Al-i İmran Suresi (25-48. ayetler)
Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.
Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.
Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.
Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:
– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
– “Evet” deyince:
– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.
Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”
Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).
Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.
İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.
Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).
Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).
Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).
Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.
Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).
Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
1 ElifLâmMîm.
2 Allah: yoktur O’ndan başka ilâh; Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir; Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır.
3 O, sana Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda, hak bir gaye için ve kendinden önce indirilen bütün kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici olarak fasıl fasıl indirmektedir; nitekim Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti,
4 Daha önce insanlar için dupduru hidayet kaynağı olarak; ve (en son ve bağlayıcı mahiyette hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran ölçüler bütünü) Furkan’ı indirdi. Allah’ın (hak ve hidayet kaynağı) âyetlerini bile bile örtüp gizleyen ve kabul etmeyenler yok mu: onlar için pek çetin bir azap vardır. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; (bağışlanmaz türde ve bilhassa küfür gibi, şirk gibi en büyük zulme karşı) aman vermez mukabelesi olandır.
5 O Allah ki, O’na yerde de gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.
6 O’dur rahimlerde size dilediği şekli veren. Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
7 O’dur Sana (bu mucize) Kitabı indiren: onda muhkem âyetler vardır ki, onlar Kitab’ın anasıdır; diğer âyetleri ise müteşabihtir. Fakat kalblerinde eğrilik olanlar, nasıl fitne çıkarıp insanları saptırırız, nasıl onun (gaye ve arzumuza göre) bir te’vilini bulabiliriz diye müteşabih olanların peşine düşerler. Halbuki onun gerçek te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde kökleşip derinleşenler de, “Biz, o Kitabın tamamına inandık, (muhkemiyle, müteşabihiyle) hepsi Rabbimizin katındandır.” derler. İşte, ancak gerçek akıl ve idrak sahipleridir ki, düşünür ve gerekli dersi alırlar.
8 (Ve o gerçek akıl ve idrak sahipleri, şöyle yalvarırlar): “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi eğriltme ve (Rabbimiz, Sen’in rahmetin olmadan ayakta kalmamız mümkün değildir; o halde) bize Kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Vehhâb (bağışı pek bol olan)’sın Sen.
9 “Rabbimiz, Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde mutlaka bir araya toplayacaksın. Hiç kuşkusuz Allah, verdiği sözden dönmez.”
10 O küfredenlerin malları da çocukları da Allah karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlardır Ateş’in yakıtı olanlar.
11 Tıpkı Firavun oligarşisiyle daha öncekilerin durumu gibi: âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah, günahları sebebiyle kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti. Allah, cezalandırması çok çetin olandır.
12 (Din’i tahrif etmek ve insanları saptırmak için Kitap’taki müteşabih âyetlerin peşine düşen ve onları keyiflerince yorumlamaya kalkan Kaynuka Oğulları Yahudilerinden) o küfredenlere de ki: “Yakında mağlûp edilecek ve topluca Cehennem’e sürüleceksiniz; ne fena yataktır o!”
13 (Bedir’de) karşı karşıya gelen o iki toplulukta sizin için hiç şüphesiz bir ibret vardı: bir topluluk Allah yolunda savaşırken, diğeri kâfirdi ve (savaş esnasında karşılarındaki mü’minleri) baş gözleriyle olduklarının iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
14 İnsanlar, mahiyetleri itibariyle, (bilhassa erkekler için olmak üzere) kadınlardan, evlâttan, kantar kantar altın ve gümüşten (yığın yığın paradan), salma güzel atlardan, (davarlar ve sığır gibi) ehlî hayvanlardan, ekinler ve kazançtan yana şiddetli tutku ve beklentiler içindedirler. Oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğinden ibaret olup, takip edilmesi gereken gerçek hedef ve gayenin güzel olanı Allah katındadır.
15 De ki: “Size (büyük bir ihtirasla bağlandığınız) bu şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girenler için Rabbileri katında (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kulları(nı) hakkıyla görendir.
16 Ki, (o kulların içinde takva dairesine girmiş olanlar), hep şöyle yalvarırlar: “Rabbimiz, biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!”
17 (Başlarına gelen musibetler karşısında, ibadete devamda ve günahlardan sakınmada) sabırlıdırlar; (sözlerinde ve davranışlarında, iman ve ahdlerinde) sadıktırlar; (Allah’ın huzurunda) boyun eğip divan duranlardır; (Allah’ın kendilerine verdiği bütün nimetlerden O’nun yolunda) infakta bulunanlardır; seherlerde istiğfar edenlerdir.
18 Allah şahittir ki, başka ilâh yok, ancak O vardır; bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da, tam bir doğruluk, adalet ve hakkaniyet içinde (aynı gerçeğe şahittirler). Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
19 Allah katında (hak ve makbul) din ancak İslâm’dır. Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (başka bir zaman değil,) ancak kendilerine hem de (doğru ile yanlışı, ne yaparlarsa ne ile karşılacaklarını bildiren vahyî) ilim geldikten sonra sadece aralarındaki bağy (haset ve rekabetten kaynaklanan karşılıklı tecavüz) sebebiyle ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini bile bile örtüp gizliyor ve inkâra yelteniyorsa, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20 (Bu gerçeğe rağmen) halâ inat edip seninle münakaşaya tutuşuyorlarsa, (onlara) de: “Ben, bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da (aynı şekilde teslim oldular.)” Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlarla, Kitap’tan habersiz, ilimden yoksun olup da yanlış yollarda gidenlere, “Siz de aynı şekilde teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olmuşlarsa, şüphesiz hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlar demektir. Eğer yüz çeviriyorlarsa, sana düşen sadece tebliğ etmek (sözünle ve yaşayışınla Hak Din’i eksiksiz, kusursuz göstermektir). Zaten (ne söylüyorlar, ne yapıyorlarsa) Allah, kulları(nı) hakkıyla görmektedir.
21 Allah’ın âyetlerini bile bile gizleyip sonra da inkâra yeltenenler ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri hakhukuk gözetmeksizin öldürüp duranlar, bununla da kalmayarak, insanlar içinde tam doğruluk ve adaleti yayıp yerleştirmeye çalışanları da öldürenler var ya: işte onları pek acı bir azapla müjdele!
22 Onlar öyle kimselerdir ki, bütün yaptıkları dünyada da Âhiret’te de boşa gitmiştir ve (yaptıklarından kendilerine fayda temin edecek ve onları azaptan kurtaracak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
23 Bakmaz mısın şu kendilerine Kitap’tan bir pay verilenlere! Aralarında (baş gösteren meselelerde) hükmetmek üzere Allah’ın Kitabı’na davet edildikleri (ve onun hükümlerine göre muhakeme olundukları halde), sonra içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüp gitmektedir.
24 Şundan dolayı ki, onlar “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacak!” diye iddia etmekte (ve Kitabın hükmünden yüz çevirmekle azaba uğramayacaklarını zannetmektedirler). Uydurageldikleri bu türlü yalanlar, Allah’a attıkları bu türlü iftiralar, onları dinleri mevzuunda işte böyle aldatmaktadır.
25 Onları, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan, herkes dünyada ne kazanmışsa kendisine tastamam geri ödeneceği ve kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı (dehşetli) bir günde toplayıp bir araya getirdiğimizde halleri ne olacak (bir bilseler)!
26 De ki: “Allah’ım, ey mülk ve hakimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil edersin! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.
27 “Geceyi gündüze katarsın ve gündüzü de geceye katarsın; ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve kimi dilersen ona hesapsız rızık verirsin.”
28 Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri (işlerine vekil, müsteşar, başlarında idareci ve küfürleri sebebiyle) dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa (bilsin ki o), kaynağı Allah olan bir yol, bir sistem üzerinde değildir ve Allah’tan göreceği bir yardım ve sahiplenme de yoktur; ancak (hakim konumda bulunan) o kâfirlerden (dininize, toplumunuza, mukaddeslerinize ve canınıza gelecek önemli bir tehlikeden) bir şekilde korunmanız hali müstesna. Her halükârda Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırır. (Başkasına değil,) ancak Allah’adır nihaî varış.
29 (Mü’minlere) de ki: “Sinelerinizdekini gizleseniz de, açığa da vursanız da Allah onu bilmektedir; O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”
30 Gün gelir, her şahıs (dünyada iken) hayır adına ne işlemişse önünde hazır bulur; kötülük adına ne işlemişse de. İster ki, o kötülükle kendisi arasında upuzun bir mesafe olsun! Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırıyor. Allah, kullar(ın)a pek çok acıyandır.
31 (Ey Rasûlüm, onlara) de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.
32 Yine, de: “Allah’a itaat edin ve (bu itaatın gereği olarak) Rasûl’e de.” (Senin bu çağrına rağmen) yüz çevirip giderlerse (bil ki, bu çağrıdan ancak kâfirler yüz çevirir ve onlar da bilsinler ki) Allah, kâfirleri sevmez.
33 (Eğer, sana ve peygamberlerden bazılarına inanmıyorlarsa, şu bir gerçek ki Allah, risaleti dilediğine verir ve) şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesini (insanlık içinde) bizzat süzüp tertemiz bir hülâsa kılmış ve bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştir
34 Birbirlerinden gelen (aynı inanç üzerinde) tek bir nesil olarak. (Bu bakımdan, peygamberlere inanmada onları birbirinden ayırmayın ve haklarında, ayrıca Allah’ın tercihi konusunda yanlış söz söylemeyin ve yanlış düşüncelere girmeyin). Allah, (her söyleneni) hakkıyla işitendir; her şeyi hakkıyla bilendir.
35 Hani bir zaman İmran’ın hanımı şöyle dua ve münacatta bulunmuştu: “Rabbim! Şu karnımdaki yavruyu her türlü bağdan, dünya iş ve meşgalesinden azade ve her şeyiyle Sana teslim bir kul olarak, (bilhassa Ma’bed’e hizmet etsin diye) Sana adadım; ne olur bu adağımı kabul buyur; şüphesiz ki Sen’sin Semîʽ (her şeyi hakkıyla işiten); Alîm (niyetlere ve kalbden geçenlere varıncaya kadar her şeyi hakkıyla bilen).”
36 Derken, vakti gelip de onu dünyaya getirince, (adağından dolayı erkek beklerken kız gelmesi karşısında,) “Rabbim, ben bir kız dünyaya getirdim!” deyiverdi. –Allah, dünyaya ne getirdiğini elbette daha iyi biliyordu! (Bu sebeple üzülmesine gerek yoktu, çünkü O’nun beklediği) erkek çocuğu, (O’na bahşettiğimiz ve nasıl bir nimete mazhar kılınacağını bilmediği) bu kız gibi olamazdı.– “Ben, O’nun adını Meryem koydum; O’nu ve O’ndan gelecek nesli, rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.”
37 Rabbisi onu, (annesinin adamasındaki samimi niyet ve güzel duygulara karşılık) iyilik ve güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir fidan gibi büyütüp yetiştirdi. O’nu Zekeriya’nın bakım, görüm ve himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman Ma’bed’e girip O’nun yanına varsa beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” diye sordu. “Allah katından!” dedi Meryem. Şüphesiz Allah, kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
38 İşte o noktada Zekeriya, dua ile hemen Rabbisine yöneldi ve şöyle dedi: “Rabbim, bana katından tertemiz, hayırlı bir nesil lütfet. Şüphesiz Sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39 Derken, (bir gün) mihrapta namaza durmuştu ki, melekler kendisine seslendiler: “Allah, sana Yahya’yı müjdeliyor: Allah’tan bir Kelime’yi tasdik edecek, hem salihlerden bir efendi, hem gayet zahit ve bir nebî olacaktır.”
40 Zekeriya, (hayret içinde) “Rabbim, ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak?!” diye sordu. (Allah, melek vasıtasıyla), “Olacak, Allah ne dilerse yapar!” buyurdu.
41 “Ya Rab,” dedi (Zekeriya), “Bana bir emare, bir alâmet lûtfet!” “Sana emare” buyurdu (Allah): “işaretleşme dışında, insanlarla üç gün süreyle konuşamamandır. Bu arada, Rabbini çok zikret ve ikindiakşam saatleriyle şafakişrak saatlerinde tesbihte bulun.”
42 Bir zaman da geldi, melekler, (Ma’bed’ de hizmete devam etmekte olan Meryem’e) seslendiler: “Meryem! Hiç şüphesiz Allah seni süzüp seçti; seni tertemiz ve her türlü günahtan, lekeden uzak kıldı ve sana bütün dünya kadınlarının üzerinde bir mevki verdi.
43 “Meryem! Rabbinin huzurunda O’nun için elpençe divan dur, secdeye kapan ve O’nun önünde baş eğip rükûa varanlarla birlikte rükûa var!”
44 (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (senin ve hiçbirinizin şahit olmadığı) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Meryem’in bakım ve himayesini hangisi üzerine alacak diye kalemleriyle kura çekerlerken elbette yanlarında değildin; bu konuda çekişirlerken de onlarla birlikte değildin.
45 Yine bir defasında melekler, “Ya Meryem!” dediler: “Allah sana Kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor: ismi Mesih, Meryem oğlu İsa’dır; dünyada da Âhiret’te de itibarlı, şerefli ve Allah’a en yakın kullardan olacaktır.”
46 “Ayrıca, beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşur ve salihlerdendir.”
47 “Ya Rab!” dedi (Meryem), bana hiçbir (erkek) insan eli dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah adına konuşan Ruh), cevap verdi: “Allah’tır O, ne dilerse yaratır. Bir şeyin olmasına hükmettiği zaman ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.”
48 “(Allah, o doğacak çocuğa) “Kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek;
49 “Ve onu İsrail Oğulları’na bir rasûl olarak gönderecektir.” (O da, kendisini onlara misyonunda tecelli eden ana hususiyetleriyle şöyle takdim eder:) “Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbinizden bir âyetle, apaçık bir delille geldim: Sizin için çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve içine üflerim de, Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Yine, Allah’ın izniyle, (anadan doğma) körü ve alacalıyı (cüzzamlı) iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ne yediğinizi ve evlerinizde neyi biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer şimdiye kadarki iman iddianızda samimi, gerçekten mü’minlerseniz, bütün bunlarda sizin için (benim peygamberliğimi ortaya koyan) apaçık bir delil vardır.
50 “(Ayrıca,) benden önce indirilen Tevrat’ı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim); ve gerçekten ben, size Rabbinizden (peygamberliğime) apaçık bir delille geldim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının, takva dairesine girin ve bana itaat edin.
51 “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde O’na ibadet edin. Bu, (üzerinde yürünmesi gereken) doğru bir yoldur.”
52 İsa, (bu minval üzere tebliğine devam etti) ve onların gerçeği bile bile inkârlarını, (hattâ kendisine karşı düşmanlıklarını) kesinkes sezince, “Allah’a (giden bu yolda) bana kim yardım eder?” diyerek (umumî bir çağrıda bulundu). Havariler, “Biziz, Allah (yolunun) yardımcıları!” diyerek (ortaya atıldılar ve) “Allah’a iman ettik” dediler: “Sen de şahit ol: biz, Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız.”
53 “Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’a) iman ettik ve (gönderdiğin) Rasûl’e tâbi olduk; bizi (indirdiğin gerçeğe, gönderdiğin Rasûl’e ve o Rasûl’ün vazifesini yaptığına) şahit olanlardan yaz.”
54 Öbürleri ise tuzak kurup komplolar hazırladılar; Allah da Kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak Kendi iradesini hakim kılan, (mü’minlere karşı kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak icra eden)’dir.
55 O zaman Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim; ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım.” Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
56 “Küfredenlere gelince, onlara dünyada ve Âhiret’te çok şiddetle azap edeceğim ve (bu azabım karşısında) onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
57 “Buna karşılık, iman edip imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah, (apaçık âyetlerini inkârla O’nu tanımayan veya O’na şirk koşan ve böylece en büyük haksızlığı yapan) zalimleri, haksızlıkta bulunanları asla sevmez (ve Kendisi de, asla haksızlık yapmaz).”
58 İşte (ey Rasûlüm,) bütün bu gerçekleri sana birer âyet ve o hikmet yüklü, doğruluğu açık ve kesin Zikr’e (Kur’ân’a) dahil olarak okuyoruz.
59 Allah katında (dünyaya gelmesi açısından) İsa’nın durumu aynen Âdem’in durumu gibidir. (İsa’yı babasız olarak Meryem’ in rahminde gıda halinde O’nun vücuduna giren unsurlardan şekillendirip yaratan) Allah, Âdem’i (yine babasız, hattâ annesiz de olarak) topraktan (toprakhavasu unsurlarından) meydana getirdi, sonra da ona “Ol!” dedi (ruh üfledi), o da oluverir.
60 Gerçek (nasıl her zaman) Rabbinin buyurduğu (ise, bu da Rabbinden öyle bir gerçektir). Bu konudaki şüpheden uzak kesin inancında sabit olmaya devam et.
61 Artık sana bu sağlam ve doğru bilgi geldikten sonra, kim halâ seninle (İsa hakkında) tartışmaya girerse onlara de: “Gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
62 Meselenin aslı ve özü, sözün doğrusu budur. (Ne İsa, ne başkası,) ilâh olarak sadece Allah vardır; ve şüphesiz Allah, Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir; Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)dır.
63 Her şeye rağmen halâ yüz çeviriyorlarsa, muhakkak ki Allah, o bozguncuları hakkıyla bilmektedir.
64 De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda aynı olan bir kelimeye, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Senin bu çağrından sonra yine de yüz çevirirlerse, (ey Müslümanlar,) siz şunu ilân edin: “Şahit olun, şüphesiz ki biz, (Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş) Müslümanlarız.”
65 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında (o Yahudi idi, yok Hıristiyan’dı diye) niye tartışıp iddialaşıyorsunuz?! (Siz de biliyorsunuz ki,) Tevrat da, İncil de O’ndan sonra indirildi. Bu kadarcık olsun akletmeyecek misiniz?
66 İşte siz böylesiniz: hakkında kesin bilgi sahibi olduğunuz bir konuda bile (hiç akletmez, doğruyu kabullenmez ve) böyle tartışıp iddialaşırken, hakkında sağlam hiçbir bilgiye sahip olmadığınız konularda ne diye tartışıp iddialaşırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67 İbrahim, Yahudi de değildi, Hıristiyan da değildi; selim bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancıyla Hak’ka yönelmiş bir Müslüman’dı O. Asla müşriklerden olmadı.
68 Dolayısıyla, insanlar içinde İbrahim’e en lâyık ve en yakın olanlar, (misyonunun devamı sürecince) O’na tâbi olanlarla, şu (şanı çok yüce) Peygamber ve (beraberinde bulunan) iman edenlerdir. Allah, bütün mü’minlerin velîsi, (koruyucusu, yâr ve yardımcısı)dır.
69 Kitap Ehli’nden bir grup arzu eder ki, keşke sizi saptırabilseler! (Tabiî ki, kursaklarında kalacak bir arzudur bu! Çünkü) onlar sadece kendilerini saptırmaktadırlar ama, farkında değillerdir.
70 Ey Kitap Ehli! (Yanınızdaki kitaplarda) doğruluğuna şahit olup dururken bile bile ne diye Allah’ın âyetlerini gizliyor ve inkâr cihetine gidiyorsunuz?
71 Ey Kitap Ehli! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?
72 Kitap Ehli’nden bir grup da (birbirlerine) şöyle demektedir: “Şu iman edenlere indirilene günün ilk bölümünde inanmış görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin: belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp, önceki hallerine ve inançlarına geri dönerler.
73 “Fakat siz siz olun, kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın;” –(Ey Rasûlüm,) de ki: “Takip edilmesi gereken gerçek ve doğru yol, Allah’ın koyduğu yoldur.”– “(inanmayın ki,) size verilenin bir benzeri başkasına da verilmiş olmasın veya Rabbinizin katında aleyhinizde delil getirip sizi mağlûp etmesinler.” (Rasûlüm,) de ki: “Doğrusu, bütün lütuf Allah’ın elindedir; onu dilediğine verir.” Allah, rahmet ve lütfuyla her varlığı kucaklayan, merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir.
74 Rahmetini, (bu arada, vahiy ve peygamberliği kullarından) kimi dilerse ona has kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
75 Kitap Ehli içinde öylesi vardır ki, kendisine yük yük emanet bıraksan onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona tek bir dinar para emanet etsen, üzerine varıp da başında dikilip durmadıkça onu sana iade edecek değildir. (Bu ikincilerin tavrı şundandır): Onlar, “Dinimizden olmayan, hele bizim gibi bir kitaba sahip bulunmayanlar hakkında ne yapsak mübahtır; bundan dolayı sorumlu olmayız.” iddiasındadırlar. Halbuki, (bu iddialarının hiçbir temele dayanmadığını) bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
76 Oysa (Allah’ın koyduğu hakikat şudur): Kim, (kime karşı olursa olsun) sözünde durur, ahdine sadık kalır ve (her hususta olduğu gibi, bu hususta da) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde hareket ederse, bilin ki Allah, müttakîleri sever.
77 Allah’ın bir ahd olarak kendilerine lütuf buyurduğu Din’i ve ona uyma hususunda Allah’a verdikleri sözü, bir de yeminlerini önemsiz bir fiyat karşılığı satanlara gelince, onların Âhiret’te hiçbir nasipleri yoktur: Kıyamet Günü (en çok ihtiyaç duydukları anda) Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları günahlarından temizleyip paka çıkarmayacaktır. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
78 (Kitap Ehli’nin) içinde bir grup da vardır ki, Kitabı okurken aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye başka manâya gelecek şekilde kelimelerin telaffuzunu, vurguları ve okunuşu değiştirirler. Sonra da bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde, “Bunlar, Allah katındandır.” diye takdim ederler. Hayır, onlar, Allah hakkında bile bile yalan uydurmaktadırlar.
79 Allah, bir kişiye Kitap, hüküm (manevî ve misyonu çerçevesinde maddî sahada hakimiyet, doğru ve yerinde karar verebilme ve doğru ile yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti ile Allah’ın hükümlerini uygulama yetkisi) ve peygamberlik versin, sonra da bu kişi kalkıp insanlara, “Allah’ı bırakın ve bana kul olun!” desin, bu asla mümkün değildir ve olmamıştır. Oysa her peygambere şunu demek yaraşır ve nitekim her peygamber bunu demiştir: “Kitabı okuyor, öğretiyor ve üzerinde çalışıyorsunuz, o halde Hak’ kın öğrenip öğrettiğinizi uygulayan sadık ve ihlâslı kulları olun!”
80 O, size “Melekleri ve peygamberleri Rabler edinin!” diye de emretmez. Siz Allah’a boyun eğen Müslümanlar olduktan sonra kalkıp, size hiç küfrü emreder mi?
81 Hem Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Ne zaman size (rasûl olanlarınıza doğrudan, nebî olanlarınıza bir Rasûl’ün mirasçısı olarak) Kitap ve hikmet versem ve ardından, size verilmiş bulunan (Kitabı) tasdik edici bir Rasûl gelse, ona mutlak surette inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz.” diye söz almıştır. Allah, “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da, “Kabul ettik!” diye ikrar vermiş, bunun üzerine Allah, “Öyleyse şahit olun, (ümmetleriniz de şahit olsun); Ben de sizin gibi şahit oluyorum!” buyurmuştur.
82 Artık kim bundan sonra yüz çevirip başka türlü davranırsa, onlar (Din’den çıkmış) fasıklardır.
83 Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.
84 De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş ve ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.”
85 Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.
86 İman ettikten, O (şanı yüce) Rasûl’ün hak olduğuna (O’nda gördükleri risaletine delil sıfatlar sebebiyle) bizzat şahadet ettikten ve kendilerine (hem O’nun risaletini hem de getirdiği Kitabın Allah Kelâmı olduğunu ispat eden) o apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayet eder mi? Allah, (gerçeği gizleyerek, bile bile inkâr ederek bütün kâinata ve hakikatlara haksızlık yapan) zalimler güruhuna asla hidayet vermez.
87 Böylelerinin görecekleri karşılık, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 Hem de bu lânetin içinde sonsuzca kalmak üzere. Görecekleri azap hafifletilmeyecek, yüzlerine de bakılmayacaktır.
89 Ancak bilahare tevbe eden ve (içlerini küfürden temizleyerek, iman ve salih amelle) ıslahı halde bulunanlar müstesna. Şüphesiz Allah, günahları çok affedendir; (tevbe ve ıslahı hâl ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır.
90 Buna karşılık, iman ikrarından sonra küfre sapanlar ve sonra (davranışları, çıkardıkları fitneler ve kurdukları komplolarla) küfürde daha da ileri gidenler ise, (artık iman kabiliyetini yitirdikleri için öylelerinin bir daha geri dönüşleri olmaz; onlar, ölümü görmedikçe tevbeye de yanaşmazlar, ölüm ânında küfürden) yapacakları tevbe de artık kabul görmez. Onlardır tam manâsıyla sapmış, dalâlete yuvarlanıp gitmiş olanlar.
91 Küfredip de neticede kâfir olarak ölüp gidenler, içlerinden her biri kendini kurtarmak için yer dolusu altın verecek bile olsa bu, onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. Onların hakkı çok acı bir azaptır ve (bu azap karşısında) hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
92 Bizzat sevdiğiniz (mal, bilgi, eşya…)dan infak etmedikçe gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamaz, (ebrardan olamazsınız.) Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir.
93 Tevrat indirilmeden önce İsrail’in (Yakub’un) kendi nefsine haram kıldığı müstesna, (Kur’ân’da helâl kılınmış bulunan) bütün yiyecekler İsrail Oğulları için de helâl idi. (Ey Rasûlüm, onlara), “Eğer (Tevrat’ta nesih bulunmadığı iddiasında) samimi iseniz, getirin Tevrat’ı ve okuyun!” de.
94 Artık kim bundan sonra Allah’a yalan isnadıyla iftirada bulunursa, böyleleri zalimlerin ta kendileridir.
95 (Ey Rasûlüm,) sen, “Sadekallah: (Allah, sözün doğrusunu söyledi.)” de. O halde haydi, safî bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancı içinde İbrahim’in milletine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.
96 İnsanlar için (ibadet maksadıyla yeryüzünde) ilk kondurulan ev, Mekke’deki (Kâbe) olup, feyiz ve bereket kaynağı, bütün insanlık için bir hidayet rehberi ve bir yönelme merkezidir.
97 Orada (Allah’ın dini ve O’na ibadet adına, ayrıca o Ev’in ibadet için merkez ve kıble olduğunu gösteren) apaçık alâmetler, deliller, İbrahim’in Makamı vardır. Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur. Ona yol bulup varmaya gücü yeten herkesin o Ev’i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim Hac’cı inkâr eder veya nankörlükte bulunup Allah’ın bu hakkını yerine getirmezse, (bilin ki) Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, kimseden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
98 De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah’ın (apaçık) âyetlerini ne diye gizleyip inkâr cihetine gidiyorsunuz? Halbuki Allah, yapıp durduğunuz her şeye bihakkın şahit bulunuyor.
99 De ki: “Ey Kitap Ehli! Doğruluğunun bizzat şahitleri olduğunuz halde, niçin Allah’ın yolunun eğri tanınmasını ve keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzu ederek iman edenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz? Oysa Allah, yapıp durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.”
100 Ey iman edenler! Şu kendilerine Kitap verilenlerden bazılarına itaat edecek, onların dediklerini dinleyecek olursanız, iyi bilin ki, imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yaparlar.
101 Ne diye küfre sapacaksınız ki, önünüzde Allah’ın âyetleri okunup duruyor ve aranızda da O’nun Rasûlü var. Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa, hiç şüphesiz doğru bir yola iletilmiş demektir.
102 Ey iman edenler! O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının ve ancak (O’na gönülden teslim olmuş) Müslümanlar olarak can vermeye bakın.
103 Hep birlikte Allah’ın İpi’ne sımsıkı sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz bölük pörçük birbirinize düşman idiniz; derken Allah kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki, (her hususta) doğruya ulaşıp onda sabitkadem olasınız.
104 İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk bulunsun. Onlardır gerçek mazhariyet sahipleri ve gerçekten kurtuluşa erenler.
105 Kendilerine apaçık hidayet delilleri geldikten sonra grup grup olanlar ve farklı farklı yollar tutanlar gibi olmayın. Onların payına düşen, pek büyük bir azaptır.
106 Gün gelecek, bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler ise kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: “İmanınızdan sonra küfre sapmıştınız değil mi? Küfür üzerinde yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım şimdi (bu çok büyük) azabı!”
107 Yüzleri ak olanlara gelince: onlar, Allah’ın rahmetine garkolmuşlardır; hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
108 Bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana her türlü şüpheden uzak olarak ve bütün doğruluğuyla okuyoruz. Allah, herhangi bir varlık, herhangi bir kimse hakkında zulüm diliyor değildir.
109 Kaldı ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; (dolayısıyla O, sahip olduğu her şeyde dilediği gibi tasarruf eder ve esasen zulmetmiş olması asla mümkün değildir.) Bütün işler, neticede varır Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur.
110 (Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.
111 Ama onlar, size hiçbir şekilde asla zarar veremezler; ancak dilleriyle incitebilirler. Sizinle savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra hiçbir yardım da görmezler.
112 Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah’tan gelen bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (desteğe ve koruma altına almaya) tutunmaları hali müstesna; ayrıca Allah’tan (müthiş) bir gazaba (cezaya) uğradılar ve meskenet altında ezilmeye mahkûm oldular. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr edip duruyor ve hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürüyorlardı. Çünkü artık asi olmuşlardı ve haddi aşıp duruyorlardı.
113 Bununla birlikte, Kitap Ehli’nin hepsi aynı değildir. İçlerinde (sizin gibi iman etmiş olup) doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini hakkıyla okuyarak secdelere kapanırlar.
114 (Gerektiği şekilde) Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanır, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışır ve yarışırcasına hayırlı işlere koşarlar. Onlar, inanç, düşünce ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam ve bozgunculuktan uzak bulunanlardandır.
115 Hayır adına her ne işlerlerse, elbette onun mükâfatından mahrum bırakılacak değillerdir. Allah, içleri Kendine karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilmektedir.
116 O küfredenlere gelince: sahip oldukları mallar da, evlâtları da Allah karşısında onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdır onlar, hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
117 Onların (insanî veya dinî gayeli gibi görünse de, menfaatlerini tatmin veya yanlış inançları yolunda ya da sırf gösteriş için) bu dünya hayatında harcama yapmaları şuna benzer: Dondurucu bir rüzgâr çıkar ve bizzat kendi öz canlarına zulmeden bir topluluğun ürününe isabet edip onu yok ediverir. Allah onlara zulmetmedi, haksızlık yapmadı; fakat onlar, hep kendi kendilerine zulmetmektedirler.
118 Ey iman edenler! Kendinizden (her bakımdan sizin gibi olanlardan) başkasını sırdaş edinmeyin; çünkü (bilhassa o gayrı Müslimler içinde size gayz ve düşmanlık besleyenler), başınıza dert açmada ellerinden geleni arkalarına koymazlar; ayrıca üzerinizden dert ve sıkıntı hiç gitmesin isterler. Baksanıza, size olan buğzları ağızlarından taşıyor; içlerinde gizledikleri ise daha da öte. Eğer aklınızı kullanır ve gereğince davranırsanız, size apaçık gerçekleri açıklıyoruz.
119 Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (Onlara), “Gayzınızda boğulun!” de! Şüphesiz ki Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
120 Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır. Her ne yapıp ediyorlarsa, Allah (ilmi ve kudretiyle) hepsini kuşatmış durumdadır.
121 Hani (ey Rasûlüm,) bir sabah ailenden erkenden ayrılmıştın ve mü’minleri savaş için konuşlandırıyordun. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir; (nitekim o gün de olup biteni bihakkın işitiyor ve biliyordu).
122 İşte o anda içinizden iki grup gevşeklik gösterip geri dönmeye yeltenmişlerdi; oysa Allah, onların yardımcısı, koruyucusu ve destekçisiydi. Daima ve sadece Allah’a dayanıp güvenmelidir mü’minler.
123 Nasıl ki O, (hem sayı hem de kuvvet yönünden) çok az ve çok zayıf olduğunuz bir zamanda size Bedir’de yardım etmiş ve sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse, Allah’a karşı gelmekten sakınarak takva dairesinde hareket edin ki, böylece şükretmiş olasınız.
124 O (Bedir) günü mü’minlere, “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin size imdat göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 Evet, (niye yetmesin!) Hattâ, eğer sabreder, (cephede direnir) ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde kalarak O’nun koruması altına girerseniz, düşmanlarınız hemen şu dakikada üzerinize geliverecek olsalar, Rabbiniz beş bin formalı, nişanlı melekle size imdat edecektir.
126 Allah, (o zaman yaptığı bu yardımı) ancak sizin için bir muştu olsun ve onunla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. (Yoksa Allah dilemedikçe, yardımını size yar etmedikçe, meleklerin de kendiliklerinden yapabilecekleri bir şey yoktur.) Yardım ve zafer, ancak Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler) bulunan Allah’ın katındandır.
127 Allah, (o yardımı ayrıca kimisinin katledilmesi, kimisinin esir alınmasıyla) küfredenlerin bir tarafını koparmak (sayılarını azaltıp, güçlerini kırmak) için, diğerleri de ümitsiz ve perişan bir halde dönüp gitsinler diye yaptı.
128 (Ey Rasûlüm, bütün bunları yapan Allah’tır;) gerçek tedbir ve idare ile işlerin sonuca ulaştırılmasında sana düşen bir şey yoktur; (bu sebeple, muvaffakiyetlerinizden kendinize övünme vesilesi olacak bir pay çıkarmayın. Ayrıca, sen vazifeli bir kulsun; kullarına karşı Allah’ın nasıl davranacağı) konusunda da sana düşen bir şey yoktur. Allah, ister onlara tevbe (ve iman) nasip edip günahlarını bağışlar, isterse (küfür, şirk ve kötülüklerde ısrar eden) zalimler olmaları hasebiyle onları azapla cezalandırır.
129 Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ama Allah, (her şeyden önce, kullarını) çok fazla bağışlayandır, (bilhassa tevbe ve iman ile Kendisine yönelenlere karşı hususî) rahmeti pek çok olandır.
130 Ey iman edenler! (Hele bir de) öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, (dünyada da Âhiret’te de) felâh bulasınız.
131 (Dininizi koruma adına muamelelerinize dikkat edin ve) kâfirler için hazırlanmış olan Ateş’ten sakının.
132 Allah’a ve Rasûl’e itaat edin ki, rahmete, (dünyada helâl dairesinde güzel bir hayata, Âhiret’te de af ve Cennet’e) nail olasınız.
133 Rabbiniz’den (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış bir Cennet’e yarışırcasına koşuşun!
134 O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.
135 Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya (günahla) kendi öz canlarına zulmettiklerinde peşinden hemen Allah’ı hatırlar, O’nu anar ve günahlarının affedilmesini dilerler –zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki! Ayrıca, işledikleri (günah ve hatalarda) bile bile ısrar da etmezler.
136 (Parmakla gösterilmeye değer bu takva ve ihsan sahiplerinin) mükâfatları, Rabbilerinden (sürprizlerle yüklü) bir mağfiret ve içlerinde sonsuzca kalmak üzere girecekleri (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlerdir. Bildikleriyle gerektiği şekilde amel eden ve güzel işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137 Sizden önce, (toplumların hayatını ve tarihî süreci tanıma adına Allah’ın koymuş bulunduğu kanunları ve icraatını gösteren) nice yol olmuş vakalar geldi geçti. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, (Allah’ın âyetlerini ve peygamberleri) yalanlayanların sonları ne oldu, görüp inceleyin!
138 (Sebep ve sonuçlarıyla) bütün bu olup bitenler, herkes için (görülmesi gereken) gerçeği gösteren bir izah, müttakîler için ise imanda ve Allah’a bağlılıkta pekişme ve ikaz, irşad adına bizatihî bir öğüttür.
139 Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.
140 (Uhud’da) size bir yara dokundu ise, biliyorsunuz, karşınızdaki o düşman topluluğuna da benzer bir yara (Bedir’de) dokunmuştu. Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz. Şurası bir gerçek ki, Allah zalimleri sevmez, (zulmü, yanlış davranışları tasvip etmez, cezalandırır ve neticede hakkı hakim kılar).
141 (O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.
142 Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan, bir de sabredenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan hepiniz hemen Cennet’e girivereceğinizi mi sanıyordunuz?
143 Hani, onunla yüz yüze gelmeden ölümü temenni ediyordunuz! İşte o şimdi karşınızda, ama (seyirci gibi) bakıp duruyorsunuz!
144 (Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibariyle) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.
145 Kimsenin Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını Âhiret’te almak diliyorsa, ona da Âhiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.
146 Nice peygamberler gelip geçti ki, beraberlerinde kendilerini Allah’a adamış çok sayıda hak eri olduğu halde (Allah yolunda) harbettiler. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı asla yılgınlığa düşmedikleri gibi, ne zaaf sergilediler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah, (böylesi) sabredenleri sever.
147 (Düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”
148 Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel Âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.
149 Ey iman edenler! Eğer o küfür içindeki (münafıkların Uhud savaşı münasebetiyle söylediklerine kulak verir de onlara) uyacak olursanız, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye (dininizden) döndürürler de, neticede (hem dünyada hem de Âhiret’te) kaybedenlerden olursunuz.
150 Bilakis sizin yâriniz, yardımcınız, gerçek koruyucunuz Allah’tır. O, en hayırlı bir yardımcı ve zafere ulaştırıcıdır.
151 Allah’ın, (iddia ettikleri üzere güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmalarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların nihaî barınakları Ateş’tir. Zalimlerin varıp kalacakları o yer ne fena bir yerdir!
152 Esasen Allah, size verdiği sözde durdu: O’nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat arzuladığınız galibiyeti bu şekilde size göstermesinin ardından (ganimet sevdasıyla) gevşeyiverdiniz ve (mevziinizden ayrılmamanız için) size verilmiş bulunan emir konusunda çekiştiniz, neticede de (Allah Rasûlü’nün bu emrine) isyan ettiniz. İçinizde dünyayı dileyen vardı, Âhiret’i dileyen vardı. Bunun üzerine Allah sizi denemek için, (üzerlerine yüklenmiş bulunduğunuz o kâfirler) karşısında sizi yüz geri etti. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı daima lütf u inayet sahibidir.
153 Savaş meydanından uzaklaştıkça uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnada Rasûl de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu (en tehlikeli) hengâmede Allah size (biri öncekini unutturacak) gam üstüne gam verdi ki, (dünya adına) artık elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
154 Sonra (pişmanlıkla geri dönüp geldiniz, dağda Allah Rasûlü’nün etrafında toplandınız ve) Allah, sizi giriftar ettiği bunca gamın ardından üzerinize bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyku hali ki, içinizden (en samimi olan) bir kısmını bürüyordu; bir grup da canlarının derdine düşmüştü ve Allah hakkında cahiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyorlardı. “Bu idare ve emirkomuta işinde bizim bir yetkimiz var mı?” diye soruyorlar, –De ki: “Bütün iş, bütün yetki Allah’a aittir.”– içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şey gizliyorlardı. Şöyle söyleniyorlardı: “Bu idare ve emirkomuta işinde bize de bir pay düşmüş olsaydı, burada böyle öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde bile bulunmuş olsaydınız, haklarında öldürülme takdir edilmiş bulunanlar mutlaka çıkacak ve düşüp ölecekleri yere geleceklerdi.” Allah, sinelerinizdeki (düşünce, duygu, niyet ve yönelişleri) sınamak ve kalblerinizdeki (imanı) her türlü şüphe ve vesveseden arındırıp dupduru yapmak diliyor. Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilendir.
155 İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün içinizden arkasını dönüp kaçanlar var ya, işlemiş oldukları birtakım günahlar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmaya yeltenmişti. Fakat Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır.
156 Ey iman edenler! Bizzat küfre batmış ve (onlarla aynı halka mensup olmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda bulunan insanlar) seferde veya herhangi bir gazada öldürüldükleri takdirde onlar hakkında, “Bizim yanımızda bulunsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah, onların kalbinde bir hicran, bir yürek yarası bırakıyor. Oysa hayatı veren de, hayatı alan da Allah’tır. Allah, ne yapıp ediyorsanız hepsini hakkıyla görendir.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah katından (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfiret ve bir rahmet, onların (hayatta kalıp da) toplayıp biriktirecekleri mallardan çok daha hayırlıdır.
158 Ölseniz de, öldürülseniz de, her halükârda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159 (Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olmuş olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, bağışla onları ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.
160 Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse çıkmaz. Şayet O sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, artık size kim yardım edebilir ki? O halde sadece Allah’a dayanıp güvensin mü’minler.
161 Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim emanete hıyanetle (ganimetten ya da kamuya ait hasılattan veya maldan bir şey çalar, bir de bunu gizlerse), Kıyamet Günü, yaptığı bu hıyanetin vebaliyle gelir. Sonra, herkese (dünyada iken) işleyip kazandığının karşılığı eksiksiz ödenir ve hiç kimseye zulmedilmez, haksızlık yapılmaz.
162 Allah’ın rızasını gözetip ona göre davranan kimse, hiç üzerine Allah’ın cezasını çekip de nihaî barınağı Cehennem olan kişi gibi midir? Ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son duraktır o Cehennem!
163 Bunların her birinin Allah katındaki dereceleri farklıdır; ve Allah, ne yapıp ediyorlar, hepsini çok iyi görmektedir.
164 Gerçekten Allah, içlerinden bir Rasûl seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulundu. O Rasûl, onlara Allah’ın (Kur’ân cümleleri olarak gelen ve bir de kâinatta tecelli eden) âyetlerini okuyup açıklıyor, (zihinlerini yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerini bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165 Hâl böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet başınıza gelince, “Bu musibet de nereden?” mi diyorsunuz? (Ey Rasûlüm,) de ki: “Elbette kendi yüzünüzden!” Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
166 İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen musibet, (kendi yüzünüzden, fakat şüphesiz) Allah’ın izniyle ve (Allah, gerçek) mü’minleri belli etsin diye idi.
167 Ayrıca, münafıklık yapanları da belli etsin diye idi. O (münafıklara), “Haydi gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada kalın da (düşmanın şehre ve ailelerinize zarar vermesine engel olun)!” dendiği zaman, “Ah, bir vuruşma olacağını bilsek, mutlaka size katılırız, (ama bir savaş çıkacağını sanmıyoruz)!” diye cevap verdiler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler; ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Elbette Allah, neyi gizleyip durduklarını çok iyi bilmektedir.
168 Savaşa çıkmayıp, savunmaya da girişmeyerek evde oturup kalmaları yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış, (aynı halka mensup bulunmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda) bulunan (şehitler) hakkında, “Bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi!” şeklinde konuşuyorlar. (Onlara) de ki: “Eğer şu söylediklerinizde tutarlı iseniz, elinizden de geliyorsa, haydi ölümü kendinizden savın da görelim!”
169 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler olarak düşünmeyesin! Hayır, onlar diridirler ve Rabbileri katında rızıklanmaktadırlar.
170 Allah’ın lütf u kereminden kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerle kesintisiz ferahlanmakta ve henüz kendilerine katılmayan (dindaşlarının da Allah’a kavuştuklarında) onlar için korkulacak hiçbir şey olmayacağı ve hiçbir üzüntü, hiçbir keder hissetmeyecekleri müjdesiyle sevinmektedirler.
171 Sevinmektedirler Allah katından (gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve kimsenin aklından geçmemiş) nimetler ve fazladan bol bol ihsanla; ayrıca, mü’minlerin mükâfatını Allah’ın asla zayi etmeyeceği müjdesiyle.
172 Kendilerine o yara dokunduktan sonra Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyup (düşmanı takibe çıkanlara), özellikle Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde davranan ve takvaya dayalı olarak hareket eden o (mü’minlere) pek büyük bir mükâfat vardır.
173 O kimseler ki, bir kısım halk kendilerine, “Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!” dediklerinde, bu ancak onların imanını arttırdı da, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” mukabelesinde bulundular.
174 Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
175 Size, (“Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!”) diyenler ancak şeytandır ki, sizi dostlarıyla korkutmak istiyor. Fakat siz, gerçekten mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, sadece Ben’den korkun.
176 Birbirleriyle yarışırcasına küfürde koşuşturanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, Âhiret’te onların hiçbir nasibi olmasın. Onların hakkı, ancak pek büyük bir azaptır.
177 İmana karşılık küfrü satın alan (akıldan yoksun zavallı)lar, Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
178 O küfredenler, kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı zannetmesinler. Biz, onlara sadece günahları daha daha artsın (da, haklarında Allah’ın hükmü tamamlansın) diye mühlet veriyoruz. Onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır.
179 Zaten Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak (size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir. Ancak O, dilediği rasûllerini seçer (ve onları dilediği ölçülerde gaybe vâkıf, kalblere muttalî kılar ve sizi tâbi tuttuğu imtihanı onlarla tamamlar). Şu halde siz, Allah’a ve O’nun rasûllerine iman edin. Eğer gerçekten iman eder ve takva dairesi içinde yaşarsanız, sizin için (keyfiyetini burada idrakiniz mümkün bulunmayan) çok büyük bir mükâfat vardır.
180 Allah’ın tamamen karşılıksız olarak kendilerine bol bol lütfettiği (servet, ilim, güçkuvvet gibi nimetlerde) cimrilik yapanlar sakın zannetmesinler ki, böyle davranmaları haklarında hayırlıdır. Hayır bu, onların hakkında sadece şerdir. Cimrilik edip yanlarında tuttukları o nimetler, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. (Neden böyle davranırlar ki,) gökler ve yer mutlak manâda Allah’ın mülküdür ve (her canlı ölüp gitmekte, dolayısıyla) hep O’na ait kalmaya devam etmektedir. Sonra Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
181 (Kendilerine “Allah’a güzel bir borç verin!” dendiğinde,) “Demek Allah fakir, biz ise zenginiz!” şeklinde konuşanların sözlerini Allah elbette işitmiştir. Onların bu konuşmaları gibi, bile bile ve hakhukuk tanımadan o bir kısım peygamberleri öldürmelerini, (atalarının bu cinayetlerini tasvip etmelerini) de yazacak ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.
182 “Düçar olduğunuz bu hâl, bizzat kendi ellerinizle Âhiret’e gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmedici değildir.”
183 Tutmuşlar bir de, “(Kabul edildiğinin alâmeti olarak gökten inecek bir) ateşin yakıp kor haline getirdiği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir rasûle inanmayacağımıza dair Allah bizden söz aldı.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Benden önce size, (Allah’ın rasûlü olduklarını apaçık gösteren) deliller ve mucizelerle, hem o söylediğiniz kurban mucizesiyle de pek çok rasûller geldi. Eğer bu iddianızda doğru ve samimî iseniz, o zaman o rasûlleri neden hep öldürdünüz?”
184 (Ey Rasûlüm!) Şimdi seni yalanlıyor (Allah’ın rasûlü olduğunu kabûl etmiyor) larsa, (hiç üzülüp tasalanma!) Senden önce de, (rasûl olduklarını gösteren) apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu Sahifeler ve (insanların kalblerini, zihinlerini ve yollarını) aydınlatan (Tevrat ve İncil gibi) kitap(lar)la pek çok rasûller geldi ve onlar da, aynı şekilde ret ve yalanlanmaya maruz kaldılar.
185 (Kimse, yaptıklarıyla hayatta devamlı kalacak değildir. Çünkü) her nefis ölümlüdür (ve dolayısıyla bir gün) ölümü mutlaka tadacaktır. O bakımdan (ey insanlar, dünyada ne yapmışsanız), karşılığı Kıyamet Günü size mutlaka tastamam ödenecektir. Artık kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e konursa, hiç şüphesiz o kazanmış ve muradına ermiştir. (Bilin ki) dünya hayatı, insanı aldatan bir geçimlikten başka bir şey değildir.
186 (Öyleyse ey mü’minler, dünya hayatındaki gaye ve hikmetin gereği olarak fakirlik, hastalık ve daha başka musibetlere maruz kalma gibi sabır gerektiren ve zenginlik, sıhhat gibi şükür gerektiren hallerle) mallarınız ve canlarınız hususunda hiç şüphesiz imtihana tâbi tutulacak ve gerek sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a şirk koşanlardan kırıcı, incitici pek çok sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve (hem Allah’a iman ve itaat, hem de karşınızdakilere davranış noktasında) yanlışa düşmeden takva dairesi içinde kalabilirseniz, bilin ki bu azim, sebat, metanet gerektiren çok değerli bir iştir.
187 Vaktiyle Allah, kendilerine Kitap verilmiş olanlardan: Kitap’taki gerçekleri mutlaka açıklayacak, (bu arada, geleceği müjdelenen Âhir Zaman Peygamberi’ni) insanlara duyuracak ve bu gerçekleri gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı. Ama onlar, bunu hiç önemsemeyerek hemen kulak ardı ettiler; onu (mal, makam, şöhret gibi) çok küçük bir fiyata sattılar. Hakikaten ne kötü, ne zararlı bir alışveriş içindeler!
188 Sakın zannetme ki, yaptıklarıyla ve ellerine geçen (o pek önemsiz dünyalıkla) sevinen, ayrıca (“samimi dindar, Allah’ın Kanunu’nun koruyucuları, Allah’ın gerçek dostları” olarak anılmak gibi) asla muvaffak olamadıkları payeler ve yapmadıkları hizmetlerle anılıp övülmeyi arzulayan bu kimseler, evet sakın zannetme ki onlar, azaptan yakayı kurtarabileceklerdir. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
189 Çünkü Allah’ındır göklerin ve yerin mülkü ve hakimiyeti; ve Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
190 Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.
191 Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
192 “Rabbimiz, Sen kimi Ateş’e koyarsan, hiç şüphesiz onu rüsvay etmişsindir. (Göklerdeki ve yerdeki âyetleri görmeyerek veya onları bile bile görmezden gelerek itikadda şirke, düşüncede dalâlete ve davranışta yanlışlara dalan) zalimler için, (onları Ateş’e girmekten koruyacak) hiçbir yardımcı yoktur.
193 “Rabbimiz, hiç şüphesiz biz, ‘Rabbinize iman edin!’ diyerek, (durup dinlenmek bilmeden) gür bir davetle imana çağıran (çok şerefli) bir davetçiyi duyduk da, (davetine uyarak) hemen iman ettik. Rabbimiz, ne olur, artık Sen günahlarımızı bağışlayıver, kusurlarımızı örtüver ve vefatımızla bizi kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minlere (ebrar) dahil ediver!
194 “Rabbimiz! Ve rasûllerin vasıtasıyla bize va’dettiğin (mükâfatı, Cennet ve Cemalini) bize lütuf buyur ve bizi Kıyamet Günü’nde rüsvay etme. Şüphesiz ki Sen, asla sözünden dönmezsin.”
195 Onların, “Rabbimiz!” diyerek Kendisine el açıp dua ettikleri sonsuz lütuf, kerem ve merhamet sahibi) Rabbi, yaptıkları bu duayı şöyle kabul buyurdu: “Hiç şüphesiz Ben, erkek olsun kadın olsun, içinizde hep böyle hayırlı işlerle meşgul bulunan kimsenin yaptığını katiyen zayi etmem. (Erkeğinizle, kadınınızla) siz birbirinizdensiniz, (aynı yolun yolcusu ve yaptıklarının mükâfatını eksiksiz alacak kardeşlersiniz.) Öyle de, (Benim uğrumda) hicret eden, yurtlarından sürülen, yolumda her türlü eziyete katlanan, savaşan ve öldürülen her kim olursa olsun mutlaka kusurlarını örtecek ve hiç şüphesiz onları, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; (başkasından değil, size söz veren ve her şeye gücü yeten rahmeti sonsuz) Allah katından, (dolayısıyla şu anda hayal bile edemeyeceğiniz) bir karşılık olarak yapacağım bunu.” Elbette Allah katındadır mükâfatların en güzeli!
196 Sakın ola ki, o küfredenlerin (öyle küstahça, refah içinde ve) üstünmüşçesine memleket memleket dolaşıp durmaları seni aldatmasın.
197 Üzerinde durmaya bile değmez az bir geçimliktir o; hemen arkasından da, başlarını sokacakları yer olarak Cehennem gelir: ne de fena bir yatak!
198 Buna karşılık, (kendilerini yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve hayatlarını tanzim adına en güzel kanunları Din olarak gönderen) Rabbilerine karşı gelmekten sakınıp takvaya riayet edenler için ise, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır, hem de içlerinde sonsuzca kalmak üzere ve Allah katından bir ağırlama, ikram ve ziyafet olarak. Allah katında olan her şey, o kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minler için elbette daha hayırlıdır.
199 Kitap Ehli içinde de hiç kuşkusuz öyleleri var ki, Allah’a, size indirilen (Kur’ân)’a ve kendilerine indirilen (Tevrat’a, İncil’e) iman ederler, tam bir teslimiyet ve gönül ürpertisi içinde Allah’a boyun eğmişlerdir; ve Allah’ın âyetlerini az bir paha karşılığı satmazlar. Onlar da, mükâfatları Rabbileri katında olanlardır. Hiç şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
200 (Şimdi,) ey (bütün) iman edenler! (Allah yolunda başınıza gelenlere, ayrıca O’ nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma hususunda) sabredin; birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun ve sabırda yardımlaşın; Allah’a ibadet ve O’nun yolunda cihad mevzuunda sürekli uyanık, daima hazırlıklı ve tam bir dayanışma içinde bulunun; ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde kalın. Umulur ki, böylece (dünyada da Âhiret’te de) kurtuluşa ve gerçek mazhariyetlere erersiniz.
- الٓمٓۚ
- Elif lam mim
- اَللّٰهُ
- Allah ki
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- الْحَيُّ
- daima diri
- الْقَيُّومُۜ
- (yaratıklarını) koruyup yöneticidir
- نَزَّلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- بِالْحَقِّ
- hak ile
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
- kendinden öncekini
- وَاَنْزَلَ
- indirmişti
- التَّوْرٰيةَ
- Tevrat
- وَالْاِنْج۪يلَۙ
- ve İncil`i de
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- هُدًى
- yol gösterici olarak
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَاَنْزَلَ
- indirdi
- الْفُرْقَانَۜ
- Furkan`ı da
- اِنَّ
- muhakkak ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لَهُمْ
- onlara vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- شَد۪يدٌۜ
- çetin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَز۪يزٌ
- daima üstündür
- ذُوانْتِقَامٍ
- öc alandır
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah`a
- لَا يَخْفٰى
- gizli kalmaz
- عَلَيْهِ شَيْءٌ
- hiçbir şey
- فِي الْاَرْضِ
- yerde
- وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
- ve gökte
- هُوَ الَّذ۪ي
- O`dur
- يُصَوِّرُكُمْ
- sizi şekillendiren
- فِي الْاَرْحَامِ
- rahimlerde
- كَيْفَ
- gibi
- يَشَٓاءُۜ
- dilediği
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- هُوَ الَّـذ۪ٓي
- O
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- مِنْهُ
- Onun
- اٰيَاتٌ
- bazı ayetleri
- مُحْكَمَاتٌ
- muhkemdir (ki)
- هُنَّ
- onlar
- اُمُّ
- anasıdır
- الْكِتَابِ
- Kitabın
- وَاُخَرُ
- diğerleri de
- مُتَشَابِهَاتٌۜ
- müteşabihdir
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ
- olanlar
- ف۪ي قُلُوبِهِمْ
- kalblerinde
- زَيْغٌ
- eğrilik
- فَيَتَّبِعُونَ
- ardına düşerler
- مَا تَشَابَهَ
- müteşabihlerinin
- ابْتِغَٓاءَ
- çıkarmak
- الْفِتْنَةِ
- fitne
- وَابْتِغَٓاءَ
- bulmak için
- تَأْو۪يلِه۪ۚ
- onun te`vilini
- وَمَا
- oysa
- يَعْلَمُ
- bilmez
- تَأْو۪يلَهُٓ
- onun te`vilini
- اِلَّا
- başka kimse
- اللّٰهُۢ
- Allah`tan
- وَالرَّاسِخُونَ
- ileri gidenler
- فِي الْعِلْمِ
- ilimde
- يَقُولُونَ
- derler
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِه۪ۙ
- Ona
- كُلٌّ
- hepsi
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- رَبِّنَاۚ
- Rabbimiz
- وَمَا يَذَّكَّرُ
- düşünüp öğüt almaz
- اِلَّٓا
- başkası
- اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
- sağduyu sahiplerinden
- رَبَّنَا
- (Onlar derler ki) Rabbimiz
- لَا تُزِغْ
- eğriltme
- قُلُوبَنَا
- kalblerimizi
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ هَدَيْتَنَا
- bizi doğru yola ilettikten
- وَهَبْ لَنَا
- bize ver
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- رَحْمَةًۚ
- bir rahmet
- اِنَّكَ
- kuşkusuz sen
- اَنْتَ
- yalnız sen
- الْوَهَّابُ
- çok bağış yapansın
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen mutlaka
- جَامِعُ
- toplayacaksın
- النَّاسِ
- insanları
- لِيَوْمٍ
- bir günde
- لَا رَيْبَ
- asla şüphe olmayan
- ف۪يهِۜ
- kendisinde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُخْلِفُ
- dönmez
- الْم۪يعَادَ۟
- sözünden
- اِنَّ
- şüphesiz var ya
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamaz
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de çocukları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمْ
- onlar
- وَقُودُ
- yakıtıdırlar
- النَّارِۙ
- ateşin
- كَدَأْبِ
- durumu gibi
- اٰلِ
- ailesinin
- فِرْعَوْنَۙ
- Fir`avn
- وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
- ve onlardan öncekilerin
- كَذَّبُوا
- onlar da yalanladılar
- بِاٰيَاتِنَاۚ
- ayetlerimizi
- فَاَخَذَهُمُ
- onları yakaladı
- اللّٰهُ
- Allah da
- بِذُنُوبِهِمْۜ
- günahlarıyla
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- شَد۪يدُ
- çetindir
- الْعِقَابِ
- cezası
- قُلْ
- söyle
- لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- سَتُغْلَبُونَ
- yenileceksiniz
- وَتُحْشَرُونَ
- ve sürüleceksiniz
- اِلٰى جَهَنَّمَۜ
- cehenneme
- وَبِئْسَ
- (orası) ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir döşektir
- قَدْ
- muhakak
- كَانَ لَكُمْ
- sizin için vardır
- اٰيَةٌ
- bir ibret
- ف۪ي فِئَتَيْنِ
- şu iki toplulukta
- الْتَقَتَاۜ
- karşılaşan
- فِئَةٌ
- bir topluluk
- تُقَاتِلُ
- çarpışıyordu
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَاُخْرٰى
- öteki de
- كَافِرَةٌ
- nankördü
- يَرَوْنَهُمْ
- onları görüyorlardı
- مِثْلَيْهِمْ
- kendilerinin iki katı
- رَأْيَ الْعَيْنِۜ
- gözleriyle
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُؤَيِّدُ
- destekler
- بِنَصْرِه۪
- yardımıyle
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَعِبْرَةً
- bir ibret vardır
- لِاُو۬لِي
- olanlar için
- الْاَبْصَارِ
- gözleri
- زُيِّنَ
- süslü (cazip) gösterildi
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- حُبُّ
- aşırı düşkünlük
- الشَّهَوَاتِ
- zevklere
- مِنَ النِّسَٓاءِ
- kadınlardan
- وَالْبَن۪ينَ
- oğullardan
- وَالْقَنَاط۪يرِ
- kantarlarca
- الْمُقَنْطَرَةِ
- yığılmış
- مِنَ الذَّهَبِ
- altından
- وَالْفِضَّةِ
- ve gümüşten
- وَالْخَيْلِ
- atlardan
- الْمُسَوَّمَةِ
- salma
- وَالْاَنْعَامِ
- davarlardan
- وَالْحَرْثِۜ
- ve ekinlerden (gelen)
- ذٰلِكَ
- bunlar (sadece)
- مَتَاعُ
- geçimidir
- الْحَيٰوةِ
- hayatının
- الدُّنْيَاۚ
- dünya
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- عِنْدَهُ
- yanındadır
- حُسْنُ
- güzel
- الْمَاٰبِ
- varılacak yer
- قُلْ
- de ki
- اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ
- size söyleyeyim mi?
- بِخَيْرٍ
- daha iyisini
- مِنْ ذٰلِكُمْۜ
- bunlardan
- لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korunanlar için vardır
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَا
- içinde
- وَاَزْوَاجٌ
- ve eşler
- مُطَهَّرَةٌ
- tertemiz
- وَرِضْوَانٌ
- ve rızası
- مِنَ اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görür
- بِالْعِبَادِۚ
- kullarını
- الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ
- (onlar ki) derler
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَٓا
- gerçekten biz
- اٰمَنَّا
- inandık
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِۚ
- ateş
- اَلصَّابِر۪ينَ
- sabredenlerdir
- وَالصَّادِق۪ينَ
- sadık olanlardır
- وَالْقَانِت۪ينَ
- gönülden itaat edenlerdir
- وَالْمُنْفِق۪ينَ
- infak edenlerdir
- وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ
- istiğfar edenlerdir
- بِالْاَسْحَارِ
- ve seherlerde
- شَهِدَ
- şahiddir (ki)
- اللّٰهُ
- Allah
- اَنَّهُ
- şüphesiz
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- وَالْمَلٰٓئِكَةُ
- ve melekler
- وَاُو۬لُوا
- ve sahipleri
- الْعِلْمِ
- ilim
- قَٓائِماً
- gözeten
- بِالْقِسْطِۜ
- adaletle
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُۜ
- hakimdir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الدّ۪ينَ
- din
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِ
- Allah
- الْاِسْلَامُ۠
- İslamdır
- وَمَا اخْتَلَفَ
- ayrılığa düştüler
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanlar
- الْكِتَابَ
- Kitap
- اِلَّا
- (kendilerine) sadece
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- geldikten
- الْعِلْمُ
- ilim
- بَغْياً
- aşırılık yüzünden
- بَيْنَهُمْۜ
- aralarındaki
- وَمَنْ
- kim
- يَكْفُرْ
- inkar ederse
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- فَاِنَّ
- (bilsin ki) şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- فَاِنْ
- eğer
- حَٓاجُّوكَ
- seninle tartışmaya girişirlerse
- فَقُلْ
- de ki
- اَسْلَمْتُ
- ben teslim ettim
- وَجْهِيَ
- özümü
- لِلّٰهِ
- Allah`a
- وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ
- bana uyanlar da
- وَقُلْ
- ve de ki
- لِلَّذ۪ينَ
- kendilerine
- اُو۫تُوا
- verilenlere
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْاُمِّيّ۪نَ
- ve ümmilere
- ءَاَسْلَمْتُمْۜ
- Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?
- اَسْلَمُوا
- İslam olurlarsa
- فَقَدِ
- muhakkak
- اهْتَدَوْاۚ
- doğru yolu bulmuşlardır
- وَاِنْ
- yok eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّمَا
- artık
- عَلَيْكَ
- sana düşen
- الْبَلَاغُۜ
- sadece duyurmaktır
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulları(nın yaptıklarını)
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ
- inkar edenler
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler (var ya)
- الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ
- emredenleri
- بِالْقِسْطِ
- adaleti
- مِنَ النَّاسِۙ
- insanlar arasında
- فَبَشِّرْهُمْ
- onlara müjdele
- بِعَذَابٍ
- bir azabı
- اَل۪يمٍ
- acı
- اُو۬لٰٓئِكَ
- böylece
- الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
- boşa çıkmıştır
- اَعْمَالُهُمْ
- onların yaptıkları
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- hiçbir yardımcıları
- اَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanları
- نَص۪يباً
- bir (nasip) pay
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- يُدْعَوْنَ
- çağırılıyorlar da
- اِلٰى كِتَابِ
- Kitabına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِيَحْكُمَ
- hüküm versin diye
- بَيْنَهُمْ
- aralarında
- ثُمَّ
- sonra
- يَتَوَلّٰى
- dönüyorlar
- فَر۪يقٌ
- bir topluluk
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَهُمْ مُعْرِضُونَ
- yüz çevirerek
- ذٰلِكَ
- bu (hareketleri)
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- demelerindendir
- لَنْ تَمَسَّنَا
- bize dokunmayacak
- النَّارُ
- ateş
- اِلَّٓا
- başka
- اَيَّاماً
- birkaç günden
- مَعْدُودَاتٍۖ
- sayılı
- وَغَرَّهُمْ
- onları yanıltmıştır
- ف۪ي د۪ينِهِمْ
- dinlerinde
- مَا كَانُوا
- şeyler
- يَفْتَرُونَ
- uydurdukları
- فَكَيْفَ
- peki nasıl (olacak)?
- اِذَا
- zaman
- جَمَعْنَاهُمْ
- topladığımız
- لِيَوْمٍ
- bir gün için
- لَا رَيْبَ
- hiç şüphe olmayan
- ف۪يهِ
- onda
- وَوُفِّيَتْ
- ve tastamam verilip
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkesin
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onların
- لَا يُظْلَمُونَ
- zulme uğratılmadığı
- قُلِ
- de ki
- اللّٰهُمَّ
- Allah`ım
- مَالِكَ
- sahibi
- الْمُلْكِ
- mülkün
- تُؤْتِي
- sen verirsin
- الْمُلْكَ
- mülkü
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğine
- وَتَنْزِعُ
- alırsın
- مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ
- dilediğinden
- وَتُعِزُّ
- yükseltirsin
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَتُذِلُّ
- alçaltırsın
- مَنْ تَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- بِيَدِكَ
- senin elindedir
- الْخَيْرُۜ
- Hayır (mal)
- اِنَّكَ
- şüphesiz sen
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirsin
- تُولِجُ
- sokarsın
- الَّيْلَ
- geceyi
- فِي النَّهَارِ
- gündüze
- وَتُولِجُ
- sokarsın
- النَّهَارَ
- gündüzü
- فِي الَّيْلِۘ
- geceye
- وَتُخْرِجُ
- çıkarırsın
- الْحَيَّ
- diri
- مِنَ الْمَيِّتِ
- ölüden
- الْمَيِّتَ
- ölü
- مِنَ الْحَيِّۘ
- diriden
- وَتَرْزُقُ
- rızıklandırırsın
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- لَا يَتَّخِذِ
- edinmesin
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اَوْلِيَٓاءَ
- dost
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- الْمُؤْمِن۪ينَۚ
- inananları
- وَمَنْ
- kim
- يَفْعَلْ
- yaparsa
- ذٰلِكَ
- böyle
- فَلَيْسَ
- kalmaz (değildir)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah ile
- ف۪ي شَيْءٍ
- bir dostluğu (şey)
- اِلَّٓا
- ancak başka
- اَنْ تَتَّقُوا
- korunmanız
- مِنْهُمْ
- onlardan
- تُقٰيةًۜ
- (gelebilecek) tehlikeden
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sizi sakındırır
- اللّٰهُ
- Allah
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`adır
- الْمَص۪يرُ
- dönüş
- قُلْ
- de ki
- اِنْ تُخْفُوا
- gizleseniz de
- مَا
- olanı
- ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizde
- اَوْ
- veya
- تُبْدُوهُ
- açığa vursanız da
- يَعْلَمْهُ
- onu bilir
- اللّٰهُۜ
- Allah
- وَيَعْلَمُ
- bilir
- فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا
- olanı
- فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- يَوْمَ
- O gün
- تَجِدُ
- bulacaktır
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- nefis
- مَا عَمِلَتْ
- yaptığı
- مِنْ خَيْرٍ
- her hayrı
- مُحْضَراًۚۛ
- hazır
- وَمَا عَمِلَتْ
- işlediği
- مِنْ سُٓوءٍۚۛ
- her kötülüğü de
- تَوَدُّ
- ister
- لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا
- O kötülükle
- وَبَيْنَهُٓ
- kendisi arasında
- اَمَداً
- bir mesafe
- بَع۪يداًۜ
- uzak
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sakındırıyor
- اللّٰهُ
- Allah sizi
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاللّٰهُ
- Allah
- رَؤُ۫فٌ
- şefkatlidir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulllarına
- قُلْ
- de ki
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- siz
- تُحِبُّونَ
- seviyorsanız
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاتَّبِعُون۪ي
- bana uyun ki
- يُحْبِبْكُمُ
- sizi sevsin
- اللّٰهُ
- Allah da
- وَيَغْفِرْ
- ve bağışlasın
- لَكُمْ
- sizin
- ذُنُوبَكُمْۜ
- günahlarınızı
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- bağışlayandır
- رَح۪يمٌ
- esirgeyendir
- قُلْ
- de ki
- اَط۪يعُوا
- ita`at edin
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَۚ
- ve Elçiye
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰٓى
- seçip üstün kıldı
- اٰدَمَ
- Adem`i
- وَنُوحاً
- Nuh`u
- وَاٰلَ
- ailesini
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَاٰلَ
- ve ailesini
- عِمْرٰنَ
- İmran
- عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
- alemlere
- ذُرِّيَّةً
- (Bunlar) türeyen nesil(ler)dir
- بَعْضُهَا
- bazısı (birbirinden)
- مِنْ بَعْضٍۜ
- bazısından
- وَاللّٰهُ
- Allah
- سَم۪يعٌ
- işitendir
- عَل۪يمٌۚ
- bilendir
- اِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- امْرَاَتُ
- karısı
- عِمْرٰنَ
- İmran`ın
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- نَذَرْتُ
- adadım
- لَكَ
- sana
- مَا
- olanı
- ف۪ي بَطْن۪ي
- karnımda
- مُحَرَّراً
- tam hür olarak
- فَتَقَبَّلْ
- kabul buyur
- مِنّ۪يۚ
- benden
- اِنَّكَ
- şüphesiz
- اَنْتَ
- sen
- السَّم۪يعُ
- işitensin
- الْعَل۪يمُ
- bilensin
- فَلَمَّا وَضَعَتْهَا
- onu doğurunca
- قَالَتْ
- şöyle söyledi
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- وَضَعْتُهَٓا
- onu doğurdum
- اُنْثٰىۜ
- kız
- وَاللّٰهُ
- Allah
- اَعْلَمُ
- bilirken
- بِمَا وَضَعَتْۜ
- onun ne doğurduğunu
- وَلَيْسَ
- değildir
- الذَّكَرُ
- erkek
- كَالْاُنْثٰىۚ
- kız gibi
- وَاِنّ۪ي
- doğrusu ben
- سَمَّيْتُهَا
- ona adını verdim
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَاِنّ۪ٓي
- şüphesiz ben
- اُع۪يذُهَا
- onu ısmarlıyorum
- بِكَ
- sana
- وَذُرِّيَّتَهَا
- ve soyunu
- مِنَ الشَّيْطَانِ
- şeytanın şerrinden
- الرَّج۪يمِ
- kovulmuş
- فَتَقَبَّلَهَا
- kabul buyurdu onu
- رَبُّهَا
- Rabbi
- بِقَبُولٍ
- kabulle (şekilde)
- حَسَنٍ
- güzel bir
- وَاَنْبَتَهَا
- ve onu yetiştirdi
- نَبَاتاً
- bir bitki gibi
- حَسَناًۙ
- güzel
- وَكَفَّلَهَا
- ve onun bakımını üstlendi
- زَكَرِيَّاۜ
- Zekeriyya da
- كُلَّمَا
- her
- دَخَلَ
- girdiğinde
- عَلَيْهَا
- onun yanına
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- الْمِحْرَابَۙ
- mihraba
- وَجَدَ
- bulurdu
- عِنْدَهَا
- yanında
- رِزْقاًۚ
- bir rızık
- قَالَ
- derdi
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اَنّٰى
- nereden?
- لَكِ
- sana
- هٰذَاۜ
- bu
- قَالَتْ
- (O da) derdi
- هُوَ
- Bu
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يَرْزُقُ
- rızık verir
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğine
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- هُنَالِكَ
- orada
- دَعَا
- du`a etmiş
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- رَبَّهُۚ
- Rabbine
- قَالَ
- demişti
- رَبِّ
- Rabbim
- هَبْ
- ver
- ل۪ي
- bana
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- ذُرِّيَّةً
- bir nesil
- طَيِّبَةًۚ
- temiz
- اِنَّكَ
- Sen
- سَم۪يعُ
- işitensin
- الدُّعَٓاءِ
- du`ayı
- فَنَادَتْهُ
- ona diye ünlediler
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- melekler
- وَهُوَ
- O (Zekeriyya)
- قَٓائِمٌ
- durmuş
- يُصَلّ۪ي
- namaz kılarken
- فِي الْمِحْرَابِۙ
- mabedde
- اَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكَ
- sana müjdeler
- بِيَحْيٰى
- Yahya`yı
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelimeyi
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَسَيِّداً
- efendi
- وَحَصُوراً
- nefsine hakim
- وَنَبِياًّ
- bir peygamber olacak
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden
- قَالَ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى يَكُونُ
- nasıl olur?
- ل۪ي
- benim
- غُلَامٌ
- oğlum
- وَقَدْ بَلَغَنِيَ
- bana gelip çatmış
- الْكِبَرُ
- ihtiyarlık
- وَامْرَاَت۪ي
- karım da
- عَاقِرٌۜ
- kısırken
- قَالَ
- (Allah) dedi
- كَذٰلِكَ
- öyle (ama)
- اللّٰهُ
- Allah
- يَفْعَلُ
- yapar
- مَا يَشَٓاءُ
- dilediğini
- قَالَ
- dedi
- رَبِّ
- Rabbim
- اجْعَلْ
- o halde (oğlum olacağına dair) ver
- ل۪ٓي
- bana
- اٰيَةًۜ
- bir alamet
- قَالَ
- (Allah) buyurdu ki
- اٰيَتُكَ
- senin alametin
- اَلَّا تُكَلِّمَ
- konuşamamandır
- النَّاسَ
- insanlarla
- ثَلٰثَةَ
- üç
- اَيَّامٍ
- gün
- اِلَّا
- başka
- رَمْزاًۜ
- işaretten
- وَاذْكُرْ
- an
- رَبَّكَ
- Rabbini
- كَث۪يراً
- çok
- وَسَبِّـحْ
- (O`nu) tesbih et
- بِالْعَشِيِّ
- akşam
- وَالْاِبْكَارِ۟
- sabah
- وَاِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰيكِ
- seni seçti
- وَطَهَّرَكِ
- temizledi
- وَاصْطَفٰيكِ
- ve seni üstün kıldı
- عَلٰى نِسَٓاءِ
- kadınlarına
- الْعَالَم۪ينَ
- dünyaların
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اقْنُت۪ي
- divan dur
- لِرَبِّكِ
- Rabbine
- وَاسْجُد۪ي
- secde et
- وَارْكَع۪ي
- ve (O`nun huzurunda) eğil
- مَعَ
- beraber
- الرَّاكِع۪ينَ
- eğilenlerle
- ذٰلِكَ
- (Ey Muhammed) Bunlar
- مِنْ اَنْـبَٓاءِ
- haberlerindendir
- الْغَيْبِ
- görünmez alemin
- نُوح۪يهِ
- vahyettiğimiz
- اِلَيْكَۜ
- sana
- وَمَا كُنْتَ
- sen değildin
- لَدَيْهِمْ
- onların yanında
- اِذْ يُلْقُونَ
- atarlarken
- اَقْلَامَهُمْ
- (kur`a) oklarını
- اَيُّهُمْ
- hangisi
- يَكْفُلُ
- kefil olacak diye
- مَرْيَمَۖ
- Meryem`e
- لَدَيْهِمْ
- yanlarında
- اِذْ يَخْتَصِمُونَ
- birbirleriyle çekiştikleri zaman da
- اِذْ
- hani
- قَالَتِ
- demişti
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكِ
- seni müjdeliyor
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelime ile
- مِنْهُۗ
- kendisinden
- اِسْمُهُ
- onun adı
- الْمَس۪يحُ
- Mesih`dir
- ع۪يسَى
- Îsa
- ابْنُ
- oğlu
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَج۪يهاً
- yüzde (şerefli)
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِ
- ahirette de
- وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
- ve (Allah`a) yakın olanlardandır
- وَيُكَلِّمُ
- konuşacak
- النَّاسَ
- insanlara
- فِي الْمَهْدِ
- beşikte
- وَكَهْلاً
- ve yetişkinlikte
- وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden olacaktır
- قَالَتْ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى
- nasıl
- يَكُونُ
- olur
- ل۪ي
- benim
- وَلَدٌ
- çocuğum
- وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي
- bana dokunmamışken
- بَشَرٌۜ
- bir beşer
- قَالَ
- dedi
- كَذٰلِكِ
- böylece
- اللّٰهُ
- Allah
- يَخْلُقُ
- yaratır
- مَا يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِذَا
- zaman
- قَضٰٓى
- istediği
- اَمْراً
- bir şey(in olmasını)
- فَاِنَّمَا
- sadece
- يَقُولُ
- der
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- `ol`
- فَيَكُونُ
- o da oluverir
- وَيُعَلِّمُهُ
- ona öğretecek
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- وَالْحِكْمَةَ
- Hikmeti
- وَالتَّوْرٰيةَ
- Tevrat`ı
- وَالْاِنْج۪يلَۚ
- ve İncil`i
- وَرَسُولاً
- Onu (şöyle diyen) bir elçi yapacak
- اِلٰى بَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اَنّ۪ي
- ben
- قَدْ
- doğrusu
- جِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْۙ
- Rabbinizden
- اَنّ۪ٓي
- ben
- اَخْلُقُ
- yaratırım
- لَكُمْ
- sizin için
- مِنَ الطّ۪ينِ
- çamurdan
- كَهَيْـَٔةِ
- şeklinde bir şey
- الطَّيْرِ
- kuş
- فَاَنْفُخُ
- üflerim
- ف۪يهِ
- ona
- فَيَكُونُ
- hemen oluverir
- طَيْراً
- bir kuş
- بِاِذْنِ
- izniyle
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- وَاُبْرِئُ
- iyileştiririm
- الْاَكْمَهَ
- körü
- وَالْاَبْرَصَ
- ve alacalıyı
- وَاُحْـيِ
- diriltirim
- الْمَوْتٰى
- ölüleri
- وَاُنَبِّئُكُمْ
- size haber veririm
- بِمَا تَأْكُلُونَ
- ne yeyip
- وَمَا تَدَّخِرُونَۙ
- ne biriktirdiğinizi
- ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ
- evlerinizde
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَاٰيَةً
- bir ibret vardır
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَۚ
- inanıyor
- وَمُصَدِّقاً
- (Ben) doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ
- benden önce gelen
- مِنَ التَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- وَلِاُحِلَّ
- ve helal yapayım (diye gönderildim)
- لَكُمْ
- size
- بَعْضَ
- bazı şeyleri
- الَّذ۪ي حُرِّمَ
- haram kılınan
- عَلَيْكُمْ
- size
- وَجِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- فَاتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَاَط۪يعُونِ
- bana ita`at edin
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- رَبّ۪ي
- benim de Rabbim
- وَرَبُّكُمْ
- sizin de Rabbinizdir
- فَاعْبُدُوهُۜ
- O`na kulluk edin
- هٰذَا
- budur
- صِرَاطٌ
- yol
- مُسْتَق۪يمٌ
- doğru
- فَلَمَّٓا اَحَسَّ
- sezince
- ع۪يسٰى
- Îsa
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْكُفْرَ
- inkarı
- قَالَ
- dedi
- مَنْ
- kimler
- اَنْصَار۪ٓي
- bana yardımcı olacak
- اِلَى
- yolunda
- اللّٰهِۜ
- Allah
- قَالَ
- dediler
- الْحَوَارِيُّونَ
- Havariler
- نَحْنُ
- Biz
- اَنْصَارُ
- yardımcılarıyız
- اللّٰهِۚ
- Allah(yolun)un
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِۚ
- Allah`a
- وَاشْهَدْ
- şahid ol
- بِاَنَّا
- biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِمَٓا اَنْزَلْتَ
- senin indirdiğine
- وَاتَّبَعْنَا
- uyduk
- الرَّسُولَ
- elçiye
- فَاكْتُبْنَا
- bizi yaz
- مَعَ
- beraber
- الشَّاهِد۪ينَ
- şahidlerle
- وَمَكَرُوا
- tuzak kurdular
- وَمَكَرَ
- onların tuzaklarına karşılık verdi
- اللّٰهُۜ
- Allah da
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- خَيْرُ
- en iyi
- الْمَاكِر۪ينَ۟
- tuzak kurandır
- اِذْ
- hani
- قَالَ
- demişti
- اللّٰهُ
- Allah
- يَا
- Ey
- ع۪يسٰٓى
- Îsa
- اِنّ۪ي
- ben
- مُتَوَفّ۪يكَ
- senin canını alacağım
- وَرَافِعُكَ
- seni yükselteceğim
- اِلَيَّ
- bana
- وَمُطَهِّرُكَ
- seni temizleyeceğim
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerden
- وَجَاعِلُ
- ve tutacağım
- الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ
- sana uyanları
- فَوْقَ
- üstünde
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerin
- اِلٰى
- kadar
- يَوْمِ
- gününe
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- اِلَيَّ
- bana olacaktır
- مَرْجِعُكُمْ
- dönüşünüz
- فَاَحْكُمُ
- ben hükmedeceğim
- بَيْنَكُمْ
- aranızda
- ف۪يمَا
- şeyler hakkında
- كُنْتُمْ
- sizin
- ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
- ayrılığa düştüğünüz
- فَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- فَاُعَذِّبُهُمْ
- onlara azabedeceğim
- عَذَاباً
- azapla
- شَد۪يداً
- şiddetli
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- olmayacaktır
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- yardımcıları da
- وَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- İnanıp
- وَعَمِلُوا
- yapanlara da
- الصَّالِحَاتِ
- iyi şeyler
- فَيُوَفّ۪يهِمْ
- (Allah) tam olarak verecektir
- اُجُورَهُمْۜ
- mükafatlarını
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimleri
- ذٰلِكَ
- işte bu
- نَتْلُوهُ
- okuduğumuz
- عَلَيْكَ
- sana
- مِنَ الْاٰيَاتِ
- o ayetlerden
- وَالذِّكْرِ
- ve Zikir(Kitap)dandır
- الْحَك۪يمِ
- o hikmetli
- اِنَّ
- şüphesiz
- مَثَلَ
- durumu
- ع۪يسٰى
- Îsa`nın
- عِنْدَ
- göre
- اللّٰهِ
- Allah`a
- كَمَثَلِ
- durumu gibidir
- اٰدَمَۜ
- Adem`in
- خَلَقَهُ
- Onu yarattı
- مِنْ تُرَابٍ
- topraktan
- ثُمَّ
- sonra
- قَالَ
- dedi
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- Ol!
- فَيَكُونُ
- artık olur
- اَلْحَقُّ
- (Bu,) gerçektir
- مِنْ رَبِّكَ
- Rabbinden gelen
- فَلَا تَكُنْ
- öyle ise olma
- مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
- kuşkulananlardan
- فَمَنْ
- kim
- حَٓاجَّكَ
- seninle tartışmaya kalkarsa
- ف۪يهِ
- oun hakkında
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَكَ
- sana gelen
- مِنَ الْعِلْمِ
- ilimden
- فَقُلْ
- de ki
- تَعَالَوْا
- gelin
- نَدْعُ
- çağıralım
- اَبْنَٓاءَنَا
- oğullarımızı
- وَاَبْنَٓاءَكُمْ
- ve oğullarınızı
- وَنِسَٓاءَنَا
- kadınlarımızı
- وَنِسَٓاءَكُمْ
- ve kadınlarınızı
- وَاَنْفُسَنَا
- kendimizi
- وَاَنْفُسَكُمْ
- ve kendinizi
- ثُمَّ
- sonra
- نَبْتَهِلْ
- gönülden la`netle du`a edelim de
- فَنَجْعَلْ
- atalım (kılalım)
- لَعْنَتَ
- la`netini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- عَلَى
- üstüne
- الْكَاذِب۪ينَ
- yalancıların
- اِنَّ
- işte
- هٰذَا
- budur
- لَهُوَ
- (Îsa hakkındaki) o
- الْقَصَصُ
- kıssa (öykü)
- الْحَقُّۚ
- gerçek
- وَمَا
- yoktur
- مِنْ اِلٰهٍ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۜ
- Allah`tan
- وَاِنَّ
- elbette
- اللّٰهَ
- Allah
- لَهُوَ الْعَز۪يزُ
- aziz (kesin galib)
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
- bozguncuları
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- تَعَالَوْا
- gelin
- اِلٰى كَلِمَةٍ
- bir kelimeye
- سَوَٓاءٍ
- eşit olan
- بَيْنَنَا
- bizim aramızda
- وَبَيْنَكُمْ
- ve sizin aranızda
- اَلَّا نَعْبُدَ
- ibadet etmeyelim
- اِلَّا
- başkasına
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَلَا نُشْرِكَ
- ortak koşmayalım
- بِه۪
- O`na
- شَيْـٔاً
- hiçbirşeyi
- وَلَا يَتَّخِذَ
- edinmeyelim
- بَعْضُنَا
- bazımız
- بَعْضاً
- bazımızı
- اَرْبَاباً
- tanrılar
- مِنْ دُونِ
- başka
- اللّٰهِۜ
- Allah`tan
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- yüz çevirirlerse
- فَقُولُوا
- deyin
- اشْهَدُوا
- şahid olun
- بِاَنَّا
- şüphesiz biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- يَٓا
- ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- neden
- تُحَٓاجُّونَ
- tartışıyorsunuz
- ف۪ٓي
- hakkında
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَمَٓا اُنْزِلَتِ
- oysa indirilmiştir
- التَّوْرٰيةُ
- Tevrat da
- وَالْاِنْج۪يلُ
- İncil de
- اِلَّا
- ancak
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- ondan sonra
- اَفَلَا تَعْقِلُونَ
- Düşünmüyor musunuz?
- هَٓا اَنْتُمْ
- haydi siz
- هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
- böylesiniz
- حَاجَجْتُمْ
- tartıştınız
- ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪
- olan şey hakkında
- عِلْمٌ
- biraz bilginiz
- فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ
- ama neden tartışıyorsunuz?
- ف۪يمَا
- hakkında
- لَيْسَ
- olmayan
- لَكُمْ بِه۪
- hiçbir
- عِلْمٌۜ
- bilginiz
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يَعْلَمُ
- bilir
- وَاَنْتُمْ
- siz
- لَا تَعْلَمُونَ
- bilmezsiniz
- مَا كَانَ
- değildi
- اِبْرٰه۪يمُ
- İbrahim
- يَهُودِياًّ
- ne yahudi
- وَلَا نَصْرَانِياًّ
- ne de hıristiyan
- وَلٰكِنْ
- fakat
- كَانَ
- idi
- حَن۪يفاً
- dosdoğru
- مُسْلِماًۜ
- bir müslüman
- وَمَا كَانَ
- değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- müşriklerden de
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوْلَى
- en yakın olanı
- النَّاسِ
- insanların
- بِاِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ
- ona uyanlar
- وَهٰذَا
- bu
- النَّبِيُّ
- peygamber
- وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
- ve mü`minlerdir
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- وَلِيُّ
- dostudur
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlerin
- وَدَّتْ
- istedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ
- sizi saptırsınlar
- وَمَا
- oysa
- يُضِلُّونَ
- saptırıyorlar
- اِلَّٓا
- sadece
- اَنْفُسَهُمْ
- kendilerini
- وَمَا يَشْعُرُونَ
- fakat farkında değiller
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- niçin inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
- (gerçeği) gördüğünüz halde
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- niçin
- تَلْبِسُونَ
- karıştırıyorsunuz
- الْحَقَّ
- hakkı
- بِالْبَاطِلِ
- batıla
- وَتَكْتُمُونَ
- ve gizliyorsunuz
- الْحَقَّ
- gerçeği
- وَاَنْتُمْ
- siz
- تَعْلَمُونَ۟
- bildiğiniz halde
- وَقَالَتْ
- dedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اٰمِنُوا
- inanın
- بِالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ
- indirilmiş olana
- عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlara
- وَجْهَ
- önünde
- النَّهَارِ
- günün
- وَاكْفُرُٓوا
- inkar edin
- اٰخِرَهُ
- sonunda da
- لَعَلَّهُمْ
- belki onlar
- يَرْجِعُونَۚ
- dönerler
- وَلَا تُؤْمِنُٓوا
- güvenmeyin (dediler)
- اِلَّا
- başkasına
- لِمَنْ تَبِـعَ
- uyandan
- د۪ينَكُمْۜ
- sizin dininize
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْهُدٰى
- Hidayet
- هُدَى
- hidayetidir
- اللّٰهِۙ
- Allah`ın
- اَنْ يُؤْتٰٓى
- verilmesinden (ötürü mü böyle söylüyorsunuz)
- اَحَدٌ
- birine
- مِثْلَ
- benzerinin
- مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ
- size verilenin
- اَوْ
- veya
- يُحَٓاجُّوكُمْ
- (aleyhinize) deliller getireceklerinden
- عِنْدَ
- huzurunda
- رَبِّكُمْۜ
- Rabbinizin
- الْفَضْلَ
- Lutuf
- بِيَدِ
- elindedir
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- يُؤْت۪يهِ
- onu verir
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- وَاسِعٌ
- (lutfu) geniştir
- عَل۪يمٌۚ
- (O her şeyi) bilendir
- يَخْتَصُّ
- has kılar
- بِرَحْمَتِه۪
- Rahmetini
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُو
- sahibidir
- الْفَضْلِ
- lutuf ve ikram
- الْعَظ۪يمِ
- büyük
- وَمِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- مَنْ
- öylesi vardır ki
- اِنْ
- eğer
- تَأْمَنْهُ
- ona emanet bıraksan
- بِقِنْطَارٍ
- yüklerle mal
- يُؤَدِّه۪ٓ
- onu öder
- اِلَيْكَۚ
- sana
- وَمِنْهُمْ
- onlardan
- مَنْ
- öylesi de vardır ki
- تَأْمَنْهُ
- ona versen
- بِد۪ينَارٍ
- bir dinar
- لَا يُؤَدِّه۪ٓ
- onu ödemez
- اِلَيْكَ
- sana
- اِلَّا مَا دُمْتَ
- devamlı olarak
- عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ
- başına dikilmeden
- ذٰلِكَ
- bu
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- dedikleri içindir
- لَيْسَ
- yoktur
- عَلَيْنَا
- bize
- فِي الْاُمِّيّ۪نَ
- ümmilere karşı
- سَب۪يلٌۚ
- bir yol (sorumluluk)
- وَيَقُولُونَ
- ve söylüyorlar
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- بَلٰى
- Hayır
- مَنْ
- kim
- اَوْفٰى
- yerine getirir
- بِعَهْدِه۪
- sözünü
- وَاتَّقٰى
- ve (günahtan) korunursa
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَّق۪ينَ
- korunanları
- اِنَّ
- Fakat
- الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ
- satanlar var ya
- بِعَهْدِ
- verdikleri sözü
- اللّٰهِ
- Allah`a
- وَاَيْمَانِهِمْ
- ve yeminlerini
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاً
- az bir
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَا خَلَاقَ
- bir payı yoktur
- لَهُمْ
- onların
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- وَلَا يُكَلِّمُهُمُ
- onlara konuşmayacak
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلَا يَنْظُرُ
- bakmayacak
- اِلَيْهِمْ
- onlara
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِ
- kıyamet
- وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ
- ve onları yüceltmeyecektir
- وَلَهُمْ
- Onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَاِنَّ
- ve şüphesiz
- مِنْهُمْ
- onlardan
- لَفَر۪يقاً
- bir grup var ki
- يَلْوُ۫نَ
- eğip bükerler
- اَلْسِنَتَهُمْ
- dillerini
- بِالْكِتَابِ
- Kitapla
- لِتَحْسَبُوهُ
- siz sanasınız diye
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- وَمَا هُوَ
- olmayan bir şeyi
- مِنَ الْكِتَابِۚ
- Kitapta
- وَيَقُولُونَ
- ve derler
- هُوَ
- o
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا هُوَ
- Oysa o değildir
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۚ
- Allah
- وَيَقُولُونَ
- söylerler
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- مَا كَانَ
- yakışmaz ki
- لِبَشَرٍ
- hiçbir insana
- اَنْ يُؤْتِيَهُ
- ona versin de
- اللّٰهُ
- Allah
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحُكْمَ
- hüküm (hikmet)
- وَالنُّبُوَّةَ
- ve peygamberlik
- ثُمَّ
- sonra (o kalksın)
- يَقُولَ
- desin
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- كُونُوا
- olun
- عِبَاداً
- kullar
- ل۪ي
- bana
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- اللّٰهِ
- Allah`ı
- وَلٰكِنْ
- fakat (der ki)
- رَبَّانِيّ۪نَ
- Rabba halis kullar
- بِمَا
- şeyler gereğince
- كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ
- okuduğunuz
- وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
- öğrettiğiniz
- وَلَا يَأْمُرَكُمْ
- Ve size emretmez
- اَنْ تَتَّخِذُوا
- edinin diye
- الْمَلٰٓئِكَةَ
- Melekleri
- وَالنَّبِيّ۪نَ
- ve peygamberleri
- اَرْبَاباًۜ
- tanrılar
- اَيَأْمُرُكُمْ
- size emreder mi?
- بِالْكُفْرِ
- inkarı
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ
- olduktan
- اَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ۟
- müslüman
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- şöyle söz
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberlerden
- لَـمَٓا
- bakın
- اٰتَيْتُكُمْ
- size verdim
- مِنْ كِتَابٍ
- Kitap
- وَحِكْمَةٍ
- ve hikmet
- ثُمَّ
- imdi
- جَٓاءَكُمْ
- geldiğinde
- رَسُولٌ
- bir peygamber
- مُصَدِّقٌ
- doğrulayıcı
- لِمَا مَعَكُمْ
- yanınızda bulunan(Kitap)ı
- لَتُؤْمِنُنَّ
- mutlaka inanacak
- بِه۪
- ona
- وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ
- ve ona mutlaka yardım edeceksiniz
- قَالَ
- demişti
- ءَاَقْرَرْتُمْ
- bunu kabul ettiniz mi?
- وَاَخَذْتُمْ
- ve aldınız mı?
- عَلٰى
- üzerinize
- ذٰلِكُمْ
- bu hususta
- اِصْر۪يۜ
- ağır ahdimi
- قَالُٓوا
- dediler
- اَقْرَرْنَاۜ
- kabul ettik
- قَالَ
- dedi
- فَاشْهَدُوا
- o halde tanık olun
- وَاَنَا۬
- ben de
- مَعَكُمْ
- sizinle beraber
- مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
- tanık olanlardanım
- فَمَنْ
- artık kim
- تَوَلّٰى
- dönerse
- بَعْدَ
- sonra
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْفَاسِقُونَ
- fasıklardır
- اَفَغَيْرَ
- başkasını mı
- د۪ينِ
- dininden
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- يَبْغُونَ
- arıyorlar
- وَلَهُٓ
- oysa O`na
- اَسْلَمَ
- teslim olmuştur
- مَنْ فِي
- olanların hepsi
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَالْاَرْضِ
- ve yerde
- طَوْعاً
- ister
- وَكَرْهاً
- istemez
- وَاِلَيْهِ
- ve O`na
- يُرْجَعُونَ
- döndürüleceklerdir
- قُلْ
- de ki
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- عَلَيْنَا
- bize
- وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى
- ve indirilene
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- وَاِسْمٰع۪يلَ
- İsma`il`e
- وَاِسْحٰقَ
- İshak`a
- وَيَعْقُوبَ
- Ya`kub`a
- وَالْاَسْبَاطِ
- ve sıbtlara
- وَمَٓا اُو۫تِيَ
- verilene
- مُوسٰى
- Musa`ya
- وَع۪يسٰى
- Îsa`ya
- وَالنَّبِيُّونَ
- ve peygamberlere
- مِنْ رَبِّهِمْۖ
- Rableri tarafından
- لَا نُفَرِّقُ
- ayırım yapmayız
- بَيْنَ
- arasında
- اَحَدٍ
- hiçbirinin
- مِنْهُمْۘ
- onlar
- وَنَحْنُ
- biz
- لَهُ
- O`na
- مُسْلِمُونَ
- teslim olanlarız
- وَمَنْ
- kim
- يَبْتَغِ
- ararsa
- غَيْرَ
- başka
- الْاِسْلَامِ
- İslam`dan
- د۪يناً
- bir din
- فَلَنْ
- bilsin ki
- يُقْبَلَ
- (o din) kabul edilmeyecek
- مِنْهُۚ
- ondan
- وَهُوَ
- ve o
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
- kaybedenlerden olacaktır
- كَيْفَ
- nasıl
- يَهْدِي
- yol gösterir
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْماً
- bir topluma
- كَفَرُوا
- inkar eden
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- İman ettikten
- وَشَهِدُٓوا
- ve gördükten
- اَنَّ
- gerçekten
- الرَّسُولَ
- Resul`ün
- حَقٌّ
- hak olduğunu
- وَجَٓاءَهُمُ
- ve kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يَهْدِي
- doğru yola iletmez
- الْقَوْمَ
- toplumu
- الظَّالِم۪ينَ
- zalim
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların cezası
- اَنَّ
- gerçekten
- عَلَيْهِمْ
- onların üzerine olmasıdır
- لَعْنَةَ
- la`neti
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَالْمَلٰٓئِكَةِ
- meleklerin
- وَالنَّاسِ
- ve insanların
- اَجْمَع۪ينَۙ
- bütün
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklardır
- ف۪يهَاۚ
- O(la`net)in içinde
- لَا يُخَفَّفُ
- hafifletilmeyecek
- عَنْهُمُ
- onlardan
- الْعَذَابُ
- azab
- وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
- ve onlara asla fırsat verilmeyecektir
- اِلَّا
- ancak başka
- الَّذ۪ينَ تَابُوا
- tevbe edip
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- ذٰلِكَ
- ondan
- وَاَصْلَحُوا
- uslananlar
- فَاِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ
- çok esirgeyendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- onlar ki inkar ettiler
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- inandıktan
- ثُمَّ
- sonra
- ازْدَادُوا
- arttı
- كُفْراً
- inkarları
- لَنْ تُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- تَوْبَتُهُمْۚ
- onların tevbeleri
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الضَّٓالُّونَ
- sapıkların ta kendileridir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edip
- وَمَاتُوا
- ölenler
- وَهُمْ كُفَّارٌ
- kafir olarak
- فَلَنْ يُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- مِنْ اَحَدِهِمْ
- hiçbirinden
- مِلْءُ
- dolusu
- الْاَرْضِ
- dünya
- ذَهَباً
- altın
- وَلَوِ
- olsa dahi
- افْتَدٰى بِه۪ۜ
- fidye vermiş
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
- hiçbir yardımcıları
- لَنْ تَنَالُوا
- asla eremezsiniz
- الْبِرَّ
- iyiliğe
- حَتّٰى
- kadar
- تُنْفِقُوا
- (Allah için) harcayıncaya
- مِمَّا
- şeylerden
- تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz
- وَمَا تُنْفِقُوا
- ne harcarsanız
- مِنْ شَيْءٍ
- herhangi bir şeyden
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِه۪
- onu
- عَل۪يمٌ
- bilir
- كُلُّ
- bütün
- الطَّعَامِ
- yiyecekler
- كَانَ
- idi
- حِلاًّ
- helal
- لِبَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اِلَّا
- dışında
- مَا
- şeyler
- حَرَّمَ
- haram kıldığı
- اِسْرَٓائ۪لُ
- İsrail`in
- عَلٰى نَفْسِه۪
- kendisine
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تُنَزَّلَ
- indirilmeden
- التَّوْرٰيةُۜ
- Tevrat
- قُلْ
- de ki
- فَأْتُوا
- getirip
- بِالتَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- فَاتْلُوهَٓا
- okuyun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَمَنِ
- artık kim
- افْتَرٰى
- uydurursa
- عَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- مِنْ بَعْدِ
- sonra da
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الظَّالِمُونَ
- zalimlerdir
- قُلْ
- de ki
- صَدَقَ
- doğru söyledi
- اللّٰهُ
- Allah
- فَاتَّبِعُوا
- öyle ise uyun
- مِلَّةَ
- dinine
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- حَن۪يفاًۜ
- hanif (Allah`ı birleyici) olarak
- وَمَا كَانَ
- O değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- ortak koşanlardan
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوَّلَ
- ilk
- بَيْتٍ
- ev
- وُضِعَ
- (ma`bed olarak) kurulan
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ
- Mekke`de olandır
- مُبَارَكاً
- uğur, bereket
- وَهُدًى
- ve hidayet kaynağıdır
- لِلْعَالَم۪ينَۚ
- alemlere
- ف۪يهِ
- onda vardır
- اٰيَاتٌ
- deliller
- بَيِّنَاتٌ
- açık açık
- مَقَامُ
- Makamı
- اِبْرٰه۪يمَۚ
- İbrahim`in
- وَمَنْ
- kimse
- دَخَلَهُ
- ona giren
- كَانَ اٰمِناًۜ
- güvene erer
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ın bir hakkıdır
- عَلَى
- üzerinde
- النَّاسِ
- insanlar
- حِجُّ
- (gidip) haccetmesi
- الْبَيْتِ
- Ev`e
- مَنِ
- herkesin
- اسْتَطَاعَ
- gücü yeten
- اِلَيْهِ سَب۪يلاًۜ
- yoluna
- وَمَنْ
- kim
- كَفَرَ
- nankörlük ederse
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- غَنِيٌّ
- zengindir
- عَنِ الْعَالَم۪ينَ
- bütün alemlerden
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- neden inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِۗ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- شَه۪يدٌ
- tanık iken
- عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınıza
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَصُدُّونَ
- niçin çevirmeğe çalışıyorsunuz?
- عَنْ سَب۪يلِ
- yolundan
- اللّٰهِ
- Allah
- مَنْ
- kimseleri
- اٰمَنَ
- inanan
- تَبْغُونَهَا
- göstermeğe yeltenerek
- عِوَجاً
- eğri
- وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ
- gerçeğe tanık olduğunuz halde
- وَمَا
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- بِغَافِلٍ
- habersiz
- عَمَّا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ تُط۪يعُوا
- uyarsanız
- فَر۪يقاً
- gruba
- مِنَ
- herhangi bir
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi döndürüp
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- imanınızdan
- كَافِر۪ينَ
- kafir yaparlar
- وَكَيْفَ
- nasıl
- تَكْفُرُونَ
- inkar edersiniz
- وَاَنْتُمْ
- ve üstelik size
- تُتْلٰى
- okunmakta
- عَلَيْكُمْ
- size
- اٰيَاتُ
- ayetleri
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَف۪يكُمْ
- ve aranızda iken
- رَسُولُهُۜ
- O`nun Elçisi de
- وَمَنْ
- kim
- يَعْتَصِمْ
- sarılırsa
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- فَقَدْ
- muhakkak ki o
- هُدِيَ
- iletilmiştir
- اِلٰى صِرَاطٍ
- yola
- مُسْتَق۪يمٍ۟
- doğru
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- حَقَّ
- hakkıyla
- تُقَاتِه۪
- O`na yaraşır biçimde
- وَلَا تَمُوتُنَّ
- ölmeyin
- اِلَّا
- dışında
- وَاَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlar olmak
- وَاعْتَصِمُوا
- ve yapışın
- بِحَبْلِ
- ipine
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- جَم۪يعاً
- topluca
- وَلَا تَفَرَّقُواۖ
- ayrılmayın
- وَاذْكُرُوا
- hatırlayın
- نِعْمَتَ
- ni`metini
- عَلَيْكُمْ
- size olan
- اِذْ
- hani
- كُنْتُمْ
- siz idiniz
- اَعْدَٓاءً
- birbirinize düşman
- فَاَلَّفَ
- (Allah) uzlaştırdı
- بَيْنَ
- arasını
- قُلُوبِكُمْ
- kalblerinizin
- فَاَصْبَحْتُمْ
- haline geldiniz
- بِنِعْمَتِه۪ٓ
- O`un ni`metiyle
- اِخْوَاناًۚ
- kardeşler
- وَكُنْتُمْ
- siz bulunuyordunuz
- عَلٰى شَفَا
- kenarında
- حُفْرَةٍ
- bir çukurun
- مِنَ النَّارِ
- ateşten
- فَاَنْقَذَكُمْ
- (Allah) sizi kurtardı
- مِنْهَاۜ
- ondan
- كَذٰلِكَ
- böyle
- يُبَيِّنُ
- açıklıyor
- اللّٰهُ
- Allah
- لَكُمْ
- size
- اٰيَاتِه۪
- ayetlerini
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَهْتَدُونَ
- yola gelirsiniz
- وَلْتَكُنْ
- olsun
- مِنْكُمْ
- içinizden
- اُمَّةٌ
- bir topluluk
- يَدْعُونَ
- çağıran
- اِلَى الْخَيْرِ
- hayra
- وَيَأْمُرُونَ
- emredip
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`eden
- عَنِ الْمُنْكَرِۜ
- kötülükten
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْمُفْلِحُونَ
- kurtuluşa erenlerdir
- وَلَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ
- gibi
- تَفَرَّقُوا
- bölünüp
- وَاخْتَلَفُوا
- ihtilaf edenler
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- İşte onlar
- لَهُمْ
- (evet) onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌۙ
- büyük
- يَوْمَ
- O gün
- تَبْيَضُّ
- ağarır
- وُجُوهٌ
- bazı yüzler
- وَتَسْوَدُّ
- kararır
- وُجُوهٌۚ
- bazı yüzler
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ
- kararanlara
- وُجُوهُهُمْ۠
- yüzleri
- اَكَفَرْتُمْ
- inkar ettiniz ha? (denilir)
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- inanmanızdan
- فَذُوقُوا
- öyle ise tadın
- الْعَذَابَ
- azabı
- بِمَا كُنْتُمْ
- etmenize karşılık
- تَكْفُرُونَ
- inkar
- وَاَمَّا
- ise
- الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ
- ağaranlar
- وُجُوهُهُمْ
- yüzleri
- فَف۪ي
- içindedirler
- رَحْمَةِ
- rahmeti
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- تِلْكَ
- İşte onlar
- اٰيَاتُ
- ayetleridir
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- نَتْلُوهَا
- onları okuyoruz
- عَلَيْكَ
- sana
- بِالْحَقِّۜ
- gerçek ile
- وَمَا اللّٰهُ
- Allah
- يُر۪يدُ
- istemez
- ظُلْماً
- zulmetmek
- لِلْعَالَم۪ينَ
- alemlere
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde olanlar
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُرْجَعُ
- döndürülür
- الْاُمُورُ۟
- bütün işler
- كُنْتُمْ
- siz oldunuz
- خَيْرَ
- en hayırlı
- اُمَّةٍ
- bir ümmet
- اُخْرِجَتْ
- çıkarılmış
- لِلنَّاسِ
- insanlar için
- تَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَتَنْهَوْنَ
- men`edersiniz
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَتُؤْمِنُونَ
- ve inanırsınız
- بِاللّٰهِۜ
- Allah`a
- وَلَوْ
- eğer
- اٰمَنَ
- inanmış olsaydı
- اَهْلُ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَكَانَ
- elbette olurdu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar da var
- وَاَكْثَرُهُمُ
- ama çokları
- الْفَاسِقُونَ
- yoldan çıkmışlardır
- لَنْ يَضُرُّوكُمْ
- size zarar veremezler
- اِلَّٓا
- başka bir
- اَذًىۜ
- eziyetten
- وَاِنْ
- ve eğer
- يُقَاتِلُوكُمْ
- sizinle savaşsalar bile
- يُوَلُّوكُمُ
- size dönüp kaçarlar
- الْاَدْبَارَ۠
- arkalarını
- ثُمَّ
- sonra
- لَا يُنْصَرُونَ
- onlara yardım da edilmez
- ضُرِبَتْ
- vurulmuştur
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- الذِّلَّةُ
- alçaklık (damgası)
- اَيْنَ
- nerede
- مَا ثُقِفُٓوا
- olsalar
- اِلَّا
- meğer ki (sığınmış olsunlar)
- بِحَبْلٍ
- ahdine (ipine)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَحَبْلٍ
- ve ahdine (ipine)
- مِنَ النَّاسِ
- (inanan) insanların
- وَبَٓاؤُ۫
- uğradılar
- بِغَضَبٍ
- gazabına
- وَضُرِبَتْ
- ve vuruldu
- عَلَيْهِمُ
- üzerlerine
- الْمَسْكَنَةُۜ
- miskinlik damgası
- ذٰلِكَ
- böyle oldu
- بِاَنَّهُمْ
- çünkü onlar
- كَانُوا
- idiler
- يَكْفُرُونَ
- inkar ediyorlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürüyorlardı
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۜ
- haksız yere
- ذٰلِكَ
- ve çünkü
- بِمَا عَصَوْا
- isyan etmişlerdi
- وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
- haddi aşıyorlardı
- لَيْسُوا
- ama hepsi değildir
- سَوَٓاءًۜ
- aynı
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اُمَّةٌ
- bir topluluk da vardır
- قَٓائِمَةٌ
- ayakta durup
- يَتْلُونَ
- okuyarak
- اٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- اٰنَٓاءَ
- saatlerinde
- الَّيْلِ
- gece
- وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
- secdeye kapanan
- يُؤْمِنُونَ
- onlar inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَالْيَوْمِ
- ve gününe
- الْاٰخِرِ
- ahiret
- وَيَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`ederler
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَيُسَارِعُونَ
- koşarlar
- فِي الْخَيْرَاتِۜ
- hayır işlerine
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte onlar
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- iyilerdendir
- وَمَا يَفْعَلُوا
- yapacakları
- مِنْ خَيْرٍ
- hiçbir iyilik
- فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
- inkar edilmeyecektir
- وَاللّٰهُ
- Şüphesiz Allah
- عَل۪يمٌ
- bilmektedir
- بِالْمُتَّق۪ينَ
- (günahlardan) korunanları
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamayacaktır
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de evladları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şey
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- onlar
- اَصْحَابُ
- halkıdır
- النَّارِۚ
- ateş
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- مَثَلُ
- durumu
- مَا يُنْفِقُونَ
- harcadıkları malların
- ف۪ي هٰذِهِ
- bu
- الْحَيٰوةِ
- dünya
- الدُّنْيَا
- hayatında
- كَمَثَلِ
- benzer
- ر۪يحٍ
- bir rüzgara
- ف۪يهَا
- kendisine
- صِرٌّ
- dondurucu
- اَصَابَتْ
- vurup
- حَرْثَ
- ekinine
- قَوْمٍ
- bir topluluğun
- ظَلَمُٓوا
- zulmeden
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- فَاَهْلَكَتْهُۜ
- onu mahveden
- وَمَا ظَلَمَهُمُ
- onlara zulmetmedi
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلٰكِنْ
- fakat
- اَنْفُسَهُمْ
- onlar kendi kendilerine
- يَظْلِمُونَ
- zulmediyorlardı
- يَٓا اَيُّهَا
- ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَتَّخِذُوا
- edinmeyin
- بِطَانَةً
- kendinize dost
- مِنْ دُونِكُمْ
- kendinizden başkasını
- لَا يَأْلُونَكُمْ
- onlar sizi geri durmazlar
- خَبَالاًۜ
- bozmaktan
- وَدُّوا
- isterler
- مَا
- şeyleri
- عَنِتُّمْۚ
- size sıkıntı verecek
- قَدْ
- doğrusu
- بَدَتِ
- taşmaktadır
- الْبَغْضَٓاءُ
- öfke
- مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ
- onların ağızlarından
- وَمَا تُخْف۪ي
- gizledikleri (kin) ise
- صُدُورُهُمْ
- göğüslerinde
- اَكْـبَرُۜ
- daha büyüktür
- قَدْ
- elbette
- بَيَّنَّا
- açıkladık
- لَكُمُ
- size
- الْاٰيَاتِ
- ayetleri
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
- düşünürseniz
- هَٓا اَنْتُمْ
- İşte siz
- اُو۬لَٓاءِ
- öyle kimselersiniz ki
- تُحِبُّونَهُمْ
- onları seversiniz
- وَلَا يُحِبُّونَكُمْ
- halbuki onlar sizi sevmezler
- وَتُؤْمِنُونَ
- inanırsınız
- بِالْكِتَابِ
- Kitabın
- كُلِّه۪ۚ
- hepsine
- وَاِذَا
- zaman
- لَقُوكُمْ
- sizinle karşılaştıkları
- قَالُٓوا
- derler
- اٰمَنَّاۗ
- inandık
- خَلَوْا
- yalnız kaldıkları
- عَضُّوا
- ısırırlar
- عَلَيْكُمُ
- size karşı
- الْاَنَامِلَ
- parmak uçlarını
- مِنَ الْغَيْظِۜ
- öfkeden
- قُلْ
- de ki
- مُوتُوا
- ölün
- بِغَيْظِكُمْۜ
- öfkenizden
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنْ
- eğer
- تَمْسَسْكُمْ
- size dokunsa
- حَسَنَةٌ
- bir iyilik
- تَسُؤْهُمْۘ
- onları tasalandırır
- وَاِنْ
- ve eğer
- تُصِبْكُمْ
- size dokunsa
- سَيِّئَةٌ
- bir kötülük
- يَفْرَحُوا
- sevinirler
- بِهَاۜ
- ona
- وَاِنْ
- eğer
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- لَا يَضُرُّكُمْ
- size zarar vermez
- كَيْدُهُمْ
- onların tuzağı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şekilde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِمَا يَعْمَلُونَ
- onların yaptıklarını
- مُح۪يطٌ۟
- kuşatmıştır
- وَاِذْ
- hani
- غَدَوْتَ
- sen erkenden
- مِنْ اَهْلِكَ
- ailenden
- تُبَوِّئُ
- ayrılmıştın
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- مَقَاعِدَ
- yerleştiriyordun (üslerine)
- لِلْقِتَالِۜ
- savaş için
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- سَم۪يعٌ
- işitendi
- عَل۪يمٌۙ
- bilendi
- اِذْ هَمَّتْ
- o vakit yüz tutmuştu
- طَٓائِفَتَانِ
- iki takım
- مِنْكُمْ
- sizden
- اَنْ تَفْشَلَاۙ
- korkup bozulmaya
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- وَلِيُّهُمَاۜ
- kendilerinin dostu idi
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar
- وَلَقَدْ
- nitekim
- نَصَرَكُمُ
- size yardım etmişti
- اللّٰهُ
- Allah
- بِبَدْرٍ
- Bedir`de de
- وَاَنْتُمْ
- sizler
- اَذِلَّةٌۚ
- zayıf durumdayken
- فَاتَّقُوا
- O halde korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَشْكُرُونَ
- şükredersiniz
- اِذْ
- O zaman
- تَقُولُ
- sen diyordun
- لِلْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
- size yetmez mi?
- اَنْ يُمِدَّكُمْ
- size yardım etmesi
- رَبُّكُمْ
- Rabbinizin
- بِثَلٰثَةِ
- üç
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melek ile
- مُنْزَل۪ينَۜ
- indirilmiş
- بَلٰٓىۙ
- Evet
- اِنْ تَصْبِرُوا
- sabrederseniz
- وَتَتَّقُوا
- ve korunursanız
- وَيَأْتُوكُمْ
- üzerinize gelseler
- مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا
- onlar hemen şu dakikada
- يُمْدِدْكُمْ
- size yardım eder
- رَبُّكُمْ
- Rabbiniz
- بِخَمْسَةِ
- beş
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melekle
- مُسَوِّم۪ينَ
- nişanlı
- وَمَا جَعَلَهُ
- bunu yaptı
- اللّٰهُ
- Allah
- اِلَّا
- sırf
- بُشْرٰى
- müjde olsun
- لَكُمْ
- size
- وَلِتَطْمَئِنَّ
- ve güven bulsun diye
- قُلُوبُكُمْ
- kalbleriniz
- بِه۪ۜ
- bununla
- وَمَا
- doğrusu
- النَّصْرُ
- yardım
- اِلَّا
- yalnız
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- الْعَز۪يزِ
- daima galib
- الْحَك۪يمِۙ
- hüküm ve hikmet sahibi
- لِيَقْطَعَ
- kessin
- طَرَفاً
- bir kısmını
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerden
- اَوْ يَكْبِتَهُمْ
- ve perişan etsin de
- فَيَنْقَلِبُوا
- dönüp gitsinler diye
- خَٓائِب۪ينَ
- umutsuz olarak
- لَيْسَ
- yoktur
- لَكَ
- senin
- مِنَ الْاَمْرِ
- o konuda
- شَيْءٌ
- yapacağın bir şey
- اَوْ
- ya
- يَتُوبَ
- (Allah) tevbelerini kabul eder
- عَلَيْهِمْ
- onların
- اَوْ
- ya da
- يُعَذِّبَهُمْ
- onlara azab eder
- فَاِنَّهُمْ
- olduklarından dolayı
- ظَالِمُونَ
- zalim
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي
- olanlar
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي
- ve olanlar
- الْاَرْضِۜ
- yerde
- يَغْفِرُ
- (O) bağışlar
- لِمَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَيُعَذِّبُ
- azabeder
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ۟
- çok esirgeyendir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَأْكُلُوا
- yemeyin
- الرِّبٰٓوا
- riba
- اَضْعَافاً
- kat kat
- مُضَاعَفَةًۖ
- arttırarak
- وَاتَّقُوا
- korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تُفْلِحُونَۚ
- kurtuluşa erersiniz
- وَاتَّقُوا
- sakının
- النَّارَ
- ateşten
- الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْكَافِر۪ينَۚ
- kafirler için
- وَاَط۪يعُوا
- ita`at edin ki
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَ
- ve Elçiye
- لَعَلَّكُمْ
- size edilsin
- تُرْحَمُونَۚ
- merhamet
- وَسَارِعُٓوا
- koşun
- اِلٰى مَغْفِرَةٍ
- bir bağışlanmaya
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- وَجَنَّةٍ
- cennete
- عَرْضُهَا
- genişliği
- السَّمٰوَاتُ
- göklerle
- وَالْاَرْضُۙ
- ve yer kadar olan
- اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْمُتَّق۪ينَۙ
- korunanlar için
- الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ
- Onlar infak ederler
- فِي السَّرَّٓاءِ
- bollukta
- وَالضَّرَّٓاءِ
- ve darlıkta
- وَالْكَاظِم۪ينَ
- yutkunurlar
- الْغَيْظَ
- öfke(lerin)i
- وَالْعَاف۪ينَ
- affederler
- عَنِ النَّاسِۜ
- insanları
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَۚ
- güzel davrananları
- وَالَّذ۪ينَ
- Ve onlar
- اِذَا
- zaman
- فَعَلُوا
- yaptıkları
- فَاحِشَةً
- bir kötülük
- اَوْ
- ya da
- ظَلَمُٓوا
- zulmettikleri
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- ذَكَرُوا
- hatırlayarak
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاسْتَغْفَرُوا
- hemen bağışlanmasını dilerler
- لِذُنُوبِهِمْۖ
- günahlarının
- وَمَنْ
- kim
- يَغْفِرُ
- bağışlayabilir
- الذُّنُوبَ
- günahları da
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۖ
- Allah`tan
- وَلَمْ يُصِرُّوا
- ve onlar ısrar etmezler
- عَلٰى مَا فَعَلُوا
- yaptıkları hatalarında
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların mükafatı
- مَغْفِرَةٌ
- bağışlanma
- مِنْ رَبِّهِمْ
- Rableri tarafından
- وَجَنَّاتٌ
- cennetlerdir
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَاۜ
- içinde
- وَنِعْمَ
- ne güzeldir
- اَجْرُ
- ücreti
- الْعَامِل۪ينَۜ
- çalışanların
- قَدْ
- şüphesiz
- خَلَتْ
- uygulanmıştır
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce de
- سُنَنٌۙ
- yasalar
- فَس۪يرُوا
- dolaşın da
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- فَانْظُرُوا
- görün
- كَيْفَ
- nasıl
- كَانَ
- olduğunu
- عَاقِبَةُ
- sonunun
- الْمُكَذِّب۪ينَ
- yalanlayıcıların
- هٰذَا
- Bu
- بَيَانٌ
- bir açıklama
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَهُدًى
- yol gösterme
- وَمَوْعِظَةٌ
- ve öğüttür
- لِلْمُتَّق۪ينَ
- korunanlara
- وَلَا تَهِنُوا
- gevşemeyin
- وَلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyin
- وَاَنْتُمُ
- mutlaka siz
- الْاَعْلَوْنَ
- üstün geleceksiniz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
- inanıyorsanız
- اِنْ
- Eğer
- يَمْسَسْكُمْ
- size dokunduysa
- قَرْحٌ
- bir yara
- فَقَدْ
- muhakkak
- مَسَّ
- dokunmuştu
- الْقَوْمَ
- o topluluğa da
- مِثْلُهُۜ
- benzeri
- وَتِلْكَ
- işte o
- الْاَيَّامُ
- günler
- نُدَاوِلُهَا
- biz onları çevirip dururuz
- بَيْنَ
- arasında
- النَّاسِۚ
- insanlar
- وَلِيَعْلَمَ
- (bu) ortaya çıkarması
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَتَّخِذَ
- ve edinmesi içindir
- مِنْكُمْ
- sizden
- شُهَدَٓاءَۜ
- şehidler (şahidler)
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَۙ
- zalimleri
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve iyice özleştirmesi
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَمْحَقَ
- mahvetmesi içindir
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri de
- اَمْ حَسِبْتُمْ
- yoksa siz sandınız
- اَنْ تَدْخُلُوا
- gireceğinizi
- الْجَنَّةَ
- cennete
- وَلَمَّا يَعْلَمِ
- bilmeden
- اللّٰهُ
- Allah
- الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
- cihad edenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- وَيَعْلَمَ
- (sınayıp) bilmeden
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- كُنْتُمْ
- siz
- تَمَنَّوْنَ
- arzuluyordunuz
- الْمَوْتَ
- ölümü
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تَلْقَوْهُۖ
- onunla karşılaşmadan
- فَقَدْ
- işte
- رَاَيْتُمُوهُ
- onu gördünüz
- وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
- ama bakıp duruyorsunuz
- وَمَا مُحَمَّدٌ
- Muhammed
- اِلَّا
- sadece
- رَسُولٌۚ
- bir elçidir
- قَدْ خَلَتْ
- gelip geçmiştir
- مِنْ قَبْلِهِ
- ondan önce de
- الرُّسُلُۜ
- elçiler
- اَفَا۬ئِنْ
- şimdi
- مَاتَ
- o ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلَ
- öldürülürse
- انْقَلَبْتُمْ
- geriye mi döneceksiniz?
- عَلٰٓى
- üzerinde
- اَعْقَابِكُمْۜ
- ökçelerinizin
- وَمَنْ
- kim
- يَنْقَلِبْ
- geriye dönerse
- عَلٰى
- üzerinde
- عَقِبَيْهِ
- ökçesi
- فَلَنْ يَضُرَّ
- ziyan veremez
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَسَيَجْزِي
- mükafatlandıracaktır
- اللّٰهُ
- Allah
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ
- hiçbir kişi için yoktur
- اَنْ تَمُوتَ
- ölmek
- اِلَّا
- olmadan
- بِاِذْنِ
- izni
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كِتَاباً
- yazılmıştır
- مُؤَجَّلاًۜ
- belirli bir süreye göre
- وَمَنْ
- kim
- يُرِدْ
- isterse
- ثَوَابَ
- sevabını (menfaatini)
- الدُّنْيَا
- dünya
- نُؤْتِه۪
- kendisine veririz
- مِنْهَاۚ
- ondan
- ثَوَابَ
- sevabını
- الْاٰخِرَةِ
- ahiret
- مِنْهَاۜ
- ondan
- وَسَنَجْزِي
- mükafatlandıracağız
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَكَاَيِّنْ
- nice var ki
- مِنْ نَبِيٍّ
- peygamber
- قَاتَلَۙ
- çarpıştılar
- مَعَهُ
- kendileriyle beraber
- رِبِّيُّونَ
- Rabbani (erenler)
- كَث۪يرٌۚ
- birçok
- فَمَا وَهَنُوا
- yılmadılar
- لِمَٓا اَصَابَهُمْ
- başlarında gelenlerden
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا ضَعُفُوا
- zayıflık göstermediler
- وَمَا اسْتَكَانُواۜ
- boyun eğmediler
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَمَا كَانَ
- değildi
- قَوْلَهُمْ
- sözleri
- اِلَّٓا
- başka
- اَنْ قَالُوا
- demelerinden
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- اغْفِرْ
- bağışla
- لَنَا
- bizim
- ذُنُوبَنَا
- günahlarımızı
- وَاِسْرَافَنَا
- taşkınlığımızı
- ف۪ٓي اَمْرِنَا
- işimizde
- وَثَبِّتْ
- ve sağlam tut
- اَقْدَامَنَا
- ayaklarımızı
- وَانْصُرْنَا
- bize yardım eyle
- عَلَى
- karşı
- الْقَوْمِ
- topluma
- الْكَافِر۪ينَ
- kafir
- فَاٰتٰيهُمُ
- onlara verdi
- اللّٰهُ
- Allah da
- ثَوَابَ
- karşılığını
- الدُّنْيَا
- hem dünya
- وَحُسْنَ
- en güzelini
- ثَوَابِ
- karşılığının
- الْاٰخِرَةِۜ
- hem ahiret
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَ۟
- güzel davrananları
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ
- eğer
- تُط۪يعُوا
- ita`at ederseniz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi çevirirler
- عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ
- arkanıza (küfre)
- فَتَنْقَلِبُوا
- o zaman dönersiniz
- خَاسِر۪ينَ
- kaybedenlere
- بَلِ
- Hayır
- اللّٰهُ
- Allah`tır
- مَوْلٰيكُمْۚ
- Mevlanız
- وَهُوَ
- O`dur
- خَيْرُ
- en iyisi
- النَّاصِر۪ينَ
- yardımcıların
- سَنُلْق۪ي
- salacağız
- ف۪ي قُلُوبِ
- kalblerine
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- الرُّعْبَ
- korku
- بِمَٓا اَشْرَكُوا
- ortak koştuklarından dolayı
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- مَا لَمْ يُنَزِّلْ
- indirmediği şeyleri
- بِه۪
- kendilerine
- سُلْطَاناًۚ
- hiçbir güç
- وَمَأْوٰيهُمُ
- gidecekleri yer de
- النَّارُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötüdür
- مَثْوَى
- varacağı yer
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- وَلَقَدْ
- elbette
- صَدَقَكُمُ
- size doğruladı
- اللّٰهُ
- Allah
- وَعْدَهُٓ
- (yardım) va`dini
- اِذْ
- sürece
- تَحُسُّونَهُمْ
- onları öldürdüğünüz
- بِاِذْنِه۪ۚ
- kendi izniyle
- حَتّٰٓى
- nihayet
- اِذَا فَشِلْتُمْ
- siz korktunuz
- وَتَنَازَعْتُمْ
- (birbirinizle) çekişip
- فِي الْاَمْرِ
- (verilen) emir hakkında
- وَعَصَيْتُمْ
- isyan ettiniz
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَٓا اَرٰيكُمْ
- size gösterdikten
- مَا تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz(galibiyet)i
- مِنْكُمْ
- sizden
- مَنْ
- kiminiz
- يُر۪يدُ
- istiyordu
- الدُّنْيَا
- dünyayı
- وَمِنْكُمْ
- ve sizden
- الْاٰخِرَةَۚ
- ahireti
- ثُمَّ
- sonra
- صَرَفَكُمْ
- (Allah) geri çevirdi (yenilgiye uğrattı)
- عَنْهُمْ
- onlardan
- لِيَبْتَلِيَكُمْۚ
- sizi denemek için
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- عَفَا
- bağışladı
- عَنْكُمْۜ
- sizi
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- çok lutufkardır
- عَلَى
- karşı
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ تُصْعِدُونَ
- boyuna uzaklaşıyor
- وَلَا تَلْوُ۫نَ
- dönüp bakmıyordunuz
- عَلٰٓى اَحَدٍ
- hiç kimseye
- وَالرَّسُولُ
- Elçi
- يَدْعُوكُمْ
- sizi çağırırken
- ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ
- arkanızdan
- فَاَثَابَكُمْ
- bundan dolayı size verdi
- غَماًّ
- gam
- بِغَمٍّ
- gam üstüne
- لِكَيْلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyesiniz
- عَلٰى مَا فَاتَكُمْ
- ne elinizden gidene
- وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ
- ne de başınıza gelene
- وَاللّٰهُ
- Allah
- خَب۪يرٌ
- haberdardır
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- ثُمَّ
- sonra
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكُمْ
- size
- مِنْ بَعْدِ
- ardından
- الْغَمِّ
- o üzüntünün
- اَمَنَةً
- bir güven
- نُعَاساً
- bir uyku
- يَغْشٰى
- bürüyen
- طَٓائِفَةً
- bir kısmınızı
- مِنْكُمْۙ
- sizden
- وَطَٓائِفَةٌ
- bir kısmınız da
- قَدْ
- doğrusu
- اَهَمَّتْهُمْ
- kaygısına düşmüştü
- اَنْفُسُهُمْ
- kendi canlarının
- يَظُنُّونَ
- bir zanda bulunuyorlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a karşı
- غَيْرَ الْحَقِّ
- haksız
- ظَنَّ
- zannı gibi
- الْجَاهِلِيَّةِۜ
- cahiliyye
- يَقُولُونَ
- diyorlardı
- هَلْ
- var mı
- لَنَا
- bize
- مِنَ الْاَمْرِ
- bu işten
- مِنْ شَيْءٍۜ
- bir şey
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْاَمْرَ كُلَّهُ
- bütün iş
- لِلّٰهِۜ
- Allah`a aittir
- يُخْفُونَ
- onlar gizliyorlar
- ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ
- içlerinde
- مَا لَا يُبْدُونَ
- açıklayamadıklarını
- لَكَۜ
- sana
- يَقُولُونَ
- diyorlar ki
- لَوْ كَانَ
- olsaydı
- شَيْءٌ
- bir fayda
- مَا قُتِلْنَا
- öldürülmezdik
- هٰهُنَاۜ
- burada
- لَوْ كُنْتُمْ
- olsaydınız
- ف۪ي بُيُوتِكُمْ
- evlerinizde dahi
- لَبَرَزَ
- mutlaka boylardı
- الَّذ۪ينَ كُتِبَ
- yazılmış olanlar
- عَلَيْهِمُ
- üzerine
- الْقَتْلُ
- öldürülme(si)
- اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ
- yatacakları yeri
- وَلِيَبْتَلِيَ
- denemesi içindir
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizdekini
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve açığa çıkarması içindir
- مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ
- kalblerinizdekini
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا
- yüz çevirip gidenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِۙ
- iki topluluğun
- اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ
- (yoldan) kaydırmak istemişti
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- بِبَعْضِ
- bazı
- مَا كَسَبُواۚ
- yaptıkları işlerden dolayı
- وَلَقَدْ
- ama yine de
- عَفَا
- affetti
- اللّٰهُ
- Allah
- عَنْهُمْۜ
- onları
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayandır
- حَل۪يمٌ۟
- halimdir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler gibi
- وَقَالُوا
- ve diyenler
- لِاِخْوَانِهِمْ
- gazi kardeşleri için
- اِذَا
- zaman
- ضَرَبُوا
- sefere çıktıkları
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- اَوْ
- ya da
- كَانُوا غُزًّى
- savaşa çıktıkları
- لَوْ
- eğer
- كَانُوا
- olsalardı
- عِنْدَنَا
- bizim yanımızda
- مَا مَاتُوا
- ölmezlerdi
- وَمَا قُتِلُواۚ
- ve vurulmazlardı
- لِيَجْعَلَ
- yapar
- اللّٰهُ
- Allah
- ذٰلِكَ
- bu (düşünce ve sözlerini)
- حَسْرَةً
- dert
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- Allahtır
- يُحْـي۪
- yaşatan da
- وَيُم۪يتُۜ
- öldüren de
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- وَلَئِنْ
- eğer
- قُتِلْتُمْ
- öldürülür
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوْ
- ya da
- مُتُّمْ
- ölürseniz
- لَمَغْفِرَةٌ
- bağışlaması
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَرَحْمَةٌ
- ve rahmeti
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- مِمَّا يَجْمَعُونَ
- onların topladıklarından
- وَلَئِنْ
- elbette
- مُتُّمْ
- ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلْتُمْ
- öldürülürseniz
- لَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُحْشَرُونَ
- götürüleceksiniz
- فَبِمَا
- sebebiyledir ki
- رَحْمَةٍ
- rahmeti
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِنْتَ
- sen yumuşak davrandın
- لَهُمْۚ
- onlara
- وَلَوْ
- eğer
- كُنْتَ
- olsaydın
- فَظًّا
- kaba
- غَل۪يظَ
- katı
- الْقَلْبِ
- yürekli
- لَانْفَضُّوا
- dağılır, giderlerdi
- مِنْ حَوْلِكَۖ
- çevrenden
- فَاعْفُ
- öyleyse affet
- عَنْهُمْ
- onları
- وَاسْتَغْفِرْ
- ve mağfiret dile
- لَهُمْ
- onlar için
- وَشَاوِرْهُمْ
- onlara danış
- فِي الْاَمْرِۚ
- işini
- فَاِذَا
- zaman
- عَزَمْتَ
- karar verdiğin
- فَتَوَكَّلْ
- dayan
- عَلَى اللّٰهِۜ
- Allah`a
- اِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَوَكِّل۪ينَ
- kendine dayanıp güvenenleri
- اِنْ
- eğer
- يَنْصُرْكُمُ
- size yardım ederse
- اللّٰهُ
- Allah
- فَلَا
- artık yoktur
- غَالِبَ
- yenecek
- لَكُمْۚ
- sizi
- وَاِنْ
- ve eğer
- يَخْذُلْكُمْ
- sizi yüz üstü bırakırsa
- فَمَنْ
- kim
- ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ
- size yardım edebilir
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- O`ndan sonra
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- وَمَا كَانَ
- olur şey değildir
- لِنَبِيٍّ
- bir peygamberin
- اَنْ يَغُلَّۜ
- hiyanet etmesi
- وَمَنْ
- kim
- يَغْلُلْ
- hıyanet ederse
- يَأْتِ
- boynuna yüklenip getirir
- بِمَا غَلَّ
- hıyanet ettiği şeyi
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- تُوَفّٰى
- tastamam verilir
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkese
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onlar
- لَا يُظْلَمُونَ
- hiçbir haksızlığa uğratılmazlar
- اَفَمَنِ
- hiç olur mu?
- اتَّبَعَ
- uyan
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كَمَنْ
- adam gibi
- بَٓاءَ
- uğrayan
- بِسَخَطٍ
- hışmına
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَمَأْوٰيهُ
- yeri de
- جَهَنَّمُۜ
- cehennem olan
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمَص۪يرُ
- sonuçtur orası
- هُمْ
- O(insa)nlar
- دَرَجَاتٌ
- derece derecedirler
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِمَا يَعْمَلُونَ۟
- onların yaptıklarını
- لَقَدْ
- andolsun ki
- مَنَّ
- büyük lutufta bulundu
- اللّٰهُ
- Allah
- عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ بَعَثَ
- göndermekle
- ف۪يهِمْ
- kendilerine
- رَسُولاً
- bir elçi
- مِنْ اَنْفُسِهِمْ
- kendi içlerinden
- يَتْلُوا
- okuyan
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- اٰيَاتِه۪
- (Allah`ın) ayetlerini
- وَيُزَكّ۪يهِمْ
- kendilerini yücelten
- وَيُعَلِّمُهُمُ
- ve kendilerine öğreten
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحِكْمَةَۚ
- ve hikmeti
- وَاِنْ كَانُوا
- bulunuyorlarken
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- لَف۪ي
- içinde
- ضَلَالٍ
- bir sapıklık
- مُب۪ينٍ
- açık
- اَوَلَمَّٓا
- gelince mi
- اَصَابَتْكُمْ
- sizin başınıza
- مُص۪يبَةٌ
- bir bela
- قَدْ
- doğrusu
- اَصَبْتُمْ
- onların başlarına getirdiğiniz halde
- مِثْلَيْهَاۙ
- onun iki katını
- قُلْتُمْ
- dediniz
- اَنّٰى
- nereden (başımıza geldi)
- هٰذَاۜ
- bu
- قُلْ
- de ki
- هُوَ
- O (bela)
- مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ
- kendinizdendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- وَمَٓا اَصَابَكُمْ
- sizin başınıza gelen
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِ
- iki topluluğun
- فَبِاِذْنِ
- ancak izniyle olmuştur
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَلِيَعْلَمَ
- bilmesi için
- الْمُؤْمِن۪ينَۙ
- inananları
- وَلِيَعْلَمَ
- ve bilmesi için
- الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ
- iki yüzlülük edenleri
- وَق۪يلَ
- dendiği halde
- لَهُمْ
- onlara
- تَعَالَوْا
- gelin
- قَاتِلُوا
- savaşın
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوِ
- ya da
- ادْفَعُواۜ
- savunun
- قَالُوا
- dediler
- لَوْ
- eğer
- نَعْلَمُ
- bilseydik
- قِتَالاً
- savaş (olacağını)
- لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ
- sizinle gelirdik
- هُمْ
- onlar
- لِلْكُفْرِ
- küfre
- يَوْمَئِذٍ
- o gün
- اَقْرَبُ
- yakın idiler
- مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ
- imandan çok
- يَقُولُونَ
- söylüyorlar
- بِاَفْوَاهِهِمْ
- ağızlarıyla
- مَا لَيْسَ
- olmayanı
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- اَعْلَمُ
- çok iyi bilmektedir
- بِمَا
- şeyi
- يَكْتُمُونَۚ
- içlerinde sakladıkları
- الَّذ۪ينَ قَالُوا
- diyenlere
- لِاِخْوَانِهِمْ
- kardeşleri için
- وَقَعَدُوا
- (Savaştan geri kalıp) oturarak
- لَوْ
- eğer
- اَطَاعُونَا
- bizim sözümüzü tutsalardı
- مَا قُتِلُواۜ
- öldürülmezlerdi
- قُلْ
- de ki;
- فَادْرَؤُ۫ا
- savınız
- عَنْ اَنْفُسِكُمُ
- kendinizden
- الْمَوْتَ
- ölümü
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- وَلَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ قُتِلُوا
- öldürülenleri
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَمْوَاتاًۜ
- ölüler
- بَلْ
- hayır
- اَحْيَٓاءٌ
- (onlar) diridirler
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- يُرْزَقُونَۙ
- rızıklanmaktadırlar
- فَرِح۪ينَ
- sevinirler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiklerinden
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪ۙ
- keremiyle
- وَيَسْتَبْشِرُونَ
- ve müjdelemek isterler
- بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا
- henüz yetişemeyenlere de
- بِهِمْ
- kendilerine
- مِنْ خَلْفِهِمْۙ
- arkalarından
- اَلَّا خَوْفٌ
- korku olmadığına
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
- onların da üzüntüye uğramayacaklarına
- يَسْتَبْشِرُونَ
- sevinirler
- بِنِعْمَةٍ
- ni`metine
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَفَضْلٍۙ
- ve lutfuna
- وَاَنَّ
- ve muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah`ın
- لَا يُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğine
- اَجْرَ
- ecrini
- الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ
- mü`minlerin
- الَّذ۪ينَ
- O(mü`mi)nler ki
- اسْتَجَابُوا
- çağrısına uydular
- لِلّٰهِ
- Allah`ın
- وَالرَّسُولِ
- ve Elçinin
- مِنْ بَعْدِ
- sonra bile
- مَٓا اَصَابَهُمُ
- isabet ettikten
- الْقَرْحُۜۛ
- yara
- لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا
- güzel davrananlar
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَاتَّقَوْا
- ve korunanlar için
- اَجْرٌ
- ecir vardır
- عَظ۪يمٌۚ
- pek büyük
- الَّذ۪ينَ
- onlar ki
- قَالَ
- deyince
- لَهُمُ
- kendilerine
- النَّاسُ
- halk
- اِنَّ النَّاسَ
- (Düşman) İnsanlar
- قَدْ
- muhakkak
- جَمَعُوا
- (ordu) toplamışlar
- لَكُمْ
- size karşı
- فَاخْشَوْهُمْ
- onlardan korkun
- فَزَادَهُمْ
- (bu söz) onların artırdı
- ا۪يمَاناًۗ
- imanını
- وَقَالُوا
- ve dediler
- حَسْبُنَا
- bize yeter
- اللّٰهُ
- Allah
- وَنِعْمَ
- ne güzel
- الْوَك۪يلُ
- vekildir
- فَانْقَلَبُوا
- bundan dolayı geri döndüler
- بِنِعْمَةٍ
- bir ni`met
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَفَضْلٍ
- ve bollukla
- لَمْ يَمْسَسْهُمْ
- kendilerine dokunmadı
- سُٓوءٌۙ
- hiçbir kötülük
- وَاتَّبَعُوا
- ve uydular
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- lutuf sahibidir
- عَظ۪يمٍ
- büyük
- اِنَّمَا
- Şüphesiz
- ذٰلِكُمُ
- işte o
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- يُخَوِّفُ
- sizi korkutuyor
- اَوْلِيَٓاءَهُۖ
- kendi dostlarından
- فَلَا تَخَافُوهُمْ
- onlardan korkmayın
- وَخَافُونِ
- benden korkun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَ
- inanmış
- وَلَا يَحْزُنْكَ
- seni üzmesin
- الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ
- koşanlar
- فِي الْكُفْرِۚ
- inkara
- اِنَّهُمْ
- onlar
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar veremezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- يُر۪يدُ
- istiyor
- اللّٰهُ
- Allah
- اَلَّا يَجْعَلَ
- koymamak
- لَهُمْ
- onlara
- حَظًّا
- hiçbir nasip
- فِي الْاٰخِرَةِۚ
- ahirette
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا
- satın alanlar
- الْكُفْرَ
- inkarı
- بِالْا۪يمَانِ
- iman karşılığında
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar vermezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۚ
- hiçbir
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenler
- اَنَّمَا نُمْل۪ي
- süre vermemiz
- لَهُمْ
- kendilerine
- خَيْرٌ
- hayırlıdır
- لِاَنْفُسِهِمْۜ
- kendileri için
- اِنَّمَا نُمْل۪ي
- biz süre veriyoruz ki
- لَهُمْ
- onlara
- لِيَزْدَادُٓوا
- artırsınlar
- اِثْماًۚ
- günahı
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- مُه۪ينٌ
- alçaltıcı
- مَا كَانَ
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- لِيَذَرَ
- bırakacak
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- عَلٰى
- (şu) üzerinde
- مَٓا اَنْتُمْ
- bulunduğunuz
- عَلَيْهِ
- hal üzere
- حَتّٰى
- kadar
- يَم۪يزَ
- ayırıncaya
- الْخَب۪يثَ
- pis olanı
- مِنَ الطَّيِّبِۜ
- temizden
- وَمَا كَانَ
- ve değildir
- لِيُطْلِعَكُمْ
- sizi vakıf kılacak
- عَلَى الْغَيْبِ
- gaybe
- وَلٰكِنَّ
- fakat
- اللّٰهَ
- Allah
- يَجْتَب۪ي
- seçer (onu gaybe vakıf kılar)
- مِنْ رُسُلِه۪
- elçilerinden
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- فَاٰمِنُوا
- o halde inanın
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَرُسُلِه۪ۚ
- ve elçilerine
- وَاِنْ
- eğer
- تُؤْمِنُوا
- inanır
- وَتَتَّقُوا
- ve (günahlardan) korunursanız
- فَلَكُمْ
- sizin için vardır
- اَجْرٌ
- mükafat
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar
- الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ
- cimrilik edenler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiğine
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪
- kereminden
- هُوَ
- onu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- بَلْ
- (hayır) bilakis
- هُوَ
- o
- شَرٌّ
- şerlidir
- سَيُطَوَّقُونَ
- boyunlarına dolandırılacaktır
- مَا
- şeyler
- بَخِلُوا بِهِ
- cimrilik ettikleri
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- م۪يرَاثُ
- mirası
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- خَب۪يرٌ۟
- haber alandır
- لَقَدْ
- doğrusu
- سَمِـعَ
- işitti
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْلَ
- sözünü
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- diyenlerin
- اِنَّ
- muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah
- فَق۪يرٌ
- fakirdir
- وَنَحْنُ
- biz
- اَغْنِيَٓاءُۢ
- zenginiz
- سَنَكْتُبُ
- yazacağız
- مَا قَالُوا
- onların dediklerini
- وَقَتْلَهُمُ
- ve öldürmelerini
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَنَقُولُ
- ve diyeceğiz
- ذُوقُوا
- tadın
- عَذَابَ
- azabını
- الْحَر۪يقِ
- yangın
- ذٰلِكَ
- bu
- بِمَا قَدَّمَتْ
- yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır
- اَيْد۪يكُمْ
- sizin ellerinizin
- وَاَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَيْسَ
- asla değildir
- بِظَلَّامٍ
- zulmedici
- لِلْعَب۪يدِۚ
- kullara
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- onlar dediler
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَهِدَ
- and verdi ki
- اِلَيْنَٓا
- bize
- اَلَّا نُؤْمِنَ
- inanmayalım
- لِرَسُولٍ
- hiçbir elçiye
- حَتّٰى
- kadar
- يَأْتِيَنَا
- bize getirinceye
- بِقُرْبَانٍ
- bir kurban
- تَأْكُلُهُ
- yiyeceği
- النَّارُۜ
- ateşin
- قُلْ
- de ki
- قَدْ
- elbette
- جَٓاءَكُمْ
- size gelmişti
- رُسُلٌ
- elçiler
- مِنْ قَبْل۪ي
- benden önce
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller getiren
- وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ
- ve bu dediğinizi de
- فَلِمَ
- niçin
- قَتَلْتُمُوهُمْ
- onları öldürdünüz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- idiyseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَاِنْ
- eğer
- كَذَّبُوكَ
- seni yalanladılarsa
- فَقَدْ
- doğrusu
- كُذِّبَ
- yalanlanmıştı
- رُسُلٌ
- peygamberler de
- مِنْ قَبْلِكَ
- senden önce
- جَٓاؤُ۫
- getiren
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller
- وَالزُّبُرِ
- hikmetli sahifeler
- وَالْكِتَابِ
- ve Kitabı
- الْمُن۪يرِ
- aydınlatıcı
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- can
- ذَٓائِقَةُ
- tadacaktır
- الْمَوْتِۜ
- ölümü
- وَاِنَّمَا
- şüphesiz
- تُوَفَّوْنَ
- size eksiksiz verilecektir
- اُجُورَكُمْ
- ecirleriniz
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- فَمَنْ
- kim ki hemen
- زُحْزِحَ
- çekilip kurtarılır da
- عَنِ النَّارِ
- ateşin elinden
- وَاُدْخِلَ
- sokulursa
- الْجَنَّةَ
- cennete
- فَقَدْ
- işte o
- فَازَۜ
- kurtuluşa ermiştir
- وَمَا
- değildir
- الْحَيٰوةُ
- hayatı
- الدُّنْيَٓا
- dünya
- اِلَّا
- başka bir şey
- مَتَاعُ
- zevkten
- الْغُرُورِ
- aldatıcı
- لَتُبْلَوُنَّ
- deneneceksiniz
- ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ
- mallarınız hususunda
- وَاَنْفُسِكُمْ
- ve canlarınız
- وَلَتَسْمَعُنَّ
- (sözler) duyacaksınız
- مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce
- وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا
- ve ortak koşanlardan
- اَذًى
- incitici
- كَث۪يراًۜ
- çok
- وَاِنْ
- ama
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- ذٰلِكَ
- işte bunlar
- مِنْ عَزْمِ
- yapmağa değer
- الْاُمُورِ
- işlerdendir
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- diye söz
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- لَتُبَيِّنُنَّهُ
- onu mutlaka açıklayacaksınız
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ
- gizlemeyeceksiniz
- فَنَبَذُوهُ
- fakat onlar (verdikleri sözü) attılar
- وَرَٓاءَ
- ardına
- ظُهُورِهِمْ
- sırtlarının
- وَاشْتَرَوْا
- ve aldılar
- بِه۪
- karşılığında
- ثَمَناً
- para
- قَل۪يلاًۜ
- birkaç
- فَبِئْسَ
- ne kötü şey
- مَا يَشْتَرُونَ
- satın alıyorlar
- لَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ
- sevinen
- بِمَٓا اَتَوْا
- o ettiklerine
- وَيُحِبُّونَ
- sevenlerin
- اَنْ يُحْمَدُوا
- övülmeyi
- بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
- yapmadıkları şeylerle
- فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ
- ve zannetme
- بِمَفَازَةٍ
- kurtulacaklarını
- مِنَ الْعَذَابِۚ
- azabdan
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مُلْكُ
- mülkü
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ۟
- kadirdir
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışında
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِ
- ve yerin
- وَاخْتِلَافِ
- gidip gelişinde
- الَّيْلِ
- gecenin
- وَالنَّهَارِ
- ve gündüzün
- لَاٰيَاتٍ
- ibretler vardır
- لِاُو۬لِي
- sahipleri için
- الْاَلْبَابِۚ
- sağduyu
- الَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ
- onlar anarlar
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- قِيَاماً
- ayakta
- وَقُعُوداً
- oturarak
- وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
- ve yanları üzerine yatarken
- وَيَتَفَكَّرُونَ
- düşünürler
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışı üzerinde
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۚ
- ve yerin
- رَبَّنَا
- Rabbimiz (derler)
- مَا خَلَقْتَ
- yaratmadın
- هٰذَا
- bunu
- بَاطِلاًۚ
- boş yere
- سُبْحَانَكَ
- sen yücesin
- فَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِ
- ateş
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen
- مَنْ
- birini
- تُدْخِلِ
- soktun mu
- النَّارَ
- ateşe
- فَقَدْ
- muhakkak
- اَخْزَيْتَهُۜ
- onu perişan etmişsindir
- وَمَا
- yoktur
- لِلظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- مِنْ اَنْصَارٍ
- yardımcıları
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَا
- şüphesiz biz
- سَمِعْنَا
- işittik
- مُنَادِياً
- bir davetçi
- يُنَاد۪ي
- çağıran
- لِلْا۪يمَانِ
- imana
- اَنْ اٰمِنُوا
- inanın (diyerek)
- بِرَبِّكُمْ
- Rabbinize
- فَاٰمَنَّاۗ
- hemen inandık
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَكَفِّرْ عَنَّا
- ört
- سَيِّـَٔاتِنَا
- kötülüklerimizi
- وَتَوَفَّـنَا
- canımızı al
- مَعَ
- beraber
- الْاَبْرَارِۚ
- iyilerle
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- وَاٰتِنَا
- bize ver
- مَا وَعَدْتَنَا
- va`dettiğini
- عَلٰى رُسُلِكَ
- elçilerine
- وَلَا تُخْزِنَا
- bizi rezil, perişan etme
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- اِنَّكَ
- zira sen
- لَا تُخْلِفُ
- caymazsın
- الْم۪يعَادَ
- verdiğin sözden
- فَاسْتَجَابَ
- karşılık verdi
- لَهُمْ
- onlara
- رَبُّهُمْ
- Rableri
- اَنّ۪ي
- Ben
- لَٓا اُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğim
- عَمَلَ
- işini
- عَامِلٍ
- hiçbir çalışanın
- مِنْكُمْ
- sizden
- مِنْ ذَكَرٍ
- erkek
- اَوْ
- veya
- اُنْثٰىۚ
- kadın
- بَعْضُكُمْ
- hepiniz
- مِنْ بَعْضٍۚ
- birbirinizdensiniz
- فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا
- göç edenler
- وَاُخْرِجُوا
- çıkarılanlar
- مِنْ دِيَارِهِمْ
- yurtlarından
- وَاُو۫ذُوا
- işkence edilenler
- ف۪ي سَب۪يل۪ي
- benim yolumda
- وَقَاتَلُوا
- vuruşanlar
- وَقُتِلُوا
- ve öldürülenler…
- لَاُكَفِّرَنَّ
- elbette örteceğim
- عَنْهُمْ
- onların
- سَيِّـَٔاتِهِمْ
- kötülüklerini
- وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ
- ve onları sokacağım
- جَنَّاتٍ
- cennetlere
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُۚ
- ırmaklar
- ثَوَاباً
- bir karşılık olarak
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عِنْدَهُ
- katındadır
- حُسْنُ
- en güzeli
- الثَّوَابِ
- karşılıkların
- لَا يَغُرَّنَّكَ
- seni aldatmasın
- تَقَلُّبُ
- gezip dolaşması
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- فِي الْبِلَادِۜ
- şehirlerde
- مَتَاعٌ
- bir geçimdir
- قَل۪يلٌ
- azıcık
- ثُمَّ
- sonra
- مَأْوٰيهُمْ
- gidecekleri yer
- جَهَنَّمُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir yataktır (orası)
- لٰكِنِ
- fakat
- الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korkanlar için
- رَبَّهُمْ
- Rablerinden
- لَهُمْ
- vardır
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklar
- ف۪يهَا
- orada
- نُزُلاً
- ağırlanacaklardır
- مِنْ عِنْدِ
- tarafından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَمَا
- bulunan (ödüller) ise
- عِنْدَ
- yanında
- اللّٰهِ
- Allah
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- لِلْاَبْرَارِ
- iyiler için
- وَاِنَّ
- doğrusu
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَمَنْ
- öyleleri var ki
- يُؤْمِنُ
- inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- اِلَيْكُمْ
- size
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- ve indirilene
- اِلَيْهِمْ
- kendilerine
- خَاشِع۪ينَ
- saygılıdırlar
- لِلّٰهِۙ
- Allah`a karşı
- لَا يَشْتَرُونَ
- satmazlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاًۜ
- azıcık
- اُو۬لٰٓئِكَ
- onların da
- لَهُمْ
- vardır
- اَجْرُهُمْ
- ödülleri
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْۜ
- Rableri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اصْبِرُوا
- sabredin
- وَصَابِرُوا
- sabırda direnin
- وَرَابِطُوا
- savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun
- وَاتَّقُوا
- ve korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulurki
- تُفْلِحُونَ
- başarıya eresiniz
(25) فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Peki onları geleceğinde kuşku bulunmayan bir gün için topladığımızda ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese hak ettiği tastamam verildiğinde halleri nice olacak!
Bu âyette bir taraftan geleceğinde kuşku bulunmayan hesap gününde bu tür iftiracıların halinin ne kadar dehşet verici olacağına değinilirken, diğer taraftan da yapmadıkları bir fiilden ötürü cezalandırılmayacakları, sonucun kendilerinin de ikna olacağı bir hesap neticesinde ortaya çıkacağı, asla haksız bir muameleye mâruz kalmayacakları hatırlatılmaktadır.
Haşir günü herkese kendi amelinin karşılığının tamı tamına verileceği ifadesinden hareketle, bazı tefsir kaynaklarında büyük günah işleyen kişinin durumuyla ilgili kelâm tartışmalarına girilir. Burada sorumluluk çağındaki herkesin, bir sınav niteliği taşıyan dünya hayatında yaptıklarını bir gün mutlaka önünde bulacağına ve ilâhî adalete göre bunların hesabını vermek zorunda kalacağına ağırlık verildiği göz önüne alınırsa, yüce Allah’ın her bir kulu hakkındaki hükmünü ayrı mütalaa etmek ve bu konuyu diğer deliller ışığında değerlendirmek daha uygun olur. Bir başka anlatımla bir kul hakkındaki nihaî sonuç yüce Allah tarafından bağışlanma ve cennete konma şeklinde gerçekleşecek olsa bile âyet-i kerîmede, bu aşamadan önceki hesap gününün ayrı bir müeyyide olduğuna, huzûr-ı ilâhîde ve beşeriyet önünde verilen hesabın yol açacağı mahcubiyetin ağırlığına dikkat çekilmektedir.
(26) قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُؗ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُؕ بِيَدِكَ الْخَيْرُؕ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ
De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kādirsin.”
Mülk kelimesi tefsirlerde genellikle şu anlamlarla açıklanmıştır: “Peygamberlik, kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi her türlü maddî ve mânevî imkân”. Bazı müfessirler bu anlamlardan birini veya birkaçını tercih ederken, bazıları âyeti bu anlamların hepsini kapsayacak şekilde yorumlamışlardır. Zemahşerî, Allah’a nisbet edilen birinci mülk kelimesinin genel ve kapsamlı, diğer iki mülk kelimesinin ise özel ve bütünün parçaları mesabesinde olduğunu belirtir (I, 182).
Sûrenin başında belirtilen nüzûl sebebinin (Necran hıristiyanlarını temsilen Medine’ye gelen heyetle yapılan tartışmaların) yanı sıra tefsirlerde şu olay da bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilir veya âyetlerde buna işaret bulunduğu belirtilir: Hendek Savaşı öncesinde kazılacak hendeğin krokisi Resûlullah tarafından çizilip Medine halkından her on kişilik gruba 40 zirâlık (1 zirâ = 68 cm.) kazı görevi verilmişti. Selmân-ı Fârisî’nin de içinde bulunduğu grup kazı yaparken çok büyük bir kaya ortaya çıktı. Bütün çabalarına rağmen ancak küçük parçalar koparabildiler, kayayı parçalayamadılar. Durum Resûlullah’a arzedildi. Hz. Peygamber hendeğe inip balyozla üç darbede kayayı parçaladı. Her defasında ortalık şimşek çakar gibi aydınlandı. Resûlullah tekbir getirdi, müslümanlar da tekbir getirdiler. Sonra Hz. Peygamber her vuruşta gördüğü ışıkları ileride Rum (Bizans) ve Fars (İran) egemenliği altındaki yerlerin ve Yemen’in müslümanlar tarafından fethine yüce Allah’ın bir müjdesi olarak yorumladı. Müslümanlar bunu sevinçle karşılayınca münafıklar “Korkunuzdan savaşamayıp hendek kazıyorsunuz. Hal böyle iken bunlara nasıl inanabiliyorsunuz!” diyerek onları alaya aldılar (Zemahşerî, I, 182).
Mülkü “peygamberlik” olarak anlayan müfessirler, “mülkün geri alınması” ifadesine şu açıklamayı getirirler: Yahudiler son peygamberin geleceğini biliyorlardı. Peygamberlerin canlarına kıymaları ve ilâhî kitabı tahrif etmeleri sebebiyle, yüce Allah İsrâiloğulları’nı bu yolla onurlandırmaya son verdi. Bundan dolayı yahudiler Hz. Muhammed’e cephe aldılar ve putperestlerle iş birliği yaptılar.
Mülkü peygamberlik dışındaki anlamlara göre, yani “kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, (ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi) her türlü maddî ve mânevî imkân” şeklinde anlayan müfessirler ise, yüce Allah’ın bunları “dilediğine” vermesi ve “dilediğinden” alması ifadesinden hareketle ilâhî irade karşısında kulun iradesinin etkisi ve değeri konusunu ele alırlar (meselâ bk. Râzî, VIII, 6-7). İslâm âlimleri arasında geniş tartışmalara yol açan ve itikadî mezhepleri birbirinden ayıran temel yaklaşımlar arasında önemli bir yer tutan bu konunun, Kur’an-ı Kerîm’deki ve hadislerdeki diğer açıklamalarla birlikte ele alınıp değerlendirilmesi uygun olur (“irade”, “kazâ”, “kader” ve “kesb” kavramları etrafındaki görüş ayrılıkları hakkında değerlendirmeler için bk. Bakara 2/7, 286).
“Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın” şeklinde meâli verilen ifade dolayısıyla tefsirlerde “izzet” ve “zillet” kavramları üzerinde durulur. Bu kavramların dünyevî anlamıyla açıklanması halinde, yukarıda değinilen kelâm tartışmalarının ve bu konudaki değerlendirmenin göz önüne alınması gerekir. Bunların dinî içeriğinden hareket edildiğinde ise diğer âyetlerin ışığında, yücelmenin doruk noktasını yüceler yücesi ulu Allah’a içtenlikle iman edip bunun icaplarına göre davranmanın; alçalmanın en aşağı noktasını ise gerçeği gördüğü halde inkârcılıkta direnip bunu ideoloji haline getirmenin oluşturduğu görülür (izzet ve zillet kavramlarının Kur’an’daki kullanımları hakkında bilgi için bk. Münâfikun 63/8). Bu takdirde en şerefli mevki olan “iman” mertebesine yükselmede Allah’ın dilemesinin yanında kulun iradesinin rolünün olup olmadığı, kulun çabasının etkisi yoksa, dünya hayatının sınav olma özelliğinin nasıl açıklanabileceği sorusu gündeme gelir. Bu sorunun cevaplanmasında, yukarıda atıfta bulunulan irade konusu ve etrafındaki kavramların yanı sıra “hidayet” kavramıyla ilgili bilgi ve değerlendirmeler de özel bir önemi haizdir (ayrıca bk. Bakara 2/2).
“Her türlü iyilik senin elindedir” buyurularak “hayr”ın, yani görünen ve görünmeyen yüzüyle gerçek anlamda iyinin yalnız yüce Allah’ın kudretinde olduğu belirtilmiştir. Türkçe’de, insanların gelecekteki beklentileri konusunda değişik ihtimallere göre fikir yürüttükten sonra sözü “hayırlısı Allah’tan” şeklinde bağlamaları bu âyette değinilen gerçeği derinden kavramış olmanın güzel bir ifadesidir. Bazı müfessirler burada sadece “hayır”dan söz edilmiş olmasına, 25-26. âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olayları dikkate alarak izah getirirler ve bu ifadenin müslümanlar için imkânsız görülen başarıları lutfetmenin Allah’ın kudretinde olduğuna dikkat çekmeyi amaçladığını belirtirler (Zemahşerî, I, 183). Burada dua ifadesinin söz konusu olması sebebiyle sadece hayrın anıldığı ya da birinin diğerine delâletinin açık olmasından ötürü şerrin anılmadığı ve esasen her ikisinin Allah’ın kudretinde olduğunun anlatılmak istendiği görüşleri de vardır (İbn Atıyye, I, 417. “Hayır” ve “şer” kavramlarının içeriği ve Kur’an’daki kullanımları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/215).
(27) تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِؗ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّؗ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine sayısız rızık verirsin.”
“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın” cümleleri genellikle şu şekillerde açıklanmıştır: a) Bazan gecenin kısaltılıp bu fazlalığın gündüze dahil edilmesi, bazan da bunun aksinin gerçekleştirilmesi, b) gündüzün peşinden gecenin getirilip dünyanın karanlığa büründürülmesi, sonra da tekrar gündüzün getirilip dünyanın aydınlatılması (bk. İbn Atıyye, I, 418). Bunlardan birinci yorum hakkında İbn Arafe’den şöyle bir söz nakledilmiştir: Denir ki, Kur’an hem sokaktaki adamın, hem bilgili kişilerin hem de her iki kesimin anlayacağı ifadeler içerir. İşte bu âyet bu duruma bir örnektir. Zira âyet hem özel bilgi isteyen günlerin kısalması ve uzaması olayını hem de herkesin fark ettiği mevsimlerin değişmesini kapsamaktadır. Burada, insanların sahih bir dinî inanca sahip olduktan sonra yeryüzünü cehalet ve şirk karanlığının kaplamasına ve ardından yüce Allah’ın peygamberler göndererek insanlığa aydınlık yolu göstermesine işaret eden sembolik bir anlatım bulunduğu da düşünülebilir (İbn Âşûr, III, 214).
Bu âyette geçen “Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın” cümleleri de, “ihyâ” (diriltme, yaşatma) ve “imâte” (öldürme, hayatiyetine son verme) kelimelerinin Kur’an’daki kullanımları ışığında değişik şekillerde açıklanmıştır. Bunların bir kısmı maddî hayatla ilgilidir: Topraktan bitkilerin, ölü gibi duran kuru çekirdekten ve tohumdan çeşit çeşit ağaçların, meyvelerin, çiçeklerin çıkması gibi. Bir de, müminden kâfirin ve kâfirden müminin, iyi insandan kötü insanın ve kötü kişiden iyi kişinin, âlimden cahilin ve cahilden âlimin dünyaya gelmesi gibi mânevî benzetmeler yapılmıştır. Bu benzetmelerin neticesi olarak müfessirlerin asıl üzerinde durdukları mâna ise şudur: Şer ve bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden nice peygamberler çıkarmış olan yüce Allah’ın ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed’i çıkarmasını ve onun öğretilerine gönülden bağlanıp gösterdiği yolu izleyenleri şan ve şerefin doruğuna yükseltmesini ve insanlık için örnek kılmasını yadırgamamak gerekir (Taberî, III, 225-227; İbn Atıyye, I, 418; Reşîd Rızâ, III, 275).
Yine bu âyette geçen “Ve dilediğine sayısız rızık verirsin” cümlesinde vurgulanmak istenen mâna için şu ihtimallere değinilmiştir: a) Yüce Allah’ın kime ne kadar rızık verdiğinin hesabını sorabilecek hiçbir varlık yoktur. b) O’nun bağışı ve lütfu sayısız ve sınırsızdır. c) O’nun vermesi verilenin bunu hak etmesine göre değil, kendi irade ve takdirine göredir (Râzî, VIII, 10). Üçüncü yorumdaki “hak etme” sözcüğü bizim zihinlerimizdeki göreceli içeriği ile sınırlı olarak ele alınırsa, bu Allah’ı yüceltmek şöyle dursun –hâşâ– O’na adaletsizlik nisbet etme fikrini çağrıştırır. Oysa amaç O’nun her türlü bağımlılıktan ve noksanlıktan tenzih edilmesidir; dolayısıyla yüce Allah’ın bu takdirinin insan aklının idrakinin çok ötesinde hikmetler taşıdığını göz ardı etmemek gerekir (rızık konusunda bk. Rûm 30/37-40; Sebe’ 34/34-36; Şûrâ 42/27).
(28) لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ فٖي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًؕ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُؕ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ
Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.
Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde, bazı müslümanların yahudilerle ve müşriklerle kendi varlıklarını bile tehlikeye sokabilecek dostluklar kurmalarına ilişkin değişik olaylar nakledilir. Bunlardan biri şudur: Medine’deki bazı yahudiler zaman zaman ensardan bazı müslümanlarla gizli temas kurarak onları dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Durumu farkeden Rifâa b. Münzir, Abdurrahman b. Cübeyr ve Saîd b. Hayseme gibi müminler söz konusu müslümanları dikkatli olmaları konusunda uyardılar. Onlar bu uyarıyı dikkate almayıp yahudilerle yakın ilişkilerini sürdürdüler. O sebeple bu âyet nâzil oldu (Râzî, VIII, 10-11).
Gerek nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar, gerekse “kâfirûn” (inkârcılar) kelimesinin Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımları dikkate alınarak burada dost edinilmemesi istenenlerin müşrikler, münafıklar veya genel olarak tüm inkârcılar olabileceği yorumları yapılmıştır. Nüzûl sebebi ne olursa olsun âyet bütün zamanlarda geçerli genel bir ifadeye sahiptir (İbn Atıyye, I, 419).
Kur’an-ı Kerîm, müslümanların başka dinlerin mensuplarıyla ve bilhassa putperestlerle farklı konumlarda çok çeşitli ilişkiler içinde bulundukları yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmış olarak nâzil olduğundan, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah’ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde, delillerin şu iki noktada görüş ayrılığına meydan vermeyecek ölçüde açık olduğu görülür:
a) Hangi sebeple olursa olsun müslümanın –kendi inançlarından tâviz vererek– müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
b) İnançların zedelenmesine yol açacak bir tarzda olmaksızın, İslâm’ın insana bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak ve bu çerçevedeki yararlarını koruyup geliştirmek amacıyla müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir. Bu anlayışa paralel olarak, devletler umumi hukukunda milletlerarası ilişkiler için yapılan dostane ilişkiler ve hasmane ilişkiler şeklindeki temel ayırım esas alındığında, İslâm’ın tavrının bunlardan birincisini kural, ikincisini ise istisna telakki etme şeklinde olduğu söylenebilir. Bu tarz ilişkilerin âyet-i kerîmede kullanıldığı anlamıyla “velâ” (dostluk) olmadığı açıktır. Bu kelimenin başka âyetlerdeki, özellikle “Allah Teâlâ”nın en iyi dost olduğunu belirten âyetlerdeki kullanımı dikkate alınırsa, burada yasaklanan dostluğun, “inanç birliğinden veya yakınlığından ötürü sevgi besleme, güven duyma ve bel bağlama” anlamında olduğu kolayca anlaşılır. Gerek âyetin sonundaki ağır müeyyide yani bu ikaza uymayanların Allah’ın dostluğunu yitirmiş olacaklarının bildirilmesi gerekse müteakip âyette gizlenen niyetlerin Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dışında olmadığının hatırlatılması, yasaklanan ilişkilerin, İslâm inancına sadakati her şeyin üstünde tutmaksızın birtakım kişisel zaaflar uğruna imanı tehlikeye sokan veya müslümanların zararına olan dostluklar tesis edilmesi veya bu tür dostlukların korunması olduğunu göstermektedir.
Hz. Muhammed’in, peygamberliğinden önceki dönemde ortağı olan Sâib b. Abdullah’ı Câhiliye devrindeki erdemli davranışlarından ötürü övmesi, gençliğinde Mekke’de haksızlıkların önlenmesi amacıyla oluşturulan “Hilfü’l-Fudûl”a (gönüllüler ittifakı) katılmış ve peygamberlik yıllarında da bu girişimden memnuniyet ve övgüyle söz etmiş olması (İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, I, 128-129), bu sûrenin 75. âyetinde Ehl-i kitap mensuplarının “dürüstlük” ölçütüne göre tasnife tâbi tutulması, Resûlullah’ın yahudilerle ve müşriklerle yazılı anlaşmalar yapmış olması gibi deliller ve hepsinden önemlisi Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde Hz. Muhammed’in bütün yaratılmışlara “rahmet” olarak gönderildiğinin bildirilmesi göstermektedir ki, İslâmiyet, başka dinlerin mensuplarıyla temas kurmayı, barış ve esenlik içinde yaşamanın yöntemlerini geliştirmek ve ilâhî bir lutuf olarak insanın doğasına yerleştirilmiş olan (“fıtrat”a uygun) ahlâkî erdemleri beşeriyetin en yüce değerleri sayıp onları yükseklerde tutmak için iş birliği yapmayı yasaklamak şöyle dursun, bunu İslâm mesajını bütün insanlara ulaştırma (tebliğ) görevinin bir parçası saymıştır. Bunun sonucu olarak insanlık tarihinde farklı dinlere mensup kimselerin güven duygusu içinde birlikte yaşayabilmeleri konusunda en başarılı siyasî ve sosyal ilişki örneklerinin müslümalar tarafından sergilenmiş olduğu görülmektedir.
Müslümanların bu alanda ortaya koydukları farklılığın güven duygusu içinde yaşama hissini verebilmekle sınırlı kalmadığı, değişik dinlerin mensuplarının bir taraftan kendi inançlarına göre yaşama özgürlüğüne sahip olduğu, bir taraftan da adalet, hoşgörü, yardım severlik ve benzeri erdemlerin çok belirgin biçimde gözlenebildiği bir sosyal yapı oluşturdukları, müşahedelerini objektif bir bakışla kaleme alan birçok Batılı yazarın hayranlık dolu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, “yaratana saygı ve yaratılmışlara iyi davranma” şeklindeki iki umdenin İslâmî öğretilerin özünü teşkil ediyor olması ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal dinamikler anılan sonucun sağlanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Bir müslümanın Allah’a karşı kulluk görevinin bir parçasını teşkil eden (ibadet niteliği taşıyan) malî yükümlülüklerde (zekât ve fitre) bile, bazı bilginlerin gayri müslimlerin de hak sahipleri çerçevesinde sayılması ictihadını ortaya koymuş olmaları bu açıdan önemli bir örnektir. Hatta Hz. Ömer’in Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen “fukara” kelimesini müslümanların yoksulları, “mesâkîn” kelimesini Ehl-i kitabın yoksulları şeklinde yorumladığı ve hazine görevlilerine bu yönde uygulama yapmaları için tâlimat verdiği nakledilmiştir (Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 136).
Fakat bütün bu sınırlı ilişkiler, Kur’an ve Sünnet’teki diğer deliller ışığında değerlendirildiğinde, müslümanların, kimlik erimesine, dolayısıyla iman gücünü kaybetmelerine yol açacak ilişkiler kurmalarını veya boyunduruk altına girmeye razı olmalarını onaylama anlamına gelmemektedir. Özetle âyet-i kerîme, müslümanların bu hassas dengeyi dikkatle korumaları, bu konudaki adımlarını amacı dışına taşırmamaları ve ilişki kurulan tarafın da niyetini göz ardı etmeyip basiretli davranmaları gerektiğini hatırlatmaktadır (İbn Âşûr müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini ve hükümlerini sekiz duruma ayırarak incelemektedir, bk. III, 217-220).
Âyetin meâlinde geçen “müminleri bırakıp da…” kaydından hareketle, burada müslüman olmayanlarla kurulması yasaklanan ilişkinin, müminlere cephe alma niteliği taşıyan ve onlara zarar veren dostluklar olduğu, yine müminleri bırakıp sırf gayri müslimleri dost edinme olduğu yorumları yapılmıştır. Buna karşılık bazı müfessirler, başka âyetlerde bu kayda yer verilmeksizin yapılan mutlak yasaklamayı dikkate almış ve bu âyetin, kayıtsız şartsız olarak “Müminlerin dışındakileri dost edinmeyin” şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmuşlardır (bk. Râzî, VIII, 11-12; İbn Âşûr, III, 216-217).
Yukarıda açıklanan anlam ve şekliyle inkârcıları dost edinmek kesin bir dille yasaklandığı gibi, bu ikaza uymayan kişinin Allah ile bağını koparmış, Allah’ın dostluğundan yoksun kalmış olacağı bildirilmektedir. Ancak daha sonra lüzum görüldüğünde korunma amaçlı olarak veya gerekli korunma tedbirlerini alarak dostane ilişkiler kurmakta bir sakınca bulunmadığı ifade edilmekte, ardından tekrar sakındırıcı bir cümle gelmekte ve âyetin sonunda her şeyin dönüp dolaşıp Allah’a varacağı hatırlatılmaktadır. Âyetteki ifade akışına dikkat edilince görülmektedir ki, bir taraftan imana zarar veren dostluklar yasaklanırken, diğer taraftan bu yasağın kayıtsız şartsız katı bir biçimde algılanmaması gerektiği, yukarıda belirtildiği tarzda bazı dostluklar kurulabileceği bildirilmekte, fakat bunun da mâkul bir sınırı aşmaması ve sürekli bir otokontrole tâbi tutulması için ikazda bulunulmaktadır.
Âyet-i kerîmedeki istisna ifadesinden, “bazı insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden onların arzusuna uygun hareket etme” anlamına gelen takıyye (tukye) kavramı çıkarılmış ve bunun hangi durumlarda dinen geçerli bir davranış olabileceğine dair kurallar geliştirilmeye çalışılmıştır (meselâ bk. Râzî, VIII, 13-14). Her şeyden önce buradaki istisna ifadesinde geçen ve “korunma” mânası taşıyan lafız ile, yaygın olarak kişinin olduğundan farklı görünmeyi sürekli bir davranış biçimi haline getirmesi anlamında kullanılan takıyye birbirine karıştırılmamalıdır. Öte yandan, birçok âyet ve hadisten, müslümanın daha üst bir değeri ihlâl etmedikçe, muhtemel bir zarara karşı önlem almak üzere söz ve davranışlarıyla gerçek inanç ve düşüncesini gizlemek durumunda kalabileceği anlaşılmaktadır. Şu var ki, bunun sadece o hal ile sınırlı, zaruretten doğan istisnaî bir yol olduğu, amacı dışına taşırıldığında, mâkul sınırları aştığında ve süreklilik kazanma eğilimine girdiğinde, kaçınılmak istenen zararlardan çok daha büyük zararlar getireceği, karakter bozukluğuna yol açacağı ve beşerî ilişkilerde güveni sarsacağı, bunun ise İslâmî ilkelerle bağdaşmayacağı unutulmamalıdır.
Takıyye ile yakından ilgili bir kavram da “müdârâ”dır. Müdârâ bir gerçeği örtme veya bir bâtıla geçerlilik sağlama amacı taşımaması, iki yüzlülük (nifak) olarak nitelenebilecek biçim ve ölçüde olmaması kaydıyla “aynı ortamı paylaşan insanlarla hoş geçinip onlara güler yüz gösterme ve durumu idare etme” anlamında bir muâşeret kuralı kabul edilir (M. Reşîd Rızâ, III, 281). Hz. Peygamber’in de kendilerinden kötülük gelmesi muhtemel zorba kişilerle karşılaştığında müdârâ ettiği, bazı hallerde aile içi barışın sağlanmasında da bu yönteme başvurulmasını uygun gördüğü nakledilmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 79, “Hudûd”, 31; Tirmizî, “Birr”, 59; Dârimî, “Nikâh”, 35).
“Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor” şeklinde tercüme ettiğimiz cümleye, “Allah sizi kendisinden (O’na karşı gelmenizden, azabından) sakındırıyor” mânası verildiği gibi, “Allah sizi bizâtihî böyle bir işten sakındırıyor” anlamı da verilmiştir.
(29) قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا فٖي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ
De ki: “İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah her şeye kādirdir.”
Önceki âyette yer alan uyarıdan sonra bu âyette, yüce Allah’ın kulların niyetlerini çok iyi bildiği hatırlatılmaktadır. Genel anlamıyla âyet evrendeki hiçbir olayın, hatta eylem haline dönüştürülmemiş hiçbir düşüncenin bile Allah’ın bilgisi dışında kalmayacağını, dolayısıyla insanın bazı işlerini veya niyetlerini başkalarından gizleme becerisine aldanmaması gerektiğini ifade etmektedir (bu konuda bk. Bakara 2/284). Bununla birlikte önceki âyette, dış görünümü itibariyle olumlu veya olumsuz olarak değerlendirilebilecek fakat asıl yargının bu konudaki amaca bağlı olduğu bir davranıştan (mümin olmayanlarla dostluk yapmaktan) söz edildiği için Resûlullah’tan yüce Allah’ın bu kuşatıcı ilmini özel olarak hatırlatması istenmiştir.
Âyette kişinin iç dünyasında sakladığı niyetlere değinilirken, “göğüslerinizde” ifadesi kullanılmıştır. Başka birçok âyette de kalplerin mahalli olarak “göğüsler” (sudûr) kelimesi kullanıldığı gibi bir âyette “göğüslerdeki kalpler” ifadesiyle bu hususa açıklık getirilmiştir (bk. Hac 22/46).
(30) يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَراًۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَداً بَعٖيداًؕ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُؕ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِࣖ
Herkesin yaptığı iyiliği de işlediği kötülüğü de önüne konmuş olarak bulacağı gün, (insan) ister ki kendisi ile kötülükleri arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.
Burada “tergîb” (özendirme) ve “terhîb” (caydırma) bir arada yer almış, bu dünyadaki hiçbir davranışın karşılıksız kalmayacağı belirtildikten sonra, bütün hakikatlerin ortaya çıkacağı o günde kişinin yaptığı kötülüklerden duyacağı pişmanlık ve mahcubiyet tasvir edilmiştir. Kişinin önünde hazır bulacağı şey, davranışlarının karşılığı ya da amel defteri şeklinde yorumlanmıştır. Başka âyetlerde, dünya hayatında kulların yaptıkları bütün işlerin görevli melekler tarafından kayda geçirildiği (Enbiyâ 21/94; Kaf 50/18; Zuhruf 43/80) ve kıyamet gününde bu amellerin insana açılmış bir kitapta gösterileceği (İsrâ 17/13-14) bildirilmiştir.
(31) قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”
Birçok âyette genel olarak peygamberlerin, özel olarak da son dinin tebliğcisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine teslimiyet gösterip uymanın önemi vurgulanmıştır (Kur’an’da Resûlullah’a uymanın gerçek imanı belirlemede temel bir kriter kabul edildiği hakkında bk. Bakara 2/143).
Burada da Peygamber’e ittibâ (uyma) Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak nitelenmiş, Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. Ayrıca Resûlullah’a uyma iradesinin ortaya konması, Allah’ın sevgisine ve mağfiretine mazhar olmanın ön şartı sayılmıştır. Sadece “elçi” sıfatını taşıyan temsilciyi dahi tanımamanın onu yollayan makamı tanımama anlamına geleceği mâlûmdur. Hz. Muhammed ise, dar anlamıyla bir elçi olmaktan öteye şâri‘ (din sahibi, yüce Allah) tarafından Kur’an’ı açıklama ve bu çerçevede Kur’an’da özel düzenlemeye tâbi tutulmamış hususlarda bağlayıcı bildirimlerde bulunma yetkisiyle donatılmıştır (bk. Nahl 16/44).
Bu sûrenin, Ehl-i kitabın ve özellikle hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma konusuna ağırlık verdiği göz önüne alınırsa, bu âyette Allah inancı ve peygamberlik müessesesinin mahiyeti hakkında önemli hususlara dikkat çekildiği farkedilir. Şöyle ki: Allah sevgisi ve Allah’a itaatle O’nun peygamberine uyma ve getirdiklerine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Fakat bu konudaki önemli bir incelik, “Allah gibi sevmek”le “Allah için sevmek” arasında büyük fark bulunduğudur. Bu fark göz ardı edilirse söz konusu bağın anlamı tersine çevrilmiş olur. Nitekim yahudiler Hz. Mûsâ’nın, hıristiyanlar da Hz. Îsâ’nın peygamberlik sıfatından ziyade şahsında ısrar ederek bu büyük hataya düşmüşlerdir. Böylece hıristiyanlar Hz. Muhammed’i, yahudiler hem Hz. Îsâ’yı hem de Hz. Muhammed’i inkâr yolunu tutmuşlar; esasen tahrife uğramamış haliyle bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarından olan ve Kur’an-ı Kerîm’de “Allah’ın elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız” (Bakara 2/285) şeklinde ifade edilen ilkeyi ihlâl etmişlerdir. Öte yandan hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya olan sevgilerini onun peygamberlik sıfatı üzerine kurmadıkları için, başka bir anlatımla bu sevgi ve saygının Allah’ın ona elçilik görevi vermiş olmasından kaynaklanması gerektiği halde onun şahsını esas aldıklarından, Allah’a şirk koşmaya kadar varan sapkın bir inanca kaymışlardır. Bu durum tevhid inancını zedelememek için peygamberlik görevinin mahiyetini iyi kavramak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim kelime-i tevhidde ve kelime-i şehâdette sadece Allah’tan başka tanrı bulunmadığının ifade edilmesiyle yetinilmemiş, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğu da belirgin bir biçimde ortaya konmuştur (Elmalılı, II, 1076-1079).
Bu âyetin, a) sûrenin başında sözü edilen Necran heyetindekilerin “Bizim Îsâ’yı ululayan ifadelerimiz onu sevdiğimizi belirtmek içindir” demeleri, b) bazı müslümanların, “Ya Resûlallah! Gerçekten biz rabbimizi seviyoruz” demeleri, c) yahudilerin “Allah’ın evlâtları ve asıl sevdiği kişiler bizleriz” demeleri, d) müşriklerin putlara secde etme gerekçelerini açıklarken “Biz bunlara sırf Allah’a olan sevgimizden ötürü ve bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” demeleri üzerine nâzil olduğuna dair rivayetler vardır (Allah sevgisi hakkında bk. Bakara 2/165; “Allah’ın kullarını sevmesi”nin anlamı için bk. Mâide 5/54).
(32) قُلْ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرٖينَ
De ki: “Allah’a ve resule itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.
Tefsirlerde âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir rivayet yer alır: Önceki âyette Hz. Peygamber’e uyulması istenince münafıkların başı Abdullah b. Übey “Gördünüz mü? Muhammed kendine itaat edilmesini Allah’a itaat gibi görüyor; bizim de hıristiyanların Îsâ’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi istiyor!” şeklinde bir ithamda bulunmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi ve Hz. Peygamber’e Allah’ın elçisi sıfatıyla ve yine O’nun buyruğunun bir gereği olarak itaat edilmesinin istendiği bildirildi (Râzî, VIII, 19).
(33) اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحاً وَاٰلَ اِبْرٰهٖيمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَمٖينَۙ
(34) ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌۚ
Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyetinde peygamberlerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu belirten ifadeler vardır. Bu hususu özellikle belirten “ıstafâ” fiili için: a) Onların bütün yaratılmışların özü kılındığı,
b) onların kötü sıfatlardan arındırılıp övgüye lâyık hasletlerle bezendiği şeklinde yorumlar yapılmıştır (Râzî, VIII, 20-22).
Tefsirlerde ve genel olarak İslâm düşüncesine dair eserlerde, bu gibi âyetlerde geçen “ıstafâ” fiili, varlıkların oluşum ve gelişim süreci ile ilgili “ıstıfâ” kanunu arasında bağ kurularak peygamberlerin üstünlüğü konusunda geniş açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Elmalılı, II, 1081 vd.).
Âyette geçen “âlemîn” kavramı kendi zamanındaki veya kendi cinsinden olan yaratılmışlar şeklinde yorumlandığı gibi, bütün yaratılmışlar şeklinde de açıklanmıştır (Râzî, VIII, 19-21; ayrıca bk. İsrâ 17/70).
Bu iki âyette peygamberlerin seçilmiş üstün özelliklere sahip kişiler ve hep Hz. Âdem’in soyundan gelmiş oldukları hususuna değinilmesini, Hz. Îsâ’nın yaratılışı konusuna fikrî hazırlık sağlama şeklinde açıklamak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, hıristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma bu sûrenin ana hedefleri arasında bulunmaktadır. İşte müteakip âyetlerde, babasız olarak dünyaya gelmiş olması Hıristiyanlık’ta tek tanrı inancından sapmanın hareket noktası haline getirilen Hz. Îsâ’nın ailesine, doğumuna ve hayatına dair bilgiler yer aldığından, burada zihnin sırf tabiat kanunlarının tek düzeliğine saplanıp kalmaması ve tabiat kanunundan önce gelen yaratma fiilinin göz ardı edilmemesi gerektiği, buna göre dilediğini dilediği biçimde yaratmaya kadir olan yüce Allah’ın iradesini kısıtlayabilecek hiçbir güç bulunmadığı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, II, 1087).
Bunun yanı sıra –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Meryem’in babası olan İmrân’ın ailesi peygamberler dizisi içinde anılarak, Hz. Îsâ’nın annesinin de Hz. Âdem ve onu izleyen peygamberler soyundan olduğuna dikkat çekilmektedir.
(35) اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّٖي نَذَرْتُ لَكَ مَا فٖي بَطْنٖي مُحَرَّراً فَتَقَبَّلْ مِنّٖيۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
Bir zamanlar İmrân’ın karısı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen.”
Kur’an-ı Kerîm’de İmrân ismi üç âyette geçmektedir. Bu âyette ve Tahrîm sûresinin 12. âyetinde anılan İmrân’ın Hz. Meryem’in babası (Hz. Îsâ’nın dedesi) olduğu açıktır. Bu sûrenin 33. âyetinde geçen İmrân ile kimin kastedildiği hususunda ise iki görüş bulunmaktadır: Bir görüşe göre bu, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olan İmrân’dır. Diğer görüşe göre bu iki zatın yaşadıkları zaman dilimleri arasında yaklaşık 1200 yıl fark bulunduğu ve bu sûrede, özellikle 35. âyetten itibaren Hz. Îsâ’nın ailesinden söz edildiği dikkate alınırsa 33. âyette zikri geçen İmrân’ın da Hz. Meryem’in babası olan İmrân olarak anlaşılması uygun olur. Buradaki İmrân Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un babası olarak düşünülse bile, onların da Meryem adında bir kız kardeşinin bulunduğuna dair rivayet ile Kur’an-ı Kerîm’de yer alan Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” şeklinde hitap edildiği bilgisi (Meryem 19/28) arasında bağ kurulması doğru olmaz. Böyle bir bağ kurulması, anılan âyet-i kerîmedeki maksadın anlaşılmamış olmasından kaynaklanmaktadır. İyi incelendiğinde görülür ki, kendi toplumunda Hz. Meryem’e “Ey Hârûn’un kız kardeşi!” diye hitap edilmesi, “onun din kardeşi ve onun soyundan gelen” anlamını taşımaktadır. Her ne kadar bir kısım Doğu bilimciler bazı müslüman yazarların eserlerindeki bu karışıklığa dayanarak Kur’an-ı Kerîm’e eleştiri yöneltmişlerse de, Kur’an-ı Kerîm’in bu konudaki açıklamalarında herhangi bir çelişki ve tarihî verilerle uyumsuzluk bulunmamaktadır. Genellikle hıristiyan muhitinden gelen bu eleştirilerin objektif olmadığı, kendi kutsal kitaplarında aynı yönde yer alan bilgilere itiraz etmemelerinden kolayca anlaşılmaktadır. Nitekim Luka İncili’nde Hz. Zekeriyyâ’nın eşi Elizabeth için “Hârûn kızlarındandı” (Luka, 1/5) denmektedir (Ömer Faruk Harman, “Hz. İsa”, İFAV Ans., II, 424).
Bu âyette İmrân’ın hanımı diye anılan ve Hz. Meryem’in annesi olan kadının ismi Kur’an-ı Kerîm’de zikredilmez. Onun adı İslâmî kaynaklarda Hanne, hıristiyan kaynaklarda Anna diye geçer. İmrân’ın hanımının, karnındaki çocuğu Allah için adamasıyla ilgili değişik rivayetler vardır. Bunlardan birine göre, uzun zaman çocuğu olmayan İmrân’ın karısı bir gün bir kuşun yavrusunu beslediğini görünce buna imrenmiş ve yüce Allah’a yalvarıp çocuk ihsan etmesini dilemiş ve çocuğu olduğunda onu Beytülmakdis’in hizmetine vermeyi adamıştı. Meryem’e hamile olduktan sonra da kocası İmrân ölmüştü.
İmrân’ın karısının karnında taşıdığı çocuğu tam anlamıyla Allah’a adadığı ve kabulü için niyazda bulunduğu âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Fakat âyette geçen “muharrar” kelimesi ve adağın içeriği farklı şekillerde yorumlanmıştır. Sözlük anlamı itibariyle muharrar “âzat edilmiş, tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuş, kimsenin kendisi üzerinde hak ilintisi kalmamış kişi” demektir. Burada kelimeye, dünya işlerinden âzâde kılınmış ve kendini sırf Allah’a kulluk etmeye veren; halis bir kul; –Yahudilik’te mâbedin ve özellikle Beytülmakdis’in hizmeti için çocuk adanması uygulamasının bulunduğu noktasından hareketle– “mâbede veya kutsal kitabı okuyanlara hizmet eden” gibi anlamlar verilmiştir. İster Allah’a kulluk yönü ister mâbede hizmet yönü vurgulanmak istensin, burada her türlü kayıt ve sınırlamadan uzak mutlak bir adama iradesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O sebeple meâlinde bu kelimeye “kayıtsız şartsız” anlamı verilmiştir.
(36) فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّٖي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْؕ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّٖي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّٖٓي اُعٖيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ
Onu doğurunca dedi ki: “Rabbim! Onu kız doğurdum. -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir- erkek de kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum, işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum.”
İmrân’ın karısı adakta bulunduğu esnada, adadığı konuya (muhtemelen Beytülmakdis hizmetine) elverişli cinsiyete sahip, yani bir erkek çocuğu dünyaya getirme ihtimalini esas almıştı. Çocuğun kız olduğunu görünce, duyduğu üzüntü ve burukluğun ifadesi olarak ağzından şu söz dökülüverdi: “Rabbim! Onu kız doğurdum”. Âyet-i kerîmede “Oysa Allah ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir” buyurularak, bu hayıflanmanın onun işin hakikatini bilmemesinden kaynaklandığı ve dünyaya getirdiği bu kız evlâdın ne kadar ulvî bir mertebeye sahip olacağı ima edilmiştir. İşte bu cümleden sonra gelen “Erkek de kız gibi değildir” cümlesi bazı müfessirlerce bu mâna ile bağlantılı olarak Allah’ın sözünün devamı olarak düşünülmüş ve her iki kelimenin başında bulunan belirlilik takısı (lâm-ı ta‘rîf) bilinen birini belirtme anlamı taşıdığı (“ahd” için olduğu) anlayışıyla bu iki cümleye şöyle mâna verilmiştir: “Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir; o (onun dilediği) erkek (Allah’ın lutfettiği ve yüce bir mertebeyle onurlandırılacak olan) bu kız gibi değildir” (Zemahşerî, I, 186); belirlilik takısına bilinen birini belirtme anlamını vermekle birlikte, bu cümleyi Meryem’in ifadesi olarak açıklayan başka bir yorum için (bk. Râzî, VIII, 27). Buna karşılık müfessirlerin çoğunluğu, bu cümlenin Meryem’in annesine ait olduğu, fakat adağın konusunun yerine gelmesi açısından erkek çocuğunun kız çocuğuna üstünlüğünü ve bu konudaki üzüntüsünü belirtmek üzere söylendiği kanaatindedir. Bize göre, bu cümleyi iki cinsten birinin diğerine üstünlüğü değil, Meryem’in annesinin adakta bulunurken –kavminin âdetine uyarak– niyetine aldığı erkek çocuğun kız çocuğundan farklı olduğunu belirten bir ifade olarak düşünmek, hem sözün akışına hem de lafza daha uygun bir yorum olur.
İmrân’ın eşinin çocuğuna “Meryem” adını vermesi, –kız çocuğu dünyaya getirmiş olmasına rağmen– onu Allah yoluna adama yönündeki sözüne sadakatini sürdürme çabası içinde olduğunu göstermektedir. Zira yukarıda anıldığı üzere Meryem, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşinin adıdır ve İsrâiloğulları geleneğinde kadın cinsi için Meryem adı çok makbul bir isim sayılagelmiştir. Bir de İmrân’ın eşi kızına bu adı vermek suretiyle onun babasının adıyla Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un kız kardeşi olan Meryem’in babası arasında anlamlı bir bağ kurmuş oluyordu. Çünkü o da İmrân kızı Meryem idi. Tefsirlerde Meryem adının onların dilinde “Allah’a kulluk eden” (Zemahşerî, I, 186) ve “Rabbin hizmetinde olan” (Şevkânî, I, 372) anlamına geldiği ileri sürülürse de, Kāsımî Tevrat ve İncil’de geçen isimlerin açıklamalarına bakıldığında farklı bir mâna ile (“acılık”, “denizin acılığı”) karşılaşıldığını ifade eder (IV, 835). Kitâb-ı Mukaddes sözlüklerinde de Meryem’in basit veya bileşik kelime olabileceği ihtimallerine işaret edildikten sonra bunun ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ve izah bulunduğu belirtilir; burada anılan başlıca mânalar şunlardır: Acı deniz, onların isyanı, denizin hanımefendisi, deniz damlası, deniz yıldızı (meselâ bk. H. Lesétre, “Marie”, Dictionnaire De La Bible, IV/I, 774-776).
Meryem’in annesi onun adını koyduktan sonra “İşte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum” şeklinde içtenlikle dua etmişti. Bu duada Meryem’in soyunu da zikretmesi, Allah yoluna adadığı çocuğunun şeytana uymaması ve iffetini koruması için rabbinden yardım dilemesi veya genel olarak kendi soyundan gelenler için hayır duada bulunması şeklinde anlaşılabilir. Bununla birlikte önceki cümleye Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla kızının büyük bir peygambere anne olacağını bildiği anlayışı ile mâna verenlerin yorumunu da destekleyici görünmektedir (“kovulmuş şeytanın şerrinden sığınma”nın anlamı için bk. Fâtiha sûresinin başında yer alan “eûzü” hakkındaki açıklama).
(37) فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناًۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاؕ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقاًۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاؕ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Bunun üzerine rabbi ona hüsnükabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ onun bulunduğu yere, mâbeddeki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur ve “Ey Meryem! Bu sana nereden?” diye sorar, o da “Allah tarafından” cevabını verirdi. Kuşkusuz Allah dilediğine sayısız rızık verir.
Yüce Allah’ın hüsnükabul göstermesi hakkında şu yorumlar yapılmıştır: Allah, Meryem’in kendi himayesine bırakılması ve şeytanın şerrinden korunması hakkındaki duayı kabul buyurdu; alışılagelmiş uygulama dışında kalan bir adağı, yani bir kız çocuğunun mâbed hizmetine verilmesini kabul etti; Meryem’in bakımı için –44. âyette açıklanacağı üzere– hahamların birbirleriyle yarışmalarını sağladı ve sonunda bu görevi Hz. Zekeriyyâ’ya verdi.
“Onu güzel bir şekilde yetiştirdi” diye çevirdiğimiz cümleyi, lafzî anlamını esas alarak “Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi” şeklinde mânalandıran ve bunu bazı rivayetlerden hareketle Meryem’in biyolojik gelişimindeki olağan üstü durumlarla açıklayan müfessirler vardır (bk. Râzî, VIII, 29). Bazı müfessirler ise bu cümleyi “onu büyük bir peygambere anne kılmak suretiyle” diye açıklamışlardır (bk. Kāsımî, IV, 836). Fakat bunun, Meryem’in eğitim açısından sağlıklı bir muhitte iyi bir biçimde yetiştirildiğini ve ahlâkî erdemlerle donatıldığını belirten mecazi bir ifade olduğu görüşüyle (bk. Zemahşerî, I, 187) gerek eğitimi gerekse rızkının temini açısından iyi bir ortamda büyüdüğü, yani hem ruh hem beden sağlığı bakımından özenle yetiştirildiği yorumu (bk. Reşîd Rızâ, III, 292) daha isabetli görünmektedir.
Hz. Zekeriyyâ’nın Hz. Meryem’in teyzesinin kocası olduğu rivayet edilir. Hz. Zekeriyyâ hakkında müteakip âyette ve Meryem’in bakımını üstlenmesi hakkında 44. âyette bilgi verilecektir.
Toplantı mahallinin ön kısmına veya yüksekçe yapılmış özel bölümüne, ibadet ve dua için kapanılan ve genellikle merdivenle çıkılan özel mekâna “mihrap” denir. İslâm kültüründe camilerin ön tarafında imamın namaz kıldırırken duracağı yere de mihrap adı verilmiştir. Kelimenin Kur’an-ı Kerîm’deki kullanımları (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11; Sâd 38/21) ve konuya ilişkin tarihi bilgiler göz önüne alındığında, âyette geçen “mihrâb” kelimesiyle Beytülmakdis’te yüksekçe yapılmış özel bir odanın kastedildiği anlaşılmaktadır
Kimi müfessirler âyetteki “rızık” ifadesini, “Meryem’in meme kabul etmeyip ilâhî ikramlarla beslendiği ve Hz. Îsâ gibi beşikteyken konuştuğu” şeklindeki bazı rivayetlerle destekleyerek, bundan Meryem’in bebeklik çağından itibaren mâbedde kaldığı sonucunu çıkarmışlar, karşı görüşte olanlar ise âyetten Meryem’in konuşma çağına eriştikten sonra mâbede verildiğinin anlaşıldığını ileri sürmüşlerdir. Öte yandan ifadenin akışından olağan üstü bir duruma işaret edildiği mânasını çıkaran ve Hz. Zekeriyyâ’nın Meryem’in yanında o mevsimde yetişmeyen meyveler gördüğü yönündeki rivayetleri dikkate alan müfessirler bunu Hz. Meryem açısından bir keramet olarak değerlendirmişler ve âyeti de kerametin hak olduğuna delil saymışlardır. Âyette olağan üstü bir duruma işaret bulunduğunu kabul etmekle beraber, bunu Hz. Zekeriyyâ’ya veya Hz. Îsâ’ya nisbetle bir mûcize şeklinde açıklamaya çalışan bilginler de mevcuttur. Buna karşılık, bu ifade akışında olağan üstü bir hale değinme anlamı bulunmadığı, yüce Allah’ın Meryem’e kendini zühd ve ibadete vermiş kişilere ikramda bulunmak isteyen müminler vasıtasıyla rızık lutfettiği, Zekeriyyâ’nın da bunun tasvip etmeyeceği bir yoldan gelip gelmediğini anlamak maksadıyla “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor” diye sorduğu kanaatini taşıyan müfessirler de vardır (bk. Râzî, VIII, 30-31). M. Reşîd Rızâ, Kur’an’da ve hadislerde açıklanmayan, tarihen de sabit olmayan bilgilerden hareketle Kur’an’a anlam verilmemesi gerektiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın sorusunun o sıralarda kıtlık bulunmasıyla açıklanabileceğini, dolayısıyla hârikulâde bir durumdan söz edilmediğini savunur. Daha sonra, bu olayın burada zikredilmesinin gerçek sebebi üzerinde durulması ve bundan sonuçlar çıkarılması gerektiğini hatırlatır. Bu açıdan bakıldığında görülür ki, tevhid (Allah’tan başka tanrı olmadığı) inancını pekiştirmeyi hedefleyen sûrenin bu bölümünde peygamberlerin seçimi ve dinlerin tekâmülü konusunun da Allah’ın mutlak iradesine bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve alışılagelmişin aksine bir yöntemle bir kız çocuğunun mâbed hizmetine adanıp kabul edildiği, bu şekilde onun büyük bir peygambere anne olmaya hazırlandığı canlı bir biçimde ortaya konmakta ve böylece peygamberliği sırf kendi ırklarına özgü saydığı için Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen yahudilerle bir “beşer” olduğu için onu peygamber kabul etmek istemeyen müşriklere reddiyede bulunulmaktadır (III, 293-295). İbn Âşûr, mâbed hizmetine kadınların kabul edilmemesi âdetinin dışına çıkılmasını ve ilâhî bildirimle Meryem’in Hz. Zekeriyyâ’nın himayesine verilmesini, Tevrat’taki birçok hükmü değiştirecek bir peygamberin geleceğine işaret olarak değerlendirir (III, 235).
Âyetin sonundaki cümleyi Meryem’in konuşmasının devamı olarak veya Allah’ın sözü olarak anlamak mümkündür (Zemahşerî, I, 187; Râzî, VIII, 32).
(38) هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُۚ قَالَ رَبِّ هَبْ لٖي مِنْ لَدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةًۚ اِنَّكَ سَمٖيعُ الدُّعَٓاءِ
(39) فَنَادَتْهُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَهُوَ قَٓائِمٌ يُصَلّٖي فِي الْمِحْرَابِۙ اَنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيٰى مُصَدِّقاً بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَسَيِّداً وَحَصُوراً وَنَبِياًّ مِنَ الصَّالِحٖينَ
(40) قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ لٖي غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَاَتٖي عَاقِرٌؕ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
(41) قَالَ رَبِّ اجْعَلْ لٖٓي اٰيَةًؕ قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍ اِلَّا رَمْزاًؕ وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَثٖيراً وَسَبِّـحْ بِالْعَشِيِّ وَالْاِبْكَارِࣖ
Orada Zekeriyyâ rabbine dua edip dedi ki: “Rabbim! Bana tarafından temiz bir nesil ihsan eyle! Kuşkusuz sen duayı işitmektesin.”
O mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: “Allah’ın bir kelimesini (Hz. İsâ’yı) tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlih kullardan bir peygamber olarak Yahyâ’yı Allah sana müjdeliyor.
Zekeriyyâ ise şöyle dedi: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çattığı, üstelik karım da kısır olduğu halde benim nasıl oğlum olabilir?” Buyurdu ki: “İşte böyle; Allah dilediğini yapar.”
“Rabbim, dedi, bana bir alâmet göster.” Şöyle buyurdu: “Senin için alâmet insanlara üç gün ancak işaretle konuşmandır. Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.”
Zekeriyyâ aleyhisselâm İsrâiloğulları’na gönderilmiş son peygamberlerden biri olup Filistin’in Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti olduğu dönemde Kudüs’te yaşamıştır. İslâmî kaynaklarda babasının adı bazan Barahya bazan Yuhayya olarak geçer. Nesebi Hz. Dâvûd’a kadar çıkmaktadır. Oğlu Yahyâ’nın öldürülmesi onu çok üzmüştür. Kendini de öldürmek istemeleri üzerine şehirden kaçmış, bir bahçedeki ağacın içine saklanmış, düşmanları tarafından ağacın kesilmesi suretiyle şehid edilmiştir (Ömer Faruk Harman, “Hz. Zekeriyyâ”, İFAV Ans., IV, 574-575). Kur’an-ı Kerîm’in üç sûresinde (Âl-i İmrân 3/37, 38; Meryem 19/2, 7; Enbiyâ 21/89) altı defa ismen anılan Hz. Zekeriyyâ ile ilgili bilgiler onun yaşlılık dönemine aittir.
Luka İncili’ne göre (1/5-25) Zekeriyyâ, Yahudiye Kralı Hirodes’in günlerinde yaşayan bir kâhindir. Eşi Elizabeth kısırdır ve ikisi de çok yaşlıdır. Allah katında sâlih kişilerdendirler ve rabbin emir ve hükümlerine kusursuz uymaktadırlar. Zekeriyyâ Allah’ın huzurunda kâhinlik hizmetinde bulunduğu sıralarda buhur yakmak üzere mâbede gittiğinde melek Cebrâil bir oğlu olacağını, karısının hamile kalışının bir işareti olmak üzere de dilinin tutulacağını bildirir. Bir de Eski Ahid’de Zekeriyyâ adını taşıyan bir kitap (bölüm) bulunmaktadır ki burada söz konusu edilen, Yahyâ’nın babası olan Zekeriyyâ değil, milâttan önce VI. yüzyılda yaşamış bir peygamberdir. Kur’an-ı Kerîm’de anılan Zekeriyyâ ise miladî I. yüzyılın başlarında vefat etmiştir.
Âyetlerdeki ifade akışı dikkate alınarak, Hz. Zekeriyyâ’nın 38. âyette değinilen duası ile onun Hz. Meryem’e verildiğini gördüğü ilâhî nimetler arasında bağ kurulur. Bir önceki âyette Meryem’in yanında görünen rızıkların olağan üstü yolla kendisine ikram edildiği yorumunu yapan bazı müfessirler bu âyeti de Hz. Zekeriyyâ’nın bu hârikulâde durumu müşahede etmesi üzerine –yaşlı haline ve karısının kısırlığına rağmen– çocuk sahibi olma duasında bulunduğu şeklinde açıklarlar. M. Reşîd Rızâ, bir peygamberin yüce Allah’ın dilediğinde olağan üstü sonuçlar yaratabileceğini bilmesini böyle bir olaya bağlamanın isabetli olmayacağı gerekçesiyle bu yorumu eleştirir. Çocukla müjdelenmesi üzerine “Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir?” şeklindeki hayret ifadesinin de dua ettiği hususun gerçekleşebilmesinde kuşku duyduğu yönünde anlaşılmaması gerektiğine dikkat çeker ve bu konuda en uygun yorumun Muhammed Abduh’a ait olduğunu belirtir. Bu yoruma göre Hz. Zekeriyyâ Meryem’in kâmil bir imana ve güzel hasletlere sahip olduğunu, özellikle onun basiret şualarının sebepler perdesini delip geçtiğini ve kendisine gelen nimetlerin, dilediğini sayısız şekilde rızıklandıran ulu Allah’ın ikramı olduğunun bilincine varmış bulunduğunu müşahede edince kendinden geçmiş, duygularından uzaklaşmış, dünyadan ve dünyevî bağlardan sıyrılmış, Allah’ın engin ihsanını ve rahmetini düşünmeye dalmış, işte bu sırada söz konusu dua ağzından dökülüvermişti. Vahdet âlemindeki yolculuğundan sebepler âlemine döndüğünde duasının kabul edildiği kendisine haber verilince de –tabiat kanunlarının dışında kalan– bu sonucun nasıl gerçekleşeceğini rabbine sordu (Reşîd Rızâ, III, 296). Reşîd Rızâ bununla birlikte, Hz. Zekeriyyâ’nın sorusunu ifadenin zâhir mânasına göre anlamaya yani bilinen sebepler bulunmadan bu sonucun nasıl meydana geleceğini hayret ve merak içinde sormuş olabileceğine bir engel bulunmadığını, ancak peygamberlere yaraşmayacak yorumlara başvurmanın yanlış olduğunu belirtir (III, 298). İbn Âşûr da Hz. Zekeriyyâ’nın böyle bir soru sormasının, Hz. İbrâhim’in yüce Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istemesi ve “Yoksa inanmıyor musun?” buyurulunca “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını vermesine (Bakara 2/260) benzetir (III, 241-242).
Hz. Zekeriyyâ’nın eşinin hamile kaldığını bilebilmesi için rabbine dua edip bir alâmet göstermesi dileğinde bulunması üzerine ona insanlara üç gün ancak işaretle konuşacağı bildirilmiş, rabbini çok anması ve günün iki diliminde de (akşam ve sabah) O’nu tesbih etmesi istenmiştir. Tesbîh “yüce Allah’ı anma, O’nu her türlü eksiklikten uzak görme, O’na dua etme” gibi anlamlara gelir. Birçok âyet ve hadiste evrendeki bütün varlıkların O’nu tesbih ettiğine dair ifadeler bulunmaktadır.
Zekeriyyâ’nın bu isteğini, bildirilenlerin vahiy mi yoksa şeytanın telkini mi olduğunu ayırt etme, üç gün konuşamamasının da şüpheci tavrının cezalandırılması şeklinde yorumlayanlar olmuşsa da bu yorumu Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan esaslarla bağdaştırmak mümkün değildir. Bu yorumların Luka İncili’ndeki (1/18-20) şu ifadenin etkisinde ortaya konduğu anlaşılmaktadır: “Zekeriyyâ da meleğe dedi: Ben bunu nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır. Melek cevap verip ona dedi: Ben Allah önünde duran Cebrâilim; seninle konuşmaya ve bu şeyleri sana müjdelemeye gönderildim. İşte, dilin tutulacak, ve bu şeyler oluncaya kadar, söz söyleyemeyeceksin; çünkü vaktinde yerine gelecek olan sözlerime inanmadın.”
Meryem sûresinin 10. âyeti de göz önüne alındığında, Hz. Zekeriyyâ’ya sapasağlam olduğu halde (konuşma melekesini kaybetmeksizin) üç gün üç gece insanlarla konuşmayacağı bildirilmiştir. Bunu, Allah’ı anma ve O’na dua etme gücü devam ettiği halde insanlarla konuşmayı başaramayacağı, sadece işaret yoluyla iletişim kurabileceği şeklinde anlayanlar olduğu gibi, lutfedilen büyük nimetin şükrü için kendisini Allah’ı zikretmeye vermesi ve kendi iradesiyle insanlarla konuşmaktan geri durması buyruğu olarak yorumlayanlar da vardır. Birinci yorum, hem Hz. Zekeriyyâ’nın duasının kabulü, yani eşinin hamile kaldığını bilmesinin alâmeti olma hem de yüce Allah’ın peygamberine bu konuda da mûcize ihsan etmesi anlamıyla daha çok bağdaşmaktadır.
Dua kişinin Allah’ın yüce kudreti karşısında aczinin bilincine varıp engin bir sevgi ve saygı içinde O’na yalvarması, O’ndan yardım dilemesi demektir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/186).
Namaz kelimesi Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş olup Arapça karşılığı “salât”tır. Sözlük anlamı “dua etmek, yalvarmak” olan bu kelime terim olarak bir ibadet türünü ifade eder (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/238-239).
39. âyette melekler tarafından Hz. Zekeriyyâ’ya müjdelendiği bildirilen Hz. Yahyâ da İsrâiloğulları’na gönderilen son peygamberlerdendir. Hz. Îsâ’dan altı ay büyüktür. Bu bilgi esas alındığında, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin milâdî takvimin başlangıcından dört veya beş yıl önce olduğu da göz önünde bulundurularak (bk. “Jesus-Christ”, Nouveau dictionnaire Biblique, nşr. Rene Pache, Suisse 1979, s. 385), Hz. Yahyâ’nın milâttan önce 5. yılda dünyaya geldiği kabul edilir. Bazı eserlerde ise Hz. Îsâ’dan üç yaş büyük olduğu kaydedilmiştir.
Luka İncili’ne göre de, Hz. Zekeriyyâ’ya melek tarafından oğlunun olacağı müjdesi verilirken onun adını Yahyâ koyacağı bildirilmiştir (1/13). Yine Luka İncili’ndeki bilgiye göre komşuları ve akrabası doğumunun sekizinci günü çocuğu sünnet etmek için gelirler ve ona babası gibi Zekeriyyâ adını vermek isterler fakat annesi adının Yahyâ olacağını söyler. Yakınları ve komşuları “Akrabandan bu isimde kimse yoktur” diye itiraz ederler ve babasına işaretle sorarlar. O da hâlâ konuşamadığı için bir levha ister ve “Adı Yahyâ’dır” diye yazar, hepsi şaşar kalırlar. Ağzı açılıp dili çözülür ve Allah’a hamdeder (Luka, 1/59-64). Yahyâ adı hakkındaki bu bilgi ile Kur’an-ı Kerîm’in “Ey Zekeriyyâ! Biz sana Yahyâ adında bir oğul müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermedik” (Meryem 19/7) meâlindeki âyetinde yer alan bilgi örtüşmektedir. Ancak Hz. Zekeriyyâ’nın konuşmama süresi Kur’an-ı Kerîm’de üç gün üç gece şeklinde bildirilirken, İncil’deki bilgi bu halin eşinin hamileliği süresince ve doğumdan sekiz gün sonrasına kadar devam ettiği yönündedir.
Bu âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ şu sıfatlarla nitelendirilmiştir: Allah’tan bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlih kullardan bir peygamber. Meryem sûresinin 12-14. âyetlerinde ona henüz küçükken hikmet verildiği ve kendisinden kitaba (Tevrat) var gücüyle sarılmasının istendiği, Tanrı’nın lutfuyla yumuşak kalpli, temiz bir insan olduğu, yine takvâ sahibi ve ebeveynine iyi davranan bir kişi olduğu, isyankâr ve zorba olmadığı bildirilir, esenlik dileğiyle anılır. Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde anası ve babasıyla birlikte hayır işlerinde koşuşan, hem ümit hem de korku içinde Allah’a derin saygı besleyen insanlar olarak zikredilir. En‘âm sûresinin 85. âyetinde de diğer bazı peygamberlerle birlikte adına yer verilerek Allah’ın hidayet verdiklerinden ve sâlih kişilerden olduğu belirtilir.
Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet-i kerîmedeki “kelime” sözcüğü ile kastedilen Hz. Îsâ’dır. Hz. Yahyâ onu ilk tasdik eden kişi olmuştur. Hz. Îsâ’nın “Allah’tan bir kelime” ve “Allah’ın kelimesi” olarak nitelenmesi hususuna 45. âyetin tefsirinde ayrıca değinilecektir. Bazı müfessirlere göre buradaki “kelime”den maksat Allah tarafından gönderilen kitap veya vahiydir.
Hz. Yahyâ’nın efendi (seyyid) sıfatı, daha küçükken kendisine hikmet verildiğini bildiren âyetin (Meryem 19/12) ışığında, dinî konularda topluma yön veren, öncülük eden, saygı duyulan bir kişi olduğu şeklinde açıklanır. Bazı müfessirler de burada onun hilim ve benzeri erdemlerle bezenmiş üstün kişiliğine işaret bulunduğunu kaydederler. “İffetli” diye çevirdiğimiz “hasûr” kelimesiyle de Hz. Yahyâ’nın evlenmemiş olduğuna işaretle, nefsine hakim ve iffetli bir kimse özelliği vurgulanmaktadır.
Peygamberlerin hepsi sâlih (iyi davranış sahibi) kişilerdir. Buradaki “sâlih kullardan bir peygamber” nitelemesi hakkında Hz. Yahyâ’nın peygamberler soyundan geldiğine ve ailesinin nezahetine işaret edildiği yorumu bulunduğu gibi, bu ifade ile peygamberler arasındaki derece farklılığı çerçevesinde bir üstünlüğe değinildiği yorumu da yapılmıştır (peygamberler arasındaki derece farklılıkları ve hepsine iman yükümlülüğü açısından aralarını ayırt etmeme gereği hususunda bk. Bakara 2/253 ve 285).
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Yahyâ ile ilgili olarak başka bilgi verilmez. İnciller’de ise Hz. Yahyâ hakkında şu bilgiler yer alır: Yahyâ ruhta kuvvetlenerek büyümüş, İsrâil’e (İsrâil kavmi) görüneceği güne kadar çöllerde kalmıştır. Kısa ömrünü ölü denizin batısında, doğduğu yere fazla uzak olmayan bölgede geçiren Yahyâ, milâttan sonra 26 yılında “Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu yakındır” diyerek Yahudiye çölünde tebliğ faaliyetine başlamıştır (Matta, 3/1-2). Deve tüyünden esvabı, belinde deri kuşağı ile Hz. Yahyâ çekirge ve yaban balı ile besleniyor, halkı tövbe ederek vaftiz olmaya çağırıyordu. Yeruşalim (Kudüs), bütün Yahudiye ve Erden çevresi günahlarını itiraf ederek Erden ırmağında Hz. Yahyâ tarafından vaftiz ediliyordu. Bu arada Hz. Îsâ da vaftiz olmak için Galile’den Erden’e, Hz. Yahyâ’nın yanına gelmiş, Hz. Yahyâ’nın itiraz etmesine rağmen ısrarına binaen onun tarafından vaftiz edilmiştir (Matta, 3/1-15; Markos, 1/4-9; Luka, 1/80, 3/1-21; Yuhanna, 1/6-36).
İnciller’e göre Hz. Yahyâ, kendisinin Mesîh veya İlyâ olmadığını belirterek, “Gerçi ben sizi su ile vaftiz ediyorum; fakat benden kudretlisi geliyor ki onun çarıklarının tasmasını çözmeye lâyık değilim. O sizi Rûhulkudüs’le ve ateşle vaftiz edecektir” diyerek Hz. Îsâ’yı müjdelemiştir (Luka, 3/16).
Hz. Yahyâ’nın peygamberliği kısa sürmüş ve milâttan sonra 27. yılın sonunda veya 28. yılın başında, Hirodes’i, kardeşinin karısı Hirodias’la zina etmesi ve diğer kötülükleri sebebiyle tenkit ettiği için zindana atılmıştır (Luka, 3/18-20). Bu arada Hirodes, doğum gününde gösterisiyle kendisini mest eden Hirodias’ın kızına, her ne isterse vereceğini vaad eder. Hirodias da kızını bu vaadden yararlanmaya hazırlar ve ayrıca onu Yahyâ’ya karşı kışkırtır. Annesi tarafından kandırılıp tahrik edilen kız da, zindanda olan Yahyâ’nın başını ister. Bunun üzerine Hz. Yahyâ başı kesilmek suretiyle şehid edilir. Yahyâ’nın şâkirdleri ise gelip cesedi kaldırır ve defnederler (Matta, 14/1-12). İslâmî kaynaklarda Hz. Yahyâ’nın şehid edilmesiyle ilgili olarak nakledilenler, Kitâb-ı Mukaddes’tekilere benzemektedir (Ömer Faruk Harman, “Hz. Yahyâ”, İFAV Ans., IV, 470-472).
(42) وَاِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفٰيكِ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَمٖينَ
Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni bütün dünyadaki kadınlara üstün eyledi.
33. âyette peygamberler hakkında kullanılmış olan “süzüp çıkarma, seçkin kılma” anlamına gelen “ıstafâ” fiilinin burada Hz. Meryem hakkında kullanılmış olmasından, onun özel ve önemli bir görev için seçildiği ve bu sebeple ilâhî lutuflara mazhar kılındığı anlaşılmaktadır.
İlâhî hikmet gereği dinlerin gelişim süreci Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an-ı Kerîm’in tebliği ile tamamlanmış olacaktır (bk. Mâide 5/3). Bu son mesajın bildiriminden önce insanlığın geçirdiği aşamalar içinde Hz. Meryem’e yüklenen misyonun bir benzerinin bulunmadığı dikkate alınınca bu âyette Hz. Meryem’in özelliklerine yapılan vurgular daha iyi kavranabilmektedir. İnsanlığın bir erkekle bir kadından yaratıldığını, insanların keyfî seçimlerinin değer ölçüsü olamayacağını ve insanı değerli kılan yegâne ölçütün Allah’a kulluk iradesi ve onun buyruklarına teslimiyet olduğunu bildirerek insanın insan önünde eşit sayılmasına çağrıda bulunacak olan Kur’an-ı Kerîm’in (bk. Hucurât 49/13) bu çağrısına hazırlık için, erkek ve kadın cinsi arasında, toplumda kökleşmiş hale gelse de haklı gerekçelere dayanmayan ayırımcılığın yanlışlığına dikkat çekmek üzere çok güçlü bir vurguya ihtiyaç vardı. İşte bu âyette, Hz. Meryem’e verilen görevle, iki cins arasında yaratılış özelliklerinden kaynaklanmayıp ancak güçlünün zayıfı sömürmesi şeklinde izah edilebilecek olan derin ayırıma ve bunu besleyen telakkilere esaslı bir darbe indirilmiş oluyordu. Çünkü bir kadın ilâhî iradenin bir tecellisi olarak, bir erkekten gebe kalmaksızın bir erkek çocuk dünyaya getirecek ve bu erkek de yeni bir dinin tebliği ile görevlendirilecekti. İşte Hz. Muhammed’in geleceğini bildirmekle de vazifelendirilecek olan bu peygamber (Hz. Îsâ), insanlığın –sadece sömürünün bir parçası olarak zâhiren değer verdiği durumlar haricinde– kadını dışlayan tavır ve uygulamalarına karşı ona “iâde-i i‘tibar”ını sağlayacak İslâm mesajının da müjdecisi olacaktı (bu konuya farklı bakış getiren bir yorum için bk. Emin Işık, “Niçin Hz. Meryem?”, Uluslararası Hz. Mevlânâ Vakfı Bülteni, İstanbul, Aralık 1996, sayı 2, s. 48-49).
Âyet-i kerîmede geçen birinci “ıstafâ” fiili, Meryem’in –alışılmışın dışında– mâbed hizmetine kabul edilmesi, rızkının ilâhî lutufla özel bir yoldan kendine ulaştırılması, kendisini tamamen Allah’a ibadete veren bir kul kılınması ve meleklerle konuşma mertebesiyle onurlandırılması gibi anlamlarla açıklanmaktadır. Hz. Meryem’in başka kadınlara üstün kılındığını özellikle belirten ikinci ıstafâ fiili için de şu açıklamalar yapılmaktadır: Babasız olarak Hz. Îsâ’yı dünyaya getirmiş olması, çocuğunun doğar doğmaz konuşup çevreden gelen ithamları bertaraf eden açıklamalar yapması, kendisinin ve oğlunun bütün idrak sahiplerinin ders alacağı bir delil, bir mûcize kılınması. “Seni tertemiz kıldı” cümlesi değişik şekillerde (farklı yaratılış özelliklerine sahip kılındığı vb.) yorumlanmışsa da, hâkim görüş bu ifadenin amacının onun kötülüklerden arındırıldığını ve özellikle yahudilerin iftiralarından uzak olduğunu belirgin biçimde ortaya koymak olduğu yönündedir (meselâ bk. Zemahşerî, I, 189; Râzî, VIII, 43). Hz. Meryem’in “Âlemlerdeki kadınlara üstün kılındığını” bildiren cümleyi bütün kadınlara üstün kılındığı şeklinde anlayan, hatta meleklerle konuşturulmasından hareketle onun “resul” olmamakla beraber “nebî” (yeni bir dini ve ilâhî kitabı tebliğle görevli olmayan peygamber) olduğu sonucuna ulaşan müfessirler vardır. Buna karşılık Allah katında en yüce mertebeye sahip kadınların isimlerini bildiren hadisleri dikkate alan müfessirler, âyetteki bu ifadeyi “Kendi zamanının kadınlarına üstün kılındı” şeklinde yorumlamışlardır (bk. İbn Atıyye, I, 433; Kāsımî, IV, 840-841; İbn Âşûr, III, 244). Kanaatimize göre bu âyeti yorumlarken, Hz. Meryem’le hadislerde anılan hanımlar arasında mutlak bir karşılaştırma yapmak yerine, ona insanlık tarihinde benzeri olmayan bir görev yüklenmiş olduğuna (babasız dünyaya gelen Hz. Îsâ’ya anne oluşuna) dikkat çekildiğini ön plana çıkarmak daha uygun olur.
Bazı müfessirler Meryem sûresinin 17. âyetinden Hz. Meryem’le konuşanın Cebrâil olduğu anlaşıldığı için, burada çoğul olarak kullanılan melâike kelimesiyle de Cebrâil’in kastedildiğini söylemişlerdir (Râzî, VIII, 47).
(43) يَا مَرْيَمُ اقْنُتٖي لِرَبِّكِ وَاسْجُدٖي وَارْكَعٖي مَعَ الرَّاكِعٖينَ
Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil.”
Bu âyette Hz. Meryem’e yapılan hitabın tekrar edilmesi, onun canı gönülden kulluk etmek ve bütün varlığını Allah yoluna adamak suretiyle ilâhî takdire mazhar olduğuna işaret eder. Yine bu hitapla Hz. Meryem’den aynı içtenlikle ibadete devam etmesi istenmekte, böylece 45-46. âyetlerde belirtilecek olan “annelik” müjdesine hazırlanmış olmaktadır. Zira orada görüleceği üzere, babasız bir çocuk dünyaya getireceği haberi –Allah’ın seçkin bir kulu olma yönünden– bir “müjde” olarak nitelenebilirse de, bunu çevresine izah etmenin ne büyük zorluklar taşıdığı dikkate alınınca, böyle bir haberi teslimiyet ve sevinçle karşılayabilmek ancak yüce Allah’ın beğenisini kazandığına