Kur’an ile ilgili 30 Soru-Cevap-1

Sorular ve Cevaplar

1- Allah’ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur’an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur.

Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler.

Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur’an’ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur’an’ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu.

Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur’an’ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur’an son şeklini almıştı.

2- Kuran 23 senede nazil olmasına ve her bir ayetin de ayrı ayrı konular sebebiyle inmesine rağmen bu kadar konu birliği içerisinde olması bir mucizedir. Hayatın her yönünü içine alan ve iki dünyanın saadetini temin eden Kuranın, bu kadar değişik zaman diliminde ve değişik problemlere göre nazil olması, ayrıca farklı zamanlarda inen ayetlerin yerlerinin sırayla olmadığı halde konu birliği ve bütünlüğü bulunması harikadır ve mucizedir.

3- Kuranın her bir suresi Küçük bir Kuran gibidir. Bu nedenle her hangi bir sureyi okuyan bir kuran okumuş ve istifade etmiş gibi olacaktır. İşte ayetler iniş sırasına göre olsaydı bu hikmet de yok olacaktı.

4- Allah’ın işleri insanlarınkine benzemiyor. Nitekim bir insanın yaratılmasında önce baş taraftan ayaklara veya ayaklardan başa doğru bir gidiş olmuyor. Bütün organları beraber büyüyor ve gelişiyor. İşte Allah’ın Kelamı olan Kuran-ı Kerim de bu şekilde farklı ama mucize bir metotla tanzim ve tertip edilmiştir.

Esas itibarıyla Allah’ın sözü elbette ki insanların konuşmasına benzeyecek değildir. Bir defa, biz konuşurken Allah’ın verdiği dili, dudağı, dişlerimizi, ses tellerimizi ve ciğerlerimizi kullanırız. Bu sırada beynimiz, sırlarını hâlâ çözemediğimiz bir mekanizma ile, bu organlarımız ve düşüncelerimiz arasındaki işbirliğini sağlar. Sonra, yine Allah’ın yarattığı havaya, O’nun izniyle ve O’nun bize öğrettiği gibi, kelimeleri ve cümleleri birer enerji paketi halinde yükler, dinleyen kulaklara göndeririz. Her birimiz için özel bir stereofonik stüdyo olarak düzenlenmiş kulaklarımız bu sesleri toplar, beyne gönderir, beyinde mesaj çözülür ve işittiğimiz sözün anlamını, bilgimiz ölçüsünde kavrarız.

İşte biz, konuşmak için de, dinlemek için de belli organlara ve malzemeye ihtiyaç duyarız. Üstelik konuşmamızın da, dinlememizin de belli sınırları vardır. Bildiğimiz kadar ve dilimizin döndüğü kadar konuşuruz. Sesimizi, ses tellerimizin müsaadesi oranında kullanırız. Kulaklarımız belirli bir düzeyin altındaki ve üstündeki sesleri işitemez. İşittiğimiz seslerden ise, bilgi ve kavrayışımız ölçüsünde anlam çıkarırız.

Konuşmayı bize öğreten Allah elbette ki konuşur. İşitme yeteneğini bize veren Allah elbette ki işitir. Fakat O’nun konuşması da, işitmesi de bizimkine benzemez. Benzeseydi, bizim muhtaç olduğumuz şeylere O da muhtaç olurdu. Hâlbuki bizim muhtaç olduğumuz şeylerin hepsini yaratan O’dur. Yaratan, yarattığına muhtaç mı olur?

Allah sözü ile insan konuşmasını bu şekilde kesin çizgilerle birbirinden ayırdıktan sonra, kendimizi bir soru karşısında buluruz:

Konuşmak ve işitmek için pek çok şeye muhtaç olan biz, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın sözünü nasıl işitir, nasıl anlarız?

Biz ne kadar istesek, bize verilen yeteneklerin dışına çıkamayız. Gözümüz ışığı görür; fakat yapısı ışıktan hiç de farklı olmayan radyo dalgalarını göremez. Işığa karşı da gözümüzün belli bir tahammül sınırı vardır. Bu sınırı zorlamak, dünyada ebediyen gözden mahrum kalmak anlamına gelebilir: gündüzün ortasında uzun süre güneşe bakmak gibi!

Öyleyse Allah’ın sözüne muhatap olabilmek için iki yol vardır: Ya Allah bize, kendi sözlerini işitecek bir yetenek bağışlar; ya da kendi sözlerini bizim dinleyip anlayabileceğimiz şekilde söyler.

Birinci yol, Kur’ân’ın kendisinden öğrendiğimize göre, Hz. Mûsâ’ya verilmiş bir mucize olarak son derece istisnaî bir durum teşkil etmektedir. İnsanlık âleminde herkes bir Mûsâ olamayacağına göre, bütün bir insanlığı Allah’ın sözlerinden yoksun bırakmamak için ikinci yol tercih edilecektir. Nitekim öyle olmuş ve Kur’ân bizim okuyup anlayabileceğimiz, dünya ve âhiret hayatımızın her aşamasında kendimize rehber edinebileceğimiz, birbirimize anlatıp öğretebileceğimiz bir kitap olarak bize gönderilmiştir. Eğer insanların konuştuğu şekilde gönderilmeseydi Kur’ân’ı nasıl işitirdik? İşitsek bile nasıl tekrarlar, nasıl okurduk? Okuyamayınca ondan nasıl yararlanırdık? Yararlanamayınca gönderilmesinin ne hikmeti kalırdı?

Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizelerinden ve peygamberliğe özgü hallerinden başka, davranışlarında, hal ve tavırlarında insan seviyesinde kalıp, insan gibi kâinatta geçerli olan İlâhî kanunlara uymuş, O da soğuk çekmiş, acı duymuş vs… Her bir hal ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş tâ ki ümmetine her hareketiyle imam olsun, davranışlarıyla rehber olsun, tüm hareketleriyle ders versin. Eğer her davranışı harika olsaydı, bizzat her bakımdan imam, önder ve rehber olamazdı, bütün halleriyle âlemlere rahmet olamazdı.

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, tüm akıl sahiplerine imamdır. Cinlerden ve insanlardan olan tüm inananlara rehberdir. Asırları nurlandıran büyük insanların hepsi, dersini O’ndan almışlardır. Öyleyse, insanların konuşmaları ve anlayacağı tarzda olması hikmetin gereğidir. Çünkü, cin ve ins ibadetini, duasını, insani ilişkilerini, kanunlarını, kainattaki sırları ondan öğreniyor ve herkes onu kendisine ana kaynak yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Sina Dağında işittiği Allah’ın sözleri tarzında olsaydı, insan bunu dinlemeye ve işitmeye tahammül edemez ve anlayamadığı için kendine kaynak ve rehber edemezdi. Çünkü Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi peygamberlerin en büyüklerinden biri bile ancak birkaç sözü işitmeye tahammül etmiştir.

Bu soruları şeytan kumandasında soranların veya nefsimize sorduran şeytanın yapmak istediği bir benzerliği ‘ayniyet’ şeklinde göstermek suretiyle insanı yanıltmak ister. Daha doğrusu, psikolojide ‘paraloji’ olarak bilinen sakat bir mantık yürütmeye başvurur. ‘Masa dört ayaklıdır; kedi de dört ayaklıdır; öyleyse ikisi birbirinin aynıdır’ diyen hasta gibi, Şeytan da ‘İnsanlar kelime ve cümleler kurarak konuşur; Kur’ân da kelimeler ve cümlelerle yazılmıştır. Öyleyse Kur’ân, insan sözüdür.’ şeklindeki bir mantık yürütme ile insanı şaşırtmaya çalışır. Halbuki her dört ayaklı şey kedi olmadığı gibi, kelime ve cümleler aracılığıyla meram ifade etmek de sadece insana has bir özellik değildir. Şeytanın bizzat kendisi, insan sözüne benzeyen pek çok zırvalar uydurarak Allah sözü diye Müseylime’ye yutturmuştur! Âlemlerin Rabbi ise, bize öğrettiği kelime ve cümlelerle beyanların en güzelini indirmeye herkesten ziyade lâyık ve kadirdir.

Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin benzerini niçin yazamıyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapça’nın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.

Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de Kur’ana misil getirememiştir. Zira, Kur’anda Arapça’nın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’anın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.

Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur.

‘Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübin’de vardır.’ (1)

‘Biz Kur’an’ı sana herşeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik’ (2) gibi ayetlerden hareketle, bazıları ‘her şey Kur’an’da vardır’ derler. Acaba, gerçekten her şey Kur’anda var mıdır? Varsa nasıl vardır?

Evet, her şey Kur’anda vardır. Fakat ayrıntılarıyla değil, esaslarıyla vardır. Küçük bir çekirdekte, ağacın plan ve programının yazılı olması şeklinde vardır. Kainatta ve insanlık aleminde cereyan eden kanunlara işaretler şeklinde vardır.

Kur’an ve kainat, Allah’ın iki kitabıdır. Biri kelam sıfatının, diğeri kudret sıfatının tecellisidir. Allah’ın kudret sıfatından gelen kainatta da her şey vardır ama, herkes her şeyi göremez. Mesela, Edison elektriği buluncaya kadar, alemde elektrik vardı. Fakat insanlar farkında değillerdi. Edison, elektriği yoktan var etmedi. Var olan bir şeyi buldu. Dolayısı ile, Edison, Newton, Arşimet gibi bilginler, tabiattaki kanunların koyucusu değil, bulucusudurlar. Mucidi değil, keşşafıdırlar.

Aynı durum, Kur’an ayetleri için de geçerlidir. Müfessirler, Kur’anın engin manalarına muhatap olmaya çalışır. Her biri, bir takım sırlar görebilir, bulabilir. Zamanın akış seyri de, Kur’anın sırlarının ortaya çıkmasına yardımcıdır. Mesela, ‘Biz insanı parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden diriltmeye kadiriz’ (3) ayetinde geçen ‘parmak uçları’ndaki sır, 19. yüzyılda, herkesin parmak izlerinin farklı olduğunun keşfedilmesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Bu konuda, fenni gelişmelere işaret eden yüzlerce ayeti örnek olarak vermek mümkündür. Celal Kırca’nın Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler isimli kitabından konunun örnekleri ve ayrıntıları görülebilir.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamberlerin mu’cizeleri de, ileriye yönelik mesajlar taşımaktadır. Hz. Musa’nın asası gibi basit aletlerle, yerden su çıkarmanın; Hz. İsa gibi her türlü hastalıklara şifa bulmanın; Hz. Süleyman gibi kuşlardan bile yararlanmanın; Hz. Davud gibi demiri şekillendirmenin; Hz. İbrahim gibi ateşte yanmamanın; Hz. Nuh gibi büyük gemiler yapmanın; yine Hz. Süleyman gibi, çok uzak mesafeden eşyayı ya suretiyle, veya aynıyla getirmenin mümkün olduğuna, ayetler işaret etmektedir. (4)

Kur’an’daki bilgiyle alakalı şu esaslara dikkat çekmek istiyoruz:

1. Kur’an’da her şeyden bahis vardır. Sema-arz, dünya-ahiret, sevap-günah, cennet-cehennem, Allah-alem gibi bütün temel konulardan ayetler bahsetmiştir.

2. Kur’an’da günümüz fen ve teknolojisine de işaretler vardır. Fakat ilgili ayetler ayrıntılı bir şekilde değil, esaslar itibariyle işaret etmektedir. ‘Kur’an’da ilmi gelişmelere işaret yok’ denilmesi tefrit olduğu gibi, ‘Bu ilmi gelişmelere ayrıntılarıyla işaret vardır’ demek de, ifrattır. Her iki aşırılıktan da uzak kalmak gerekir.,

3. Kur’an, tarih-coğrafya kitabı değildir. Kur’anın asıl gönderiliş hikmeti ‘Daire-i Rububiyetin Kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.’ (5) Yani Allah’ı bize tanıtmak ve kulluk vazifelerimizi bize öğretmektir.

4. Bulunan her yeni keşfe veya revaçta olan teorilere ‘İşte, Kur’an’da bu da var!’ şeklinde İslam vahyinin mührünü vurmak, ilerde bir takım mahzurları netice verebilir. İlm-i İlahi’den gelen Kuran’ın, bir takım, ‘bilimsel payandalarla’ desteklenmeye ihtiyacı yoktur. Böyle bir destek bulmaya çalışmak, bilimi asıl, Kuran’ı ise, ikinci derecede kabul etmek demektir. Halbuki asıl olan, Kur’anın ezeli ve ebedi değişmez hükümleridir. Fennin ve ilmin hiçbir hükmü , Kuran’a aykırı olamaz. Kainatı yaratan Zat’ın kelamı, kainattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir.

Kaynaklar:

1. En’am, 59.
2. Nahl, 89.
3. Kıyame, 4.
4. Konu ayrıntılarıyla Said Nursi’nin Sözler isimli eserinin 235-249. sayfalarından görülebilir.
5. Nursi, Sözler, s. 147.
6. Nahl, 43.

Bilindiği üzere, Kur’an-ı Kerim bir defada bir kitap olarak indirilmemiş, olaylara göre 23 yıl zarfında gelmeye devam etmiştir. Burada söz konusu olan, Hz. Peygamberin ve ilk müslümanların müşriklerle savaş halidir. Nasıl ki, bir devlet teröristlere şöyle bir ültimatom verebilir: ‘Size dört ay müddet. Ya bu müddet zarfında teslim olursunuz, ya da görüldüğünüz yerde öldürülürsünüz’

Onun gibi, Tevbe Sûresinin ilk ayetlerinde belirtildiği üzere, müşriklere dört ay süre verilmiştir. Bu müddet zarfında onlara ilişilmeyecektir. Fakat eski hallerine devam ederlerse, ölüm fermanı söz konusudur. ‘Onları nerede bulursanız öldürün’ mealindeki ayetin son kısmı ‘Allah Gafur ve Rahimdir” diyerek biter. Bununla ‘Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir. Siz de öyle olun’ mesajı verilmektedir. Bir sonraki ayette ise şöyle denilir:

‘Eğer müşriklerden biri eman ile sana gelirse ona eman ver. Ta ki Allah’ın kelamını dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir’

Bu ayette, müşrikler hakkındaki ilahi rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Demek ki, müşriklere bu dinin güzelliğini görmek, Allah’ın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar, bu dini bilmeyen bir toplumdur. Onlardan bu şekilde gelenler, İslam beldesinde emniyet içerisinde yaşarlar, gezerler. Müslümanların hallerini gözlemlerler, neticede İslama girmeyebilirler. Kabul etmediğinde ‘Sen müşriksin’ denilip öldürülmez, emniyet içinde vatanına dönmesine yardımcı olunur.

Tarihen de sabit olan budur ki, Müslümanlar savaş haricinde gayr-i müslimleri öldürmemişlerdir Şayet öldüren olmuşsa, bu dinden değil, o şahsın İslam’ı bilmeyişinden kaynaklanmıştır. Benzeri durum, gayr-i müslim ülkeler için de geçerlidir. Sözgelimi, bir Müslüman yabancı bir diyara turist olarak gidip de malından dolayı öldürülmüşse, bunu o ülke insanlarının İslam’a düşmanlığı şeklinde değerlendirmek doğru olmayacaktır. Günümüz hukuk sistemlerinin de kabul ettiği üzere, suçun şahsiliği esastır. Birisinin yüzünden başkalarını da cezalandırmak adalete aykırıdır. Kur’an bunu şöyle anlatır: ‘Hiçbir günahkar başkasının yükünü yüklenmez.’ (Necm Sûresi,, 38)

Öncelikle şunu ifade edelim: İslam dininin, Müslümanlarla anlaşma yapan hariçteki kâfirlere ve yine bir İslam ülkesinde yaşayıp cizyesini(vergisini) veren gayr-ı Müslimlere hayat hakkı tanıması gösteriyor ki, söz konusu ayet-i kerimeyi din hürriyetine bir engelmiş gibi yorumlamak gerçeğe ayıkırdır. İslâmda, sözünü ettiğimiz bu iki gurup gayr-i Müslim ile sulh içinde yaşamak esastır. Onlarla savaşılmaz, onların hakkı muhafaza alındadır.

Bu ayet-i kerime, müslümanlara iki büyük hedef göstermiştir:
1-Fitnenin (her türlü kaos ve kargaşanın) kökünü kazımak.
2-Allah’ın dinini hakim kılmak.

Bunlardan birincisi, evrensel bir barış demektir. Yani, bütün insanların huzur ve emniyet içinde yaşayabileceği bir vasat meydana getirilmelidir. Öyle ki, gayr-i müslim bir devlet, başkasına zulüm etse, bu fitneyi def için mazlum devlete yardım edilebilmelidir.

Şu ayet, bu manayı teyit eder:

‘Size ne oluyor ki, ‘ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?”
(Nisa Sûresi,75)

Tarihin hemen her devrinde, dünyanın değişik yerlerinde ayette tasvir edilen manzarayı görmek mümkündür. Bir takım erkekler, kadınlar ve çocuklar zulme uğratılmakta, mağdur edilmektedir. Hayatı işkenceye çevrilen bu insanlar ‘Ey Rabbimiz, bizi bu zalimlerden kurtar!’ diye yalvarmaktadır. İşte, bu insanların kurtarılması için mücadele verecek kimseler çok ulvi bir cihad yapmış olacaklardır.

Peygamber Efendimiz kıyamet gününün o dehşetinde, arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf insanı bildirirken en önce ‘adil idarecileri” sayar. Bir ülkede adaletin yerini zulüm alırsa, o ülkede fitne, kaos başlar. İşte, bu tür fitneleri sona erdirmek müslümanların en yüce hedeflerinden biri olarak ayette nazara verilmiştir.

Kehf Sûresinde kıssası anlatılan Zülkarneyn, bu mananın güzel bir örneğidir. Bir dünya fatihi olan bu zat, arzın doğusuna-batısına seferler düzenlemiş, mazlumları zalimlerin baskısından kurtarmıştır. Günümüzde de Zülkarneyn misal dünya cihangirlerine ihtiyaç vardır.

‘Allah’ın dinini hakim kılmak.’ hedefinin ise, soruda ifade edildiği şekilde anlaşılmaması gerekir. Zira, bir başka ayette açıkça ‘Dinde zorlama yoktur.’ denilmiştir. (Bakara Sûresi, 256) Dinde tebliğ vardır. Peygamberimiz hiç bir insanı zorla İslâma sokmamıştır. Zaten öyle bir şey insan tabiatına aykırıdır. Silah zoruyla din değiştiren birisi gerçekte asıl dinini devam ettirir. Hem peygamberimiz devrinde, hem de sonrasında müslümanlar diğer dinlerin mensuplarına tam bir din ve inanç hürriyeti tanımışlardır. Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da kilise ve havraların günümüze kadar gelmesi, Balkanlarda 400 yıl süren Osmanlı idaresi zamanında Hıristiyan halkın dinlerini rahatça yaşaması İslâmdaki din ve inanç hürriyetini açıkça ortaya koyarlar.

‘Dinin bütünüyle Allah’ın olması’, sadece Allah’a ibadet edilmesi manasını ifade eder. O halde, bütün insanların ancak Allah’a ibadet etmeleri bir müslümanın en büyük gayesi olmalıdır. Bu ayette, buna engel olan müşriklerle cihat etmek ve tevhit inancı önündeki bütün engelleri kaldırmak müslümana gaye olarak gösterilmiştir.

Tarih boyunca insanlar, kendi cinslerinden olan bazı insanlara veya bazı varlıklara kulluktan kurtulamamışlardır. Halbuki insan, Allah’tan başkasına ibadet edemez. Bununla ilgili olarak Hz. Peygamberin hayatından bir kaç tabloyu sunmak istiyoruz:

-Hz. Peygamberin yanına gelen bir elçi onun manevi azameti karşısında titremeye başlar. Hz. Peygamber şu sözleriyle elçiyi yatıştırır: “Sakin ol, ben kral değilim. Kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.”

-Hz. Peygamberin ashabından olan Muaz bin Cebel, Şam’dan döndüğünde Hz. Peygamberin önünde secdeye varır. Peygamber, ‘Ey Muaz, bu ne demek?’ diye sorar. Muaz, ‘’Şam’daki insanlar kendi reis ve ruhani liderlerine böyle yapıyorlar. Siz ise, onlardan daha büyüksünüz’ der. Resulullah, Muaz’a bunun doğru olmadığını, secdenin sadece Allah’a yapılması gerektiğini anlatır.

-Adiy bin Hatem, hıristiyan iken İslama girer. Hz. Peygambere, Kur’andaki ‘Onlar din bilginleri ve ruhbanlarını Allah’ın dışında Rabler edindiler’ (Tevbe Sûresi, 31) ayetinden sorar, ‘Biz onları Rabler edinmiyorduk. Bu ne demektir?’ der. Resulullah şu cevabı verir: ‘Onların helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul ediyor muydunuz?” Adi bin Hatem ‘evet’ deyince Resulullah, ‘işte der, bu onları Rab edinmek demektir.’

Bu zaviyeden baktığımızda, ekser insanların Allah’tan başka şeyleri Rab yerine koymaktan kurtulamadıklarını söyleyebiliriz. İşte, soruya esas teşkil eden ayet, bu tür bir kulluktan insanlığı kurtarma gayesine yönelik yüce bir ideali ifade etmektedir.

Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir.

Allah Resulü (asm.) buyururlar ki: Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir.

Bir ayet-i kerimede de ‘Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar.’ (Nisa Sûresi, 48) buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Nur müellifinin ifadesiyle, ‘Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.’

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resulüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, ‘kalp mühürlenmesi’ şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatında küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul, yani ‘iman hakikatlerini kabul etmeme’ hakkında ‘Bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.’ denilir. Kabul-ü ademde ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur. Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da, az da olsa, hidayete erenler, İslam’ı seçenler çıkmaktadır.

Kur’ân,

● şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi,

● tekvinî âyetleri okuyan çeşitli dillerin ebedî bir ter-cümanı,

● şu görünen ve görünmeyen âlem kitabının bir mü-fessiri,

● yerde ve gökte gizli olan İlâhî isimlerin manevî hazi-nelerinin keşfedicisi,

● hâdiselerin satırları altında gizli hakikatlerin anahta-rı,

● şu görünen âlemde gayb âleminin konuşan dili,

● şu görünen âlemin perdesi arkasında bulunan gayb âlemi tarafından gelen Rahman’ın ebedî iltifatının ve Sübhân’ın ezelî hitaplarının bir hazinesi,

● şu İslâmın mânevi âleminin güneşi, temeli, planı,

● âhiret âlemlerinin mukaddes haritası,

● Allah’ın zâtını, sıfatlarını, isimlerini, fiil ve işlerini a-çıklayan sözü, apaçık yorumu, kesin delili, parlak tercü-manı,

● şu insanlık âleminin eğiticisi,

● en büyük insanlık olan İslâmiyetin suyu ve ışığı,

● insanlığın hakikî hikmeti,

● insanlığı saâdete götüren hakikî mürşid ve kılavuz,

● insana hem bir şeriat kitabı,

● hem bir dua kitabı,

● hem bir hikmet kitabı,

● hem bir ibadet kitabı,

● hem bir emir ve davet kitabı,

● hem bir zikir kitabı,

● hem bir fikir kitabı,

● hem bütün insanların, bütün manevî ihtiyaçlarının kaynağı olacak çok kitapları içinde bulunduran tek, geniş ve mukaddes bir kitap,

● hem bütün evliyanın, sıddıkların, âriflerin, muhakkiklerin çeşitli meşreplerine, ayrı ayrı mesleklerine, her bir meşrebin zevkine lâyık ve o meşrebi aydınlatacak ve her bir mesleğin maksatlarına uygun ve onu tasvir edecek birer risaleyi meydana çıkaran mukaddes bir kütüphane hükmünde semavî bir kitaptır.

● Kur’ân, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin âzam mertebesinden geldiği için,

● bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;

● hem bütün varlıkların İlâhı unvânıyla Allah’ın fer-manıdır;

● hem bütün göklerin ve yerin Yaratıcısı nâmına bir hi-taptır;

● hem mutlak rububiyet yönünde bir konuşmadır;

● hem Sübhân’ın umumî saltanatı hesabına ezelî bir hutbedir;

● hem kapsamlı, geniş rahmeti açısından Rahman’ın il-tifat dolu bir defteridir;

● hem Yüce Allah’ın ihtişamının büyüklüğü dolayısıy-la, bazen başlarında şifre bulunan bir muhabere kitabıdır;

● hem İsm-i Âzamın muhitinden inerek Arş-ı Âzamın her tarafına bakan ve teftiş eden, hikmetler saçan mukad-des bir kitaptır.

“Allah O’dur ki: yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmıştır. Onların aralarında emri cereyan eder…” (Talak, 12).

Evvela şunu hemen ilave edelim ki, yedi, yetmiş ve yedi yüz gibi tabirler, Arap üslubunda çokluğu ifade ettiği için, “yedi tabaka” ile, o tabakaların çokluğuna da işaret edilmiş olabilir.

Aslında ayet-i kerimenin bu ifadesinden çok değişik manaları çıkarmak mümkündür. Bugün anlaşıldığı kadarıyla feza, nihayetsiz bir boşluk olmayıp “esir” adı verilen bir madde ile doludur.

Nasıl ki, hidrojen ve oksijenden su, buhar ve buz gibi tabakalar teşekkül ediyor. Kadir-i Zülcelal, esir maddesinden de yedi kat semavatı, gayet ince bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları onun içinde yaratmıştır. Hareket eden yıldızlar, balıklar gibi bu sema içinde gezerler.

Bu ayet-i kerimeden, bütün görünen gökleri bu dünyanın bir seması sayıp, bundan başka altı sema tabakasının bulunduğunu da anlamak mümkündür. Yeryüzü ile alakalı ifadesinin de farklı manalara işareti söz konusu. Ancak biz burada, gerek semavat ve gerekse arzın yedi tabakasıyla alakalı ifadelerin sadece bir cihetini, yani zahiri manasını ele alacağız.

Göklerin ve yer kürenin yedi ayrı tabakadan meydana geldiği, astronomi ve jeolojiyle ispatlanmış bulunuyor.

6370 km. yarı çaplı ve yedi katlı dünyayı kabuğundan merkezine doğru tetkik edelim.(1) Bu yapı dıştan içe doğru şu yedi kattan meydana gelmiştir:

1- Litosfer veya Kabuk (Lithosphere or Crust)
2- Hidrosfer veya Su Küre (Hydrosphere)
3- Üst manto (Upper Mantle, Astenosfer)
4- Geçiş zonu (Transition Zone)
5- Alt manto (Lower Mantle, Mezosfer)
6- Dış çekirdek (Outer core)
7- İç çekirdek Çekirdek (Inner core)

1- Litosfer veya Kabuk
Yerkürenin en dış kısmında taşküre veya litosfer olarak ta bilinen yerkabuğu bulunur. Karalarda daha kalın (35-40 km Tibet Platosunda ise 70 km) deniz ve okyanus tabanlarında ise daha ince (8-12 km) olan yer kabuğunun ortalama kalınlığı 33 km kadardır. Kimyasal bileşimi ve yoğunluğu birbirinden farklı iki kısımdan meydana gelir. Bunlardan biri granit bileşimindeki kayaçlardan oluşan granitik yerkabuğu; diğeri ise bazalt bileşimindeki kayaçlardan oluşan bazaltik yerkabuğudur.

Granitik yerkabuğunda silisyum ve alüminyum elementleri hakimdir. Bu nedenle daha hafiftir; yoğunluğu 2.7-2.8 gr/cm3 arasında bulunur. Yerkabuğunun üst kısmını teşkil eder. Bazaltik yerkabuğunda ise silisyum ve magnezyumlu unsurlar hakimdir. Dolayısıyla granitik kabuktan daha ağırdır; yoğunluğu 3-3.5 gr/cm3 arasında değişir. Granitik yerkabuğunun altında ve okyanus tabanlarında yer alır. Bu nedenle bazaltik yerkabuğuna okyanusal kabuk adı da verilir.(2)

2- Hidrosfer: Yer kürede bulunan denizler, göller, akarsular ve yer altı suları; su küreyi(hidrosfer) oluşturmaktadırlar. Yer küre yüzeyinin ¾ ‘ü sularla kaplıdır.(3)

Manto
Manto; üst manto, geçiş zonu ve alt manto olmak üzere üç ayrı kattan oluşur. Hacim olarak dünyanın % 83’ünü, ağırlık bakımından da % 66’sını teşkil eder.
3- Üst mantonun kalınlığı 360 km., yoğunluğu ise 3.3.-4.3 gr/cm3 arasındadır.
4- Geçiş zonu, üst manto ile alt manto arasında yer alır. Kalınlığı ise 600 km.’dir.
5- Alt manto, yoğunluğu ve elastikiyeti fazla olan kayalardan yapılmıştır. Kalınlığı 1900 km.’dir.

Çekirdek
Yerin 2900 km.’den itibaren 6370 km.’ye varıncaya kadarki bölümünü çekirdek teşkil eder. Bu da, dış ve iç çekirdek olmak üzere iki kısma ayrılır.
6- Dış çekirdek: Yerin 2900 km. ile 5150 km.’lik bölümünü içine alır. Dış çekirdeğin esas maddesini ergimiş haldeki demir ve nikel oluşturur. Deprem dalgalarından ikincil (S) dalgalar, dış çekirdeği geçemediklerinden bu kısmın sıvı durumda olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ikincil dalgalar, sıvılardan geçemezler.

7- İç çekirdek: Dış ve iç çekirdek sınırında yoğunluk 12.3 gr/cm3’e, sıcaklık da 4300 dereceye ulaşır. Bu iç çekirdeğin bileşimini, kristalize demir ve nikel meydana getirir. Bilindiği gibi, bizi üzerinde barındıran dünyamız dev bir mıknatıs özelliğine sahiptir. Bunun manyetik alanı, sıvı olan dış çekirdeğin bir dinamo gibi düzenlenmesinden ileri gelir. Bu özellik sayesinde pusula ibreleri hep aynı noktaya yönelir.(4)

Yedi Katlı Semavat
“O’dur ki: Yeri göğü tabaka tabaka olarak yarattı. O Rahmanın yaratmasında hiç bir uygunsuzluk göremezsin, şimdi gözünü çevir bak, hiç bir çatlak görebilir misin?” (Mülk, 3).

Biz, atmosferin dibinde hayatımızı sürdürmekteyiz. Tıpkı denizin dibinde yaşayan balıklar gibi. Hava denizinin yukarılarına doğru yükselmeden önce, atmosferin genel özelliklerini tanıyalım.

Atmosferde % 78 oranında nitrojen, % 21 nisbetinde oksijen ve az miktarda argon, karbondioksit, hidrojen ve diğer nadir gazlar bulunur. Bu oranın devamlılığı sağlanmamış olsaydı, yeryüzünde hayatın varlığı mümkün değildi. Atmosfer ayrıca, zararlı radyasyonlara karşı dünyadaki canlıları koruyan bir bakıma şemsiye ödevini görür. Mesela atmosfer, güneşten gelen ultraviyole ışınlarını filitre eder. Söz konusu filitre olmasaydı, bu ışınlar bütün canlıları öldürecekti. Yine atmosfer olmasaydı, gündüz dünyamızda ısı 100°C’nin üstünde, geceleyin de dondurucu olacaktı. Demek ki atmosfer, ısı enerjisini de düzenlemektedir.

Atmosferin en önemli yönlerinden birisi de, rüzgarlar yardımıyla rahmet bulutlarını ihtiyaç duyulan alanlara taşımasıdır.

Atmosfer, nitrojen (azot), oksijen ve karbondioksitiyle en vazgeçilmez maddelere sahip olan büyük bir nimettir. Düşünün, oksijen olmasaydı vücudumuzun en küçük birimi olan hücrelerimiz çalışır mıydı? Oksijensiz yiyeceklerimizi yakamaz ve gerekli olan kimyevi enerjiyi sağlıyamazdık. Oksijen sayesinde hücrelerde oksidasyon adı verilen yanma olayı olmakta, yiyeceklere vücut veren moleküller kimyevi değişikliğe uğramaktadır.

Atmosferin kalınlığı hakkında bir şey söylemek oldukça zor. Deniz seviyesinde 1 mil küp havanın ağırlığı 6 milyon tondur. 350 km. yukarıda aynı hacimdeki havanın ağırlığı ise, 60 gram kadardır. Buradan da anlaşılacağı gibi, yukarılara çıkıldıkça havanın yoğunluğu azalmaktadır. Yine 130-140 km. yukarıda yeterli hareket halinde hava molekülü olmadığından, ses dalgaları iletilememekte ve bunun sonucu bir çekicin bile sesini duymak mümkün olmamaktadır.

Atmosfer ve uzaya vücut veren katlar şunlardır(*):

1- Troposfer,
2- Stratosfer,
3- Kemosfer,
4- Mezosfer,
5- İyonosfer,
6- Ekzosfer,
7- Mağnotosfer.

1- Troposfer: İçinde barındığımız en alt atmosfer tabakasına troposfer adı verilir. Troposfer, bölgelere bağlı olarak ısı ve nem oranı bakımından farklılık gösterir. Bunun kalınlığı 0 ile 16 km. arasında değişir.

2- Stratosfer: Atmosferin ikinci önemli tabakasını teşkil eder ve troposferin üzerinde uzanır. 11 ile 50 km.’ler arasında yer alır. Askeri uçakların pek çoğu bu katta yoluna devam eder. Isı, sıfırın altında elli beş (-55°C) dolayındadır. Stratosferde hiç bir rüzgar olmadığı gibi, bunun sonucu bulut da yoktur.

3- Kemosfer: 80 km.’lik yüksekliğe ulaşır ve stratosferin üzerinde uzanır. Gaz molekülleri burada atomik gaza veya tersine dönüşür.

4- Mezosfer: Atmosferin orta kısmını teşkil eder.

5- İyonosfer: Mezosferin üzerinde 400 km.’ye kadar uzanır. Bu katta hava elektrikle yüklüdür. Sebebi de, havaya vücut veren gazların atomları elektronlarını kaybetmiş veya kazanmış olmalarıdır. Elektrikle yüklü atomları, yani iyonları ihtiva etmesi sebebiyle bu tabakaya iyonosfer denilmektedir.

İyonosfer, elektrikle yüklü parçacıkları ve radyo dalgalarını yansıtmaktadır. Yoksa, dünyanın öbür ucundaki radyo istasyonunun yayınını nasıl duyardık? İyonosferin alt kısımları alelade radyo dalgalarını, üst kısımları ise kısa dalga radyo dalgalarını yansıtır. İşte bu özellik sebebiyle kısa dalgadan, deniz aşırı ülkelerin radyolarını kolayca dinleyebiliriz. Televizyon vericisinin dalgaları ise, buradan yansıtılamamakta ve bu tabakayı kesip geçmektedir.

6- Ekzosfer: İyonosferin üzerinde, havanın yoğunluğunun çok azaldığı kattır. Burada hava yoğunluğu çok az olduğundan sürtünme de ihmal edilecek kadar azdır. Dolayısı ile, insanların yaptığı suni uydular bu katta dünya etrafında dolaşır.

7- Magnetosfer: Uzayın sonsuzluklarını doldurur. Atmosferin, yani havanın yer almadığı uçsuz bucaksız bir mekandır. Kısmen ekzosferi içine almakta 64000 km. ve ötesindeki uzay mekanını kaplamaktadır.

Bu kısa izahtan da anlaşılacağı gibi, Kur’an-ı Kerim, ilimlerin en son hududuna işaret ederek beşeriyeti, Cenab-ı Hakk’ın eserlerinden hikmet, sanat ve nizamı araştırmaya teşvik ediyor. Tabii bu teşvik ve işaretler, aynı zamanda, her asırdaki insanın anlayış ve idrakine uygun ve değişik yorumlara da açık tarzda olmaktadır.

(1) http://www.e-cografya.com/jeoloji/geosfer/index.html
(2),(4) http://pubs.usgs.gov/publications/text/inside.html
(3) http://ess.geology.ufl.edu/ess/Introduction/Hydrosphere.html

Atmosferde vuku bulan meteorolojik hadiseler, öteden beri insanların dikkatini çekmiştir. Bu sebeple de insanoğlu; yüzyıllardan beri ısı değişiklikleri, yağmur, şimşek, rüzgar v.b. meteorolojik hadiseleri araştırmaktadır.

Atmosferin incelenmesi sonucu; “alçak basınç” ve “yüksek basınç” alanları ile bunların hareket yolları, rüzgarların yön ve hızları meteoroloji haritalarında gösterilmekte, bunlara göre hava tahminleri yapılmaktadır.

1957 yılından beri, atmosfere suni peykler atılıyor. Maksatlarına göre, değişik tip uydular kullanılmaktadır. bunlardan bir türü de, hava değişmelerini çabuk sezme kabiliyetine sahiptir. Bu uydular, atmosferdeki ısı değişikliklerini tespit ederek, hava kütlelerinin ve bulutların resimlerini çekerler. Aynı zamanda, hava kütlelerinin hareketlerini de bildirirler. Böylece, biz; merkezler arasındaki ısı farklarını, rüzgarların yönlerini, hızlarını, havadaki nem miktarını ve basınç farklarını öğrenebiliriz.

Hava tahminleri, yukarıda saydığımız bilgiler elde edildikten sonra yapılabilmektedir. Bu işlem, uçaklar için 12 saat evvelden yapılmakta ve % 95 doğru çıkmaktadır. 24 saat önce yapılan hava tahmin raporlarında, % 10-20 nispetinde yanılma payı vardır. Tahmin zamanı uzadıkça, yanılma payı da artmaktadır. Yapılan haritalara bakılıp, belli hesaplar yapılarak, hangi bölgeye ne zaman yağmur yağacağı tahmin edilebilir.

Şimdi bu bilgiler ışığında soruyu tekrarlayalım:

Biz atmosferde cereyan edecek hadiseleri bilebiliyoruz. Şu halde bu, yukarıdaki ayetin manasına ters düşmüyor mu?

Hayır! Neden ters düşsün? Bizim bilebildiğimiz, ortaya çıkıp atmosferde kendini göstermiş hadiselerdir. Yani, atmosferde kendisini belli eden olayları, duygularımız veya çeşitli cihazlarla tespit edebiliyoruz. Yoksa henüz ortaya çıkmamış, kendisini belli etmemiş hadiseleri değil!

Mesela, Balkanlar üzerinden soğuk bir hava kütlesi günde 400 km. hızla geliyor olsun. Bu hava kütlesinin gidiş yönünü, Anadolu olarak tespit etmiş olalım. Buna göre; Kayseri’de havanın muhtemelen iki gün sonra soğuyacağını, rüzgarın şu yönden eseceğini, yağmur veya kar yağabileceğini söyleyebiliriz. Bu tespit; Edirne’den kalkan Doğu Ekspresi’nin, yaklaşık 27 saat sonra Kayseri’ye varacağını söylemek gibi bir şeydir. Dört yıl sonra, ayın ne zaman tutulacağını biliyoruz. Ama dört sene sonra, belli bir gün ve saatte, Kayseri’nin falan muhitine, ne miktar yağmur yağacağını kimse bilemez ve söyleyemez. Çünkü, hadise görüp bildiğimiz bu aleme henüz çıkmamıştır. Bu sebeple bilemiyoruz.

Zaten bu hadiseleri bir süre önce bilmiş olmamız, çok fazla bir şeyi değiştirmiyor. Suyu buharlaştırıp atmosfere çıkaran ve yağmur olarak indiren yine Allah’tır. Suyu, yüksek bir yerden aşağıya doğru dökün. Toplu halde ve artan bir hızla düştüğünü göreceksiniz. Ama yağmur tanecikleri tane tane ve sabit bir hızla yere düşerler…

Atmosferdeki 14 X 1012 ton suyu; her an, kim, hangi kuvvet ve kudretle buharlaştırıyor? Atmosferdeki sıcaklık farklarını, kim meydana getiriyor? Atmosferi, bu kadar intizamlı, ölçülü halde yaratan kimdir? Şu anda cereyan eden milyonlarca meteorolojik hadise, kimin kudretiyle yapılmaktadır?!..

İşte ayet bu hakikatlere işaret ediyor. Biz ancak bu olayların ortaya çıkan ilk belirtilerine bakarak tahmin yapabiliyoruz.

Kur’an-ı Kerim bir ayetinde şöyle buyurur: “Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübin’de vardır” (En’am 59). Ayette geçen “Kitab-ı Mübin” tabiri ile kastedilen şey nedir? İslam alimleri, bununla, hem Kur’an-ı Kerim’i, hem de “Levh-i mahfuz”u anlamışlardır.

Levh-i Mahfuz, sırrı ve mahiyeti sadece Allah tarafından bilinen ve içerisinde olmuş, olacak her şeyin yazılı bulunduğu bir levhadır. Yani Allah’ın kader kitabı.

Ayetin taşıdığı bu iki ihtimalden sadece birini kesinlikle iddia edemeyiz. Öyle ise, Kitab-ı Mübin tabiriyle hem levh-i mahfuz ve hem de Kur’an-ı Kerim’in kastedilmiş olduğu söylenebilir.

Bu durumda, Levh-i Mahfuz’da her şey açık olarak bütün teferruatıyla yazılmış, Kur’an-ı Kerim’de ise özetlenmiştir. Aralarında ağaçla, ağacın çekirdeği arasında mevcut olan fark vardır. Söz gelişi, bir incir çekirdeği, nokta kadar küçüklüğüne rağmen, koskocaman incir ağacını (boyu, dalı, yaprağı, meyvesi, tadı, kokusu vs.) her çeşit hususiyetleri ile birlikte ihtiva etmekte, maddi manevi her yönünü, gözlerimizle görmemiz mümkün olmayan genlerde programlar halinde taşımaktadır. Bu ilmen ortaya konmuş bir gerçektir.

Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim’de de bu çekirdek misalinde olduğu gibi, geçmiş ve geleceğin mühim hadiseleri özetler ve işaretler halinde kaydedilmiştir.

Ancak bunu herkesin görüp anlaması mümkün değildir. Bu sahanın ehli olan bazı alimler, bunları sezebilir veya görebilir.

Akla şu sorunun gelmesi normaldir: Her şeye yer veren Kur’an-ı Kerim’de insanlık için çok mühim olan uçak, tren, elektrik gibi fenni icatların açık olarak anlatılmamasının sebebi nedir? Herkesin aklına gelen bu soruyu birkaç açıdan cevaplandırmak mümkündür:

1- Kur’an’ın Asıl Gayesi Açısından: Kur’an-ı Kerim’in asıl gayesi bize fenni bilgi vermek, geçmiş ve gelecekle ilgili tarihi malumat sunmak değildir. O, ne bir tarih, ne de coğrafya, fizik, kimya, keşifler, icatlar kitabıdır. Bu çeşit kitaplarda bulunan türden bilgileri Kur’an’da aramak, Kur’an’ın asıl maksadını bilmemekten, onu hakkıyla tanımamaktan ileri gelir.

Kur’an her şeyden önce bir din kitabıdır. Yani, insanlara Allah’ı ve insanların Allah’a karşı vazifelerini tanıtan bir kitap. Esasen bütün dinler, insan için, iki meçhul olan “Yaratan”ı ve “yaratıkların vazifeleri”ni açıklamaya çalışır. “Yaratan kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır, neler yapmıştır, ne yapmaktadır, yaratmaktan maksadı nedir?”

İnsanoğlu bunları öğrenmek ve anlamak ister. Yine isteriz ki, “mahlukat nedir, nereden gelmiştir, sonu ve akıbeti ne olacaktır, bu dünyadaki işi ve vazifesi nedir“, bilsin, anlasın.

İşte Kur’an-ı Kerim’in esas gayesi, bu soruları cevaplayarak insanlara Rablerini ve kendilerini tanıtmaktır.

Kur’an-ı Kerim, bununla beraber diğer mahluklardan da bahseder. Arz ve sema; ay, güneş ve yıldızlar, hayvanlar ve ağaçlar; dağlar, denizler ve nehirler onda hep geçit resmi yaparlar. Ancak bunlardan bahis de, esas itibariyle, yukarıda kaydedilen iki maksat içindir: Ya Allah’ın kudretini, onlar üzerindeki tasarrufunu belirtmek, bunları bir delil ve vasıta yaparak Allah’ı tanıtmak; ya da bunların insana olan faydalarını, yaratılış gayelerini belirterek insanlara kulluk vazifelerini hatırlatmak ve buna teşvik etmektir.

Kur’an-ı Kerim’de galaksiler, yıldızların sayısı veya güneşin çapı, dünyadan uzaklığı, neşrettiği şualar ve ısı derecesi gibi, fenni bilgiler yer almaz. Zira, bu çeşitten eşyanın bizzat kendisini tanıtan bilgiler, Allah’a sunulan ibadet açısından ehemmiyet taşımazlar. Güneş, bunca azamet ve hizmetine rağmen, kulluk dairesi içerisindeki ehemmiyeti yönüyle, ayet-i kerime’de bir “lamba”, bir “mum”dur. Dünya da bazen bir “beşik”, bazen bir “döşek”tir. Gök kubbesi ise, yıldızlarla süslenmiş bir tavandır.

Uçsuz bucaksız kainatın, böylesi tasviri yanında, beşeri icatlar, Kur’an’da nasıl zikredilme hakkı isteyebilirler? Zira bunlar, hem cisimleri ve hem de hizmetleri yönünden kainatın parçalarına nazaran çok küçük ve sönük kalırlar. Öyle ise, Kur’an-ı Kerim’in, beşeri icatlara uzaktan ve dolaylı bir işarette bulunması onlar için yeterlidir. Gerçekten de öyle yapıldığını az ilerde göreceğiz.

2- İmtihan Sırrı Açısından: Kur’an-ı Kerim’in fenni icatlardan veya geçmiş ve gelecek hadiselerden, herkesin anlayacağı bir tarzda açık olarak bahsetmeyişinin bir diğer sebebi, “imtihan sırrı”nın gereğidir. Bununla şunu kastediyoruz: İnsanlar, diğer mahluklar gibi, sabit, değişmez belli bir kabiliyet üzerine yaratılmamıştır. O, Yaratılışı itibariyle son derece terakki (yükselme) ve tedenni (düşme)ye müsaittir. Manen ilerleyerek meleklerden üstün olabileceği gibi; ruhen, ahlaken gerileyerek hayvanlardan çok daha aşağılara düşebilecektir.

Cenab-ı Hakk, insanları bu mahiyette yarattıktan sonra başı boş bırakmamıştır. Peygamberlerle, yüce hedeflere terakki edip yükselmenin şartlarını öğrettiği gibi, ilerlemeye mani olacak engelleri, onu alçaltıcı, düşürücü sebepleri de göstermiş ve şöyle emretmiştir: “İşte sana iki yol, birinde gidersen yükseliş, diğerinde gidersen alçalış var. Sakın nefsine, şeytana uyup kendini alçaltma. Aksi takdirde bundan hesap verecek, ebedi hüsrana uğrayacaksın.

İşte insanın manen ve hatta maddeten yükselmesi, bu gösterilen doğru yolu hür iradesiyle seçmesine bağlıdır. Hayat ise, böyle bir seçimin yapılması için verilen bir fırsattır, bir imtihandır.

Bu imtihanın gerçek manada imtihan olması ve insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, seçim işinde zora maruz kalmaması lazımdır. Her şeyi aklı ile görmeli, iradesi ile seçmelidir.

Her devirde peygamberler gelerek, bu ilahi tebliği tazelemişler, zamanla unutulan, perdelenen hakikatleri yeniden akılların anlayacağı şekilde açıklayıp gitmişlerdir. Fakat zorlamamışlardır. Hiçbir peygamber, tebligatını yaparken, insanlara zorla benimsetme cihetine gitmemiştir. Bir bakıma aklı şaşırtıcı olan mucizeler bile, tamamen susturucu, herkesi kabule zorlayıcı olmamıştır. Söz gelişi, Hz. Musa’nın asası, sihirbazların göz bağlayıcı iplerini yutarak, hilelerini iptal ettiği zaman sihirbazlar:

Harun ve Musa’nın Rabbine inandık” diye imana gelirken, Firavun: “Bu hepinize sihir öğreten büyüğünüz” (Ta-Ha, 71) diyebilmiş, küfrüne devam edebilmiştir. Keza, Hz. Peygamber (Aleyhisselam) Mekke müşriklerinin talebi üzerine, parmağıyla işaret buyurduğunda gökteki “ay” ikiye bölündüğü zaman; onlar: “Muhammed sihriyle semaya da tesir etmeye başladı” diyerek direnmeye devam edebilmişlerdir.

Demek ki, din bir imtihandır. Bu imtihanda, akla kapı açılır, fakat, irade elden alınmaz. Öyle ise, istikbalde insanların keşfedeceği teknikten, karşılaşacakları hadiselerden herkesin görüp anlayacağı şekilde Kur’an-ı Kerim’in bahsetmesi bu ana prensibe aykırı düşer. Çünkü, böyle bir şeye kimse itiraz edemeyeceğinden ister istemez herkes kabul etmek zorunda kalır.

3- Tedricen Terakki (Yani zamanla, yavaş yavaş İlerleme) Açısından: Bilindiği üzere, insanlar terakki kanununa tabidirler. Bu kanun, çeşitli fen ve aletlerin, zaman içinde, ihtiyaç çerçevesinde ve gayret nispetinde tedricen (yani kısım kısım ve peyderpey) ortaya çıkarılmasını gerektirmiştir. Eğer semavi kitaplarda, fenlerden açık olarak bahsetmek ilahi bir kaide olsaydı, bu durum, sözünü ettiğimiz, tedrici terakki prensibi ile zıtlıklar arz ederdi. Her şey hazırca verilmiş olacağı için insanlara gayret gerekmeyecek, bütün insanlar aynı mesajları alacağından, her tarafta aynı seviyede insan cemiyetleri olacaktı. Bu durum insanların tabi kılındığı terakki prensibine aykırıdır.

4- İnsanlığın Şerefi Açısından: Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de fenlerden açık olarak söz etmemekle, insanlığa büyük bir şeref ve iftihar payı bırakmıştır. “Arzın halifesi” (yeryüzünde yaşayan canlılar üzerinde sultan) ve “mükerrem (şerefli)” sıfatlarıyla anılan insanoğlunun kabiliyetlerini, şahsi gayretleriyle inkişaf ettirecek, bir kısım fenlere, icatlara ulaşması, diğer mahlukata karşı ne büyük şereftir. Amerika’nın keşfinden ilk çalar saatin icadına, ilk dünya haritasını yapan Piri Reis’ten kan dolaşımını ortaya çıkaran İbnu’n-Nefs’e veyahut elektriği keşfeden Edison’a varıncaya kadar, insanlığa hizmet sunan büyük kaşiflerle, milliyeti ne olursa olsun, iftihar etmeyen, diğer mahlukata karşı şeref payı hissetmeyen bir insan var mıdır?

İşte bu şeref, Cenab-ı Hakk’ın insanlığa olan milyonlarca lütuflarından bir başkasıdır. İcat ve keşiflerde insani pay, son derece az da olsa mevcuttur ve bu, haklı bir iftihar vesilesidir. Şayet bu keşif ve icatlar Kur’an’da açık olarak zikredilmiş olsa, söz konusu şereften mahrum kalacaktık.

5- Muhatabın Kapasitesi Açısından: Kur’an-ı Kerim, hitaplarında, öncelikle ekseriyetin anlayış seviyesini göz önünde tutar. Her devirde insanlığın dörtte üçünden fazlasını avam tabakası teşkil etmiştir. Günümüzde bile, her ilme ait bir kısım meseleleri sadece o ilmin mütehassısları anlar, geride kalanlar anlayamaz. Büyük çoğunluğu teşkil eden avamın (halkın) anlayacağı seviyede konuşulduğu takdirde, daha üst seviyede olanların fazlasıyla anlayacağı açıktır.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in, sadece bir asra değil, kıyamete kadar bütün asırlara hitap ettiğini göz önüne alacak olursak, meselenin nezaketini daha iyi kavrarız.

İnsanların günlük müşahedelerine, ferdi tecrübe ve umumi bilgilerine uymayan şeylerden açık bir şekilde bahsedilmiş olması, iki mühim mahzura sebep olurdu:

1- Bilhassa henüz tam olarak inanmamış, tereddütlü kimseleri dinden kaçırırdı. Dine muhalif olanlar da istihza ve alaylarını artırmada, bunları büyük bir koz olarak kullanırlardı. Söz gelişi Kur’an, mikroptan haber vererek, içtiğimiz bir bardak suyun içinde milyonlarca küçük hayvancıkların varlığından söz etseydi, bu bilgi, mikroskobun icadından önceki insanlardan mü’min olanları şaşırtarak hurafelere sürüklerken, inanmayanları da iyice reddetmeye, alay etmeye sevk ederdi.

2- İkinci olarak da, insanların dikkatini lüzumsuz, faydasız şeylere çekerdi. Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse şahsi haberleriyle, mesela televizyondan bahisle, insanların bir gün gelip oturdukları yerden, dünyanın öbür tarafında cereyan eden hadiseleri anında görüp işitebileceklerini söyleseydi, ya da, elektrikten bahisle, küçücük bir
düğmeye basmakla bütün bir şehrin gece iken gündüze çevrileceğine işaret etse idi, insanlar hayallerine hoş gelen bu çeşit meselelerin lüzumsuz münakaşa ve dedikodularıyla meşgul olurlar, asıl vazifelerini ihmal ederlerdi. Halbuki, dinin gayesi bu değildir. Onun asıl davası Allah’ı tanıtmak, insanların Allah’a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim etmek, maddi ve manevi terakkilerinin yollarını öğretmektir.

Hangi yönden ele alırsak alalım, aklımız, hiçbir surette fen ve tekniğin Kur’an-ı Kerim’de açık seçik olarak zikredilmesini uygun görmez.

Mühimleri yukarıda belirtilmiş olan pek çok hikmet ve sebeplere binaen, Kur’an-ı Kerim’de açık olarak fenlerin ve ilimlerin zikrine rastlanmaz ise de onlara çeşitli şekillerde “işaret” edilmiş olduğu görülür. Bir kaç misal vererek bunu belirtmeye çalışacağız.

A – Kevni (kozmozla ilgili) bilgiler: Kur’an-ı Kerim’de sıkça kainatla ilgili bilgiler verilir. Onun yaratılışı, nizamı, ahengi, gece ve gündüzün birbirini takip edişi, yağmur, bulut, bitki, ağaç, hayvan vs. anlatılır. Bu bilgiler, eşyaya hakim olan kanunları o kadar doğru bir şekilde aksettirirler ki, insanlığın her sahada gelişen ilmi bunları doğrulamaktan öte gidememiş, hiç birinin aksini söyleyememiştir.

Sözgelimi birçok ayette tekrarla bitkilerin erkekli, dişili çift yaratıldığını (er-Rahman 52, Ra’d 3, Taha 131) ifade eden Kur’an-ı Kerim, bir ayette bilmediğimiz şeylerin de çift yaratıldığını (Yasin 36), bir başka ayette de “her şeyin” (Zariyat 49) çift yaratıldığına dikkat çeker. Böylece iyi-kötü, çirkin-güzel, sıcak-soğuk, gece-gündüz, iman-küfür… çiftlerinden atomların yapısını teşkil eden pozitif ve negatif parçacıkları, elektriğin iki zıt kutbuna varıncaya kadar pek çok çiftlerin varlığını haber verir. Bu bilgiler günümüz için basit görünse de 14 asır öncesi için bir mucizedir.

Nur ayeti burada kaydı gereken enteresan örneklerden biridir. İnsanlığın mühim keşiflerinden biri olan elektriğe işaret ettiği söylenebilir: “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nur’u, içerisinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, nerdeyse ateş değmeden aydınlatır. Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah, insanlara misal verir. O, her şeyi bilir” (Nur, 35).

Burada, “inci gibi parlayan bir yıldız” teşbihiyle ampule “ateş değmeden aydınlatan yağ“la da elektriğe işaret edildiğini, bu “yağ”ın, aslında, iklime tabi olarak biten nebattan elde edilen malum yağ olmadığını da “doğulu veya batılı olmayan bereketli zeytin ağacı” teşbihinden anlarız.

Ayetin üslubundaki ulvilik ve derinlik ve bilhassa teşbihler başka manalar çıkarmaya da elverişlidir.

B – Tarihi Hadiseler: Kur’an-ı Kerim, tarihte cereyan eden bazı hadiseleri beyan ederek de geleceğe ışık tutmakta, insanlığın ilim yoluyla elde edilebildiği tekniklere işaret etmektedir. Bu hadiselerden bir kısmı, peygamberlerin mazhar olduğu mucizeler nevindendir. Bir kısmı ise, bu gruba girmez. Bir iki misal verelim:

1- Fil suresi’nde, Mekke’yi işgal ederek Kabe’yi yıkma niyetiyle gelmiş olan Habeşistan ordusunun, kuşların attığı “siccil” (denen pişmiş çamur parçaları) ile bozguna uğratıldığı anlatılır. Burada, havadan atılma kaydıyla, bir kuşun taşıyabileceği büyüklükte parçacıklarla, bir ordunun bozguna uğratılabileceği gösterilmiş olmaktadır. Uçaklardan atılan çeşitli silahlardan başka, bir nevi kuş sayılabilecek, istenen yükseklikte patlatılan top ve füze mermileri bu hadiseyi tatbikata koymuştur.

2- Bedir Harbi’nde, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) mazhar olduğu bir mucize, yukarıda temas edilenden daha ileri durumu bildiriyor. Tefsir ve siyer kitaplarının açıkladığı üzere, Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) yerden alarak fırlattığı bir avuç toprak ve kumdan, düşmanların her birisinin gözüne bir miktar isabet ederek bozguna uğramalarına sebeb olur. Ayet-i kerime bu olaya: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da (ey Resulüm) sen atmadın, ancak Allah attı” (Enfal, 17) diyerek temas eder.

Atılan merminin, hedefe takip ederek yakalaması, zamanımızda oldukça gelişmiş bir tekniktir. Ancak bu, şimdilik büyük ve bilhassa havai hedeflerle sınırlıdır. Ayet-i kerime, zamanla, insan gibi küçük hedefleri bulup yakalayan mermilerin geliştirilebileceğine, hatta bunun insan eliyle de atılabileceğine işaret etmektedir. Nötron bombası buna bir örnek sayılabilir.

C – Mucizeler: Kur’an-ı Kerim’de zikredilen mucizeler de insanların ulaşacakları bir kısım fenlere işaret ederler. Mi’rac mucizesi bunlardan biridir. Hz. Peygamber (Aleyhisselam), mirac mucizesiyle ruh ve ceset olarak semaya çıkmıştır (İsra 1; Necm 7-18), Bilhassa hadislerde gelen tamamlayıcı açıklamalara göre, semaya çıkış, ata benzeyen son derece süratli yol alan ve Burak denen bir binek vasıtasıyla olmuştur. Burak’ın sürati ile alakalı tasvir, çok dikkat çekicidir: Hadis, Burak’ın gözünün idrak ettiği, ulaştığı son noktaya ön ayağını bastığını ifade etmektedir.

Bu mucize, sema yolunun insanlara açık olduğuna işaret etmekten başka, bu yolculukta, fezanın uçsuz bucaksız genişliğine uygun şekilde ulaşılacak süratin büyüklüğüne de dikkat çeker.

Hz. Musa’nın asasıyla ilgili mucize de günümüzle ilgilidir. Çeşitli harika işler gören bu asanın bir mucizesi, Hz. Musa’nın, kasten vurması ile yerden su fışkırtmasıdır. Hem de 12 gözlü bir su (Bakara 60). Şimdi çok derinlere inebilen artezyen kuyuları ile çöllerde bile su fışkırtma işi, adi işler sırasına girmiştir. Kaldı ki, yerden sadece su değil, petrol ve tabii gaz da fışkırtılmaktadır. Ayette 12 çeşme söz konusu olduğuna göre, gelecekte başka nimetlerin fışkırtılması da mümkündür.

Nitekim bir hadiste Resulullah (Aleyhisselam): “Rızık kapısı Arş-ı Ala’dan ta yerin derinliklerine kadar açıktır. Allah her kulunu himmet ve gayreti derecesinde rızıklandırır” buyurur.

Hz. İbrahim’in mazhar olduğu bir mucize bize ateşe dayanıklı maddeleri haber verir. Bilindiği üzere, puta tapan cemiyete boyun eğmeyen Hz İbrahim, kavminin tapmakta olduğu putları kırar. Bu davranışı ateşe atılarak yakılmak cezasına sebep olur. Ateşe atıldığı zaman Hz. İbrahim Allah’a sığınır. Cenab-ı Hak ateşe şu emri verir: “Ey ateş İbrahim için soğuk ve selametli ol” (Enbiya, 69). Ateş Hz. İbrahim’i yakmaz.

Bu mucize, ateşte yanmayan bir maddenin varlığını haber verir. Nitekim insanlık çoktandır amyantı bulmuş ve daha da geliştirerek, çok hızlı şekilde atmosfere giriş yapması sebebiyle son derece ısınan feza gemilerini yanmaktan koruyacak maddelere ulaşmıştır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Kur’an-ı Kerim’de istikbalde ulaşılacak bilgi ve fenlerle ilgili ayetler çoktur. Bu çeşit ayetler, sadece eski peygamberlerin mucizeleri veya tarihi hadiselerin hikayeleri vesilesiyle varid olmamıştır. İnsan ve kainatın yaratılışını ve tabiatta cereyan eden (kevni) hadiseleri konu edinen ayetlerden, insanı tefekküre, ibrete teşvik eden ayetlere varıncaya kadar Kur’an’ın pek çok mevzu hakkındaki ayetlerinde bir kısım ilmi, fenni hakikatler mevcuttur. Her ilme mensup ihtisas sahipleri bunlardan kendi sahasına girenleri zamanı geldikçe bulup çıkarabileceklerdir.

Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan Sünnet, İcma ve Kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna haklan da yoktur.

Malumdur ki, müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar.

Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.

Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur’an’ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır.

Şu halde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz” diyerek sünneti dikkate almamak ona kıymet vermemek Peygamberimizin değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.

Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi.”

Başka bir hadis-i şerifte de, “Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da, aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız, derse (bilsin ki) Resûllullah ‘ın haram kıldığı da Allah ‘ım haram kıldığı gibidir.” buyurulmuştur.

Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’anda aslı vardır. Sünnet, sonuçta Kur’ana’a ulaştırır. Onun öz halinde anlattığını açıklar, anlaşılmayan konuları ise açığa kavuşturur.

Şatıbî, Kur’an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terk edip Allah’ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der.

“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.” âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın lâfızları gibi manalarını da muhafaza etmeyi garanti altına almıştır. İslâm alimleri buradaki korumanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de kapsadığını beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de yani “Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen hükümleri beyan etmen için indirdik” âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimizin sünnet ve hadisleri ile olur.

“Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir: 

“Peygamber size her ne verdiyse onu alın, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’tan korkun da Allah’ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının….”

Şu hale göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız düşünülemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.

Evet, nasıl Cenâb-ı Hakk, hafızlar ile Kur’an’ı hıfzetmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmiştir.

Kur’an’ın bütününe baktığımızda onun bütün sure ve ayetlerine kadar nüfuz eden dört ana gayesi bulunduğunu görürüz Kur’an bahsettiği her şeyi bu dört gayeyi kuvvetlendirmek için ifade eder.

Bunlardan birincisi; zatında, sıfatlarında, fiillerinde, eserlerinde ve mülkünde hiçbir ortağı, benzeri, dengi bulunmayan Allahu Teala’ya iman etmek manasına gelen tevhid esasıdır.

İkincisi; Alemlerin rabbinin emirlerini bize ulaştıran, peygamberlik müessesesini ifade eden nübüvvettir.

Üçüncüsü; haşir, yani öldükten sonra yeniden diriltilerek ebedi bir hayata kavuşmaktır.

Dördüncü; esas ise adalettir. Kur’an’da insanların dünyada huzurlu bir hayat yaşamları için gerekli olan adalet emredilir İnsanların hayatlarına bu prensipler çerçevesinde bir düzen vermek hedeflenir Alemlerin Rabbi olan Allah’ın adaletinin bütün kâinatı kuşattığı, haşirde de tam olarak tecelli ederek herkese iyilik ve kötülüğünün karşılığını vereceği bildirilir.

Kur’an’ın mesajlarını içeren bir çok tanımı vardır. Bu tanımlar aynı zamanda onun konularını da özetlemektedir:

Kur’an: Allah tarafından vahiy edilen, Hz. Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed(a.s.m)’e indirilen, tilavetiyle taabbud olunan/okunması ibadet sayılan semavî bir kitab-ı mukaddestir.

Kur’an: Alla’ın birliğini/tevhit akidesini gönüllere nakşeden, başta Hz. Muhammed(a.s.m)’in peygamberliği olmak üzere peygamberlik müessesesini akılların dikkatine sunan, öldükten sonra insanların yeniden dirilip hesaba çekileceklerini, önceki hayatlarında bağlı bulundukları hayat felsefesi ve dünya görüşü doğrultusunda mükâfat veya ceza alacakları ahiret yurdunun varlığını vicdanın derinliklerine kazıyan, insanların Allah ile olan ilişkilerinde ibadetin, kullar ile olan ilişkilerinde ise adaletin, kulluğun olmazsa olmaz şartı olduğunu ders veren yanılmaz ve yanıltmaz bir hidayet kılavuzuzdur.

Kur’an: İlk emri ‘oku’ olan, okuma-yazmayı, ilim- irfanı teşvik eden, kalem kullanmayı Allah’ın büyük bir ikramı olarak değerlendiren, Allah’ın sonsuz ilminin parıltılarını gösteren semavî bir ders kitabıdır.

Kur’an: Hakkı batılın üzerine salarak onun beynini dağıtan, Hak’tan gelen, Hak ismine dayanan, gücünü haktan alan, hak ve hakikati ders veren, Allah’ın en son hak kitabıdır.

Kur’an: Hak ve hakikatin paslanmaz bir elmas olduğunu ders veren, batılın yüzündeki peçeyi kaldırıp basiret sahiplerine çirkin simasını gösteren, gerçek ile yanlışı ayıran ilahî bir Furkandır.

Kur’an: Allah’a hamdu sena ile başlayan, mesajı bulunduğu Rabbul-alemînin Rahman, Rahîm ve din/hesap gününün sahibi olduğunu nazara vererek kullarına ümit bahşeden, yalnız Allah’a kul olmayı, sadece ondan yardım dilemeyi, dosdoğru yolda/sırat-ı müstakimde yürümek için peygamberlerin yoluna uymayı öğreten şaşmaz, şaşırtmaz bir semavî rehberdir.

Ku’ran: Yeryüzünün tek bir sayfası olduğu kâinat kitabının ezelî bir tercümesi, çeşit çeşit dillerle meramını ifade eden bu mücessem kitabın ihtiva ettiği tekvinî/kozmik ayetlerinin ebedî bir tercümanıdır.

Kur’an: Görünen ve görünmeyen varlıkları aynı şekilde gören, her şeyi kuşatan bir ilmin izlerini taşıyan, gaiplerin yanında hazır bulunduğu, Allamu’l-ğuyub olan Allah’ın yerde ve göklerde tecelli eden güzel isimlerinin hikmet dolu yansımalarını açıklayıp ortaya koyan, ilahî hakikatlerin ezelî bir tefsiridir.

Kur’an: Kâinat çapında sürekli meydana gelen kozmik ve sosyolojik hadiselerin altında yatan gizli gerçeklerin kapılarını açan büyüleyici bir anahtar, şahadet âleminin görünen yüzünün arka planında yer alan gerçekleri beyan eden mucizevî bir lisandır.

Kur’an: Şu görünen şahadet âleminin perdesi arkasında yer alan o görünmez/gaip âleminin güzergâhını takip ederek -Rahman ve Rahim olan Allah’ın ebedîyete kadar uzanan bir iltifatı ve ezelî bir hitabı olarak- bize gelen semavî lütuflar hazinesidir.

Kur’an: İslam âleminin manevî şahsiyetinin güneşi, temeli, hendesesi, âhiret ülkesinin mukaddes haritası, Allah’ın Zat, isim, sıfat ve şuunatı hakkında açıklamalarda bulunan, onların kusursuzluğunu ve kutsallığını beyan eden kuvvetli bir şerhi, açıklayıcı bir tefsiri, kesin bir burhanı ve parlak bir tercümanıdır.

Kur’an: İnsanlık camiasını eğiten, terbiye eden bir muallim, gerçek ve en büyük insanlık olan İslam’ın hakikat çekirdeklerinin suyu ve ışığıdır. İnsanların dünya ve ahiret saadetinin yolunu gösteren gerçek bir hikmet, bir irşat ve bir hidayet rehberidir.

Kur’an: Sosyal hayatın ahlakî ve hukukî prensiplerini vazeden bir şeriat kitabı, insanların Rablerine nasıl yalvarıp yakaracağını öğreten bir dua kitabı, hayatın hayatı olan dinin hikmet dolu talimatlarını ders veren bir hikmet kitabı, Allah’a karşı kulluğun nasıl yapılacağını belirten bir ubudiyet/kulluk kitabı, Allah’ın emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bir çağrı/bir davet kitabıdır.

Kur’an: Allah’ı dille, gönülle, akılla, zikr etmeyi, fikr etmeyi emreden, her şeyde onun marifetine baktıran bir pencere açan, onun huzuruna çıkaran bir manevî asansör tesis eden, mahlukatın nefis ve nefesleri sayısınca onun dergâhına giden yolları keşfeden bir zikir ve fikir kitabıdır.

Kur’an: İnsanların bütün kesimlerine hitap eden, herkese kabiliyetine, meslek ve meşrebine göre ders verip akıl, kalp ve hissiyatını tatmin eden, manevî bütün ihtiyaçlarına cevap veren, kusurdan âzâde, noksanlıktan beri, her türlü yanlışlık şaibesinden uzak pek çok kitapları ihtiva eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.

Kur’an: Nur isminin cilvelerini yansıtan, kevnî ayetleriyle yer ve göklerin üstünde parlayan İlahî hikmetleri açıklayarak evreni aydınlatan, ders verdiği iman güneşinin ışıklarıyla insanların akıl ve gönüllerini nurlandıran, basiret gözü kör olmayanlara enfusî ve âfakî delillerle donattığı manevî projektörle berzah âleminin öteki yamacında inşa edilen cennet saraylarını aydınlatan, içi nur, dışı nur, özü nur nuranî bir kitab-ı mukaddestir.

Kur’an: Altı ciheti de parlak ve şüphelerin şaibesinden uzaktır. Hiçbir yönden yanlış ve batıl kendisine yaklaşamamıştır: Çünkü Kur’an’ın arkası/istinat noktası kuvvetlidir; semavî bir vahiy olarak sırtını Allah’a dayamıştır. Önü açıktır, güçlü bir zırhla korunmuştur. Çünkü, hedefinde ebedi saadet vardır. Bu saadeti söz veren her şeye gücü yeten ve asla sözünü yemeye tenezzül etmeyen Allah’tır. İçinde barındırdığı mesajlar berrak birer hidayettir. Üstünde parıltıları görülen güneş ise, imandır. Altında delil ve burhan sütunları vardır. Sağ tarafında durup kendisine boyun eğen kalp ve vicdandır. Solunda el pençe duran akıl ve izandır. Meyvesi ise, Allah’ın sonsuz rahmeti ve cennettir.

Kur’ân: Bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Onun için yediden yetmişe herkesi kamet-i kıymeti nispetinde terbiye eden ilah’ı mesajları ihtiva etmektedir.

Hem bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Bu sebepledir ki, bu ferman-ı azimüşşanda Allah’ın ibadete layık yegâne ilah, yegâne mabud olduğu, insanların –diğer bütün varlıklar gibi- Allah’a ibadet etmek için yaratıldığı vurgulanmış, kâinat çapında tarrakalarıyla Allah’a tesbih ve tahmidde bulunduklarını ilan eden varlıkların bu muhteşem manevî armonisine katılmaları emredilmiştir.

Hem bütün semâvat ve arzın yaratıcısı adına gönderilen bir kitaptır. Bu sebepledir ki, Kur’an’da –sık, sık- göklerde ve yerde görünen harika sanat levhaları aklın nazarına sunulmuş, sonsuz ilim ve kudrete sahip bir yaratıcının edasıyla konulara yaklaşan bir üslup takip edilmiştir.

Kur’an: Tarih sahnelerinde meydana gelen olayları harika bir tasvir metoduyla canlandırarak gözler önüne seren büyüleyici bir üslupla değerlendiren, bu cümleden olarak maddî güç bakımından genellikle zayıf bir konumda olmalarına rağmen peygamberler ve onlara uyan müminlerin -Allah’ın yardımıyla- elde ettikleri galibiyetleri, maddî güç açısından çok kuvvetli olmalarına rağmen inkârcıların -Allah’ın kahrıyla- uğradıkları hezimetleri dikkatlere sunan, tarihin tekerrür eden sosyolojik bir vakıa olduğu gerçeğinden hareketle, gelecek nesillere eskiden olmuş zafer ve hezimetlerin gerekçelerini hatırlatarak, Allah’a itaat eden iyi insanları kuvvetle müjdeleyen, ona isyan eden kötü insanları şiddetle uyaran semavî bir inzar ve tebşir kitabıdır.

Hulasa: Allah’a kul, Hz. Peygamber(a.s.m)’e ümmet olmak isteyen kimselerin aldanmaz ve aldatmaz mürşidi Kur’andır.

Sosyolojik olarak ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta huzurlu, psikolojik olarak -ikilemden uzak- uyumlu bir kişiliğe sahip olmak, bozguncu aşırılıklardan uzak, sırat-ı müstakim denilen orta yolda yürümek isteyenlerin şaşmaz ve şaşırtmaz yegâne rehberi Kur’an’dır.

Nefs-i emarenin ve firavunlaşmış nefislerin şerrinden, şeytanın sinsi tuzaklarından korunmak isteyenlerin en güçlü kalesi ve en kuvvetli sığınağı Kur’an’dır ve Kur’an’ın hakikî tefsiri olan Hz. Peygamber(a.s.m)’in sünnet-i seniyyesidir.

Allah’ım! Kur’an’ı -bizim için- dünyada arkadaş, kabirde yoldaş, kıyamet gününde şefaatçi, sırat köprüsünde nur, cennet yolunda refakatçi, ateşten koruyan zırh ve bütün hayır işlerinde rehber ve imam kıl! Bunu o sonsuz rahmetinle bize lütfet! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz!

İslamın sosyal hayata bakan yönlerini yanlış değerlendiren bazı kişiler, o yüce dinin bir kısım hüküm ve meselelerine sathi olarak baktıklarından hataya düşmekten kendilerini alamıyorlar. Açmış oldukları bu yanlış çığıra başkalarını da sürüklediklerinden hata genişliyor, neticede zihinlerin karışmasına sebep oluyorlar. İşte bu meselelerden birisi de “Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir“(l) Mealindeki ayet-i kerimeden çıkarılan hükümdür. Bu ayetin mealinden hareket edenler, İlahi hükümleri tatbik etmeyen kişilerin “kafir” olduklarını, dolayısıyla bunların Müslüman sayılmayacağını söylemektedirler. Gariptir ki, bu ayet-i kerime İslamın ilk yıllarında da tartışmaya konu teşkil etmiş, Hariciye ve İbadiye gibi sapık mezhepler, günah işleyen Müslümanları küfürle itham etmişlerdir. Hatta Hariciler bu ayete dayanarak “Hakem Hadisesinden” dolayı Hz. Ali’yi tekfir etme cüretini bile göstermişlerdir. Halbuki ümmetin cumhuru, imam ve müçtehidleri, onların bu iddialarını çürütmüş ve bir Müslümanın günah işlemesiyle kafir olmayacağını açıklamışlardır.(2)

Bu ayetin tefsirinde Camiu’l Beyan isimli 30 ciltlik tefsirin müellifi İmam Cerir et-Taberi, ayette geçen “küfr”ün islamdan çıkma manasında değil, Allah’ın nimetini inkar, yani nankörlük manasında” olduğunu ve bid’at ehli olan İbadiye grubunun bu ayeti,yönetimi elinde bulunduranların küfrüne delil gösterdiklerini izah eder ve ibni Abbas’tan (r.a.) şöyle bir rivayette bulunur: “Kasden inkar ederek Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen kimseler kafirlerdir. Kabul ettiği halde onunla hükmetmezse zalim veya fasık olur.”

Nitekim, hemen bundan sonraki ayetlerde Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin zalim ve fasıklar olduğuna dikkat çekilmektedir.Aynı rivayeti İbni Abbas’tan (r.a.) İmam Nesefi de nakletmektedir. İmam Fahrüddin Razi de 32 ciltlik Tefsir-i Kebir isimli eserinde bu ayetin tefsirini yapmakta, Haricilerin bu husustaki görüşlerinin yanlış olduğuna işaret ederek şöyle demektedir: “Bir kimse Allah’ın hükümleriyle hükmetmezse dahi, kalbiyle o hükümlerin doğruluğuna inanırsa kafir olmaz. Zira küfür, hak olan hükümleri kalbiyle inkar ve lisanıyla reddetmektir . Fasık, kalbiyle tasdik ettiği için mü’mindir. İmanla beraber Allah’ın hükümlerinin aksi ile hüküm vermek diğer günahlar kabilindendir. En doğru olan görüş budur.” (3)

Kadı Beyzavi ise Allah’ın hükümlerini inkar edip onlara hakaret edenlerin kafir olacaklarım açıklamaktadır. (4) İbni Kesir, bu ayetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu ifade ederken,(5) Osmanlı devletinin şeyhül islamlarından olan Ebu’s-Suud Efendi, ayette geçen hükmetmemeyi inkar manasında almakta ve “Allah’ın hükümlerini hakir ve basit görerek inkar eden kimse, kim olursa olsun dinden çıkar” demektedir.(6) Diğer çağdaş müfessirler de, ayette geçen “hükmetmeyenler” ifadesinin, “inkar edenler,” yani “tasdik etmeyenler” manasına geldiğini söylemektedirler. Konyalı Vehbi Efendi, “Eğer ayetten maksat bu olmasa Kur’an’ın hilafında birşey irtikap edenlerin (işleyenlerin) kafir olmaları lazım gelirdi. Halbuki, hak olduğuna imanla beraber hilafını irtikap küfür değildir ve olamaz” der. “Çünkü, bilumum günahlar Kur’an’ın hilafıdır. Günahtan hali (hiç günahı olmayan) bir fert tasavvur olunamaz. Eğer her günahı irtikap eden kafir olsa, alemde mü’min bulunmamak gerektir.”(7) Vehbi Efendi, Ebu’s-Suud Efendiye ve Fethul Beyan’a atıfta bulunarak, “Allah’ın inzal ettiği ahkamla [Allah’ın indirdiği hükümlerle> hükmetmemek” hususunda, “istihfaf veya istihlal veya inkar tarıklariyle [bu hükümleri küçük görmek yahut helal saymak veya inkar etmek suretiyle)hilafında hükmün (İlahi hükümlerin aksine hüküm vermenin) küfür olduğunu, ancak bu ahkamın (Allah’ın indirdiği hükümlerin) hak olduğunu tasdik ve ikrarla beraber hilafında hükmün küfür olmadığını belirtir.(8)

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, ayetteki “hükmetmeme“nin, “Onun hakimiyetini tanımamak” durumunda küfre gireceğine işaret eder.(9) Ömer Nasuhi Bilmen de şu izahı getirir: “Bir kimse hükm-ü İlahiyi kalben kabul etmez, onu bile bile lisanen inkar ederse o takdirde kafir olur. Fakat onu kalben tasdik ettiği halde terk eylerse kafir olmaz, günahkar olur.” (10) Bilmen, büyük İslam alimi İkrime’den de şu iktibası yapar: “Her kim Allah Teala’nın hükmettiği ile, onu bilerek inkar ettiği halde hükmetmezse kafir olur. Fakat her kim onu ikrar ettiği halde onunla hükmetmezse, o fasıktir, zalimdir, yoksa kafir değildir.” (11)

Görüldüğü gibi, bütün müfessirler ayetin tefsirinde görüş birliği içindedir. Hepsi, bir kimse Allah’ın hükümlerini inkar etmediği, onlara hakarette bulunmadığı müddetçe kafir olmayacağı görüşündedir. Nitekim, Bediüzzaman da Münazarat isimli eserinde, bazı kimselerin Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanından dolayı idarecileri tekfir ettiklerini belirtmekte ve onların “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler” ifadesinin “Allah’ın hükmünü tasdik etmeyenler” manasında olduğunu bilmediklerini beyan etmektedir.(12)

O halde, mü’min olarak Ehl-i Sünnet ve Cemaat görüşüne sımsıkı sarılmamız, bid’at ehline iltifat etmememiz gerekir. Büyük imam ve müçtehidlerin tefsir ve izahlarına dikkat edip onlardan istifade etmemiz şarttır. Her hususta olduğu gibi, tekfir meselesinde de bu imamların görüşlerini esas almalıyız. İmam Suyuti’nin “Tekfire yeltenmek, kendini beğenen cahil kişilerin işidir” ikazını da unutmamalıyız.(13)

Kaynaklar

1. Maide Sûresi, 44.

2. et-Tefsirû’l-Kebir

3. et-Tefsirü’l-Kebir, 12:6

4. Tefsir-i Beydavi, 2:295

5. İbni Kesir, 2:61.

6. Tefsir-i Ebu’s-Suûd, 3:42.

7. Hülasatü’l-Beyan,3:1231.

8. A g. e.

9. Hak Dini Kur’an Dili, 3:1690.

10. Kur’an-ı Kerimin Türkçe MeaH Alisi ve Tefsiri, 2:772.

11. A. g. e.

12. Münazarat, s. 69.

13. İ’cazü’l-Kur’an, 3:5/7.

Anne karnındaki bebek, “amniyon sıvısı” denen bir su içinde bulunmakta, göbeğinden beslenerek büyümektedir. Bu safhada, ilmi bazı usullerle çocuğun cinsiyetini öğrenmek mümkündür.

Bu metotlardan en çok kullanılanları, ultrasonografi ve bebeğin içinde bulunduğu sudan 20 cm3 alınarak hücrelerin incelenmesi metotlarıdır. Ultrasonografi, bizim işittiğimizden daha yüksek ses dalgalarıyla çalışır. Bu ses dalgaları, bir maddeden geçirilerek bebeğin görüntüsü elde edilir. Ekrandaki uzuvların incelenmesiyle de, bebeğin cinsiyeti tayin edilir. İkinci metotta, bebeğin vücudundan, bulunduğu amniyon sıvısı içine hücreler dökülür. Bu sıvıdan 20 santimetre küp alınır. Boyanarak, mikroskop altında incelenir. Ceninin cinsiyeti, bu suretle öğrenilir. Bu muamele, çocuğun cinsiyetini % 80-90 ihtimalle doğru olarak tespit eder. Söz konusu ayette ise -rahimlerde olan-dan bahsedilmekte, sadece erkeklik-dişilik diye bir had konulmamaktadır.

Bu ifadeyle; anne karnındaki bebeğin özel kabiliyetleri, gelecekte alacağı şekil, siması, duyguları gibi bütün hususlar kastedilmektedir. Doğacak bebek, acaba çok kabiliyetli birisi mi olacak? Akıl, hafıza gibi uzuvlar yönünden durumu ne olacak? Yine, bütün diğer insanlardan farklı olacağını bildiğimiz yüzü nasıl olacak.

Bu ve bunlara benzer birçok şeyi, biz bilemiyoruz. Ama, Allah (c.c.) bunların hepsini biliyor. Hem de, daha bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz pek çok şeyle beraber… Ayette, bu ve bunlar gibi birçok keyfiyet kastedilmektedir. Böyle olunca, doğacak çocuğun belli bir safhada cinsiyetini bilsek bile, yine de onun hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey olacak ki… Hatta bunların büyük bir kısmını, bebek dünyaya geldikten sonra da bilememeye devam edeceğiz. Kaldı ki cinsiyet tespit işlemi de, en erken cenin dört aylıkken mümkün olabilmektedir…

Bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında, Okyanustan ancak bir damla desek yeridir…

Nerede ve ne zaman kitap okuma, ilim vs. üzerine konuşuluyorsa, muhakkak şu da söylenir: ‘Yüce dinimiz de okumaya büyük önem vermiştir. Nitekim, Kuranın ilk emri oku! olmuştur.’

Doğrudur. Kuranın ilk emri okumaktır. Ne var ki, bu ilk Kuranî kelimenin devamını okumayı, hemen her zaman ihmal ediyoruz.

Ümmi (okuma yazma bilmeyen) Peygambere (asm.) ve Onun elçiliğiyle hepimize gelen ‘oku!’ emrinden kasıt nedir? Okuma – yazma bilmek midir? Mesela Hz. Peygamber bu emre muhatap olur olmaz okuma – yazma öğrenmeye mi başlamıştır? Değilse, ‘oku!’ emrinden aldığı ders nedir? Hem bu emir, ‘Ne okuduğun, nasıl okuduğun önemli değil, yeter ki oku.’ anlamına mı gelir?

Bütün bu soruların cevabını bulmak için ‘ikra’ ile başlayan bu ayetin devamını okumak gerekiyor.

‘İkra’ bismi rabbikellezi hâlak.’ Yani, ‘Yaratan rabbinin adıyla oku.’

Kuranın kastı rasgele bir ‘okuma’ değildir. Muhakkak yazılı bir kitabı okumak da değildir. İster bir kitabı okusun, ister her cümlesi ve her bir harfi sonsuz hikmetler ve manalar yüklü olan şu kâinat kitabını okusun ‘yaratan rabbinin adıyla’ okumaktır.

Bu emrin ilk kez kendisine verildiği Hz. Peygamber (asm.) ayeti tam da bu manada okumuş; o andan sonra her anı ve her şeyi ‘rabbinin adıyla’ okuma gayretiyle yoğrulmuştu. Öyle ki, Alman şair Rilkenin deyimiyle, ‘meleklerin bile hayran kaldığı’ bir okumaydı bu. O, ümmi bir peygamberdi, okuma yazma bilmiyordu. Ama kâinat kitabını, fıtrat kitabını ve Kuranı en güzel o okumuştu.

Kur’an’ı Kerim’de altı yerde “Kur’ânen Arabiyyen” ifadesi geçer. Yani Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîmi Arapça olarak indirdiğini bildirir. İbrahim Sûresinin 4. âyetinin meâli şöyledir:

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. Sonra Allah, dilediğini sapıklığında bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. Onun kuvveti herşeye galiptir ve O herşeyi hikmetle yapar.”

Kur’ân’ın mânâsı nasıl Allah’tan gelmişse, lâfzı, ifadesi ve yazılışı da İlâhîdir. Kur’ân dendiği zaman hem onun Arapça olarak okunan lâfzı ve kelimeleri, hem de anlaşılan mânâsı akla gelir ve hakikatte de öyledir. Bu iki hususu birbirinden ayırmak, farklı değerlendirmek mümkün değildir. Kur’ân ancak kendi dili üzerine okunabileceği için, sadece o dilin kendi harfleriyle yazılır, o harflerle okunur.

Çünkü Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) bizzat kendisi Kur’ân-ı Kerîmi indiği dil üzere okuduğu gibi, Sahabe-i Kiram da o dille Kur’ân’ı elleriyle yazarak çoğaltmış, o dille okumuştur. Daha sonra bu zamânâ kadar gelen milyarlarca Müslüman hangi dili konuşursa konuşsun, milletinin kullandığı alfabe hangi alfabe olursa olsun hep Kur’ân’ı Arapça olarak yazmışlar, basmışlar, Arapça olarak okumuşlar ve çocuklarına da öyle öğretmişlerdir. Araplardan başka Farsça, Hintçe, Çince, Uzakdoğu dilleriyle konuşan Müslümanlar ve Türkler de İslâma girişlerinden bu yana Kur’ân’ı Arapça olarak yazmış, o dille okumuşlardır.

İslâm âlimlerinin de ortak görüşü, Kur’ân’ın başka dille yazılamayacağı şeklindedir. Bundan ittifak vardır.

Bediüzzaman Hazretleri de bir mektubunda, “Kur’ân’ı öğrenmek için ders almaya çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzımdır” diyerek yeni harflerle Kur’ân’ı okuyup yazmayı tavsiye etmemektedir.1

Zaten Kur’ân’ı başka bir dille yazmak mümkün olmadığı gibi, doğru olarak okumak da mümkün değildir. Çünkü Kur’ân harflerinin kendisine has özellikleri vardır. Bu harflerin birçoğunun karşılığı ve okunuş şekli başka dilin alfabesinde mevcut değildir. Söyleniş bakımından birbirine benzeyen harfler olsa da, mahreçleri (ağızdan çıkış yerleri) itibariyle farklıdır.

Meselâ, Arapça için “lügat-ı dad” denir; yani Fâtiha Sûresinin sonundaki “veleddâllîn”deki “dad” harfi hiçbir lisanda bulunmamaktadır. Bu harfin bulunduğu bir kelimeyi başka bir lisanın ifade etmesi mümkün değildir.

Meselâ Türkçede sadece “h” harfi yerine Arapça’da üç çeşit “h” vardır. Noktasız “ha”, noktalı, hırıltılı “ha” ve “he”. Noktalı harfle yazılan “halaka” kelimesi “yarattı” mânâsına gelir. Fakat bu kelime noktasız “ha” ile yazıldığı ve okunduğu zaman “tıraş etti” mânâsındadır.

Yine Kur’ân harflerinin içinde üç çeşit “ze” vardır. Biri ince “ze”, biri peltek “zel”, diğeri de “zı”dır.

Türkçedeki “s” yerine üç harf bulunur. “sin, sad” ve “peltek se”. Arapçaya has bir harf vardır ki, o da “ayın” olarak okunan harftir. Bu harf başka dilde pek bulunmamaktadır.

Şimdi Kur’ân harflerini bilmeyen bir Türk, yukarıdaki harfler Türkçe ile yazıldığı zaman nasıl okuyacaktır? Bu harfleri çıkaramadığı gibi, okuduğu kelime ve âyetler de birer Kur’ân kelimesi ve âyeti olmaktan uzak olmaz mı?

Bu arada şu hususu da hatırlatmakta fayda vardır: Kur’ân-ı Kerîmin yazılışında, kelimelerinin dizilişinde, yazı karakterinde, bilhassa “Allah” lâfızlarında olduğu gibi bazı kelimelerin alt alta gelmesiyle meydana gelen tevafukta bile Kur’ân’ın mûcizeliği, Allah kelâmı olduğu, Kur’ân okumasını bilmeyen ve gözlü tabaka olarak ifade edilen ümmi kimselere bile görünür.

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîmi yalnız okumak ve dinlemek değil, sadece yazısına bakarak zevk almak da mümkün olduğundan yüzüne bakmak bile ibadettir.

İşte Lâtin asıllı Türk harfleriyle yazılmış olan “Kur’ân”ı daha bunlar gibi pekçok mahzurlardan dolayı okumak doğru olmaz. Ayrıca Kur’ân okumasını öğrenmek isteyen kimse ancak onu aslından okumak sûretiyle öğrenebilir. Aksi takdirde sağlıklı bir neticeye varamaz.

1 Hanımlar Rehberi, s. 109

Kur`an-ı Kerim`i indirildiği Arapça ile okumanın fayda ve hikmetleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlardan sadece bir kaç tanesini arz ediyoruz:

1. Kur`an`ı orijinal Arabçası ile okuyan ibadet etmiş olur, bu okuma insanı Allah`a yaklaştırır, anlamaksızın dahi olsa okuyorsa sevap kazanır. Anlayarak okuyan ise ücret üstüne ücret elde eder. Yüce Allah`ın:

Allah`ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükafatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Çünkü O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.1 âyet-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Allah`ın kitabını okuyanlar methedilmiş, Kur`an`ı mücerret okumak dahi namaz kılmak gibi ibadetlerden sayılmış, hatta Kur`an tilaveti namaz kılmak gibi çok önemli bir ibadetten önce zikredilmiştir.

Hz. Peygamber (a.s.m)`da: “Kim Allah`ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevab verilir. Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim bir harftir diyorum.2 hadislerinde Kur`an`ı bizzat okumanın ibadet sevabı kazandıracağına dikkat çekmişlerdir. Ki, Kur`an bu özelliği ile ayrıcalık kazanmış, başkalarına fark atmıştır.

2. Kur’an-ı Kerim’i Arapça okumak, Allah`ın bundan önceki kitaplarının başına gelen değiştirilme ve tahriften O’nu korumak içindir. Cenab-ı Hakkın mânâsını anlamasa dahi Kur`an`ı okuyanlara büyük mükafat va`d etmesi, Kur`an`ın koruması ve bekası için en mühim nedenlerden biri olmuştur.

Onun için insanlar Kur`an okumaya aşırı düşkünlük göstermişler, hatta bir kısmı Kur`an`ın hâfızı olmuştur. Kıraatın, Kurra ve hafızların çoğalıp her tarafa yayılması, Kur`an`ın dillerde deveranını netice vermiştir. Dolayısıyla hiç kimse onu değiştirmeye cür`et edememiş, çünkü Kur`an`ın ârifleri tarafından şiddetle kınanacağını hesaba katmışlardır. Nitekim buna cüret eden İslâm düşmanları, Kur`an ârifi, âlimi, kurra ve hâfızları tarafından ağızlarının payını almışlardır.

3. Müslümanlar arasında dil birliğini sağlamak, dinî birliklerini kuvvetlendirmek, aralarında anlaşma ve yardımlaşma vesilelerini kolaylaştırmak, böylece saflarını kuvvetlendirmek, güçlerini artırmak, sözlerini yüceltmek.

Bu ilahî ve yüce bir siyasettir. Bu siyaset başarılı olmuştur.

4. Devamlı okuyanın yavaş yavaş düşünme ve anlamaya da yol bulacağını sağlamak ve onunla amel etme imkanını temin etmek. Bu gün onu gafil okuyan, yarın onu hatırlayarak, düşünerek okur, yarın düşünerek okuyan da onun rehberliğinde amel etmeye başlar. Böylece okuyucu bir dereceden daha yüksek bir dereceye intikal eder.3

Şimdi şu soruyu sorabilir miyiz?

Kur`an`ın orijinal Arabçasını istemeyenler veya Türkçe Kur`an isteyenler bu saydığımız maddelerin aksini söyleyebilirler mi? Yani müslüman oldukları halde:
Biz Kur`an`ın Arabçasını okumanın ibadet olduğuna inanmıyoruz, ondan sevab da beklemiyoruz, diyebilirler mi?

Ve yine diyebilirler mi ki, bizim, Kur`an`ın kıyamete kadar korunması, tahrif ve değiştirilmelerden uzak kalması gibi, müslümanların birliğini korumak gibi bir derdimiz yok, diyebilirler mi?

Müslüman oldukları için bunu diyemeyeceklerdir. Diyemeyeceklerine göre Kur`an`ın Arabçasına sahip olmalıdırlar, Türkçe ibadet, Türkçe Kur`an, Türkçe kâmet gibi basit, hiç bir ilmî ve dinî değeri olmayan heva ve heveslerden vazgeçmelidirler.

“Çünkü aziz Kitab`ın, arşını terk etmesi mümkün değildir. Onun arşı Arabçadır. Kur`an`ı o arşa oturtan da Yüce Allah`tır. Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne kalır? İşte bu Kur`an`ı Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i`caz tâcını giydirmiş, onun Arabçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna yapmıştır.4 “O bir Kitab-ı Azizdir. Ne önünden ne arkasından batıl ona yaklaşamaz. O, çok övülen hikmet sahibi Allah`dan indirilmiştir.5

Biz milletimizi, vatanımızı, milli değerlerimizi, Türkçemizi seviyoruz. Ama aynı zamanda biz en mukaddes varlığımız olan Dinimizi, Kur`an`ımızı ve Kur`an`ın dili olan Arabçayı da seviyoruz.

Türkçe ibadet konusunda ısrar edenler Arabçaya olan düşmanlıklarını da îlan ve itiraf etmektedirler. Arapçaya olan düşmanlıklarından nerdeyse Kur`an`a da düşmanlıklarını söyleyecekler ama hamdolsun ki, bir İslâm ülkesinde yaşamakta ve kendilerinin de müslüman olduklarını söylemektedirler.

Zaman zaman öylesine garip tutum ve tavır içine girmektedirler ki, ırkçılık sevdasından mıdır yoksa din düşmanlığından mıdır sözü: “Neden Kur`an Türkçe gelmedi de Arabça geldi, neden Peygamber Araplardan çıktı da Türklerden çıkmadı?” demeye getiriyorlar. Bu benim aklıma şu ayeti getirdi: “İsrailoğulları Hz. Musa (a.s)`ya: “Ey Musa, onların tanrıları olduğu gibi, bizim için de bir ilah yap.” dediler. Musa: “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz.” dedi.6 Halbuki bu tavır ve anlayış ne kadar yanlıştır.

Biz aciz bir mahluk olarak, âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı olan Allah`ı yargılamaya hakkımız var mı?

O Allah, dilediğini yapmakta ve istediği gibi hükmetmede serbest olmasaydı Allah olamazdı. O böyle yapmışsa mutlaka bunun bir hikmeti vardır, deyip Allah`ın hükmüne boyun eğmemiz gerekir, müslümana da yakışan budur.

İmam Şafii`nin Risalesinde şu ifadelere rastlıyoruz:
Arap olmayanların, Arap lisanına tâbi olmaları gerekir. Çünkü o bütün insanlığa elçi olarak gönderilen Allah Resulu (a.s)`nün dilidir. Onun dinini kabul edenler dilini de seve seve kabul ederler.

Her müslüman elinden geldiği kadar Arap dilini öğrenmesi lazımdır. Ta ki, Allah`dan başka ilah olmadığına, Muhammed`in O`nun kulu ve Resulu olduğuna şehadet edebilsin. Allah`ın kitabını okuyabilsin, tekbir ve tesbihlerle Allah`ı zikredebilsin.7

Yüce Allah Peygamberini Türklerden, kitabını da Türkçe gönderseydi bu sefer de başka milletler neden peygamber bizden çıkmadı, kitab bizim dilimizle gönderilmedi diyebilirlerdi ve bu soruların ardı arkası kesilmezdi.

Öyleyse bize düşen Allah ne yaparsa doğru yapar deyip O`nun son Peygamberinin dinini ve dilini benimsemek, onu anlamak ve o istikamette yaşamaktır. Hepsi bu kadar.

Bu Gün Gelinen Nokta

Kur`an, Türkçe`yi kanatlandırmış ve Kur`an`ın ana kavramlarını, fiillerini, tabirlerini ve kültürünü hayranlık uyandıracak bir marifetle Türkçe`ye taşıyan ecdadımızın kendi dillerini beynelmilel ve beynel İslam çapta bir kemal derecesine ulaştırmıştır. Dil ırkçılarının Türkçe`den kovmaya çalıştıkları şey Arapça`dan ibaret değildi; onlar Türkçe`deki Kur`anî kültür ve muhtevayı kazımaya kararlı idiler.

Bugün artık gelinen nokta ve hâkim olan kanaat şudur: Kur`an Arapçasız olmaz. Arapça`nın dışında bir dille ortaya konan da Kur`an sayılmaz. Çünkü Üstad Bediüzzaman`ın ifadesiyle “Lisan-ı nahvi olan Arapça`dan başka Kur`an`ın meziyetlerini ve nüktelerini hiçbir lisan muhafaza edemez.”8

Kaynaklar:
1. Fatır, 35/29-30.
2. Tirmizi Hakim`de bunun bir benzerini merfu olarak rivayet etmiştir. ez-Zerkanî, s. 129.
3. Ez-Zerkânî, Muhammed Abdul`azim, Menâhilu`l-İrfan fi Ulûmi`l-Kur`an, ty., s. 129-130.
4. ez-Zerkanî, a.g.e., s. 137.
5. Fussilet, 41/42.
6. A`raf, 7/138.
7. ez-Zerkanî, a.g.e., s. 151.
8. Bediüzzaman, Şualar, s. 213.

Biz bu soruya son devrin büyük müfessir, edip ve mütefekkirlerinden Elmalılı M. Hamdi Yazır`ın ifadesiyle cevap verelim: “TÜRKÇE KUR`AN MI VAR BE HEY ŞAŞKIN!” diyor Hamdi Yazır ve şöyle devam ediyor:

Kur`an Arapça`dır. Çünkü “Biz muhakkak bu kitabı okuyup anlamanız için Arapça bir Kur`an olarak indirdik.”1 nassıyla açıkça belirtilmiştir. Düşünülmeli ki, Kur`an`ı tefsir etmek üzere Peygamberin buyurduğu hadislere bile Kur`an denemez, denirse küfür olur. Hülasa, Tercüme, Kur`an`dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatabilirse de gerçek anlamıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur`an hükmünde ve değerinde olamaz. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki, Kur`an anlaşılmaz bir kitap değildir. Hatta “Muhakkak biz, bu Kur`an`ı düşünüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?2 buyurulduğu üzere mânâsını en kolay ve açık bir şekilde anlatan ve zorlamasız, yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O, kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için inmiş ve duyurmuştur.

Ancak onun mânâları tam olarak anlaşılıp bitirilemez. Bir mânâsı meydana çıkınca arkasından bir mânâ daha yüz gösterir. Nurunun parlaklığı içinde gizlilik ortaya çıkar. Mü`mine hitap ederken kafire bir korkutma fırlatır, kafiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır. Halka hitap ederken ileri gelenleri düşündürür. Âlime söylerken cahile dinletir. Cahile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır. En basit gözlemlerden en yüksek gerçeklere götürür. Mü`minlere gaybı (geleceği) anlatırken, kafirleri şimdiki zamandan usandırır. Ve bütün bunları duruma, makama, yere, zamânâ ve konuya göre en uygun, en güzel kelimelerle anlatır. Mesela taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken ‘yenşekku’ veyahut ‘yeteşakkaku’ demekle yetinmez ve ‘lema yeşşekkaku’ diyerek çatlayışını, akışın bütün fışırtısını, şakırtısını, takırtısını duyurur. Böyle delâletlerle dağınık olan lafızları, hassı, âmmı, müştereki, hakikatı, mecazı, sarihi, kinayeyi, zâhiri, nassı, müfesseri, muhkemi, hafiyi, müşkili, mücmeli, müteşabihi, ibareyi, işareti, delâleti, iktizayı, mütabakatı, tazammunu, iltizamı3 gibi birçok yönüyle ayrı ayrı mânâları bir yere toplayıp anlatıverir. Sonra bunları, değişik değerlendirmelerle açıklar.

Bu Kur`an, âyetlerinin hükmü bâki kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.4 Sonra bunları anlayanların anlamayanlara açıklanmasını da vazife kılmıştır. Bu açıklama vazifesi tebliğ ve tefsir vazifesini teşkil eder. Güzel Arapça bilenler de bu tefsir ihtiyacından kurtulmuş olamazlar. Tefsir ihtiyacından dolayıdır ki, önce tefsir, Arapça bilenler için Arapça olarak yapılmıştır. Ve bu tebliğ ve tefsir vazifesini önce bütün usûlü ile ihtiyaca göre Peygamber (a.s.m) yapmış ve değişik dillere göre onu neşretmeyi ve herkesin istifadesine sunmayı ümmetine emretmiştir.5

Kaynaklar:
1. Yusuf, 12/2.
2. Kamer, 54/17.
3. Bu ıstılahlar hakkında geniş malumat için bkz. Es-Suyûti, el-İtkan fi Ulûmi`l-Kur`an, C. 2., ss. 702-1225.
4. Hud, 11/1.
5. Elmalılı, Hak Dini., I, 6/9 (Sadeleştirilmiş nüsha).

‘Ey İnsanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerinizdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.’ (Yunus Sûresi, 57.Âyet)

Kur’an Okumanın Fazileti

‘Ümmetimin ibadetinin en faziletlisi, Kur’ân okumaktır.’ (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr,, I, 51)

‘Evlerinizi namaz kılmakla ve Kur’an okumakla nurlandırınız.’ (Suyûtî, Camiu’s-Sağîr, II, 188)

‘Bir kimsenin Allah’ın kitabından bir harf okuması bir hasenedir. Hasene de on misli sevap (mükâfat)la karşılanır. Ben size, ‘Elif-Lam-Mim’ bir harftir demiyorum. Belki ‘Elif’ (başlı başına) bir harf, ‘Lam’ da bir harf, ‘Mim’ de bir harftir.’ (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 16)

‘Kur’an okuyunuz, zira Kur’an, kendisini okuyanlara kıyamet gününde şefaatçi olarak gelir.’ (Müslim, Müsafirun, 252)

Kur’an Hatmi

Hatim, hadis ilmiyle ilgili bir kavramdır. Hatim kelimesi ‘örtmek, mühürlemek, bir şeyi tamamlayıp sonuna ulaşmak’ gibi manalara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona kadar yüzünden veya ezberden okumaya da hatim denilmektedir. Aynı zamanda hadis kitaplarını okuyup bitirmek de hatim olarak isimlendirilmiştir.

Hatim Adabı

 Hatim, Nâs suresinin okunmasıyla sona ererse de ardından Fatiha ve Bakara suresinin ilk beş ayetinin okunması yeni bir hatme başlangıç sayılmıştır.
 Hatim tamamlandıktan sonra dua edilir.
 Ölünün yıkanıp kefenlenmesinden sonra yahut defnedildiği gün veya gece Kur’an okunması veya hatim indirilip dua edilmesi bazı müslüman çevrelerde âdet hâline gelmiştir.

Hatim Duası

Kur’ân-ı Kerîm’i başından sonuna kadar okuduktan sonra, yani hatmettikten sonra yapılan duaya ‘hatim duası’ adı verilir.

Resulullah (A.S.M.) ‘Kim Kur’ân’ı hatmederse, onun kabul olunmuş bir duası vardır.’ (Suyûtî Camiu’s-Sağîr, II,175) buyurmuştur. Kendisinin de hatimden sonra dua ettiği bildirilmekte ve bu dualardan bazıları nakledilmektedir. Gerek ezberden, gerekse yüzünden Kur’ân’ı hatmeden kişinin, duasının Allah katında makbul olduğunu ve bir diğer hadislerinde de Allah’ın bu kimselere ‘cennette bir ağaç ihsan edeceğini’ haber vermişlerdir. (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 96)

Enes b. Mâlik’ten rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (asm), hatim yapacağı zaman ehl-i beytini toplar ve hatim duası yapardı (el-Fûrî, Kenzü’l-Ummâl, I, 392) İbn Mes’ud’un rivayetine göre de, Hz. Peygamber (asm) ehl-i beytini toplar, dua eder, onlar da ‘âmîn’ derlerdi (Sehavi, Cemalü’l Kurrâ, vd. 34).

İbnü’l-Cezerî, Câbir b. Abdullah’dan rivayet edilen; ‘Kur’an sahibinin kabul olunmuş bir duası vardır. Allah isterse onu sahibine hemen dünyada verir, dilerse onu âhirete bırakır.’ hadisine işaret ederek, ‘Kur’an’ı hatmedenin bu hadisin zâhirî manasına göre, dua etmesi müstehaptır’ demektedir. (İbnü’l-Cezerî, Takrîbu’n-Neşr, 194)

Sahabeden Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas ve Enes b. Mâlik başta olmak üzere bazı sahabilerin de hatim dualarına katıldıkları, aile fertleriyle birlikte hatim duası yaptıkları rivayet edilmiştir. (Dârimî, Fazâilü’l-Kur’an, 33) Mücâhid de, sahabenin hatim duasına iştirak etmeye özel bir önem verdiğini belirtmek üzere ‘Ashab-ı Kiram, ilâhî rahmet iner diye hatim esnasında hazır bulunurlardı’ demektedir. (Suyûtî, ltkân, I, 311)

Hatim duasına geçmeden önce Nâs ve Fâtiha sureleri ile Bakara suresinin başından beş âyet okumak sünnettir. Bu konuda Übey b. Ka’b: ‘Resûlullah, Nas suresini okuduğu zaman, Fatiha suresine başlar, sonra Bakara suresinin başından ‘ve ülâike hümü’l-müflihûn’a kadar okur, hatim duasını yapar, daha sonra da kalkardı’ (Suyûtî, ltkân, I, 313) demektedir. Resûlullah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’i terkedilmiş bir vaziyette bırakmamak için böyle yaptığı rivayet edilmektedir (Kurtubî, Tefsir, I, 30).

Peygamberimiz (asm) ve Hatim

‘Hz. Peygamber (asm), Ramazan gecelerinde Kur’an’ı Cibril’e arz ederdi.’ (Buharî, Bed’ü’l-Vahy)

‘Cibril her sene Peygamberle (asm) karşılıklı olarak Kur’an’ı birbirlerine arz ederler, son senesinde ise bu arz işi iki defa vâki olmuştur.’ (Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 99)

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Kur’an’ı Ramazan ayında (Cebrail A.S.) karşılıklı olarak baştan sona okumuşlardır. Bu yüzden Kur’an’ın bu ayda sıkça okunması müstehap kabul edilmiştir.

Müslümanlar da o zamandan beri Ramazan ayında genellikle camilerde ve bazı evlerde Kur’an okutup dinlemek suretiyle hatim indirmeyi âdet hâline getirmişlerdir. İşte camilerde, özellikle Ramazan aylarında, hafızlar tarafından okunup, cemaat tarafından dinlenme ve takip edilme şeklinde güzel bir anane olarak yerleşen mukabele, bu aziz hatıradan kalma güzel ve anlamlı bir gelenektir.

Enes b. Mâlik’ten rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (asm): ‘Âmellerin en hayırlısı, Kur’an okumaya başlamak ve hatmetmektir.’ buyurmuşlardır (Kurtubî, Tezkâr, 127)

Sahabeler ve Hatim

Abdullah b. Amr şöyle anlatıyor:
Peygamber (sav) bana:
-Kur’an’ı bir ayda hatmet, dedi. Ben,
-Kendimde bundan daha fazlasına güç buluyorum, dedim.
– O hâlde on günde hatmet, dedi.
– Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum, karşılığını verdim.
Bunun üzerine şöyle dedi:
– Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme. (Müslim, Savm, 35)

Teravih ve Hatim

Teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmak sünnet, birden fazla hatimle kılmak ise bir fazilettir. (Serahsî, Mebsut, 2/146; Kâsanî, Bedaius’s-Sanai fi Tertibi’ş-Şerai’, 2/276)

Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayında bir gece mescide çıktı ve mescidin bir kenarında namaz kılan insanlar gördü ve sordu “Bunlar ne yapıyorlar?” orada bulunanlardan biri şöyle cevap verdi “Bunlar Kur’an’ın tamamını ezberleyememiş yani hafız olmayanlar kimseler, Übeyy b. Ka’b onlara hatimle namaz kıldırıyor.” Resülüllah (sallallahu aleyhi ve selem) bu cevaba sevinerek memnuniyet ve takdirlerini şu şekilde ifade ettiler: “Doğru yapmışlar, yaptıkları şey ne kadar güzel.” (Ebu Davut, Ramazan, 1)

Sahabe döneminde teravihin hatimle kılınmasına önem verilmiştir.

Hz. Ömer Kur’an hafızlarından üç kişiyi çağırmış, hepsine Kur’an okutmuş sonra okuma hızlarına göre birisine her rekatta 30, bir diğerine 25 öbürüne de 20 ayet okuyarak hatimle teravih namazı kıldırmalarını istemiştir. (Abdurrezzak, Musannef, 4/261)

Sahabeden sonraki dönemlerde de teravihin hatimle kılınmasına önem verilmiştir.

Ömer b. Abdilaziz karilere (Kur’an hafızları) her rekatta on ayet okuyarak teravih namazını hatimle kıldırmalarını emretmişti. (Said İbn Sahnun, el-Müdevvenetü’l-kübra, 1/194, İbrahim Halebî, Mülteka’l-Ebhur, (Ta’lik: Vehbi Süleyman el-Gavci) 1/120)

İmam-ı A’zam’ın Ramazan’da gündüz bir hatim, teravihte de bir hatim olmak üzere toplam altmış bir defa Kur’an’ı hatmettiği rivayet edilmektedir. (Tahtavi, Haşiye ala meraki’l-felah şerhi nuri’l-izah,s.337)

Muhammed b. İsmail el-Buhari, Ramazan ayının ilk gecesinde ashabı, eşi dostu talebeleri toplanır onlara teravih namazı kıldırırdı. Her rekatta yirmi ayet okuyarak hatmederdi. Ayrıca gecenin yarısından başlayarak son üçte birine kadar olan zaman diliminde Kur’an okur ve bu şekilde de her üç gecede bir hatmederdi. Gündüz de her gün bir hatim indirir, hatmi de iftar vaktinde bitirir ve “her hatim yapıldığında müstecap (kabul olunan) bir dua vardır” derdi. (Beyhaki, Şuabu’l-imân, 2/416)

Öncelikle dindar bir adam, din muhabbeti için, ‘Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir’ der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddini aşıp, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. Zaten inanan bir insan, tüm hak ve batıl dinlerde en büyük günah sayılan yalana tenezzül etmez … ki en büyük yalan da Allah adına uydurulan yalandır.

‘Allah adına yalan uydurandan daha zalim kim vardır?’ (Zumer Suresi, 32)

Yalan yalandır ister iyi niyetle, ister kötü niyetle söylenmiş olsun. Kendi yazdığı kitapla ortaya çıkıp ‘Bunu Allah gönderdi’ demek de bir yalandır. Üstelik Allah adına söylenmiş bir yalandır. Allah’tan büyük kimse olmadığına göre, Allah adına söylenmiş bir yalandan daha büyük bir yalan da düşünülemez. Öyleyse, Allah adına kitap uydurmaya kalkmak, Şeytanın göstermeye çalıştığı gibi masum bir hareket ve dindar bir kimseden beklenecek birşey değil, kâinatta düşünülebilecek en büyük yalanı söylemek ve işlenebilecek en büyük zulmü işlemek anlamına gelir. Kalbinde zerre kadar Allah korkusu olan bir kimse böyle bir cinayete cesaret edemezken, insanlar arasında Allah’tan en fazla korkan bir Peygamber, nasıl olur da kendisini—hâşâ!—Allah’ın yerine koyar, Onu taklit ederek Onun adına kitap yazmaya teşebbüs eder?

İkinci olarak da, bir taklit, zorunlu olarak, üç tarafın varlığını gerektirir: Bir taklit eden ve bir taklit edilen bulunmalı ve bu taklit birilerine karşı yapılmış olmalıdır. O halde, Şeytanın iddiasına karşı şu üç soruya cevap aranması gerekir:

1. Taklit eden kimdir?
2. Taklit edilen kimdir?
3. Bu taklit kime karşı yapılmış ve ona kimler inanmıştır?

İnkar konumunda bulunan insanın davasında;
(1) taklit edenin bir insan olduğu,
(2) taklit edilenin Âlemlerin Rabbi olduğu,
(3) bu taklide, başta Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi Sahabeler olmak üzere bütün Saadet Asrı Müslümanlarının, o günden bu yana gelip geçmiş bütün Müslümanların ve bugün dünyadaki bir milyardan fazla Müslümanın birden inandığı iddiası vardır.

Oysa Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm elinde Kur’ân ile ortaya çıktığı zaman onun davetine koşup gelenler bir taklide kandıkları için canlarını ve mallarını tehlikeye atmıyorlardı. Taklide meyilli olanlar ise ‘Atalarımızdan veya din büyüklerimizden gördüklerimiz bize yeter’ diyerek putperestlikte ve diğer bâtıl dinlerde kalmışlardı. Onlara karşılık, Hazret-i Ali ‘Allah beni yaratırken babama sormadı ki ben dinimi seçerken ona sorayım’ diyerek kendi kararını bütün bir kavmine karşı verirken, semâvî kitapları inceden inceye tetkik edip de Âhirzaman Peygamberinin özelliklerini orada bulan Yahudi âlimlerinden Abdullah ibni Selâm, Peygamberimizi görür görmez ‘Onu oğlumu tanır gibi tanıyorum, hattâ oğlumdan ziyade ondan eminim. Çünkü oğlum hakkında annesinin bana ihanet etmesi mümkündür; fakat şu simada yalan olamaz’ diyerek ona iman ediyordu. Hazret-i Ömer ise, Peygamberi ortadan kaldırmaya azmettiği bir sırada Kur’ân’ı işiterek Müslüman olmuştu.

Onlar, kendisi âciz ve fâni bir insan olduğu halde –hâşâ- Âlemlerin Rabbini taklit etmeye teşebbüs eden bir insan sözüne mi kandılar?

Ve bütün hayatları boyunca, o Peygamber Kur’ân’dan inen âyetleri kendilerine bir bir okudukça, nasıl bir taklide aldanmış olduklarını hiç mi fark etmediler?

Sonraki asırlarda Kur’ân’ın her harfinde ayrı anlamlar keşfedip kütüphaneler dolusu tefsirler yazan, Allah Resulünün her sözünü ve her halini en küçük ayrıntısına kadar araştıran binlerce âlimden hiçbirisi, nasıl oldu da –hâşâ- kendisini Allah’ın yerine koyup da konuşan bir insanın hiçbir sözünden ve hiçbir fiilinden en küçük bir yapmacık kokusu almadılar?

Milyarlarca Müslüman, -haşa- böyle bir taklidi on dört asır boyunca nasıl oldu da hakikat kabul etti ve onda hiçbir yapmacık izi bulmadı?

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma ister iman etsin ister etmesin, ister dost olsun ister düşman, herkesin onun hakkında kabul ettiği tarihî gerçekler vardır.

Bir defa o yalnız başına meydana çıkmış, elinde hiçbir maddî kuvvet, mevki ve nüfuz olmadan ve çevresinden de yardım yerine düşmanlık gördüğü halde dâvâsını ilân etmiştir.

İkinci olarak, hayatında o daima doğruluğun, dürüstlüğün, iyiliğin, güvenilirliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.

Üçüncü olarak da, etrafındakilere daima bu güzel ahlâk ilkelerini telkin etmiş, telkin etmekle de kalmayıp bu ilkeleri onların ruhlarına bütünüyle ve hiçbir kuvvetin sökemeyeceği şekilde yerleştirerek, vahşî bir kavimden, güzel ahlâkın en yüksek meziyetlerine sahip bir millet çıkarmıştır.

İşte, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine vurduğu mühür orta yerdedir. Tarihte hiç kimseye nasip olmamış bir inkılâbı onun gerçekleştirmiş olduğuna da yine onun dostu ve düşmanı birlikte şahittir; öyle bir halde ki, dostları ondan dinlerini öğrenmek için her halini inceden inceye takip ediyor, düşmanları ise bir açığını yakalamak için her sözünü ve her hareketini kolluyordu. En küçük bir yalanı veya tutarsızlığı bulunsaydı hiç gizli kalır mıydı?

Böyle bir zâta ‘Allah kelâmı dediği kitabı kendi eliyle yazdı’ şeklinde bir yakıştırmada bulunmak ise, bütün bu tarihî gerçekleri yok saymadıkça asla mümkün olmaz. Çünkü bu, onun—hâşâ—Allah adına bir yalanla ortaya çıkıp bütün insanlığı kandırmış olduğu anlamına gelir. Bu defa da, mahiyeti yalanların en büyüğüne ve en çirkinine dayalı bir dâvâ ile iyiliği ve doğruluğu nasıl yaşayıp yaşattığı ve insanlığın beşte birine benzeri görülmedik bir sür’at ve kuvvetle nasıl yerleştirdiği sorusuna cevap aramak gerekecektir.

Madem ki onun hayatı ve eseri orta yerdedir; o halde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında bir kimsenin verebileceği iki hüküm vardır:
Ya onun Âlemlerin Rabbi tarafından hak kitap ile gönderilmiş peygamber olduğuna inanacak ve O’nu insanların en faziletlisi kabul edecek; ya da O’nun –haşa- insanların en kötüsü ve en yalancısı olduğunu iddia etmek zorunda kalacaktır. Yoksa, ‘Peygamber olduğu halde Allah adına yalan söylemiştir’ diyemeyeceği gibi, ‘Sahtekârlığın en büyüğüyle insanları iyiliğin en yüce mertebelerine sevk etmiştir’ de diyemez.

Diğer yandan; Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine kazandırdıklarına böylece temas ettikten sonra, bir de Kur’ân’ın getirdiklerine bakalım. En inatçı bir kâfir, hattâ Şeytanın kendisi bile bu konuda Kur’ân’ın lehinde tanıklık etmekten başka bir şansa sahip değildir. Üstelik Kur’ân, insanlığa sadece iyilik ve güzellik getirmekle kalmamış, bunu öyle bir tarzda gerçekleştirmiştir ki, insan eliyle yazılan kitapların topu birden, onun bir tek âyetinin insanlar üzerindeki etkisinin binde birini gerçekleştirememiştir.

Yirminci yüzyılın devletleri onca imkânlarıyla bir sigara karşısında âciz kalırken, Kur’ân’ın bir âyetiyle insanlar şarap küplerini devirmiş ve içkiyi ebediyen terk etmiştir.

Onun bir âyetiyle, insanlar mallarından en sevdiklerini ayırıp yoksullara bağışlamak için birbiriyle yarışa girmiştir.

Onun bir emriyle faiz kalkmış, bir emriyle kadınlar insan sırasına girmiş, bir emriyle putlar devrilmiştir.

Bugün onun bir emri yeryüzünü bir mescit haline getirir, bir milyar insanın yüzünü Kâbe’ye çevirip Rablerinin huzurunda düzenli bir ordu gibi her gün beş defa onlara talim yaptırır.

Onun bir emriyle insanlar her yıl bir ay boyunca yemekten, içmekten kesilir.

Onun bir emriyle milyonlarca insan yerlerinden, yurtlarından kopup Arafat meydanına doluşur.

Onun bir emriyle insanlar dünyalarını gözden çıkarır, canlarını feda eder. Onun zafer ve Cennet müjdesiyle ordular dünyaya yayılır. Fakir ve zayıf düşmüş bir millet, en çaresiz zamanında onun emriyle canlanır ve dünyanın devlerine Çanakkale’yi mezar yapar, tek başıyla dünyaya meydan okuyup bağımsızlığını kazanır.

İşte, indirilişinden on dört asır sonra, hâlâ tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak, Kur’ân bir milyar insana dünya ve âhiret hayatlarında yol göstermeye devam ediyor. Ona sarılan kurtuluşa eriyor, ondan uzaklaşan ıstırap ve felâketlerin kucağına düşüyor.

İnsanlık üzerindeki etkileri ve sonuçları böylesine ortada olan bir kitap, bakın, kendisini nasıl tanıtıyor:

O Allah katında çok şerefli bir Kur’ân’dır.
O Levh-i Mahfuzda korunmuştur.
Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.
O Âlemlerin Rabbi katından indirilmiştir.
Yoksa siz onu inkâr mı edeceksiniz?
Ve o kitaptan nasibinizi bir inkârdan ibaret hale mi getireceksiniz? 
(Vakıa Suresi, 77-82.)

‘Kur’ân beşer kelâmıdır’ diyenler, bu âyetler için de apaçık bir yalandır demiş olmazlar mı? Kur’ân’ın Allah adına ve Allah’ı şahit tutarak bildirdiği bütün emir ve yasakları, bütün hakikatleri, bütün haberleri, bütün vaad ve tehditleri yalanlamış olmazlar mı?
Bütün bunları yalanlayınca, on dört yüzyıl boyunca insanlara her alanda rehber olmuş bir kitabı asılsız bir düzmece farz etmiş olmazlar mı?

Onu asılsız farz edince de, onu getiren Peygamberi, bütün ömrü boyunca Allah adına yalanların en büyüğünü tekrarlayıp durmuş, Allah’tan zerre kadar korkmaz birisi olarak göstermiş olmazlar mı?

Netice itibariyle;

1. Din namına hareket eden, ancak Allah’ın emrini tebliğ eder; yoksa Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmaz.

2. Âciz bir beşerin, ilmi ve kudreti her şeyi kuşatan Allah’ı taklit edip kendisini Onun yerine koyarak Onun adına bir kitap düzmesi mümkün değildir. Kaldı ki, bunu yapmaya teşebbüs etse de etkili olamaz; olsa da bu etki uzun süre devam etmez.

3. Allah tarafından gönderilmiş bir kitapla geldiğini iddia eden zat eğer doğru söylüyorsa insanlığın en yüce mertebesinde, yalan söylüyorsa sahtekârlığın en kötü derecesindedir. Bu ikisi arasında bir orta yer olmaz. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ise iyiliğin, doğruluğun ve güzel ahlâkın en üstün özelliklerini kendisinde topladığında, dostuyla ve düşmanıyla bütün insanlık ittifak halindedir. Öyleyse onun getirdiği haktır; yalancılığın ve sahtekârlığın en büyüğünü ona yakıştırmak kimsenin haddi değildir.

4. Kur’ân da eğer Allah’ın kitabı ise her şeyin üzerinde bir değere sahiptir; değilse—hâşâ—sahtekârlığın en büyük ve dehşetli bir belgesi olarak tarihe geçmiş olması gerekirdi. Bunun da ortası yoktur. Kur’ân’ın ise etkileri ve sonuçları, insanlığı hakka ve iyiliğe sevk eden ilkeleri ortada iken, böylesine dehşetli bir sahteliği ona Şeytan bile yakıştıramaz. Öyleyse o hak kitaptır ve Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

Kur’an’da; bazen âyetler, bazen kıssalar, bazen cümleler ve bazen de kelimeler sık sık tekrarlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bazı kelime ve âyetlerin bir veya birkaç yerde tekrar edilmiş olması “Tekrâru’l-Kur’an” veya ‘Tekrarat’ül Kur’an‘ terimi ile ifade edilmiştir.1

Genel olarak edebiyat literatüründe sözlü veya yazılı ifadelerde yer alan tekrarlar, bazen güzel bazen de çirkin bir manzara arzedebiliyor. İnsanların ihtiyaçlarını dikkate alan ve ilgilerini çeken ifadelerin tekrarlanması lezzet verdiği halde, muhatabın ilgisini çekmeyen ve ihtiyacını dikkate almayan tekrarlar rahatsızlık ve usanç verir.

Şüphesiz Kur’an’daki tekrarlar, muhataplarının ihtiyaçlarından ileri geldiği için usanç değil lezzet vermektedir. Meselâ: Allah’ın azabını veya rahmetini ifade eden âyetlerin tekrarlanması, sınırsız hata ve sevap işlemeye meyilli olarak yaratılan insan için, her an müteyakkız olmasını sağlaması açısından elbette çok önemlidir ve tekrar edilmesi elbette usanç değil, lezzet verir.2

Bediüzzaman, Kur’an’daki tekrarların durumunu şöyle ifade etmektedir: “Her parlayan şey yakıcı ateş değildir.” kaidesinde olduğu gibi, her tekrar da usandırıcı değildir. Tekrarların bir kısmının usandırıcı olduğu doğrudur. Ancak bu kural bütün sözlere, bütün kitaplara genelleştirilemez. Usanç verici sayılan pek çok görünüşte tekrarlar var ki, belağatça güzel sayılıp takdir edilmektedir. İfadelerde yer alan tekrarları, yiyeceklerdeki tekrarlara benzetebiliriz. Çünkü biri maddî, diğeri manevî gıdadır. Bilindiği gibi insanların yedikleri şeyler, biri meyve diğeri ise su veya ekmek gibi gıda cinsinden iki çeşittir. Meyvelerin sık sık tekrarlanıp yenmesi insana usanç verdiği halde, gıdaların tekrarında kuvvet ve lezzet vardır. Çünkü, ihtiyaçlar tekrarlandıkça yemeklerin tekrarlanması o nisbette lezzetli olur. Bu sebepledir ki, her gün defalarca ekmek yemekten hiç usanç duymuyoruz. Halbuki, bir meyvenin bu denli tekrarı bize usanç verir.

Aynı bunun gibi kelâmlar da iki kısımdır: bir kısmı ruhlara gıda, fikirlere kuvvet veren gerçeklerden bahseder. Tekrar ettikçe güneşin ışığı gibi, ruhlara ve fikirlere hayat verir. Diğer bir kısmı ise, meyve kabilinden olup tekrarlanması fazla makbul değildir. Bu yüzdendir ki, kalplere gıda, akıllara kuvvet, ruhlara hayat olan Kur’an’ın tekrarları usanç değil, tatlı bir lezzet veriyor. Tekrar ettikçe misk gibi kokar. Aslında Kur’an’ın tekrarları gerçek anlamda tekrar bile sayılmaz. Çünkü onun her bir tekrarı, yerine göre başka hikmetlere, değişik hakikatlara dikkat çekmek içindir.3

Bediüzzaman, Kur’an’ın sözlerini Cennet’in meyvelerine benzetir. Ona göre, “O Cennetlerdeki bir meyveden kendilerine (cennettekilere) rızık olarak yedirildikçe; bu, daha önce bize verilenlerdendir, derler. Hâlbuki onlara benzerleri verilmiştir.“4 âyetinde, farklı zamanlarda takdim edilen cennet meyvelerinin, sadece dış görünüşü itibariyle (oradaki insanlar tarafından daha önce görülmüş dünya veya cennet meyvelerine) benzerlik gösterdiği; insana tat ve lezzet vermek açısından ise, çok değişik olduğu ifade edildiği gibi; Kur’an’ın tekrarlarında da aynı şey söz konusudur. Tekrar edilen bir ayet her ne kadar başka bir yerde aynen veya benzer bir şekilde geçmiş olsa bile bulunduğu yer, verdiği mesaj itibariyle kesinlikle farklılık arzetmektedir.5

Kur’an’daki Tekrarların Hikmeti

Bazı âlimlere göre, Kur’an’da özellikle Peygamberlere ait kıssaların tekrarlanmasının üç hikmeti vardır:

Birincisi: Bir yerde bir bölümü zikredilen kıssanın diğer bölümü ise başka bir yerde zikredilmiştir. Bu dış görünümü itibariyle bir tekrar gibi görünür.

İkincisi: Kur’an, fesahat ve belağatını göstermek için bir yerde uzunca anlattığı bir kıssayı, başka yerde çok veciz bir ifadeyle anlatır.

Üçüncüsü: Kıssaların zikredilmelerinde nübüvvetin, özellikle Hz. Muhammed (a.s)’in nübüvvetinin, Allah’ın varlığı ve birliğinin isbatı, Allah’ın zâlimleri cezalandırmaya kadir olduğunun ders verilmesi, İslamdan önce yaşamış milletlerin başına gelen kötü âkibeti göz önüne sererek yeni inkarcıların uyarılması gibi değişik maksatlar vardır. Her bir yerde hikmete münasip bir tarzda adı geçen hususlardan birini veya bir kaçını ders vermek için kıssanın tekrarı söz konusudur.6

Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde Kur’an’da yapılan tekrarları, onun i’cazının yani mu’cize oluşunun bir başka parıltısı olarak değerlendirmiştir. 7 Diğer bir eseri olan Emirdağ Çiçeği adını verdiği risalesinde ise Kur’andaki tekrarların hikmetlerini pek çok yönden ele almıştır.

Bediüzzaman’ın ele aldığı bu hikmetlerden bazıları şunlardır:

1. Sıkıntılara ve günahlara sık muhatap olan iman ehli için Kur’andaki bazı tekrarların mühim hikmetleri vardır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan Hz. Musa (AS) ve Hz. İbrahim (AS) kıssaları gibi kıssalarda, bahsi geçen peygamber ya da peygamberlerin kurtuluşunu gösterip; zulme ve sıkıntıya maruz kalan ehl-i imanın karşılaştıkları sıkıntılardan teselli bulması amacıyla bu kıssalar tekrar edilmiştir.

Diğer tarafdan isyanları nedeniyle helak olan Ad ve Semud kavimleri gibi kavimlerin helakları da göz önüne serilerek ehl-i imanın isyandan ve günahdan uzak durmaları dersi verilmektedir.

2. Kur’an’ın muhataplarının büyük kısmını teşkil eden ilimle fazla meşgul olmamış halk tabakası için Kur’an-ı Kerim tekrar tekrar, yer ve gök gibi en rahat görülebilen yaratılış delillerini göz önüne sermekle Allah’ın varlığını ve birliğini isbat etmektedir.

3. Her vakit nefsin ve şeytanın saldırısına maruz kalabilen iman ehline şevk vermek maksadıyla cennetteki karşılaşacakları nimetler, günahlardan sakındırmak için de cehennemdeki maruz kalabilecekleri cezalar sık sık gözler önüne serilmektedir.

4. Kur’an, hem bir dua ve zikir kitabı, hem bir şeriat kitabı, hem bir davet ve tebliğ kitabı, hem tevhid kitabı, hem hikmet kitabı, hem de kulluğun tarifnamesi olduğu yönleriyle tekrarı gerektirir.

Şöyle ki:

Duanın tekrar edilmesi, kabul edilmesi ihtimalini kuvvetlendirdiğinden, duanın tekrarı gerekir. Aynı şekilde zikrin tekrarı nurlandırır, bu nedenle tesbih, tahmid ve tekbirlerin sık sık tekrarlanması gerekir.

Kur’an’nın şeriat kitabı olması yönüyle: Kur’ân bu sağlam ve büyük dinin esaslarını tesis eder. İnsanlığın sosyal hayatında köklü inkılâplar yapar ve değiştirir. Elbette, bu esasları tesbit ve sağlamlaştırmak için sık sık tekrarda bulunması gerekir.

Kur’an davet ve tebliğ kitabı olması haysiyetiyle: insanları davet ettiği davanın ehemmiyeti ve İslamiyet’in güzelliklerini sık sık nazara vermesi gerekmektedir. Bu da tekrarı gerektirir.

Kur’an’ın tevhid kitabı olması itibariyle: Cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini sık sık vurgulaması gerekir. Kur’ân büyük meselelerden bahseder ve kalpleri bunlara iman etmeye davet eder. İnce hakikatlerden söz eder ve akılları bunları bilmeye çağırır. Öyleyse bunların kalplerde yerleşmesi ve toplumun her kesiminin fikirlerinde tesbiti için muhtelif suret ve çeşitli üsluplarda tekrarı lazımdır.

Kur’an’ın hikmet kitabı olması itibariyle: kainatın ve insanın asıl yaratılış gayesini her fırsatta anlatması gerekmektedir.

Kur’an’ın iman ehlinin, ibadet ve sosyal yaşayışlarını sistemleştirmesi itibariyle, kulluk ve toplumsal derslerini yerleştirmesi için sık sık gözler önüne sermesi gerekmektedir.

5. Kur’ân, en zeki insandan en kıt akıllıya, en takva ehli olandan en şakî yani azgın olana, dünyanın cazibesinden kurtulup ciddi bir şekilde ahiretine çalışanlardan, dünyaya kendini kaptıran gevşek kimselere kadar bütün insan tabakalarına bir hitap ve bir ilaçtır.

Fakat herkes her vakit herkese deva ve şifa olan Kur’ân’ın tamamını okumaya fırsat bulamaz. Bundan dolayı yaptığı her şeyde fayda ve maslahatlar gözeten ve yarattığı varlıklara karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah, Kur’ân’ın temel maksatlarını bazı sûrelerde ve özellikle uzun olanlarda yerleştirmiştir. Böylece her bir sûre küçük bir Kur’ân olmuş ve herkese yolu kolaylaştırmıştır. Kur’ân, İnsanları teşvik ile şöyle nida eder:

Öğüt için Kur’ân’ı kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?” (Kamer, 17)

6. Hadisin ifade ettiği gibi ‘Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.’8 Yani her bir ayetin çok mana tabakaları bulunmakla beraber, her maksat için çok yönler, hükümler, faydalar ve maksatlar söz konusudur. Bundan dolayı bir yerde bir vecihle zikredilirken, başka bir yerde başka vecihle zikredilir. Bir sûrede bir maksatla, bir başkasında başka maksatla anlatılır. Buna göre, gerçekte tekrar yoktur, ancak görünüş itibariyle bir tekrar vardır. Gözlerin, kulakların, parmakların, birbirine benzediği halde gerçekte ayrı ayrı olduğu gibi.

7. Nasıl ki insanın cismani ihtiyaçları farklı farklıdır. Bazısına hava gibi her an, bir kısmına su gibi midenin harareti vaktinde zaman zaman, bir kısmına gıda gibi her gün, bazısına ziya gibi haftada bir, bazısına ayda bir, bazısına ilaç gibi senede bir İhtiyaç olur.

Aynı şekilde İnsanın manevi ihtiyaçları da farklı farklıdır. Bir kısmına ‘Hu ve Allah’ demek misali her an, bir kısmına “Bismillah” gibi her vakit, bir kısmına “Lailahe illallah” gibi her saat ihtiyaç vardır. Diğerlerini kıyas edebilirsin.

Bu durumda âyet ve bazı kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor, ve onlara olan ihtiyacın şiddetine işaret etmektedir.

8. Kur’ân’da çeşitli insan tabakalarının dilleriyle ve halleriyle tekrar tekrar yaptıkları suallerin cevapları vardır. Suallerin tekrar tekrar sorulması cevapların da tekrar tekrar verilmesini gerekli kılar.

9. Kur’an-ı Kerim de sık tekrarlanan Hz. Musa’nın (a.s.) kıssası gibi diğer peygamber kıssalarının çok tekrarlanmasında, Peygamber Efendimizin (ASM) davasının doğruluğuna bütün peygamberlerin nübüvvetlerini delil gösterip, ‘Onların tamamını inkâr edemeyen, Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini ve davasını hakikat noktasında inkâr edemez‘ dersini vermesi hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, her bir uzun ve orta uzunluktaki sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli iman esasları gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki belağatının gereğidir ve Hz. Muhammed’in hadisesi, bütün insanlığın en büyük hâdisesi ve kâinatın en büyük meselesi olduğunu ders vermektir.

Netice olarak; Yukarıda sayılan ve sayılmayan daha pekcok hikmetlere binaen Kur’an’ da bazı tekrarlar yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’ in tekrarları, sıradan insan sözleri gibi usanç vermemekte, aksine ihtiyaç fazla olduğundan ve bu tekrarlar ihtiyaçdan kaynaklandığından tekrarının lezzet verdiği ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber yüzlerce senedir tüm müslümanların hayatının her anına ışık tutan, ibadetlerinde tekrar betekrar okunan Kur’an, bu kadar sık okunmasına rağmen hiçbir mü’mine usanç vermemesi, küçük yaşda Kur’anı ezberlemeye çalışan çocukların zihinlerine kolayca yerleşmesi, ölüm döşeğinde bulunanlara zemzem suyu gibi tatlı gelmesi gösteriyor ki, Kur’an her yönden mu’cize olduğu gibi okunması cihetiyle de mu’cizedir. Bazı bölümlerinin tekrarlanması da mu’cize olmasının gereğidir.

Dipnotlar:

1. bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 173; Turgut, 179.

2. krş. Cerrahoğlu, a.g.e., 173-174; Turgut, 180.

3. bkz. İşârât, 31-32.

4. el-Bakara, 2/25.

5. bkz. İşârât, 32.

6. bkz. İbn Cüzeyy, 6.

7. Mesnev-i Nuriye, Ondördüncü Reşha

8. bk. Ebû Yâ’lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 1:236

Kur’an bir hitap olarak Hz. Muhammed (a.s.) gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın konuşma üslubuyla gönderildiğini ve bu kitabın konuşma dilinden yazıya aktarıldığını bilmekte yarar vardır. Kur’an’daki üslup bundan dolayı ‘de ki’, ‘ey insanlar’, ey iman edenler’, ‘ey kafirler’, ‘ey ehl-i kitap’, ‘ey nebi’, ‘sana soruyorlar, de ki’ gibi hi-taplarla doludur. Ayetlerdeki hitabın çoğunlukla müzekker oluşu peygambere hitaben gönderilmiş olduğundandır: Arapça’nın özelliğine göre, kadına ve erkeğe ayrı ayrı ifade biçimleriyle hitabedilir. Peygambere (a.s.) yapılan hitapların müzekker kalıbıyla olması da bu dilin gereğidir.

Kur’ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir.

Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifade ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur’ân’ın kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur’ân, herşeyden önce mü’min erkeklerle mü’min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:

“İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler. Onlar, iyiyi emreder, kötüyü önlerler. Namaz kılar, zekât verirler ve Allah Resulüne itâat ederler. İşte onlara Allah merhametle muamele edecektir. Doğrusu Allah, gücünün önüne geçilemeyen ve herşeyi yerli yerince yapandır.”(Tevbe Sûresi, âyet: 71)

Nitekim bu âyet-i celilede, “Onlar iyiyi emrederler, kötüyü önlerler” sözü ve âyetin sonuna kadar diğer failler ve zamirler, hep erkekler için kullanılan ifadelerdir. Buna bakarak, bu âyetin kadınları dışta bıraktığını söylemek mümkün mü? Hayır.

Kur’an, açıkça hem inanan erkeklere, hem de inanan kadınlara cennetin güzelliklerini ve nimetlerini va’detmiştir. Nitekim Tevbe Sûresi 72. âyette şöyle buyurulmuştur:

“Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, altlarında ırmaklar akan Cennetler (bahçeler) ve Adn Cennetleri’nde hoş meskenler va’detmiştir. Ve ayrıca onlara, en büyük nimet olarak Allah’ın hoşnutluğu var. İşte bu büyük başarıdır.”

İslâm sadece erkeklerin dini değil. Kur’ân sadece erkeklere hitap etmiyor. Kur’ân-ı Kerîm’de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisâ sûresi). Kur’ân’da bazı kadınlara da Allah’ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. (Kasas, 28). “Kadınlar erkeklerin şakîkidirler.” “Şakik” tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün bu eşit parçalarından her biridir. “Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir.” (Nisâ, 124). “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler…” (Tevbe, 71). “Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır.” (Nisâ, 32)

Kur’ân’da kadın ya da dişi anlamına gelen “nisâ, nisve, imrae, ünsa” kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen “racul, zeker, mer'” kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.

“İnsan” kelimesinin kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta hiç bir insan yoktur.

Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Araplar’ın İslâm’dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur’ân’ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızca’da ve kısmen İngilizce’de de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz?

KUR’ÂN-I AZİMÜŞŞÂNI güzel ve en hazin bir şekilde Peygamber Efendimiz (a.s.m.) okurdu. Çünkü ilk olarak Kur’ân’la o muhatap olduğu gibi, ilk defa da o okumuştu. Ama asıl olarak Peygamberimize (a.s.m.) Kur’­ân’ı nasıl okumasını öğreten Yüce Rabbidir.

Peygamberimizi (a.s.m.) “Kur’ân’ı açık açık, tane tane oku” şeklinde yol göstererek eğiten Yüce Allah, asıl itibariyle Kur’ân-ı Kerîmi okurken ilk başta nelere dikkat etmesi gerektiğini de bildiriyordu.1

Peygamber Sallallâhü Aleyhi Vesellem, vahyin ilk günlerinde, Kur’ân’ın yeni yeni nâzil olduğu o günlerde birden lâhûtî bir âleme girer ve tatlı bir heyecana kapılır, haşyet içinde kendisi de Cebrail Aleyhisselâmla birlikte inen âyet ve sûreleri okumaya başlardı. Ama sürekli Rabbinin kontrolünde bulunan Sevgili Peygamberimize (a.s.m.) Kur’ân şu dersi veriyordu:

“Ey Habibim! Cebrail sana Kur’ân’ı okurken, acele edip de dilini kıpırdatma. Onu biraya toplayıp okutmak Bize aittir. Cebrail’e okuttuğumuzda, sen onun okuyu­şu­nu takip et.”2

* * *

Efendimizin (a.s.m.) en büyük vazifesi, en önemli görevi ve hayatı boyu yapacağı, bir an için olsun vazgeçemeyeceği, ayrı kalamayacağı işi Kur’ân okumaktı.

Zaten Peygamberimiz (a.s.m.), bu özelliğini şu şekilde ifade ediyordu:

“Ben Kur’ân’ı okumakla emrolundum.”3

Kur’ân’ı okumaya başlarken ilk evvela ne yapması gerektiği, ne ile başlaması gerektiği hususunu da Peygamberimize (a.s.m.) yine Rabbimiz öğretiyor:

“Kur’ân’ı okuyacağın zaman kovulmuş şeytanın vesvesesinden Allah’a sığın.”4

Yani Eûzü çekerek Kur’ân’ı okumasını bildiriyordu.

Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı sadece okumakla emrolunmamış, okutmak ve insanlara öğretmekle de görevliydi. Bu görevini Rabbimiz şu şekilde bildiriyordu:

“Kur’ân’ı Biz sûre sûre, âyet âyet ayırdık ki, insanlara peyderpey okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın.”5

* * *

Rabbinden aldığı bu talimatlar üzerine Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı okuyor, Sahabiler de büyük bir haz alarak dinliyorlardı. Bu manzara çok ulvi, çok müstesna ve çok muhteşemdi.

Bu nimeti yaşayan bahtiyar Sahabiler, bizleri de o güzellikten mahrum bırakmamak düşüncesiyle Efendimizin (a.s.m.) Kur’ân okuyuşunu bizlere aktarıyor ve ulaştırıyorlar.

Peygamberimizin (a.s.m.) amcası oğlu ve aynı zamanda özel bir talebesi olan Abdullah bin Abbas bu Cennet anını şöyle anlatıyor:

“Bir gece teyzem Meymûne’nin evinde kaldım. Resu­lullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem hanımı ile bir süre sohbet etti, sonra istirahata çekildi.

“Gecenin son üçte biri olunca uyandı, oturdu, gökyüzüne baktı (şu âyetten başlayarak) ‘Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok delil vardır’ Âl-i İmrân Sûresinin sonuna kadar okudu.

“Sonra kalktı, abdest aldı, misvak kullandı ve on bir rekât namaz kıldı. Sonra Bilal ezan okudu, akabinde Re­sulullah (a.s.m.) evden çıktı ve sabah namazını kıldı.”6

Efendimizin (a.s.m.) hanımı Meymûne annemiz, Hz. Abdullah’ın teyzesiydi. Bunun için bazı geceler Hz. Abdullah teyzesinin evinde kalıyordu.

* * *

Peygamberimiz (a.s.m.) her haliyle bir insandı şüphesiz. Çocuk oldu, genç oldu, ileri yaşlara ulaştı ve nihâyet yaşlandı. Ama onu yaşlandıran unsurlar başkaydı. Onun üzerinde yaşlılık izlerinin sebebi ayrıydı. Hayat yükü, dünya meşgalesi, iş güç ve aile derdi değildi. O Kur’ân’ın gerçek muhatabıydı. Kur’ân onun ruhuna ve kalbine öyle tesirler vücuda getiriyor, onu öyle bir hale sevk ediyordu ki, vücut çizgilerini değiştiriyordu.

Bir seferinde Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resulullah Sallallâhü Aleyhi Veselleme sordu:

“Yâ Resulallah, yaşlandınız.”

Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem şöyle buyurdular:

“Hûd Sûresi, el-Vâkıâ, ve’l-Murselâtü, Amme yetesâe­lûne ve İze’ş-şemsu kuvvirat Sûreleri beni yaşlandırdı.”7

Bu sûreler kıyametin dehşetini, azametini ve kâinatın alacağı o korkunç şekli anlatıyordu. Kur’ân’ın ifadesiyle “Çocukları ihtiyarlatan o gün”8 kıyamet günüydü.

Öyle ki, kıyamet gününün azametini anlamak için sadece Tekvîr Sûresinin şu âyetlerini okumak yeterlidir:

“Güneş dürülüp toplandığında,

“Yıldızlar döküldüğünde,

“Dağlar yürütüldüğünde,

“Gebe develer başıboş kaldığında,

“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,

“Denizler tutuştuğunda,

“Ruhlar bedenleriyle birleştiğinde,

“Diri diri gömülen kız çocuğuna, hangi suçu yüzünden öldürüldüğü sorulduğunda,

“Amel defterleri açıldığında,

“Gök yerinden kaldırıldığında,

“Cehennem kızıştırıldığında,

“Cennet yakınlaştırıldığında,

“Herkes o gün için ne hazırladığını bilmiş olacaktır.” (1-14. âyetler)

* * *

Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân’ı o kadar tatlı, o kadar içten, o kadar güzel ve mükemmel okurdu ki, Sahabiler kendilerinden geçercesine dinlerler, içleri, dışları, bütün âlemleri ap aydınlık olur, nurlarla dolardı. Bu duygularını anlatırlarken de aldıkları zevki ifade etmeden geçemi­yor­lardı.

Cübeyr bin Mut’im anlatıyor:

Bir akşam namazında Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellemin Tûr Sûresini okuduğunu işittim. Okurken şu, “Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksınız mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” (35, 36 ve 37. âyetler) meâlindeki âyetler gelince (İbni Mut’im der ki: hayranlığımdan) kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.”9

Peygamberimiz (a.s.m.) hiç ara vermeden, belli bir düzen içinde, belli bir miktarda her gün Kur’ân okurdu. Hangi halde olursa olsun, hangi şartlarda bulunursa bulunsun, Kur’ân okumak onun hiçbir zaman ihmal etmediği bir âdetiydi.

Hadiste geçtiği şekliyle bu bir “hizb”di. Bu hizb, bizim bildiğimiz şekliyle beş sayfa mıydı, yoksa daha mı fazlaydı, onu bilemiyoruz.

Efendimizin (a.s.m.) bu sünnetini de Evs bin Huzeyfe es-Sekafî anlatıyor:

Resulullah (a.s.m.) her gece yatsı namazından sonra gelir, bizimle sohbet ederdi.

Bir akşam geç kaldı ve her zamanki vakitte gelemedi. Daha sonra teşrif etti.

“Yâ Resulallah, bugün geç kaldınız” dedim.

Buyurdular ki:

“Bugün Kur’ân-ı Kerîmden her zaman okumakta olduğum hizbimi okumamıştım. Hatırıma geldi, okumadan çıkmak istemedim.”

Sabah olunca Resulullah (a.s.m.) Sahabilere,

“Siz Kur’ân’ı kaç hizbe ayırıyorsunuz?” diye bir soru tevcih etti:

“Üç, beş, yedi, dokuz, on, on bir, on üç ve kısa sûrelerin hizbi” dediler.10

Peygamberimizin (a.s.m.) her gün Kur’ân’dan sayfalarca okuduğu olurdu. Yatsı ve sabah namazları gibi namazların her rekâtında uzun sûrelerden birisini okurdu. Sahabiler de en küçük bir bıkkınlık göstermeden takip ederdi. Ama bazen öyle anlar olurdu ki, bir âyetten fazla okuyamazdı.

Hazret-i Ebû Zer anlatıyor:

Resulullah (a.s.m.) bir gece sabaha kadar namazda bir âyeti tekrarladı. Âyet şuydu:

“Eğer Sen onları azaba çarptırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır. Ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen Aziz ve Hakimsin.”11

Efendimizin (a.s.m.) bu âyeti tekrar etmesi havfullahta, Allah korkusundan ne kadar yüksek bir derecede olduğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda biz günahkâr ümmeti için de fiili bir şefaat talebiydi.

* * *

Peygamberimiz (a.s.m.) Kurân âyetlerinin mânâlarına göre hareket ederdi. Kur’ân onun için aynı zamanda bir dua ve niyaz kitabıdır, bir münacat ve iltica kitabıdır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (a.s.m.), Kur’ân’ı Rabbiyle konuşur gibi okurdu. Yerine göre Allah’ın rahmetini diler, duruma göre Allah’a sığınır, âyetlerin gelişine göre Rabbine olan tesbihini arttırırdı.

Peygamberimizin (a.s.m.) bu halini Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:

“Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem gece namazını kıldı. Namazdaki okuyuşunda bir rahmet âyeti geçtiği zaman Allah’tan rahmet dilerdi, bir azap âyeti geçtiği zaman da Allah’a sığınırdı, Allah’ın noksanlıklardan uzak ve temiz olduğunu bahseden bir âyet geçtiği zaman da Allah’ı tesbih ederdi.”12

Ebû Leylâ Hazretleri de bu esnada Peygamberimizin (a.s.m.) hangi duayı okuduğunu şöyle haber veriyor:

“Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem geceleyin nafile namaz kılarken ben de onun yanında namaz kıldım. O kıraatinde bir azap âyeti okudu. Âyetin bitiminde ‘Eûzü billâhi mine’n-nâri ve veylün li-ehli’n-nâr (Cehennem ateşinden Allah’a sığınırım, Cehennemliklerin vay haline!)’ buyurdu.”13

* * *

Peygamberimizin (a.s.m.) ders halkasından hiç ayrılmayanlardan birisi de Hz. Enes’tir. Aynı zamanda Peygamberimizi (a.s.m.) Kur’ân okurken en çok dinleyenlerden birisidir.

Hz. Katade, Enes bin Malik’ten Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Kur’ân okuyuşunu merak eder. Der ki:

“Ben Enes bin Malik’e Resulullahın (a.s.m.) Kur’ân okuyuşunu sordum. Şöyle cevapladı:

“Resulullah (a.s.m.) uzatmaya elverişli olan harfleri okurken sesini uzatırdı.”14

* * *

Kur’ân’da bazı özel ve özellikli âyetler vardır. O âyetler okunduğu zaman peşinden dua anlamında bazı şeyler söylemek gerekir. Bu âyetlerin hangileri olduğu ve okununca nelerin söyleneceğini de Peygamberimizden (a.s.m.) öğreniyoruz. Bu âyetlerin içinde çoğumuzun bildiği Tîn Sûresinin son âyeti vardır.

Ebû Hüreyre anlatıyor. Resulullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

“Sizden kim Vettîni ve’z-zeytûni sûresini okuyup son âyeti olan ‘Eleysallâhü bi-ahkemi’l-hâkimîn (Allah, hâkimlerin hâkimi değil mi?)’ (8. âyet) âyetine gelince, ‘Belâ ve ene mine’ş-şâhidîn (Evet, ben buna şahitlik edenlerdenim)’ desin.

“Kim de ‘Lâ uksimu bi-yevmi’l-kıyâme’yi okuyup son âyeti olan ‘Bütün bunları yapan Allah ölüleri tekrar diriltmeye kâdir değil midir?’15 âyetini de okuyunca, ‘Belâ ve izzeti Rabbinâ (Rabbimin izzetine and olsun, evet, kadirdir, gücü yeter)’ desin.

“Kim de Mürselât Sûresini okuyup da en sonundaki ‘Artık bundan sonra onlar hangi söze inanacak?’ (50. âyet) âyetini de tamamlayınca, ‘Âmennâ billâhi Teâlâ (Allahu Teâlâya inandık)’ desin.”16

Kaynaklar

1 Müzzemmil Sûresi, 4
2 Kıyamet Sûresi, 16-18
3 Neml Sûresi, 92
4 Nahl Sûresi, 98
5 İsrâ Sûresi, 106
6 Buharî, Ezân:57
7 Tirmizî, et-Tâc, 4:251; Kenzü’l-Ummâl. 1:573
8 Müzzemmil Sûresi, 17
9 Tecrid-i Sarih Tercemesi, 11:189
10 İbni Mâce, İkametü’s-Salât:178
11 Mâide Sûresi, 118; İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
12 İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
13 İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
14 İbni Mâce, İkametü’s-Salât:179
15 Kıyame Sûresi, 40
16 Ebû Dâvud, Salât:154

KUR’ÂN SÛRELERİNİN fazileti hakkında ri­vayet edilen bu hadisler, Kur’ân’la olan meşguliyetimizi arttırmakta, teşvik etmekte ve bazı sûreleri sık sık okumaya sevk etmektedir.

Bu sûrelerin faziletleri ve sevabı hiçbir şekilde mübalağalı ve abartılı değildir. Fakat bir vesilesini bularak Kur’ân’a hücum eden bazı düşünce mensupları bu meselede de Kur’ân’a dil uzatmaktan geri durmamışlardır.

Bediüzzaman bu konuda şu noktalara dikkatimizi çekerek (özetle) şöyle bir açıklama getirir:

Bazı insafsız dinsizlerin mübalağa olarak değerlendirdikleri ve abartı olarak ileri sürdükleri hususlardan biri de, amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir.

Meselâ, Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır; İhlâs Sûresi Kur’ân’ın üçte biridir; İzâ Zülzileti’l-Ardu sûresi dörtte biridir, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn sûresi dörtte biridir; Yâsin Sûresi on defa Kur’ân kadar olduğuna rivayet vardır.

Onlar der ki: “Bu mümkün değildir. Çünkü zaten Kur’ân’ın içinde Yâsin ve öteki fazileti yüksek olan sûreler vardır. Onun için mânâsız olur.”

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin her bir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Allah’ın fazlından, o harflerin sevabı sümbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen bin beş yüz (İhlâs sûresinin harfleri gibi), bazen on bin (Berat Gecesinde okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun çoğalması tarzında Kadir Gecesinde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır.

İşte Kur’ân-ı Hakîm, sevabının katlanmasıyla beraber, elbette karışlaştırılamaz ve karşılaştırmaya gelmez. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle karşılaştırılabilir.

Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın üçte ikisine karşılık olur. Meselâ birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve böylece kıyas et.

Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, nurlu, kutsî, semavî bir tarla olarak düşününüz. İşte, her bir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sümbülleri nazara alınmayacak.

Yâsin sûresi, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, diğer faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle karşılaştırılabilir.

Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, İhlâs sûresi Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir.

Demek, İhlâs sûresinin her bir harfinin sevabı bin beş yüze yakındır. İşte, Yâsin sûresinin harfleri hesap edilse, Kur’ân-ı Hakîmin harflerinin tamamına nispet edilse ve on katı dikkate alınsa, şöyle bir netice çıkar:

Yâsin-i Şerifin her bir harfi, takriben beş yüze yakın se­vabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir.

İşte, buna kıyas edilerek başkalarını da tatbik etsen, ne kadar lâtif, güzel, doğru ve mübalağasız bir hakikat olduğunu anlarsın. (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dokuzuncu Asıl)

Kur’ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâl-i hazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tâbiri caizse son noktasına kadar bilen Hz.Allah’ın ilminden gelmiş Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri insanlığın durumunu ve onun kazanacağı halleri parlak olarak anlatması Kur’ân’ın mu’cizesidir ve Kur’ân’a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur’ân 14 asır evvel nazil olmuştur ama, O, mele-i âlâdan, her şeye hakim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde teşbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah’ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.

Evet, zamanın İhtiyarlaması ile Kur’ân gençleşiyor. Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkib kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha salim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatler de böyle,zaman da böyledir.Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa’yi, cehdi ve gayreti İle kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu halde, sanki fizik zamanın damarları içinde gelişen, İnkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, Astronomi, Astrofizik, Tıp ve sair ilimler de böyle… Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri İle kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyamete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir halde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemâl emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.

İşte bu hâl Kur’ân’ın anlaşılmasına yardım ediyor ve bir gün gelecek Avrupa’da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatleri casus gibi araştırması neticesinde Kur’ân’ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, “Allah’ım ne büyüksün” diyecektir. Evet, teleskoplarla ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve “Allah’ım ne büyüksün” diyecekler.

Kur’ân-ı Kerim 14 asır evvel en arızasız bir toplumun içtimaî kanununu vaz’ etmiş, fakat biz bunu henüz anlayamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, kominizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur’ân’ın bu içtimâi yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece.içtimaî noktaları değil, beşerin hayatına taallûk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız… Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare haline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz Allah’ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl derin bir menbâdan geldiği, dış görünüş itibariyle derinliği sezilememesine rağmen, içinde bin bir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir sistem ortaya konuyor.ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer “bu memleket şu sistemle yükselir” diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur’ân-ı Kerim yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça. gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedîd ve ceyyid şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur’ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazen Kur’ân’dan öyle şeyler anlıyoruz ki, bunu beşer söyleyemez, demek mecburiyetinde kalıyoruz.

Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatleri Kur’ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zaviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur’ân ayetleri arasında muvafakat bulunacak ve her-yerde Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer İddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak ispatlanmış şeylerdir.

Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:^

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik (Sıkıntı ve musibet) çökertir.’

Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki, burada (1) “Sema” kelimesi kullanılıyor. (2) ‘Yesa’adü’ fiilin aslı ‘sa’adü’ ‘Yesa’adü’ yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe’ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatine işaret edilmektedir. (3) ‘Yesa’adü’ fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir, işte bunlarla Kur’ân şu gerçeği dile getiriyor’. İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir, 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.

Başka bir misal:

Bu âyet de henüz 20.Yüzyılda anlaşılan il mî gerçeği Kur’ân’ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki;

“Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz.”

Rüzgarlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmadan bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutları sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları asılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.

Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur’ân 14 asır Önce bu tabiat kanuna işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir. . t^ .

Bir başka âyet ‘Ve min külli şey’in halaknâ zevceyni’ Arapça’da, “umum” bütün manasına gelen “kül” kelimesi mahfeye (bilinen) mu-zaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efradı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder.

Kur’an’daki beddua ve lanetler, belli vasıflara sahip kimselere yöneliktir. Kur’an, şahıslardan ziyade vasıfları, düşünceleri, muhatap alır. Netice itibariyle öbür dünyada, insanların bir kısmı, Allah’ın rahmetine ve ihsanlarına kavuşur, cennete girer. Bir kısmı da, onun lanetine uğrar/rahmetinden uzaklaşır, onun gazabı ve azabının merkezi olan cehennem zindanına girer.

Allah’ın Kur’an’daki bu tür ifadeleri, aslında merhameten söylenen birer uyarıdır. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen ondan nasıl uzaklaşabilir? İyiliğe rehberlik etmek nasıl bir yoldur.

Kaldı ki, Kur’an’ın bu gibi sert ifadeleri, inkârcılara yöneliktir. Küfür ve inkârcılık ise, Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarına karşı bir meydan okuyuştur. Kâinatın binler belgesiyle hak ve hakikatin varlığına yaptığı şahitliği reddetmek anlamına gelir. Yüz binlerce peygamberin binler mucizelerini ve milyonlarca evliyanın milyonlarca keşif ve kerametlerini inkâr etmek hükmüne geçer. Özetle, küfür ve inkâr, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının hadsiz tecellilerini, kâinatın had ve hesaba gelmez şahitliklerini yalanlamak ve onların hukukuna saygısızlık olduğundan, bu sert ifadelerle onları uyarmak tam yerinde bir belagattır.

Sorularınıza gelince:

– ‘Kur’anda bir çok argo ve küfürlü ayet var’ ifadesi, çirkin olduğu kadar, çok yabancı bir kimliği ele veriyor.

– Bir çok söz vardır ki, hikmet nazarıyla bakıldığı zaman, çok hikmetli göründüğü halde, haylaz ve aymaz bir bakışla bakıldığı zaman asıl kimliğinden uzaklaşmış olur.

Mesela, genel olarak insanların cinsel organlarından bahsetmek edebe aykırı kabul edilir. Fakat Tıp noktasından konuya bakıldığı zaman, son derece hikmetli ve bilimsel bir konuyla karşılaştığınızı hissedersiniz.

– Kur’an-ı hakim, bütün kâinatın yaratıcısı olan yüce Allah’ın kelamıdır. Onun için onda ‘argo, küfür’ bulunmaz. O hikmetli sözleri, hikmet bağlamından kopardığınız zaman, bir insan sözüne indirgeyip öyle algıladığınız zaman, hikmet yerine nikmet bulursunuz. Çünkü, insanda öyle bir tahvil mekanizması vardır ki, elması kömüre, altını bakıra dönüştürür.

– Allah’ın nezih sözlerini önyargı ve cehalet kombinasyon merkezinde kimyevî bir tepkimeye tâbi tutarsanız, hem aklınızın hem de kalbinizin kimyasını bozarsınız.

– Allah’ın kelamına bakarken, hikmet dürbününü, edep gözlüğünü takmak çok önemlidir. Gözlüğün rengi, görmenin rengini değiştirir.

– Bir de –ifadelerin güzel veya çirkin olmasında- sözcüklerin bağlamları kadar, onları kullanan kimsenin durumu da etkin bir rol oynar.

Mesela; -yaş-makam-mevki bakımından- büyük olan bir kimsenin kendisinden küçük olan birine ‘Aferin!’ demesi, çok güzel bir başarı ödülü kabul edilirken, küçük bir kimsenin büyük bir kimseye ‘Aferin’ demesi, edep dışı çirkin bir laubalilik kabul edilir.

Yine; yüksek bir makamda bulunan bir yetkilinin suçlu olan bir kimse hakkında kullandığı ‘sert ifadeler’, onun sorumluluğuna uygun, makamına münasip, haşmetine yakışır, başkalarının hak ve hukukunu muhafaza arzusuna muvafık, suçluların suç işleme cesaretlerini kırma noktasındaki caydırıcılık amacına mutabık düştüğü için insanlar tarafından makul karşılanır. Fakat aynı ‘sert ifadeyi’, bir normal vatandaştan duymak, çok olumsuz etkiler bırakır.

Lütfen bu bilgileri gönlünüzün cebine koyun, gösterdiğiniz ayetlerin yüzüne yeniden bakın. İsterseniz, hep birlikte bakalım:

1. Tevbe 30. ayette şöyle denilmiştir: ‘Yahudiler; ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da: ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerden ibarettir(yoksa hiçbir değeri yoktur). Onlar, sözlerini daha önce geçmiş kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Hay Allah kahredesiler! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar.’

– Kendilerine, -Allah’ın birliğini, çoluk-çocuktan beri olduğunu belirten- kitap ve peygamber gönderilmesine rağmen, kalkıp da eski kitapsız bazı kâfirlerin sözlerine benzer söz söyleyerek Allah’a çocuk isnat ederek iftira edenler hakkında ‘Allah kahretsin!’ demek, gerçekten çok hafif kalıyor. Bu da Kur’an’ın nezih ifadesinden kaynaklanıyor.

– Bununla beraber, Kur’an Arapça diliyle gelmiş ve insanlara hitap eden bir kitap olarak, özelde Arapların, genelde bütün insanların istimal ettikleri deyimleri kullanması kadar tabii bir şey olabilir mi?

– Allah’ın bu kâfirane iftiralara olan kızgınlığının boyutunu yansıtan bu ifadeyi, ‘argo-küfür’ olarak değerlendirmek, edebe aykırı olduğu gibi edebiyata da aykırıdır.

2. Münafıkûn 4. ayette de ‘iki yüzlü, Müslümanları alçakça sindirmeye çalışan, onlara karşı sinsice düşmanlık yapan’ münafıklar için de aynı ifade kullanılmıştır; ‘Allah kahretsin/Allah belalarını versin.’

Burada bir şey daha ekleyelim ki, bu ifade –insanlar tarafından kullanılan bir ‘beddua’ olduğu gibi, aynı zamanda ve gerçekte bu onlar hakkında ilahî bir ihtar, akıbetleri hakkında bir ihbar olup, ‘Allah onların belasını verecek, onları kahr-u perişan edecek’ demektir.

3. Bakara 13. ayette: ‘Ne zaman onlara/münafıklara; ‘Şu -güzel- insanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denilse, ‘Yani o akılsız/ beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?’ derler. ‘Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değillerdir’.

Allah’a, onun kitabına, peygamberine iman edenleri ‘beyinsiz/akılsız’ olarak lanse eden bu kendini bilmez inkârcılara, aynı şekilde mukabele etmek ‘asıl beyinsizlerin onlar olduğunu’ vurgulamak, ne diye argo olur ki? Küfür bunun neresinde var?

4. Bakara 142. ayette şu ifadeler vardır: ‘Akılsız insanlar, ‘Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?’ diyecekler.’

Bu ifadede ehl-i kitabın yeni Müslüman olmuş bir kısım Müslümanların midesini bulandırmak, dinlerine karşı tereddüt uyandırmak için, ‘daha önce yöneldikleri kıble olan Mescid-i Akasa’dan Kâbeye yönelmelerini’ bahane ederken, aslında Allah’ın hükmüne itiraz ediyorlardı. Her şeyi bilmiş havasına giren ve İslam’ın ön gördüğü bu kıble değişikliğini hikmetsiz göstermeye çalışan bu insanlara nasıl cevap verilmeli? Bu kıble işini abesle iştigal olarak değerlendiren, dolayısıyla, İslam peygamberini ve Müslümanları ‘beyinsiz’ olarak lanse eden bunlara en az misliyle mukabele edip ‘beyinsizler’ diye nitelemekten daha dengeli, daha âdil hangi ifade gösterilebilir?

5. Zariyat, 10-12 ayetlerde şöyle denilmiştir: ‘O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıkları bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: ‘Ne zaman o hesap günü?’ diye sorarlar.”

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bir düşünün; ‘Gösterdiği bir çok mucizelerle Allah’ın elçisi olduğunu ispat eden Hz. Muhammed’i, kırk yönden mucize olduğu İslam alimleri tarafında ispat edilen Kur’an’ı yalanlayan ve alay konusu yaparak ‘Ne zaman o hesap günü? Geleceğini söyleyip durduğunuz kıyamet günü ne zaman?’ diye küstahlık eden bu iftiracılara karşı ‘yalancılar’ vasfını kullanmanın neresinde yanlışlığın olduğunu yeniden gözden geçirin.

6- Maymunlar! (A’râf 166 – Bakara 65 – Mâide 60)

Bakara 65. ayette şöyle buyurlmuştur: ‘İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. Biz böyle (maymun iştahıyla aymazlık) yapanlara; ‘Aşağılık maymun olun dedik’.

Olayın özeti şudur: ‘Deniz sahilinde oturan bir kısım Yahudilerin yaptıkları azgınlık sebebiyle, Allah onları sebt/cumartesi günü imtihanıyla imtihan etti. O gün balık avlamaları yasaklandı. Fakat imtihanın bir gereği olarak, cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar onlara akın akın gelirdi. Tatil yapmadıkları diğer günlerde ise, gelmezdi'(bk. Araf, 7/163). Bu maymun iştahlılar, Allah’a karşı bile kurnazlık yapma yolunu denediler, cumartesi günü balık avlama yasağına uymuş gibi yaparak, balıkları o gün avlamıyor, onları yaptıkları bir havuzda biriktiriyorlardı, cumartesi bittikten sonra balıkları o havuzdan toplamaya başlıyorlardı. Daha sonra bizzat sebt/cumartesi gününde de balık avlamayı helal saydılar(bk. Hazin, ilgili ayetin tefsiri).

– İşte Allah’ın bunlara maymun damgasını vurması, onların haylaz psikolojilerine, aymaz karakterlerine son derece uygun düşmüştür.

– Verilen ceza ne kadar işlenen suçun karakterine uygun olursa veya yapılan azarlama ne kadar suçlunun psikolojik durumuna muvafık olursa, o nispette fiilî bir belagat ve sözlü bir fesahat olur.

7- Domuzlar! (Mâide 60)

Bu ayette, Yahudiler için üç damga vurulmuştur: Sebt/cumartesi günü yasağını çiğnedikleri için maymun, Hz. İsa’nın duasıyla gökten kendilerine inen Allah’ın semavî ziyafetini hafife alıp nankörlük etmelerinden ötürü domuz, buzağıya taptıkları için de ‘Tağuta tapan’lar damgasını yemişlerdir(krş. Razî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri).

– Bu damgaların her biri, işlenen suçun karakterini yansıtması bakımından son derece mânidardır.

8- Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar! (A’râf 179) Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hattâ hayvandan da sapıktır onlar (Fûrkan 44) Eşeğe (merkep) benzerler! (Muddessir 51 – Cuma 5)

Araf 179. ayette; ‘cehennemlik olan cinlerin ve insanların yaptıkları yanlışları sıralanıyor ve Allah’ın kendilerine verdiği kalp, göz ve kulaklarını nasıl su-i istimal ettikleri vurgulanıyor.’

Ardından da Allah’ın bu güzel nimetlerini yerli yerince kullanmayan bu grupların hayvandan daha aşağı bir konuma düştükleri anlatılıyor.

– Bir azarlama veya uyarının en büyük amacı, aynı suçun tekrarlanmasını engellemek, caydırıcılık görevini yapmak, doğruya yönlendirmek ve başkasına da ondan ders çıkarma fırsatını tanımaktır. Bu açıdan bakıldığında, suç-uyarı ifadeleri arasında eşsiz bir güzellik, bir belagat var olduğu görülür:

İnsanlarla hayvanlar arasındaki açık fark şuradan kaynaklanıyor:

a. Hayvanın da insan gibi yüreği vardır, fakat aynı adla ifade edilen idrak, kavrayış ve anlayış sahibi manevî bir kalbi yoktur.

b. Hayvanların da insanlar gibi gören gözleri vardır. Fakat, gözün gördüğünü analiz edecek bir idrakten yoksundur.

c. Hayvanın da insan gibi duyan kulakları vardır. Fakat duyduklarını –insanlar gibi- akıl süzgecinden geçirip bir sentez yapma kabiliyetinden mahrumdur.

İşte bu gibi ayetlerde ‘hayvandan da aşağı düşme’ hükmü, Allah’ın insanlara bahşettiği manevî donanımlarını boş yere israf eden kimseleri tanıtmaya yöneliktir. Hikmet dolu bu ilahî ifadeyi, insanların birbirine karşı kullandığı ‘hayvan herif!’ gibi sözcüklerle aynı görenler, yerden göğe haksızdırlar.

9- Pislikler! (En’âm 125 – Yunus 100 – Tevbe 125)

Bu ayetlerdeki ‘Rics’ kelimesi, sözlük anlamı itibariyle kir, pislik anlamına gelebilir. Fakat ayette bunun kastedilmediği açıkça anlaşılmaktadır. İbn Abbas’a göre, buradaki ‘Rics’ten maksat şeytandır. Mücahid’e göre hayırsız şey demektir. Ata’ya göre, azap anlamındadır. Zeccac’a göre, dünya ve ahirette Allah’ın rahmetinden uzak olmak anlamına gelir(bk. Râzî, En’am, 125. ayetin tefsiri).

Meallerde de bu kelime farklı tercüme edilmiştir:

‘Allah, imandan yüz çevirenlerin başına işte böyle belâ ve sıkıntılar yağdırır.’

‘İşte Allah böylece iman etmeyenlere rüsvaylık verir’

‘Allah inanmayanları işte böyle kötü duruma sokar.’

– Bununla beraber, ‘pislik’ sözcüğü, Türkçe’de ‘kir’ olarak da ifade edilir. Küfür ve sapıklığın insan ruhunu, aklını kirleten bir manevî virüs olduğunu ifade eden Kur’an’ın bu ifadesine karşı itiraz etmek hangi akla hizmettir? Anlamak mümkün değildir. Doğrusu, art niyet başlı başına ruhu kirleten bir önyargı virüsüdür.

10- Aşağılıklar! (A’râf 168, A’râf 166 – Kalem 10 – Bakara 65 – Mucâdele 18 – Nahl 27 – Munâfikûn 4 – Mu’min 60 v.s gibi daha bir çok sûre de geçmekte.)

Bu ifade de cumartesi günü yasağını çiğneyen Yahudiler hakkında kullanılmıştır. Maymun gibi daldan dala konan; -Allah’ın kendilerine gönderdiği kitaplara ve kendi içlerinden çıkmış peygamberlere rağmen- “bir yandan buzağıya tapan, bir yandan peygamberleri öldüren, bir yandan–Hz. Musa’dan- kendileri için putlardan tanrı edinmeyi öneren, bir yandan cumartesi yasağını çiğneyen, daha nice nice suçlar işleyen bu insanların maymun iştahlıklarını ve aşağılık komplekslerini’ açığa vuran ‘aşağılık maymunlar’ ifadesini tenkit etmeye yeltenenler, önce bu ifadenin kullanıldığı bağlamı, oradaki hikmeti öğrenseler, kendileri için çok büyük faydalar sağlar.

11- Canı çıkasıcalar! (kahrolası) (Muddessir 19-20)

Bu ayetler Velid İbn Muğire hakkında inmiştir. Bu kişinin –Kur’an’daki- dosyası oldukça kabarıktır. Burada da şu iftirayı yapmaktan çekinmemiştir. ‘Bu kur’an, eskiden beri büyücülerden nakledilen bir büyüden ibarettir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir'(Muddessir, 24-25).

Olayın özeti şudur: Velid, aslında Kur’an’dan çok etkilenen meşhur bir edip idi. Kur’an’ın beşer üstü bir taraftan geldiğini vicdanında hissediyordu. Fakat toplumdaki itibarını kaybetmemek için, Kur’an hakkında ne diyeceğini şaşırmış, sonunda onun olağanüstü etkisini ‘büyü’ diye nitelendirmişti.

Kur’an’da şu ifadeler, bu olayı seslendirmektedir: ‘O düşündü, ölçtü, biçti… Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı… Derken suratını astı, kaşlarını çattı… Sonra da sırtını döndü, kibrinden kabardı, arkasına bakmadan çekip gitti! ‘Bu, büyücülerden nakledilen büyüden ibarettir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir’ dedi’ (Muddessir, 18-26).

-Allah’ın kendisine lütfettiği onlarca nimete karşı nankörlük eden, Kur’an’ın lehinde şahitlik eden vicdanındaki sesi duymazlıktan gelen, sırf toplumdaki makam-mevkiini koruma adına gerçeği bile bile saptıran ve bir çok insanın da kanmasına sebep olan bu herif hakkında kullanılan ‘Kahr olasıca’ ifadesini çok görenler, acaba onun namına ödül mü bekliyorlar?

12- Alçaklar (Doğrusu; Yalancılar) (Mucâdele 18)

Bu ayette iki yüzlü münafıkların rezil durumlarına işaret edilmiştir. Bunların her iki dünyada da iki yüzlü davranacakları vurgulanmıştır. Çünkü, yalancılık bunların iliklerine kadar işlemiştir. İşte bunların Kur’an’da çizilen profili:

‘Allah’ın hepsini dirilteceği gün, -onlar dünyada Müslüman olduklarına dair size yemin ettikleri gibi-, Allah’a da yemin edecek ve bununla bir şey elde edeceklerini sanacaklar. İyi bilin ki onların işi gücü yalan söylemektir'(Mucâdele 18).

– Hem dünyada hem ahirette yalan yere yemin edip iki yüzlülük yapanlara, ‘yalancı’ demek, ne zamandan beridir ayıp sayılıyor?

13- Yabani eşekler (Muddessir 51)

‘Ne oluyor onlara ki bu öğütten, bu irşaddan(Kur’an’ın irşadından) arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyorlar?'(Muddessir, 49-51).

Burada bir iki noktaya işaret edeceğiz:

– Bu benzetme Araplarda kullanılan bir temsildir. Bir konuya karşı vurdum duymaz olarak davranan, ondan ısrarla uzak duran, etkisinde kalabilirim diye onu dinlemekten kaçan kimsenin bu tavrı için ‘arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyor’ denir(krş. İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri).

– Bazı Müşriklerin, –etkisinde kalırız diye- Kur’an’ı dinlemekten çekindikleri bilinmektedir. Bu teşbih/ benzetme, -gerçek olup olmadığına bakmadan, sırf bir inat uğruna- Kur’an’ı dinlemekten çekinen insanların akıllarından zorlukları olduğunu vurgulamaktadır(krş. Alusî, ilgili ayetlerin tefsiri).

– Bir inat uğruna, geleneksel putçuluk adına, akıllarını bir kenara bırakıp Kur’an’ın hak ve hakikati ders veren beyanlarına karşı sağır olup kalanların bu durumunu, ‘arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyorlar’ benzetmesiyle tasvir edilmesi gerçekten çok harika düşmüştür. Özellikle, o uçsuz-bucaksız çöllerde ‘arslandan ürküp kaçan yaban eşeğinin –şuursuzca- hiç arkasına bakmadan kaçışını’ tasvir eden bu misal, dinleyenlerin zihinlerinde silinmez bir ahmaklık profilini kazımıştır. Bunların bu ahmakane sarhoşluklarını, bundan sonraki ayetten takip edelim: ‘Bu beyler, bu öğütle(Allah’ın indirdiği bu Kur’an’la) yetinmeyip üstelik her biri kendisine mahsus özel kitap, özel ferman isterler!’ Yani her birisinin gönlünde yatan bir peygamber olmaktır. İşte buyurun cenaze namazına!

14- Susamış develer (Vâkıa 55)

Bu ifade inkârcıların cehennemdeki çektikleri türlü türlü azaplarından sadece birinin tasvirdir. Öyle başka azaplar var ki, ‘Susamış develer gibi kaynar sudan içmek’, onun yanında ‘deveden kulak’ bile olmaz.

Konuyla ilgili tasviri Kur’an’dan dinleyelim:

‘De ki: Öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün, belli vaktinde mutlaka toplanacaksınız. Sonra siz ey doğru yoldan sapanlar ve hak dini yalan sayanlar! Zakkum ağacının meyvesinden yiyecek, karınlarınızı onunla dolduracak, üstüne de kaynar su içeceksiniz!

Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi saldırarak içeceksiniz. İşte hesap gününde onlara ikram edilecek ziyafet! Sizi yaratan Biz’iz, hâlâ bu gerçeği kabul ve tasdik etmeyecek misiniz?(Vakıa, 49-67).

– İnsan sormadan edemiyor, ‘susamış develer’ benzetmesini cehennemlik olan kâfirlere yakıştırmayanlar, acaba oradaki ziyafet sofrasında nasıl bir menü beklerler?

15- Dilini sarkıtıp soluyan köpekler (A’râf 176)

Burada çok önemli bir psikolojik hadiseden söz edilmektedir. İnsanların zihninde iyice yerleşsin diye, benzetme yoluyla bu psikolojinin tahlili söz konusudur. Önce Konunun özetini Kur’an’dan takip edelim;

‘Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lâkin o, dünyaya saplandı ve hevasının esiri oldu. Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.'(Araf, 7/175-176).

– Bu kıssa, sanki ilim asrı olarak bilinen bizim çağımız için yeni indirilmiş gibidir.

Evet, üç asırdan beridir, ilimden, fen ve felsefeden gelen bir sapıklıktır almış yürüyor. Bilimsellik şemsiyesi altında -gerçek ilim güneşinden nasibini almayan- bir sürü cahiller gölgeleniyor.

– Bu cehalet asrında, ilmin namusunu, ideolojik düşünce dünyalarına peşkeş çeken, Kur’an güneşinin ışığı karşısında ‘bilimsellik kılığındaki dilini sarkıtıp soluyan nice materyalist akıl fukaraları vardır! Bunların ‘bilimsellik ‘görüntüleri, halkın nezdinde onları –maalesef- bir cazibe merkezi haline getirmiştir.

– Masum insanları bunların şerrinden korumak, tuzaklarından uzak tutmak için, onların bu ‘bilimsellik’ maskelerini düşürüp, gerçek imajlarını ortaya koymakla mümkündür. ‘Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur!’ tasviri, bu gibi heriflerin imajını sarsmaya yöneliktir.

– Bunlar,fizik alanında kendilerini yetkin gördükleri gibi, metafizik alanda da kendilerini yetkin görürler. Her sahada dillerini sarkıtıp dururlar.

– Bu misal, dinini dünyasına, ilmini hülyasına kurban eden kimselerin hüsranını yansıtan büyüleyici bir örnektir. Bu benzetmenin verdiği dehşet karşısında sarsılması gereken bizler, kalkıp bunu göz ardı edip, yalnız ‘köpek’ sözcüğüne takılanları daha objektif bir muhakeme gücünü kazanmaya davet ediyoruz. Çünkü, böyle bir psikolojik saplantıya girme fantezisini yaşayacak kadar vaktimiz yoktur.

16- Lânet olsun geberesi yalancılara (Zâriyat 10) Reziller (Tevbe 14 – Nahl 27 – Tevbe 2 – Hûd 93 – Haşr 5 v.s gibi bir çok ayette geçmekte)

Ayetin meali; ‘O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: ‘Ne zaman o hesap günü?’ diye sorarlar'(Zariyat, 51/10).

– Öncelikle belirtelim ki, ayette: ‘Lânet olsun geberesi..’ ifadesi yoktur.

‘kahrolası yalancılar’ diye tercüme edilen asıl metin olan ‘kutile el-Harrasûn’ ifadesi, bir fiil bir özneden ibarettir. ‘Kutile’ fiili, ‘ölsün, kahrolsun’ manasına gelir. ‘el-Harrasûn’ kelimesi ise, ‘yalan uydurmak için çaba harcayanlar’ anlamına gelir. Ayetin ilk muhatapları, müşriklerdir. Bunlar, Hz. Muhammed(a.s.m)’in peygamberliğini kabul etmemek için hakikatlerden gözlerini yummuşlardı. Fakat, elinde Kur’an gibi eşi benzeri olmayan bir kitap olduğu için buna da bir kılıf uydurmak gerekiyordu. Bunun için Peygamberimize(a.s.m) bazen kâhin, bazen şair, bazen büyücü diyor, bununla –şeklen de olsa- kendilerini veya başkalarını tatmin etmeye çalışıyorlardı.

İşte Kur’an, onların bu uydurmaca iftira kampanyalarına karşı, onlara ‘kahrolası yalancılar’ demiştir. Bu büyük iftira kampanyasına karşı, bu sözün neresi kaba veya ağırdır?

– Bununla beraber, çok önemli bir nokta da şudur: ‘Kahrolası’nın bir anlamı ‘Allah sizi mutlaka öldürecek’ demektir. Bu ihbar, alay ederek: ‘Ne zaman o hesap günü?’ diye soran iftiracılar için şok edici bir şamardır. Çünkü, insanların küçük kıyametleri olan ölümleri, büyük kıyametten haber verdiği gibi, her gece uykuyla ölenlerin sabahleyin uyanmaları da, onların ölümden sonra bir gün mutlaka mahşer sabahında da diriltileceklerini göstermektedir.

– Bu gibi hikmet parıltılarını ders veren Kur’an’ın semavî mesajlarını samimi olarak anlamaya çalışmak yerine ‘Allah neden kâfirlere kahrolsun, diyor’ tarzında, lüzumsuz abesle iştigal etmek gerçekten akl-ı selim işi değildir.

17- Sapıklar (Vâkıa 51, 92 – Fâtiha 7 – Kasas 50 v.s gibi bir çok ayette geçmekte)

Kur’an’da genel olarak iki yol çiziliyor: Birincisi; Kur’an’ın çizdiği dosdoğru yol. İkincisi; şeytanın çizdiği eğri-büğrü yol. Birinci yolun yolcularına hidayete erenler, ikinci yolun yolcularına ise, dalalete düşenler denir. Diğer bir ifadeyle; dosdoğru olanlar, sapık olanlar.

Sapık sözcüğü, bir Kur’an terminolojisi olarak, Türkçe’deki ‘sapık’ sözcüğünden farklıdır. Biri yergidir, biri sövgüdür. Aslında, fatihanın sonunda yer alan ‘dallîn’ sözcüğü, ‘dalalete düşenler, hak yoldan sapanlar, yollarını şaşıranlar, doğru yolu kaybedenler’ gibi sözcüklerle de ifade edilebilir. ‘Sapıklar’ tabirini kullanma zorunluluğu da yoktur.

Şunu da unutmamak gerekir ki, ‘yalancılara yalancı, doğrulara doğru’ demek doğruluğun, samimiyetin göstergesidir.

18- Beyinsizler (“Sefih”; fıkıh’ta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir) (Bakara 13, 142)

Not: Bunun açıklaması, 3. maddede vardır.

19- Onlar sanki elbise giydirilmiş Kütükler (huşubun) gibidirler. (Munâfikûn 4)

İki yüzlü münafıklar için bundan daha güzel bir benzetme yapılamaz. Daha fazla söze hacet yok, ilgili ayetleri okumak yeterlidir:

‘Onları gördüğünde kalıpları kıyafetleri senin hoşuna gider, onları beğenirsin. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, âdeta duvara dayatılan, ruhsuz kütüklere benzerler. İçleri boş, ödlek olduklarından çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah belalarını versin onların! Nasıl da hakikatten vazgeçiriliyorlar.’

20- Soysuzlar (Kalem 13)

Soysuz, bağlandığı belli bir kökü olmayan demektir. Kur’an’ı eskilerin masalları olarak gören kimsenin bu konuda bağlandığı ilmî bir kökü, aklî bir dalı, vicdanî bir delili, ikna edici bir belgesi olduğunu iddia eden varsa, buyursun çıksın meydana! İşet ayetler;

‘Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, hem de soysuz olana! Kendisine âyetlerimiz okunduğunda ‘Bu eski insanların masalları!’ diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız'(Kelem, 68/10-16).

21- Kahrolasılar (Abese 17 – Burûç 4 – Zâriyât 10, 12)

Allah’ın rahmeti müminler için, kahrı da kâfirler içindir. Bu iş sadece sözde kalmaz, bizzat fiili olarak da gerçekleşir. Ayette bu gerçek vurgulanmıştır:

‘Kahrolası kâfir insan, ne nankördür o!'(Abese, 17). Burada ‘Kahrolası kâfir insan ” şeklindeki yergi ifadesiyle genel olarak insanlığın değil, Peygamber’le yaptıkları tartışmalarda yeniden dirilmeyi inkâr eden putperestlerin, bir rivayete göre özellikle Ebû Leheb’in oğlu Utbe’nin kastedildiği belirtilmektedir. Âyetlerde gerek söz konusu kişiye gerekse yeniden dirilmek konusunda tereddüdü olan herkese, insanın hiç yokken varlık alanına nasıl çıkarıldığı hatırlatılmakta, böylece insanlar düşünme ve inanmaya teşvik edilmektedir.

– Acaba, Allah’ın sözlü ‘kahr’ ifadesine tahammül gösteremeyenler, bizzat fiilî olarak kahrının uygulamasına nasıl tahammül edebilirler! Beyler! İşin şakası yoktur; Allah’ın rahmetinin oluk oluk aktığı cennet, bütün güzelliğiyle biz insanları beklediği gibi, Allah’ın kahrının yıldırım gibi çapıp durduğu cehennem de yine biz insanları bekliyor. Şu var ki, Allah’ın hoşnutluğunu kazananlar cennete, nefretini kazananlar da cehenneme gireceklerdir.

22- Kahrolun, elleri kurusun (Tebbet 111)

Kur’an’da, Ebu Leheb’in Hz. Peygamber(a.s.m) için kullandığı ifadeler aynıyla kendisine iade edilmiştir. Üstelik bu beddua tutmuş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir.

Bu surenin mana şümulünde Ebu Lehebin zatında kıyamete kadar onun zihniyetinde ve islama zıt olan insanların durumu açıklanmıştır. Ebu leheb bunlardan birisidir. Dolaysıyla bu surede vurgu yapılan sadece fani ve ölümlü bir insanın hatalarını anlatmak değil bu vesileyle bu tür hatalara düşmemek için kulları uyarmaktır.

Hem Allah Kur’anda kullarının anlayacağı üslupta konuşmaktadır ki buna “tenezzülat-ı ilahiye” denir. İnsanlar kendi aralarında beddua gibi kınama ifadelerini kullanmaktadırlar. Allah da Kullarının anlayacağı şekilde, hata yapan bir kulunun hatasına vurgu yapmak ve diğer kullarına bildirmek için hatanın derecesine göre şiddetli ifadeler kullanmaktadır. Bu şekilde kullarını o hatalara karşı uyarmaktadır. Hem, İslama karşı olan peygamberin amcası da olsa iltimas görmeyeceğine işaret vardır.

Bize düşen, fuzuli olarak lüzumsuz ukalalık edip, ileri geri konuşmak değil, Ebu Leheb gibilerin durumuna düşmemek için gece-gündüz Kur’an’ı yakından tanıyıp onun emir ve yasakları çerçevesinde hayatımızı tanzim etmektir. Eminiz ki, Kur’an’a karşı samimi yaklaşanlara Kur’an da kucak açar ve esrarını, hikmetlerini onun akıl ve kalp kabına boşaltmaktan uzak durmaz.

Kuran ayetlerinin sayısı hakkında tam bir mutabakat yoktur. Bunun bazı sebepleri vardır:

1- Ayetlerin tamamında veya kur’anın umumunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Yani Kur’anın tamamı bellidir. Fakat alimler arasında ayet sayısında bir görüş ayrılığı mevcuttur. Şöyleki, Kur’anı açtığınızda ayetlerin yerini tayin eden yuvarlak işaretler vardır. İşte bazı alimlere göre, bu iki yuvarlak arasındaki ifadeler ayettir. Fakat bazı alimlere göre, bu iki yuvarlakların aralarındaki ifadelerin bazısı bir ayet değil, iki veya daha fazla ayettir. Bu görüş ayrılığından dolayı, ayet sayısında farklılık olabilir. Yoksa Kur’anın tamamında veya ayetlerin kendilerinde herhangi bir anlaşmazlık veya terslik söz konusu değildir.

2- Her besmelenin ayrı ayrı ayet sayılıp sayılmayacağı da ihitlaf sebeplerinden biridir. Her surenin başındaki besmele tek tek birer ayet midir, yoksa tek bir ayet midir.

3- Ayrıca, Kuranda bulunan ‘durmayınız’ anlamına gelen ‘LA’ işaretinin olduğu yerlerin de birer ayet sayılıp sayılmayacağı.

Bu nedenlerle Kuranın bir harfinde bile değişiklik olmadığı halde, ne kadar ayet olduğu konusu tam netlik kazanmamıştır. Elinizde bir kitap olsa kaç parağraf veya cümleden meydana geldiği sorulsa değişik anlayışlara göre farklı rakamlar çıkacaktır. Bu anlayış farklılığı kitabın azalacağı veya fazlalaşacağı anlamına gelmez. İşte Kuran da esas olarak içindeki her şey ile meydandadır. Ancak değerlendirme farklılığından rakamlar da farklı çıkmaktadır.

Kuranın yazılışı ve zamanımıza kadar gelişini anlatan şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz.

Allah’ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur’an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur’an’ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur’an’ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu.

Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur’an’ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur’an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber’in sağlığında Kur’an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit’in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur’an’ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur’an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur’an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur’an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.

Bugün elde mevcut olan Kur’anlar, işte bu Kur’an’dan çoğaltılmıştır.

Kur’an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur’an’ın edebî icaz ve i’câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a’zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur’an’ı Cenâb-ı Hakk’ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu’cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: «Muhakkak ki bu Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz.:.» (Hicr, 9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur’ anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur’an’dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah’ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur’an’ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

Kuran Allah’ın kelamıdır. Vakıa suresi 79. ayetteki ‘o Kuran’a temizlenelerden başkası el süremez.’ emrinden dolayı Kuran’a abdestsiz dokunmak doğru değildir. Bu ayeti farklı yorumlayanlar var ise de İslam alimlerinin ortak görüşü Kuran’a abdestsiz dokunmanın doğru olmadığıdır.

Ancak abdesti olmayan birinin el dokundurmadan karşısında bulunan Kuran’dan okuması veya ezberinden bildiği ayet ve sureleri okuması caizdir.

Cünüp olan bir kimse ise Kuran’a el süremediği gibi onu okuyamaz da. Ayetelkürsi, Fatiha ve İhlas gibi ayet ve sureleri okumak isteyen kimse bunları dua niyetiyle okursa bir sakıncası olmaz.

Bir ilahi kitap aynı anda bütün milletlerin dilinde gönderilemeyeceğine ,ve peygamber aynı anda bütün milletlerden çıkamayacağına göre bir dilin ve kavmin seçilmesi aklen zaruridir.

Peygamberimizin araplar içinden gönderilmesinin ve Kur’anın arapça olmasının milliyetçilikle ilgisi yoktur. Çünkü islam menfi milliyetçiliği yani ırkçılığı yasaklar. Her millet ibadetler, haram- helaller ve kur’anın öngördüğü ahkam dışındaki muamelerinde kendi örf ve kültürüne göre hareket eder,kendi geleneklerini yaşar. Diğer milletlerin arap kültürünü yaşama zorunluluğu yoktur. Ama aynı dine mensup olmanın verdiği ilgiyle müslüman milletlerin birbirini etkilemesi tabiidir.

İkinci bir husus Kur’anın arapça olmasını ve Hz. Peygamberin arap milletinden çıkmasını takdir eden Allahtır. Allah ise yaptıklarından dolayı kullara hesab vermez.

Kur’anın, her türlü dış etkiden masun kalan ve nahiv lisanı olan arap diliyle gönderilmesinin sayısız hikmetleri vardır.

Bizi yaratan Allah, Kur’an-ı kerimi Arapça olarak bize göndermiş. Elbetteki manasını öğrenmek için Türkçe, İngilizce gibi mealleri okumamız gerekir. Ancak namaz ibadetinde okuduğumuzda mutlaka aslından orjinalini okumalıyız. Çünkü onun aslı Arapça’dır. Allah kuran’ı Arapça olarak indirmiştir. Tercümesi kuran yerine geçemez.

Örneğin bir çekirdeğin aslını bozarak parçalara ayırsak, sonra da toprağa eksek ağaç olamayacaktır. Çünkü özellikleri kaybolmuştur. Bunun gibi kuran ayetleri, kelimeleri ve harfleri birer çekirdek gibidir. Başka dillere çevrilince özelliğini kaybedeceği için kuran olmayacaktır.

‘Manasını anlamıyoruz’ düşüncesine gelince, ister aslıyla isterse mealleriyle kuranın manasını anlamak ve onun hükümleriyle yaşamak, her Müslümanın görevidir. Zaten kuran anlaşılmak ve yaşanmak için gönderilmiştir. İngilizce bir kitabı bile anlamak için İngilizce öğrenen bir Müslümanın, kuranı anlamak için neden Arapça öğrenmediğini de bir düşünmek gerekir.

Ayrıca biz anlamasak da onun bize faydası vardır. Örneğin, dili tad alma özelliğini kaybetmiş bir insan yediği yemek ve gıdalardan faydalanamayacak mıdır. dili tad almasa da yediği gıdalar gerekli organlarına gidecektir. Kuran okumak da bunun gibidir. Aklı kuranın manasını anlamayan bir insan, onu ruhunun midesine atınca aklı anlamasa da ruhunun diğer özellikleri onun manalarını alacaktır.

Diğer taraftan Kuranın her harfine en az on sevap verileceği bildiriliyor. (Tirmizi , Sevabü’l Kur’an 16, 2912) Yüce Rabb’imizin (cc) lütfuna bakalım ki, Kur’an’ın her harfine en az 10 sevap veriyor. Kur’an’ı cuma, bayram, Ramazan, Kadir Gecesi gibi mübarek ve özel vakitlerde okuduğumuzda ise her harfine verilen sevap karşılığı 1’e 700 hatta 1’e 700.000’e kadar çıkmaktadır. Meallerin mutlaka faydası var, ama hiç bir meal Kuran yerine geçmeyeceği için, Kuranın her harfinden alınan sevabı da alınamayacaktır.

Kur’an niçin aslından okunmalı?

Kur’an-ı kerim’de altı yerde ‘kur’anen arabiyyen’ ifadesi geçer. Yani cenab-ı hak, kur’an-ı kerim’i arapça olarak indirdiğini bildirir. İbrahim suresinin 4. Ayetinin meali de şöyledir:

‘hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. Sonra Allah, dilediğini sapıklığında bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. Onun kuvveti her şeye galiptir ve o her şeyi hikmetle yapar.’

Bu durumda kur’ an’ın manası nasıl Allah’tan gelmişse, lafzı, ifadesi ve yazılışı bakımından da ilahidir. Kur’ an dendiği zaman hem onun arapça olarak okunan lafzı ve kelimeleri, hem de anlaşılan manası akla gelir ve hakikatte de öyledir. Bu iki hususiyeti birbirinden ayırmak, farklı mütalaa etmek mümkün değildir. Kur’an ancak kendi lisanı üzerine okunabileceği için, sadece o lisanın kendi harfleriyle yazılır, o harflerle okunur.

Araplardan başka farsça, hintçe, çince, uzakdoğu dilleriyle konuşan müslümanlar da, biz türkler de müslüman oluşumuzdan bu yana kur’an’ı arapça olarak yazmış, o dille okumuşuz. İslam alimlerinin de ortak görüşü, kur’an’ın başka dille yazılamayacağı yolundadır. Bunda ittifak vardır.

Zaten kur’an’ı başka bir dille yazmak mümkün olmadığı gibi, başka bir dille doğru olarak okumak da mümkün değildir. Çünkü kur’an harflerinin kendisine has özellikleri vardır. Bu harflerin bazılarının karşılığı ve okunuş şekli başka dilin alfabelerinde mevcut değildir. Söyleniş bakımından birbirine benzer harfler olsa da, mahreçleri (ağızdan çıkış yerleri) itibariyle de farklıdır. Mesela, arapça için ‘lügat-ı dad’ denir; yani fatiha suresinin sonundaki ‘veleddallin’ deki ‘dad’ harfi hiçbir lisanda bulunmamaktadır. Bu harfin bulunduğu bir kelimeyi başka bir lisanın ifade etmesi mümkün değildir.

Mesela türkçede sadece ‘h’ harfi yerine arapça’da üç çeşit ‘h’ harfi vardır. Noktasız ‘ha’ noktalı hırıltılı ‘ha’ ve ‘he’. Aralarındaki farkı küçük bir misalle açıklayalım. Noktasız ha ile yazılan ‘mahluk’, noktalı hırıltılı ha ile yazılan ‘mahluk’ ve he ile yazılan ‘mahluk’. Her üçünün de türkçe de yazılışı ve okunuşu aynıdır. Halbuki arapça’da birincisi tıraş edilmiş, ikincisi yaratılmış, üçüncüsü ise helak edilmiş anlamındadır. İşte kur’an’ı latince yazıdan okuyan birisi bu farkları anlayamayacağından, sözgelimi Allah’ın yaratmasından bahseden bir ayeti, farkına varmadan ‘tıraş etmek’ veya ‘helak etmek’ manasına okuyabilecektir.

Yine kur’an harflerinin içinde üç adet ‘ze’ vardır. Biri ince ‘ze’, biri peltek ‘zel’, diğeri de ‘zı’ dır.

Türkçe deki ‘s’ yerine üç harf bulunur. ‘sin, sad’ ve peltek ‘se’. Arapça’ya has bir harf vardır ki, o da ‘ayın’ olarak okunan harftir. Bu harf başka bir dilde pek bulunmamaktadır.

Şimdi kur’an harflerini bilmeyen bir kişi, yukarıdaki harfler türkçe ile yazıldığı zaman nasıl okuyacaktır? Bu harfleri çıkaramadığı gibi, okuduğu kelime ve ayetler de birer kur’an kelimesi ve ayeti olmaktan uzak olmaz mı?

İşte latin harfleriyle yazılmış olan kur’ an’ı daha bunlar gibi pek çok mahzurlardan dolayı doğru olarak okumak mümkün değildir. Kur’ an okumasını öğrenmek isteyen kimse ancak onu aslından okumak suretiyle öğrenebilir. Böylece sıhhatli bir neticeye varmış olur.

İlk nazarda müminin, Allah’ına anladığı bir dil ile kulluk etmesi daha tabii ve temenniye şayan görünüyor; bunun için de en iyi vasıta ana dilidir. Fakat mesele incelendiğinde, farklı boyutlara ulaşmaktadır: Her şeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayırım yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada mü’minin ihtiyaçlarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsi bir meseledir ve kulun, Halıkı ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir. Buna mukabil namaz, kollektif ve umumi bir ibadettir ve namaza iştirak eden diğer mü’minlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz, prensip olarak ve tercihen cemaatle kılınır; tek başına (ferdi olarak) kılınan namaza müsaade vardır, fakat asla tercih edilmez, tercih cemaatle kılınan namazadır.

Şayet, İslamiyet herhangi bir bölgenin, ırkın veya milletin dini olsaydı, hiç şüphesiz sadece bu bölgenin, bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat, bütün ırklardan ve dünyanın bütün noktalarında oturan ve her biri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce dili konuşan mü’minlere sahip cihanşumul bir dinin icapları başka olacaktır. Mesela Çince bilmeyen bir Türk Çin’e gittiğinde, sokaklarda bir takım Çince sesler işitecek ve onlardan hiçbir şey anlamayacaktır. Eğer bu sözler ezanın veya Allahü Ekber’in tercümesi ise, hiçbir şeyin farkına varamayacak ve mesela Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin’deki camiler, Türkiye’de minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez.) Aynı şekilde Türkiye’den geçen Çinli bir Müslümanın, (Türkiye’deki Müslümanlar kendi dilleriyle ibadet ettikleri takdirde) dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Şu halde cihanşumul bir dinin bazı müşterek esasları olmalıdır. Bu konuda ezan ve kıraat, şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.

Beynelmilel kongre ve toplantılarda bu durumun bir örneği görülebilir. Mesela, Birleşmiş Milletler’de herkes kendi lisanını değil, Fransızca ve İngilizce gibi müsaade edilen dilleri kullanır. Umumun menfaati için hususi menfaat feda edilir.

Meselenin diğer bir cephesi daha vardır: Hiçbir tercüme, asla orijinalinin yerini tutamaz. Burada şu noktayı bilhassa belirtelim ki, İslam’dan başka hiçbir din, peygamberine gönderilen vahyin orijinaline sahip değildir. Bütün Hristiyanların, Yahudilerin ve Mecusilerin sahip olduğu dini kitaplar, tercümeler, toplamalar, vs.dir.

Şunu da unutmayalım ki, namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan ve kamet, sonra Allahu Ekber, Sübhane rabbiye’l-azim, Sübhane rabbiye’l-a’la gibi ifadelerin yanı sıra Fatiha suresi ve iki kısa sure. Hepsi bir sahifeyi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir, bütün Müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki, çocuk veya namaza yeni başlayan biri, onları manalarıyla birlikte ve kendisini zahmetsiz ve büyük bir gayret sarfetmeden öğrenir. Bu ifadelerin manası bir defa öğrenilince, artık itiraza yer kalmaz.

Dünya işleri için lugatlar dolusu yabancı kelimeyi ezberleyenler, ebedi saadetin reçetesi olan ibadetlerimiz için Allah kelamından bir sayfalık ezberi fazla buluyorlarsa, şu gerçeği hatırlasınlar: Allah’ın, bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Ona ihtiyaç duyanlar sadece bizleriz.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers