Erkek Sahabilerin Hayatı-1
Manevi Şahsiyetler Menüsü
- Peygamberler
- Erkek Sahabilerin Hayatı-1
- Hanım Sahabilerin Hayatı-1
- HAYATU’S-SAHABE 1. ve 2. cilt Muhtasar pdf-epub
- Sahabe İle İlgili Kitaplar
- Sahabi Hayatından Tablolar (Çocuklar İçin Kitaplar)
- Sahabeler kaç tabakadır? En son vefat eden sahabi hangisidir?
- Peygamber Efendimizin Hayat Kronolojisi
- Peygamber Efendimiz İle İlgili Kitaplar İndir – Siyer
- Peygamber Efendimiz (Çocuklar İçin Kitaplar)
- Siyer (Hz. Muhammed as Hayatı)
- TESBÎTU DELÂILI’N-NÜBÜVVE – Mûcizelerle Hz. Peygamber’in Hayatı
Sahabe, sahabî kelimesinin çoğuludur ve dostlar, arkadaşlar, beraber bulunanlar manalarına gelir. Aynı manada kullanılan ashab kelimesi ise, “sâhib” (dost, arkadaş) kelimesinin çoğuludur. Sahabe, terim olarak Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i, peygamberliği sırasında gören, Onunla konuşup görüşen, O’na iman eden ve müslüman olarak ölen kimselere verilen isimdir.
Sahâbe-i kirâm efendilerimizden bahsederken onların ismi anıldığında; Erkek Sahabiler için –radıyallâhu anh- , hanım sahabiler için-radıyallâhu anhâ-, Birden çok sahabiden bahsederken-radıyallâhu anhüma- yani (Allahü teâlâ ondan râzı olsun) denir.
“Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” (Beyhakî, el-Medhal, s.164, Kenzu’l-ummal, h. no: 1002)
Erkek Sahabiler
Hz. Ebubekir (r.a.) Kimdir?
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, 573 senesinde Mekke’de dünyaya teşrif etti. Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh ismi Abdullah’tır. Tertemiz nesebi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in altıncı batındaki dedesi Mürre bin Kâ‘b ile birleşir. Efendimiz’den iki yaş küçüktür.
İslâm’dan önceki 38 yıllık hayatında dahî içki kullanmamış, putlara tapmamış, dâimâ nezih ve örnek bir şahsiyet sergilemiştir. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, peygamberliğini îlân ettiğinde, hemen îmân etmiştir.
Peygamberimizin En Sevgili Dostu
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Allah Teâlâ’nın ve O’nun en sevgili Resûlü’nün en sevgili dostudur.[1] Kur’ânî ifâde ile; “İkinin İkincisi”dir.[2] Canıyla, malıyla ve âilesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in etrâfında âdeta pervâne olmuş, ömrünü ve bütün varlığını İslâm’ın muhâfazası ve neşri için vakfetmiştir.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh dîni idrâk etme hususunda son derece firâsetli, sır ve hikmetlere vuk¯ufiyette yüksek anlayış sahibi, nerede, ne zaman ve nasıl konuşacağını gâyet iyi bilen, yumuşak huylu ve çok cömert bir zât idi. Az konuşur; halîfeliği sırasında da kumandan ve vâlilerine az konuşmalarını tavsiye ederdi.
Âyet-i kerîmeleri ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözlerini en iyi o anlardı.[3] Zira ömrü boyunca Efendimiz’den hiç ayrılmamıştı. Bedenen ayrı kaldığı kısa zamanlarda bile kalben O’nunla beraber olarak dâimî bir râbıta hâlinde bulunurdu.
Cennete İlk Girecek Kişi
Ashâb-ı kirâm, Ebûbekir Efendimiz’in kıymetini bilir; “Onu kızdırırsak, Resûlullah gazaplanır, Resûlullah gazaplanınca da Cenâb-ı Hak gazap eder ve biz helâk oluruz!” diye ona karşı çok dikkatli davranırlardı.[4] Efendimiz ona şu ebedî müjdeyi vermişlerdi:
“–Ey Ebûbekir! Ümmetimden Cennet’e ilk girecek kişi olman sana kâfî değil midir?!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652)
HZ. EBUBEKİR’İN ŞAHSİYETİ VE KARAKTERİ
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh fıtraten halim-selim olup, engin bir şefkat ve merhamete sahipti. Bununla birlikte vazife ve mes’ûliyet hususunda zerre kadar müsâmaha göstermezdi. Fikirlerindeki isâbeti, muâmelâtındaki doğruluk ve nezâketi, tecrübesinin genişliği, nefsine hâkimiyeti, hayırseverlik ve samimiyetiyle herkes tarafından çok sevilirdi. Sevimli, güler yüzlü, hoş-sohbet, muâmelesi ve ahlâkı güzel bir Allah ve Resûlullah dostu idi. İnsanlar onunla kolayca ülfet eder ve kendisine olan muhabbetleri gittikçe artardı. Câhiliye döneminde bile mütevâzı bir hâli vardı. Gâyet vakur, cömert ve âlicenap bir şahsiyet ve karaktere sahipti.[5]
Hayatında muazzam bir denge vardı. Her zaman büyük bir tevâzû ve mahviyet sergiledi, fakat aslâ zillet ve acziyet göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl numûnesiydi.
HZ. EBUBEKİR’E NEDEN SIDDIK DENİLMİŞTİR?
Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi. Cebrâîl (a.s.):
“–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)
Nitekim müşrikler, Mîraç hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular:
“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler. Hazret-i Ebûbekir:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi. Müşrikler tekrar:
“–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh:
“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebûbekir radıyallahu anh, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve:
“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi. Allah Resûlü de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e:
“–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)
Hazret-i Sıddîk’ın Mîraç hâdisesinde sergilediği bu kalbî sarsılmazlık ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü’nü tasdîk edişi, ancak kalbinin kazandığı îman kuvvetiyle îzah olunabilir. Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî mukâvemetini ifâde sadedinde Hazret-i Ali ona:
“Sen, şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.[6]
İKİNİN İKİNCİSİ
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hz. Ebûbekir’i radıyallahu anh çok severdi. Her gün mutlakâ yanına uğrardı.[7] Ebûbekir de Allah Resûlü’nü görmeden huzur bulamazdı. Peygamber Efendimiz’in herhangi bir seriyye ile gönderdiği veya hac emîri tâyin ettiği günler hâriç, O’ndan hiç ayrılmadı. Yani ömürleri beraber geçti.
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle anlatır:
“Resûlullah, Ebûbekir’in evine her gün ya sabah ya da akşam muhakkak uğrardı. Ancak, Allâh’ın kendisine hicret için izin verdiği gün, hiç âdeti olmadığı hâlde, tam öğle saatinde bize geldi. Babam onu görünce:
«–Resûlullah bu saatte gelmezdi. Mutlakâ mühim bir iş olmalı!» dedi.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem içeri girince, babam oturduğu yerden kalkıp yerini O’na verdi. Babamın yanında ben ve kızkardeşim Esmâ vardı. Resûlullah babama:
«–Odadakileri dışarı çıkar, (mühim bir mesele konuşacağız)!» buyurdular. Babam:
«–Ey Allâh’ın Resûlü, onlar benim kızlarımdır (bir zarar gelir diye endişelenmeyin). Anam-babam Sana fedâ olsun, bu mühim mesele nedir?» diye sordu. Resûlullah:
«–Allah Teâlâ bana Mekke’den çıkarak hicret etmeme izin verdi.» buyurdular. Babam:
«–Ey Allâh’ın Resûlü! Ben de Sana arkadaşlık edecek miyim?» dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:
«–Evet, beraberiz!» buyurdular.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, sevincinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Vallâhi o güne kadar, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini hiç tahmin etmezdim.” (İbn-i Hişâm, II, 97-98)
Sevr Mağarası
Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allah Resûlü:
“–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular. Hazret-i Ebûbekir:
“–Yâ Resûlâllah! Müşriklerin arkanızdan yetişebileceğini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi.
Daha sonra Sevr Mağarası’na ulaştılar. Ebûbekir radıyallahu anh:
“–Yâ Resûlâllah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça kesip orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamamını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra:
“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi.
Hz. Ebûbekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allah Resûlü:
“–Elbisen nerede, ey Ebûbekir?” diye hayretle sordu.
Hz. Ebûbekir de yaptıklarını anlattı. Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Resûlü, mübârek ellerini kaldırarak Ebûbekir için duâ ettiler.[8]
Müşrikler, mağaraya yaklaşırlarken endişeye kapılan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk, Resûlullah Efendimiz’e:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamber Efendimiz ayakta namaz kılıyor, Ebûbekir radıyallahu anh de gözcülük yapıyordu. Bir ara:
“–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise:
“–Ey Ebûbekir! Mahzûn olma! Hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir!” buyurdular. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Hz. Ebûbekir orada dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını görünce de:
«–Ey Allâh’ın Resûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür!» dedi. Resûlullah ise:
“–Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun, ey Ebûbekir?!” buyurdular. (Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 1)
Hazret-i Ömer radıyallahu anh, halîfeliği zamanında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebûbekir’e radıyallahu anh üstün tutar biçimde konuştuklarını işitmişti. Bu duruma çok kızdı. Daha sonra, çileli hicret günleri gözünde canlandı. Resûlullah ile Hazret-i Ebûbekir’in Sevr Mağarası’nda birlikte geçirdikleri geceyi hatırlattı ve büyük bir hasret içinde şöyle dedi:
“−Vallâhi, Hazret-i Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün âilesinden daha hayırlıdır!..” (Hâkim, III, 7/4268)
Üçüncüleri Allah Olan İkinin İkincisi
İşte Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculuğun Sevr Mağarası safhasında, üç gün üç gece boyunca Efendimiz’in sadrından pek çok sır ve hikmet devşirdi. O husûsî yakınlığın yüksek fazîletine ve Allah Resûlü ile müstesnâ bir rûhî alışverişin büyük şerefine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olarak kalbi inkişâf ettirme dergâhı hâline gelen o mübârek mağarada, “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” pâyesine erdi. Resûlullah Efendimiz, bu azîz arkadaşına; “…Mahzûn olma, Allah bizimledir!..”[9] buyurdular. Böylece “maiyyet sırrı”nı, yani gönlün Allah ile beraberlik neticesinde ulaşacağı huzûr hâlinin keyfiyetini telkîn ettiler.
ALTIN SİLSİLE’NİN İLK HALKASI
Daha önce de ifâde edildiği üzere bu hâli ârifler, hafî/gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönülleri Allah ile itmi’nâna/huzûra erdirecek mânevî telkinlerin en mühim tezâhürlerinden biri olarak değerlendirmişlerdir. Bunun içindir ki, bu nebevî tâlim ve telkinlerin ilk tâlihli muhâtabı olan Hazret-i Sıddîk, -inşâallah- ucu kıyâmete kadar devam edecek olan Altın Silsile’nin, Peygamber Efendimiz’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.
Buradan şunu da anlıyoruz ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat; Allah ve Resûlü’ne olan muhabbet, fedâkârlık ve hizmet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü muhabbetin şartı, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebûbekir’in hayatı da bu hâlin sayısız misalleriyle doludur. Resûlullah ona şöyle buyurmuşlardır:
“Sen, Cennet’teki Kevser Havuzu’nun başında ve mağarada benim arkadaşımsın!” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3670)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in konuşmalarında sık sık Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’in isimleri geçerdi. Efendimiz, birlikte bâzı işler yaptıklarını, beraberce bir yere gidip geldiklerini ifâde ederdi. İnsanların inanmakta zorlandıkları bâzı hârikulâde hâdiselerden bahsedince; “Buna ben inanırım, Ebûbekir ve Ömer de inanır.” buyururlardı. Bu da gösteriyor ki, onlar birbirlerinden hiç ayrılmıyor, devamlı beraber bulunuyorlardı. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6, 8; Ahmed, I, 109, 112)
Hazret-i Ömer şöyle der:
“Resûlullah, Müslümanların meseleleri hakkında Ebûbekir (r.a.) ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla beraber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Mescid’e girmişti. Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı. Efendimiz onların ellerini tutmuş, şöyle buyuruyordu:
“Kıyâmet günü biz böyle diriltileceğiz.” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)
“EBUBEKİR BENDENDİR, BEN DE ONDANIM”
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Resûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. Son nefesine kadar ilâhî aşk yangını içinde benliğinden geçmiş, yalnızca Allah Resûlü’nün varlığında hayat bulmuştu. Bu itibarla Resûlullah Efendimiz’le her buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Allah Resûlü’nün huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Efendimiz de bu aynîleşme ve muhabbet sebebiyle:
“Ebûbekir bendendir, ben de ondanım. Ebûbekir dünyada ve âhirette kardeşimdir.”[10] buyurmuşlar, böylece mânâ âlemindeki beraberliklerini ve kalpleri arasındaki müstesnâ irtibâtı ifâde etmişlerdir.
Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedeller karşılığında gerçekleşmiştir. Zira insan en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh de, Allah ve Resûlü ile dostluğun ulvî lezzetine gark olmak için; Allah ve Resûlullah muhabbetinin bütün bedellerini hiç tereddüt etmeden ödeyebilmenin gayret ve heyecanı içinde bir hayat yaşamıştır.
Nitekim bir gün Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı. Buna öfkelenen müşrikler, Hz. Ebûbekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Hz. Ebûbekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hz. Ebûbekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hz. Ebûbekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğinden korkuyorlardı.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle:
“–Resûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu. Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:
“−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Hz. Ebûbekir ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:
“−Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu. Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Resûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi. Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp:
“−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.[11]
Hz. Ebûbekir’in Babasının Müslüman Olması
Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:
O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’nün huzûruna getirmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Ebûbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular. Hazret-i Ebûbekir ise:
“–Onun size gelmesi daha münâsiptir. Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.
Ebû Kuhâfe radıyallahu anh, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebûbekir radıyallahu anh duygulanıp ağlamaya başladı. Resûlullah, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi:
“–Yâ Resûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi! Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh her zaman:
“Vallâhi Resûlullah Efendimiz’in yakınlarını kollayıp gözetmek, benim için kendi yakınlarımı kollamaktan daha sevimlidir.” derdi. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 12, Meğâzî 14)
Bir defasında da Resûlullah Efendimiz:
“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu. Ebûbekir radıyallahu anh ise bu iltifatkâr sözden âdeta bir gayrılık mânâsı çıkararak gözyaşları içinde:
“–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Resûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)
Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etti.
NEBEVÎ ESRÂRIN EN YAKIN MAHREMİ
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, gönlünü, Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebûbekir radıyallahu anh, Allâh’ın âyetlerini, Resûlullah Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:
“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebûbekir, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Resûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.
Hz. Ebûbekir’in Namaz Kıldırması
Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh bu ince kavrayışını gösteren misallerden biri de şudur:
Allah Resûlü son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Hz. Ebûbekir’i radıyallahu anh imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra:
“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..” buyurdu.
Bu sözler üzerine Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Hazret-i Peygamber’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)
Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hz. Peygamber’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hz. Ebûbekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:
“–Resûlullah, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)
Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Hz. Peygamber olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hz. Ebûbekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda Resûlullah, hem Hz. Ebûbekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devam etti:
“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebûbekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.
Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebûbekir’i dost (halîl) edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”[12]
Açık Bırakılan Tek Kapı
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:
“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebûbekir’in kapısı açık kalsın![13] Zira ben, Ebûbekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum…”[14] buyurdular.
Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebûbekir’in radıyallahu anh kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Resûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile açılabilir.
HZ. EBUBEKİR’İN İNFAKI
Ashâbın en zenginlerinden olan Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Allah Resûlü’nde sallallahu aleyhi ve sellem fânî olunca, canını ve malını cömertçe O’nun yolunda fedâ etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e peygamberlik geldiğinde, Hz. Ebûbekir’in 40 bin dirhemlik bir serveti vardı. Malının büyük bir kısmını İslâm uğrunda infâk etti. Müslüman olan köleleri âzâd ediyor, mü’minlere her türlü desteği sağlıyordu. En son kalan 5 bin dirhemi de hicret esnâsında yanına alarak yola çıktı ve Medîne-i Münevvere’de Allah için infâk etmeye devam etti.[15]
Babası Ebû Kuhâfe bir gün:
“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar.” demişti.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh ise:
“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım; Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum.” cevâbını verdi.[16]
Yine Hz. Ebûbekir, birçok defa servetinin tamamını Resûlullah Efendimiz’e getirip Allah yolunda kâ‘bına varılmaz bir infak örneği sergilemişti. Efendimiz’in:
“–Âilene ne bıraktın ey Ebûbekir?” suâline de:
“–Onlara Allah ve Resûlü’nü bıraktım.” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
Hz. Ebûbekir’in Her Şeyini Allah Yolunda Harcaması
Hâlbuki Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ashâbından hiçbirinin malını tamamıyla infâk etmesine izin vermezdi. Bu hususta yalnızca Hz. Ebûbekir’i radıyallahu anh istisnâ tutar, bir tek ona müsâade buyururdu. Zira bütün malı-mülkü infâk ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zaruret içinde, nefs ve şeytanın iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması muhtemeldir. Böyle bir pişmanlık ise, yapılan hayır-hasenâtın fazîletini giderip ecrini zâyî eder. Fakat Hazret-i Sıddîk’ın rızâ, teslîmiyet, ihlâs ve takvâ zirvesindeki gönül âlemi, Allah ve Resûlü’nün muhabbetiyle perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi hâlindeydi. Bu sebeple Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları unutturmuştu. Hattâ bu zahmet ve meşakkatler onun gönlünde târifsiz bir lezzet vesîlesi hâline gelmişti.
HZ. EBUBEKİR’İN İBADET AŞKI
Müşrikler, Hz. Ebûbekir’in Kâbe’de ibadet etmesine müsâade etmedikleri için, o da evinin önünde bir namazgâh edinmişti. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sahibi, yufka yürekli bir zât olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm’i böyle derin bir vecd içinde okurken müşriklerin çocukları ve kadınları, etrâfında toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl, Kureyş müşriklerini korkuttu. Buna mânî olmak için uğraştılar. Ebûbekir radıyallahu anh ise Allâh’ın himâyesine sığınarak ibadetlerine devam etti.[17]
Bütün Hak âşıkları gibi Ebûbekir Efendimiz’in gönlünde de bilhassa seher vakitlerinde yapılan ibadetlerin pek müstesnâ bir değeri vardı. Şu hâdise, onun gece ibadetlerine olan düşkünlüğünün, ne kadar da bâriz bir işaretidir:
Bir ara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, sekiz veya dokuz gece, yatsı namazını gecenin üçte birine kadar tehir etmişti. Ebûbekir:
“–Yâ Resûlâllah! Yatsıyı biraz erken kıldırsanız da gece ibadetine daha kolay kalkabilsek.” dedi. Peygamber Efendimiz bundan sonra yatsıyı erken kıldırdı. (Ahmed, V, 47)
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
“–Allah yolunda çift sadaka veren kimse, Cennet’in muhtelif kapılarından; «Ey Allâh’ın sevgili kulu! Buraya gel, burada hayır ve bereket vardır.» diye çağrılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından Cennet’e dâvet edilirler.” buyurmuşlardı. Ebûbekir (r.a.):
“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Resûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağrılmaya ihtiyacı yoktur; lâkin bu kapıların hepsinden birden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu. Resûlullah:
“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümid ederim.” buyurdular. (Buhârî, Savm 4, Ashâbu’n-Nebî 5; Müslim, Zekât 85, 86)
Yine bir gün Allah Resûlü, yanındaki sahâbîlere:
“–İçinizde bugün kim oruçludur?”
“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?”
“–Bugün kim bir yoksulu doyurdu?”
“–Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız var mı?” diye sualler sormuştu. Bunların hepsine de Ebûbekir (r.a.) müsbet cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdular:
“–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse, o mutlakâ Cennet’e girer.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)
Peygamberimizin Hz. Ebûbekir’e Öğrettiği Dua
Hz. Ebûbekir bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e:
“–Yâ Resûlâllah! Bana bir duâ öğretiniz de onu namazımda okuyayım!” dedi.
Allah Resûlü de ona, “Şöyle duâ et!” buyurdular:
“–Allâh’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız Sen’sin. Öyleyse tükenmez lûtfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan, yalnız Sen’sin!” (Buhârî, Ezân 149, Deavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48)
Yine Ebûbekir Sıddîk radıyallahu anh bir gün Resûlullah Efendimiz’e:
“–Yâ Resûlâllah! Bana bâzı mübârek kelimeler öğretseniz de onları sabah-akşam okusam!” dedi. Allah Resûlü de:
“–«Gökleri ve yeri, görünen ve görünmeyen âlemleri yaratan Allâh’ım! Ey her şeyin Rabbi ve sahibi! Sen’den başka ilâh bulunmadığına kesinlikle şehâdet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden, onun Allâh’a şirk koşmaya dâvet etmesinden Sana sığınırım.» diye duâ et ve bunu sabahleyin, akşamleyin ve yatağa yattığın zaman söyle.” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5067; Tirmizî, Deavât, 14/3392)
HZ. EBUBEKİR’İN HELÂL LOKMA HASSÂSİYETİ
Ebûbekir Sıddîk’ın radıyallahu anh bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını ona verir, o da bundan yerdi. Yine bir gün köle, kazandığı bir şeyi getirdi. Hazret-i Ebûbekir de ondan bir lokma aldı. Bunun üzerine köle:
“–Her akşam bana kazancımın mâhiyetini sorardın, bu akşam sormadın.” dedi. Hazret-i Ebûbekir:
“–Çok açtım, sormayı unuttum, peki söyle bakalım nasıl kazandın?” diyerek açıklamasını istedi. Köle:
“–Falcılıktan anlamadığım hâlde câhiliye devrinde falcılık yaparak bir adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık size ikram ettiğim bu yiyeceği verdi.” deyince Hazret-i Ebûbekir, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı ve:
“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” dedi. Kendisine:
“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevâbı verdi:
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Zira Resûlullah:
«Haramla beslenen vücudun müstahak olduğu yer, cehennemdir!» buyurdular.”[18]
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Kim Rabbinin makâmında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” (en-Nâziât, 40-41)[19]
HZ. EBUBEKİR’İN HİLAFETİ
Hazret-i Ebûbekir ile Ömer radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz’in gözü ve kulağı mesâbesindeydiler.[20] Resûlullah onlar hakkında:
“Benden sonra Ebûbekir ve Ömer’e tâbî olunuz!” buyurmuşlardı. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3662)
Bir kadın, Peygamber Efendimiz’e gelip bir meselesini arz etmişti. Allah Resûlü de ona bâzı tavsiyelerde bulunmuş, bunları yaptıktan sonra tekrar kendisine gelmesini söylemişti. Kadın:
“–Ey Allâh’ın Resûlü, geldiğimde Siz’i bulamazsam ne yapayım?” diye sordu. Bu sözüyle Efendimiz’in vefâtını kastediyordu. Resûlullah:
“–Beni bulamazsan Ebûbekir’e git!” buyurdular. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 10; Tirmizî, Menâkıb, 16/3676)
Kâsım bin Muhammed Hazretlerinin naklettiğine göre, Allah Resûlü son günlerinde Hazret-i Aişe vâlidemize, şiddetli ağrılarından bahsederek şöyle buyurdular:
“Ebûbekir’e ve oğluna haber gönderip halîfeliği Ebûbekir’e vasiyet etmeyi düşündüm. Böylece bâzılarının halîfelik hakkındaki dedikodularını ve bu hususta arzusu olanların temennîlerini kesmek istedim. Fakat sonra; «Allah Teâlâ, halîfeliği hak etmeyen birine vermez; mü’minler de halîfeliğe lâyık olmayan birini ondan uzak tutarlar. Veya Allah Teâlâ, lâyık olmayan kişiyi hilâfetten uzaklaştırır, mü’minler de hak etmeyen kişiyi o makâma seçmezler.» diye düşünüp bundan vazgeçtim.” (Buhârî, Merdâ 16, Ahkâm 51; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 11)
Bütün bunlar, Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh hilâfeti hususunda tartışmaya mahal bırakmayacak derecede açık hükümler ve kat’î delillerdir.
Hz. Ebûbekir’in Hutbesi
Resûlullah Efendimiz vefât ettiğinde, Ensâr ve Muhâcirler, Sakîfe’de Hazret-i Ebûbekir’e radıyallahu anh bey’at ettiler. Bir gün sonra umûmî bir bey’at daha oldu ve Peygamberlerden sonra insanlığın en hayırlısı olan Hazret-i Sıddîk insanlara şöyle hitâb etti:
“Ey insanlar! En sâlihiniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz! Yanlış hareket edersem beni îkâz ediniz! Doğruluk, emin bir şahsiyet olmanın göstergesidir. Yalan ise hıyânettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim yanımda en güçlünüzdür. Güçlü olanınız da kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nazarımda en zayıfınızdır.
Bir millet Allah yolunda cihâdı terk ederse zillete dûçâr olur. İnsanlar arasında kötülük yayılırsa Allah o millete umûmî bir belâ verir. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz! Şayet Allâh’a ve Resûlü’nün emirlerine riâyette kusur gösterirsem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz. Haydi, namazımızı kılalım, Allâh’ın rahmeti üzerinize olsun.”[21]
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh daha sonraki bir hutbesinde de şöyle buyurdu:
“Vallâhi benim hiçbir gün ve gecede kesinlikle idâreciliğe arzu ve rağbetim olmadı! Allah Teâlâ’dan ne gizlice ne de açıktan böyle bir şey istemedim! Lâkin insanların başıboş kaldığı o ortamda fitne çıkmasından korktum. (Mes’ûliyet endişesiyle vazifeyi kabûl ettim.) Yoksa idârecilikte benim için rahat yoktur. Boynuma öyle büyük bir iş yüklendi ki, Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan onu yapacak ne gücüm var ne de imkânım! Şu anda benim yerimde, idârecilik hususunda insanların en kuvvetlisinin bulunmasını ne kadar isterdim!”
Muhâcirler Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh bu samimî sözlerini gönülden kabûllendiler. Hazret-i Ali ile Zübeyr de yeni halîfeyi takdir ederek şöyle buyurdular:
“…Hazret-i Ebûbekir, Resûlullah Efendimiz’den sonra bu işe insanların en fazla hak sahibi olanıdır. Zira o, Efendimiz’in hicret esnâsında gizlendiği mağaradaki yegâne arkadaşıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden «ikinin ikincisi» diye bahsetmiştir. Biz onun şerefini, büyüklüğünü biliyoruz. Resûlullah hayattayken ona, imamlığa geçip insanlara namaz kıldırmasını emretmiştir.”[22]
Resûlullah Efendimiz’in vefâtından bir ay sonraki bir hutbesinde ise Ebûbekir (r.a.) şöyle buyurdu:
“Arzu etmediğim hâlde hilâfet vazifesine getirildim. Vallâhi, benim yerime bir başkasının bu vazifeyi üzerine almasını ne kadar isterdim! Dikkat edin! Benden, size Resûlullah gibi davranmamı beklerseniz, buna gücüm yetmez! Zira O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vahiy ikram ettiği ve yanlışlardan mâsum kıldığı bir zât idi. Ben ise sizin gibi bir insanım, herhangi birinizden daha hayırlı da değilim. Beni murâkabe/kontrol edin, istikâmet üzere olursam bana tâbî olun, ayağım kayarsa beni düzeltin!..”[23]
Bu ifâdeler, Resûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkının Hazret-i Ebûbekir’deki akisleridir. Onun ne kadar mütevâzı ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlı bir Allah ve Resûlullah dostu olduğunun en bâriz göstergesidir.
Hz. Ebûbekir’in Yardımcıları
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh halîfe olunca, ashâb-ı kirâmdan kendisine yardımcı olmalarını taleb etti. Ebû Ubeyde (r.a.) Beytülmâl işlerine yardımcı oldu, Hazret-i Ömer kadılık vazifesini üstlendi. Ashâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimiz’in terbiyesiyle insanlığın en fazîletli toplumu hâline gelmişti. Bu sebeple, bir sene geçerdi de iki kişi bir dâvâ için mahkemeye gelmezdi. Hazret-i Ali de Ebûbekir Efendimiz’e kâtiplik ve müşâvirlik yaptı.[24] Devamlı Halîfe’nin meclisinde bulunarak ümmet-i Muhammed’in nizam ve âsâyişini teminde ona yardımcı ve müsteşar oldu.[25]
Sahte Peygamberler ve Ridde Olayları
Peygamber Efendimiz’in en samimî dostu, yâr-ı ğâr’ı (mağara arkadaşı), kayınpederi, veziri, müsteşarı ve ilk halîfesi olan Hazret-i Sıddîk, hilâfeti döneminde -Allâh’ın lûtfuyla- çok büyük gâilelerin üstesinden geldi. Bilhassa, Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra baş gösteren “ridde/dinden dönme” isyanlarını fevkalâde bir dirâyetle bastırdı. Böylece İslâm devletinin dağılmasını engellediği gibi, fetihlerin artarak devâmını da sağlamış oldu.
Hazret-i Sıddîk, dînin hükümlerinden hiçbir şekilde tâviz vermedi, İslâm’ın sebatkâr bir müdâfii oldu. Yine Allah Rasûlü r’in vefâtından sonra ortaya çıkan “zekât mükellefiyetini reddetme” hareketlerine karşı da büyük bir kararlılıkla mukāvemet gösterdi ve:
“–Şayet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..” dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe sebep olacak bütün kapıları kapattı. Onun bu kararlı ve cesur tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.[26]
Kur’ân-ı Kerîm de Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti döneminde; daha önce yazılı olduğu hurma yapraklarından, yassı taşlardan, ince levhalardan ve hâfızların ezberlerinden büyük bir titizlikle toplanarak aynen Allah Rasûlü’ne nâzil olduğu şekliyle bir mushaf hâlinde bir araya getirildi. Böylece dînî hususlarda çıkması muhtemel pek çok fitnenin önü alınmış oldu.
Velhâsıl Ebûbekir radıyallahu anh ümmet-i Muhammed’in Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ilerlemesi, birlik ve beraberlik içinde yükselmesi için fevkalâde gayret göstererek pek mühim hizmetlere imza attı. Onun sadece 2 sene 3 ay süren hilâfeti, bütün bir İslâm tarihi için, vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanı gibi feyizli ve bereketli bir dönem oldu.
HZ. EBUBEKİR’İN TEVÂZUU, MERHAMETİ VE AFFEDİCİLİĞİ
Hazret-i Ebûbekir halîfeliği döneminde de, önceki mütevâzı ve zâhidâne hayatına devam etti. Daha evvel çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının değişeceğini, artık bu hizmetleri göremeyeceğini düşünmüşlerdi. Ancak değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devam etti.[27]
Cenâb-ı Hak böylesine güzel bir ahlâka sahip olan kullarını medhederek şöyle buyurur:
“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği has) kulları, yeryüzünde tevâzû ve vakar ile yürürler…” (el-Furkân, 63)
Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim içinde ümmetime karşı en merhametli olan kişi, Ebûbekir’dir…” (Tirmizî, Menâkıb, 32/3790-3791)
Hazret-i Sıddîk, kalbindeki yumuşaklık, lûtuf, şefkat ve merhameti sebebiyle “Evvâh” lâkabıyla da anılırdı.[28]
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebûbekir’e hakaret ederek onu üzdü. Ancak Ebûbekir radıyallahu anh sükût edip cevap vermedi. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebûbekir radıyallahu anh yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince, Hazret-i Ebûbekir ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü hemen kalkıp yürüdü. Hazret-i Ebûbekir de hemen ardından yetişerek:
“–Ey Allâh’ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?” dedi. Allah Resûlü:
“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)
HEP ÂHİRETİ TERCİH ETMESİ
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh şöyle buyurmuştur:
“İnsanları iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi âhireti ister. Ben ise Mevlâyı tercih ettim… İslâm’a girdiğimde beni iki amel karşıladı; dünya ameli ve âhiret ameli. Ben dâimâ âhiret amelini tercih ettim…”[29]
Ebûbekir radıyallahu anh dünyayı âhiretin tarlası olarak görür ve:
“Yâ İlâhî, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zâhid kıl!” diye duâ ederdi. Yani bana önce dünyayı ver, sonra onun âfetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben kendi irâde ve arzumla fakr içinde olayım, demek isterdi.[30]
Halîfeliğinden önce de sonra da aslâ dünyaya meyletmedi. Tıpkı Resûlullah gibi, bütün arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde ve dünya sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu sebepledir ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde, kendisine âit bir arazinin satılıp halîfeliği müddetince zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri ödenmesini vasiyet etti.[31]
Ölüm döşeğindeyken de kızı Hazret-i Aişe’ye, sütünü içtikleri deveyi, içinde elbise boyadığı kabı ve giydiği kadife elbiseyi vefâtından sonra Hazret-i Ömer’e teslim etmesini vasiyet etti. Gerekçe olarak da bunlardan, müslümanların işleriyle meşgul olurken istifâde ettiğini söyledi. Âişe vâlidemiz de babasının vefâtından sonra, bunları yeni halîfe Hazret-i Ömer’e teslim etti. Bu eşyâları teslim alan Hazret-i Ömer:
“–Ebûbekir! Allâh’ın rahmeti senin üzerine olsun! Senden sonra gelenleri çok müşkül durumda bıraktın!” dedi.[32]
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh şu samimî niyazda bulunurdu:
“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”[33]
HZ. EBUBEKİR’İN VEFATI
İbn-i Ömer Hazretlerinin rivâyetine göre Hazret-i Ebûbekir’in radıyallahu anh vefâtına sebep olan şey, onun Resûlullah Efendimiz’in vefâtından duyduğu derin üzüntüdür. Hakîkaten o, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtına o kadar üzülmüştü ki, mübârek vücudu eriye eriye iyice zayıfladı ve nihâyet vefât etti.[34]
Hazret-i Aişe şöyle anlatır:
“Vefât ettiği hastalığı esnâsında babam Ebûbekir’in yanına girdim. Bana:
«−Peygamber Efendimiz’i kaç parça bez ile kefenlediniz?» diye sordu.
«−Gömlek ile başlık olmaksızın, üç parça beyaz pamuk bez ile kefenledik.» dedim.
«−Nebî r hangi gün vefât etmişti?»
«−Pazartesi.»
«−Bugün günlerden ne?»
«−Pazartesi.»
«−Benim vefâtımın da şu an ile gece arasında olmasını ümid ediyorum!» dedi. (Akabinde:)
[«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Resûlullah’a en yakın olanıdır!» dedi. (Ahmed, I, 8)]
Sonra Hazret-i Ebûbekir, hastayken giymiş olduğu üzerindeki elbiseye baktı, elbisede biraz zâferân lekesi vardı:
«−Bu elbisemi yıkayın, iki elbise daha ilâve edin ve beni bunlarla kefenleyin!» dedi. Ben:
«−Babacığım, bu elbise eski!» dedim. Ebûbekir radıyallahu anh:
«−Diri, yeni elbise giymeye ölüden daha lâyıktır. Ölünün giydiği kefen ise kan ve irinle kirlenecektir.» dedi.
HZ. EBUBEKİR’İN MEZARI NEREDEDİR?
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, salı akşamı (pazartesiyi salıya bağlayan akşam) vefât etti ve sabah olmadan defnedildi.” (Buhârî, Cenâiz, 94)
2 sene 3 ay 10 günden beri hasretini çektiği Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vuslatına nâil oldu. Allah ondan râzı olsun.
Resûlullah Efendimiz gibi 63 yaşında vefât etmişti. O gün tarih 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) idi.
Not: Hz. Ebubekir’in kabri şerifi Ravza-i Mutahhara’da Peygamber Efendimiz ile Hz. Ömer’in kabrinin arasında bulunmaktadır.
HZ. EBUBEKİR’İN SON SÖZLERİ
Son sözleri şu âyet-i kerîmedeki niyâz olmuştu:
“…(Allâh’ım!) Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)[35]
HZ. EBUBEKİR’İN HİKMETLİ SÖZLERİ
“Allah rızâsı murâd edilmeyen sözde;
Allah yolunda harcanmayan malda;
Cehâleti hilmine gâlip gelen kimsede;
Allah için yapacağı bir işte, ayıplayanın ayıplamasından korkan kimsede hayır yoktur.”[36]
“Allah ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir nesep bağı yoktur. Hayırlara nâil olmak, kötülüklerden korunmak (ve Allâh’a yakınlık), ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”[37]
“Şunu iyi bil ki Cenâb-ı Hakk’ın gündüz yapılmasını istediği bir amel vardır, onu gece kabûl etmez; gece yapılmasını istediği bir amel vardır, onu da gündüz kabûl etmez!”[38]
“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”
“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”
“Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün!”
“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç sınıf da, üçer alâmetle bilinir:
Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;
Dâimâ mütevâzıdırlar.
Hayır-hasenatları ne kadar çok olsa da onu az görürler.
En küçük hatâlarını bile büyük görürler.
İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sahibi kimselerdir. Bunlar da;
Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.
Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.
Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.
Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle Rabbine ibadet eden (ârifler)dir. Bunlar da;
Sevdikleri şeyleri (Allah için) infâk ederler.
Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedefler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.
Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.”[39]
“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”
“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.”
“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”
“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:
Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen,
Günahkârların affı için Rabbine yalvaran,
Din kardeşine gıyâbında duâ eden,
Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
“Îman sadece câmilerde (olur da hayatın bütün safhalarına aksettirilmezse), mal cimrilerde, silâh korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”
“Akıllı kimse, takvâ sahibi olan; akılsız da zâlim olandır.”
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini vaad ettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibadete rağbet etsin ve azaptan korksun.”
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”
“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhâfaza eder.”
“Komşunla kavga etme, herkes gider o kalır.”[40]
“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”
“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”
“Sabırda zarar; hüzün ve telâşta fayda yoktur.”
“Sabır îmânın yarısı, yakîn (şüpheden uzak, kuvvetli bir itmi’nan hâli) ise tamamıdır.”
“Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”
“Bana göre âfiyette olup şükretmek, (bir musîbetle) imtihan edilip sabretmekten daha makbûldür.”
“Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
Hazret-i Sıddîk bir kimse kendisini medhedince şöyle derdi:
“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesâba çekme!”[41]
“Kul, dünya nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”[42]
“Övünmekten sakının! Topraktan yaratılan, yine toprağa dönecek ve kurtlar tarafından yenilecek olan insanın övünmek neyine! O, bugün canlı, yarın ölüdür.”[43]
Ebûbekir bir hutbesinde de şöyle buyurmuştur:
“Nerede herkesin hayran olduğu güzel yüzlü insanlar! Nerede gençliğine mağrur olan yiğitler! Nerede ihtişamlı şehirler kurup etrâfını yüksek surlarla çeviren hükümdarlar! Nerede harp meydanlarının mağlûbiyet tanımayan kahramanları! Zaman hepsini çürütüp yerle bir etti. Hepsi kabrin karanlıklarına gömülüp gittiler. Acele edin, acele edin! Vakit geçmeden aklınızı başınıza alın da ölüm ötesine bir an evvel hazırlanın! Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın!”[44]
“Allâh’ın, sizden önce gelip geçen kullarının hâlini tefekkür edin! Dün nerede idiler, bugün neredeler?”[45]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 8; Tirmizî, Menâkıb, 14. [2] Bkz. et-Tevbe, 40. [3] Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 3; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 2; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4338; Tirmizî, Tefsîr 22/3171, Menâkıb 15/3659; Nesâî, Cihâd 1. [4] Bkz. Ahmed, IV, 58; Hâkim, II, 188/2718. [5] Bkz. İbn-i Sa‘d, III, 188; Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, s. 115-118. [6] Ebû Nuaym, Ma‘rifetü’s-Sahâbe, I, 264. [7] Bkz. İbn-i Sa‘d, III, 172. [8] Bkz. Hâkim, III, 7/4268; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223; Ali el-Kārî, Mirkāt, X, 381-382/6034; Ebû Nuaym, Hilye, I, 33. [9] et-Tevbe, 40. [10] Tirmizî, Menâkıb, 20. [11] Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 326; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 81. [12] Burada zikredilen “dostluk” mefhumu, kulun yalnızca Rabbine hasretmesi gereken kalbî yakınlık ve muhabbet hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla hadîs-i şerîfte, insanlara gösterilecek muhabbeti, âdeta ilâhî muhabbet derecesine vardırmanın yanlışlığı ve bunun yerine “İslâm kardeşliğinin muhabbet ölçüleri” içinde kalmanın lüzûmu ifâde edilmiş olmaktadır. [13] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15. [14] İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el-Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250. [15] İbn-i Sa‘d, III, 172; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 39. [16] İbn-i Hişâm, I, 341; Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXX, 279 [el-Leyl, 5-7]; Süyûtî, Lübâbu’n-Nuk¯ul, s. 257-258. [17] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396. [18] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Ebû Nuaym, Hilye, I, 31; Ahmed b. Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 140-141. [19] Kurtubî, XIX, 135. [20] Tirmizî, Menâkıb, 16/3671. [21] İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181. [22] Hâkim, III, 70/4422; Beyhakî, Kübrâ, VIII, 152. [23] İbn-i Sa‘d, III, 212; Ahmed, I, 13; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 71. [24] Bkz. Taberî, Târîh, Beyrut 1387, III, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1417, II, 263. [25] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, I, 328. [26] Ali el-Kārî, Mirkāt, X, 381-383/6034. [27] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80. [28] İbn-i Sa‘d, III, 171. [29] Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, a.g.e, s. 121. [30] Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, s. 32, İstanbul 2005, Erkam Yayınları. [31] İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429. [32] Ahmed, ez-Zühd, s. 110-111; İbn-i Sa‘d, III, 192-194; Süyûtî, Tarîhu’l-Hulefâ, s. 78-79. [33] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103. [34] Hâkim, III, 66/4410; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 81. [35] Kevserî, İrğâmu’l-Merîd, s. 23. [36] Ebû Nuaym, Hilye, I, 36. [37] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 101. [38] Ebû Nuaym, Hilye, I, 36. [39] İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95. [40] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 100. [41] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104. [42] Ebû Nuaym, Hilye, I, 37; Hânî, el-Hadâik, s. 288. [43] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 101. [44] Beyhakî, Şuab, VII, 364/10595; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 102. [45] Ebû Nuaym, Hilye, I, 35-36.
Hz. Ömer (r.a.) Kimdir?
Hz. Ömer (r.a.) Kureyş kabilesinin Benû Adiyy kolundan olup nesebi, büyük atası Ka’b ibn-i Lüey’de Peygamber Efendimiz’in temiz nesebleriyle birleşir.[1] Hz. Ömer (r.a.) Fil Vak’ası’ndan on üç sene sonra Mekke’de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir.[2] Bu durumda, Resûl-i Ekrem Efendimiz’den 10 küsur yaş küçük olmaktadır.
HZ. ÖMER’İN (R.A.) ÇOCUKLUĞU
Çocukluğunda, babasına ait sürülere çobanlık yapmış, sonra da ticaretle meşgul olmuştur. Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak ettiği bildirilir.[3] Cahiliye döneminde, şehrin eşrafı arasında yer alır, Mekke şehir devletinin Sifâre (elçilik) vazîfesini deruhte ederdi. Bir savaş hâli zuhûr ettiğinde Ömer (r.a.) elçi olarak gönderilir, sonra da verdiği bilgilere ve ileri sürdüğü görüşlere göre hareket edilirdi. Kabileler arasında çıkan ihtilafların çözümünde büyük tesiri olur, verdiği kararlara hürmet gösterilirdi.[4] Îmanla şereflenmeden evvel Müslümanlara pekçok eziyette bulundu. Nüfûzuyla, güç ve kuvvetiyle meşhur olduğundan, onun îman etmesi Müslümanlara büyük bir kuvvet kazandırdı.
İslâm ile şereflendiği gün bütün Müslümanlar Kâ’be’ye giderek ilk defâ açıktan namaz kıldılar. Ömer (r.a.) Müslüman olduktan sonra devamlı Allah Resûlü’nün yanında bulundu, O’ndan hiç ayrılmadı ve İslâm için elinden gelen her şeyi yaptı. Kâfirlerle mücâdele etti, pek çok meşakkat ve eziyetlere mâruz kaldı. Medine’ye hicret edince, şehir merkezine 3 km. uzaklıkta bulunan Kuba’ya yerleşti. Hz. Ebûbekir’den sonra Allah Resûlü’nün en büyük yardımcısı oldu. Efendimiz’in katıldığı bütün savaşlarda bulundu. Resûlullah Efendimiz mühim kararlar alacağı zaman Ömer (r.a.) ile de istişâre ederdi. Kızı Hafsa vâlidemizi Resûlullah ile evlendirerek Peygamber Efendimiz’in kayınpederi olma şerefine erdi. Efendimiz’i o kadar derin bir muhabbetle severdi ki, O’nun vefat ettiğini duyunca büyük bir şoka girdi, kılıcını çekerek, “Peygamber Efendimiz öldü” diyenlerin kafasını koparacağını söyledi. Peygamber Efendimiz’in vefatı üzerine zuhûr eden karışıklığı, Hz. Ebûbekir’in kısa zamanda halife seçilmesini sağlayarak büyük bir dirayetle önledi. Hilâfeti müddetince Hz. Ebûbekir’in en büyük yardımcısı oldu.
İSLAM’IN İKİNCİ HALİFESİ
Hz. Ebûbekir’in vefâtından sonra İslâm’ın ikinci halifesi oldu. İran, Irak, Suriye ve Mısır’ı İslâm toprakları arasına dâhil etti. Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İskenderiye onun zamanında fethedildi. Kudüs kuşatıldıktan sonra şehirdeki Hıristiyanlar bir müddet direndilerse de nihayet barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, kumandanlardan çekindikleri için şehri bizzat Halîfe’ye teslim etmeyi şart koştular. Durum Ebû Ubeyde (r.a) tarafından bir mektupla Hz. Ömer’e bildirildi. Ömer (r.a.) ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine-i Münevvere’den Câbiye’ye doğru yola çıktı. Câbiye’de yapılan bir anlaşmadan sonra Ömer (r.a.), bizzat Kudüs’e kadar giderek şehri teslim aldı. (16/637)
Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan da dâhil olmak üzere, Horasan’a kadar bütün İran toprakları İslâm Devleti’nin sınırları içine alındı. İslâm ordularının fethettiği bölgelerdeki halk, Müslümanlardan gördükleri müsamaha, adâlet ve güzel ahlâktan müteessir olarak kitleler hâlinde İslâm’a girdiler. Dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuştular.
Hz. Ömer (r.a.) kumandanlarından yeni şehirler kurmalarını, yeni fethettikleri İran şehirlerinde fazla kalmamalarını istedi. Muhtemelen o, bölge insanının âdetlerinin ve lüks anlayışının Müslümanlara geçmesinden korkmuştu. Bu sebeple Müslümanlar için Basra, Kûfe, Fustat gibi düzenli şehirler kuruldu.[5] Ömer (r.a.), Basra ordugâh şehrini kurarken aynı zamanda İran ve Hindistan tarafından gelebilecek deniz akınlarına karşı bir hazırlık yapmış oluyordu. Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tesbit edildi. O, şehrin kurulma vazîfesini sahâbî Utbe bin Gazvân’a verdi. Utbe (r.a), sekizyüz adamıyla o zaman boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip hicrî 14 senesinde Basra şehrinin inşasına başladı.
Sa’d ibn-i Ebî Vakkas (r.a.), Kadisiye’de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı. Ordusu Medâin’de bulunmaktaydı. Ancak buranın iklimi Müslüman askerlerin sıhhati için münâsip değildi. Ömer (r.a.), Hz. Sa’d’dan iklimi güzel ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup orada bir şehir kurmasını istedi. Selmân ve Huzeyfe (r.a), Kûfe mevkiini uygun buldular ve hicrî 17’de kırk bin kişilik Kûfe şehri kuruldu. Amr ibn-i Âs (r.a), Mısır’ın fethinden sonra İskenderiye’yi karargâh edinmek istedi. Ömer (r.a.), haberleşme açısından endişe duyduğu için kendisiyle Mısır’daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını münâsip görmedi. Amr (r.a.) da Nil’in doğusuna geçerek hicrî 21’de Fustat şehrini kurdu.
Verimli Irak toprakları fethedilince Ömer (r.a) oraları askerlere taksim etmedi. Eski ahâlîyi yerinde bırakarak topraklardan haraç aldı. Böylece fâtihler fellâh hâline gelmedi. Öyle olsaydı Müslümanların savaş gücü zayıflar, tecrübeleri olmadığı için ziraat gelirleri de düşerdi. Hâlbuki toprak sâhipleri ziraatı iyi bildikleri için daha iyi mahsul elde ediyor, Müslümanlar da doğuda İranlılarla, batıda Bizanslılarla cihât ediyorlardı. Ayrıca Ömer (r.a.) haraç arazilerinin satın alınmasını da yasakladı. Çünkü onlar bütün ümmetin vakfı idi, gelirlerinden bütün Müslümanlar istifade ediyordu.[6]
HZ. ÖMER’İN (R.A.) DEVLET İDARESİ
Ömer (r.a.), devlet idâresinde mühim yenilikler yaptı, pek çok ilk’e imzâ attı. İdârî, adlî, mâlî ve askerî teşkilâtlar kurdu. Onun devrinde yeni fetihlerle İslâm devletinin hudutları genişlemiş, zaferlerden elde edilen ganimetlerle devlet hazinesi dolup taşmıştı. Bunun üzerine Ömer (r.a.), İslâm’a hizmetlerini göz önünde bulundurarak Müslümanlara maaş bağlamaya karar verdi. Hz. Ömer’in Müslümanlara bağladığı bu maaş, senelik tahsisat şeklindeydi. İlk olarak askerlerin kayıtlarını tutturduğu, fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımını kaydettirdiği “Divan” teşkilatını kurdu. Divan defterinin başına da derece derece Efendimiz’in akrabalarını ve şanlı Bedir Ashâbı’nın isimlerini yazdı.
Kaza (mahkeme işleri)ni bir düzene koymak için vâlilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin etti. Ömer (r.a.) şehirlere tâyin ettiği vâlilerin İslâm’ı yayma ve güzelce öğretme faaliyetleriyle iktifâ etmiyordu. Bilâkis onları, Medîne’den gönderdiği âlimlerle destekliyordu. Bu âlimlerle muhtelif tavsiye ve mektuplar da gönderiyordu. Meselâ içlerinde Abdullah bin Muğaffel’in (r.a.) de bulunduğu 10 kişilik bir sahâbe heyetini Basra’ya, insanlara dînî ilimleri derinlemesine öğretmeleri için göndermişti.[7] Aynı şekilde İmrân ibn-i Husayn’i (r.a.) da Basra’ya, halkına İslâm’ı derinlemesine öğretmesi için göndermişti. İmrân (r.a.) ashâbın fakîhlerinden biriydi.[8]
HİCRİ TAKVİM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Fethedilen bölgelerde okullar açtı, buralara müderrisler tayin ederek Kur’an-ı Kerim’in okunup anlaşılmasına ve onunla amel edilmesine gayret etti. İslâm’ın, Müslüman olan insanlara öğretilmesi ve tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için sahabîlerden ve diğer âlimlerden istifade etti ve onları değişik bölgelere gönderdi. Kur’ân, Hadis ve Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere maaş bağladı. Devletin her tarafında camiler inşa ettirdi. Onun zamanında dört bin adet cami yapıldığı rivayet edilir.[9]
Hz. Ömer (r.a.): “Hicret, hak ile bâtılı ayırdı” diyerek hicreti takvim başlangıcı yaptı. Ali ve Osman (r.a) Hazretlerinin işâreti ile Muharrem ayını sene başı olarak tâyin etti. İnce anlayış ve büyük bir firâset sahibi olan ashâb-ı kirâm, takvim başlangıcını, Allah Teâlâ’nın, İslâm’da ilk inşâ edilen mescid olan Kuba Mescid’i hakkındaki: “…(Medîne’ye hicretin) ilk gününden takvâ üzerine kurulan Mescid…”[10] âyet-i kerîmesinden ilhâmla tesbit etmişlerdir.[11]
HZ. ÖMER (R.A.) DÖNEMİNDEKİ İLKLER
İlk defâ Emîrü’l-Mü’minîn (Mü’minlerin Emîri) diye isimlendirilen odur.
Terâvîh Namazı cemaatle kılınmaya ilk defâ onun zamanında başladı.
Kur’an’ın iki kapak arasına toplanıp yazılmasını ilk dafâ o teklif etti ve bu tahakkuk edinceye kadar ısrarla üzerinde durdu.
Zimmîlere ilk defa alâmet taktıran odur.
İlk defa yazılı kararlar alan odur.
Kumandan ve vâlilerle ilk defa toplantı yapan odur.
İlk defâ İslâm devletine âit para bastıran odur…
Bunun gibi daha pek çok “ilk”e imzâ atmıştır.
Ömer (r.a.), köleliğe karşı şiddetli bir mücâdele verdi. Beytü’l-mâl’in gelirleri düzelince, devlet içindeki bütün Müslüman kölelerin hürriyete kavuşturulmasını vasiyet etti.[12]
Ömer (r.a.), memurlarının, hastalanan köleleri ziyaret etmediklerini anladığında onları vazifeden azlederdi.[13] Kendisi de her cumartesi Medîne’nin kenar semtlerine gider, herhangi bir köleyi gücü yetmeyeceği bir işte çalışırken görürse, bu işi ondan alırdı.[14]
HZ. ÖMER (R.A.) NASIL VEFAT ETTİ?
Ömer (r.a.) hicretin 24. senesinde Zerdüşt bir köle olan Ebû Lü’lü tarafından şehit edildi ve Efendimiz’in ayakları dibine defnedildi. Enes (r.a) şöyle der: “Efendimiz altmışüç yaşında vefat etti. Ebûbekir (r.a.) de altmışüç yaşında vefat etti, Ömer (r.a.) de altmışüç yaşında vefat etti.” (Müslim, Fedâil, 114)
HZ. ÖMER’İN (R.A.) KABRİ NEREDE?
Hz. Ömer’in (r.a.) kabri Peygamber Efendimizin Medine’de vefat ettikten sonra ebedi istirahata çekildiği Ravza-i Mutahhara’nın yanında bulunmaktadır.
Dipnotlar:
[1] Nesebi şöyledir: Ömer b. Hattâb b. Nüfeyl b. Abdüluzzâ b. Riyâh b. Abdullah b. Kurt b. Rezâh b. Adiyy b. Ka’b b. Lüey b. Gâlib. [2] İbn Esîr, Üsdül-ğâbe, IV, 146. [3] H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, I, 210. [4] Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 108; İbn Esîr, Üsdül-ğâbe, IV, 146. [5] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, Riyâd, 1432, s. 360. [6] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, s. 198-199, 361. [7] İbn-i Hacer, İsâbe, IV, 243. [8] İbn-i Hacer, İsâbe, IV, 705-706. [9] Ahmed en-Nedvî, Asr-ı Saadet, I, 317. [10] et-Tevbe, 108. [11] Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, Mısır 1955, I, 248. [12] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, Riyâd, 1432, s. 252. [13] Ramazanoğlu M. Sâmi, Hz. Ömeru’l-Fâruk, s. 158-160. [14] Muvatta’, İsti’zân, 41.
Hz. Osman (r.a.) Kimdir?
İlk Müslümanlardan, Hulefâ-yi Râşidîn’in üçüncüsü, Peygamberimizin (s.a.v.) damadı, sahabilerin önde gelenlerinden Hz. Osman’ın (r.a.) (Osman bin Affan) kısaca hayatı.
HZ. OSMAN’IN (R.A.) KISACA HAYATI
Osman ibn-i Affân (r.a) ashâb-ı kirâmın önde gelenlerinden olup, ilk Müslümanların dördüncüsü ve Hulefâ-yi Râşidîn’in de üçüncüsüdür. Fil Vak’ası’ndan altı sene sonra veya 574 senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Soyu Abdi Menâf’ta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birleşir.[1] Kureyş kabilesine mensup olup Emevî soyundandır. Annesi Ervâ bint-i Küreyz, Allah Rasûlü’nün halası Beyzâ’nın kızıdır.
Hz. Osman (r.a), îman ettiğinde pek çok sıkıntı ve çilelere katlandı. Amcası Hakem ibn-i Ebi’l-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetti ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söyledi. Osman (r.a) dininden kesinlikle dönmeyeceğini bildirince, kararlılığını gören amcası onu serbest bıraktı.[2]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ve yanında bulunan Müslümanlar İslâm’ı açıkladıkları zaman, Mekke’de İslâm’ı duymayan kimse kalmadı. Hz. Ebûbekir, Saîd ibn-i Zeyd ve Hz. Osman (r.a) gibi sahâbîler, insanları İslâm’a gizlice dâvet ve teşvik etmeye koyuldular. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a) gibi sahâbîler de açıkça dâvet etmeye başladılar.[3]
Peygamberimize Damat Oluşu
Hz. Osman (r.a) Müslüman olunca, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz kızı Rukıye’yi onunla evlendirdi. Bu evlilikten ilk çocuğu Abdullah dünyaya geldi. Câhiliye döneminde Ebû Amr künyesiyle çağrılan Osman (r.a) artık bundan sonra Ebû Abdullah künyesini aldı. Sonra kızı Leylâ doğunca da Ebû Leylâ künyesiyle zikredildi.
Üç Hicret Sahibi Müslüman
Hz. Osman (r.a) iki defâ Habeşistan’a, daha sonra da Medine’ye hicret etti.
Hz. Osman (r.a), ikinci defa hicret ettiğinde Habeşistan’da bir müddet kaldı, sonra Mekke’ye geri döndü. Rasûlullah (s.a.v), Medine’ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz. Osman diğer müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. O, Medine’ye ulaştığında Allah Rasûlü’nün şâiri Hassân ibn-i Sâbit’in kardeşi Evs’e misâfir olmuştu. Bundan dolayı Hassân, onu çok severdi.[4]
Allah Rasûlü (s.a.v) onu Mekke’de Abdurrahman ibn-i Avf ile kardeş yaptı. Hicretten sonra Medîne-i Münevvere’de gerçekleştirilen kardeşlik akdinde ise Evs ibn-i Sâbit (r.a) ile kardeş îlân edildi.[5]
Hz. Osman (r.a), hanımı Rukıye (r.a) ağır hasta olduğu için, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in izniyle Bedir Gazvesi’ne katılmamıştı. Hz. Rukıye (r.a), ordu Bedir’de bulunduğu esnâda vefat etmiş, zaferin müjdesi Medine’ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir’de bulunmamış olmakla birlikte Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Hz. Osman’ı Bedir’e katılanlardan saydı ve ganimetten ona da pay ayırdı.[6]
Hz. Osman (r.a), Bedir hâriç, bütün savaşlara katıldı. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Zatü’r-Rikâ ve Gatafan seferlerinde onu Medine’de yerine vekil olarak bıraktı.[7]
İki Nur Sahibi
Birinci hanımı Rukıye (r.a) vefat edince, Allah Rasûlü (s.a.v) onu diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm (r.a) ile evlendirdi. İnsanlık tarihi boyunca Hz. Osman’dan başka hiç kimse bir peygamberin iki kızıyla da evlenmemiştir. Bu sebeple Hz. Osman’a, “iki nur sahibi” mânâsına Zinnûreyn lakabı verilmiştir. Hicretin 9. senesinde Ümmü Gülsüm (r.a) da vefat etti.[8]
Mekke devrinde Habeşistan’a hicret eden Osman (r.a), Medine dönemi boyunca sürekli Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte olmaya gayret etti.
Hz. Osman (r.a), zengin bir tâcir, mükemmel ve zarîf bir cemiyet adamı idi. Medine’de Müslümanların ihtiyaç içinde bulundukları her durumda onlara yardım eder, bilhassa ordu techîzinde hiç bir fedâkârlıktan sakınmazdı. Bu sebeple onun zenginliği medhedilmiş ve başkalarına örnek gösterilmiştir.
Hz. Osman, iffet ve hayâ yönünden de örnek bir şahsiyettir. Allah Rasûlü (s.a.v), meleklerin bile ondan hayâ ettiğini haber vermiştir.[9]
Hz. Ebûbekir (r.a) halife seçilince Osman (r.a) ona bey’at etti. Hz. Ebûbekir, halifeliği boyunca onunla hep istişarede bulunurdu. Hz. Ebûbekir’in vefatından evvel, Hz. Ömer’i halife tâyin ettiğini bildiren belgeyi Hz. Osman (r.a) kaleme aldı. Ebûbekir (r.a), Hz. Osman’ın yazdıklarını ona tekrar okuttuktan sonra mühürletti. Osman (r.a), yanında Hz. Ömer ve Üseyd bin Saîd olduğu hâlde dışarı çıktı ve oradakilere “Bu kâğıtta adı yazılan kimseye bey’at ediyor musunuz” diye sordu. Onlar da “evet” diyerek bunu kabul ettiler.[10]
Hz. Ömer (r.a), son haccında Allah Rasûlü’nün hanımlarının da hacca gitmelerine izin verdi. Yanlarında da Hz. Osman ile Abdurrahman ibn-i Avf’ı gönderdi. Osman (r.a) ara sıra:
“Dikkat edin, kimse hanımlara yaklaşmasın ve bakmasın!” diye nidâ ediyordu. Mü’minlerin anneleri ise, develerin üstündeki hevdeclerde idiler.[11]
HZ. OSMAN (R.A.) DÖNEMİ
Hz. Osman (r.a), 23/644 senesinde halife seçildikten sonra, Hz. Ömer’in yolunu izleyerek siyasetini devam ettirdi. Onun zamanında ordudaki asker sayısı daha da arttı ve fethedilen topraklar genişledi. Başta Sâsânî İmparatorluğu’nun son eyaleti Ermeniye olmak üzere, Kuzey Afrika kıyıları ve Anadolu’nun bir bölümü İslâm devletinin hudutları içine dâhil edildi.
Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığında İslâm fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Osman (r.a), İslâmî tebliğin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. Ermenistan, Horasan, Kuzey Afrika, Kıbrıs, Trablus ve Taberistan’ı fethetti, İran’daki ayaklanmaları bastırıp merkezî yönetimin nüfûzunu yeniden tesis etti.
İslâm ordularının önündeki mâniler kaldırıldıktan sonra Hz. Osman, komutanlarına hiç vakit kaybetmeden Cebel-i Târık’ı geçerek Endülüs’e girmeleri emrini verdi.
Kıbrıs Seferi
Diğer taraftan Muâviye (r.a), Hz. Osman’dan izin alarak, Sûriye sâhillerinde oluşturduğu donanma ile Akdenize açılmış ve Müslümanlar denizlerde de Bizans’a karşı varlık göstermeye başlamışlardı. Bir müddet sonra Muaviye, donanmasıyla denize açılarak, Kıbrıs Adası’na çıktı. Abdullah ibn-i Sa’d, Mısır’dan onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. (Hicrî 28) Bu miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağ idi.[12]
O günlerle ilgili bir hâtırayı Cübeyr ibn-i Nefîr (r.a) şöyle anlatır:
“Kıbrıs fetholununca, ahâlisi dağıtıldı. Halk birbirine ağlıyor, üzüntü duyuyordu. O esnâda Ebü’d-Derdâ Hazretleri’ni, tek başına oturmuş ağlarken gördüm. Ona:
«–Ey Ebü’d-Derdâ! Allah’ın, İslâm’ı ve Müslümanları üstün kıldığı bir günde seni böylesine ağlatan nedir?» diye sordum. Şu cevâbı verdi:
“–Yazıklar olsun sana ey Cübeyr!.. İnsanlar Allâh’ın emrini terkedince, O’nun katında ne kadar da değersizleşiyorlar. Bunlar bir zaman, iktidar ve mal-mülk sahibi, güçlü-kuvvetli kişilerdi. Allâh’ın emirlerini terk ettikleri zaman, işte gördüğün bu duruma düştüler.” (İbnü’l-Esir, el-Kâmil, III, 96-97; Ebû Nuaym, Hilye, I, 216-217)
Ashâb-ı kirâmın, mağlûb ettikleri düşmanları hakkındaki bu müşfikâne duyguları ne kadar ibretlidir. Gözleri, onların malında mülkünde değil, gönüllerinin Allah’a yönelmesinde…
Zâtü’s Sevârî Deniz Zaferi
Hz. Osman devrinde Bizans’a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüphesiz Zâtü’s-Sevârî deniz savaşıdır. Abdullah ibn-i Sa’d’ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir mağlûbiyete uğratıldı. Konstantin, Sicilya Adası’na sığınmak zorunda kaldı. Sicilya ahâlîsi İmparator’un zulmünden usanmış olduklarından Kostantin’i öldürdüler.[13]
Hicretin 32. senesinde Muâviye (r.a) gemilerini İstanbul’a kadar gönderdi.
Osman (r.a) zamanında topraklar çok genişlemiş ve zenginlik iyice artmıştı. Maddî imkânların genişlemesiyle bazı ictimâî değişmeler de başladı.
Hz. Osman’ın hilâfeti 12 sene sürdü. Hilâfeti esnâsında yaptığı mühim hizmetlerden biri de, Ebûbekir (r.a) zamanında toplanıp Mushaf haline getirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’i tekrar kontrol ettirerek çoğaltıp çeşitli merkezlere dağıtması oldu.
Önceki halifeler gibi Osman (r.a) da çok hadis rivayet etmemiştir. Onun Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den rivayet ettiği hadis sayısı 146’dır.
HZ. OSMAN (R.A.) NASIL VEFAT ETTİ?
Hz. Osman (r.a), âsîler tarafından 22 gün muhâsara edildikten sonra 35 yılında (17 Haziran 656 Cuma günü) Medine’de şehit edildi. Şehîd edilirken Hz. Hasan[14] ve Kelb kabilesinden olan zevcesi Nâile bint-i Ferâfisa yaralandı. Hz. Osman’ın na‘şı, geceleyin hanımı ve birkaç samimi dostu tarafından, gizlice defnedildi.
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan dönem, İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmiş, bu tarihten sonra iç karışıklıklar ve fitneler birbirini takip etmiştir.
HZ. OSMAN’IN (R.A.) ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Hz. Osman’ın (r.a.) Şemâili
Hz. Osman Zinnûreyn (r.a) orta boylu, iri kemikli, güzel yüzlü, uzun sakallı ve esmer renkli idi. Âlim, fâzıl, çokça ibâdet eden, sâlih, cömert, kerem sahibi, halim selim, son derece nâzik ve mahcûb bir zât idi. İnsanlar tarafından son derece sevilip sayılan ve hürmet duyulan bir şahıstı. Son derece takvâ ve verâ sahibiydi. Bütün yılını oruçlu geçirir ve her sene haccederdi. Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz onun hakkında:
“Vallahi o, akrabasını en çok gözeten ve Allah’tan en fazla korkan bir kişiydi” demiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 223)
Güzel hâlleri ve fazîletleri çok, sıfatları mükemmel, kerâmet sahibi, tatlı dilli ve güzel konuşan şânı yüce bir zât idi.
Osman (r.a), eli açık, iffetli, yumuşak huylu, herkesle anlaşan, hilim ve şecaat sahibi, müsâmahalı ve cömert idi.
Zâhid, âbid, gözü yaşlı, her şeye ibret nazarıyla bakan, sabr-ı cemîl sahibi, çok şükreden, mütevâzı ve hayâ ehli idi. İnfak ve cömertlikle temâyüz etmiş, fukaraya bol bol ihsanlarıyla tanınmıştı. Evde olan her şeyi infak eder, sirke ile zeytinyağı yerdi. Yemeğin azını, amellerin ise büyük ve çoğunu severdi.
Kur’ân kıraati hususunda Allah Rasûlü’nden ilim alanların en üstünüdür. Kendi başına kıldığı namazlarda Kur’ân-ı Kerîm’i bir rekâtta hatmettiği olurdu. Cemaate namaz kıldırırken de uzun sûreler okurdu. Fürâfisa bin Umeyr (r.a) şöyle der:
“Ben Yûsuf Sûresi’ni, Osman ibn-i Affân’ın sabah namazlarındaki kırâatinden öğrendim. Çünkü o, bu sûreyi çok sık okurdu.” (Muvatta’, Salât, 35)
Hz. Osman’ın (r.a.) Fazîletleri
Osman (r.a), Allah Rasûlü’ne iki defa damat olmuş ve Cennet’le müjdelenmiştir.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir!”[15] hadîs-i şerîfini rivâyet eden Osman (r.a), Kur’ân-ı Kerîm’e büyük hizmetlerde bulunmuştur. Onun Kur’ân’a çok ehemmiyet verip hizmet ettiğini gören halk da bu yolda yürümüş, idârecilerini örnek almışlardır. Nitekim Ebû Abdurrahmân es-Sülemî (r.a), Hz. Osman’ın hilâfet devrinde kıraat hocalığına başlamış ve uzun müddet bu vazîfesine devam etmişti. Zaman zaman, Kûfe’de imâmet ve Kur’ân muallimliği yaptığı mescidi kastederek şöyle derdi:
“–Beni şu makâmımda oturmaya sevkeden şey, Allâh Rasûlü’nün: «Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir!» hadîs-i şerîfindeki müjdeye nâil olabilme arzusudur.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15)
Hz. Osman’ın en mühim hizmetlerinden biri Kur’ân-ı Kerîm’i çoğaltarak belli başlı İslâm merkezlerine göndermesi olmuştur. Yaptığı bu hizmetler sebebiyle “Câmiu’l-Kur’ân: Kur’ân’ı Toplayan” vasfıyla tebcîl edilen Osman (r.a), Kur’ân-ı Kerîm ile çok meşgul olduğu için iki Mushaf eskitmişti. Her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişti.[16]
Hz. Osman (r.a), Cuma gecesi Bakara sûresini okumaya başlar, Perşembe gecesi hatmi tamamlardı. Yani haftada bir hatmederdi. Diğer sahabîlerden İbn-i Mes’ûd (r.a) da, Kur’ân-ı Kerîm’i cumadan cumaya bir defa, Ramazan’da da üç günde bir hatmederdi. Muâz (r.a), üç günden daha kısa sürede bitirmeyi hoş görmezdi. Temim ed-Dârî’nin de haftada bir defa hatmettiği rivâyet edilir.
Osman (r.a), hilmi, vakarı ve cömertliği ile meşhûr olmuştu. Hayatı boyunca pek çok infaklarda bulunmuştur. Müslümanların susuzluk çektiği bir devirde Rûme kuyusunu satın alarak vakfetti. Zorlu sefer olan Tebük’e ordu hazırlanırken en büyük maddî yardımı o yaptı…
Osman (r.a), fazîlette önde gelen sahâbilerdendi. İbn-i Ömer (r.a) şöyle der:
“Biz Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) zamanında insanları derecelendirir ve şöyle sıralardık:
«Ümmet-i Muhammed’in, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den sonra en efdali Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman’dır.»
Allah Rasûlü (s.a.v) bu sıralamayı işittikleri hâlde itiraz etmezlerdi.”[17]
Hz. Osman’ın fazîletine işâret eden bazı âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur:
Meşhur müfessirlerden Dahhâk’ın bildirdiğine göre:
“Allah’a ve Peygamberi’ne îman edenler var ya, işte onlar, Rableri yanında sıddîk (özü sözü doğru olanlar) ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır…”[18] âyet-i kerimesi, herkesten önce müslüman olan sekiz kişi hakkında nâzil olmuştur. Bunlar da Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Talha, Zübeyr, Sa’d ve Zeyd (r.a) Hazarâtı’dır.[19]
Hz. Ali (r.a) birgün insanlara hitâb ederken:
“Tarafımızdan kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar Cehennem’den uzak tutulurlar.”[20] âyetini okumuş ve:
“–İşte Osmân, âyette bahsedilen bahtiyarlardandır” demiştir.[21]
Ashâb-ı kirâm arasında Osman (r.a) kadar güzel ve eksiksiz konuşan biri yoktu. Lâkin o, hatâ yapma korkusuyla hadis rivayet etmekten çekinir ve şöyle buyururdu:
“Beni Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den hadis nakletmekten meneden şey, kendisinden çokça hadis ezberleyen ashâbından olmayışım değildir. Lâkin ben O’nun:
«Kim söylemediğim birşeyi benim ağzımdan uydurursa, Ateş’teki yerine hazırlansın!» buyurduklarını işittiğime şâhitlik ederim.” (Heysemî, I, 143)
Osman (r.a) bütün seneyi oruçla geçirirdi. İlk saatlerinde birazcık uyuduktan sonra geceleri de sabaha kadar ibadet ederdi.[22] Allâh Rasûlü’nün Sünnet’ine candan bağlı idi. O’nun izini adım adım tâkip etmek isterdi.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ehl-i beytine son derece tâzim ve hürmet gösterirdi. Meselâ binek üzerindeyken Allah Rasûlü’nün amcası Abbâs (r.a) yanından geçecek olsa, hemen yere iner ve yaya olarak yürümeye başlardı.
Münâkaşa ve kavgayı sevmez, zulüm ve haksızlıktan da son derece sakınırdı. Bu yüzden kendisini şehid etmek için gelen kâtillere bile mukâbele etmemiştir.
Abdurrahman ibn-i Mehdî şöyle der:
“Hz. Osman’da iki ahlâk vardı ki bunlar ne Ebûbekir Sıddîk’ta, ne de Hz. Ömer’de mevcuttu. Birincisi mazlum olarak şehit edilinceye kadar sabır göstermesi; ikincisi de tüm Müslümanları bir Mushaf-ı Şerif üzerinde toplamasıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 58)
Dipnotlar:
[1] Nesebi şöyledir: Osman ibn-i Affân ibn-i Ebi’l-As b. Ümeyye b. Abdi Şems b. Abdi Menaf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b. Ğâlib el-Kureşî el-Emevî. [2] Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 150. [3] İbn Sa’d, I, 200, Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 123. [4] İbn Sa’d, III, 55-56; İbnül-Esîr, Üsdül-ğâbe, III, 585. [5] İbn Sa’d, III, 56. [6] İbnül-Esîr, Üsdül-ğâbe, III, 586; Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 148. [7] Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 148. [8] Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 153. [9] Ahmed, I, 71; VI, 155. [10] İbn Sa’d, III, 200. [11] Bkz. Buhârî, Cezâu’s-Sayd, 26. [12] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, III, 96. [13] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, III, 117-119; H.İ. Hasan, I, 266-267; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, I, 457-458. [14] Hâkim, Müstedrek, III, 114/4567. [15] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 21. [16] Kettânî, II, 196-197. [17] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 4, 7; Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4627, 4628; Tirmizî, Menâkıb, 18/3707. [18] el-Hadîd, 19. [19] İbnu’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, VIII, 170. [20] el-Enbiyâ, 101. [21] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 492. [22] Ebû Nuaym, Hilye, I, 56.
Hz. Ali (r.a.) Kimdir?
Allah’ın arslanı, dört halife döneminin son halifesi: Hz. Ali’nin radıyallahu anh hayatı.
Hz. Ali kerremallahu veche İslam Devleti’nin 656-661 yılları arasında halifeliğini yaptı. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem hem damadı hem de amcası Ebu Talib’in oğlu olan Hz. Ali kerremallahu veche Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin İslam’a davetini kabul eden ilk erkektir.
HZ. ALİ’NİN (R.A.) HAYATI
Hz. Ali (r.a) ne zaman doğdu?
Hz. Ali kerremallahu veche, Hicret’ten yaklaşık 22 sene önce milâdî 600 yılında Mekke-i Mükerreme’de doğmuştur. Kaʻbe’nin içinde doğduğu nakledilir.[1]
Hz. Ali’nin (r.a) Ailesi
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in amcasının oğlu, damadı ve dördüncü halifesidir. Babası Ebû Tâlib, annesi Fâtıma binti Esed radıyallahu anha, dedesi Abdulmuttalip’tir. Künyeleri Ebü’l-Hasan ve Ebû Türâb, lâkabı Haydar, ünvanı Emîru’l-Mü’minîn’dir. “el-Murtezâ: Kendisinden râzı olunan, Allah’ın rızâsını kazanmış” ve “Esedü’llahi’l-ğâlib: Allah’ın her zaman gâlip gelen kuvvetli arslanı” gibi lakapları da vardı.
Kerremallahu Vecheh Ne Demek?
Çocukluğunda hiç puta tapmadığı için daha sonraları “كَرَّمَ اللّٰهُ وَجْهَهُ: Kerremallahu vecheh: Allah yüzünü mükerrem kılsın, şereflendirsin!” duâsıyla anılmıştır. Sahabe arasında bu şekilde yâd edilen tek kişidir.
Hz. Ali’nin (r.a) Lakabı Nedir?
Tasavvuf erbâbı, Hz. Ali’ye kerremallahu veche “Şâh-ı Velâyet” ve “Sultânü’l-Evliyâ” lâkaplarını uygun görmüşlerdir.
Abdulmuttalip, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz 8 yaşındayken vefât ettiğinde, Hz. Ali’nin kerremallahu veche annesi Fâtıma Hatun radıyallahu anha, Efendimiz’e sallallahu aleyhi ve sellem mürebbîlik ve annelik yapmıştır. Kendi çocukları aç dururken Peygamberimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem karnını doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dururken, o önce Efendimiz’in saçını başını tarar, gülyağıyla yağlardı.
Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem daha sonraki hayatında bu mübarek hanımı sık sık ziyaret ederdi. Fâtıma Hâtun radıyallahu anha, fazilet sâhibi, sâlih ameller işleyen sâlihâ bir İslâm hanımı idi. Hicrî 4. senede Medine’de vefat etti.
İlk Müslüman Erkek
Hz. Ali radıyallahu anh, Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, amcasının yükünü hafifletmek için Hz. Ali’yi radıyallahu anh himayesine aldı ve yetiştirdi. Böylece Ali radıyallahu anh, Beytullâh’ta doğmuş, Beytü Rasûlillâh’ta yetişmiş oldu. 10 yaşlarındayken İslâm ile şereflendi. Hz. Hatice’den radıyallahu anha sonra İslâm’a girmiş, “çocuklardan ilk Müslüman olan kişi” vasfını kazanmıştır.
Hz. Ali radıyallahu anh, Mekke ve Medîne devirlerinde her an Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yanında oldu. Hicret esnâsında Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem yatağında uyuyarak müşrikleri oyaladı ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e zaman kazandırdı. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bıraktığı emânetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Kuba’da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e yetişti.
Peygamberimizin Kardeşi
Hicret’in 5. ayında gerçekleştirilen Muâhât/Kardeşlik akdinde Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi radıyallahu anh kendisine kardeş olarak seçti. O bu iltifat ve lutuf karşısında son derece duygulandı ve:
“–Ben Allah’ın kulu, Rasûlullah’ın da kardeşiyim” diyerek sevinç gözyaşları döktü.
Hz. Ali’nin Hz. Fatıma (r.a) ile Evlenmesi
Ali radıyallahu anh, hicrî 2. senenin son ayında Hz. Fâtıma radıyallahu anha ile evlendi. Ona son derece sevgi ve saygı duyardı. Hatta kendi annesi Hz. Fâtıma’ya radıyallahu anha, hanımı Hz. Fâtıma’ya radıyallahu anha hürmet göstermesini ve ona kesinlikle ev dışı hizmetleri gördürmemesini tavsiye ederdi. (İbn-i Abdilber, el-İstîâb, IV, 374)
Allah’ın Arslanı
Hz. Ali radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in devamlı yanında bulundu ve bütün cihat hareketlerine katıldı. Uhud’da ve Huneyn’de muhtelif yerlerinden yara aldı. Bedir’de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı, hâkim noktaları tesbit ederek Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e bildirdi. Bu mevkîleri işgal ederek Bedir’de mühim bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir Gazâsı’nın başlamasından önce, Kureyşliler ile teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu dövüşte, hasmı Velid bin Muğire’yi kılıcı ile öldürdüğü gibi zor durumda kalan Hz. Ubeyde’nin radıyallahu anh yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. 25 yaşlarında bir delikanlı olarak büyük kahramanlıklar gösterdi. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem arzusu üzerine, Bedir’de yapılan havuzdan bir kırba ile ashâb-ı kirâma su taşıdı. Burada kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı ile Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan, bir de deve verildi.
Hz. Ali’nin (r.a) Çocukları
Hicrî 3. sene Ramazan’ının ortasında oğlu Hasan radıyallahu anh doğdu. 4. sene Şaban ayının 5’inde de Hüseyin radıyallahu anh doğdu. Daha sonra Muhassin isminde bir oğlu ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm isminde kızları oldu.
Zülfikâr Ne Demek?
Hz. Ali’nin radıyallahu anh “Zülfikâr” ismi verilen meşhur bir kılıcı vardı. Ucu iki çatallı olan bu kılıcı, Uhud’da gösterdiği üstün kahramanlık, cesâret ve fedâkarlık sebebiyle Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hediye etmişti. Münebbih bin Haccâc’a âit olan Zülfikâr, Bedir’de ganimet olarak alınmıştı.[2]
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi radıyallahu anh bazen Medîne’de yerine vekil bırakmış, bazen de kumandanlık, sancaktarlık, kadılık gibi vazifelerle muhtelif yerlere göndermiştir.
İlmin Kapısı Hz. Ali (r.a)
Hz. Ali radıyallahu anh, ilk üç hâlife döneminde ne bir idârî vazîfe aldı, ne de yapılan savaşlara katıldı. Sadece Hz. Ömer’in radıyallahu anh Filistin ve Suriye seyahati esnâsında Medine’de askerî vâli olarak kaldı. Medine’de ikâmet edip dînî ilimlerle meşgul olmayı diğer vazifelere tercih etti. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilmi sebebiyle hem Hz. Ebûbekir radıyallahu anh hem de Hz. Ömer radıyallahu anh bilhassa fıkhî mes’elelerde ona mürâcaat etmişlerdir.
Hz. Ömer radıyallahu anh devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip âdeta İslâm devletinin fahrî baş kadısı olarak vazife yaptı. Hz. Ömer’in radıyallahu anh şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle vazifelendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.
Hz. Osman’ın radıyallahu anh hilâfeti döneminde idarî tavrından pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikâyetleri hep bacanağı Hz. Osman’a radıyallahu anh bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman’ı radıyallahu anh muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti. İsyancıları, teşebbüs ettikleri işten vazgeçirmek için ciddî îkaz ve nasihatlarda bulundu, ancak onların halifenin evini kuşatmalarına mâni olamadı. Hâdise ciddî boyutlara ulaştığında ise evlatları Hz. Hasan ile Hüseyin’i radıyallahu anh halifenin evinin önüne nöbetçi olarak gönderdi.
Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra hilâfeti Hz. Ali’ye Hz. Ali radıyallahu anh teklif ettiklerinde, o bu teklifi Talha ve Zübeyr’e yöneltti. Çok ısrar edilmesi üzerine bey‘atı kabul etti.
HZ. ALİ (R.A.) DÖNEMİ
Hz. Ali’nin radıyallahu anh devri, Allah’ın bir takdiri olarak son derece karışık geçti. Hilâfete geldiğinde hâlledilmesi gereken birçok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffîn gibi iç çatışmaları doğurdu. Hz. Ali radıyallahu anh, İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları gidermek için büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.
Bu karışıklıklar esnâsında ikiye ayrılan ashâbın birbirine bakışı ise son derece insaflıydı. Onlar birbirlerine; “Bunlar bize karşı taşkınlık eden kardeşlerimizdir.” diyorlardı.[3] Her şeye rağmen yine de birbirlerine kardeş gözüyle bakabiliyorlardı.[4]
HZ. ALİ (R.A.) NASIL VEFAT ETTİ?
Hz. Ali radıyallahu anh nihayet, Kûfe’de 40/661 yılında bir Hâricî olan Abdurrahman bin Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan (26 veya 28 Ocak) 661 yılında şehit oldu. Bugün Necef diye bilinen Kûfe’ye defnedildi.
HZ. ALİ’NİN (R.A.) ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Hz. Ali’nin (r.a) Şemâili ve Ahlâkı
Ali bin Ebî Tâlib radıyallahu anh, ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve geniş, saçları dökülmüştü. Yüzü güzeldi, gülümserken dişleri görünürdü.
Kuvvetli bir vücut yapısı vardı. Omuzları geniş, elleri sertti.
Hz. Ali radıyallahu anh; âbid, kahraman, cesur, hayırda yarışan, takvâ sahibi ve son derece cömertti. Onun; cömertliği, insanîliği ve Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras, kendisini asırlardır halk inançlarında dâsitânî bir kişiliğe büründürmüştür.
Hz. Ali radıyallahu anh, ölümden korkmayan bir cengâverdi. Ölümden neden korkacaktı ki? Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onu cennetle müjdelemişti. Cennete gideceği kesin olan bir insan ölümden hiç korkar mı? Bu sebeple kiminle mübârezeye çıksa mutlaka onu mağlup ederdi.
O, ilim, takvâ, ihlâs, samîmiyet, fedâkârlık, şefkat, kahramanlık, şecaat ve İslâmı tebliğ gibi yüksek ahlâkî ve insânî vasıflar bakımından müstesnâ bir mevkîye sahipti. Cesaret ve şecaati ile gönüllerde yer edişi onun, “Haydar-ı Kerrâr” ve “Şâh-ı Merdân” sıfatlarıyla tanınmasını sağlamıştır.
O, Kur’ân ve Sünnet’e tam anlamıyla bağlı idi. Dünya ve süslerinden kaçar, onun aldatıcı yaldızlarına aldanmazdı.
Hz. Ali radıyallahu anh, son derece kanaatkâr, zâhid ve kifayet miktarı dünyalıkla iktifâ eden bir şahsiyetti. O; Fâtıma radıyallahu anha ile evlendikleri vakit yataklarının bir koyun derisinden ibaret olduğunu bildirmektedir.[5]
Hz. Ali radıyallahu anh, çokça gözyaşı döküp muhâliflerinin îman ve hidâyetleri için dua edecek kadar hassas, takvâ sahibi ve kâmil bir mü’mindir.
Her şeye ibretle bakar, uzun uzun tefekkür ederdi. Allah korkusundan yetîm bir çocuk gibi ağlar, hasta bir insan gibi tir tir titrerdi. İbâdeti çok sever, riyâzata devam ederdi. Az yemeyi, çok ve büyük işler yapmayı severdi. Dîni aziz tutar, yoksullara çok şefkat, merhamet ve muhabbet beslerdi.
Hiç yalan söylediği, saçma sapan konuştuğu duyulmamış, eğreti bir iş yaptığı görülmemiştir.
Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranır, kimsenin hakkına tecavüz etmezdi. Öylesine mütevazı giyinirdi ki görenler onu çok fakir zannederlerdi. Kendisini Kûfe’de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbise ile câmiye gittiğini naklederler.
Hz. Ali’nin (r.a) Fazîletleri
Hz. Ali radıyallahu anh hiçbir zaman putlara, taşlara, ağaçlara secde ve ibadet etmemiş, onları tavaf etmemiş ve şeytanın yoluna gitmemiştir. İlk Müslümanlardandır.
Enes bin Mâlik radıyallahu anh anlatıyor:
“Rasûlullah Efendimiz pazartesi günü peygamber olarak gönderildi. Salı günü O ve Ali namaz kıldılar.” (Tirmizî, Menâkıb, 20/3728)
Hz. Ali radıyallahu anh âhirette de önderdir. Kendisi şöyle buyurmuştur:
“Ben, kıyamet günü Rahmân’ın huzurunda, insanlarla aramdaki husumetler hakkında hüküm verilmesi için diz çökecek kişilerin ilki olacağım.”
Bu sözü râvî Kays bin Ubâd şöyle izah eder:
“«İşte, Rableri hakkında tartışmaya girmiş iki hasım taraf!»[6] âyet-i kerimesi, Bedir günü mübâreze eden (harp öncesi teke tek savaşan) Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ubeyde y ile müşriklerden Şeybe, Utbe ve Velîd hakkında nâzil olmuştur.”[7]
Şu âyet-i kerîmenin de bu iki grup hakkında nâzil olduğu rivâyet edilir:
“Yoksa biz, îman edip de sâlih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan korkan müttakîleri, yoldan çıkan fâcirler gibi mi sayacağız?” (Sâd, 28) (Alûsî, XXIII, 189)
Şu âyet-i kerimelerin Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali radıyallahu anh hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir:
“…(Rasûlüm!) O ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) infak ederler.” (Hac, 34-35) (Kurtubî, XII, 40)
Mukâtil şöyle der:
“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir”[8] âyet-i kerîmesi Hz. Ali t hakkında nâzil oldu. Bazı münafıklar onu incitmiş ve hoş olmayan şeyler söylemişlerdi. Âyet bunun üzerine nâzil oldu. (Vâhıdî, s. 377)
Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’nin radıyallahu anh fazileti hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Ben kimin dostu (mevlâsı) isem, Ali de onun dostudur.” (Tirmizî, Menâkıb, 19/3713)
“Kim Ali’ye hakaret ederse bana hakaret etmiş olur.” (Ahmed, VI, 323)
Hz. Ali radıyallahu anh her namaz için abdest alırdı. (Kurtubî, [Mâide, 6])
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem çoğu seferde mübarek sancaklarını Hz. Ali’ye radıyallahu anh taşıtmışlar ve onu pek çok birliğin başına kumandan tayin etmişlerdir. Meselâ;
Sefevân seferinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bağladığı beyaz sancağı Hz. Ali radıyallahu anh taşıdı.[9]
Bedir’e giderken Ukâb ismindeki bayrağı Hz. Ali radıyallahu anh taşıdı.[10]
Bedir’den yedi gün sonra çıkılan Karkaratü’l-Küdr seferinde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, beyaz sancağını Hz. Ali’ye radıyallahu anh taşıttı.[11]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Uhud’a giderken Muhâcirlerin sancağını Hz. Ali’ye veya Mus’ab bin Umeyr’e radıyallahu anh verdi.[12]
Hicretin 4. senesi Rebîulevvel ayında Yahûdi kabilesi Benî Nadîr üzerine gidilirken Müslümanların sancağını Hz. Ali radıyallahu anh taşıdı.
Bedru’l-Mev‘id cihad birliğinin sancaktarı Hz. Ali radıyallahu anh idi.[13]
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Hayber Gazâsı’na çıkarken, beyaz sancağını Hz. Ali’ye radıyallahu anh verdi.[14]
Mekke Fethi’ne giderken Muhâcirlerin bayraktarları Hz. Ali, Zübeyr bin Avvam, Sa‘d bin Ebî Vakkas radıyallahu anh idi. (Vâkıdî, II, 819, 820)
Huneyn’de Muhâcirlerin sancaktârı Hz. Ali radıyallahu anh idi.[15]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Sa‘d bin Bekir Oğulları’nın Hayber yahudilerine yardım etmek üzere Fedek’te toplandıklarını haber almıştı. Onlar bu yardımlarına karşılık Hayber’in hurma mahsûlünü alacaklardı. Hayber yahudileri bir yıldan beri Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ile çarpışma hazırlığı içinde idiler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi hicretin 6. yılında Şaban ayında Fedek’te toplanan Benî Sa‘d kabîlesinin üzerine gönderdi.[16]
Görüldüğü gibi Hz. Ali’nin radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem katında mühim bir yeri vardı.
Hz. Ali demek, fazilet demektir; ferâgat demektir; iman, takvâ, adâlet, ihsan, şefkat, iyilik, güzellik, sonsuz aşk ve muhabbet demektir.
Hz. Ali’nin (r.a) İlmî Şahsiyeti
Mü’minlerin Emîri Hz. Ali radıyallahu anh Allah’ın kelâmına çok büyük bir ehemmiyet verdiği için Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân ilimleri husûsundaki ilmi derin idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemişti. Onun şöyle dediği rivâyet edilir:
“Allah’a yemin olsun, hiçbir âyet yoktur ki onun hangi hususta, nerede ve kim hakkında indiğini; gece mi, gündüz mü; ovada mı, dağda mı nâzil olduğunu bilmeyeyim!”[17]
Gerçekten de Hz. Ali radıyallahu anh, İslâm’ın bize kadar gelmesinde büyük rolü olan sahâbîlerden biridir. Devamlı olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yanında bulunduğu için bütün İslâmî ilimlerde sahabenin ileri gelenlerindendir. İnsanları hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla geçmesine rağmen İslâm’ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük gayretleri olmuştur.
Medine’de duruma hâkim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerinin öğretilmesini Ebû Esved ed-Düelî’ye, Kur’an okutma ve öğretme işini Abdurrahman es-Sülemî’ye, tabiî ilimler konusunda öğretmenlik vazifesini Kümeyl bin Ziyâd’a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubâde bin Sâmit ve Ömer bin Seleme’yi vazifelendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; mâliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu.
Hz. Ali radıyallahu anh, İslâm’ın bütün güzelliklerine vâkıftı. Çünkü o, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in devamlı yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Ashâb-ı kiram arasında Kur’ân, hadis ve bilhassa fıkıh alanındaki engin ilmiyle kendini kabul ettirmiş bir otoriteydi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den rivâyet ettiği hadislerin çoğu fıkha dâirdir ve 586 adettir. Ahkâmın nazariyâtından çok amelî keyfiyetine bakar:
“İnsanlara anladıkları hadisleri söyleyiniz! Allah ve Rasûlü’nün tekzip edilmesini ister misiniz?” derdi. (Buhârî, İlim, 49)
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle, rivâyet ettiği hadisler içinde Efendimiz’in şemâiline, ibâdet ve duâlarına dâir olanlar çoktur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir “hadis sahîfesi” vardı. Bizzat kendisinin beyan ettiğine göre bu sahifede, Allah’ın kitabındaki vahiylerden başka Ehl-i Beyt’e has husûsî bilgi ve talimatlar yoktu. Sadece zekâta ve diyete dâir hükümler, düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kâfir için Müslümanın öldürülemeyeceği, Medîne’nin Harem bölgesi sınırları gibi birkaç mühim mevzuya dâir hadisler mevcuttu. Hz. Ali radıyallahu anh, Kur’ân-ı Kerîm ile bu sahîfeden başka Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem husûsî bir tâlimât almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla ifade ederdi.[18]
Hz. Ali radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem daha hayattayken Kur’ân-ı Kerim’in tamamını ezberlemiş ve onun meselelerine hakkıyla vâkıf olan sayılı sahâbîlerden biriydi. Talebesi Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Hz. Ali’den radıyallahu anh daha güzel Kur’ân okuyan birini görmediğini ifade eder.
Hz. Ali radıyallahu anh, Yemen’de kadılık yapmıştır. Hz. Ömer radıyallahu anh:
“–En isâbetli hüküm verenimiz Ali idi” demiştir. (Buhârî, Tefsîr, 2/6)
Bu sebeple ilk üç halîfe, mühim meselelerde Hz. Ali’nin radıyallahu anh fikrini almayı ihmal etmemişlerdir.
Fesahati ve üstün hitabeti ile tanınan Hz. Ali’nin radıyallahu anh güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledilegelmiştir.
Güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali’nin radıyallahu anh herhangi bir eserinden söz edilmediği hâlde ona bir takım kitap ve divanlar nisbet edilmiştir. Yine kendisine pek çok söz izafe edilmektedir. Aşırı taraftarları, hadis ve tefsir ilimlerinde ona birçok görüş nisbet ettikleri için, onun sözlerine ihtiyatla yaklaşılmış, bu hususlarda kendisinden güvenilir pek az rivayet kaynaklarımıza intikal edebilmiştir.[19]
Hz. Ali’nin (r.a) Zühd Hayatı
Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sirruh şöyle demiştir:
“Allah kendisinden râzı olsun, Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali, eğer harplerle meşgul olmasaydı bizim bu Tasavvuf ilmimize dair pek çok incelikleri bize öğretirdi. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün verilmiş biriydi. İlm-i ledün Kur’ân’da Hızır u’a has kılınmış bir ilimdir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: «Biz tarafımızdan (min ledünnâ) ona bir ilim öğretmiştik.» (Kehf, 65).”
Ashâb-ı kirâm içinde Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali’nin radıyallahu anh mânâ, işâret, lafzî tevhîd, mârifet ve iman gibi hususlarda husûsî bir yeri, sûfîlerden ehl-i hakâyık olanlara örnek olacak güzel hasletleri vardır.
Amr bin Hind, Hz. Ali’den radıyallahu anh şöyle nakleder:
“İman kalpte beyaz bir ışıktır. İman arttıkça kalbin beyazlığı artar. İman kemâle erince kalp bembeyaz olur. Nifak ise kalpte siyah bir ışıktır. Nifak arttıkça kalbin siyahlığı artar. Nifak kemâle erince kalp simsiyah kesilir.”
Hz. Ali’ye radıyallahu anh:
“–İnsanların düştüğü ayıplardan en sâlim kalabilen kimdir?” diye sorulmuştu.
“–Aklını emir, günahlardan sakınmayı ve öğüdü dizgin, sabrı kumandan, takvayı azık, Allah korkusunu yoldaş, ölümü hatırlamayı arkadaş edinen kişi” cevabını verdi.
Bir kula akıl, ilim ve beyân (ifade kuvveti) birlikte verildiğinde o kul kemâl ehli sayılır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ashâbı bir müşkille karşılaştıklarında Hz. Ali’ye radıyallahu anh sorarlardı. O da onların müşkillerini çözüp hakikati beyân ederdi.
Hz. Ali radıyallahu anh bir gün paraların saklandığı hazinenin önünde durdu ve:
“–Ey sarı ve beyaz (altın ve gümüş) dünyalıklar, gidin benden başkasını kandırın!” dedi.
Hz. Ali radıyallahu anh ücretle çalışır ve kazandığı bir müdd hurmayı zaman zaman Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem azık olarak getirirdi. Birgün Hz. Ömer’e şöyle demişti:
“–Eğer dostuna kavuşmak istiyorsan gömleğini yama, ayakkabını tamir et, emelini kısa tut ve doymayacak kadar ye!”
Hz. Ömer radıyallahu anh:
“Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu!” demiştir.
Hz. Ali radıyallahu anh şehit edildiğinde oğlu Hasan radıyallahu anh, Kûfe minberine çıkıp halka şöyle hitap etti:
“Dün aranızdan bir adam ayrıldı. Evvel gelip geçen insanlar onu ilimde geçemediler, sonrakiler de ona ulaşamadılar. Rasûlullah onu bir birliğin başında kumandan olarak gönderir ve kendisine sancağını verirdi. O da gittiği yeri fethetmeden gelmezdi. Kendisine tahsis edilen atâdan ayırdığı yedi yüz dirhemden başka ne altın ne de gümüş bıraktı. O parayı da ailesine bir hizmetçi temin etmek için hazırlıyordu.” (Ahmed, I, 199)
Naklolunduğuna göre Hz. Ali radıyallahu anh namaz vakti geldiğinde titrer ve rengi kireç gibi olurdu.
“–Sana ne oluyor, bu hâlin ne ey Mü’minlerin Emîri?” diye soranlara:
“–Allah’ın bize lûtfettiği emanetin vakti geldi. O emanet göklere, yere ve dağlara arzedildi de onlar korkup yüklenmekten kaçındılar. İnsanoğlu bu emaneti yüklendi.[20] Üzerime aldığım bu emaneti edâ edip edemeyeceğimi bilemiyorum” derdi.
Hz. Ali radıyallahu anh der ki:
“Ben ve nefsim, çoban ile koyunları gibiyiz. Nefsimi ne zaman bir tarafa toplamaya çalışsam öbür tarafa yayılmaktadır.”
Dünya malını talep etmeyen ve istemeden gelen dünyalığı reddedip ondan kaçanların önderi Hz. Ali’dir.
Hz. Ali radıyallahu anh der ki:
“Hayrın tamamı dört şeyde dürülüdür: Konuşmak, susmak, nazar ve hareket.
Zikr-i ilâhî dâhilinde olmayan konuşma boştur.
Fikir ve tefekkürsüz susma hatâdır.
İbretle olmayan nazar gaflettir.
Allah’a kulluğa yöneltmeyen hareket, durgunluk ve gerilemedir.
Konuşması zikir ve hayır, susması tefekkür, nazarı ibret, hareketi kulluk olan kişiye Allah rahmet eylesin! İnsanlar, böylelerinin elinden ve dilinden selâmette olurlar.”[21]
Dipnotlar:
[1] Hâkim, Müstedrek, III, 550/6044. [2] İbn-i Sa’d, I, 485. [3] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 535/37763. [4] Bu hususta müslümanların sergilediği şaşırtıcı misaller için bkz. Prof. Dr. Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, Hz. Ali, trc. Şerafettin Şenaslan, İstanbul 2008, s. 632-635. [5] İbn-i Mâce, Zühd, 11. [6] Hac, 19. [7] Buhârî, Meğâzî, 8; Tefsîr, 22/3; Müslim, Tefsîr, 34; İbn-i Mâce, Cihâd, 29; Taberânî, Kebîr, III, 164/2953. [8] Ahzâb, 58. [9] İbn-i Sa‘d, II, 9; İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 112. [10] İbn-i Hişâm, II, 251; İbn-i Seyyid, I, 246; İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 260. [11] İbn-i Hişâm, II, 421; Vâkıdî, I, 182-183; İbn-i Sa‘d, II, 31; İbn-i Seyyid, I, 297. [12] Vâkıdî, I, 215; İbn-i Sa‘d, II, 38-39; İbn-i Seyyid, II, 8; Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, I, 283. [13] Vâkıdî, I, 388; İbn-i Sa‘d, II, 59. [14] İbn-i Hişâm, III, 378; Vâkidî, II, 649; İbn-i Sa‘d, II, 106. [15] Vâkıdî, III, 897; İbn-i Sa‘d, II, 150. [16] Vâkıdî, I, 5; II, 530-531, 562; İbn-i Sa‘d, II, 89; İbnü’l-Esîr, Kâmil, II, 209. [17] Prof. Dr. Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, Hz. Ali, s. 45. [18] Buhârî, İlim, 39; Cihâd, 171; Cizye, 10, 17; Müslim, Edâhî, 43-45; Ahmed, I, 100, 102, 110, 118, 119. [19] Yaşar Kandemir, “Ali” mad., DİA, II, 375. [20] Ahzâb, 72. [21] Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma‘/İslâm Tasavvufu, trc. H. Kamil Yılmaz, İstanbul 1996, s. 137-140.
Talha Bin Ubeydullah (r.a.) Kimdir?
Sahabeden Talha bin Ubeydullah radıyallahu anh’ın hayatı…
TALHA BİN UBEYDULLAH (R.A.) KISACA KİMDİR?
“Künyesi Ebû Muhammed Talha b. Ubeydillâh b. Osmân et-Teymî el-Kureşî’dir. Doğduğu tarih hakkında kesin bir bilgi yoktur. Nesebi Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem ile Mürre’de, Hz. Ebûbekir radıyallâhu anh ile Amr b. Kâ‘b’da birleşir. Annesi Sa‘be bint Abdullah sahâbeden Alâ b. Hadramî’nin kız kardeşidir. İslâm öncesi Mekke’nin önemli tüccarlarından biri olan Hz. Talha radıyallâhu anh ticaret için bulunduğu Busrâ’da karşılaştığı bir rahipten Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini öğrenince hemen Mekke’ye döndü ve Hz. Ebûbekir radıyallâhu anh vasıtasıyla İslâmiyet’i kabul edip ilk müslümanlar arasında yer aldı. Vahiy kâtipliği de yapan Talha radıyallâhu anh hem cennetle müjdelenen on sahâbîden hem de Resûlullah’ın havârisi diye bilinen on iki kişiden biridir. Ayrıca Ashab-ı Şura’ya seçilmiş altı zattan biridir.
Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından Bedir Savaşı esnasında Saîd b. Zeyd radıyallâhu anh ile birlikte Şam yoluna istihbarat için gönderdiği için savaşa katılamamış fakat savaşa katılanlar gibi ganimetten pay almıştır. Uhud Gazvesi’nden itibaren bütün savaşlarda yer aldı. Kahramanca savaştığı Uhud Gazvesi’nde Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’i korurken birçok yerinden yaralandı ve eli çolak kaldı. O gün üzerinde iki zırh bulunduğu için Uhud kayalığına çıkamayan Resûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Talha’nın sırtına basarak oraya çıktı bu sebeple de “Talha’ya -cennet- vâcip oldu” buyurdu. (Tirmizî, “Menâḳıb”, 21) Talha radıyallâhu anh’ın faziletine dair birçok hadis nakledilmiştir.
Talha bin Ubeydullah Hazretleri 656 yılından Irak’ta bulunan Basra yakınlarında atmış yaşlarında şehid edilmiştir. Kabri Basra’nın dışındadır.” (DİA)
TALHA BİN UBEYDULLAH’IN (R.A.) HAYATI
“Gözle görülmeyecek, sayılara sığmayacak kadar Allah’ımızın pek çok nimetleri içinde yaşıyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de buyruluyor:
“Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz.” (İbrahim, 34)
Sevgi de bu nimetlerden bir tanesi… Bedenî gıdamız için yiyip içmeye ne kadar ihtiyaç duyuyorsak ruhumuz için de o derece sevgiye muhtacız. Sevgisiz hayat kuru bir ağaca benzer. Sevgili peygamberimiz: “Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur” buyuruyorlar. Sevgi, insanların birbirleriyle yakınlaşmasını, kaynaşmasını, birlik ve beraberliğini sağlar.
Mümin Allah için sever ve sevilir. Zira o Allah ve Resûlü’nün sevgi halesinde yetişmiştir. O sevgi hayatlarına yön verir, dünyaya aldanmazlar. O sevgi nuru Müslümanı dünya sıkıntılarına karşı sabra, İslam’ın yücelmesi yolunda fedakarlıklara alıştırır. Malını, canını her şeyini Allah ve Resûlü için feda edebilecek bir kıvama getirir. Sahabe-i kiram efendilerimizin hayatına bakılacak olursa bu fedakarlıkların binlerce örneğini bulmak mümkündür.
Habib-i Kibraya (s.a.v.) Efendimiz’in kendisini çok sevdiği ve onu göremeyince: “Ne oldu ki ben o melîh, fasîh dostumuzu göremiyorum.” buyurduğu Hazreti Talha bin Ubeydullah (r.a.) bunlardan sadece biridir.
Uhud günü, Sultanü’l-Enbiya (s.a.v.) Efendimiz’in etrafında pervane gibi dönmüş, onu müşrik hücumlarına karşı himaye etmeye çalışmıştır. Gelen oklara, taşlara, kılıçlara karşı vücudunu siper etmiş otuzdan fazla yerinden yara almıştır. Habib-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz’e yönelen bir kılıcı koluyla karşılayıp çolak kalmıştır. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.): “Allah’ım Talha’ya şifa ver ve onu kuvvetlendir.” diyerek mübarek eliyle Talha’nın bütün vücudunu meshetmesi üzerine iyileşip kalkarak, hemen tekrar meydan-ı mübarezeye koşması unutulmayacak kahramanlıklardandır. Allah Resûlü (s.a.v.) Efendimiz onun hakkında: “Talha mustehıkkı Cennet oldu.” tebşiratında bulunmuşlardır. Yani, Cennet Talha’ya vacib oldu. Ayrıca ona “Talhatü’l-hayr,” “Talhatü’l-cud,” ve “Talhatü’l-Feyyaz” lakaplarını vermişlerdir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdu:
“Uhud günü, yeryüzünde sağımda Cebrâil’den, solumda Talhâ bin Ubeydullah’tan daha yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!”
Uhud günü gösterdiği fedakarlıkarı Hz. Aişe (r. anha) validemiz: “Her ne zaman Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanında Uhud günü anılsa: “Bugün tamamen Talha’nın günüdür.” derdi diye söylerdi.
Onun cûd u sehasına dair bir misal çocuğundan naklen şöyle anlatılır:
“Talha (r.a.) güzel bir rida giyinmiş aramızda yürürken bir adam ridasını kaptı, kaçtı. Koşup başkaları onun elinden aldılar. Talha dedi ki: O ridayı ona veriniz. Adamın mahcubiyetini görünce: “Bunu al. Allah bunu sana mübarek kılsın. Ben üzerimdeki bir şeyi isteyen kimsenin arzusunu boşa çıkarmaya Allah Teala’dan haya ederim.” diyerek adamın gönlünü aldı ve ridayı ona verdi.
Hz. Ali (r.a.) onun hakkında: “İşte bu Ebu Muhammed Talha’dır (r.a.) ki ekseriyetle kendinden bir şey istenmeden verir.”
Gönüllerinde zerre kadar gıll ü gış bulunmadan, her türlü kin, gazap, hasetten uzak, saf, berrak bir gönle sahip olmak ne büyük bahtiyarlıktır.
Hz. Ali (r.a.) Cemel Vakası’nda Talha’nın (r.a.) şehadetini duyunca çok ağlamış ve: “ey Talha! Benim ve senin şu ayette “Biz Cennet’teki müttekiylerin gönüllerindeki kin ve husumeti çıkarmışızdır. Kardeş olarak karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar ve birbirlerine yüz çevirmezler.” (Hicr: 47) buyurulan bahtiyar müttekiylerden olmamızı temenni ederim” demiştir.
Ehl-i Cennet’in gönüllerinde gıll ü gış kalmaz, hıkdü kin durmaz. Takvaya ermiş bir Müslümanın şiarından biri de kin tutmamaktır. Allah Teala mutteki kalplerde kin bırakmaz. Geçmişte olmuşsa siler.
Hz. Ali (r.a.): “Ümid ederim, Osman, Talha, Zübeyr ile ben bunlardan olayım” demiştir.
Talha bin Ubeydullah (r.a.) aşere-i mübeşşereden olup ilk Müslüman olan sekiz kişidendir. Ashab-ı Şura’ya seçilmiş altı zattan biridir. Cemel Vakası’nda altmış yaşlarında olduğu halde Mervan’ın okuyla şehit olmuştur. Künyesi Ebu Muhammed’dir.
Cenab-ı Hak’dan şefaatini ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e gösterdiği fedakarlıkların bizlere örnek olmasını niyaz ederiz.” (Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, 1991 – Nisan, Sayı: 62)
TALHA BİN UBEYDULLAH’IN (R.A.) KABRİ NEREDE?
Talha bin Ubeydullah Hazretlerinin mezarı Irak’ta Basra yakınlarında olduğu kaynaklarda geçmektedir.
Zübeyr Bin Avvam (r.a.) Kimdir?
Zübeyr bin Avvam (r.a.) Peygamber Efendimiz’in halası Hz. Safiyye’nin (r.anha) oğludur. Cennet ile müjdelenen 10 sahabiden birisidir. Küçük yaşta babasını kaybetti. Velâyetini amcası Nevfel üstlendi ve onun yanında büyüdü.
ZÜBEYR BİN AVVAM’IN (R.A.) HAYATI
Zübeyr bin Avvam (r.a.) 594 veya 595 yılında Mekke’de doğdu. Babası Hz. Hatice’nin kardeşi Avvâm b. Huveylid, annesi Resûl-i Ekrem’in halası Safiyye bint Abdülmuttalib’dir. Soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay b. Kilâb’da Resûl-i Ekrem ile birleşir.
İman bir nurdur. Müminin hayat ışığıdır. Onunla canlı ve diri kalır mümin. Onunla davranışları netleşir, berraklaşır. Onunla güzelliklere açılır. Samimiyet, sadakat kazanır. Küfür ise, karanlıklar dehlizidir. Orada her şey örtülü ve gizlidir. O dehlize battığı için yolunu şaşırmıştır kafir. Sözü, özü birbirine karışmış, davranışları bulanık, samimiyetten, emin ve güvenilir olmaktan uzak kalmıştır.
İslam, karanlıklar içinde bocalayan hayatlarını hiç bir ölçüye koyamamış insanlara güneş gibi ışık tutmuş, önce onların gönüllerini aydınlatmış, sonra o aydınlık içinde yaşamalarını istemiştir.
İman nuruyla buluşup, Allah Resulü’ne teslim olan sahabe-i kiram, işkence ve zulüm karşısında bile imanlarında sebat etmişlerdir. O nur, gönüllerinde ihlas, sadakat, tevekkül, cesaret, feragat ve fedakarlık çiçekleri açmasını sağlamıştır. Saadet asrı bunun örnekleriyle doludur.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HAVARİSİ
Sevgili Peygamberimizin: “Her Peygamberin havarisi yani samimi dostu vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir.” buyurduğu Hazret Zübeyr İbnü’l-Avvam (r.a.) bu iman erlerindendir.
Genç yaşta (15 yaşlarında iken) Hz. Ebubekir (r.a.) vasıtasıyla Müslüman oluyor. Kureyş müşriklerinin işkencelerine maruz kalıyor. Ama imanından hiç bir zaman taviz vermiyor.
Bir gün amcası, Zübeyr’i (r.a.) hasıra sarıp ateşe veriyor da “Muhammed’in Rabbini inkar et, kurtarayım!…” diyor. Zübeyr (r.a.) ise: “Hayır… Vallahi asla küfre dönemem!” diyerek karşı koyuyor.
Yine İslam’ın ilk günlerinde Resulullah’ın (s.a.v.) öldürüldüğüne dair bir haber yayılıyor Mekke’de. Zübeyr (r.a.) yaşının küçüklüğüne bakmadan hemen kılıcını kuşanıp bu haberi araştırmak üzere Mekke sokaklarına çıkıyor. Öyle niyet içinde ki, eğer bu haber doğru çıkarsa kılıcını bütün Kureyş’in boynundan geçirecek. Bu niyetle dolaşmaya başlıyor. Zübeyr Mekke’nin üst sokaklarında gezinirken Resulullah (s.a.v.) ile karşılaşıyor. Allah Resulü (s.a.v.) ona ne olup bittiğini soruyor. Zübeyr de duyduğu haberi aktarıyor. Bunun için kılıcını kuşandığını, haberi araştırmaya çıktığını söyleyince, Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Kendisinin devamlı hayırda olması ve kılıcının galib gelmesi için” dua ediyor.
SELL-İ SEYF NEDİR?
Hazreti Zübeyr (r.a.) İslam’da ilk önce “sell-i seyf” yapan yani, “kılıcını çeken” kişi olarak nitelenir bu yüzden. Bir çığır açmak, hayırlı işlerde öncülük yapmak, İslami güzellikleri yaşamada örnek olmak, kapanmayan bir sevap kapısını elde etmektir.
Hazreti Zübeyr’in (r.a.) de kıyamete kadar Allah yolunda kılıç sallayanlardan ecir alacağım Cibril-i Emin Resul-i Ekrem’e (s.a.v.) gelerek haber veriyor. Şöyle ki:
“Allah sana selam ediyor ve buyuruyor ki, Zübeyr’e benden selam söyle ve ona müjde ver. Kıyamete kadar Allah yolunda ne kadar kılıç sallayan mücahit varsa, onların ecirlerinden bir şey eksiltmeden hepsinin sevabı kadar Zübeyr’e de verilmiştir. Çünkü O, Allah yolunda kılıcını sallayanların ilkidir.”
Sevgili Peygamberimiz Talha (r.a.) ile Zübeyr’den (r.a.) çok söz ederler, her ikisinin de aralarında büyük benzerlikler olduğunu belirterek vefakarlık, cömertlik, cesaret ve yiğitliklerini anlatırlarmış. Nesebleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nesebiyle birleşiyor bu iki sahabenin. Şehadetleri de aynı hadisede gerçekleşiyor.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN CENNET’TEKİ KOMŞULARI
Hazreti Ali (r.a.) Resulullah’tan (s.a.v.) şu iki kulağımla: “Talha ve Zübeyr benim Cennet’te komşularımdır.” buyurduğunu işittim diye nakleder.
O vefalı, cesur, güçlü, şerefli bir yiğitti. Yermük harbinde tek başına bir orduydu. Ordusunun bozulduğunu görünce: “Allahü Ekber” diyerek tek başına kılıcım bir sağa bir sola sallayarak dağ gibi Bizans ordusunu yarıp geçmiş ve safların ortasından geri dönmüştür.
O ne emirlik ne memurluk hiçbirini istememiş malı çok olmasına rağmen borçlu olarak vefat etmiştir. Çünkü, malı canı Allah yoluna feda eylemiştir.
Dünyada cennetle müjdelenen ilk on sahabi arasında bulunan Hz. Zübeyr (r.a.) ashab-ı şüra’dandır. Annesi Safiyye (r. anha) Abdülmuttalib’in kızı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in de halasıdır. Babası Avvam, dedesi Huveylid’dir. Zevcesi Esma Zatü’n-Nitakayn’dır. Hz. Hatice (r. anha) da Zübeyr’in (r.a.) halasıdır.
Cemel vak’asında 64 yaşlarında şehit olan Hz. Zübeyr’in (r.a.) şefaatini ve samimi bir dost, eli açık cömert, vefalı, Allah yolunda, İslami tebliğte cesur olabilmeyi niyaz ederiz.
Abdurrahman Bin Avf (r.a.) Kimdir?
Saadet devrinde sevgili Peygamberimiz ve ashabı türlü sıkıntılar, zorluklar çekmişti. Ama hepsi bir gaye için, hedefe ulaşmak içindi. Onlar kıyamete kadar yıldızlar gibi bu ümmetin önünü aydınlatacak hayatımıza ışık tutacaklardır. Sözleriyle, halleriyle, yaşantılarıyla…
Mal canın yongasıdır derler. Verebilmek zordur. Ama gaye Allah’ın rızası olursa her şey O’na feda edilebilir. Saadet devrinde kurulan kardeşlikler verilen sadakalar yapılan yardımlar hep bu gaye içindi. Mal da can da Allah ve Resûlü’ne feda edilmişti. Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) hayatı bu yönde güzel bir örnektir.
O ilk sekiz Müslümandan biri. Hz. Ebubekir Sıddîk (r.a.) vasıtasıyla İslâm’a girdi. Hayatta iken Cennet’le müjdelenmiş. Vermek, bezletmek onun ayrılmaz vasfı olmuştur.
Medine’ye hicretinde Fahri Kainat (s.a.v.) Efendimiz onu Saîd bin Rebî (r.a.) ile kardeş yapmıştır. Saîd (r.a.) Medine’nin zenginlerindendi. Hemen Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile malını, servetini paylaşmak ister. Fakat Abdurrahman (r.a.) ona: “Kardeşim! Allah sana, malına, mülküne, çoluk çocuğuna bereket versin. Sen bana çarşının yolunu göster. Ben orada biraz alış-veriş ile meşgul olur, ihtiyacımı karşılarım” diye cevap verir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, Abdurrahman’ın (r.a.) bu sözlerini duyunca pek memnun olur ve ona hayır duada bulunur. Kısa zamanda zengin olan Abdurrahman bin Avf (r.a.): “Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görürüm” der.
UHUD GAZİSİ
Canıyla malıyla sevgili Peygamberimize hizmet eden Abdurrahman İbn Avf (r.a.) Uhud’da yirmi yerinden yara almış fakat Efendimizin yanından hiç ayrılmamıştır. “Ceyşü’l-Usre” denilen Tebük seferi için malının tamamını bağışlamıştır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin vefatlarından sonra validelerimizin hizmetlerinde bulunmuş. Bir defasında bağını satıp, parasını annelerimize hediye etmiştir.
Bir defasında da 700 deve yüklü kervanı Medine’ye girince büyük bir gürültü olmuştu. O sene Medine’de kıtlık vardı. Aişe (r.anha) validemiz: Bu ne gürültü? diye sorar.
Abdurrahman bin Avf’ın kervanı geldi. Buğday, un, yiyecek taşıyor, denilince Aişe (r. anha): “Allah onun verdiklerini dünyada bereketlendirdi. Ahiretteki sevabı da daha büyüktür. Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle dediğini duydum: Abdurrahman bin Avf emekleyerek Cennet’e girecektir.”
ALLAH YOLUNDA İNFAK
Bu müjde Abdurrahman bin Afv’a (r.a.) ulaştırılınca, 700 deve yüklü o büyük kervanını Allah yolunda infak eder.
O son derece kerîm idi. Serveti arttıkça cömertliği de o nisbette artıyordu. Allah yolunda dağıtmak onun zevki haline gelmişti. Kalbi, Allah, Resûlullah sevgisiyle dolu, iffetli, merhametli, müşfik ve çok cömertti. Dünyayı ahirete tercih etmemiş, servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemişti. Önce tam Müslümanca yaşamayı her şeyin üstünde tutmuştu.
Hz. Ali (r.a.) onun hakkında Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) “Sen sema ehli içinde eminsin, sen ehl-i arz içinde de eminsin.” dediğini duydum der.
Hicretten önce (m. 580) tarihinde doğan Abdurrahman İbn Avf (r.a.) hicretten sonra 31 (m 653)’de 75 yaşlarında vefat etmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırmış Cennetü’l-Baki’ye defnolunmuştur. Rabbimizden şefaatlarini niyaz ederiz.
Sad Bin Ebi Vakkas (r.a.) Kimdir?
Hazret-i Sad, cennetlik oldukları Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenen on bahtiyar sahâbîden biridir. Kureyş kabilesinden ve Benî Zühre soyundandır. Peygamber Efendimiz’in annesi Hz. Âmine de Benî Zühre’ dendi. Bu sebeple Efendimiz, Sad Bin Ebi Vakkâs’a “Benim dayımdır” derdi.
ALLAH YOLUNDA İLK KAN DÖKEN KİŞİ
Onun İslâmiyet ile ilk şereflenen sahâbîlerin beşincisi veya yedincisi olduğu söylenir. Müslüman olduğu zaman daha on yedi yaşında bir delikanlıydı. Bu hâlini “Müslüman olduğumda yüzümde henüz tüy yoktu” diye anlatmıştı. Onun bir özelliği de Allah yolunda ilk ok atan ve ilk kan döken kimse olmasıdır. İlk kan dökmesi olayı şudur:
Sad (r.a.) İslâmiyet’i kabul ettiği zaman müşriklerden biri ona hakaret etti. O da bir devenin çene kemiğini kaptığı gibi adamın başını yardı. Allah yolunda yere düşen ilk kan bu oldu. Uhud Gazvesi’nde düşmana bin ok attı. Bu savaşta Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona bir yandan ok veriyor, bir yandan da:
– “Anam, babam sana fedâ olsun, ey Sad! At!” buyurarak kendisini destekliyordu. Bütün savaşlarda Hz. Peygamber’in yanından ayrılmadı ve onun daha nice hayır dualarını aldı. Onun başarılarını artıran Efendimiz’in:
– “Yâ Rabbî! Okunu doğrult ve duasını kabul et!” şeklindeki niyâzlarıdır. Bu sebepledir ki, Hz. Sad attığını vurur, Cenâb-ı Hakk’a arzettiği dualar kabul edilirdi. Bunu bilenler onun bedduasını almaktan korkarlardı.
Resûl-i Ekrem’in hadîs-i şerîfte haber verdiği mûcize gerçekleşti ve nice ülkeler onun eliyle fethedilerek İslâm diyârı oldu. İran fâtihlerinin ilki, Kâdisiyye Savaşı’nın başkumandanı ve Kûfe’nin kurucusu o idi. Daha sonra Kûfe valisi oldu.
Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçecek altı kişilik heyette Sa`d’ı da görevlendirdi. Sad Bin Ebi Vakkâs (r.a.), Hz. Osman şehit edildikten sonra bir köşeye çekildi ve hiçbir olaya karışmadı. Onun bu tutumunu Hz. Ali şöyle değerlendirmişti:
– Sa`d ile Abdullah İbni Ömer’in bu tarafsız davranışları çok yerindedir. Bu olaylarda bir köşeye çekilmekte günah varsa, herhâlde o günah küçüktür. Sevap varsa, o da şüphesiz çok büyüktür.
Sad Bin Ebi Vakkâs (r.a.) seksen yıldan fazla bir hayat sürdü. Hadîs-i şerîfte anlatılan olayın meydana geldiğinde sadece bir kızı olmakla beraber, sonraları birkaç defa evlendi ve birçok çocuğu oldu. Nihayet hicretin 55. yılında Medine’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince, sakladığı eski bir abayı getirterek:
– Benim kefenim bu olsun. Zira Bedir Gazvesi’nde düşmanlarla çarpışırken üzerim de bu cübbe vardı. Şimdiye kadar onu bu maksatla saklamıştım, dedi. Aşere-i mübeşşere’den en son vefat eden o oldu.
Rivayet ettiği 215 hadisin 115 tanesi hem Buhârî’nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer aldı. Allah ondan razı olsun.
Ebu Ubeyde Bin Cerrah (r.a.) Kimdir?
Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hicretten kırk yıl önce 583 yılında Mekke’de doğdu.Hz. Peygamber’in onuncu dedesi olan Fihr’de Resûlullah ile soyları birleşir. Benî Hâris kabilesinden olan Ebû Ubeyde, Câhiliye devrinde Mekke’de okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olduğu için Kureyşliler kendisine değer verirdi. Ebû Ubeyde, Hz. Peygamber’in İslâm’a davete başladığı ve henüz Dârülerkam’a girmediği günlerde Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla müslüman oldu. İslâmiyet’in yayılması için büyük çaba gösterdi ve bu sebeple Kureyşliler’in ağır baskılarına mâruz kaldı. İşkenceler dayanılmaz hale gelince 616 yılında yapılan İkinci Habeşistan Hicreti’ne katıldı. Ancak bir müddet sonra Mekke’ye döndü. Daha sonra Medine’ye hicret etti.
EBU UBEYDE BİN CERRAH (R.A.) KİMDİR?
Her dava yetişmiş insan ister. Bilgiyle, güzel ahlakla mücehhez azimli, cesur, sebatkar ve emin insan…
Her devirde emin insan aranmış, hayatın her safhasında ona ihtiyaç duyulmuştur. Yönetimde, eğitimde, tebliğde… Bir hizmetin ifasında bir emanetin yerine ulaştırılmasında… İşin yürümesi, sözün tutulması, sırrın saklanmasında güvenilir, emin insan.
İslâm’ın nesilden nesile taşınsası, ümmetin birliğinin sağlanması o insanla gerçekleşmiştir. Onun için saadet çağından günümüze kadar hep o insanın özlemi çekilmiştir.
Bakınız Hazret-i Ömer (r.a.) da aynı hasretle: Bir gün halifeliği zamanında bu evde otururlarken arkadaşlarına:
“Bir şeyler isteyiniz, temenni ediniz” dedi. İçlerinden birisi:
“Allah yolunda infak etmek için şu ev dolusu altınım olsun istiyorum.” dedi. Hz. Ömer:
“Daha isteyin” dedi. Bir başkası:
“Şu ev dolusu inci, zerberced ve yakutum olsun da Allah yolunda infak edeyim, bunu istiyorum” dedi. Hz. Ömer (r.a.):
“Daha isteyin” deyince:
“Bu sözleriyle Emirü’l-Müminin ne demek istiyor anlamıyoruz?” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
“Ben istiyorum ki şu ev, Ebu Ubeyde bin Cerrah gibi rical ile dolu olsun” dedi.
ÜMMETİN EMİNİ
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) onun hakkında: “Her ümmetin emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebu Ubeyde’dir” buyurmuşlardır.
Biz de Hazreti Ömer (r.a.) gibi “rical” isteyelim. Emin, güvenilir insan. Dostun düşmanın kabullendiği, hayatında bir kerecik olsun yalan söylememiş, dürüst insan. Ümmetin birliği, ümmetin güvenliği için, ona muhtacız. Müslüman da, Hristiyan da, müşrik de, bu insana hasret. Bakınız Muhammed İbni Cafer anlatıyor:
“Resulullah’ın huzuruna bir grup Hristiyan geldi ve şöyle dediler:
“Ey Ebul Kasım! Biz mallarımızın taksiminde anlaşamadık. Bu konuda bize hakemlik edecek emin bir kişi gönder. Siz bizce makbulsünüz.” Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de Hz. Ebu Ubeyde’yi (r.a.) çağırdı ve:
“Onlarla birlikte git, anlaşamadıkları konularda, aralarında hak ile hükmet” buyurdular.
Yine hicretin onuncu senesinde Necran Nasara’sının cizyesini alıp götürmek üzere bir emin adam istediklerinde, Fahr-i Alem (s.a.v.) Efendimiz: “Bu ümmetin emini budur” diyerek Hz. Ebu Ubeyde’yi (r.a.) tayin etmişlerdir.
Sevgili Peygamberimizin dar-ı beka’ya irtihallerinden sonra, Müslümanların başına gelen en zor hallerden biri de halife seçimidir. Bir yandan Habib-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin firakıyla yanan ashab, diğer yandan birliği sağlamak ve halife seçimi ile uğraşıyordu. İşte bu ortamda Hz. Ebu Ubeyde’nin (r.a.) Hz. Ebubekir’e (r.a.) biati ve Hz. Ali’ye (r.a.) giderek onun da beyatına vesile olması, münazaayı bertaraf ve muhabbeti ihya da önemli bir unsur olmuştur.
Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.) hayatında Cennet ile müjdelenmiş on kişiden (Aşere-i mübeşşere) olup, sahabe arasında ünvanları “Eminü’l-ümme” dir. Hz. Ebubekir (r.a.) vasıtasıyla Müslüman olmuştur. Çok mütevazi, haya sahibi, karşısındakine güven veren, sevimli bir yüze sahipti. Zayıf bedenli, uzun boylu ve ince yüzlüydü. Ciddi konularda hemen kükrer, bir arslan kesili verdi.
Hicri 18 tarihinde 58 yaşında vefat etmişlerdir. Kabr-i şerifleri, Ürdün’de Şeria nehrinin batısında “Amtan” köyündedir. Cenab-ı Hak’dan onun şefaatini ve her birimizin de Ebu Ubeyde (r.a.) gibi ümmetin emini olabilmeyi niyaz ederiz.
Said Bin Zeyd (r.a.) Kimdir?
Aşare-i Mübeşşere’den, yani dünyâda iken “Cennetle müjdelenen on sahâbî”den biri. Künyesi Ebû Aver ve Ebû Sevir idi. Nesebi Sa’îd bin Zeyd bin Amr bin Nüfeyl bin Rezâh bin Adiyy bin Kâ’b bin Lüeyd idi.
PEYGAMBERİMİZLE AKRABA
Kâ’b bin Lüey’de Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm) ile nesebi birleşir. Annesi Fâtıma binti Ba’ce İbni Halef el-Huzariyyedir. Dedesi Amr, Hazret-i Ömer’in (r.a.) amcasıdır. Hazret-i Ömer’in (r.a.) hem eniştesi hem de kayınbirâderidir. Kızkardeşi Âtike binti Amr, Hazret-i Ömer’in, onun kızkardeşi Fâtıma (r.a.) da kendisinin hanımı idi.
Saîd bin Zeyd (r.a.), Medine’ye yakın yeşilliği bol ve güzel bir yer olan Akîk’te yetmiş yaşlarında vefât etti. Cenâzesini Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) yıkayıp, techîz etti. Abdullah bin Ömer (r.a.) namazını kıldırdı. Medine’de Bâki Kabristanlığına Ashâb-ı Kiram‘ın omuzları üstünde getirilip, Sa’d bin Vakkas (r.a.) ile Abdullah bin Ömer kabre indirerek defnedildi.
Hazreti Saîd bin Zeyd (r.a.) İslam ile ilk şereflenenlerdendir. Babası Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Hz. Ömer’in (r.a) amcazadesidir.
PUTLARA HİÇBİR ZAMAN TAPMADI
Hayatında hiçbir zaman putlara tapmayan Zeyd, onlar adına kesilenleri de yememiş, daima Hanif dinini aramış, Tevhid yolunu tutmuş bir bahtiyardır. O cahiliye adetlerinden uzak kalarak yaşamış, çevresinde yüksek zekası, ahlak ve seciyesi ile tanınmıştır. O diri diri kumlara gömülmek üzere olan kızları kurtarmak için çalışmış kızını öldürecek kişiye “- Onu öldürme. Onun bütün ihtiyaçlarını ben temin edeceğim, diyerek elinden almıştır. O çocuk büyüyüp yetiştiğinde de babasına ‘ işte kızın, istersen sana vereyim, istersen ihtiyaçlarını karşılamakta devam edeyim” dermiş.
“BEN PUTLAR ADINA KESİLENLERİ YEMEM”
Abdullah ibni Ömer’in (r.a.) naklettiğine göre Zeyd, Resul-i Ekrem Efendimiz ile bi’setden evvel Mekke civarında Beldah vadisinde karşılaşmış o zaman henüz vahiy gelmemişti. Müşriklerin hazırlayıp getirdikleri yemeği sevgili Peygamberimiz yemeyince Zeyd bin Amr’da yememiş ve “Ben putlar adına kesilenleri yemem.” diyerek basiretini göstermiştir.
Kureyş’in putlar adına hayvan kesmelerine çok üzülen Zeyd onları devamlı ayıplardı. Bir gün Kabe’de kesilmek üzere putların önüne sürülen koyunlara bakarak “Ey Kureyş topluluğu Allah koyunu yarattı. Onun için gökten yağmur yağdırdı. Yerde ot bitirdi de koyun onunla doydu. Ama siz onu başkasının adına kesiyorsunuz. Ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum” dedi Bunun üzerine amcası Hz. Ömer’in (r.a.) babası Hattab “Kahrolası bu sözleri devamlı söylüyorsun sabrediyoruz. Artık dinlemekten sabrımız tükendi” diyerek tokatladı. Sonra da kavminin ayak takımını onun üzerine saldırttı. Zeyd, bu hadiselerden sonra Mekke’den uzaklaştı. Hira dağına kaçar, geceleri gizli gizli ancak Mekke’ye girerdi.
Bir defasında gizli olarak Varaka bin Nevfel, Abdullah ibni Cahş, Osman ibnul-Haris ile ayrı ayrı görüşen Zeyd, onlara “Vallahi siz kavminizin hiç bir dine mensup olmadığını, İbrahim’in dininden çıkıp onu kabul etmediklerini biliyorsunuz. Eğer kurtuluşu istiyorsanız kendiniz için gireceğiniz bir din arayın.” diyerek onları Hanif dinine teşvik etti.
HZ. İBRAHİM’İN (R.A.) DİNİ NEYDİ?
Bu dört kişi Hanif dinini öğrenmek üzere o zamanda yaşayan Yahudi, Hıristiyan alimlerine gittiler. İbrahim dini hakkında bilgiler aldılar. Varaka ibni Nevfel, Hıristiyan oldu. Abdullah İbni Cahş ve Osman ibnü’l-Haris hiçbir şeye ilgi duymadılar. Zeyd ibn Amr, bu arayışını kendisi şöyle anlatır:
“-Yahudiliği ve Hıristiyanlığı inceledim. İkisinde de içimi rahatlatacak bir şey bulamadım. Orada burada İbrahim dinini aramaya başladım. Nihayet Şam’a gittim. Bir rahiple karşılaştım. Ona Hanifliği sordum. O da Yahudi ve Hristiyanlığa benzemeyen, yalnız Allah’a ibadet eden Hazreti İbrahim’in dinidir.” diye cevap verdi. İşte ben bu dini istiyorum dedim. Rahip bana:
“Evet. Ey Mekkeli! Senin İbrahim dinini aradığını anladım. Sen öyle bir din istiyorsun ki, seni ona eriştirecek kimse bulamayacaksın. Fakat sen hemen memleketine dön Allah senin kavminden İbrahim dinini yenileyecek son bir Peygamber gönderecektir. Gelmesi yaklaşmıştır. Durma git, belki de zuhur etmiştir.” dedi. Ben de oradan ayrıldım.
BABASININ DUASI
Zeyd, son Peygamberi görme aşkıyla Mekke yolunu tuttu. Bu arada Allah, Peygamberi Muhammed’i (s.a.v.) hak diniyle göndermişti. Yolda bedevîlerin saldırısına uğrayan Zeyd bin Amr, Hak Peygambere ulaşamazdı. Son nefeslerinde iken oğlu Saîd için Cenab-ı Hakk’a “Ya Rabbi Oğlum Saîd’i ondan mahrum etme!” diye duada bulundu.
Hz. Ömer (r.a.) ile oğlu Saîd (r.a.) Efendimiz’den Zeyd bin Amr için istiğfar niyaz ettiler. Sevgili Peygamberimiz onun hakkında “Hay, hay. Zeyd kıyamet gününde başlı başına bir ümmet olarak ba’s olunur.” buyurdular.
BABA DUASININ HÜRMETİNE
Saîd bin Zeyd (r.a.) bu halis niyetle yapılan baba duası hürmetine ilk İslam ile şereflenenlerden oldu. Hz. Ömer’in (r.a) kız kardeşi Fatıma (r.a.) ile evlenen Saîd (r.a.) birlikte Müslüman olarak Hz. Ömer’i (r.a.) da İslam’a girmesine vesile oldu.
Abîd, zahid ve Allah yolunda mücahit olan Saîd (r.a.) ilk hicret edenlerden olup melek sıfatlı bir zattır. Sevgili Peygamberimizden dört hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bedir, hariç bütün muharebelerde bulunan Saîd bin Zeyd (r.a.) Medine-i Münevvere’de yetmiş yaşını geçerek vefat etti. Cenab-ı Hak hem babasına, hem kendisine rahmet etsin. Bizleri de şefaatlerine nail etsin. Amin.
Zeyd Bin Harise (r.a.) Kimdir?
Zeyd bin Harise (r.a.) azadlı köleler içinde ilk Müslüman olma şerefini elde edenlerdendir.
PEYGAMBERİMİZİN HİMAYE ETTİĞİ SAHABİ
Hazret-i Zeyd, Peygamberimizin azadlısı olup Yemenlidir. Onun esirlikten emirliğe yükselen ibret dolu bir hayatı vardır. Şöyle ki:
O daha henüz çocuk yaşlarında idi. Annesi Su’da binti Salebe ile birlikte akrabalarını ziyaret için Beni Maan kabilesine gitmek üzere yola çıkmışlardı. Yolda baskına uğradılar ve Zeyd esir alındı. Mekke de Ukaz pazarına getirilip satışa çırakıldı. Onu Hazret-i Hatice’nin yeğeni Hakim bin Hızam satın aldı. Mekke’ye vardığında halasına “Hala Ukaz pazarından bir çok köle aldım. Onlardan istediğini seç, sana hediyem olsun.” dedi Hz Hatice köleler arasından Zeyd bin Harise’yi seçip, götürdü Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz’le evlenen Hz. Hatice annemiz en kıymetli kolesi Zeyd’i Efendimize hediye etti. Sevgili Peygambenmiz de onu aldı ve azad etti. Fakat Zeyd Resul-i Ekrem Efendimiz’in yanında kaldı. Hem hizmetinde bulunmaya hem de O’nun nurundan, guzelliklerinden faydalanmağa çalıştı. Hiç bir yerde görmediği ve göremiyeceği şefkati, merhameti, adaleti, keremi, yardımı, muhabbeti Efendimiz’den yudum yudum içti
Anne ve babası oğullarının kaybolmasından çok üzüldüler. Evlat ateşiyle yanıp tutuşan Zeyd’iın babası Harise her yerde onu aradı ve her kafileden onu sordu. Göz yaşları arasında şiirler söyleyerek hasretlerini gidermeğe çalıştı:
Zeyd’imyavrum! Giderim geri döneceğini bilsem ah!
Senden başkasının dönmesini istemem vallah
Anarım esince rüzgar, nerde bir çocuk görsem, onu
Ve doğarken güneş hatırlatıyor seni her sabah
Bir hac mevsiminde Zeyd’in kavminden Kabe’yi ziyarete gelenler onu gördüler ve tanıdılar. Birbirlerine hal hatır sordular. Hac dönüşü babasına gördüklerini ve duyduklarını anlattılar. Bu habere çok sevinen babası Harise kardeşi Ka’b île birlikte Mekke’ye geldi, hemen Sevgili Peygamberimizin huzuruna çıktılar ve “Ey Kureyş kavminin efendisi, ey Abdulmuttalib’in torunu . Siz Harem-i Şerif’in komşusunuz. Misafire ikram eder, esirlere ihsan edersiniz. Açları doyurur, muhtaçlara yardım edersiniz Sana yanındaki oğlumuz için geldik. Fidye karşılığı ne kadar para istersen onu verelim bize oğlumuzu geri ver. Ne olur bu dileğimizi geri çevirme” dediler.
Efendimiz “Zeyd’i çağırıp, kendisine durumu bildirelim ve onu serbest bırakalım. Sizinle gelmeyi tercih ederse fidyesiz alıp götürebilirsiniz. Şayet burda kalmayı tercih ederse yanımda kalır.” buyurdular. Resul-i Ekrem Efendimiz Zeyd’i çağırdı ve kendisine “Bunları tanıyor musun?” diye sordu. O da: “Evet! babam Harise amcam Ka’b” dedi Şefkat ve merhamet pınarı Efendimiz tekrar “Ey Zeyd! Benim sana olan davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. Tercih senindir. Dilersen onlarla gidersin, istersen yanımda kalırsın.” buyurdu. Zeyd hiç tereddüt etmeden: “Ya Resulullah! Sizi kimseye tercih edemem. Benim babam da amcam da sizsiniz” diye cevap verince babası hayretler içinde: “Yazıklar olsun sana, demek ki sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun” dedi O da “Babacığım ben bu zattan öyle bir şefkat ve merhametle muamele görüyorum ki, O’na kimseyi tercih edemem” cevabını verdi
İşte gönüllerdeki sevgiyi böylesine net olarak ortaya çıkaran ve nice gönüller fetheden muamele Ve işte şefkatli merhametli davranışın neticesi…
Resül-i Ekrem Efendimiz Zeyd’deki bu sevgiyi ve teslimiyeti görünce onun elinden tutup Kabe-i Muazzama’nın duvarı dibinde oradakilere hitaben “Şahit olun ki Zeyd benim oğlumdur. O bana varis, ben de onu varisim” buyurdular. Babası ve amcası bu davranışı görünce içleri rahatladı ve huzurla memleketlerine döndüler. O günden sonra o, Zeyd bin Muhammed ismini aldı. Fakat “Onları babalarının isimleriyle çağırınız” (Ahzab, 5) ayeti kerimesi nazil olunca tekrar Zeyd bin Harise adıyla çağrılmaya başlandı.
ESİRLİKTEN EMİRLİĞE
Resulullah’ı sevmenin ne büyük devlet olduğunu Zeyd hakkındaki şu iltifat-ı Nebide görürüz: “Allah’a yemin ederim ki, Zeyd bin Harise emirliğe layık ve insanların bana en sevimlisidir.” O ashap arasında da Resulullah’ın sevgilisi lakabıyla anılmıştır. Bedir’den Mute’ye kadar bütün gazvelere katılmış, şecaati ve kahramanlığıyla örnek olmuştur. 629 tarihinde “Mute”de şehit olmuştur. Bu harpte üç komutan peş peşe şehit düşmüştür.
Resulullah, Mute’de şehit düşen bu üç komutanın ailelerine baş sağlığı ve sabır dilemeye gider. Zeyd bin Harise’nin evine vardığı zaman küçük kızı ağlayarak kucağına atılır. Rahmet Peygamberi Efendimiz de kendini tutamaz, gozlerinden inci gibi yaşlar akıtır. Sa’d bin Ubade “Ya Resulullah bu hal nedir?” diye sorunca: “Bu sevgilinin sevgilisine ağlamasıdır.” buyururlar.
Cenab-ı Hak bizleri de böyle sevgiler ve teslimiyetlerle nimetlendirsin. O Resulullah aşıklarının şefaatlerine erdirsin. Amin.
Hamza (r.a.) Kimdir?
“Allah’ın Arslanı” ve “Şehitlerin Efendisi” ünvanları ile anılan Hazret-i Hamza -radıyallahu anh- Sevgili Peygamberimizin amcalarıdır.
Hazreti Hamza (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) amcalarının en küçüğüdür. Babası Abdulmuttalib, annesi Hale’dir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu çok severlerdi. Çünkü o, sadece sevgili amcası değil, aynı zamanda süt kardeşiydi, çocukluk arkadaşıydı. İkisi birlikte büyümüşler, birlikte oynamışlar, kardeşlik yapmışlardı. Hayatı boyunca da Fahr-i kainat (s.a.v.) Efendimizin can dostu olmuştu.
HZ. HAMZA’NIN (R.A.) İSLAM’A GİRMESİ
Kureyş arasında hamaset ve şecaatiyla meşhur olan Hz. Hamza (r.a.) Mekke gençlerinin en kahramanı idi. O kardeşi oğlunun ahlakî yüceliğini biliyor, O’nu sevip sayıyordu. Gönlü de büyük bir hasretle ona iman edip kafilesine katılmak istiyordu. Fakat örf ve adetlerin, geleneklerin baskısı ve çevrenin dedikodu ve kınaması kararsızlığını teşkil ediyor, vaktini bekliyordu. İslâm’la şereflenmesine şu hadise vesile olmuştur:
Sevgili Peygamberimiz bir gün Safa Tepesi’nde otururlarken Ebu Cehil oradan geçer ve Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) hakaret eder. Efendimiz (s.a.v.) bir şey demeden sükût ederler. Abdullah b. Cüd’an’ın cariyesi bu sözleri işitir. O sırada Hz. Hamza (r.a.) da avdan dönmektedir. Her zaman yaptığı gibi eve gitmeden Kâbe’yi tavaf için Harem-i Şerife gelir. Abdullah’ın cariyesi onu görünce Ebu Cehil’in Peygamberimiz’e yaptıklarını anlatır. Oradan uzaklaşır.
“HAMZA’NIN HAKKI”
Hazreti Hamza (r.a.) henüz iman etmemiştir. Fakat kardeşi oğluna yapılan hakaretleri işitince akrabalık damarları, galeyana gelir ve doğru Kureyş topluluğunun içine dalar, Ebu Cehil’in yanına varır ve: “Benim biraderzâdemin hatırını inciten sen misin?” diyerek boynundaki yayı ile başını yarar. Ebu Cehil’in adamları Hz. Hamza’nın üzerine hücum edecek olurlar. Nerde ise büyük bir arbede çıkacaktı ki, Ebu Cehil adamlarına: “Dokunmayınız!… Hamza’nın hakkı vardır. Zira ben onun biraderzâdesine fena sözler söyledim” diye mani olur ve, Hz. Hamza’yı (r.a.) başından savar. Kendi yaranına dönerek: “Aman ona ilişmeyiniz. Bu hiddetle varıp Müslüman olur. Onunla Muhammediler kuvvet bulur” diye nasihatta bulunur. Ebu Cehil, Hazreti Hamza’yı (r.a.) Muhammedilik gayretine düşürmemek için başı yarılmış iken dahi ondan intikam almak sevdasına düşmemiştir.
Bu hadiseden sonra doğru Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna varan Hz. Hamza (r.a.) Ebu Cehil ile aralarında geçen macerayı anlatarak Efendimiz’i teselli etmek ister. Sevgililer sevgilisi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz ise amcasına karşı “Ancak kendisinin iman etmesiyle teselli bulacağını, memnun olacağını” söyler. Sevgili amca Hz. Hamza (r.a.) derhal kelime-i şehadeti getirip İslâm ile şereflenir.
Onun İslâm’a girmesiyle Müslümanlar kuvvet bulur. Resûlullah’ı (s.a) himaye edeceğini Kureyş’e ilan eder.
İSLAM’IN İLK SANCAKTARI
Resûlullah’ın (s.a.v.) eline sancak verdiği ilk Müslüman Hazreti Hamza (r.a.)’dır. O Bedir’de, Uhud’da nice kahramanlıklar göstermiştir. Meydana çıkınca bir hamlede hasmını öldürür ve Kureyş ordusunun içine dalardı. O zaman savaşlar karşılıklı mübareze şeklinde olurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Bedir’de “Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk Ya Ali!” diye buyurunca; arslanlar gibi üçü birden kalkıp meydana atılırlar.
Hz. Ubeyde (r.a.) Kureyş’ten Utbe’ye, Hz. Hamza (r.a.) Şeybe’ye, Hz. Ali (r.a.) Velid’e karşı yürürler. Bunlar Araplar’ın en bahadırlarıdır. Hz. Ubeyde ile Utbe bir-iki hamle eyleyip birbirini yaraladılar ise de biri diğerinin işini bitiremez. Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) hasımlarını bir hamlede öldürürler. Dönüp Hz. Ubeyde’ye (r.a.) yardım ile Utbe’nin de işini bitirirler.
ŞEHİTLERİN EFENDİSİ
Hz. Hamza (r.a.) Uhud’da da büyük kahramanlıklar göstermiştir. Kureyş’in en bahadırlarından otuz kadarını tepelemiş kendisi de yirmiden fazla yara almış, ve nihayet Vahşi’nin attığı mızrak ile şehid olmuş, Uhud’a damgasını vurmuştur. O Uhud ile özdeşleşmiş, Uhud onu sevmiş, o da Uhud’u; Her ne zaman Uhud anılsa “Şehitlerin Efendisi” (Seyyidü’ş-Şüheda) Hz. Hamza (r.a.) da anılır olmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şehitlere bakmak için Uhud vadisine iner. Ashabının yüzlerini teker teker inceler. Sevgili amcasını görünce dişlerini sıkar, gözlerini kapatır ve için için insanlığın bu derece vahşiliğe nasıl düşebileceğini düşünür. Bir ölünün organlarının parçalanmasını tasavvur edemez. O güne kadar hiç öfkelendiği görülmeyen Sevgili Peygamberimiz ashabıyla intikam almak üzere ahdederler. Bu olay üzerine Cenab-ı Hak, Habibini tesliye, terbiye, ve tebliğ için şu ayetleri indirir:
“Rabbının yoluna, hikmet ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Doğrusu Rabbın, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir. Eğer ceza vermek isterseniz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu sizin için daha iyidir. Sabret. Onlara üzülme. Kurdukları düzenlerden de endişe etme. Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdirler.” (NahI, 125-128)
Bu âyetlerin böyle bir hadiseden sonra, bu yerde nazil olması Allah’ın (c.c) Hz. Hamza’ya (r.a) en iyi ikramı idi. Cenab-ı Hak şefaatlerine mazhar eylesin. Amin.
Muaz İbni Hâris Kimdir?
Afra Hatun’un oğulları olarak tanınan ve genç yaşta Bedir’e katılarak kahramanlıklar sergileyen üç yiğit kardeşden biri!…
Muaz ibni Haris radıyallahu anh, Medine’de doğup büyüdü. Müslüman bir aile ortamında yetişti. Hazrec kabilesinin Neccar koluna mensuptur. Hem baba hem de annesine nisbet edilerek anılmışdır.
Muaz ibni Haris radıyallahu anh’ın doğum tarihi bilinmemekte, ancak kardeşleri Muavviz ve Avf ile birlikte genç yaşta Bedir Gazvesi’ne katıldığı belirtilmektedir. (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 26-27)
Muâz radıyallahu anh’ın babası ve annesi Afrâ binti Ubeyd ile amcası Râfi‘ de sahâbîdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bütün gazvelerine iştirak eden Muâz, ağabeyi Avf ile beraber Birinci ve İkinci Akabe biatlarında bulunmuştur.
Birinci Akabe Biatında bulunanlar şunlardı: 1. Es’ad ibni Zürâre, 2. Avf ibni Hâris, 3. Ukbe ibni Âmir, 4. Kutbe ibni Âmir, 5. Râfi’ ibni Mâlik, 6. Muaz ibni Hâris, 7. Zekvan ibni Abdi Kays, 8. Ubâde ibni Sâmit, 9. Yezid ibni Sa’lebe, 10. Abbas ibni Ubâde, 11. Ebu’l-Heysem Mâlik ibni Teyyihan, 12. Uveym ibni Sâide radıyallahu anhüm.
Bu biatda yerine getirilmesi arzu edilen tavsiyeler şu ayet-i celilede açık olarak beyan edilmekteydi. Meâlen:
“-Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Mümtehine: 60/12)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine’ye hicretten sonra Muâz ibni Hâris radıyallahu anh ile Hazreti Osman radıyallahu anh’ın yeğeni Ma‘mer ibni Hâris radıyallahu anh’i kardeş ilân etti.
Muaz ibni Haris radıyallahu anh, Afra Hatun’un oğulları olarak tanınan üç kardeşdirler. Onlar Bedir’de üçü birlikte savaş meydanına çıkan kahramanlardır. Onların o gün sergiledikleri bahadırlık ve yiğitlikleri şöyle anlatılır:
“-Bedir Günü Kureyşliler’den üç kişi öne çıkıp çarpışacak kimse istedi. Muâz, Muavviz ve Avf radıyallahu anh kendiliklerinden ileriye atıldılar. Müşrikler meydana çıkan bu üç genci küçümsediler. Bizim Medineliler’le işimiz yok dediler. Kendileri gibi Kureyş’li savaşçı talep ettiler.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Afra Hatun’un oğulları adıyla anılan bu üç kardeşe dua etti. Onların cesaret ve şecaatle ortaya çıkmalarından, kahramanlıklarından memnun oldu. Fakat müşriklerin ısrarı ve ilk savaşçıların Kureyş’ten ve kendi amcasının oğullarından olmasını istediği için üç kardeşin yerlerine dönmelerini emretti. (İbn Hişâm, II, 277; İbn Sa‘d, II, 17) Muaz ibni Haris radıyallahu anh Peygamber aşığı bir gençti. Allah ve Rasûlü yolunda her şeyini feda edebilecek bir muhabbete sahibti. Bütün ashâb-ı kirâmın yediden yetmişe, Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin muhabbetiyle gönüllerini nasıl doldurduklarını gösteren üç kardeşin Bedir’deki ibretli hâdisesini Abdurrahmân ibni Avf radıyallâhu anh şöyle anlatır:
“-Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Bundan pek hoşlanmadım. Oysa ki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri, arkadaşına duyurmadan bana:
“–Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de:
“–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?” dedim. Genç:
“–Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!” dedi.
Gencin bu sözüne hayran kaldım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Şimdi bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürur duyuyordum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm. Hemen o gençlere işaret ederek:
“–Bakın, işte sorduğunuz kimse!” dedim.
Gençler hemen kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıç darbeleriyle yere serdiler. Bu gençler, Muâz ibni Afrâ ile Muâz ibni Amr radıyallahu anh idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)
Bir rivayete göre de Ebû Cehil’i, Muâz ile Muavviz’in yaraladıkları daha sonra onu Abdullah ibni Mes‘ûd radıyallahu anh’ın öldürdüğü belirtilmiştir. Ayrıca Muavviz ile Avf’ın Bedir Gazvesi’nde Ebû Cehil’in bacağını kestikleri, Ebû Cehil ile oğlu İkrime’nin de onları şehid ettiği zikredilmiştir. (Buhârî, Megazî, 8; İbn Abdülber, III, 1408-1409)
Muâz ibni Hâris radıyallahu anh’ın birde ikindi ve sabah namazlarından sonra nâfile namaz kılmanın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından menedildiğine dair” bir hadis rivayeti vardır:
Muaz ibni Haris radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in dâr-ı beka’ya göçmesinden sonra dört halife devrini de yaşamıştır. Onun vefat tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. Ancak Sıffîn Savaşı’nda (37/657) Hazreti Ali radıyallahu anh’in saflarında çarpışırken şehid düştüğü görüşü yaygındır. (İbnü’l-Esîr, V, 197; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 138-139)
Allah ondan razı olsun.
Rabbimiz cümlemize onun gayret ve fedakarlığından, şecaat ve kahramanlığından hisseler alabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi nasib eylesin. Âmin.
Cafer-i Tayyar Kimdir?
Hazret-i Câfer (r.a.) Ebû Tâlip’in oğludur. Sevgili Peygamberimizi amcazadesi olur. Tayyar onun lakabıdır. O İslâm’ın ilklerindendir.
Efendimiz 36 yaşlarında iken bir kıtlık senesi yaşanmıştı. O sene amcası Abbas ile birlikte Ebû Tâlip’in yükünü hafifletmek için çocuklarından birer tanesini almayı düşündüler. Peygamberimiz, amcası ile birlikte Ebû Tâlib’e vardılar, fikirlerini söylediler. Ebû Tâlip “Âkil’i bana bırakın gerisini ne yaparsanız yapın…” deyince Sevgili Peygamberimiz Ali’yi, amcası Abbas da, Câfer’i alıp çocukları arasına kattılar.
İslâm dini geldiğinde çocuklardan ilk Müslüman olma şerefini Hz. Ali (r.a.) almıştı. Câfer ibn Ebi Tâlip (r.a.) de hanımı Esma binti Umeys (r.a.) ile birlikte Hz. Ebûbekir’in (r.a) delâletiyle ilk İslâm kafilesine katılmışlardı.
PEYGAMBERİMİZE EN ÇOK BENZEYEN SAHABİ
Resûlullah Efendimiz, onun hakkında: “Cafer, hilkâten ve ahlâken bana en fazla benzeyendir” buyurarak ona karşı gönlündeki sevgisini ifade etmişlerdir.
HABEŞİSTAN’A HİCRET
O ilk Müslümanların karşılaştığı eza ve cefalarla karşılaşmış fakat sabretmiştir. Çünkü cennet yolunun dikenlerle döşeli ve sıkıntılarla çevrili olduğunu biliyorlardı. Sonunda bir grup sahabi ile ailecek Habeşistan’a göç etme zorunda kalmıştır. Habeşistan’a vardıklarında Müslüman olduklarından beri ilk defa emniyette olmanın huzurunu tatmışlardır. Onun Necaşiye karşı İslâm’ı anlatırken sergilediği vakar, nezaket, ciddiyet ve samimiyet tebliğde güzel bir örnektir.
CAFER-İ TAYYAR’IN NECAŞİ İLE KONUŞMASI
KureyşIiler Habeşistan’da Müslümanların rahat ve huzur içinde inançlarını yerine getirdiklerine bile tahammül edememişlerdi. Necaşi’ye hediyelerle iki kişi gönderip bu yeni dine inanan gençleri memleketinden çıkarmasını istemişlerdi. Necaşi kendine gelen Kureyşliler ile memleketine sığınan Müslümanları toplayıp karşılıklı onları dinlemiştir. Müslümanların sözcüsü Cafer’e (r.a.) söz sırası gelince açık ve net bir şekilde, samimi bir ifadeyle şunları söyledi:
“Ey kral! Biz cahiliyet içinde yaşayan bir millettik. Putlara tapar, ölüleri yerdik. Kötülüklerin hepsini yapar, akrabalardan ilgiyi keserdik. Komşuluğu kötü görür, kuvvetli olan zayıfımızı ezerdi. Peygamber gelinceye kadar bu hal üzere kaldık. Bu Allah elçisi bizi Allah’ın birliğine inanmaya ve yalnız Allah’a ibadet etmeye, babalarımızın taptığı taşlardan ve putlardan vazgeçmeye davet etti. Bize sözün doğrusunu söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akrabalara ilgi göstermeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramlardan uzaklaşmayı, kan dökmekten sakınmayı emretti. Yalan şahitliği ve iftira etmeyi yasakladı. Öksüzün malını yemeyi haram kıldı. Bizim yalnız Allah’a ibadet etmemizi, ona ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekat vermemizi ve Ramazan’da oruç tutmamızı emretti.
Biz bu peygambere inandık, iman ettik. Onun gösterdiği yolda yürüdük. Peygamberin helal tanıttığını helal bildik. Haram bildirdiğini de haram bildik.
Ey kral! Bunun için kavmimiz bize saldırdı. İşkence etti. Bizi dinimizden çevirmek, tekrar putlara taptırmak için çalıştı. Onlar bize zulmedip dayanılmaz hâl alınca yurdumuzu bıraktık. Sizin diyarınızı tercih edip senin memleketinde zulme uğramayacağımızı ümit ettik.”
CAFER BİN EBİ TALİP (R.A.) NECAŞİ’YE HANGİ AYETİ OKUMUŞTUR?
Bu samimi ifadeler karşısında Necaşi:
“Peygamberinize gelen vahiyden ezberinizde olan var mı?” dedi. Câfer ibni Ebi Tâlib:
“Evet var” deyince Necaşi:
“Öyleyse onu bana oku” dedi. Hz. Cafer:
“Kâf-Ha-Ya- Ayn- Sad. Bu, Rabbinin rahmetini kulu Zekeriyya’ya anmasıdır. Hani bir zaman Rabbine gizli bir seslenişle seslenmişti de: Ey Rabbim! demişti. Kemiklerim gerçekten iyice zayıfladı ve başımdaki saçlarım da ağardı. Rabbim! Sana yalvarıp yakarmakta hiç de bedbaht olmadım.” (Meryem, 1-4) âyetini okudu. Daha dinlerken Necaşi ağlamaya başladı ve göz yaşlarıyla sakalını ıslattı. Cafer İbni Ebi Talip’e dönerek:
“Vallahi bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur. Sizin Peygamberinizle İsâ’nın (a.s.) getirdiği aynı lambadan çıkıyor” dedi. Gelen KureyşIilere döndü:
“Kalkıp gidiniz. Ben bunları size asla teslim etmem” dedi. Cafer ve hanımı on sene Necaşi’nin memleketinde emniyette huzur içinde yaşadılar. Hicretin 7. yılında diğer Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret ettiler. Oraya vardıklarında Resûl-i ekrem Efendimiz Hayber fethinden yeni dönmüştü. Sevgili Peygamberimiz Cafer’le karşılaşmasına o kadar sevindi ki:
“Hayber’in fethine mi, Cafer’in gelişine mi? Hangisine sevineceğimi bilemiyorum.” buyurdular.
FUKARA BABASI
Resûl-i Ekrem Efendimiz onu “Fukara babası” diye yad ederdi. Çünkü o zayıflara karşı çok şefkat ve merhametliydi. Evine alır götürür, yedirir içirirdi. Cömertlikte o kadar meşhur idi ki “Cevad ibni Cevad” diye anılır olmuştur.
Hicretin 8. senesinde Resûlullah, Bizanslılarla savaşmak için bir ordu hazırladı. Zeyd İbni Harise’yi (r.a.) de komutan tayin etti. Ve “Zeyd şehit olduğunda komutayı Cafer alsın. O da yaralanır veya şehit olursa Abdullah ibni Revaha alsın.” buyurarak İslâm ordusunu uğurlamıştı.
Üç bin kişilik Müslüman ordusu Mute’ye varınca yüz bin Bizanslı ile karşılaştı. Harp başlar başlamaz Zeyd şehit oldu. Sancağı Cafer aldı. O sağına soluna kılıç sallayarak düşman saflarında dolaşıyordu. Sağ elini koparan bir darbe yedi. Sancağı sol eline aldı. Çok geçmeden bir kılıç darbesiyle sol eli de koptu. Sancağı göğsüyle ve pazularıyla tutan Cafer-i Tayyar tekrar hücum etmek isterken üçüncü bir darbe isabetiyle şehadet şerbetini içti. Sancağı Abdullah ibni Revaha aldı. O da arkadaşına kavuşuncaya kadar dövüştü ve şehit oldu.
İKİ KANATLI SAHABİ; CAFER-İ TAYYAR
Resûl-i Ekrem bu üç komutanın şehadetine çok üzülmüştü. Amcazadesi Cafer’in evine gitmiş, hüzünlü bir şekilde çocukları sevmeye başlamış ve göz yaşlarını tutamamıştı. Esma (r.a.): “Ya Resûlullah niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından bir haber mi var?” deyince, şefkat ve rahmet Peygamberi Efendimiz:
“Evet, onlar bugün şehit oldular” buyurdu. “Uygunsuz bir sözün çıkmamasını tembih edip evine gitti.” Üzüntüsünü teselli için Cebrail (a.s) geldi ve Cafer’in kesilen iki eli yerine Allah yakuttan iki kanat ihsan ettiğini, o kanatlarla cennette uçmakta olduğunu haber verdi. Bunun için Cafer-i Tayyar ismiyle tanınmıştır. Şehit olduğu sırada 41 yaşındaydı. Allah ona ve bize rahmet etsin. Amin.
Musab Bin Umeyr (r.a.) Kimdir?
Kureyş’in ana kollarından, Câhiliye devrinde sidâne ve hicâbe görevleriyle kabilenin sancaktarlığını yürüten Benî Abdüddâr’a mensup zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk müminlerden biriydi; ancak Resûl-i Ekrem’in peygamberliğine şiddetle karşı çıkan ailesinin buna izin vermeyeceğini bildiğinden onun yanına bir süre gizlice gidip geldi ve namazlarını da gizli kıldı. Durumu öğrenilince hayatında zor bir dönem başladı. Babası ve annesi onu Müslüman olduğu için hapsettiler ve yolundan dönmesi için çeşitli baskılar yaptılar, fakat dininden vazgeçiremediler.
Mus‘ab, peygamberliğin beşinci yılında ilk kafile ile Habeşistan’a hicret etti. Bir süre sonra Mekke ileri gelenlerinden bazılarının İslâm’a girdiği yolunda yanlış bir haber duyulunca otuz sekiz kişiyle birlikte geri döndü ve Birinci Akabe Biatı’na kadar Mekke’de kaldı.
İSLAM’IN İLK MUALLİMİ
621 yılında Resûl-i Ekrem, Medineliler’in isteğiyle onu İslâm tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirdi; bu sebeple Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak da kabul edilir. Es‘ad b. Zürâre’nin evinde kalan ve onun desteğiyle verimli bir çalışma yürüten Mus‘ab, Hz. Peygamber’in tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş âyetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla Üseyd b. Hudayr ve Sa‘d b. Muâz gibi tanınmış şahsiyetlerin ihtida etmesini sağladı; Medine’de Es‘ad b. Zürâre ile birlikte cuma ve vakit namazlarını kıldırdı.
622 yılının hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş kişiyle Mekke’ye geldi ve Resûlullah’a bir yıl içinde yaptığı tebliğ faaliyetini anlatarak onun takdirini kazandı. Medine’ye hicretin başlangıcı olan İkinci Akabe Biatı’nın hazırlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli görev yapan Mus‘ab üç ay daha Mekke’de kalıp geri döndü.
Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onu muhacirlerden Sa‘d b. Ebû Vakkās, ensardan Ebû Eyyûb el-Ensârî ile kardeş yaptı ve kabilesinin geleneğine uyarak Bedir’de muhacirlerin, Uhud’da bütün Müslümanların sancağını onun taşımasına izin verdi. Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmayıp sancaktarlık görevini yerine getiren Mus‘ab, Resûl-i Ekrem’i yaralayan İbn Kamîe’nin kılıç darbeleriyle her iki eli de kesilince sancağı kollarıyla göğsüne bastırarak dik tutmaya çalışırken yine onun mızrağıyla şehit düştü.
ALLAH VE RESULÜ’NÜN SEVGİSİNİ HER ŞEYE TERCİH ETTİ
Savaştan sonra şehitler defnedilirken Hz. Peygamber, yoksul bir kıyafet içindeki Mus‘ab’ı yanındakilere göstererek onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini, fakat Allah ve Resulü’nün sevgisini her şeye tercih ettiğini söyledi. Ardından, “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice kişiler vardır. Onlardan bazısı sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, bazısı da -şehitliği- beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde -sözlerini- değiştirmemişlerdir” meâlindeki âyeti (el-Ahzâb 33/23) okudu.
ŞEHİT OLDUĞU GÜN ONU SARACAK BİR KEFEN BULUNAMADI
Sahâbîler, daha sonraki dönemlerde bolluk ve refah içinde yaşadıkları zamanlarda daima Mus‘ab’ı anmışlardır. Bunlardan Habbâb b. Eret, Mekke’den Medine’ye dünyevî menfaatler için değil Allah rızâsı için hicret ettiklerini, fakat Allah Teâlâ’nın kendilerine dünya nimetlerini de verdiğini, Mus‘ab b. Umeyr gibi arkadaşlarının bu nimetlerden hiçbir şey tatmadan âhirete intikal ettiklerini belirttikten sonra Uhud’da şehit olduğu gün onu saracak bir kefen bulamadıklarını, bedenini hırkasıyla örtmeye çalıştıklarında başına çekince ayaklarının, ayaklarına çekince başının açıldığını, sonunda başını örttüklerini, ayaklarının üstüne de kokulu bir ot demeti koyduklarını söylemiştir. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 27, “Meġāzî”, 17, 26; Müslim, “Cenâʾiz”, 44)
Mus‘abü’l-hayr diye de anılan Mus‘ab, ümmü’l-mü’minîn Zeyneb bint Cahş’ın kız kardeşi Hamne ile evli olduğu için Hz. Peygamber’in bacanağı idi.
Abdullah Bin Mesut (r.a.) Kimdir?
Abdullah Bin Mesut radıyallahu anh ilk Müslümanlardan ve Ashâb-ı Kirâmın ilim ve fazilet bakımından önde gelenlerindendir. Künyesi Ebû Abdurrahman’dır. Müslüman olduğu günden itibaren Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem yanından ayrılmamış ve ona hizmetten zevk almıştır.
Abdullah Bin Mesut radıyallahu anh zayıf, nahif bir kişi idi. Tatlı bir sesi, sevimli bir yüzü vardı. Müslüman olduğunda Müslümanların adedi çok azdı. Açıktan Kur’an okuyamaz ve Kâbe’de namaz kılamazlardı.
KUR’AN-I KERİM’İ AÇIKTAN OKUYAN İLK SAHABİ
Abdullah Bin Mesut radıyallahu anh bu duruma bir son vermek istedi. Bazı Müslümanların karşı çıkmasına aldırış etmeden, müşriklerin ileri gelenlerinin Kâbe çevresinde toplu halde bulundukları bir sırada yüksek sesle Kur’an okumaya başladı. Görmek ve duymak istemedikleri bu hâl karşısında müşrikler Bin Mesut’u radıyallahu anh cezalandırmak istediler ve onu İslâm’dan dönmeye zorladılar. Ancak o direndi. Kureyş müşrikleri ilk darbeyi bir anlamda Abdullah Bin Mesut’tan radıyallahu anh yediler. Ancak ona da Mekke’de rahat vermediler. O, Medine’ye hicret edip Muâz İbni Cebel’in radıyallahu anh yanına sığındı. Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem hicretinden sonra, Medine’de yerleşti ve Hz. Peygamber’in maiyyetinden hiç ayrılmadı. Bütün harblere katıldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, onun Kur’an okuyuşunu dinlemekten zevk alırdı.
HADİS BİLGİSİNE RAĞMEN RİVAYETLERDE TİTİZ DAVRANIRDI
Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde engin bilgisiyle kendisinden sonraki âlimlere hocalık etmiştir. Özellikle Kûfeli âlimler onun rivâyet ve görüşleri istikâmetinde fıkhî görüşler ortaya koymuşlardır.
Hz. Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem yakınlığı sebebiyle elde ettiği engin hadis bilgisine rağmen, rivâyet konusunda oldukca titiz davranırdı. Kendisinden 848 rivâyet bize intikal etmiştir. 64 hadisi hem Sahîh-i Buhârî hem de Sahîh-i Müslim’de yer alırken, 21 rivâyetini sadece Buhârî, 35 hadisini de sadece Müslim kitaplarında zikretmişlerdir. Böylece İmam Buhârî, İbni Mesut’un radıyallahu anh 85; İmam Müslim ise 99 hadisine Sahih’lerinde yer vermişlerdir. Diğer rivâyetleri ise Ahmed İbni Hanbel’in radıyallahu anh Müsned’inde ve öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır.
Abdullah Bin Mesut radıyallahu anh, Hz. Osman zamanında Kûfe kadılığından Medine’ye döndü ve kısa bir süre sonra altmış yaşını geçmiş iken Medine’de vefat etti. Allah ondan razı olsun.
Mikdad Bin Esved (r.a.) Kimdir?
Kendileri dünyadan göçedip de asırlar sonra insanlığa rehber olan örnek şahsiyetler, hayatlarında İslâm izzetiyle yaşayıp, İslâm ile nimetlenmişlerdir.
Zengin-fakır demeden, genç-ihtiyar, amir-memur, yetim, kimsesiz, gözetmeden İslâm nuru kimin gönlüne girmişse onu canlandırmış, hayatına mana kazandırmıştır.
İslâmiyet gelmeden önce, Mekke’ye gelip Esved İbn-i Abdi Yegus’la anlaşma yaparak evlatlığa kabul edilen Mikdad bin Amr adında bir genç var. M. 584’de Mekke’nin dışında Nehra’da doğmuş. Mikdad bin Esved adıyla meşhur olmuştur. İslâm nurunun doğduğunu duyunca o nura koşuyor ve İslâm’a ilk girenler arasında yer alıyor. Ondaki cesaret Müslümanlığını açıkça ilan ettiriyor.
İslâm sevgisiyle dolup taşan Mikdad bin Esved (r.a.) müşriklerin eziyetlerinden de payını almıyor değil ama ondaki Resûlullah sevgisi ve İslâm izzeti, gönlünde daha da kuvvetleniyordu. Hicret izni çıkınca diğer Müslümanlarla beraber Habeşistan’a hicret ediyor. Bir müddet sonra Resûlullah’ın Medine’ye hicretini öğrenince hemen Medine’ye hicret ediyor.
ÇEKTİĞİ ÇİLELERİ UNUTTURAN SIĞINAK
Mikdad bin Esved (r.a)’in çektiği bütün çileleri unutturacak bir sığınağı vardı. Bakınız sevgili Peygamberimiz onun hakkında ne buyurmuşlardır: “Allah bana ashabımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar; Ali, Mikdad, Selman ve Ebu Zer’dir.”
RESULULLAH’IN SÜVARİSİ
Hz. Mikdad bu sevgiye layık olabilmek için, bütün zihnini, gönlünü Resul-i Ekrem Efendimizin selameti için doldurmuş. “Resûlullah’ın süvarisi” adını almış Allah yolunda
İlk at koşturan, İslâm’da ilk süvari olarak meşhur olmuştur. Medine’de bir korku hissedilir hissedilmez Hz. Mikdad bir bakmışsınız kısrağının sırtında, kılıcını çekmiş Resul-i Ekrem’in kapısında duruyor.
SAHABEYİ HEYECANLANDIRAN KONUŞMA
Bedir, Uhud, Hayber ve diğer savaşlara katılan Mikdad bin Esved’in (r.a.) Bedir günü gösterdiği bir davranış herkesi gıpta ettirmiştir. Buhari’de Abdullah ibn-i Mes’ud (r.a) nakleder:
– Ben Mikdad’ın ağzından gayet keskin bir söz duydum ki, o sözün sahibi olmak bana ve ona kıyas olunabilen her kıymetli sözden daha çok kıymetlidir. Mikdad, müşrikler üzerine ashab-ı harekete davetle teşvik maksadıyla Nebi’nin (s.a.v.) huzuruna gelerek:
– Ya Resulallah! Biz, Musa kavminin Musa Peygambere:
“Haydi sen ve Rabbin düşmana karşı gidip muharebe ediniz de biz burada duralım!” dedikleri gibi diyemeyiz. Lakin biz senin sağında, solunda, önünde ve arkanda düşmanla çarpışırız!” dedi.
Mikdad’ın bu ateşli sözlerinden pek memnun olan Fahr-i Kainat Efendimizin mübarek yüzleri parladı ve ona dua etti.
Bedir gazvesinde büyük kahramanlık gösteren Mikdad bin Esved (r.a) Peygamberimizin irtihalinden sonra da pek çok savaşlarda bulunmuştur. 70 yaşlarında iken M. 656 yılında Medine’de vefat etmiş olup cenaze namazını Hz. Osman (r.a.) kıldırmıştır.
Ebu Zer El-Gıfari (r.a.) Kimdir?
Ebû Zer El-Gıfârî (r.a.) zor günlerin insanı… Sevgili Peygamberimizin sırdaşı, âbid, zahid ve cömert bir sahabî. Gönlünde hep iyilik ve güzellikler arayan bir yiğit…
Ebû Zer El-Gıfârî, insanların akıl ve gönüllerini aydınlatacak yeni bir peygamber bekliyordu. Zavallı insanların putları ilah edinmesine hayret ediyor, böyle bir inancın manasız boş bir şey olduğunu söylüyordu. Kabilesi arasında cesaret, atılganlık ve putlara nefretiyle meşhur olmuştu.
EBU ZER (R.A.) NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Henüz ilk vahyin geldiği günlerdi. Yeni dinin haberi kendine ulaştığında vakit geçirmeden araştırıp incelemeye başladı. Önce kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderdi. Getirdiği bilgilerle doymadı, kendisi yola koyuldu. Onun Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile buluşmasını İbni Abbas (r.a) bizzat kendisinden şöyle naklediyor:
“Ben Gıfar kabilesinden bir kimse idim. Mekke’de yeni bir peygamberin çıktığına dair haber aldım. Kardeşim Uneys’i onun hakkında bilgi edinmesi için gönderdim. Dönüp geldiğinde: “Bir kişi gördüm ki, o hep insanlara hayrı emrediyor, kötülüklerden nehyediyor”dedi.
Gönlüm bizzat görmeyi istedi ve Mekke ye, Mescid-i Haram’a geldim. Resûlullah’ı (s.a.) tanımıyor, başkasına da soramıyordum. Gece oldu, mescitten ayrılmıyordum. Ali bin Ebi Talib yanıma geldi ve şu adam gariptir, yabancıdır sanırım, dedi. Ben de: “Evet, garibim” dedim. Ali: “Öyleyse bize buyur” dedi. Ali ile beraber gittim. O gece seyahatime dair ne o bana bir şey sordu ne de ben ona bir şey söyledim. Sabah olunca tekrar mescide gittim. İkinci gece oldu. Yine Ali yanıma geldi. Haydi bize gidelim, dedi. Gittik, o gece de bir şey konuşmadık. Üçüncü gece Ali bin Ebi Talib bana. Senin halin nedir? Bu şehre niçin geldin? diye sordu. Ben de Mahrem tutacağına ve aradığıma götüreceğine söz verirsen anlatırım, dedim Ali: Emin olabilirsin dedi. Ben de: Duyduğumuza göre burada bir kişi çıkmış, “Peygamberim” dermiş. Onunla görüşmek, tanışmak için geldim, deyince Ali. Vallahi gerçekten o Allah’ın Resûlü ve hak Peygamberdir, sabahleyin ben yanına gideceğim sen de peşimden gel dedi. Sabah olunca Ali (r.a.), Nereye gidersem beni takip et. Şayet yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem bir kenara çekilir dururum, sen durma git. Ben nereye girersem sen de oraya gir, dedi. Beraberce Resûlullah sallallahü aleyhi vesellemin huzuruna vardık. Onu göresiye “Esselamu aleyke ya Resûlallah!” dedim. Aklım, gönlüm onun nuruyla doluverdi. İçim ışıyıverdi. Sorguya suale hacet kalmadan hemen kelime-i şahadet getirdim ve teslim oldum.
SAHABİNİN CESARETİ
Resûlullah (s.a.) bana; “Ya Eba Zer! Bu işi mahrem tut ve memleketine dön.” buyurdular. Ben de “Ya Resulullah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, kelime-i şehadeti en azılı müşriklerin ortasında söyleyeceğim, dedim. Mescide geldim ve “Ey Kureyş topluluğu! bütün varlığımla bilir ve size de bildiririm ki, Allah’tan başka ibadet edecek hiçbir ma’bud yoktur. Ancak Allah vardır. Yine samimiyetle ilan ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlü’dür.” diye haykırdım.
Kureyş müşrikleri beni öldüresiye dövmeye başladılar. Peygamberimizin amcası Abbas yetişip üzerime kapandı. Onlara “Helak olasınız, Gıfar’dan bir kişiyi öldürüyorsunuz, Gıfar ise sizin ticaret yeriniz, yol uğrağınızdır.” deyince Kureyşliler çekildiler. Kendime gelince, Resûlullah’ın (s.a.) yanına gittim. Beni o halde görünce: “Ya Eba Zer! Sana bu işi mahrem tut, memleketine dön dememiş miydim? Haydi şimdi sen kavmine git. Gördüğünü ve duyduğunu onlara haber ver. Onları Allah’a davet et. Davetimi açığa vurduğumda bana gel” buyurdular.
YALNIZ SAHABİ
Hicrete kadar kavmini İslam’a davetle geçirdi. Gıfar’dan birçok kişi onun vasıtasıyla Müslüman oldu. Hicretten sonra da aynı vazife ile meşgul olan Ebu Zer (r.a.) Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında bulunamadı. Sonra iki cihan güneşi Efendimizle beraber olmak ve ona hizmet etmek arzusuyla Medine’ye yerleşti. Resul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz onunla her karşılaştığında elini sıkar, ona gülümser, iltifat eder ve ikramlarda bulunurdu. Tebük seferine çıkılmıştı. Ebu Zer’in (r.a.) devesi zayıf olduğu için geride kalmıştı. Resul-i Ekrem’e (s.a.) yetişmek için eşyalarını arkasına alıp yürümeğe başlamıştı. Ebu Zer’in (r.a.) bu halini gören Fahr-i kainat (s.a.) Efendimiz “Allah Ebu Zer’e rahmet etsin. O yalnız gezer, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur.” buyurmuşlardır.
O, dünyaya hiç değer vermemiş, evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmayıp, hep fakirlere dağıtmış. Son derece zahidane yaşamıştır. İhtiyacım olur diye bir kenarda hiçbir şey biriktirmemiştir. Bana aziz dostum, sallallahu aleyhi vesellem şöyle vasiyet etti: “Çıkınlanıp ağzı bağlanan altın ve gümüş birer ateş parçasıdır. O Allah rızası için muhtaçlara verilinceye kadar sahibini yakar.” diye buyurdu derdi.
GECE FAKİRLERE ALTIN DAĞITTI
Ömrünün sonuna kadar bu zühdî hayatı tercih eden Ebu Zer (r.a.) Sevgili Peygamberimizin vefatından sonra Medine’de duramayıp Şam’a gitti. Vali onu tecrübe için bir gece adamıyla ona bin altın gönderdi. Ebu Zer (r.a.) gece uyumayıp onları fakirlere dağıttı. Sabahleyin valinin adamı geldi. Aman efendim vali beni başka yere göndermiş, yanlışlıkla sana gelip altınları vermişim, dediğinde Ebu Zer (r.a.) “Oğlum, o altınlar geceleyin fukaraya taksim olundu. Bir tanesi sabaha kalmadı. Sen üç gün mühlet al da o miktar altın tedarik ediverelim.” diye özür beyan etti. Şam valisi onun sıdkı sadakatini, ihlasını ve cömertliğini bu şekilde öğrenmiş oldu.
İşte insan bu gibi davranışlarıyla yıldızlaşır. Saadet çağı insanı hep bu müşterek özelliği ile ebedileşmiştir. Onlar maldan candan geçerek, Allah ve Resulünde fani olmuşlar, birer iman kal’ası olarak kendilerine ahireti hedeflemişler ve bizlere güzel örnek olmuşlardır.
Sevgili Peygamberimizin; “Yer Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi taşımamış, gök onun gibi bir kimseyi gölgelememiştir.” iltifatına mazhar olan Ebu Zer (r.a.) Hz Osman (r.a.) hilafetinde Medine’ye yakın bir köy olan Rebeze’ye yerleştirildi. Orada bir mescit yaptırdı ve ömrünün sonuna kadar İslam’ı anlattı. Kur’an öğretti, hadis okuttu. 281 hadis-i şerif rivayet eden Ebu Zer (r.a.) 652 m. tarihinde Rebeze’de dar-ı beka’ya irtihal eyledi Cenab-ı Hak’tan şefaatlerini niyaz ederiz.