaba ne demek istedi?” dediğin zaman en meşhur filozof ve bilginlerin sözünden dahi kaçın. Ve hak söylendiğinde onu hemen al! Hakkın üstünde daima parlayan bir nur vardır..”

Ruhun şâd olsun ey büyük fakih, büyük Sahabi ve ey Allah Rasulü’nün sadık tilmizi!. Günümüzün sapıkları ve insanları saptıran filozofları ancak bu veciz ifadelerle anlatılabilirdi!.

Şeytan günahları süslü gösterir. Her günah ise bir başka günaha davetiye demektir. İlkine kanan ve günaha ilk adımını atan insan, ard arda adımlarla adeta o günahla bütünleşir ve bir daha da, geri durması zor olur. Zaten şeytanın istediği de budur.. ve bütün bunları Kur’an’ı Kerim şöyle dile getirmektedir:

“Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiğinde bari boyun eğselerdi! Ne var ki onların kalpleri katılaştıkça katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi.” (En’am, 6/43)

Yani, iki ayakları bir kaba girdiği, dinsizler kayyim gibi başlarına dikildiği ve onları İslam’ı yaşama şansından mahrum bıraktıkları, hak ve hakikatleri anlatmayı yasaklayıp, hakkı neşredenleri takip ve tarassuta tabi tuttukları zaman, evet hiç olmazsa bu hal ve bu durumda Allah’a karşı tazarru, niyaz ve yalvarışa geçebilselerdi!..

Evet, hiç olmazsa hadiselerin böyle aleyhlerine işlediği ve herşeyin onları çepeçevre kuşattığı hengâmede, onların, teveccühle gerilmeleri ve kendilerini rahmetin kucağına salmaları gerekmez miydi? Ama ne gezer!. Kalpleri karardıkça karardı ve hissiyatları bütün bütün köreldi.. herşeyle beraberken yalnızdılar.. Cenab-ı Hakk’a kurbiyetleri yoktur ki, hayatları bu yakınlığa göre düzene girsin.. ve tabii bu arada Şeytan da, onlara durmadan yaptıklarını süslü gösteriyordu.. ve onlar da buna kanarak, yaptıklarını doğru ve güzel zannediyorlardı. Bu da, onların gafletlerine gaflet katıyordu. Rahat ve rehavet içinde dopdolu mideleri, lüks hayatları, sefahat dolu yaşantıları, uyanıp kendilerine gelmelerine mani oluyordu. Evet bol nimet onları azdırıyor, musibet ve darlık ise onları Cenab-ı Hakk’a karşı küskünlüğe itiyordu. Nebilerin, velilerin ses ve solukları da onları uyarmaya, kendilerine getirmeye yetmiyordu. Çünkü günahları hep bir başka günah doğuruyor, onlar da bu günahlar içinde bocalayıp duruyorlardı.. ve bu onlar için beklenen bir neticeydi:

“İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan, yoldan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, Halim’dir.” (Âl-i İmran, 3/155)

Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olan bu ayet, esasen sırlı bir vakanın raporu mahiyetindedir.

Uhud’da okçuların yerlerini terk etmeleri, daha sonra umumi ric’ate sebebiyet verecek kadar sarsıntılı olmuştu. Hele, Allah Rasulü’nün öldürüldüğü şayiasının duyulmasıyla ortalık iyice birbirine karışmıştı. Bazıları harbi bırakarak, bazıları da gidenleri geri çevirmek ve işe vaziyet etmek üzere tâ Medine’ye kadar gitmişlerdi. Bu umumi hengamede Allah Rasulü’nün yanından ayrılmayıp, sebat eden ve kütükte et gibi doğranan Sahabi sayısı da az değildi. Hele bir Enes b. Nadr (ra) vardı ki, o gün tam bir destan adam olmuştu. “Allah Rasulü’nün öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz” (İbn-i Hişam, Sîre, 3/88) diyor ve düşmanla savaşıyordu. Mus’ab (ra), o günün dasitanî kahramanlarındandı;(İbn-i Kesir, el-Bidaye, 4/10-49) kolunu kanadını vermiş ve ölümsüzlüğe ermişti. Hz. Hamza’nın (ra) durumu da tasvirleri aşkındı; ama o da sinesini düşman oklarına karşı siper etmişti. Bütün bunlara rağmen (gönlümüz razı olmasa dahi) “o gün bir bozgun yaşanmıştı” demek zorundayız. Neydi bu bozguna sebebiyet veren şey? Sahabinin ayaklarını kaydıran, o ürperten sâik neydi? Nasıl olmuşdu da o dev insanlar arasında böyle bir sarsıntı meydana gelmişti? İşte meselenin bu önemli noktasına Kur’an-ı Kerim: “Daha önceki bazı işlerinden dolayı” (Al-i İmran, 3/155) diye işaret etmektedir.

Bedir’den sonra ufukda yeni bir muharebe görününce, Efendimiz (sav) Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmayı yeğledi. Gördüğü bir rüya da bu kanaati teyid ediyordu. Ne var ki, Sahabe’de ağır basan görüş, taarruz ve meydan muharebesi şeklindeydi. Efendimiz, istişarenin hakkını vererek onların isteklerini kabullendi. Esasen O, bu davranışı ile bizlere örnek oluyordu. Yoksa O’nun gibi vahiyle müeyyed, şanı yüce bir Nebi’nin insanlarla istişareye hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. O yapacağını yapmıştı; gerisi ashabına kalıyordu. Ne var ki bazı sahabi, ruhlarında civanmertlikleri, emir dinlemedeki inceliği tam sezememeye iktiran edince içtihadi yanlışlığa girilmişti ki, ayette anlatılan da işte buydu. Evet sahabi, bu davranışıyla bir zelle işlemişti. Onlar mukarrebînden oldukları için bu zelle, onlar için bir günah sayılırdı. Bu günah daha sonra bir başka zelleye yol açacaktı ki o da, harb meydanını terketme cürmüydü. Ancak, Allah lutfetti, kısır döngüyü kırdı ve onları yeni bir hayırlar yoluna yönlendirdi.. yönlendirdi de Allah Rasulü, Uhud’dan kan revan içinde dönerken düşmanın takib edileceğini ilan etti. Ve “Dün benimle beraber Uhud’da bulunanlar hazır olsun” buyurdu. Kolu kanadı kırık ve mecruh Sahabe, hemen Allah Rasulü’nün etrafında toplanıverdi. Bu, tıpkı Hz. Adem’in sürçdükden sonra kendine gelip tevbe etmesi gibi bir şeydi. Müşrikler Müslümanların yeniden taarruza geçtiklerini duyunca kendilerini Mekke’ye zor atmışlardı.. ve Müslümanlar için hezimet zafere dönmüştü. Evet tevbesini böyle yapabilen Müslümanların galebe çalmaları mutaddır.(İbn-i Hişam, Sîre, 3/107; İbn-i Kesir, el-Bidaye, 4/50-53)

Bir kere daha