Al-i İmran Suresi (1-24. ayetler)
Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.
Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.
Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.
Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:
– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
– “Evet” deyince:
– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.
Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”
Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).
Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.
İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.
Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).
Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).
Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).
Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.
Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).
Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
1 ElifLâmMîm.
2 Allah: yoktur O’ndan başka ilâh; Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir; Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır.
3 O, sana Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda, hak bir gaye için ve kendinden önce indirilen bütün kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici olarak fasıl fasıl indirmektedir; nitekim Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti,
4 Daha önce insanlar için dupduru hidayet kaynağı olarak; ve (en son ve bağlayıcı mahiyette hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran ölçüler bütünü) Furkan’ı indirdi. Allah’ın (hak ve hidayet kaynağı) âyetlerini bile bile örtüp gizleyen ve kabul etmeyenler yok mu: onlar için pek çetin bir azap vardır. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; (bağışlanmaz türde ve bilhassa küfür gibi, şirk gibi en büyük zulme karşı) aman vermez mukabelesi olandır.
5 O Allah ki, O’na yerde de gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.
6 O’dur rahimlerde size dilediği şekli veren. Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
7 O’dur Sana (bu mucize) Kitabı indiren: onda muhkem âyetler vardır ki, onlar Kitab’ın anasıdır; diğer âyetleri ise müteşabihtir. Fakat kalblerinde eğrilik olanlar, nasıl fitne çıkarıp insanları saptırırız, nasıl onun (gaye ve arzumuza göre) bir te’vilini bulabiliriz diye müteşabih olanların peşine düşerler. Halbuki onun gerçek te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde kökleşip derinleşenler de, “Biz, o Kitabın tamamına inandık, (muhkemiyle, müteşabihiyle) hepsi Rabbimizin katındandır.” derler. İşte, ancak gerçek akıl ve idrak sahipleridir ki, düşünür ve gerekli dersi alırlar.
8 (Ve o gerçek akıl ve idrak sahipleri, şöyle yalvarırlar): “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi eğriltme ve (Rabbimiz, Sen’in rahmetin olmadan ayakta kalmamız mümkün değildir; o halde) bize Kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Vehhâb (bağışı pek bol olan)’sın Sen.
9 “Rabbimiz, Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde mutlaka bir araya toplayacaksın. Hiç kuşkusuz Allah, verdiği sözden dönmez.”
10 O küfredenlerin malları da çocukları da Allah karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlardır Ateş’in yakıtı olanlar.
11 Tıpkı Firavun oligarşisiyle daha öncekilerin durumu gibi: âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah, günahları sebebiyle kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti. Allah, cezalandırması çok çetin olandır.
12 (Din’i tahrif etmek ve insanları saptırmak için Kitap’taki müteşabih âyetlerin peşine düşen ve onları keyiflerince yorumlamaya kalkan Kaynuka Oğulları Yahudilerinden) o küfredenlere de ki: “Yakında mağlûp edilecek ve topluca Cehennem’e sürüleceksiniz; ne fena yataktır o!”
13 (Bedir’de) karşı karşıya gelen o iki toplulukta sizin için hiç şüphesiz bir ibret vardı: bir topluluk Allah yolunda savaşırken, diğeri kâfirdi ve (savaş esnasında karşılarındaki mü’minleri) baş gözleriyle olduklarının iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
14 İnsanlar, mahiyetleri itibariyle, (bilhassa erkekler için olmak üzere) kadınlardan, evlâttan, kantar kantar altın ve gümüşten (yığın yığın paradan), salma güzel atlardan, (davarlar ve sığır gibi) ehlî hayvanlardan, ekinler ve kazançtan yana şiddetli tutku ve beklentiler içindedirler. Oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğinden ibaret olup, takip edilmesi gereken gerçek hedef ve gayenin güzel olanı Allah katındadır.
15 De ki: “Size (büyük bir ihtirasla bağlandığınız) bu şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girenler için Rabbileri katında (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kulları(nı) hakkıyla görendir.
16 Ki, (o kulların içinde takva dairesine girmiş olanlar), hep şöyle yalvarırlar: “Rabbimiz, biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!”
17 (Başlarına gelen musibetler karşısında, ibadete devamda ve günahlardan sakınmada) sabırlıdırlar; (sözlerinde ve davranışlarında, iman ve ahdlerinde) sadıktırlar; (Allah’ın huzurunda) boyun eğip divan duranlardır; (Allah’ın kendilerine verdiği bütün nimetlerden O’nun yolunda) infakta bulunanlardır; seherlerde istiğfar edenlerdir.
18 Allah şahittir ki, başka ilâh yok, ancak O vardır; bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da, tam bir doğruluk, adalet ve hakkaniyet içinde (aynı gerçeğe şahittirler). Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
19 Allah katında (hak ve makbul) din ancak İslâm’dır. Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (başka bir zaman değil,) ancak kendilerine hem de (doğru ile yanlışı, ne yaparlarsa ne ile karşılacaklarını bildiren vahyî) ilim geldikten sonra sadece aralarındaki bağy (haset ve rekabetten kaynaklanan karşılıklı tecavüz) sebebiyle ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini bile bile örtüp gizliyor ve inkâra yelteniyorsa, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20 (Bu gerçeğe rağmen) halâ inat edip seninle münakaşaya tutuşuyorlarsa, (onlara) de: “Ben, bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da (aynı şekilde teslim oldular.)” Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlarla, Kitap’tan habersiz, ilimden yoksun olup da yanlış yollarda gidenlere, “Siz de aynı şekilde teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olmuşlarsa, şüphesiz hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlar demektir. Eğer yüz çeviriyorlarsa, sana düşen sadece tebliğ etmek (sözünle ve yaşayışınla Hak Din’i eksiksiz, kusursuz göstermektir). Zaten (ne söylüyorlar, ne yapıyorlarsa) Allah, kulları(nı) hakkıyla görmektedir.
21 Allah’ın âyetlerini bile bile gizleyip sonra da inkâra yeltenenler ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri hakhukuk gözetmeksizin öldürüp duranlar, bununla da kalmayarak, insanlar içinde tam doğruluk ve adaleti yayıp yerleştirmeye çalışanları da öldürenler var ya: işte onları pek acı bir azapla müjdele!
22 Onlar öyle kimselerdir ki, bütün yaptıkları dünyada da Âhiret’te de boşa gitmiştir ve (yaptıklarından kendilerine fayda temin edecek ve onları azaptan kurtaracak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
23 Bakmaz mısın şu kendilerine Kitap’tan bir pay verilenlere! Aralarında (baş gösteren meselelerde) hükmetmek üzere Allah’ın Kitabı’na davet edildikleri (ve onun hükümlerine göre muhakeme olundukları halde), sonra içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüp gitmektedir.
24 Şundan dolayı ki, onlar “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacak!” diye iddia etmekte (ve Kitabın hükmünden yüz çevirmekle azaba uğramayacaklarını zannetmektedirler). Uydurageldikleri bu türlü yalanlar, Allah’a attıkları bu türlü iftiralar, onları dinleri mevzuunda işte böyle aldatmaktadır.
25 Onları, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan, herkes dünyada ne kazanmışsa kendisine tastamam geri ödeneceği ve kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı (dehşetli) bir günde toplayıp bir araya getirdiğimizde halleri ne olacak (bir bilseler)!
26 De ki: “Allah’ım, ey mülk ve hakimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil edersin! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.
27 “Geceyi gündüze katarsın ve gündüzü de geceye katarsın; ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve kimi dilersen ona hesapsız rızık verirsin.”
28 Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri (işlerine vekil, müsteşar, başlarında idareci ve küfürleri sebebiyle) dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa (bilsin ki o), kaynağı Allah olan bir yol, bir sistem üzerinde değildir ve Allah’tan göreceği bir yardım ve sahiplenme de yoktur; ancak (hakim konumda bulunan) o kâfirlerden (dininize, toplumunuza, mukaddeslerinize ve canınıza gelecek önemli bir tehlikeden) bir şekilde korunmanız hali müstesna. Her halükârda Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırır. (Başkasına değil,) ancak Allah’adır nihaî varış.
29 (Mü’minlere) de ki: “Sinelerinizdekini gizleseniz de, açığa da vursanız da Allah onu bilmektedir; O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”
30 Gün gelir, her şahıs (dünyada iken) hayır adına ne işlemişse önünde hazır bulur; kötülük adına ne işlemişse de. İster ki, o kötülükle kendisi arasında upuzun bir mesafe olsun! Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırıyor. Allah, kullar(ın)a pek çok acıyandır.
31 (Ey Rasûlüm, onlara) de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.
32 Yine, de: “Allah’a itaat edin ve (bu itaatın gereği olarak) Rasûl’e de.” (Senin bu çağrına rağmen) yüz çevirip giderlerse (bil ki, bu çağrıdan ancak kâfirler yüz çevirir ve onlar da bilsinler ki) Allah, kâfirleri sevmez.
33 (Eğer, sana ve peygamberlerden bazılarına inanmıyorlarsa, şu bir gerçek ki Allah, risaleti dilediğine verir ve) şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesini (insanlık içinde) bizzat süzüp tertemiz bir hülâsa kılmış ve bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştir
34 Birbirlerinden gelen (aynı inanç üzerinde) tek bir nesil olarak. (Bu bakımdan, peygamberlere inanmada onları birbirinden ayırmayın ve haklarında, ayrıca Allah’ın tercihi konusunda yanlış söz söylemeyin ve yanlış düşüncelere girmeyin). Allah, (her söyleneni) hakkıyla işitendir; her şeyi hakkıyla bilendir.
35 Hani bir zaman İmran’ın hanımı şöyle dua ve münacatta bulunmuştu: “Rabbim! Şu karnımdaki yavruyu her türlü bağdan, dünya iş ve meşgalesinden azade ve her şeyiyle Sana teslim bir kul olarak, (bilhassa Ma’bed’e hizmet etsin diye) Sana adadım; ne olur bu adağımı kabul buyur; şüphesiz ki Sen’sin Semîʽ (her şeyi hakkıyla işiten); Alîm (niyetlere ve kalbden geçenlere varıncaya kadar her şeyi hakkıyla bilen).”
36 Derken, vakti gelip de onu dünyaya getirince, (adağından dolayı erkek beklerken kız gelmesi karşısında,) “Rabbim, ben bir kız dünyaya getirdim!” deyiverdi. –Allah, dünyaya ne getirdiğini elbette daha iyi biliyordu! (Bu sebeple üzülmesine gerek yoktu, çünkü O’nun beklediği) erkek çocuğu, (O’na bahşettiğimiz ve nasıl bir nimete mazhar kılınacağını bilmediği) bu kız gibi olamazdı.– “Ben, O’nun adını Meryem koydum; O’nu ve O’ndan gelecek nesli, rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.”
37 Rabbisi onu, (annesinin adamasındaki samimi niyet ve güzel duygulara karşılık) iyilik ve güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir fidan gibi büyütüp yetiştirdi. O’nu Zekeriya’nın bakım, görüm ve himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman Ma’bed’e girip O’nun yanına varsa beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” diye sordu. “Allah katından!” dedi Meryem. Şüphesiz Allah, kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
38 İşte o noktada Zekeriya, dua ile hemen Rabbisine yöneldi ve şöyle dedi: “Rabbim, bana katından tertemiz, hayırlı bir nesil lütfet. Şüphesiz Sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39 Derken, (bir gün) mihrapta namaza durmuştu ki, melekler kendisine seslendiler: “Allah, sana Yahya’yı müjdeliyor: Allah’tan bir Kelime’yi tasdik edecek, hem salihlerden bir efendi, hem gayet zahit ve bir nebî olacaktır.”
40 Zekeriya, (hayret içinde) “Rabbim, ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak?!” diye sordu. (Allah, melek vasıtasıyla), “Olacak, Allah ne dilerse yapar!” buyurdu.
41 “Ya Rab,” dedi (Zekeriya), “Bana bir emare, bir alâmet lûtfet!” “Sana emare” buyurdu (Allah): “işaretleşme dışında, insanlarla üç gün süreyle konuşamamandır. Bu arada, Rabbini çok zikret ve ikindiakşam saatleriyle şafakişrak saatlerinde tesbihte bulun.”
42 Bir zaman da geldi, melekler, (Ma’bed’ de hizmete devam etmekte olan Meryem’e) seslendiler: “Meryem! Hiç şüphesiz Allah seni süzüp seçti; seni tertemiz ve her türlü günahtan, lekeden uzak kıldı ve sana bütün dünya kadınlarının üzerinde bir mevki verdi.
43 “Meryem! Rabbinin huzurunda O’nun için elpençe divan dur, secdeye kapan ve O’nun önünde baş eğip rükûa varanlarla birlikte rükûa var!”
44 (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (senin ve hiçbirinizin şahit olmadığı) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Meryem’in bakım ve himayesini hangisi üzerine alacak diye kalemleriyle kura çekerlerken elbette yanlarında değildin; bu konuda çekişirlerken de onlarla birlikte değildin.
45 Yine bir defasında melekler, “Ya Meryem!” dediler: “Allah sana Kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor: ismi Mesih, Meryem oğlu İsa’dır; dünyada da Âhiret’te de itibarlı, şerefli ve Allah’a en yakın kullardan olacaktır.”
46 “Ayrıca, beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşur ve salihlerdendir.”
47 “Ya Rab!” dedi (Meryem), bana hiçbir (erkek) insan eli dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah adına konuşan Ruh), cevap verdi: “Allah’tır O, ne dilerse yaratır. Bir şeyin olmasına hükmettiği zaman ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.”
48 “(Allah, o doğacak çocuğa) “Kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek;
49 “Ve onu İsrail Oğulları’na bir rasûl olarak gönderecektir.” (O da, kendisini onlara misyonunda tecelli eden ana hususiyetleriyle şöyle takdim eder:) “Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbinizden bir âyetle, apaçık bir delille geldim: Sizin için çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve içine üflerim de, Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Yine, Allah’ın izniyle, (anadan doğma) körü ve alacalıyı (cüzzamlı) iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ne yediğinizi ve evlerinizde neyi biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer şimdiye kadarki iman iddianızda samimi, gerçekten mü’minlerseniz, bütün bunlarda sizin için (benim peygamberliğimi ortaya koyan) apaçık bir delil vardır.
50 “(Ayrıca,) benden önce indirilen Tevrat’ı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim); ve gerçekten ben, size Rabbinizden (peygamberliğime) apaçık bir delille geldim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının, takva dairesine girin ve bana itaat edin.
51 “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde O’na ibadet edin. Bu, (üzerinde yürünmesi gereken) doğru bir yoldur.”
52 İsa, (bu minval üzere tebliğine devam etti) ve onların gerçeği bile bile inkârlarını, (hattâ kendisine karşı düşmanlıklarını) kesinkes sezince, “Allah’a (giden bu yolda) bana kim yardım eder?” diyerek (umumî bir çağrıda bulundu). Havariler, “Biziz, Allah (yolunun) yardımcıları!” diyerek (ortaya atıldılar ve) “Allah’a iman ettik” dediler: “Sen de şahit ol: biz, Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız.”
53 “Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’a) iman ettik ve (gönderdiğin) Rasûl’e tâbi olduk; bizi (indirdiğin gerçeğe, gönderdiğin Rasûl’e ve o Rasûl’ün vazifesini yaptığına) şahit olanlardan yaz.”
54 Öbürleri ise tuzak kurup komplolar hazırladılar; Allah da Kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak Kendi iradesini hakim kılan, (mü’minlere karşı kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak icra eden)’dir.
55 O zaman Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim; ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım.” Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
56 “Küfredenlere gelince, onlara dünyada ve Âhiret’te çok şiddetle azap edeceğim ve (bu azabım karşısında) onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
57 “Buna karşılık, iman edip imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah, (apaçık âyetlerini inkârla O’nu tanımayan veya O’na şirk koşan ve böylece en büyük haksızlığı yapan) zalimleri, haksızlıkta bulunanları asla sevmez (ve Kendisi de, asla haksızlık yapmaz).”
58 İşte (ey Rasûlüm,) bütün bu gerçekleri sana birer âyet ve o hikmet yüklü, doğruluğu açık ve kesin Zikr’e (Kur’ân’a) dahil olarak okuyoruz.
59 Allah katında (dünyaya gelmesi açısından) İsa’nın durumu aynen Âdem’in durumu gibidir. (İsa’yı babasız olarak Meryem’ in rahminde gıda halinde O’nun vücuduna giren unsurlardan şekillendirip yaratan) Allah, Âdem’i (yine babasız, hattâ annesiz de olarak) topraktan (toprakhavasu unsurlarından) meydana getirdi, sonra da ona “Ol!” dedi (ruh üfledi), o da oluverir.
60 Gerçek (nasıl her zaman) Rabbinin buyurduğu (ise, bu da Rabbinden öyle bir gerçektir). Bu konudaki şüpheden uzak kesin inancında sabit olmaya devam et.
61 Artık sana bu sağlam ve doğru bilgi geldikten sonra, kim halâ seninle (İsa hakkında) tartışmaya girerse onlara de: “Gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
62 Meselenin aslı ve özü, sözün doğrusu budur. (Ne İsa, ne başkası,) ilâh olarak sadece Allah vardır; ve şüphesiz Allah, Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir; Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)dır.
63 Her şeye rağmen halâ yüz çeviriyorlarsa, muhakkak ki Allah, o bozguncuları hakkıyla bilmektedir.
64 De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda aynı olan bir kelimeye, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Senin bu çağrından sonra yine de yüz çevirirlerse, (ey Müslümanlar,) siz şunu ilân edin: “Şahit olun, şüphesiz ki biz, (Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş) Müslümanlarız.”
65 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında (o Yahudi idi, yok Hıristiyan’dı diye) niye tartışıp iddialaşıyorsunuz?! (Siz de biliyorsunuz ki,) Tevrat da, İncil de O’ndan sonra indirildi. Bu kadarcık olsun akletmeyecek misiniz?
66 İşte siz böylesiniz: hakkında kesin bilgi sahibi olduğunuz bir konuda bile (hiç akletmez, doğruyu kabullenmez ve) böyle tartışıp iddialaşırken, hakkında sağlam hiçbir bilgiye sahip olmadığınız konularda ne diye tartışıp iddialaşırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67 İbrahim, Yahudi de değildi, Hıristiyan da değildi; selim bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancıyla Hak’ka yönelmiş bir Müslüman’dı O. Asla müşriklerden olmadı.
68 Dolayısıyla, insanlar içinde İbrahim’e en lâyık ve en yakın olanlar, (misyonunun devamı sürecince) O’na tâbi olanlarla, şu (şanı çok yüce) Peygamber ve (beraberinde bulunan) iman edenlerdir. Allah, bütün mü’minlerin velîsi, (koruyucusu, yâr ve yardımcısı)dır.
69 Kitap Ehli’nden bir grup arzu eder ki, keşke sizi saptırabilseler! (Tabiî ki, kursaklarında kalacak bir arzudur bu! Çünkü) onlar sadece kendilerini saptırmaktadırlar ama, farkında değillerdir.
70 Ey Kitap Ehli! (Yanınızdaki kitaplarda) doğruluğuna şahit olup dururken bile bile ne diye Allah’ın âyetlerini gizliyor ve inkâr cihetine gidiyorsunuz?
71 Ey Kitap Ehli! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?
72 Kitap Ehli’nden bir grup da (birbirlerine) şöyle demektedir: “Şu iman edenlere indirilene günün ilk bölümünde inanmış görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin: belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp, önceki hallerine ve inançlarına geri dönerler.
73 “Fakat siz siz olun, kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın;” –(Ey Rasûlüm,) de ki: “Takip edilmesi gereken gerçek ve doğru yol, Allah’ın koyduğu yoldur.”– “(inanmayın ki,) size verilenin bir benzeri başkasına da verilmiş olmasın veya Rabbinizin katında aleyhinizde delil getirip sizi mağlûp etmesinler.” (Rasûlüm,) de ki: “Doğrusu, bütün lütuf Allah’ın elindedir; onu dilediğine verir.” Allah, rahmet ve lütfuyla her varlığı kucaklayan, merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir.
74 Rahmetini, (bu arada, vahiy ve peygamberliği kullarından) kimi dilerse ona has kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
75 Kitap Ehli içinde öylesi vardır ki, kendisine yük yük emanet bıraksan onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona tek bir dinar para emanet etsen, üzerine varıp da başında dikilip durmadıkça onu sana iade edecek değildir. (Bu ikincilerin tavrı şundandır): Onlar, “Dinimizden olmayan, hele bizim gibi bir kitaba sahip bulunmayanlar hakkında ne yapsak mübahtır; bundan dolayı sorumlu olmayız.” iddiasındadırlar. Halbuki, (bu iddialarının hiçbir temele dayanmadığını) bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
76 Oysa (Allah’ın koyduğu hakikat şudur): Kim, (kime karşı olursa olsun) sözünde durur, ahdine sadık kalır ve (her hususta olduğu gibi, bu hususta da) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde hareket ederse, bilin ki Allah, müttakîleri sever.
77 Allah’ın bir ahd olarak kendilerine lütuf buyurduğu Din’i ve ona uyma hususunda Allah’a verdikleri sözü, bir de yeminlerini önemsiz bir fiyat karşılığı satanlara gelince, onların Âhiret’te hiçbir nasipleri yoktur: Kıyamet Günü (en çok ihtiyaç duydukları anda) Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları günahlarından temizleyip paka çıkarmayacaktır. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
78 (Kitap Ehli’nin) içinde bir grup da vardır ki, Kitabı okurken aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye başka manâya gelecek şekilde kelimelerin telaffuzunu, vurguları ve okunuşu değiştirirler. Sonra da bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde, “Bunlar, Allah katındandır.” diye takdim ederler. Hayır, onlar, Allah hakkında bile bile yalan uydurmaktadırlar.
79 Allah, bir kişiye Kitap, hüküm (manevî ve misyonu çerçevesinde maddî sahada hakimiyet, doğru ve yerinde karar verebilme ve doğru ile yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti ile Allah’ın hükümlerini uygulama yetkisi) ve peygamberlik versin, sonra da bu kişi kalkıp insanlara, “Allah’ı bırakın ve bana kul olun!” desin, bu asla mümkün değildir ve olmamıştır. Oysa her peygambere şunu demek yaraşır ve nitekim her peygamber bunu demiştir: “Kitabı okuyor, öğretiyor ve üzerinde çalışıyorsunuz, o halde Hak’ kın öğrenip öğrettiğinizi uygulayan sadık ve ihlâslı kulları olun!”
80 O, size “Melekleri ve peygamberleri Rabler edinin!” diye de emretmez. Siz Allah’a boyun eğen Müslümanlar olduktan sonra kalkıp, size hiç küfrü emreder mi?
81 Hem Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Ne zaman size (rasûl olanlarınıza doğrudan, nebî olanlarınıza bir Rasûl’ün mirasçısı olarak) Kitap ve hikmet versem ve ardından, size verilmiş bulunan (Kitabı) tasdik edici bir Rasûl gelse, ona mutlak surette inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz.” diye söz almıştır. Allah, “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da, “Kabul ettik!” diye ikrar vermiş, bunun üzerine Allah, “Öyleyse şahit olun, (ümmetleriniz de şahit olsun); Ben de sizin gibi şahit oluyorum!” buyurmuştur.
82 Artık kim bundan sonra yüz çevirip başka türlü davranırsa, onlar (Din’den çıkmış) fasıklardır.
83 Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.
84 De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş ve ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.”
85 Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.
86 İman ettikten, O (şanı yüce) Rasûl’ün hak olduğuna (O’nda gördükleri risaletine delil sıfatlar sebebiyle) bizzat şahadet ettikten ve kendilerine (hem O’nun risaletini hem de getirdiği Kitabın Allah Kelâmı olduğunu ispat eden) o apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayet eder mi? Allah, (gerçeği gizleyerek, bile bile inkâr ederek bütün kâinata ve hakikatlara haksızlık yapan) zalimler güruhuna asla hidayet vermez.
87 Böylelerinin görecekleri karşılık, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 Hem de bu lânetin içinde sonsuzca kalmak üzere. Görecekleri azap hafifletilmeyecek, yüzlerine de bakılmayacaktır.
89 Ancak bilahare tevbe eden ve (içlerini küfürden temizleyerek, iman ve salih amelle) ıslahı halde bulunanlar müstesna. Şüphesiz Allah, günahları çok affedendir; (tevbe ve ıslahı hâl ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır.
90 Buna karşılık, iman ikrarından sonra küfre sapanlar ve sonra (davranışları, çıkardıkları fitneler ve kurdukları komplolarla) küfürde daha da ileri gidenler ise, (artık iman kabiliyetini yitirdikleri için öylelerinin bir daha geri dönüşleri olmaz; onlar, ölümü görmedikçe tevbeye de yanaşmazlar, ölüm ânında küfürden) yapacakları tevbe de artık kabul görmez. Onlardır tam manâsıyla sapmış, dalâlete yuvarlanıp gitmiş olanlar.
91 Küfredip de neticede kâfir olarak ölüp gidenler, içlerinden her biri kendini kurtarmak için yer dolusu altın verecek bile olsa bu, onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. Onların hakkı çok acı bir azaptır ve (bu azap karşısında) hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
92 Bizzat sevdiğiniz (mal, bilgi, eşya…)dan infak etmedikçe gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamaz, (ebrardan olamazsınız.) Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir.
93 Tevrat indirilmeden önce İsrail’in (Yakub’un) kendi nefsine haram kıldığı müstesna, (Kur’ân’da helâl kılınmış bulunan) bütün yiyecekler İsrail Oğulları için de helâl idi. (Ey Rasûlüm, onlara), “Eğer (Tevrat’ta nesih bulunmadığı iddiasında) samimi iseniz, getirin Tevrat’ı ve okuyun!” de.
94 Artık kim bundan sonra Allah’a yalan isnadıyla iftirada bulunursa, böyleleri zalimlerin ta kendileridir.
95 (Ey Rasûlüm,) sen, “Sadekallah: (Allah, sözün doğrusunu söyledi.)” de. O halde haydi, safî bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancı içinde İbrahim’in milletine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.
96 İnsanlar için (ibadet maksadıyla yeryüzünde) ilk kondurulan ev, Mekke’deki (Kâbe) olup, feyiz ve bereket kaynağı, bütün insanlık için bir hidayet rehberi ve bir yönelme merkezidir.
97 Orada (Allah’ın dini ve O’na ibadet adına, ayrıca o Ev’in ibadet için merkez ve kıble olduğunu gösteren) apaçık alâmetler, deliller, İbrahim’in Makamı vardır. Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur. Ona yol bulup varmaya gücü yeten herkesin o Ev’i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim Hac’cı inkâr eder veya nankörlükte bulunup Allah’ın bu hakkını yerine getirmezse, (bilin ki) Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, kimseden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
98 De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah’ın (apaçık) âyetlerini ne diye gizleyip inkâr cihetine gidiyorsunuz? Halbuki Allah, yapıp durduğunuz her şeye bihakkın şahit bulunuyor.
99 De ki: “Ey Kitap Ehli! Doğruluğunun bizzat şahitleri olduğunuz halde, niçin Allah’ın yolunun eğri tanınmasını ve keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzu ederek iman edenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz? Oysa Allah, yapıp durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.”
100 Ey iman edenler! Şu kendilerine Kitap verilenlerden bazılarına itaat edecek, onların dediklerini dinleyecek olursanız, iyi bilin ki, imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yaparlar.
101 Ne diye küfre sapacaksınız ki, önünüzde Allah’ın âyetleri okunup duruyor ve aranızda da O’nun Rasûlü var. Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa, hiç şüphesiz doğru bir yola iletilmiş demektir.
102 Ey iman edenler! O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının ve ancak (O’na gönülden teslim olmuş) Müslümanlar olarak can vermeye bakın.
103 Hep birlikte Allah’ın İpi’ne sımsıkı sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz bölük pörçük birbirinize düşman idiniz; derken Allah kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki, (her hususta) doğruya ulaşıp onda sabitkadem olasınız.
104 İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk bulunsun. Onlardır gerçek mazhariyet sahipleri ve gerçekten kurtuluşa erenler.
105 Kendilerine apaçık hidayet delilleri geldikten sonra grup grup olanlar ve farklı farklı yollar tutanlar gibi olmayın. Onların payına düşen, pek büyük bir azaptır.
106 Gün gelecek, bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler ise kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: “İmanınızdan sonra küfre sapmıştınız değil mi? Küfür üzerinde yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım şimdi (bu çok büyük) azabı!”
107 Yüzleri ak olanlara gelince: onlar, Allah’ın rahmetine garkolmuşlardır; hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
108 Bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana her türlü şüpheden uzak olarak ve bütün doğruluğuyla okuyoruz. Allah, herhangi bir varlık, herhangi bir kimse hakkında zulüm diliyor değildir.
109 Kaldı ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; (dolayısıyla O, sahip olduğu her şeyde dilediği gibi tasarruf eder ve esasen zulmetmiş olması asla mümkün değildir.) Bütün işler, neticede varır Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur.
110 (Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.
111 Ama onlar, size hiçbir şekilde asla zarar veremezler; ancak dilleriyle incitebilirler. Sizinle savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra hiçbir yardım da görmezler.
112 Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah’tan gelen bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (desteğe ve koruma altına almaya) tutunmaları hali müstesna; ayrıca Allah’tan (müthiş) bir gazaba (cezaya) uğradılar ve meskenet altında ezilmeye mahkûm oldular. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr edip duruyor ve hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürüyorlardı. Çünkü artık asi olmuşlardı ve haddi aşıp duruyorlardı.
113 Bununla birlikte, Kitap Ehli’nin hepsi aynı değildir. İçlerinde (sizin gibi iman etmiş olup) doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini hakkıyla okuyarak secdelere kapanırlar.
114 (Gerektiği şekilde) Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanır, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışır ve yarışırcasına hayırlı işlere koşarlar. Onlar, inanç, düşünce ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam ve bozgunculuktan uzak bulunanlardandır.
115 Hayır adına her ne işlerlerse, elbette onun mükâfatından mahrum bırakılacak değillerdir. Allah, içleri Kendine karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilmektedir.
116 O küfredenlere gelince: sahip oldukları mallar da, evlâtları da Allah karşısında onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdır onlar, hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
117 Onların (insanî veya dinî gayeli gibi görünse de, menfaatlerini tatmin veya yanlış inançları yolunda ya da sırf gösteriş için) bu dünya hayatında harcama yapmaları şuna benzer: Dondurucu bir rüzgâr çıkar ve bizzat kendi öz canlarına zulmeden bir topluluğun ürününe isabet edip onu yok ediverir. Allah onlara zulmetmedi, haksızlık yapmadı; fakat onlar, hep kendi kendilerine zulmetmektedirler.
118 Ey iman edenler! Kendinizden (her bakımdan sizin gibi olanlardan) başkasını sırdaş edinmeyin; çünkü (bilhassa o gayrı Müslimler içinde size gayz ve düşmanlık besleyenler), başınıza dert açmada ellerinden geleni arkalarına koymazlar; ayrıca üzerinizden dert ve sıkıntı hiç gitmesin isterler. Baksanıza, size olan buğzları ağızlarından taşıyor; içlerinde gizledikleri ise daha da öte. Eğer aklınızı kullanır ve gereğince davranırsanız, size apaçık gerçekleri açıklıyoruz.
119 Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (Onlara), “Gayzınızda boğulun!” de! Şüphesiz ki Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
120 Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır. Her ne yapıp ediyorlarsa, Allah (ilmi ve kudretiyle) hepsini kuşatmış durumdadır.
121 Hani (ey Rasûlüm,) bir sabah ailenden erkenden ayrılmıştın ve mü’minleri savaş için konuşlandırıyordun. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir; (nitekim o gün de olup biteni bihakkın işitiyor ve biliyordu).
122 İşte o anda içinizden iki grup gevşeklik gösterip geri dönmeye yeltenmişlerdi; oysa Allah, onların yardımcısı, koruyucusu ve destekçisiydi. Daima ve sadece Allah’a dayanıp güvenmelidir mü’minler.
123 Nasıl ki O, (hem sayı hem de kuvvet yönünden) çok az ve çok zayıf olduğunuz bir zamanda size Bedir’de yardım etmiş ve sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse, Allah’a karşı gelmekten sakınarak takva dairesinde hareket edin ki, böylece şükretmiş olasınız.
124 O (Bedir) günü mü’minlere, “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin size imdat göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 Evet, (niye yetmesin!) Hattâ, eğer sabreder, (cephede direnir) ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde kalarak O’nun koruması altına girerseniz, düşmanlarınız hemen şu dakikada üzerinize geliverecek olsalar, Rabbiniz beş bin formalı, nişanlı melekle size imdat edecektir.
126 Allah, (o zaman yaptığı bu yardımı) ancak sizin için bir muştu olsun ve onunla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. (Yoksa Allah dilemedikçe, yardımını size yar etmedikçe, meleklerin de kendiliklerinden yapabilecekleri bir şey yoktur.) Yardım ve zafer, ancak Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler) bulunan Allah’ın katındandır.
127 Allah, (o yardımı ayrıca kimisinin katledilmesi, kimisinin esir alınmasıyla) küfredenlerin bir tarafını koparmak (sayılarını azaltıp, güçlerini kırmak) için, diğerleri de ümitsiz ve perişan bir halde dönüp gitsinler diye yaptı.
128 (Ey Rasûlüm, bütün bunları yapan Allah’tır;) gerçek tedbir ve idare ile işlerin sonuca ulaştırılmasında sana düşen bir şey yoktur; (bu sebeple, muvaffakiyetlerinizden kendinize övünme vesilesi olacak bir pay çıkarmayın. Ayrıca, sen vazifeli bir kulsun; kullarına karşı Allah’ın nasıl davranacağı) konusunda da sana düşen bir şey yoktur. Allah, ister onlara tevbe (ve iman) nasip edip günahlarını bağışlar, isterse (küfür, şirk ve kötülüklerde ısrar eden) zalimler olmaları hasebiyle onları azapla cezalandırır.
129 Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ama Allah, (her şeyden önce, kullarını) çok fazla bağışlayandır, (bilhassa tevbe ve iman ile Kendisine yönelenlere karşı hususî) rahmeti pek çok olandır.
130 Ey iman edenler! (Hele bir de) öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, (dünyada da Âhiret’te de) felâh bulasınız.
131 (Dininizi koruma adına muamelelerinize dikkat edin ve) kâfirler için hazırlanmış olan Ateş’ten sakının.
132 Allah’a ve Rasûl’e itaat edin ki, rahmete, (dünyada helâl dairesinde güzel bir hayata, Âhiret’te de af ve Cennet’e) nail olasınız.
133 Rabbiniz’den (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış bir Cennet’e yarışırcasına koşuşun!
134 O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.
135 Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya (günahla) kendi öz canlarına zulmettiklerinde peşinden hemen Allah’ı hatırlar, O’nu anar ve günahlarının affedilmesini dilerler –zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki! Ayrıca, işledikleri (günah ve hatalarda) bile bile ısrar da etmezler.
136 (Parmakla gösterilmeye değer bu takva ve ihsan sahiplerinin) mükâfatları, Rabbilerinden (sürprizlerle yüklü) bir mağfiret ve içlerinde sonsuzca kalmak üzere girecekleri (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlerdir. Bildikleriyle gerektiği şekilde amel eden ve güzel işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137 Sizden önce, (toplumların hayatını ve tarihî süreci tanıma adına Allah’ın koymuş bulunduğu kanunları ve icraatını gösteren) nice yol olmuş vakalar geldi geçti. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, (Allah’ın âyetlerini ve peygamberleri) yalanlayanların sonları ne oldu, görüp inceleyin!
138 (Sebep ve sonuçlarıyla) bütün bu olup bitenler, herkes için (görülmesi gereken) gerçeği gösteren bir izah, müttakîler için ise imanda ve Allah’a bağlılıkta pekişme ve ikaz, irşad adına bizatihî bir öğüttür.
139 Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.
140 (Uhud’da) size bir yara dokundu ise, biliyorsunuz, karşınızdaki o düşman topluluğuna da benzer bir yara (Bedir’de) dokunmuştu. Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz. Şurası bir gerçek ki, Allah zalimleri sevmez, (zulmü, yanlış davranışları tasvip etmez, cezalandırır ve neticede hakkı hakim kılar).
141 (O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.
142 Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan, bir de sabredenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan hepiniz hemen Cennet’e girivereceğinizi mi sanıyordunuz?
143 Hani, onunla yüz yüze gelmeden ölümü temenni ediyordunuz! İşte o şimdi karşınızda, ama (seyirci gibi) bakıp duruyorsunuz!
144 (Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibariyle) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.
145 Kimsenin Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını Âhiret’te almak diliyorsa, ona da Âhiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.
146 Nice peygamberler gelip geçti ki, beraberlerinde kendilerini Allah’a adamış çok sayıda hak eri olduğu halde (Allah yolunda) harbettiler. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı asla yılgınlığa düşmedikleri gibi, ne zaaf sergilediler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah, (böylesi) sabredenleri sever.
147 (Düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”
148 Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel Âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.
149 Ey iman edenler! Eğer o küfür içindeki (münafıkların Uhud savaşı münasebetiyle söylediklerine kulak verir de onlara) uyacak olursanız, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye (dininizden) döndürürler de, neticede (hem dünyada hem de Âhiret’te) kaybedenlerden olursunuz.
150 Bilakis sizin yâriniz, yardımcınız, gerçek koruyucunuz Allah’tır. O, en hayırlı bir yardımcı ve zafere ulaştırıcıdır.
151 Allah’ın, (iddia ettikleri üzere güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmalarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların nihaî barınakları Ateş’tir. Zalimlerin varıp kalacakları o yer ne fena bir yerdir!
152 Esasen Allah, size verdiği sözde durdu: O’nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat arzuladığınız galibiyeti bu şekilde size göstermesinin ardından (ganimet sevdasıyla) gevşeyiverdiniz ve (mevziinizden ayrılmamanız için) size verilmiş bulunan emir konusunda çekiştiniz, neticede de (Allah Rasûlü’nün bu emrine) isyan ettiniz. İçinizde dünyayı dileyen vardı, Âhiret’i dileyen vardı. Bunun üzerine Allah sizi denemek için, (üzerlerine yüklenmiş bulunduğunuz o kâfirler) karşısında sizi yüz geri etti. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı daima lütf u inayet sahibidir.
153 Savaş meydanından uzaklaştıkça uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnada Rasûl de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu (en tehlikeli) hengâmede Allah size (biri öncekini unutturacak) gam üstüne gam verdi ki, (dünya adına) artık elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
154 Sonra (pişmanlıkla geri dönüp geldiniz, dağda Allah Rasûlü’nün etrafında toplandınız ve) Allah, sizi giriftar ettiği bunca gamın ardından üzerinize bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyku hali ki, içinizden (en samimi olan) bir kısmını bürüyordu; bir grup da canlarının derdine düşmüştü ve Allah hakkında cahiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyorlardı. “Bu idare ve emirkomuta işinde bizim bir yetkimiz var mı?” diye soruyorlar, –De ki: “Bütün iş, bütün yetki Allah’a aittir.”– içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şey gizliyorlardı. Şöyle söyleniyorlardı: “Bu idare ve emirkomuta işinde bize de bir pay düşmüş olsaydı, burada böyle öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde bile bulunmuş olsaydınız, haklarında öldürülme takdir edilmiş bulunanlar mutlaka çıkacak ve düşüp ölecekleri yere geleceklerdi.” Allah, sinelerinizdeki (düşünce, duygu, niyet ve yönelişleri) sınamak ve kalblerinizdeki (imanı) her türlü şüphe ve vesveseden arındırıp dupduru yapmak diliyor. Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilendir.
155 İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün içinizden arkasını dönüp kaçanlar var ya, işlemiş oldukları birtakım günahlar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmaya yeltenmişti. Fakat Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır.
156 Ey iman edenler! Bizzat küfre batmış ve (onlarla aynı halka mensup olmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda bulunan insanlar) seferde veya herhangi bir gazada öldürüldükleri takdirde onlar hakkında, “Bizim yanımızda bulunsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah, onların kalbinde bir hicran, bir yürek yarası bırakıyor. Oysa hayatı veren de, hayatı alan da Allah’tır. Allah, ne yapıp ediyorsanız hepsini hakkıyla görendir.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah katından (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfiret ve bir rahmet, onların (hayatta kalıp da) toplayıp biriktirecekleri mallardan çok daha hayırlıdır.
158 Ölseniz de, öldürülseniz de, her halükârda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159 (Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olmuş olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, bağışla onları ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.
160 Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse çıkmaz. Şayet O sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, artık size kim yardım edebilir ki? O halde sadece Allah’a dayanıp güvensin mü’minler.
161 Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim emanete hıyanetle (ganimetten ya da kamuya ait hasılattan veya maldan bir şey çalar, bir de bunu gizlerse), Kıyamet Günü, yaptığı bu hıyanetin vebaliyle gelir. Sonra, herkese (dünyada iken) işleyip kazandığının karşılığı eksiksiz ödenir ve hiç kimseye zulmedilmez, haksızlık yapılmaz.
162 Allah’ın rızasını gözetip ona göre davranan kimse, hiç üzerine Allah’ın cezasını çekip de nihaî barınağı Cehennem olan kişi gibi midir? Ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son duraktır o Cehennem!
163 Bunların her birinin Allah katındaki dereceleri farklıdır; ve Allah, ne yapıp ediyorlar, hepsini çok iyi görmektedir.
164 Gerçekten Allah, içlerinden bir Rasûl seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulundu. O Rasûl, onlara Allah’ın (Kur’ân cümleleri olarak gelen ve bir de kâinatta tecelli eden) âyetlerini okuyup açıklıyor, (zihinlerini yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerini bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165 Hâl böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet başınıza gelince, “Bu musibet de nereden?” mi diyorsunuz? (Ey Rasûlüm,) de ki: “Elbette kendi yüzünüzden!” Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
166 İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen musibet, (kendi yüzünüzden, fakat şüphesiz) Allah’ın izniyle ve (Allah, gerçek) mü’minleri belli etsin diye idi.
167 Ayrıca, münafıklık yapanları da belli etsin diye idi. O (münafıklara), “Haydi gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada kalın da (düşmanın şehre ve ailelerinize zarar vermesine engel olun)!” dendiği zaman, “Ah, bir vuruşma olacağını bilsek, mutlaka size katılırız, (ama bir savaş çıkacağını sanmıyoruz)!” diye cevap verdiler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler; ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Elbette Allah, neyi gizleyip durduklarını çok iyi bilmektedir.
168 Savaşa çıkmayıp, savunmaya da girişmeyerek evde oturup kalmaları yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış, (aynı halka mensup bulunmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda) bulunan (şehitler) hakkında, “Bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi!” şeklinde konuşuyorlar. (Onlara) de ki: “Eğer şu söylediklerinizde tutarlı iseniz, elinizden de geliyorsa, haydi ölümü kendinizden savın da görelim!”
169 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler olarak düşünmeyesin! Hayır, onlar diridirler ve Rabbileri katında rızıklanmaktadırlar.
170 Allah’ın lütf u kereminden kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerle kesintisiz ferahlanmakta ve henüz kendilerine katılmayan (dindaşlarının da Allah’a kavuştuklarında) onlar için korkulacak hiçbir şey olmayacağı ve hiçbir üzüntü, hiçbir keder hissetmeyecekleri müjdesiyle sevinmektedirler.
171 Sevinmektedirler Allah katından (gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve kimsenin aklından geçmemiş) nimetler ve fazladan bol bol ihsanla; ayrıca, mü’minlerin mükâfatını Allah’ın asla zayi etmeyeceği müjdesiyle.
172 Kendilerine o yara dokunduktan sonra Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyup (düşmanı takibe çıkanlara), özellikle Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde davranan ve takvaya dayalı olarak hareket eden o (mü’minlere) pek büyük bir mükâfat vardır.
173 O kimseler ki, bir kısım halk kendilerine, “Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!” dediklerinde, bu ancak onların imanını arttırdı da, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” mukabelesinde bulundular.
174 Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
175 Size, (“Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!”) diyenler ancak şeytandır ki, sizi dostlarıyla korkutmak istiyor. Fakat siz, gerçekten mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, sadece Ben’den korkun.
176 Birbirleriyle yarışırcasına küfürde koşuşturanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, Âhiret’te onların hiçbir nasibi olmasın. Onların hakkı, ancak pek büyük bir azaptır.
177 İmana karşılık küfrü satın alan (akıldan yoksun zavallı)lar, Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
178 O küfredenler, kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı zannetmesinler. Biz, onlara sadece günahları daha daha artsın (da, haklarında Allah’ın hükmü tamamlansın) diye mühlet veriyoruz. Onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır.
179 Zaten Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak (size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir. Ancak O, dilediği rasûllerini seçer (ve onları dilediği ölçülerde gaybe vâkıf, kalblere muttalî kılar ve sizi tâbi tuttuğu imtihanı onlarla tamamlar). Şu halde siz, Allah’a ve O’nun rasûllerine iman edin. Eğer gerçekten iman eder ve takva dairesi içinde yaşarsanız, sizin için (keyfiyetini burada idrakiniz mümkün bulunmayan) çok büyük bir mükâfat vardır.
180 Allah’ın tamamen karşılıksız olarak kendilerine bol bol lütfettiği (servet, ilim, güçkuvvet gibi nimetlerde) cimrilik yapanlar sakın zannetmesinler ki, böyle davranmaları haklarında hayırlıdır. Hayır bu, onların hakkında sadece şerdir. Cimrilik edip yanlarında tuttukları o nimetler, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. (Neden böyle davranırlar ki,) gökler ve yer mutlak manâda Allah’ın mülküdür ve (her canlı ölüp gitmekte, dolayısıyla) hep O’na ait kalmaya devam etmektedir. Sonra Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
181 (Kendilerine “Allah’a güzel bir borç verin!” dendiğinde,) “Demek Allah fakir, biz ise zenginiz!” şeklinde konuşanların sözlerini Allah elbette işitmiştir. Onların bu konuşmaları gibi, bile bile ve hakhukuk tanımadan o bir kısım peygamberleri öldürmelerini, (atalarının bu cinayetlerini tasvip etmelerini) de yazacak ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.
182 “Düçar olduğunuz bu hâl, bizzat kendi ellerinizle Âhiret’e gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmedici değildir.”
183 Tutmuşlar bir de, “(Kabul edildiğinin alâmeti olarak gökten inecek bir) ateşin yakıp kor haline getirdiği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir rasûle inanmayacağımıza dair Allah bizden söz aldı.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Benden önce size, (Allah’ın rasûlü olduklarını apaçık gösteren) deliller ve mucizelerle, hem o söylediğiniz kurban mucizesiyle de pek çok rasûller geldi. Eğer bu iddianızda doğru ve samimî iseniz, o zaman o rasûlleri neden hep öldürdünüz?”
184 (Ey Rasûlüm!) Şimdi seni yalanlıyor (Allah’ın rasûlü olduğunu kabûl etmiyor) larsa, (hiç üzülüp tasalanma!) Senden önce de, (rasûl olduklarını gösteren) apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu Sahifeler ve (insanların kalblerini, zihinlerini ve yollarını) aydınlatan (Tevrat ve İncil gibi) kitap(lar)la pek çok rasûller geldi ve onlar da, aynı şekilde ret ve yalanlanmaya maruz kaldılar.
185 (Kimse, yaptıklarıyla hayatta devamlı kalacak değildir. Çünkü) her nefis ölümlüdür (ve dolayısıyla bir gün) ölümü mutlaka tadacaktır. O bakımdan (ey insanlar, dünyada ne yapmışsanız), karşılığı Kıyamet Günü size mutlaka tastamam ödenecektir. Artık kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e konursa, hiç şüphesiz o kazanmış ve muradına ermiştir. (Bilin ki) dünya hayatı, insanı aldatan bir geçimlikten başka bir şey değildir.
186 (Öyleyse ey mü’minler, dünya hayatındaki gaye ve hikmetin gereği olarak fakirlik, hastalık ve daha başka musibetlere maruz kalma gibi sabır gerektiren ve zenginlik, sıhhat gibi şükür gerektiren hallerle) mallarınız ve canlarınız hususunda hiç şüphesiz imtihana tâbi tutulacak ve gerek sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a şirk koşanlardan kırıcı, incitici pek çok sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve (hem Allah’a iman ve itaat, hem de karşınızdakilere davranış noktasında) yanlışa düşmeden takva dairesi içinde kalabilirseniz, bilin ki bu azim, sebat, metanet gerektiren çok değerli bir iştir.
187 Vaktiyle Allah, kendilerine Kitap verilmiş olanlardan: Kitap’taki gerçekleri mutlaka açıklayacak, (bu arada, geleceği müjdelenen Âhir Zaman Peygamberi’ni) insanlara duyuracak ve bu gerçekleri gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı. Ama onlar, bunu hiç önemsemeyerek hemen kulak ardı ettiler; onu (mal, makam, şöhret gibi) çok küçük bir fiyata sattılar. Hakikaten ne kötü, ne zararlı bir alışveriş içindeler!
188 Sakın zannetme ki, yaptıklarıyla ve ellerine geçen (o pek önemsiz dünyalıkla) sevinen, ayrıca (“samimi dindar, Allah’ın Kanunu’nun koruyucuları, Allah’ın gerçek dostları” olarak anılmak gibi) asla muvaffak olamadıkları payeler ve yapmadıkları hizmetlerle anılıp övülmeyi arzulayan bu kimseler, evet sakın zannetme ki onlar, azaptan yakayı kurtarabileceklerdir. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
189 Çünkü Allah’ındır göklerin ve yerin mülkü ve hakimiyeti; ve Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
190 Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.
191 Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
192 “Rabbimiz, Sen kimi Ateş’e koyarsan, hiç şüphesiz onu rüsvay etmişsindir. (Göklerdeki ve yerdeki âyetleri görmeyerek veya onları bile bile görmezden gelerek itikadda şirke, düşüncede dalâlete ve davranışta yanlışlara dalan) zalimler için, (onları Ateş’e girmekten koruyacak) hiçbir yardımcı yoktur.
193 “Rabbimiz, hiç şüphesiz biz, ‘Rabbinize iman edin!’ diyerek, (durup dinlenmek bilmeden) gür bir davetle imana çağıran (çok şerefli) bir davetçiyi duyduk da, (davetine uyarak) hemen iman ettik. Rabbimiz, ne olur, artık Sen günahlarımızı bağışlayıver, kusurlarımızı örtüver ve vefatımızla bizi kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minlere (ebrar) dahil ediver!
194 “Rabbimiz! Ve rasûllerin vasıtasıyla bize va’dettiğin (mükâfatı, Cennet ve Cemalini) bize lütuf buyur ve bizi Kıyamet Günü’nde rüsvay etme. Şüphesiz ki Sen, asla sözünden dönmezsin.”
195 Onların, “Rabbimiz!” diyerek Kendisine el açıp dua ettikleri sonsuz lütuf, kerem ve merhamet sahibi) Rabbi, yaptıkları bu duayı şöyle kabul buyurdu: “Hiç şüphesiz Ben, erkek olsun kadın olsun, içinizde hep böyle hayırlı işlerle meşgul bulunan kimsenin yaptığını katiyen zayi etmem. (Erkeğinizle, kadınınızla) siz birbirinizdensiniz, (aynı yolun yolcusu ve yaptıklarının mükâfatını eksiksiz alacak kardeşlersiniz.) Öyle de, (Benim uğrumda) hicret eden, yurtlarından sürülen, yolumda her türlü eziyete katlanan, savaşan ve öldürülen her kim olursa olsun mutlaka kusurlarını örtecek ve hiç şüphesiz onları, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; (başkasından değil, size söz veren ve her şeye gücü yeten rahmeti sonsuz) Allah katından, (dolayısıyla şu anda hayal bile edemeyeceğiniz) bir karşılık olarak yapacağım bunu.” Elbette Allah katındadır mükâfatların en güzeli!
196 Sakın ola ki, o küfredenlerin (öyle küstahça, refah içinde ve) üstünmüşçesine memleket memleket dolaşıp durmaları seni aldatmasın.
197 Üzerinde durmaya bile değmez az bir geçimliktir o; hemen arkasından da, başlarını sokacakları yer olarak Cehennem gelir: ne de fena bir yatak!
198 Buna karşılık, (kendilerini yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve hayatlarını tanzim adına en güzel kanunları Din olarak gönderen) Rabbilerine karşı gelmekten sakınıp takvaya riayet edenler için ise, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır, hem de içlerinde sonsuzca kalmak üzere ve Allah katından bir ağırlama, ikram ve ziyafet olarak. Allah katında olan her şey, o kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minler için elbette daha hayırlıdır.
199 Kitap Ehli içinde de hiç kuşkusuz öyleleri var ki, Allah’a, size indirilen (Kur’ân)’a ve kendilerine indirilen (Tevrat’a, İncil’e) iman ederler, tam bir teslimiyet ve gönül ürpertisi içinde Allah’a boyun eğmişlerdir; ve Allah’ın âyetlerini az bir paha karşılığı satmazlar. Onlar da, mükâfatları Rabbileri katında olanlardır. Hiç şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
200 (Şimdi,) ey (bütün) iman edenler! (Allah yolunda başınıza gelenlere, ayrıca O’ nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma hususunda) sabredin; birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun ve sabırda yardımlaşın; Allah’a ibadet ve O’nun yolunda cihad mevzuunda sürekli uyanık, daima hazırlıklı ve tam bir dayanışma içinde bulunun; ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde kalın. Umulur ki, böylece (dünyada da Âhiret’te de) kurtuluşa ve gerçek mazhariyetlere erersiniz.
- الٓمٓۚ
- Elif lam mim
- اَللّٰهُ
- Allah ki
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- الْحَيُّ
- daima diri
- الْقَيُّومُۜ
- (yaratıklarını) koruyup yöneticidir
- نَزَّلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- بِالْحَقِّ
- hak ile
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
- kendinden öncekini
- وَاَنْزَلَ
- indirmişti
- التَّوْرٰيةَ
- Tevrat
- وَالْاِنْج۪يلَۙ
- ve İncil`i de
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- هُدًى
- yol gösterici olarak
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَاَنْزَلَ
- indirdi
- الْفُرْقَانَۜ
- Furkan`ı da
- اِنَّ
- muhakkak ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لَهُمْ
- onlara vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- شَد۪يدٌۜ
- çetin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَز۪يزٌ
- daima üstündür
- ذُوانْتِقَامٍ
- öc alandır
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah`a
- لَا يَخْفٰى
- gizli kalmaz
- عَلَيْهِ شَيْءٌ
- hiçbir şey
- فِي الْاَرْضِ
- yerde
- وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
- ve gökte
- هُوَ الَّذ۪ي
- O`dur
- يُصَوِّرُكُمْ
- sizi şekillendiren
- فِي الْاَرْحَامِ
- rahimlerde
- كَيْفَ
- gibi
- يَشَٓاءُۜ
- dilediği
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- هُوَ الَّـذ۪ٓي
- O
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- مِنْهُ
- Onun
- اٰيَاتٌ
- bazı ayetleri
- مُحْكَمَاتٌ
- muhkemdir (ki)
- هُنَّ
- onlar
- اُمُّ
- anasıdır
- الْكِتَابِ
- Kitabın
- وَاُخَرُ
- diğerleri de
- مُتَشَابِهَاتٌۜ
- müteşabihdir
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ
- olanlar
- ف۪ي قُلُوبِهِمْ
- kalblerinde
- زَيْغٌ
- eğrilik
- فَيَتَّبِعُونَ
- ardına düşerler
- مَا تَشَابَهَ
- müteşabihlerinin
- ابْتِغَٓاءَ
- çıkarmak
- الْفِتْنَةِ
- fitne
- وَابْتِغَٓاءَ
- bulmak için
- تَأْو۪يلِه۪ۚ
- onun te`vilini
- وَمَا
- oysa
- يَعْلَمُ
- bilmez
- تَأْو۪يلَهُٓ
- onun te`vilini
- اِلَّا
- başka kimse
- اللّٰهُۢ
- Allah`tan
- وَالرَّاسِخُونَ
- ileri gidenler
- فِي الْعِلْمِ
- ilimde
- يَقُولُونَ
- derler
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِه۪ۙ
- Ona
- كُلٌّ
- hepsi
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- رَبِّنَاۚ
- Rabbimiz
- وَمَا يَذَّكَّرُ
- düşünüp öğüt almaz
- اِلَّٓا
- başkası
- اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
- sağduyu sahiplerinden
- رَبَّنَا
- (Onlar derler ki) Rabbimiz
- لَا تُزِغْ
- eğriltme
- قُلُوبَنَا
- kalblerimizi
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ هَدَيْتَنَا
- bizi doğru yola ilettikten
- وَهَبْ لَنَا
- bize ver
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- رَحْمَةًۚ
- bir rahmet
- اِنَّكَ
- kuşkusuz sen
- اَنْتَ
- yalnız sen
- الْوَهَّابُ
- çok bağış yapansın
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen mutlaka
- جَامِعُ
- toplayacaksın
- النَّاسِ
- insanları
- لِيَوْمٍ
- bir günde
- لَا رَيْبَ
- asla şüphe olmayan
- ف۪يهِۜ
- kendisinde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُخْلِفُ
- dönmez
- الْم۪يعَادَ۟
- sözünden
- اِنَّ
- şüphesiz var ya
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamaz
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de çocukları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمْ
- onlar
- وَقُودُ
- yakıtıdırlar
- النَّارِۙ
- ateşin
- كَدَأْبِ
- durumu gibi
- اٰلِ
- ailesinin
- فِرْعَوْنَۙ
- Fir`avn
- وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
- ve onlardan öncekilerin
- كَذَّبُوا
- onlar da yalanladılar
- بِاٰيَاتِنَاۚ
- ayetlerimizi
- فَاَخَذَهُمُ
- onları yakaladı
- اللّٰهُ
- Allah da
- بِذُنُوبِهِمْۜ
- günahlarıyla
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- شَد۪يدُ
- çetindir
- الْعِقَابِ
- cezası
- قُلْ
- söyle
- لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- سَتُغْلَبُونَ
- yenileceksiniz
- وَتُحْشَرُونَ
- ve sürüleceksiniz
- اِلٰى جَهَنَّمَۜ
- cehenneme
- وَبِئْسَ
- (orası) ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir döşektir
- قَدْ
- muhakak
- كَانَ لَكُمْ
- sizin için vardır
- اٰيَةٌ
- bir ibret
- ف۪ي فِئَتَيْنِ
- şu iki toplulukta
- الْتَقَتَاۜ
- karşılaşan
- فِئَةٌ
- bir topluluk
- تُقَاتِلُ
- çarpışıyordu
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَاُخْرٰى
- öteki de
- كَافِرَةٌ
- nankördü
- يَرَوْنَهُمْ
- onları görüyorlardı
- مِثْلَيْهِمْ
- kendilerinin iki katı
- رَأْيَ الْعَيْنِۜ
- gözleriyle
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُؤَيِّدُ
- destekler
- بِنَصْرِه۪
- yardımıyle
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَعِبْرَةً
- bir ibret vardır
- لِاُو۬لِي
- olanlar için
- الْاَبْصَارِ
- gözleri
- زُيِّنَ
- süslü (cazip) gösterildi
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- حُبُّ
- aşırı düşkünlük
- الشَّهَوَاتِ
- zevklere
- مِنَ النِّسَٓاءِ
- kadınlardan
- وَالْبَن۪ينَ
- oğullardan
- وَالْقَنَاط۪يرِ
- kantarlarca
- الْمُقَنْطَرَةِ
- yığılmış
- مِنَ الذَّهَبِ
- altından
- وَالْفِضَّةِ
- ve gümüşten
- وَالْخَيْلِ
- atlardan
- الْمُسَوَّمَةِ
- salma
- وَالْاَنْعَامِ
- davarlardan
- وَالْحَرْثِۜ
- ve ekinlerden (gelen)
- ذٰلِكَ
- bunlar (sadece)
- مَتَاعُ
- geçimidir
- الْحَيٰوةِ
- hayatının
- الدُّنْيَاۚ
- dünya
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- عِنْدَهُ
- yanındadır
- حُسْنُ
- güzel
- الْمَاٰبِ
- varılacak yer
- قُلْ
- de ki
- اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ
- size söyleyeyim mi?
- بِخَيْرٍ
- daha iyisini
- مِنْ ذٰلِكُمْۜ
- bunlardan
- لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korunanlar için vardır
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَا
- içinde
- وَاَزْوَاجٌ
- ve eşler
- مُطَهَّرَةٌ
- tertemiz
- وَرِضْوَانٌ
- ve rızası
- مِنَ اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görür
- بِالْعِبَادِۚ
- kullarını
- الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ
- (onlar ki) derler
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَٓا
- gerçekten biz
- اٰمَنَّا
- inandık
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِۚ
- ateş
- اَلصَّابِر۪ينَ
- sabredenlerdir
- وَالصَّادِق۪ينَ
- sadık olanlardır
- وَالْقَانِت۪ينَ
- gönülden itaat edenlerdir
- وَالْمُنْفِق۪ينَ
- infak edenlerdir
- وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ
- istiğfar edenlerdir
- بِالْاَسْحَارِ
- ve seherlerde
- شَهِدَ
- şahiddir (ki)
- اللّٰهُ
- Allah
- اَنَّهُ
- şüphesiz
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- وَالْمَلٰٓئِكَةُ
- ve melekler
- وَاُو۬لُوا
- ve sahipleri
- الْعِلْمِ
- ilim
- قَٓائِماً
- gözeten
- بِالْقِسْطِۜ
- adaletle
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُۜ
- hakimdir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الدّ۪ينَ
- din
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِ
- Allah
- الْاِسْلَامُ۠
- İslamdır
- وَمَا اخْتَلَفَ
- ayrılığa düştüler
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanlar
- الْكِتَابَ
- Kitap
- اِلَّا
- (kendilerine) sadece
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- geldikten
- الْعِلْمُ
- ilim
- بَغْياً
- aşırılık yüzünden
- بَيْنَهُمْۜ
- aralarındaki
- وَمَنْ
- kim
- يَكْفُرْ
- inkar ederse
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- فَاِنَّ
- (bilsin ki) şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- فَاِنْ
- eğer
- حَٓاجُّوكَ
- seninle tartışmaya girişirlerse
- فَقُلْ
- de ki
- اَسْلَمْتُ
- ben teslim ettim
- وَجْهِيَ
- özümü
- لِلّٰهِ
- Allah`a
- وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ
- bana uyanlar da
- وَقُلْ
- ve de ki
- لِلَّذ۪ينَ
- kendilerine
- اُو۫تُوا
- verilenlere
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْاُمِّيّ۪نَ
- ve ümmilere
- ءَاَسْلَمْتُمْۜ
- Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?
- اَسْلَمُوا
- İslam olurlarsa
- فَقَدِ
- muhakkak
- اهْتَدَوْاۚ
- doğru yolu bulmuşlardır
- وَاِنْ
- yok eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّمَا
- artık
- عَلَيْكَ
- sana düşen
- الْبَلَاغُۜ
- sadece duyurmaktır
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulları(nın yaptıklarını)
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ
- inkar edenler
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler (var ya)
- الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ
- emredenleri
- بِالْقِسْطِ
- adaleti
- مِنَ النَّاسِۙ
- insanlar arasında
- فَبَشِّرْهُمْ
- onlara müjdele
- بِعَذَابٍ
- bir azabı
- اَل۪يمٍ
- acı
- اُو۬لٰٓئِكَ
- böylece
- الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
- boşa çıkmıştır
- اَعْمَالُهُمْ
- onların yaptıkları
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- hiçbir yardımcıları
- اَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanları
- نَص۪يباً
- bir (nasip) pay
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- يُدْعَوْنَ
- çağırılıyorlar da
- اِلٰى كِتَابِ
- Kitabına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِيَحْكُمَ
- hüküm versin diye
- بَيْنَهُمْ
- aralarında
- ثُمَّ
- sonra
- يَتَوَلّٰى
- dönüyorlar
- فَر۪يقٌ
- bir topluluk
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَهُمْ مُعْرِضُونَ
- yüz çevirerek
- ذٰلِكَ
- bu (hareketleri)
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- demelerindendir
- لَنْ تَمَسَّنَا
- bize dokunmayacak
- النَّارُ
- ateş
- اِلَّٓا
- başka
- اَيَّاماً
- birkaç günden
- مَعْدُودَاتٍۖ
- sayılı
- وَغَرَّهُمْ
- onları yanıltmıştır
- ف۪ي د۪ينِهِمْ
- dinlerinde
- مَا كَانُوا
- şeyler
- يَفْتَرُونَ
- uydurdukları
- فَكَيْفَ
- peki nasıl (olacak)?
- اِذَا
- zaman
- جَمَعْنَاهُمْ
- topladığımız
- لِيَوْمٍ
- bir gün için
- لَا رَيْبَ
- hiç şüphe olmayan
- ف۪يهِ
- onda
- وَوُفِّيَتْ
- ve tastamam verilip
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkesin
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onların
- لَا يُظْلَمُونَ
- zulme uğratılmadığı
- قُلِ
- de ki
- اللّٰهُمَّ
- Allah`ım
- مَالِكَ
- sahibi
- الْمُلْكِ
- mülkün
- تُؤْتِي
- sen verirsin
- الْمُلْكَ
- mülkü
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğine
- وَتَنْزِعُ
- alırsın
- مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ
- dilediğinden
- وَتُعِزُّ
- yükseltirsin
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَتُذِلُّ
- alçaltırsın
- مَنْ تَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- بِيَدِكَ
- senin elindedir
- الْخَيْرُۜ
- Hayır (mal)
- اِنَّكَ
- şüphesiz sen
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirsin
- تُولِجُ
- sokarsın
- الَّيْلَ
- geceyi
- فِي النَّهَارِ
- gündüze
- وَتُولِجُ
- sokarsın
- النَّهَارَ
- gündüzü
- فِي الَّيْلِۘ
- geceye
- وَتُخْرِجُ
- çıkarırsın
- الْحَيَّ
- diri
- مِنَ الْمَيِّتِ
- ölüden
- الْمَيِّتَ
- ölü
- مِنَ الْحَيِّۘ
- diriden
- وَتَرْزُقُ
- rızıklandırırsın
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- لَا يَتَّخِذِ
- edinmesin
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اَوْلِيَٓاءَ
- dost
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- الْمُؤْمِن۪ينَۚ
- inananları
- وَمَنْ
- kim
- يَفْعَلْ
- yaparsa
- ذٰلِكَ
- böyle
- فَلَيْسَ
- kalmaz (değildir)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah ile
- ف۪ي شَيْءٍ
- bir dostluğu (şey)
- اِلَّٓا
- ancak başka
- اَنْ تَتَّقُوا
- korunmanız
- مِنْهُمْ
- onlardan
- تُقٰيةًۜ
- (gelebilecek) tehlikeden
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sizi sakındırır
- اللّٰهُ
- Allah
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`adır
- الْمَص۪يرُ
- dönüş
- قُلْ
- de ki
- اِنْ تُخْفُوا
- gizleseniz de
- مَا
- olanı
- ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizde
- اَوْ
- veya
- تُبْدُوهُ
- açığa vursanız da
- يَعْلَمْهُ
- onu bilir
- اللّٰهُۜ
- Allah
- وَيَعْلَمُ
- bilir
- فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا
- olanı
- فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- يَوْمَ
- O gün
- تَجِدُ
- bulacaktır
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- nefis
- مَا عَمِلَتْ
- yaptığı
- مِنْ خَيْرٍ
- her hayrı
- مُحْضَراًۚۛ
- hazır
- وَمَا عَمِلَتْ
- işlediği
- مِنْ سُٓوءٍۚۛ
- her kötülüğü de
- تَوَدُّ
- ister
- لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا
- O kötülükle
- وَبَيْنَهُٓ
- kendisi arasında
- اَمَداً
- bir mesafe
- بَع۪يداًۜ
- uzak
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sakındırıyor
- اللّٰهُ
- Allah sizi
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاللّٰهُ
- Allah
- رَؤُ۫فٌ
- şefkatlidir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulllarına
- قُلْ
- de ki
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- siz
- تُحِبُّونَ
- seviyorsanız
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاتَّبِعُون۪ي
- bana uyun ki
- يُحْبِبْكُمُ
- sizi sevsin
- اللّٰهُ
- Allah da
- وَيَغْفِرْ
- ve bağışlasın
- لَكُمْ
- sizin
- ذُنُوبَكُمْۜ
- günahlarınızı
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- bağışlayandır
- رَح۪يمٌ
- esirgeyendir
- قُلْ
- de ki
- اَط۪يعُوا
- ita`at edin
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَۚ
- ve Elçiye
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰٓى
- seçip üstün kıldı
- اٰدَمَ
- Adem`i
- وَنُوحاً
- Nuh`u
- وَاٰلَ
- ailesini
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَاٰلَ
- ve ailesini
- عِمْرٰنَ
- İmran
- عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
- alemlere
- ذُرِّيَّةً
- (Bunlar) türeyen nesil(ler)dir
- بَعْضُهَا
- bazısı (birbirinden)
- مِنْ بَعْضٍۜ
- bazısından
- وَاللّٰهُ
- Allah
- سَم۪يعٌ
- işitendir
- عَل۪يمٌۚ
- bilendir
- اِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- امْرَاَتُ
- karısı
- عِمْرٰنَ
- İmran`ın
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- نَذَرْتُ
- adadım
- لَكَ
- sana
- مَا
- olanı
- ف۪ي بَطْن۪ي
- karnımda
- مُحَرَّراً
- tam hür olarak
- فَتَقَبَّلْ
- kabul buyur
- مِنّ۪يۚ
- benden
- اِنَّكَ
- şüphesiz
- اَنْتَ
- sen
- السَّم۪يعُ
- işitensin
- الْعَل۪يمُ
- bilensin
- فَلَمَّا وَضَعَتْهَا
- onu doğurunca
- قَالَتْ
- şöyle söyledi
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- وَضَعْتُهَٓا
- onu doğurdum
- اُنْثٰىۜ
- kız
- وَاللّٰهُ
- Allah
- اَعْلَمُ
- bilirken
- بِمَا وَضَعَتْۜ
- onun ne doğurduğunu
- وَلَيْسَ
- değildir
- الذَّكَرُ
- erkek
- كَالْاُنْثٰىۚ
- kız gibi
- وَاِنّ۪ي
- doğrusu ben
- سَمَّيْتُهَا
- ona adını verdim
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَاِنّ۪ٓي
- şüphesiz ben
- اُع۪يذُهَا
- onu ısmarlıyorum
- بِكَ
- sana
- وَذُرِّيَّتَهَا
- ve soyunu
- مِنَ الشَّيْطَانِ
- şeytanın şerrinden
- الرَّج۪يمِ
- kovulmuş
- فَتَقَبَّلَهَا
- kabul buyurdu onu
- رَبُّهَا
- Rabbi
- بِقَبُولٍ
- kabulle (şekilde)
- حَسَنٍ
- güzel bir
- وَاَنْبَتَهَا
- ve onu yetiştirdi
- نَبَاتاً
- bir bitki gibi
- حَسَناًۙ
- güzel
- وَكَفَّلَهَا
- ve onun bakımını üstlendi
- زَكَرِيَّاۜ
- Zekeriyya da
- كُلَّمَا
- her
- دَخَلَ
- girdiğinde
- عَلَيْهَا
- onun yanına
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- الْمِحْرَابَۙ
- mihraba
- وَجَدَ
- bulurdu
- عِنْدَهَا
- yanında
- رِزْقاًۚ
- bir rızık
- قَالَ
- derdi
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اَنّٰى
- nereden?
- لَكِ
- sana
- هٰذَاۜ
- bu
- قَالَتْ
- (O da) derdi
- هُوَ
- Bu
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يَرْزُقُ
- rızık verir
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğine
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- هُنَالِكَ
- orada
- دَعَا
- du`a etmiş
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- رَبَّهُۚ
- Rabbine
- قَالَ
- demişti
- رَبِّ
- Rabbim
- هَبْ
- ver
- ل۪ي
- bana
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- ذُرِّيَّةً
- bir nesil
- طَيِّبَةًۚ
- temiz
- اِنَّكَ
- Sen
- سَم۪يعُ
- işitensin
- الدُّعَٓاءِ
- du`ayı
- فَنَادَتْهُ
- ona diye ünlediler
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- melekler
- وَهُوَ
- O (Zekeriyya)
- قَٓائِمٌ
- durmuş
- يُصَلّ۪ي
- namaz kılarken
- فِي الْمِحْرَابِۙ
- mabedde
- اَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكَ
- sana müjdeler
- بِيَحْيٰى
- Yahya`yı
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelimeyi
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَسَيِّداً
- efendi
- وَحَصُوراً
- nefsine hakim
- وَنَبِياًّ
- bir peygamber olacak
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden
- قَالَ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى يَكُونُ
- nasıl olur?
- ل۪ي
- benim
- غُلَامٌ
- oğlum
- وَقَدْ بَلَغَنِيَ
- bana gelip çatmış
- الْكِبَرُ
- ihtiyarlık
- وَامْرَاَت۪ي
- karım da
- عَاقِرٌۜ
- kısırken
- قَالَ
- (Allah) dedi
- كَذٰلِكَ
- öyle (ama)
- اللّٰهُ
- Allah
- يَفْعَلُ
- yapar
- مَا يَشَٓاءُ
- dilediğini
- قَالَ
- dedi
- رَبِّ
- Rabbim
- اجْعَلْ
- o halde (oğlum olacağına dair) ver
- ل۪ٓي
- bana
- اٰيَةًۜ
- bir alamet
- قَالَ
- (Allah) buyurdu ki
- اٰيَتُكَ
- senin alametin
- اَلَّا تُكَلِّمَ
- konuşamamandır
- النَّاسَ
- insanlarla
- ثَلٰثَةَ
- üç
- اَيَّامٍ
- gün
- اِلَّا
- başka
- رَمْزاًۜ
- işaretten
- وَاذْكُرْ
- an
- رَبَّكَ
- Rabbini
- كَث۪يراً
- çok
- وَسَبِّـحْ
- (O`nu) tesbih et
- بِالْعَشِيِّ
- akşam
- وَالْاِبْكَارِ۟
- sabah
- وَاِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰيكِ
- seni seçti
- وَطَهَّرَكِ
- temizledi
- وَاصْطَفٰيكِ
- ve seni üstün kıldı
- عَلٰى نِسَٓاءِ
- kadınlarına
- الْعَالَم۪ينَ
- dünyaların
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اقْنُت۪ي
- divan dur
- لِرَبِّكِ
- Rabbine
- وَاسْجُد۪ي
- secde et
- وَارْكَع۪ي
- ve (O`nun huzurunda) eğil
- مَعَ
- beraber
- الرَّاكِع۪ينَ
- eğilenlerle
- ذٰلِكَ
- (Ey Muhammed) Bunlar
- مِنْ اَنْـبَٓاءِ
- haberlerindendir
- الْغَيْبِ
- görünmez alemin
- نُوح۪يهِ
- vahyettiğimiz
- اِلَيْكَۜ
- sana
- وَمَا كُنْتَ
- sen değildin
- لَدَيْهِمْ
- onların yanında
- اِذْ يُلْقُونَ
- atarlarken
- اَقْلَامَهُمْ
- (kur`a) oklarını
- اَيُّهُمْ
- hangisi
- يَكْفُلُ
- kefil olacak diye
- مَرْيَمَۖ
- Meryem`e
- لَدَيْهِمْ
- yanlarında
- اِذْ يَخْتَصِمُونَ
- birbirleriyle çekiştikleri zaman da
- اِذْ
- hani
- قَالَتِ
- demişti
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكِ
- seni müjdeliyor
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelime ile
- مِنْهُۗ
- kendisinden
- اِسْمُهُ
- onun adı
- الْمَس۪يحُ
- Mesih`dir
- ع۪يسَى
- Îsa
- ابْنُ
- oğlu
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَج۪يهاً
- yüzde (şerefli)
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِ
- ahirette de
- وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
- ve (Allah`a) yakın olanlardandır
- وَيُكَلِّمُ
- konuşacak
- النَّاسَ
- insanlara
- فِي الْمَهْدِ
- beşikte
- وَكَهْلاً
- ve yetişkinlikte
- وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden olacaktır
- قَالَتْ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى
- nasıl
- يَكُونُ
- olur
- ل۪ي
- benim
- وَلَدٌ
- çocuğum
- وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي
- bana dokunmamışken
- بَشَرٌۜ
- bir beşer
- قَالَ
- dedi
- كَذٰلِكِ
- böylece
- اللّٰهُ
- Allah
- يَخْلُقُ
- yaratır
- مَا يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِذَا
- zaman
- قَضٰٓى
- istediği
- اَمْراً
- bir şey(in olmasını)
- فَاِنَّمَا
- sadece
- يَقُولُ
- der
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- `ol`
- فَيَكُونُ
- o da oluverir
- وَيُعَلِّمُهُ
- ona öğretecek
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- وَالْحِكْمَةَ
- Hikmeti
- وَالتَّوْرٰيةَ
- Tevrat`ı
- وَالْاِنْج۪يلَۚ
- ve İncil`i
- وَرَسُولاً
- Onu (şöyle diyen) bir elçi yapacak
- اِلٰى بَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اَنّ۪ي
- ben
- قَدْ
- doğrusu
- جِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْۙ
- Rabbinizden
- اَنّ۪ٓي
- ben
- اَخْلُقُ
- yaratırım
- لَكُمْ
- sizin için
- مِنَ الطّ۪ينِ
- çamurdan
- كَهَيْـَٔةِ
- şeklinde bir şey
- الطَّيْرِ
- kuş
- فَاَنْفُخُ
- üflerim
- ف۪يهِ
- ona
- فَيَكُونُ
- hemen oluverir
- طَيْراً
- bir kuş
- بِاِذْنِ
- izniyle
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- وَاُبْرِئُ
- iyileştiririm
- الْاَكْمَهَ
- körü
- وَالْاَبْرَصَ
- ve alacalıyı
- وَاُحْـيِ
- diriltirim
- الْمَوْتٰى
- ölüleri
- وَاُنَبِّئُكُمْ
- size haber veririm
- بِمَا تَأْكُلُونَ
- ne yeyip
- وَمَا تَدَّخِرُونَۙ
- ne biriktirdiğinizi
- ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ
- evlerinizde
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَاٰيَةً
- bir ibret vardır
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَۚ
- inanıyor
- وَمُصَدِّقاً
- (Ben) doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ
- benden önce gelen
- مِنَ التَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- وَلِاُحِلَّ
- ve helal yapayım (diye gönderildim)
- لَكُمْ
- size
- بَعْضَ
- bazı şeyleri
- الَّذ۪ي حُرِّمَ
- haram kılınan
- عَلَيْكُمْ
- size
- وَجِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- فَاتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَاَط۪يعُونِ
- bana ita`at edin
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- رَبّ۪ي
- benim de Rabbim
- وَرَبُّكُمْ
- sizin de Rabbinizdir
- فَاعْبُدُوهُۜ
- O`na kulluk edin
- هٰذَا
- budur
- صِرَاطٌ
- yol
- مُسْتَق۪يمٌ
- doğru
- فَلَمَّٓا اَحَسَّ
- sezince
- ع۪يسٰى
- Îsa
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْكُفْرَ
- inkarı
- قَالَ
- dedi
- مَنْ
- kimler
- اَنْصَار۪ٓي
- bana yardımcı olacak
- اِلَى
- yolunda
- اللّٰهِۜ
- Allah
- قَالَ
- dediler
- الْحَوَارِيُّونَ
- Havariler
- نَحْنُ
- Biz
- اَنْصَارُ
- yardımcılarıyız
- اللّٰهِۚ
- Allah(yolun)un
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِۚ
- Allah`a
- وَاشْهَدْ
- şahid ol
- بِاَنَّا
- biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِمَٓا اَنْزَلْتَ
- senin indirdiğine
- وَاتَّبَعْنَا
- uyduk
- الرَّسُولَ
- elçiye
- فَاكْتُبْنَا
- bizi yaz
- مَعَ
- beraber
- الشَّاهِد۪ينَ
- şahidlerle
- وَمَكَرُوا
- tuzak kurdular
- وَمَكَرَ
- onların tuzaklarına karşılık verdi
- اللّٰهُۜ
- Allah da
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- خَيْرُ
- en iyi
- الْمَاكِر۪ينَ۟
- tuzak kurandır
- اِذْ
- hani
- قَالَ
- demişti
- اللّٰهُ
- Allah
- يَا
- Ey
- ع۪يسٰٓى
- Îsa
- اِنّ۪ي
- ben
- مُتَوَفّ۪يكَ
- senin canını alacağım
- وَرَافِعُكَ
- seni yükselteceğim
- اِلَيَّ
- bana
- وَمُطَهِّرُكَ
- seni temizleyeceğim
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerden
- وَجَاعِلُ
- ve tutacağım
- الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ
- sana uyanları
- فَوْقَ
- üstünde
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerin
- اِلٰى
- kadar
- يَوْمِ
- gününe
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- اِلَيَّ
- bana olacaktır
- مَرْجِعُكُمْ
- dönüşünüz
- فَاَحْكُمُ
- ben hükmedeceğim
- بَيْنَكُمْ
- aranızda
- ف۪يمَا
- şeyler hakkında
- كُنْتُمْ
- sizin
- ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
- ayrılığa düştüğünüz
- فَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- فَاُعَذِّبُهُمْ
- onlara azabedeceğim
- عَذَاباً
- azapla
- شَد۪يداً
- şiddetli
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- olmayacaktır
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- yardımcıları da
- وَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- İnanıp
- وَعَمِلُوا
- yapanlara da
- الصَّالِحَاتِ
- iyi şeyler
- فَيُوَفّ۪يهِمْ
- (Allah) tam olarak verecektir
- اُجُورَهُمْۜ
- mükafatlarını
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimleri
- ذٰلِكَ
- işte bu
- نَتْلُوهُ
- okuduğumuz
- عَلَيْكَ
- sana
- مِنَ الْاٰيَاتِ
- o ayetlerden
- وَالذِّكْرِ
- ve Zikir(Kitap)dandır
- الْحَك۪يمِ
- o hikmetli
- اِنَّ
- şüphesiz
- مَثَلَ
- durumu
- ع۪يسٰى
- Îsa`nın
- عِنْدَ
- göre
- اللّٰهِ
- Allah`a
- كَمَثَلِ
- durumu gibidir
- اٰدَمَۜ
- Adem`in
- خَلَقَهُ
- Onu yarattı
- مِنْ تُرَابٍ
- topraktan
- ثُمَّ
- sonra
- قَالَ
- dedi
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- Ol!
- فَيَكُونُ
- artık olur
- اَلْحَقُّ
- (Bu,) gerçektir
- مِنْ رَبِّكَ
- Rabbinden gelen
- فَلَا تَكُنْ
- öyle ise olma
- مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
- kuşkulananlardan
- فَمَنْ
- kim
- حَٓاجَّكَ
- seninle tartışmaya kalkarsa
- ف۪يهِ
- oun hakkında
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَكَ
- sana gelen
- مِنَ الْعِلْمِ
- ilimden
- فَقُلْ
- de ki
- تَعَالَوْا
- gelin
- نَدْعُ
- çağıralım
- اَبْنَٓاءَنَا
- oğullarımızı
- وَاَبْنَٓاءَكُمْ
- ve oğullarınızı
- وَنِسَٓاءَنَا
- kadınlarımızı
- وَنِسَٓاءَكُمْ
- ve kadınlarınızı
- وَاَنْفُسَنَا
- kendimizi
- وَاَنْفُسَكُمْ
- ve kendinizi
- ثُمَّ
- sonra
- نَبْتَهِلْ
- gönülden la`netle du`a edelim de
- فَنَجْعَلْ
- atalım (kılalım)
- لَعْنَتَ
- la`netini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- عَلَى
- üstüne
- الْكَاذِب۪ينَ
- yalancıların
- اِنَّ
- işte
- هٰذَا
- budur
- لَهُوَ
- (Îsa hakkındaki) o
- الْقَصَصُ
- kıssa (öykü)
- الْحَقُّۚ
- gerçek
- وَمَا
- yoktur
- مِنْ اِلٰهٍ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۜ
- Allah`tan
- وَاِنَّ
- elbette
- اللّٰهَ
- Allah
- لَهُوَ الْعَز۪يزُ
- aziz (kesin galib)
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
- bozguncuları
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- تَعَالَوْا
- gelin
- اِلٰى كَلِمَةٍ
- bir kelimeye
- سَوَٓاءٍ
- eşit olan
- بَيْنَنَا
- bizim aramızda
- وَبَيْنَكُمْ
- ve sizin aranızda
- اَلَّا نَعْبُدَ
- ibadet etmeyelim
- اِلَّا
- başkasına
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَلَا نُشْرِكَ
- ortak koşmayalım
- بِه۪
- O`na
- شَيْـٔاً
- hiçbirşeyi
- وَلَا يَتَّخِذَ
- edinmeyelim
- بَعْضُنَا
- bazımız
- بَعْضاً
- bazımızı
- اَرْبَاباً
- tanrılar
- مِنْ دُونِ
- başka
- اللّٰهِۜ
- Allah`tan
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- yüz çevirirlerse
- فَقُولُوا
- deyin
- اشْهَدُوا
- şahid olun
- بِاَنَّا
- şüphesiz biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- يَٓا
- ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- neden
- تُحَٓاجُّونَ
- tartışıyorsunuz
- ف۪ٓي
- hakkında
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَمَٓا اُنْزِلَتِ
- oysa indirilmiştir
- التَّوْرٰيةُ
- Tevrat da
- وَالْاِنْج۪يلُ
- İncil de
- اِلَّا
- ancak
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- ondan sonra
- اَفَلَا تَعْقِلُونَ
- Düşünmüyor musunuz?
- هَٓا اَنْتُمْ
- haydi siz
- هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
- böylesiniz
- حَاجَجْتُمْ
- tartıştınız
- ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪
- olan şey hakkında
- عِلْمٌ
- biraz bilginiz
- فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ
- ama neden tartışıyorsunuz?
- ف۪يمَا
- hakkında
- لَيْسَ
- olmayan
- لَكُمْ بِه۪
- hiçbir
- عِلْمٌۜ
- bilginiz
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يَعْلَمُ
- bilir
- وَاَنْتُمْ
- siz
- لَا تَعْلَمُونَ
- bilmezsiniz
- مَا كَانَ
- değildi
- اِبْرٰه۪يمُ
- İbrahim
- يَهُودِياًّ
- ne yahudi
- وَلَا نَصْرَانِياًّ
- ne de hıristiyan
- وَلٰكِنْ
- fakat
- كَانَ
- idi
- حَن۪يفاً
- dosdoğru
- مُسْلِماًۜ
- bir müslüman
- وَمَا كَانَ
- değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- müşriklerden de
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوْلَى
- en yakın olanı
- النَّاسِ
- insanların
- بِاِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ
- ona uyanlar
- وَهٰذَا
- bu
- النَّبِيُّ
- peygamber
- وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
- ve mü`minlerdir
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- وَلِيُّ
- dostudur
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlerin
- وَدَّتْ
- istedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ
- sizi saptırsınlar
- وَمَا
- oysa
- يُضِلُّونَ
- saptırıyorlar
- اِلَّٓا
- sadece
- اَنْفُسَهُمْ
- kendilerini
- وَمَا يَشْعُرُونَ
- fakat farkında değiller
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- niçin inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
- (gerçeği) gördüğünüz halde
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- niçin
- تَلْبِسُونَ
- karıştırıyorsunuz
- الْحَقَّ
- hakkı
- بِالْبَاطِلِ
- batıla
- وَتَكْتُمُونَ
- ve gizliyorsunuz
- الْحَقَّ
- gerçeği
- وَاَنْتُمْ
- siz
- تَعْلَمُونَ۟
- bildiğiniz halde
- وَقَالَتْ
- dedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اٰمِنُوا
- inanın
- بِالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ
- indirilmiş olana
- عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlara
- وَجْهَ
- önünde
- النَّهَارِ
- günün
- وَاكْفُرُٓوا
- inkar edin
- اٰخِرَهُ
- sonunda da
- لَعَلَّهُمْ
- belki onlar
- يَرْجِعُونَۚ
- dönerler
- وَلَا تُؤْمِنُٓوا
- güvenmeyin (dediler)
- اِلَّا
- başkasına
- لِمَنْ تَبِـعَ
- uyandan
- د۪ينَكُمْۜ
- sizin dininize
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْهُدٰى
- Hidayet
- هُدَى
- hidayetidir
- اللّٰهِۙ
- Allah`ın
- اَنْ يُؤْتٰٓى
- verilmesinden (ötürü mü böyle söylüyorsunuz)
- اَحَدٌ
- birine
- مِثْلَ
- benzerinin
- مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ
- size verilenin
- اَوْ
- veya
- يُحَٓاجُّوكُمْ
- (aleyhinize) deliller getireceklerinden
- عِنْدَ
- huzurunda
- رَبِّكُمْۜ
- Rabbinizin
- الْفَضْلَ
- Lutuf
- بِيَدِ
- elindedir
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- يُؤْت۪يهِ
- onu verir
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- وَاسِعٌ
- (lutfu) geniştir
- عَل۪يمٌۚ
- (O her şeyi) bilendir
- يَخْتَصُّ
- has kılar
- بِرَحْمَتِه۪
- Rahmetini
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُو
- sahibidir
- الْفَضْلِ
- lutuf ve ikram
- الْعَظ۪يمِ
- büyük
- وَمِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- مَنْ
- öylesi vardır ki
- اِنْ
- eğer
- تَأْمَنْهُ
- ona emanet bıraksan
- بِقِنْطَارٍ
- yüklerle mal
- يُؤَدِّه۪ٓ
- onu öder
- اِلَيْكَۚ
- sana
- وَمِنْهُمْ
- onlardan
- مَنْ
- öylesi de vardır ki
- تَأْمَنْهُ
- ona versen
- بِد۪ينَارٍ
- bir dinar
- لَا يُؤَدِّه۪ٓ
- onu ödemez
- اِلَيْكَ
- sana
- اِلَّا مَا دُمْتَ
- devamlı olarak
- عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ
- başına dikilmeden
- ذٰلِكَ
- bu
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- dedikleri içindir
- لَيْسَ
- yoktur
- عَلَيْنَا
- bize
- فِي الْاُمِّيّ۪نَ
- ümmilere karşı
- سَب۪يلٌۚ
- bir yol (sorumluluk)
- وَيَقُولُونَ
- ve söylüyorlar
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- بَلٰى
- Hayır
- مَنْ
- kim
- اَوْفٰى
- yerine getirir
- بِعَهْدِه۪
- sözünü
- وَاتَّقٰى
- ve (günahtan) korunursa
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَّق۪ينَ
- korunanları
- اِنَّ
- Fakat
- الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ
- satanlar var ya
- بِعَهْدِ
- verdikleri sözü
- اللّٰهِ
- Allah`a
- وَاَيْمَانِهِمْ
- ve yeminlerini
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاً
- az bir
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَا خَلَاقَ
- bir payı yoktur
- لَهُمْ
- onların
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- وَلَا يُكَلِّمُهُمُ
- onlara konuşmayacak
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلَا يَنْظُرُ
- bakmayacak
- اِلَيْهِمْ
- onlara
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِ
- kıyamet
- وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ
- ve onları yüceltmeyecektir
- وَلَهُمْ
- Onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَاِنَّ
- ve şüphesiz
- مِنْهُمْ
- onlardan
- لَفَر۪يقاً
- bir grup var ki
- يَلْوُ۫نَ
- eğip bükerler
- اَلْسِنَتَهُمْ
- dillerini
- بِالْكِتَابِ
- Kitapla
- لِتَحْسَبُوهُ
- siz sanasınız diye
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- وَمَا هُوَ
- olmayan bir şeyi
- مِنَ الْكِتَابِۚ
- Kitapta
- وَيَقُولُونَ
- ve derler
- هُوَ
- o
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا هُوَ
- Oysa o değildir
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۚ
- Allah
- وَيَقُولُونَ
- söylerler
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- مَا كَانَ
- yakışmaz ki
- لِبَشَرٍ
- hiçbir insana
- اَنْ يُؤْتِيَهُ
- ona versin de
- اللّٰهُ
- Allah
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحُكْمَ
- hüküm (hikmet)
- وَالنُّبُوَّةَ
- ve peygamberlik
- ثُمَّ
- sonra (o kalksın)
- يَقُولَ
- desin
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- كُونُوا
- olun
- عِبَاداً
- kullar
- ل۪ي
- bana
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- اللّٰهِ
- Allah`ı
- وَلٰكِنْ
- fakat (der ki)
- رَبَّانِيّ۪نَ
- Rabba halis kullar
- بِمَا
- şeyler gereğince
- كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ
- okuduğunuz
- وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
- öğrettiğiniz
- وَلَا يَأْمُرَكُمْ
- Ve size emretmez
- اَنْ تَتَّخِذُوا
- edinin diye
- الْمَلٰٓئِكَةَ
- Melekleri
- وَالنَّبِيّ۪نَ
- ve peygamberleri
- اَرْبَاباًۜ
- tanrılar
- اَيَأْمُرُكُمْ
- size emreder mi?
- بِالْكُفْرِ
- inkarı
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ
- olduktan
- اَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ۟
- müslüman
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- şöyle söz
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberlerden
- لَـمَٓا
- bakın
- اٰتَيْتُكُمْ
- size verdim
- مِنْ كِتَابٍ
- Kitap
- وَحِكْمَةٍ
- ve hikmet
- ثُمَّ
- imdi
- جَٓاءَكُمْ
- geldiğinde
- رَسُولٌ
- bir peygamber
- مُصَدِّقٌ
- doğrulayıcı
- لِمَا مَعَكُمْ
- yanınızda bulunan(Kitap)ı
- لَتُؤْمِنُنَّ
- mutlaka inanacak
- بِه۪
- ona
- وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ
- ve ona mutlaka yardım edeceksiniz
- قَالَ
- demişti
- ءَاَقْرَرْتُمْ
- bunu kabul ettiniz mi?
- وَاَخَذْتُمْ
- ve aldınız mı?
- عَلٰى
- üzerinize
- ذٰلِكُمْ
- bu hususta
- اِصْر۪يۜ
- ağır ahdimi
- قَالُٓوا
- dediler
- اَقْرَرْنَاۜ
- kabul ettik
- قَالَ
- dedi
- فَاشْهَدُوا
- o halde tanık olun
- وَاَنَا۬
- ben de
- مَعَكُمْ
- sizinle beraber
- مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
- tanık olanlardanım
- فَمَنْ
- artık kim
- تَوَلّٰى
- dönerse
- بَعْدَ
- sonra
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْفَاسِقُونَ
- fasıklardır
- اَفَغَيْرَ
- başkasını mı
- د۪ينِ
- dininden
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- يَبْغُونَ
- arıyorlar
- وَلَهُٓ
- oysa O`na
- اَسْلَمَ
- teslim olmuştur
- مَنْ فِي
- olanların hepsi
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَالْاَرْضِ
- ve yerde
- طَوْعاً
- ister
- وَكَرْهاً
- istemez
- وَاِلَيْهِ
- ve O`na
- يُرْجَعُونَ
- döndürüleceklerdir
- قُلْ
- de ki
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- عَلَيْنَا
- bize
- وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى
- ve indirilene
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- وَاِسْمٰع۪يلَ
- İsma`il`e
- وَاِسْحٰقَ
- İshak`a
- وَيَعْقُوبَ
- Ya`kub`a
- وَالْاَسْبَاطِ
- ve sıbtlara
- وَمَٓا اُو۫تِيَ
- verilene
- مُوسٰى
- Musa`ya
- وَع۪يسٰى
- Îsa`ya
- وَالنَّبِيُّونَ
- ve peygamberlere
- مِنْ رَبِّهِمْۖ
- Rableri tarafından
- لَا نُفَرِّقُ
- ayırım yapmayız
- بَيْنَ
- arasında
- اَحَدٍ
- hiçbirinin
- مِنْهُمْۘ
- onlar
- وَنَحْنُ
- biz
- لَهُ
- O`na
- مُسْلِمُونَ
- teslim olanlarız
- وَمَنْ
- kim
- يَبْتَغِ
- ararsa
- غَيْرَ
- başka
- الْاِسْلَامِ
- İslam`dan
- د۪يناً
- bir din
- فَلَنْ
- bilsin ki
- يُقْبَلَ
- (o din) kabul edilmeyecek
- مِنْهُۚ
- ondan
- وَهُوَ
- ve o
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
- kaybedenlerden olacaktır
- كَيْفَ
- nasıl
- يَهْدِي
- yol gösterir
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْماً
- bir topluma
- كَفَرُوا
- inkar eden
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- İman ettikten
- وَشَهِدُٓوا
- ve gördükten
- اَنَّ
- gerçekten
- الرَّسُولَ
- Resul`ün
- حَقٌّ
- hak olduğunu
- وَجَٓاءَهُمُ
- ve kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يَهْدِي
- doğru yola iletmez
- الْقَوْمَ
- toplumu
- الظَّالِم۪ينَ
- zalim
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların cezası
- اَنَّ
- gerçekten
- عَلَيْهِمْ
- onların üzerine olmasıdır
- لَعْنَةَ
- la`neti
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَالْمَلٰٓئِكَةِ
- meleklerin
- وَالنَّاسِ
- ve insanların
- اَجْمَع۪ينَۙ
- bütün
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklardır
- ف۪يهَاۚ
- O(la`net)in içinde
- لَا يُخَفَّفُ
- hafifletilmeyecek
- عَنْهُمُ
- onlardan
- الْعَذَابُ
- azab
- وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
- ve onlara asla fırsat verilmeyecektir
- اِلَّا
- ancak başka
- الَّذ۪ينَ تَابُوا
- tevbe edip
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- ذٰلِكَ
- ondan
- وَاَصْلَحُوا
- uslananlar
- فَاِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ
- çok esirgeyendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- onlar ki inkar ettiler
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- inandıktan
- ثُمَّ
- sonra
- ازْدَادُوا
- arttı
- كُفْراً
- inkarları
- لَنْ تُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- تَوْبَتُهُمْۚ
- onların tevbeleri
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الضَّٓالُّونَ
- sapıkların ta kendileridir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edip
- وَمَاتُوا
- ölenler
- وَهُمْ كُفَّارٌ
- kafir olarak
- فَلَنْ يُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- مِنْ اَحَدِهِمْ
- hiçbirinden
- مِلْءُ
- dolusu
- الْاَرْضِ
- dünya
- ذَهَباً
- altın
- وَلَوِ
- olsa dahi
- افْتَدٰى بِه۪ۜ
- fidye vermiş
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
- hiçbir yardımcıları
- لَنْ تَنَالُوا
- asla eremezsiniz
- الْبِرَّ
- iyiliğe
- حَتّٰى
- kadar
- تُنْفِقُوا
- (Allah için) harcayıncaya
- مِمَّا
- şeylerden
- تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz
- وَمَا تُنْفِقُوا
- ne harcarsanız
- مِنْ شَيْءٍ
- herhangi bir şeyden
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِه۪
- onu
- عَل۪يمٌ
- bilir
- كُلُّ
- bütün
- الطَّعَامِ
- yiyecekler
- كَانَ
- idi
- حِلاًّ
- helal
- لِبَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اِلَّا
- dışında
- مَا
- şeyler
- حَرَّمَ
- haram kıldığı
- اِسْرَٓائ۪لُ
- İsrail`in
- عَلٰى نَفْسِه۪
- kendisine
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تُنَزَّلَ
- indirilmeden
- التَّوْرٰيةُۜ
- Tevrat
- قُلْ
- de ki
- فَأْتُوا
- getirip
- بِالتَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- فَاتْلُوهَٓا
- okuyun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَمَنِ
- artık kim
- افْتَرٰى
- uydurursa
- عَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- مِنْ بَعْدِ
- sonra da
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الظَّالِمُونَ
- zalimlerdir
- قُلْ
- de ki
- صَدَقَ
- doğru söyledi
- اللّٰهُ
- Allah
- فَاتَّبِعُوا
- öyle ise uyun
- مِلَّةَ
- dinine
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- حَن۪يفاًۜ
- hanif (Allah`ı birleyici) olarak
- وَمَا كَانَ
- O değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- ortak koşanlardan
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوَّلَ
- ilk
- بَيْتٍ
- ev
- وُضِعَ
- (ma`bed olarak) kurulan
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ
- Mekke`de olandır
- مُبَارَكاً
- uğur, bereket
- وَهُدًى
- ve hidayet kaynağıdır
- لِلْعَالَم۪ينَۚ
- alemlere
- ف۪يهِ
- onda vardır
- اٰيَاتٌ
- deliller
- بَيِّنَاتٌ
- açık açık
- مَقَامُ
- Makamı
- اِبْرٰه۪يمَۚ
- İbrahim`in
- وَمَنْ
- kimse
- دَخَلَهُ
- ona giren
- كَانَ اٰمِناًۜ
- güvene erer
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ın bir hakkıdır
- عَلَى
- üzerinde
- النَّاسِ
- insanlar
- حِجُّ
- (gidip) haccetmesi
- الْبَيْتِ
- Ev`e
- مَنِ
- herkesin
- اسْتَطَاعَ
- gücü yeten
- اِلَيْهِ سَب۪يلاًۜ
- yoluna
- وَمَنْ
- kim
- كَفَرَ
- nankörlük ederse
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- غَنِيٌّ
- zengindir
- عَنِ الْعَالَم۪ينَ
- bütün alemlerden
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- neden inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِۗ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- شَه۪يدٌ
- tanık iken
- عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınıza
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَصُدُّونَ
- niçin çevirmeğe çalışıyorsunuz?
- عَنْ سَب۪يلِ
- yolundan
- اللّٰهِ
- Allah
- مَنْ
- kimseleri
- اٰمَنَ
- inanan
- تَبْغُونَهَا
- göstermeğe yeltenerek
- عِوَجاً
- eğri
- وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ
- gerçeğe tanık olduğunuz halde
- وَمَا
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- بِغَافِلٍ
- habersiz
- عَمَّا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ تُط۪يعُوا
- uyarsanız
- فَر۪يقاً
- gruba
- مِنَ
- herhangi bir
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi döndürüp
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- imanınızdan
- كَافِر۪ينَ
- kafir yaparlar
- وَكَيْفَ
- nasıl
- تَكْفُرُونَ
- inkar edersiniz
- وَاَنْتُمْ
- ve üstelik size
- تُتْلٰى
- okunmakta
- عَلَيْكُمْ
- size
- اٰيَاتُ
- ayetleri
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَف۪يكُمْ
- ve aranızda iken
- رَسُولُهُۜ
- O`nun Elçisi de
- وَمَنْ
- kim
- يَعْتَصِمْ
- sarılırsa
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- فَقَدْ
- muhakkak ki o
- هُدِيَ
- iletilmiştir
- اِلٰى صِرَاطٍ
- yola
- مُسْتَق۪يمٍ۟
- doğru
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- حَقَّ
- hakkıyla
- تُقَاتِه۪
- O`na yaraşır biçimde
- وَلَا تَمُوتُنَّ
- ölmeyin
- اِلَّا
- dışında
- وَاَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlar olmak
- وَاعْتَصِمُوا
- ve yapışın
- بِحَبْلِ
- ipine
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- جَم۪يعاً
- topluca
- وَلَا تَفَرَّقُواۖ
- ayrılmayın
- وَاذْكُرُوا
- hatırlayın
- نِعْمَتَ
- ni`metini
- عَلَيْكُمْ
- size olan
- اِذْ
- hani
- كُنْتُمْ
- siz idiniz
- اَعْدَٓاءً
- birbirinize düşman
- فَاَلَّفَ
- (Allah) uzlaştırdı
- بَيْنَ
- arasını
- قُلُوبِكُمْ
- kalblerinizin
- فَاَصْبَحْتُمْ
- haline geldiniz
- بِنِعْمَتِه۪ٓ
- O`un ni`metiyle
- اِخْوَاناًۚ
- kardeşler
- وَكُنْتُمْ
- siz bulunuyordunuz
- عَلٰى شَفَا
- kenarında
- حُفْرَةٍ
- bir çukurun
- مِنَ النَّارِ
- ateşten
- فَاَنْقَذَكُمْ
- (Allah) sizi kurtardı
- مِنْهَاۜ
- ondan
- كَذٰلِكَ
- böyle
- يُبَيِّنُ
- açıklıyor
- اللّٰهُ
- Allah
- لَكُمْ
- size
- اٰيَاتِه۪
- ayetlerini
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَهْتَدُونَ
- yola gelirsiniz
- وَلْتَكُنْ
- olsun
- مِنْكُمْ
- içinizden
- اُمَّةٌ
- bir topluluk
- يَدْعُونَ
- çağıran
- اِلَى الْخَيْرِ
- hayra
- وَيَأْمُرُونَ
- emredip
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`eden
- عَنِ الْمُنْكَرِۜ
- kötülükten
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْمُفْلِحُونَ
- kurtuluşa erenlerdir
- وَلَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ
- gibi
- تَفَرَّقُوا
- bölünüp
- وَاخْتَلَفُوا
- ihtilaf edenler
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- İşte onlar
- لَهُمْ
- (evet) onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌۙ
- büyük
- يَوْمَ
- O gün
- تَبْيَضُّ
- ağarır
- وُجُوهٌ
- bazı yüzler
- وَتَسْوَدُّ
- kararır
- وُجُوهٌۚ
- bazı yüzler
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ
- kararanlara
- وُجُوهُهُمْ۠
- yüzleri
- اَكَفَرْتُمْ
- inkar ettiniz ha? (denilir)
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- inanmanızdan
- فَذُوقُوا
- öyle ise tadın
- الْعَذَابَ
- azabı
- بِمَا كُنْتُمْ
- etmenize karşılık
- تَكْفُرُونَ
- inkar
- وَاَمَّا
- ise
- الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ
- ağaranlar
- وُجُوهُهُمْ
- yüzleri
- فَف۪ي
- içindedirler
- رَحْمَةِ
- rahmeti
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- تِلْكَ
- İşte onlar
- اٰيَاتُ
- ayetleridir
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- نَتْلُوهَا
- onları okuyoruz
- عَلَيْكَ
- sana
- بِالْحَقِّۜ
- gerçek ile
- وَمَا اللّٰهُ
- Allah
- يُر۪يدُ
- istemez
- ظُلْماً
- zulmetmek
- لِلْعَالَم۪ينَ
- alemlere
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde olanlar
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُرْجَعُ
- döndürülür
- الْاُمُورُ۟
- bütün işler
- كُنْتُمْ
- siz oldunuz
- خَيْرَ
- en hayırlı
- اُمَّةٍ
- bir ümmet
- اُخْرِجَتْ
- çıkarılmış
- لِلنَّاسِ
- insanlar için
- تَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَتَنْهَوْنَ
- men`edersiniz
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَتُؤْمِنُونَ
- ve inanırsınız
- بِاللّٰهِۜ
- Allah`a
- وَلَوْ
- eğer
- اٰمَنَ
- inanmış olsaydı
- اَهْلُ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَكَانَ
- elbette olurdu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar da var
- وَاَكْثَرُهُمُ
- ama çokları
- الْفَاسِقُونَ
- yoldan çıkmışlardır
- لَنْ يَضُرُّوكُمْ
- size zarar veremezler
- اِلَّٓا
- başka bir
- اَذًىۜ
- eziyetten
- وَاِنْ
- ve eğer
- يُقَاتِلُوكُمْ
- sizinle savaşsalar bile
- يُوَلُّوكُمُ
- size dönüp kaçarlar
- الْاَدْبَارَ۠
- arkalarını
- ثُمَّ
- sonra
- لَا يُنْصَرُونَ
- onlara yardım da edilmez
- ضُرِبَتْ
- vurulmuştur
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- الذِّلَّةُ
- alçaklık (damgası)
- اَيْنَ
- nerede
- مَا ثُقِفُٓوا
- olsalar
- اِلَّا
- meğer ki (sığınmış olsunlar)
- بِحَبْلٍ
- ahdine (ipine)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَحَبْلٍ
- ve ahdine (ipine)
- مِنَ النَّاسِ
- (inanan) insanların
- وَبَٓاؤُ۫
- uğradılar
- بِغَضَبٍ
- gazabına
- وَضُرِبَتْ
- ve vuruldu
- عَلَيْهِمُ
- üzerlerine
- الْمَسْكَنَةُۜ
- miskinlik damgası
- ذٰلِكَ
- böyle oldu
- بِاَنَّهُمْ
- çünkü onlar
- كَانُوا
- idiler
- يَكْفُرُونَ
- inkar ediyorlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürüyorlardı
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۜ
- haksız yere
- ذٰلِكَ
- ve çünkü
- بِمَا عَصَوْا
- isyan etmişlerdi
- وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
- haddi aşıyorlardı
- لَيْسُوا
- ama hepsi değildir
- سَوَٓاءًۜ
- aynı
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اُمَّةٌ
- bir topluluk da vardır
- قَٓائِمَةٌ
- ayakta durup
- يَتْلُونَ
- okuyarak
- اٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- اٰنَٓاءَ
- saatlerinde
- الَّيْلِ
- gece
- وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
- secdeye kapanan
- يُؤْمِنُونَ
- onlar inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَالْيَوْمِ
- ve gününe
- الْاٰخِرِ
- ahiret
- وَيَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`ederler
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَيُسَارِعُونَ
- koşarlar
- فِي الْخَيْرَاتِۜ
- hayır işlerine
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte onlar
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- iyilerdendir
- وَمَا يَفْعَلُوا
- yapacakları
- مِنْ خَيْرٍ
- hiçbir iyilik
- فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
- inkar edilmeyecektir
- وَاللّٰهُ
- Şüphesiz Allah
- عَل۪يمٌ
- bilmektedir
- بِالْمُتَّق۪ينَ
- (günahlardan) korunanları
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamayacaktır
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de evladları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şey
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- onlar
- اَصْحَابُ
- halkıdır
- النَّارِۚ
- ateş
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- مَثَلُ
- durumu
- مَا يُنْفِقُونَ
- harcadıkları malların
- ف۪ي هٰذِهِ
- bu
- الْحَيٰوةِ
- dünya
- الدُّنْيَا
- hayatında
- كَمَثَلِ
- benzer
- ر۪يحٍ
- bir rüzgara
- ف۪يهَا
- kendisine
- صِرٌّ
- dondurucu
- اَصَابَتْ
- vurup
- حَرْثَ
- ekinine
- قَوْمٍ
- bir topluluğun
- ظَلَمُٓوا
- zulmeden
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- فَاَهْلَكَتْهُۜ
- onu mahveden
- وَمَا ظَلَمَهُمُ
- onlara zulmetmedi
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلٰكِنْ
- fakat
- اَنْفُسَهُمْ
- onlar kendi kendilerine
- يَظْلِمُونَ
- zulmediyorlardı
- يَٓا اَيُّهَا
- ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَتَّخِذُوا
- edinmeyin
- بِطَانَةً
- kendinize dost
- مِنْ دُونِكُمْ
- kendinizden başkasını
- لَا يَأْلُونَكُمْ
- onlar sizi geri durmazlar
- خَبَالاًۜ
- bozmaktan
- وَدُّوا
- isterler
- مَا
- şeyleri
- عَنِتُّمْۚ
- size sıkıntı verecek
- قَدْ
- doğrusu
- بَدَتِ
- taşmaktadır
- الْبَغْضَٓاءُ
- öfke
- مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ
- onların ağızlarından
- وَمَا تُخْف۪ي
- gizledikleri (kin) ise
- صُدُورُهُمْ
- göğüslerinde
- اَكْـبَرُۜ
- daha büyüktür
- قَدْ
- elbette
- بَيَّنَّا
- açıkladık
- لَكُمُ
- size
- الْاٰيَاتِ
- ayetleri
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
- düşünürseniz
- هَٓا اَنْتُمْ
- İşte siz
- اُو۬لَٓاءِ
- öyle kimselersiniz ki
- تُحِبُّونَهُمْ
- onları seversiniz
- وَلَا يُحِبُّونَكُمْ
- halbuki onlar sizi sevmezler
- وَتُؤْمِنُونَ
- inanırsınız
- بِالْكِتَابِ
- Kitabın
- كُلِّه۪ۚ
- hepsine
- وَاِذَا
- zaman
- لَقُوكُمْ
- sizinle karşılaştıkları
- قَالُٓوا
- derler
- اٰمَنَّاۗ
- inandık
- خَلَوْا
- yalnız kaldıkları
- عَضُّوا
- ısırırlar
- عَلَيْكُمُ
- size karşı
- الْاَنَامِلَ
- parmak uçlarını
- مِنَ الْغَيْظِۜ
- öfkeden
- قُلْ
- de ki
- مُوتُوا
- ölün
- بِغَيْظِكُمْۜ
- öfkenizden
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنْ
- eğer
- تَمْسَسْكُمْ
- size dokunsa
- حَسَنَةٌ
- bir iyilik
- تَسُؤْهُمْۘ
- onları tasalandırır
- وَاِنْ
- ve eğer
- تُصِبْكُمْ
- size dokunsa
- سَيِّئَةٌ
- bir kötülük
- يَفْرَحُوا
- sevinirler
- بِهَاۜ
- ona
- وَاِنْ
- eğer
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- لَا يَضُرُّكُمْ
- size zarar vermez
- كَيْدُهُمْ
- onların tuzağı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şekilde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِمَا يَعْمَلُونَ
- onların yaptıklarını
- مُح۪يطٌ۟
- kuşatmıştır
- وَاِذْ
- hani
- غَدَوْتَ
- sen erkenden
- مِنْ اَهْلِكَ
- ailenden
- تُبَوِّئُ
- ayrılmıştın
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- مَقَاعِدَ
- yerleştiriyordun (üslerine)
- لِلْقِتَالِۜ
- savaş için
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- سَم۪يعٌ
- işitendi
- عَل۪يمٌۙ
- bilendi
- اِذْ هَمَّتْ
- o vakit yüz tutmuştu
- طَٓائِفَتَانِ
- iki takım
- مِنْكُمْ
- sizden
- اَنْ تَفْشَلَاۙ
- korkup bozulmaya
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- وَلِيُّهُمَاۜ
- kendilerinin dostu idi
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar
- وَلَقَدْ
- nitekim
- نَصَرَكُمُ
- size yardım etmişti
- اللّٰهُ
- Allah
- بِبَدْرٍ
- Bedir`de de
- وَاَنْتُمْ
- sizler
- اَذِلَّةٌۚ
- zayıf durumdayken
- فَاتَّقُوا
- O halde korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَشْكُرُونَ
- şükredersiniz
- اِذْ
- O zaman
- تَقُولُ
- sen diyordun
- لِلْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
- size yetmez mi?
- اَنْ يُمِدَّكُمْ
- size yardım etmesi
- رَبُّكُمْ
- Rabbinizin
- بِثَلٰثَةِ
- üç
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melek ile
- مُنْزَل۪ينَۜ
- indirilmiş
- بَلٰٓىۙ
- Evet
- اِنْ تَصْبِرُوا
- sabrederseniz
- وَتَتَّقُوا
- ve korunursanız
- وَيَأْتُوكُمْ
- üzerinize gelseler
- مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا
- onlar hemen şu dakikada
- يُمْدِدْكُمْ
- size yardım eder
- رَبُّكُمْ
- Rabbiniz
- بِخَمْسَةِ
- beş
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melekle
- مُسَوِّم۪ينَ
- nişanlı
- وَمَا جَعَلَهُ
- bunu yaptı
- اللّٰهُ
- Allah
- اِلَّا
- sırf
- بُشْرٰى
- müjde olsun
- لَكُمْ
- size
- وَلِتَطْمَئِنَّ
- ve güven bulsun diye
- قُلُوبُكُمْ
- kalbleriniz
- بِه۪ۜ
- bununla
- وَمَا
- doğrusu
- النَّصْرُ
- yardım
- اِلَّا
- yalnız
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- الْعَز۪يزِ
- daima galib
- الْحَك۪يمِۙ
- hüküm ve hikmet sahibi
- لِيَقْطَعَ
- kessin
- طَرَفاً
- bir kısmını
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerden
- اَوْ يَكْبِتَهُمْ
- ve perişan etsin de
- فَيَنْقَلِبُوا
- dönüp gitsinler diye
- خَٓائِب۪ينَ
- umutsuz olarak
- لَيْسَ
- yoktur
- لَكَ
- senin
- مِنَ الْاَمْرِ
- o konuda
- شَيْءٌ
- yapacağın bir şey
- اَوْ
- ya
- يَتُوبَ
- (Allah) tevbelerini kabul eder
- عَلَيْهِمْ
- onların
- اَوْ
- ya da
- يُعَذِّبَهُمْ
- onlara azab eder
- فَاِنَّهُمْ
- olduklarından dolayı
- ظَالِمُونَ
- zalim
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي
- olanlar
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي
- ve olanlar
- الْاَرْضِۜ
- yerde
- يَغْفِرُ
- (O) bağışlar
- لِمَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَيُعَذِّبُ
- azabeder
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ۟
- çok esirgeyendir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَأْكُلُوا
- yemeyin
- الرِّبٰٓوا
- riba
- اَضْعَافاً
- kat kat
- مُضَاعَفَةًۖ
- arttırarak
- وَاتَّقُوا
- korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تُفْلِحُونَۚ
- kurtuluşa erersiniz
- وَاتَّقُوا
- sakının
- النَّارَ
- ateşten
- الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْكَافِر۪ينَۚ
- kafirler için
- وَاَط۪يعُوا
- ita`at edin ki
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَ
- ve Elçiye
- لَعَلَّكُمْ
- size edilsin
- تُرْحَمُونَۚ
- merhamet
- وَسَارِعُٓوا
- koşun
- اِلٰى مَغْفِرَةٍ
- bir bağışlanmaya
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- وَجَنَّةٍ
- cennete
- عَرْضُهَا
- genişliği
- السَّمٰوَاتُ
- göklerle
- وَالْاَرْضُۙ
- ve yer kadar olan
- اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْمُتَّق۪ينَۙ
- korunanlar için
- الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ
- Onlar infak ederler
- فِي السَّرَّٓاءِ
- bollukta
- وَالضَّرَّٓاءِ
- ve darlıkta
- وَالْكَاظِم۪ينَ
- yutkunurlar
- الْغَيْظَ
- öfke(lerin)i
- وَالْعَاف۪ينَ
- affederler
- عَنِ النَّاسِۜ
- insanları
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَۚ
- güzel davrananları
- وَالَّذ۪ينَ
- Ve onlar
- اِذَا
- zaman
- فَعَلُوا
- yaptıkları
- فَاحِشَةً
- bir kötülük
- اَوْ
- ya da
- ظَلَمُٓوا
- zulmettikleri
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- ذَكَرُوا
- hatırlayarak
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاسْتَغْفَرُوا
- hemen bağışlanmasını dilerler
- لِذُنُوبِهِمْۖ
- günahlarının
- وَمَنْ
- kim
- يَغْفِرُ
- bağışlayabilir
- الذُّنُوبَ
- günahları da
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۖ
- Allah`tan
- وَلَمْ يُصِرُّوا
- ve onlar ısrar etmezler
- عَلٰى مَا فَعَلُوا
- yaptıkları hatalarında
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların mükafatı
- مَغْفِرَةٌ
- bağışlanma
- مِنْ رَبِّهِمْ
- Rableri tarafından
- وَجَنَّاتٌ
- cennetlerdir
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَاۜ
- içinde
- وَنِعْمَ
- ne güzeldir
- اَجْرُ
- ücreti
- الْعَامِل۪ينَۜ
- çalışanların
- قَدْ
- şüphesiz
- خَلَتْ
- uygulanmıştır
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce de
- سُنَنٌۙ
- yasalar
- فَس۪يرُوا
- dolaşın da
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- فَانْظُرُوا
- görün
- كَيْفَ
- nasıl
- كَانَ
- olduğunu
- عَاقِبَةُ
- sonunun
- الْمُكَذِّب۪ينَ
- yalanlayıcıların
- هٰذَا
- Bu
- بَيَانٌ
- bir açıklama
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَهُدًى
- yol gösterme
- وَمَوْعِظَةٌ
- ve öğüttür
- لِلْمُتَّق۪ينَ
- korunanlara
- وَلَا تَهِنُوا
- gevşemeyin
- وَلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyin
- وَاَنْتُمُ
- mutlaka siz
- الْاَعْلَوْنَ
- üstün geleceksiniz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
- inanıyorsanız
- اِنْ
- Eğer
- يَمْسَسْكُمْ
- size dokunduysa
- قَرْحٌ
- bir yara
- فَقَدْ
- muhakkak
- مَسَّ
- dokunmuştu
- الْقَوْمَ
- o topluluğa da
- مِثْلُهُۜ
- benzeri
- وَتِلْكَ
- işte o
- الْاَيَّامُ
- günler
- نُدَاوِلُهَا
- biz onları çevirip dururuz
- بَيْنَ
- arasında
- النَّاسِۚ
- insanlar
- وَلِيَعْلَمَ
- (bu) ortaya çıkarması
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَتَّخِذَ
- ve edinmesi içindir
- مِنْكُمْ
- sizden
- شُهَدَٓاءَۜ
- şehidler (şahidler)
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَۙ
- zalimleri
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve iyice özleştirmesi
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَمْحَقَ
- mahvetmesi içindir
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri de
- اَمْ حَسِبْتُمْ
- yoksa siz sandınız
- اَنْ تَدْخُلُوا
- gireceğinizi
- الْجَنَّةَ
- cennete
- وَلَمَّا يَعْلَمِ
- bilmeden
- اللّٰهُ
- Allah
- الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
- cihad edenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- وَيَعْلَمَ
- (sınayıp) bilmeden
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- كُنْتُمْ
- siz
- تَمَنَّوْنَ
- arzuluyordunuz
- الْمَوْتَ
- ölümü
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تَلْقَوْهُۖ
- onunla karşılaşmadan
- فَقَدْ
- işte
- رَاَيْتُمُوهُ
- onu gördünüz
- وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
- ama bakıp duruyorsunuz
- وَمَا مُحَمَّدٌ
- Muhammed
- اِلَّا
- sadece
- رَسُولٌۚ
- bir elçidir
- قَدْ خَلَتْ
- gelip geçmiştir
- مِنْ قَبْلِهِ
- ondan önce de
- الرُّسُلُۜ
- elçiler
- اَفَا۬ئِنْ
- şimdi
- مَاتَ
- o ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلَ
- öldürülürse
- انْقَلَبْتُمْ
- geriye mi döneceksiniz?
- عَلٰٓى
- üzerinde
- اَعْقَابِكُمْۜ
- ökçelerinizin
- وَمَنْ
- kim
- يَنْقَلِبْ
- geriye dönerse
- عَلٰى
- üzerinde
- عَقِبَيْهِ
- ökçesi
- فَلَنْ يَضُرَّ
- ziyan veremez
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَسَيَجْزِي
- mükafatlandıracaktır
- اللّٰهُ
- Allah
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ
- hiçbir kişi için yoktur
- اَنْ تَمُوتَ
- ölmek
- اِلَّا
- olmadan
- بِاِذْنِ
- izni
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كِتَاباً
- yazılmıştır
- مُؤَجَّلاًۜ
- belirli bir süreye göre
- وَمَنْ
- kim
- يُرِدْ
- isterse
- ثَوَابَ
- sevabını (menfaatini)
- الدُّنْيَا
- dünya
- نُؤْتِه۪
- kendisine veririz
- مِنْهَاۚ
- ondan
- ثَوَابَ
- sevabını
- الْاٰخِرَةِ
- ahiret
- مِنْهَاۜ
- ondan
- وَسَنَجْزِي
- mükafatlandıracağız
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَكَاَيِّنْ
- nice var ki
- مِنْ نَبِيٍّ
- peygamber
- قَاتَلَۙ
- çarpıştılar
- مَعَهُ
- kendileriyle beraber
- رِبِّيُّونَ
- Rabbani (erenler)
- كَث۪يرٌۚ
- birçok
- فَمَا وَهَنُوا
- yılmadılar
- لِمَٓا اَصَابَهُمْ
- başlarında gelenlerden
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا ضَعُفُوا
- zayıflık göstermediler
- وَمَا اسْتَكَانُواۜ
- boyun eğmediler
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَمَا كَانَ
- değildi
- قَوْلَهُمْ
- sözleri
- اِلَّٓا
- başka
- اَنْ قَالُوا
- demelerinden
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- اغْفِرْ
- bağışla
- لَنَا
- bizim
- ذُنُوبَنَا
- günahlarımızı
- وَاِسْرَافَنَا
- taşkınlığımızı
- ف۪ٓي اَمْرِنَا
- işimizde
- وَثَبِّتْ
- ve sağlam tut
- اَقْدَامَنَا
- ayaklarımızı
- وَانْصُرْنَا
- bize yardım eyle
- عَلَى
- karşı
- الْقَوْمِ
- topluma
- الْكَافِر۪ينَ
- kafir
- فَاٰتٰيهُمُ
- onlara verdi
- اللّٰهُ
- Allah da
- ثَوَابَ
- karşılığını
- الدُّنْيَا
- hem dünya
- وَحُسْنَ
- en güzelini
- ثَوَابِ
- karşılığının
- الْاٰخِرَةِۜ
- hem ahiret
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَ۟
- güzel davrananları
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ
- eğer
- تُط۪يعُوا
- ita`at ederseniz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi çevirirler
- عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ
- arkanıza (küfre)
- فَتَنْقَلِبُوا
- o zaman dönersiniz
- خَاسِر۪ينَ
- kaybedenlere
- بَلِ
- Hayır
- اللّٰهُ
- Allah`tır
- مَوْلٰيكُمْۚ
- Mevlanız
- وَهُوَ
- O`dur
- خَيْرُ
- en iyisi
- النَّاصِر۪ينَ
- yardımcıların
- سَنُلْق۪ي
- salacağız
- ف۪ي قُلُوبِ
- kalblerine
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- الرُّعْبَ
- korku
- بِمَٓا اَشْرَكُوا
- ortak koştuklarından dolayı
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- مَا لَمْ يُنَزِّلْ
- indirmediği şeyleri
- بِه۪
- kendilerine
- سُلْطَاناًۚ
- hiçbir güç
- وَمَأْوٰيهُمُ
- gidecekleri yer de
- النَّارُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötüdür
- مَثْوَى
- varacağı yer
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- وَلَقَدْ
- elbette
- صَدَقَكُمُ
- size doğruladı
- اللّٰهُ
- Allah
- وَعْدَهُٓ
- (yardım) va`dini
- اِذْ
- sürece
- تَحُسُّونَهُمْ
- onları öldürdüğünüz
- بِاِذْنِه۪ۚ
- kendi izniyle
- حَتّٰٓى
- nihayet
- اِذَا فَشِلْتُمْ
- siz korktunuz
- وَتَنَازَعْتُمْ
- (birbirinizle) çekişip
- فِي الْاَمْرِ
- (verilen) emir hakkında
- وَعَصَيْتُمْ
- isyan ettiniz
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَٓا اَرٰيكُمْ
- size gösterdikten
- مَا تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz(galibiyet)i
- مِنْكُمْ
- sizden
- مَنْ
- kiminiz
- يُر۪يدُ
- istiyordu
- الدُّنْيَا
- dünyayı
- وَمِنْكُمْ
- ve sizden
- الْاٰخِرَةَۚ
- ahireti
- ثُمَّ
- sonra
- صَرَفَكُمْ
- (Allah) geri çevirdi (yenilgiye uğrattı)
- عَنْهُمْ
- onlardan
- لِيَبْتَلِيَكُمْۚ
- sizi denemek için
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- عَفَا
- bağışladı
- عَنْكُمْۜ
- sizi
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- çok lutufkardır
- عَلَى
- karşı
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ تُصْعِدُونَ
- boyuna uzaklaşıyor
- وَلَا تَلْوُ۫نَ
- dönüp bakmıyordunuz
- عَلٰٓى اَحَدٍ
- hiç kimseye
- وَالرَّسُولُ
- Elçi
- يَدْعُوكُمْ
- sizi çağırırken
- ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ
- arkanızdan
- فَاَثَابَكُمْ
- bundan dolayı size verdi
- غَماًّ
- gam
- بِغَمٍّ
- gam üstüne
- لِكَيْلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyesiniz
- عَلٰى مَا فَاتَكُمْ
- ne elinizden gidene
- وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ
- ne de başınıza gelene
- وَاللّٰهُ
- Allah
- خَب۪يرٌ
- haberdardır
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- ثُمَّ
- sonra
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكُمْ
- size
- مِنْ بَعْدِ
- ardından
- الْغَمِّ
- o üzüntünün
- اَمَنَةً
- bir güven
- نُعَاساً
- bir uyku
- يَغْشٰى
- bürüyen
- طَٓائِفَةً
- bir kısmınızı
- مِنْكُمْۙ
- sizden
- وَطَٓائِفَةٌ
- bir kısmınız da
- قَدْ
- doğrusu
- اَهَمَّتْهُمْ
- kaygısına düşmüştü
- اَنْفُسُهُمْ
- kendi canlarının
- يَظُنُّونَ
- bir zanda bulunuyorlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a karşı
- غَيْرَ الْحَقِّ
- haksız
- ظَنَّ
- zannı gibi
- الْجَاهِلِيَّةِۜ
- cahiliyye
- يَقُولُونَ
- diyorlardı
- هَلْ
- var mı
- لَنَا
- bize
- مِنَ الْاَمْرِ
- bu işten
- مِنْ شَيْءٍۜ
- bir şey
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْاَمْرَ كُلَّهُ
- bütün iş
- لِلّٰهِۜ
- Allah`a aittir
- يُخْفُونَ
- onlar gizliyorlar
- ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ
- içlerinde
- مَا لَا يُبْدُونَ
- açıklayamadıklarını
- لَكَۜ
- sana
- يَقُولُونَ
- diyorlar ki
- لَوْ كَانَ
- olsaydı
- شَيْءٌ
- bir fayda
- مَا قُتِلْنَا
- öldürülmezdik
- هٰهُنَاۜ
- burada
- لَوْ كُنْتُمْ
- olsaydınız
- ف۪ي بُيُوتِكُمْ
- evlerinizde dahi
- لَبَرَزَ
- mutlaka boylardı
- الَّذ۪ينَ كُتِبَ
- yazılmış olanlar
- عَلَيْهِمُ
- üzerine
- الْقَتْلُ
- öldürülme(si)
- اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ
- yatacakları yeri
- وَلِيَبْتَلِيَ
- denemesi içindir
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizdekini
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve açığa çıkarması içindir
- مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ
- kalblerinizdekini
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا
- yüz çevirip gidenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِۙ
- iki topluluğun
- اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ
- (yoldan) kaydırmak istemişti
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- بِبَعْضِ
- bazı
- مَا كَسَبُواۚ
- yaptıkları işlerden dolayı
- وَلَقَدْ
- ama yine de
- عَفَا
- affetti
- اللّٰهُ
- Allah
- عَنْهُمْۜ
- onları
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayandır
- حَل۪يمٌ۟
- halimdir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler gibi
- وَقَالُوا
- ve diyenler
- لِاِخْوَانِهِمْ
- gazi kardeşleri için
- اِذَا
- zaman
- ضَرَبُوا
- sefere çıktıkları
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- اَوْ
- ya da
- كَانُوا غُزًّى
- savaşa çıktıkları
- لَوْ
- eğer
- كَانُوا
- olsalardı
- عِنْدَنَا
- bizim yanımızda
- مَا مَاتُوا
- ölmezlerdi
- وَمَا قُتِلُواۚ
- ve vurulmazlardı
- لِيَجْعَلَ
- yapar
- اللّٰهُ
- Allah
- ذٰلِكَ
- bu (düşünce ve sözlerini)
- حَسْرَةً
- dert
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- Allahtır
- يُحْـي۪
- yaşatan da
- وَيُم۪يتُۜ
- öldüren de
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- وَلَئِنْ
- eğer
- قُتِلْتُمْ
- öldürülür
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوْ
- ya da
- مُتُّمْ
- ölürseniz
- لَمَغْفِرَةٌ
- bağışlaması
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَرَحْمَةٌ
- ve rahmeti
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- مِمَّا يَجْمَعُونَ
- onların topladıklarından
- وَلَئِنْ
- elbette
- مُتُّمْ
- ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلْتُمْ
- öldürülürseniz
- لَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُحْشَرُونَ
- götürüleceksiniz
- فَبِمَا
- sebebiyledir ki
- رَحْمَةٍ
- rahmeti
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِنْتَ
- sen yumuşak davrandın
- لَهُمْۚ
- onlara
- وَلَوْ
- eğer
- كُنْتَ
- olsaydın
- فَظًّا
- kaba
- غَل۪يظَ
- katı
- الْقَلْبِ
- yürekli
- لَانْفَضُّوا
- dağılır, giderlerdi
- مِنْ حَوْلِكَۖ
- çevrenden
- فَاعْفُ
- öyleyse affet
- عَنْهُمْ
- onları
- وَاسْتَغْفِرْ
- ve mağfiret dile
- لَهُمْ
- onlar için
- وَشَاوِرْهُمْ
- onlara danış
- فِي الْاَمْرِۚ
- işini
- فَاِذَا
- zaman
- عَزَمْتَ
- karar verdiğin
- فَتَوَكَّلْ
- dayan
- عَلَى اللّٰهِۜ
- Allah`a
- اِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَوَكِّل۪ينَ
- kendine dayanıp güvenenleri
- اِنْ
- eğer
- يَنْصُرْكُمُ
- size yardım ederse
- اللّٰهُ
- Allah
- فَلَا
- artık yoktur
- غَالِبَ
- yenecek
- لَكُمْۚ
- sizi
- وَاِنْ
- ve eğer
- يَخْذُلْكُمْ
- sizi yüz üstü bırakırsa
- فَمَنْ
- kim
- ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ
- size yardım edebilir
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- O`ndan sonra
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- وَمَا كَانَ
- olur şey değildir
- لِنَبِيٍّ
- bir peygamberin
- اَنْ يَغُلَّۜ
- hiyanet etmesi
- وَمَنْ
- kim
- يَغْلُلْ
- hıyanet ederse
- يَأْتِ
- boynuna yüklenip getirir
- بِمَا غَلَّ
- hıyanet ettiği şeyi
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- تُوَفّٰى
- tastamam verilir
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkese
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onlar
- لَا يُظْلَمُونَ
- hiçbir haksızlığa uğratılmazlar
- اَفَمَنِ
- hiç olur mu?
- اتَّبَعَ
- uyan
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كَمَنْ
- adam gibi
- بَٓاءَ
- uğrayan
- بِسَخَطٍ
- hışmına
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَمَأْوٰيهُ
- yeri de
- جَهَنَّمُۜ
- cehennem olan
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمَص۪يرُ
- sonuçtur orası
- هُمْ
- O(insa)nlar
- دَرَجَاتٌ
- derece derecedirler
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِمَا يَعْمَلُونَ۟
- onların yaptıklarını
- لَقَدْ
- andolsun ki
- مَنَّ
- büyük lutufta bulundu
- اللّٰهُ
- Allah
- عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ بَعَثَ
- göndermekle
- ف۪يهِمْ
- kendilerine
- رَسُولاً
- bir elçi
- مِنْ اَنْفُسِهِمْ
- kendi içlerinden
- يَتْلُوا
- okuyan
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- اٰيَاتِه۪
- (Allah`ın) ayetlerini
- وَيُزَكّ۪يهِمْ
- kendilerini yücelten
- وَيُعَلِّمُهُمُ
- ve kendilerine öğreten
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحِكْمَةَۚ
- ve hikmeti
- وَاِنْ كَانُوا
- bulunuyorlarken
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- لَف۪ي
- içinde
- ضَلَالٍ
- bir sapıklık
- مُب۪ينٍ
- açık
- اَوَلَمَّٓا
- gelince mi
- اَصَابَتْكُمْ
- sizin başınıza
- مُص۪يبَةٌ
- bir bela
- قَدْ
- doğrusu
- اَصَبْتُمْ
- onların başlarına getirdiğiniz halde
- مِثْلَيْهَاۙ
- onun iki katını
- قُلْتُمْ
- dediniz
- اَنّٰى
- nereden (başımıza geldi)
- هٰذَاۜ
- bu
- قُلْ
- de ki
- هُوَ
- O (bela)
- مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ
- kendinizdendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- وَمَٓا اَصَابَكُمْ
- sizin başınıza gelen
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِ
- iki topluluğun
- فَبِاِذْنِ
- ancak izniyle olmuştur
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَلِيَعْلَمَ
- bilmesi için
- الْمُؤْمِن۪ينَۙ
- inananları
- وَلِيَعْلَمَ
- ve bilmesi için
- الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ
- iki yüzlülük edenleri
- وَق۪يلَ
- dendiği halde
- لَهُمْ
- onlara
- تَعَالَوْا
- gelin
- قَاتِلُوا
- savaşın
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوِ
- ya da
- ادْفَعُواۜ
- savunun
- قَالُوا
- dediler
- لَوْ
- eğer
- نَعْلَمُ
- bilseydik
- قِتَالاً
- savaş (olacağını)
- لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ
- sizinle gelirdik
- هُمْ
- onlar
- لِلْكُفْرِ
- küfre
- يَوْمَئِذٍ
- o gün
- اَقْرَبُ
- yakın idiler
- مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ
- imandan çok
- يَقُولُونَ
- söylüyorlar
- بِاَفْوَاهِهِمْ
- ağızlarıyla
- مَا لَيْسَ
- olmayanı
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- اَعْلَمُ
- çok iyi bilmektedir
- بِمَا
- şeyi
- يَكْتُمُونَۚ
- içlerinde sakladıkları
- الَّذ۪ينَ قَالُوا
- diyenlere
- لِاِخْوَانِهِمْ
- kardeşleri için
- وَقَعَدُوا
- (Savaştan geri kalıp) oturarak
- لَوْ
- eğer
- اَطَاعُونَا
- bizim sözümüzü tutsalardı
- مَا قُتِلُواۜ
- öldürülmezlerdi
- قُلْ
- de ki;
- فَادْرَؤُ۫ا
- savınız
- عَنْ اَنْفُسِكُمُ
- kendinizden
- الْمَوْتَ
- ölümü
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- وَلَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ قُتِلُوا
- öldürülenleri
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَمْوَاتاًۜ
- ölüler
- بَلْ
- hayır
- اَحْيَٓاءٌ
- (onlar) diridirler
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- يُرْزَقُونَۙ
- rızıklanmaktadırlar
- فَرِح۪ينَ
- sevinirler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiklerinden
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪ۙ
- keremiyle
- وَيَسْتَبْشِرُونَ
- ve müjdelemek isterler
- بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا
- henüz yetişemeyenlere de
- بِهِمْ
- kendilerine
- مِنْ خَلْفِهِمْۙ
- arkalarından
- اَلَّا خَوْفٌ
- korku olmadığına
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
- onların da üzüntüye uğramayacaklarına
- يَسْتَبْشِرُونَ
- sevinirler
- بِنِعْمَةٍ
- ni`metine
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَفَضْلٍۙ
- ve lutfuna
- وَاَنَّ
- ve muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah`ın
- لَا يُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğine
- اَجْرَ
- ecrini
- الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ
- mü`minlerin
- الَّذ۪ينَ
- O(mü`mi)nler ki
- اسْتَجَابُوا
- çağrısına uydular
- لِلّٰهِ
- Allah`ın
- وَالرَّسُولِ
- ve Elçinin
- مِنْ بَعْدِ
- sonra bile
- مَٓا اَصَابَهُمُ
- isabet ettikten
- الْقَرْحُۜۛ
- yara
- لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا
- güzel davrananlar
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَاتَّقَوْا
- ve korunanlar için
- اَجْرٌ
- ecir vardır
- عَظ۪يمٌۚ
- pek büyük
- الَّذ۪ينَ
- onlar ki
- قَالَ
- deyince
- لَهُمُ
- kendilerine
- النَّاسُ
- halk
- اِنَّ النَّاسَ
- (Düşman) İnsanlar
- قَدْ
- muhakkak
- جَمَعُوا
- (ordu) toplamışlar
- لَكُمْ
- size karşı
- فَاخْشَوْهُمْ
- onlardan korkun
- فَزَادَهُمْ
- (bu söz) onların artırdı
- ا۪يمَاناًۗ
- imanını
- وَقَالُوا
- ve dediler
- حَسْبُنَا
- bize yeter
- اللّٰهُ
- Allah
- وَنِعْمَ
- ne güzel
- الْوَك۪يلُ
- vekildir
- فَانْقَلَبُوا
- bundan dolayı geri döndüler
- بِنِعْمَةٍ
- bir ni`met
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَفَضْلٍ
- ve bollukla
- لَمْ يَمْسَسْهُمْ
- kendilerine dokunmadı
- سُٓوءٌۙ
- hiçbir kötülük
- وَاتَّبَعُوا
- ve uydular
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- lutuf sahibidir
- عَظ۪يمٍ
- büyük
- اِنَّمَا
- Şüphesiz
- ذٰلِكُمُ
- işte o
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- يُخَوِّفُ
- sizi korkutuyor
- اَوْلِيَٓاءَهُۖ
- kendi dostlarından
- فَلَا تَخَافُوهُمْ
- onlardan korkmayın
- وَخَافُونِ
- benden korkun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَ
- inanmış
- وَلَا يَحْزُنْكَ
- seni üzmesin
- الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ
- koşanlar
- فِي الْكُفْرِۚ
- inkara
- اِنَّهُمْ
- onlar
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar veremezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- يُر۪يدُ
- istiyor
- اللّٰهُ
- Allah
- اَلَّا يَجْعَلَ
- koymamak
- لَهُمْ
- onlara
- حَظًّا
- hiçbir nasip
- فِي الْاٰخِرَةِۚ
- ahirette
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا
- satın alanlar
- الْكُفْرَ
- inkarı
- بِالْا۪يمَانِ
- iman karşılığında
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar vermezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۚ
- hiçbir
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenler
- اَنَّمَا نُمْل۪ي
- süre vermemiz
- لَهُمْ
- kendilerine
- خَيْرٌ
- hayırlıdır
- لِاَنْفُسِهِمْۜ
- kendileri için
- اِنَّمَا نُمْل۪ي
- biz süre veriyoruz ki
- لَهُمْ
- onlara
- لِيَزْدَادُٓوا
- artırsınlar
- اِثْماًۚ
- günahı
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- مُه۪ينٌ
- alçaltıcı
- مَا كَانَ
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- لِيَذَرَ
- bırakacak
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- عَلٰى
- (şu) üzerinde
- مَٓا اَنْتُمْ
- bulunduğunuz
- عَلَيْهِ
- hal üzere
- حَتّٰى
- kadar
- يَم۪يزَ
- ayırıncaya
- الْخَب۪يثَ
- pis olanı
- مِنَ الطَّيِّبِۜ
- temizden
- وَمَا كَانَ
- ve değildir
- لِيُطْلِعَكُمْ
- sizi vakıf kılacak
- عَلَى الْغَيْبِ
- gaybe
- وَلٰكِنَّ
- fakat
- اللّٰهَ
- Allah
- يَجْتَب۪ي
- seçer (onu gaybe vakıf kılar)
- مِنْ رُسُلِه۪
- elçilerinden
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- فَاٰمِنُوا
- o halde inanın
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَرُسُلِه۪ۚ
- ve elçilerine
- وَاِنْ
- eğer
- تُؤْمِنُوا
- inanır
- وَتَتَّقُوا
- ve (günahlardan) korunursanız
- فَلَكُمْ
- sizin için vardır
- اَجْرٌ
- mükafat
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar
- الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ
- cimrilik edenler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiğine
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪
- kereminden
- هُوَ
- onu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- بَلْ
- (hayır) bilakis
- هُوَ
- o
- شَرٌّ
- şerlidir
- سَيُطَوَّقُونَ
- boyunlarına dolandırılacaktır
- مَا
- şeyler
- بَخِلُوا بِهِ
- cimrilik ettikleri
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- م۪يرَاثُ
- mirası
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- خَب۪يرٌ۟
- haber alandır
- لَقَدْ
- doğrusu
- سَمِـعَ
- işitti
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْلَ
- sözünü
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- diyenlerin
- اِنَّ
- muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah
- فَق۪يرٌ
- fakirdir
- وَنَحْنُ
- biz
- اَغْنِيَٓاءُۢ
- zenginiz
- سَنَكْتُبُ
- yazacağız
- مَا قَالُوا
- onların dediklerini
- وَقَتْلَهُمُ
- ve öldürmelerini
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَنَقُولُ
- ve diyeceğiz
- ذُوقُوا
- tadın
- عَذَابَ
- azabını
- الْحَر۪يقِ
- yangın
- ذٰلِكَ
- bu
- بِمَا قَدَّمَتْ
- yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır
- اَيْد۪يكُمْ
- sizin ellerinizin
- وَاَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَيْسَ
- asla değildir
- بِظَلَّامٍ
- zulmedici
- لِلْعَب۪يدِۚ
- kullara
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- onlar dediler
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَهِدَ
- and verdi ki
- اِلَيْنَٓا
- bize
- اَلَّا نُؤْمِنَ
- inanmayalım
- لِرَسُولٍ
- hiçbir elçiye
- حَتّٰى
- kadar
- يَأْتِيَنَا
- bize getirinceye
- بِقُرْبَانٍ
- bir kurban
- تَأْكُلُهُ
- yiyeceği
- النَّارُۜ
- ateşin
- قُلْ
- de ki
- قَدْ
- elbette
- جَٓاءَكُمْ
- size gelmişti
- رُسُلٌ
- elçiler
- مِنْ قَبْل۪ي
- benden önce
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller getiren
- وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ
- ve bu dediğinizi de
- فَلِمَ
- niçin
- قَتَلْتُمُوهُمْ
- onları öldürdünüz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- idiyseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَاِنْ
- eğer
- كَذَّبُوكَ
- seni yalanladılarsa
- فَقَدْ
- doğrusu
- كُذِّبَ
- yalanlanmıştı
- رُسُلٌ
- peygamberler de
- مِنْ قَبْلِكَ
- senden önce
- جَٓاؤُ۫
- getiren
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller
- وَالزُّبُرِ
- hikmetli sahifeler
- وَالْكِتَابِ
- ve Kitabı
- الْمُن۪يرِ
- aydınlatıcı
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- can
- ذَٓائِقَةُ
- tadacaktır
- الْمَوْتِۜ
- ölümü
- وَاِنَّمَا
- şüphesiz
- تُوَفَّوْنَ
- size eksiksiz verilecektir
- اُجُورَكُمْ
- ecirleriniz
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- فَمَنْ
- kim ki hemen
- زُحْزِحَ
- çekilip kurtarılır da
- عَنِ النَّارِ
- ateşin elinden
- وَاُدْخِلَ
- sokulursa
- الْجَنَّةَ
- cennete
- فَقَدْ
- işte o
- فَازَۜ
- kurtuluşa ermiştir
- وَمَا
- değildir
- الْحَيٰوةُ
- hayatı
- الدُّنْيَٓا
- dünya
- اِلَّا
- başka bir şey
- مَتَاعُ
- zevkten
- الْغُرُورِ
- aldatıcı
- لَتُبْلَوُنَّ
- deneneceksiniz
- ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ
- mallarınız hususunda
- وَاَنْفُسِكُمْ
- ve canlarınız
- وَلَتَسْمَعُنَّ
- (sözler) duyacaksınız
- مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce
- وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا
- ve ortak koşanlardan
- اَذًى
- incitici
- كَث۪يراًۜ
- çok
- وَاِنْ
- ama
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- ذٰلِكَ
- işte bunlar
- مِنْ عَزْمِ
- yapmağa değer
- الْاُمُورِ
- işlerdendir
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- diye söz
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- لَتُبَيِّنُنَّهُ
- onu mutlaka açıklayacaksınız
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ
- gizlemeyeceksiniz
- فَنَبَذُوهُ
- fakat onlar (verdikleri sözü) attılar
- وَرَٓاءَ
- ardına
- ظُهُورِهِمْ
- sırtlarının
- وَاشْتَرَوْا
- ve aldılar
- بِه۪
- karşılığında
- ثَمَناً
- para
- قَل۪يلاًۜ
- birkaç
- فَبِئْسَ
- ne kötü şey
- مَا يَشْتَرُونَ
- satın alıyorlar
- لَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ
- sevinen
- بِمَٓا اَتَوْا
- o ettiklerine
- وَيُحِبُّونَ
- sevenlerin
- اَنْ يُحْمَدُوا
- övülmeyi
- بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
- yapmadıkları şeylerle
- فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ
- ve zannetme
- بِمَفَازَةٍ
- kurtulacaklarını
- مِنَ الْعَذَابِۚ
- azabdan
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مُلْكُ
- mülkü
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ۟
- kadirdir
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışında
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِ
- ve yerin
- وَاخْتِلَافِ
- gidip gelişinde
- الَّيْلِ
- gecenin
- وَالنَّهَارِ
- ve gündüzün
- لَاٰيَاتٍ
- ibretler vardır
- لِاُو۬لِي
- sahipleri için
- الْاَلْبَابِۚ
- sağduyu
- الَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ
- onlar anarlar
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- قِيَاماً
- ayakta
- وَقُعُوداً
- oturarak
- وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
- ve yanları üzerine yatarken
- وَيَتَفَكَّرُونَ
- düşünürler
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışı üzerinde
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۚ
- ve yerin
- رَبَّنَا
- Rabbimiz (derler)
- مَا خَلَقْتَ
- yaratmadın
- هٰذَا
- bunu
- بَاطِلاًۚ
- boş yere
- سُبْحَانَكَ
- sen yücesin
- فَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِ
- ateş
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen
- مَنْ
- birini
- تُدْخِلِ
- soktun mu
- النَّارَ
- ateşe
- فَقَدْ
- muhakkak
- اَخْزَيْتَهُۜ
- onu perişan etmişsindir
- وَمَا
- yoktur
- لِلظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- مِنْ اَنْصَارٍ
- yardımcıları
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَا
- şüphesiz biz
- سَمِعْنَا
- işittik
- مُنَادِياً
- bir davetçi
- يُنَاد۪ي
- çağıran
- لِلْا۪يمَانِ
- imana
- اَنْ اٰمِنُوا
- inanın (diyerek)
- بِرَبِّكُمْ
- Rabbinize
- فَاٰمَنَّاۗ
- hemen inandık
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَكَفِّرْ عَنَّا
- ört
- سَيِّـَٔاتِنَا
- kötülüklerimizi
- وَتَوَفَّـنَا
- canımızı al
- مَعَ
- beraber
- الْاَبْرَارِۚ
- iyilerle
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- وَاٰتِنَا
- bize ver
- مَا وَعَدْتَنَا
- va`dettiğini
- عَلٰى رُسُلِكَ
- elçilerine
- وَلَا تُخْزِنَا
- bizi rezil, perişan etme
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- اِنَّكَ
- zira sen
- لَا تُخْلِفُ
- caymazsın
- الْم۪يعَادَ
- verdiğin sözden
- فَاسْتَجَابَ
- karşılık verdi
- لَهُمْ
- onlara
- رَبُّهُمْ
- Rableri
- اَنّ۪ي
- Ben
- لَٓا اُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğim
- عَمَلَ
- işini
- عَامِلٍ
- hiçbir çalışanın
- مِنْكُمْ
- sizden
- مِنْ ذَكَرٍ
- erkek
- اَوْ
- veya
- اُنْثٰىۚ
- kadın
- بَعْضُكُمْ
- hepiniz
- مِنْ بَعْضٍۚ
- birbirinizdensiniz
- فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا
- göç edenler
- وَاُخْرِجُوا
- çıkarılanlar
- مِنْ دِيَارِهِمْ
- yurtlarından
- وَاُو۫ذُوا
- işkence edilenler
- ف۪ي سَب۪يل۪ي
- benim yolumda
- وَقَاتَلُوا
- vuruşanlar
- وَقُتِلُوا
- ve öldürülenler…
- لَاُكَفِّرَنَّ
- elbette örteceğim
- عَنْهُمْ
- onların
- سَيِّـَٔاتِهِمْ
- kötülüklerini
- وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ
- ve onları sokacağım
- جَنَّاتٍ
- cennetlere
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُۚ
- ırmaklar
- ثَوَاباً
- bir karşılık olarak
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عِنْدَهُ
- katındadır
- حُسْنُ
- en güzeli
- الثَّوَابِ
- karşılıkların
- لَا يَغُرَّنَّكَ
- seni aldatmasın
- تَقَلُّبُ
- gezip dolaşması
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- فِي الْبِلَادِۜ
- şehirlerde
- مَتَاعٌ
- bir geçimdir
- قَل۪يلٌ
- azıcık
- ثُمَّ
- sonra
- مَأْوٰيهُمْ
- gidecekleri yer
- جَهَنَّمُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir yataktır (orası)
- لٰكِنِ
- fakat
- الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korkanlar için
- رَبَّهُمْ
- Rablerinden
- لَهُمْ
- vardır
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklar
- ف۪يهَا
- orada
- نُزُلاً
- ağırlanacaklardır
- مِنْ عِنْدِ
- tarafından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَمَا
- bulunan (ödüller) ise
- عِنْدَ
- yanında
- اللّٰهِ
- Allah
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- لِلْاَبْرَارِ
- iyiler için
- وَاِنَّ
- doğrusu
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَمَنْ
- öyleleri var ki
- يُؤْمِنُ
- inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- اِلَيْكُمْ
- size
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- ve indirilene
- اِلَيْهِمْ
- kendilerine
- خَاشِع۪ينَ
- saygılıdırlar
- لِلّٰهِۙ
- Allah`a karşı
- لَا يَشْتَرُونَ
- satmazlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاًۜ
- azıcık
- اُو۬لٰٓئِكَ
- onların da
- لَهُمْ
- vardır
- اَجْرُهُمْ
- ödülleri
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْۜ
- Rableri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اصْبِرُوا
- sabredin
- وَصَابِرُوا
- sabırda direnin
- وَرَابِطُوا
- savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun
- وَاتَّقُوا
- ve korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulurki
- تُفْلِحُونَ
- başarıya eresiniz
(1) الٓمٓۚ
Elif-lâm-mîm.
Kur’an-ı Kerîm’in bazı sûrelerinin başında yer alan bu tür harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).
(2) اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُؕ
Allah; O’ndan başka asla ilâh yoktur; hayy ve kayyûmdur.
Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O’nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah’tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah’ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, “çocuk” yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye mâruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsâ’yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır.
Bazı hadislerde “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” ifadesi, “ism-i a‘zam” (Cenâb-ı Allah’ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255).
(3) نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْجٖيلَۙ
(4) مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَؕ اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌؕ وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ ذُو انْتِقَامٍ
O sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i indirmişti; furkanı da indirdi. Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.
Yegâne mâbudun Allah olduğu hakikatinin vurgulanmasını takiben, bunun tabii bir sonucu olarak ilâhî kitaplar arasında kaynak birliğini kabul etmenin de kaçınılmaz olduğuna dikkat çekilmektedir.
Buradaki “el-kitâb” kelimesi ile Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği hususunda müfessirler görüş birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 397; bu konudaki farklı bir görüşe aşağıda değinilecektir).
“Gerçeğin ta kendisi” diye çevirdiğimiz 3. âyetteki “bi’l-hakkı” kaydı, Kur’an’ın indirilişinden söz eden birçok âyette yer alır (özellikle bk. İsrâ 17/105). Bu deyimle neyin kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların belli başlıları şunlardır: Hz. Muhammed’e gönderilen kitabın doğru haberler verdiği; bütün ifadelerinin hakikati yansıttığı; –başka delillere ihtiyaç duyurmayacak derecede– Allah katından geldiğini gösteren delillerle dolu olduğu; çelişkilerden uzak ve tutarlı açıklamalardan oluştuğu; müjdeleri ve uyarılarıyla yükümlüleri inanç ve davranışlarda doğru istikamete yönelttiği ve onların yanlış yollara sapmalarını önlediği; doğruyu eğriyi birbirinden ayırt eden, ciddiye alınması gerekli bir söz olduğu; Allah’ın yarattıklarından kendisine kulluk etmelerini, nimetlerine şükretmelerini ve buyruklarına boyun eğmelerini, birbirlerine de adalete ve hakkaniyete göre muamele etmelerini isteme hakkına binaen indirilmiş olduğu.
Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları “doğrulayıcı” (musaddık) olması vasfı da birçok âyette zikredilir. Bununla tevhid inancının ve hak dinin Hz. Muhammed’in peygamberliği ile başlamış olmadığı; aksine İslâmiyet’in, ilâhî takdirin akışı içinde ve yüce Allah’ın “kayyûm” ve “rab” isimlerinin tecellisi olan kanun çerçevesinde yükseltilip ikmal edilen dinî öğretilerin doruk noktası olduğu, Resûl-i Ekrem’in de peygamberler zincirinin son halkasını teşkil ettiği ortaya konmaktadır. Gerçekten, önceki peygamberlerin ve kitapların ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber vermiş oldukları göz önüne alınınca, Kur’an’ın gelişi sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğinin değil, aynı zamanda bu bildirimlerin, dolayısıyla önceki dinlerin de hak din oluşunun onaylanması anlamını içermekte, böylece birbirini teyit eden karşılıklı bir tanıklık gerçekleşmiş olmaktadır. Bir başka anlatımla Kur’an’ın gerçekliği kabul edilmedikçe önceki ilâhî kitapların ve peygamberlerin de sağlam ve ikna edici bir tasdike erişmesi mümkün değildir. Bunun yanı sıra âyetteki “musaddık” kaydı, “O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; içlerinden bir kısmıyla Allah konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir” (Bakara 2/253) ve “Muhammed… Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzâb 33/40) meâlindeki âyet-i kerîmelerin ışığında yorumlandığında, burada, dinî öğretilerin tekâmülündeki zirveyi Hz. Muhammed’in tebliğinin temsil ettiğine ve onun riyaset konumuyla şereflendirildiğine işaret edildiği de söylenebilir.
Öte yandan Kur’an-ı Kerîm’in bu özelliği (musaddık) kendisinin sağlam bir bilgi ve hüküm kaynağı olduğunun açık bir delilidir. Zira bu kitabı tebliğ eden Hz. Muhammed’in ümmî (okuma yazma bilmeyen), önceki dinlerin bilginleriyle teması olmamış, bu konuda herhangi bir öğrenim görmemiş bir kimse olduğu dikkate alınınca, bu dinler hakkında doğru bilgileri verebilmiş olmasının bir tek sebebi olabilir ki o da ilâhî vahiy yoluyla bilgilendirilmiş olmasıdır. Şayet Kur’an Allah katından bir bildirim olmasaydı, önceki ilâhî kitaplarla böylesine bir uygunluk taşıması mümkün olmaz ve “tasdik”ten de söz edilemezdi. Ancak bu “uygunluk” ve “doğrulama” konusunda şu noktanın göz önünde bulundurulması gerekir: Önceki ilâhî dinlerin savunageldiği tevhid inancı ve bununla bağdaşmayan tutumlardan uzak durma gereğinin yanı sıra, adaletle muamele etmeyi, iyilik yapmayı, iffetli olmayı, yalandan, haksız kazançtan ve benzeri kötülüklerden sakınmayı buyuran ahlâk ilkelerini Kur’an da aynen kabul etmiş ve onaylamıştır. Bunlarda uygunluk ve doğrulamanın anlamı açıktır. Kur’an tarafından neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) birçok hüküm açısından doğrulamanın anlamı ise, Kur’an tebliğinin erişmesine kadar bunların geçerliliğinin kabulü, uygunluğun anlamı da Kur’an’da bunlara yapılan atıflarla onların aslî şekilleri arasındaki paralelliktir.
Daha önceki ilâhî bildirimlerin tasdiki çerçevesinde iki büyük kutsal kitap Tevrat ve İncil özellikle belirtilmiştir. Ancak bu kitapların “insanlara doğru yolu göstermek üzere” gönderildiğini belirten ifadenin başına “daha önce” kaydının konmuş olması ilginçtir. Bundan, önceki kitaplara insanlığı kemal noktasına doğru yöneltecek bir hazırlama misyonu yüklenmiş olduğu, ilâhî bildirimin doruğunu temsil eden Kur’an’ın nüzûlünden sonra artık bu kitapların bir bütün halinde “hidayet rehberi” olarak görülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 149).
Tefsirlerde “insanlara doğru yolu göstermek üzere” ifadesinin her üç kitabın niteliği ile ilgili olduğu yorumu hâkim olmakla beraber, sonuç itibariyle önceki kitapların geçerliliklerinin Kur’an’ın onayladığı çerçeve ile sınırlı olduğu noktasında görüş ayrılığı yoktur.
“Ayırt eden” anlamına gelen 4. âyetteki Furkān Kur’an’da yedi defa geçer (Bakara 2/53, 185; Âl-i İmrân 3/4; Enfâl 8/29, 41; Enbiyâ 21/48; Furkān 25/1). Bir sûreye de ad olan bu kelime, Kur’an’ı, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden diğer ilâhî bildirimleri ve mûcizeleri, hayırla şerri birbirinden ayırt etme anlayış, güç ve kabiliyetini, karşıt değerleri birbirinden ayırma ölçüsünü ve Bedir zaferini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu âyette furkan ile ne kastedildiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Tefsir kaynaklarında ağırlık kazanan iki görüşten birincisine göre, burada furkandan maksat Kur’an-ı Kerîm’dir. Daha önce “kitap”tan söz edilmiş olmakla beraber, diğer kitaplardan sonra Kur’an’ın üstünlüğünü ve önemini, onun hak ile bâtılı ayırma özelliğini vurgulamak için yahut hıristiyanlarla yahudiler arasında Hz. Îsâ’nın durumu hakkında ortaya çıkan ihtilâfın çözümünün Kur’an’da bulunduğuna işaret etmek üzere furkanın (Kur’an-ı Kerîm) indirildiği tekrar ifade edilmiştir. İkinci görüşe göre burada furkanla her üç kitap veya bütün ilâhî kitaplar ve bildirimler kastedilmiştir. Tefsirlerde çokça zikredilmekle beraber genellikle kabul görmeyen bir anlayışa göre, üç kitabın ayrı ayrı anılmasından sonra ayrıca anılan bu furkandan maksat Zebûr’dur. Nitekim Nisâ sûresinin 163 ve İsrâ sûresinin 55. âyetlerinde de Cenâb-ı Allah Dâvûd’a Zebûr’un verildiğini ifadenin sonuna bırakarak ve ayrı bir cümle ile belirtmiştir. Fahreddin er-Râzî ilk iki görüşü destekleyen izahları Arap dili kuralları ve Kur’an-ı Kerîm’in fesahati açısından doyurucu bulmaz ve kendi kanaatini şöyle açıklar (VII, 161-162): Buradaki furkandan maksat, bu kitapların yüce Allah’tan gelen bilgiler olduğunu gösteren mûcizelerdir. Şöyle ki, peygamberler bu kitapların kendilerine Allah tarafından indirildiğini iddia ederlerken, kendi iddialarıyla bunu yalan sayanların iddialarını çözüme bağlayacak ayırt edici bir delil getirme ihtiyacını duydular. Cenâb-ı Allah peygamberlerin bu iddialarını destekleyen mûcizeler göstermelerine imkân sağlayınca iki iddia birbirinden ayırt edilmiş oldu. İşte bu mûcizeler furkandır. Yüce Allah kitabı hak ile indirdiğini, daha önce de Tevrat ve İncil’i indirmiş olduğunu belirtirken, Kur’an’ın Allah katından geldiği iddiasının yanı sıra tastamam hakikati yansıtan bir ayırt edici özelliği de indirmiş olduğunu açıklamış olmaktadır. İşte bu, söz konusu iddianın doğru olduğunu gösteren ve kendisiyle diğer kitaplar arasındaki farkı ortaya koyan üstün bir mûcizedir. Kur’an-ı Kerîm açısından da furkanı böyle bir mûcizeyi içermesi şeklinde anlamak uygun olur. Muhammed Abduh, buradaki “furkan”dan maksadın, hak ile bâtılı birbirinden ayırt etme vasıtası olan “akıl” olduğu kanaatindedir (Reşîd Rızâ, III, 1
). Cemâleddin Kāsımî de bununla “adalet” mânasında “mîzan”ın kastedilmiş olabileceğini belirtir (IV, 750).
Bazı yazarlara göre ise, 3. âyette geçen “el-kitâb”dan maksat sadece Kur’an olmayıp diğer peygamberlere de vahyedilen ilâhî kitabın aslı; furkan da Hz. Peygamber’e indirilmekte olan vahiylerdir. Bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin ifadesi şöyledir: “Bize göre üçüncü âyette adı geçen kitap, yalnız Hz. Muhammed’e indirilen değil, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya da kendi dillerinde verilen Tanrı kitabının aslıdır. İşte o kitabın içeriği, Hz. Muhammed’e de kendi diliyle indirilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e, bütün olarak bir kitap indirilmemiştir. Ona verilen vahiyler, sonradan derlenip kitap haline getirilmiştir. Ama inerken o vahiyler henüz kitap değil, ‘Kur’an’ veya ‘furkan’ idi. Yani okuma parçası ve doğruyu, eğriyi birbirinden ayırt eden hikmetli sözler idi. İşte Mûsâ’ya Tevrat’ı (Tanrısal yasa), Îsâ’ya İncil’i (Tanrısal müjde) indiren Allah, onların içeriği olan “furkan”ı da Hz. Muhammed’e vahyetmiştir” (II, 11). Yazarın Kur’an’ı “okuma parçası” olarak nitelendirmesi, isabetsiz bir kullanım olduğu gibi, kitabı diğer peygamberlere de verilen Tanrı kitabının aslı olarak kabul ederken furkanı “onların içeriği” şeklinde ifade etmesi de yanlış anlamaya elverişlidir. Bunlar bir yana, belirtilen görüşün bu şekilde dile getirilmesi, gerek Kur’an’daki delillerle gerekse kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmamaktadır. Şöyle ki: “Hz. Muhammed’e bütün olarak bir kitap” indirilmemiş olması vâkıasından hareketle buradaki “kitap” kelimesinin Kur’an-ı Kerîm’e delâlet edemeyeceği ileri sürülürse, Kur’an’da yer alan ve onun kendisini ifade etmek için kullanmış olduğu genellikle kabul edilen “kitap” kelimelerine asla Kur’an-ı Kerîm anlamının verilemeyeceği sonucunun da peşinen kabulü gerekir. Oysa çok açık bir biçimde Kur’an-ı Kerîm’i ifade etmek üzere kitap kelimesinin kullanıldığı âyetler bulunmaktadır ve bizzat Ateş de bu anlamı kabul etmektedir. Meselâ Ahkaf sûresinin 12. âyetine “Ondan önce de önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır. Bu da (şirk ile) kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davrananları müjdelemek için Arap diliyle indirilmiş, (kendinden önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır” şeklinde mâna vermiş ve âyeti tefsir ederken burada “Muhammed’e inen” kitaptan söz edildiğini belirtmiştir (VIII, 367). İşaret edilmelidir ki, burada yazarın diğer bazı âyetlerdeki “kitap” kelimesiyle ilgili yaklaşımlarının tamamının reddi değil, fikrini yukarıda anılan gerekçeye dayandırmasının tutarlı olmadığını ortaya koymak amaçlanmaktadır. Yazarı burada bu yoruma sevkeden sebeplerden birinin de, bu sûrenin 7. âyetinde geçen müteşâbihatın peşinde koşanlarla ilgili ifadeyle Hz. Muhammed’in ashabı arasında bağ kurulmasını önleme çabası olduğu anlaşılmaktadır. Konunun bu yönü ilgili âyette ayrıca ele alınacaktır.
Âyette, kitap için “tenzîl”, Tevrat ve İncil ile furkan için “inzâl” masdarlarından fiil kullanılması farklı şekillerde yorumlanmıştır. Tefsirlerde genellikle Kur’an-ı Kerîm’in değişik zamanlarda parça parça, diğer iki kutsal kitabın ise bir defada indirildiğine işaret edildiği belirtilirse de İbn Âşûr, bütün ilâhî vahiyler gibi Tevrat ve İncil’in de bir defada topluca indirilmemiş ve ilâhî bildirimin peygamberlik süresine yayılmış olduğu görüşünü tercih eder. Ayrıca tenzîl ile, Kur’an-ı Kerîm’in indirilişinin çok geniş zamana yayılmış olduğunun belirtilmiş olabileceği düşüncesinin de Furkan sûresinin 32. âyeti delil getirilerek Ebû Hayyân tarafından reddedildiğine değinir. Zira bu âyette “bir defada topluca” indirmeden söz edilirken “tenzîl” masdarından fiil kullanılmıştır. Bu durumda Kur’an için tenzîl, ardından diğer iki kitap için inzâl masdarlarından fiil kullanılmış olmasını, Arap dili kurallarına göre Kur’an-ı Kerîm’in indirilmesinin muhteva ve hedef kitle (bütün insanlık) bakımından diğerlerine göre çok daha önemli olduğunun vurgulanması şeklinde açıklamak mümkündür (III, 147-148).
Hz. Muhammed’e gerçeğin ta kendisi yani gerçekliğinde kuşku bulunmayan kitabı yüce Allah’ın indirdiği kesin bir ifade ile belirtildikten sonra, yine kesin bir üslûpla Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin çok çetin bir cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Böylece gerçekleri kabule yanaşmayanlara ilâhî hikmet gereğince mühlet verilip hemen cezalandırılmıyorlarsa, bu duruma aldanılmaması ikazında bulunulmakta, acı âkıbetin böylelerini er geç yakalayacağı haber verilmektedir. Bu bildirimin üzerinde dikkatle ve ciddi bir biçimde düşünülmesi gereğine işaret için de yüce Allah’ın aziz, yani “mutlak güç sahibi” ve zü’ntikam yani “suçlunun hakkından gelen” (intikam almaya muktedir) olduğu hatırlatılmaktadır.
İntikam nimetin ve affın zıddı olup, “suçluyu yakalayıp mağlûp etmek, cezasını vererek suçtan aldığı hazzı acıya çevirmek” anlamına gelir. Yüce Allah kuşkusuz acıyan, hilimle muamele eden, esirgeyen ve bağışlayandır. O’nun bu sıfatlarını belirten yüzlerce âyet ve hadis bulunmakta, bir âyette “rahmetinin her şeyi kuşattığı” (A‘râf 7/156), bir kutsî hadiste de “rahmetinin gazabına üstün geldiği” (Buhârî, “Tevhîd”, 15, 22, 28; Müslim “Tevbe”, 14-16) belirtilmektedir. O, küfür dahil en ağır günahları işledikten sonra bile hâlisâne yapılan tövbeleri kabul eden, affedendir. Fakat affın, kötülüğü iyilik düzeyine çıkarır, haksızlıkları özendirir tarzda uygulamasının şerre ortak olma mânasına geleceği açıktır; evreni yaratan hikmet sahibi yüce Allah ise böyle bir durumdan münezzehtir. İşte hak ve hayra gösterilen sevginin derecesiyle bâtıl ve şerre duyulan nefretin derecesi arasında denge bulunması zaruretine ve Cenâb-ı Allah’ın bağışlayıcılığının asla şer ve inkârda direnmenin karşılığı olarak düşünülmemesi gerektiğine işaret için, âyette açık ve kesin bir bildirimden sonra hâlâ inkârcılıkta ayak diretenleri bağışlamanın değil, cezanın beklemekte olduğu hatırlatılmaktadır. Öte yandan Cenâb-ı Allah’ın cezalandırmaya muktedir olduğu belirtilirken gerçek anlamda affa kadir olduğu ve affın da ancak bu durumda mânidar olacağı ifade edilmiş olmaktadır. Zira âcizlikle affın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Af ancak cezalandırmaya gücü yeten tarafından sâdır olması halinde bir değer taşır. Bir başka anlatımla âciz bir kişinin “affettim” demesinin bir sonucu olmadığı gibi böyle bir beyanın gülünç olacağı da ortadadır.
Elmalılı Muhammed Hamdi, af ile cezalandırma kudreti arasındaki bu fikrî bağdan hareketle ve sûrenin ana temasının inkârcılığın ve özellikle hıristiyan akaidindeki tutarsızlıkların mahkûm edilmesi olduğunu dikkate alarak, âyet-i kerîmedeki bir inceliğe özetle şöyle işaret eder: Allah Teâlâ hayır ve şerrin bütün ilkelerine hâkim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye, şer ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla izâle eden hay ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki her hakkın hâmisi, her türlü hayır beklentisi açısından ümit kapısı gerçek mâbuddur. Mâbudu Allah olanlar, O’na inanıp teslim olanlar da yücelmeye lâyıktırlar. Buna karşılık mâbudları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Ne üzücüdür ki bazı kimseler bilgisizlikleri sebebiyle veya şirkin yenik düşmesini istemedikleri için “Biz şerre karşı intikama kadir mâbud istemeyiz” diyerek mâbudlarını âciz ve zelil, harimi ismetine tecavüz edilebilir, haklarını savunamaz, şerri engelleyemediği için herkesin kendi isteğine göre sevebileceği, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp âcizlikten kaynaklanan güzelliğinden teselli ilhamı alınan bir bebek veya bir zavallı sevgili şeklinde görmek isterler. Putperestlerin fetişlerine bakışları böyle olduğu gibi hıristiyanların tanrı anlayışları da bu çizgidedir. Zira hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı böyle bir bebek, annesi Hz. Meryem’i böyle bir mahbûbe olarak telakki ederler; yüce Allah’ı da hayatta olduğu sürece yarattığı insanları babaları Âdem’den kalan aslî günahtan kurtarmaya çare bulamamış ve nihayet oğlunda tecessüd ederek (Îsâ kılığına girerek) kendini ve oğlunu kâfirlere kurban ettirmiş, bunun karşılığında kendine tapanları kurtarmış, çaresizlik karşısında çözümü oğluyla kendini feda ve yok etmekte bulmuş, “var yok”, “yok var”, ihtiyar bir baba olarak tasavvur ederler.
Önce insanlar için günah ve mâsiyeti fıtrî bir zorunluluk sayıp onu mutlaka işlemeye karar vermek, sonra günahın neticede affı mümkün olmayan ceza ve felâketi gerektirdiğini itiraf etmek, daha sonra bu ceza ve felâketten kurtulmak için yegâne çare olarak ona ceza verebilecek olan ve verme hakkını haiz bulunan mercii yok edip ceza korkusundan kurtulmak, daha sonra da doya doya günah işleyip zaruri olan cezasını başkalarına yükletmek; işte hıristiyanların teslîs inancı netice itibariyle mâbudun inkârını içeren böyle bir bilmecedir. Esasen Hz. Îsâ asla böyle bir çağrıda bulunmamıştır. Ancak Hıristiyanlığın mensupları kısa bir süre içinde, peygamberlik mertebesiyle şereflendirilmiş olan bu babasız çocuğun peygamberliğinin doğruluğunu ve nezih bir yolla dünyaya gelmiş olduğunu gösteren mûcizelere bakıp onun öğretilerine samimiyetle uyacakları ve tek tanrı inancı üzere yürüyecekleri yerde, bu olağan üstü durumları şüphelerle dolu esrarengiz bir bilmece haline getirmişler, özellikle “yaratan, var eden, esirgeyen” mânasında olmak üzere İncil’de geçen baba kelimesine “evlât sahibi” anlamı verip bunu bazı felsefî teorilerle besleyerek ve müteşâbih ifadelere takılarak kendi te’villeriyle ortaya koydukları bir inanç sistemini benimsemişler, böylece tevhid inancını ve Hıristiyanlığın temel öğretilerini köklü bir tahrife uğratmışlardır. İşte bu âyet-i kerîmede Allah’ın âyetlerini inkâr edenleri çetin bir azabın beklediği ve Cenâb-ı Allah’ın mutlak güç ve intikam sahibi olduğu belirtilirken, tanrı kavramının yanlış yorumlanması, muhkem âyetleri inkâr, aslî günahın affına güç yetirememe, tecessüd (tanrının insan kılığına girmesi) gibi teslîs iddiasıyla alâkalı küfrü mûcip tavırlara karşı ilâhî bir darbe indirilmiş ve yüce hakikatleri alçaltmaya cüret edenlerin kesin olarak mağlûp olacakları ilân edilmiş olmaktadır (II, 1022-1027).
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, âyet-i kerîmenin lafzî olarak “Allah intikam sahibidir” şeklinde tercüme edilebilecek olan kısmında intikam kelimesinin başına sahiplik anlamı taşıyan “zû” kelimesinin getirilmesiyle, yüce Allah’ın intikamının, beşerî anlamıyla bilmekte olduğumuz yüreği serinletme amaçlı, kin veya fevrî davranış eseri, körü körüne bir öç alma olmayıp, hay, kayyûm, peygamberler ve kitaplar gönderen, akıllara doğru yolu gösteren, kemal sahibi yüce varlığın kulların yararına olmak üzere uygun bulduğu cezalandırma biçimi olduğuna işaret edilmiş olduğudur. Ayrıca bir sonraki âyette hiçbir şeyin Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dışında kalamayacağının belirtilmesiyle de, bu cezalandırmanın sınırsız bir ilim ve kudretin eseri olduğuna ve cehaletle asla ilişkisi bulunmayan hakîmâne bir fiil olduğuna işaret edilmektedir (Elmalılı, II, 1027; İbn Âşur, III, 151). Öte yandan Kur’an-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah hakkında intikam kelimesinin ya buradaki isim tamlaması şekliyle ya da fiil kalıbında veya yine fiil anlamında olmak üzere (çoğul) ism-i fâil kalıbında kullanıldığı, intikam alıcı anlamında tekil bir kelimenin Allah’ın sıfat ve isimleri arasında yer almadığı görülür. Buna göre yüce Allah hakkında gerek Kur’an-ı Kerîm’de değişik türevleriyle geçen intikam kelimesinin gerekse esmâ-i hüsnâ hadisinde geçen “müntekım” isminin yukarıdaki açıklamaların ışığında anlaşılması uygun olur.
Tevrat gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan Eski Ahid’in üç ana bölümünden ilkidir. İncil ise sadece hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Yeni Ahid’in bir bölümüdür. Kitâb-ı Mukaddes (Bible) deyimi, Eski Ahid ve Yeni Ahid kitaplarını birlikte belirtmek üzere kullanılır. “Bible” kelimesi “yahudi” veya “İbrânî” sıfatıyla birlikte (The Jewish Bible / La Bible hébraique) kullanıldığında ise yahudilere ait kutsal yazıların bütününü ifade eder. Bazı Arap dil bilimcileri birtakım zorlanmış açıklamalar yaparak Tevrat ve İncil kelimelerinin Arapça köklerden türetilmiş olduğunu iddia etmişlerse de (bk. İbn Atıyye, I, 398; Zemahşerî, I, 173; Râzî, VII, 158-159), Tevrat kelimesinin aslı İbrânîce, İncil kelimesinin aslı Grekçe’dir (İbn Âşûr, III, 148-149).
Hıristiyanlara göre Allah ile insanlar arasında yapılan son sözleşme Hz. Îsâ vasıtasıyla olmuştur. Bu sebeple, bu son ahidin yazılı metinlerine Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd), buna karşılık Allah ile İsrâiloğulları arasında daha önce çeşitli peygamberler vasıtasıyla yapılan ahidlerin yazılı belgelerine Eski Ahid (Ahd-i Atîk) adını vermişlerdir. “Ahid” kelimesi Latince’ye “testamentum” (vasiyet) diye çevrildiğinden Eski Ahid karşılığında İngilizce’de “Old Testament”, Fransızca’da “Ancient Testament” tabirleri, Yeni Ahid karşılığında da İngilizce’de “New Testament”, Fransızca’da “Nouveau Testament” tabirleri kullanılmaktadır. Yahudiler ise kendi kaynaklarında “kutsal kitaplar” veya sadece “kitaplar” denilen kutsal yazıların tamamını ifade etmek üzere “Tanak” (“Tanah” okunur) kelimesini kullanırlar. Kendi başına bir anlama sahip olmayan bu kelime, Eski Ahid’i meydana getiren üç ana bölümün (Tora, Neviîm, Ketuvim) isimlerinin ilk harflerinin bir araya getirilmesi ile oluşmuştur.
Eski Ahid –Ârâmîce olan bazı bölümleri dışında– İbrânîce yazılmış otuz dokuz kitaptan meydana gelmiştir. Yahudiler bazı kitapları diğerleriyle birlikte kabul edip, bu sayıyı yirmi dört veya yirmi iki şeklinde belirtirler. Eski Ahid’in İbrânîce’si ile Grekçe tercümesi arasında metin farklılıkları bulunduğundan, hıristiyanların benimsediği Grekçe Eski Ahid, yahudiler ve Protestanlar’ca kabul edilmemektedir. Eski Ahid’i meydana getiren kitapların tamamı belirli bir dönemde yazıya aktarılmış olmayıp, milâttan önce XII. yüzyıldan milâttan sonra I. yüzyıla kadarki süre içinde kaleme alınmıştır. Yahudilik’te Tanah adı verilen kutsal kitapların listesinin hazırlanıp resmen kabul ve ilân edilmesi, milâttan sonra 90-100 yıllarında toplanan Jamnia Sinodu’nda gerçekleşmiştir.
Eski Ahid’in birinci ve en önemli bölümü olan Torah (Tevrat) ve ihtiva ettiği beş kitap hakkında aşağıda bilgi verilecektir.
Eski Ahid’in “Neviîm” (Peygamberler) adını taşıyan ikinci bölümü yirmi bir kitaptan oluşmaktadır. Neviîm’in ilk grubunda, İsrâil’in tarihini Tesniye’nin bıraktığı yerden Bâbil esaretine kadar devam ettiren Yeşû, Hâkimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar ve II. Krallar kitapları yer almaktadır. İkinci grubunda ise, “yazar peygamberler” diye isimlendirilen kişilerce yazıldığı kabul edilen ve kendi isimleri ile anılan şu bölümler yer almaktadır: İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya, Yûnus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekarya, Malaki.
Eski Ahid’in “Ketuvim” (Kitaplar) adını taşıyan üçüncü bölümünde ise şu kitaplar bulunmaktadır: Mezmûrlar, Süleyman’ın Meselleri, Eyub, Neşîdeler Neşîdesi, Rut, Yeremyanın Mersiyeleri, Vaiz, Ester, Daniel, Ezrâ, Nehemya, I. Tarihler ve II. Tarihler.
Eski Ahid’in en önemli bölümü Tora’dır. İbrânî dilinde “kanun ve şeriat” anlamına gelen Torah’ın Arapça söylenişi Tevrat’tır (sonuna hareke verilmezse “tevrâh” şeklinde okunur). Tevrat Eski Ahid’in (Tanah) beş kitabından oluştuğu için, buna Esfâr-ı Hamse veya Grekçe ve Latince’de “Pentateuchos” adı da verilmektedir. Yahudiler Tevrat’ı ifade etmek üzere –Torah kelimesinin dışında– başka isimler de kullanmışlardır. Bunların Türkçe karşılığı şöyledir: “Mûsâ’nın Şeriatı” (I. Krallar, 2/3; Ezrâ, 7/6), “Şeriat Kitabı” (Yeşû, 1/8), “Rabbin Şeriatı” (II. Tarihler, 31/3), “Rabbin Şeriat Kitabı” (Yeşû, 24/26), “Mûsâ’nın Kitabı” (Yeşû, 8/31).
Yahudiler’de bir kitap veya yazıya onun ilk kelimesini isim olarak vermek âdet olduğundan, beş kitaptan meydana gelen Tevrat’ın bu kitaplarını da ilk kelimeleriyle adlandırmışlardır. Fakat Tevrat’ı ilk defa Yunanca’ya çeviren mütercimler, kitapların muhtevalarına uygun isimler seçmişlerdir ki günümüzde yaygın olarak bilinen kitap başlıkları, bu Grekçe isimlerin karşılığıdır. Bu isimlendirmeye göre Tevrat’ın beş kitabı sırasıyla şunlardır: Tekvîn, Hurûc (Çıkış), Levililer, Sayılar, Tesniye.
Tekvîn kitabında yaratılış konusu ele alınır, dünyanın başlangıcından Hz. Yûsuf’un ölümüne kadar geçen dönemin olayları anlatılır. Kitap elli babdan meydana gelmiştir.
Çıkış (Hurûc) kitabı, İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’nın öncülüğünde Mısır’dan çıkışlarını konu edindiği için bu isimle anılmıştır. Bu kitapta İsrâiloğulları’nın tarihi verilirken özellikle şu konulara değinilmektedir: Hz. Mûsâ’nın Sînâ dağında on emri içeren levhaları alışı, Paskalya (Fısıh) bayramı, mayasız ekmek haftası, ilk doğanların fidyesi, Hz. Mûsâ aracılığıyla Tanrı ile İsrâiloğulları arasında Sînâ dağında yapılan ahid –ki buna Ahid Kanunu adı verilir– ve ahdin şartları. Kitap kırk babdan meydana gelmiştir.
Levililer kitabı daha çok dinî hükümler içermektedir. Bu kitapta kurbanla ilgili hükümler, kâhinlerin dinî temizlikleri, giyimleri, yağ ile meshedilmeleri vb. ruhbanlıkla ilgili hükümler, yenilmesi haram olan ve olmayan hayvanlar, doğum yapan kadının temizlenmesi, cinsel hayatla ilgili kurallar vb. helâl-haram hükümleri, kurbanın kanı, cinlere kurban kesmenin yasaklığı, kendileriyle evlenilmesi yasak kişiler, kutsal gün ve yıllar vb. kutsallıkla ilgili hükümler yer almaktadır. Kitap yirmi altı babdan meydana gelmiştir.
Sayılar kitabı, ilk bölümlerinde İsrâil’in çöldeki nüfus sayımından bahsedildiği için bu adı almıştır. Bu kitapta iki nüfus sayımından, Sînâ’dan ayrılış ve çöldeki hayattan, fethedilen ve fethedilecek yerlerden söz edildiği gibi, çeşitli dinî hükümlere ve arz-ı mev‘ûdla ilgili bilgilere de yer verilmiştir. Kitap otuz altı babdan meydana gelmiştir.
Tesniye kitabında Hz. Mûsâ’nın kavmine hitabı ve son öğütleri, Hz. Mûsâ’nın ölümüyle ilgili rivayetler, arz-ı mev‘ûdda uyulacak ve uygulanacak kanunlar ve hükümler gibi konular yer alır. Tevrat’ın bu son kitabı otuz dört babdan meydana gelmiştir.
Yahudi inancına göre bugünkü Tevrat, Rab Yahve tarafından kelime kelime Hz. Mûsâ’ya vahyedilmiştir. Mûsâ b. Meymûn tarafından tesbit edilen ve yahudilerce günümüzde de benimsenen iman esasları arasındaki şu ifade ile bu inanç pekiştirilmektedir: “İman ederim ki, halen elimizde bulunan Tora (Tevrat) ile Efendimiz Moşe’ye (Hz. Mûsâ) verilmiş olan birbirinin tamamen aynıdır. İman ederim ki bu Tora değiştirilmeyecek ve bundan başka Allah tarafından verilmiş kitap olmayacaktır.”
Buna karşılık Tevrat üzerinde yapılan ilmî tetkikler bugünkü Tevrat’ta birçok çelişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Meselâ Tekvîn kitabında yaratılış, tûfan ve Hz. Yûsuf kıssası konularında yer alan birbirinden çok farklı anlatımlar ve çelişkili bilgiler bu duruma örnek gösterilebilir. Tevrat’ın diğer kitaplarında da bu tür bilgi ve ifadeler tesbit edilmiştir.
Tevrat’la ilgili bu tesbitler ilim adamlarını bu kitabın mevcut şekliyle vahiy ürünü olmadığı ve tek bir kaynaktan neşet etmediği kanaatine ulaştırmıştır. Batı’da XVII. yüzyıldan itibaren yapılan Kitâb-ı Mukaddes tetkikleri Tevrat’ta birden çok yazının veya kişinin rolü bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu incelemeler ve Tevrat metninin tahlili, bugünkü Tevrat’ın dört farklı metnin bir araya getirilmesiyle oluştuğu düşüncesini ön plana çıkarmıştır. Bu metinler şunlardır: a) Yahvist metin. Tanrı adı olarak Yahve adının kullanıldığı bu metinler milâttan önce X. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde yahudi tanrısı beşerî vasıflarla nitelendirilmekte ve İsrâil’in üstünlüğü fikri pekiştirilmektedir.
b) Elohist metin. Tanrı adı olarak Elohim adının kullanıldığı bu metinler milâttan önce VIII. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde daha çok tanrının soyutluğu, mâbet ve ibadet üzerinde durulmaktadır. c) Tesniye metni. Milâttan önce 622’de Süleyman Mâbedi’nde bulunan bu metin, tarihî bir perspektife sahip olmanın yanı sıra hukukî yönü de ağır basmaktadır.
d) Ruhban metni. Bâbil esareti döneminde ve sonrasında yahudi din adamları tarafından yazıldığı için bu ismi almıştır. İsrâil Krallığı’nın Asurlular tarafından yıkılmasını (m.ö. 721) takiben ilk iki metin birleştirilmiş; daha sonraları bu dört kaynak bir araya getirilerek bugünkü Tevrat oluşturulmuştur.
Yahudi inancına göre Tanrı tarafından Hz. Mûsâ’ya Tevrat verildiği gibi, Tevrat’taki hükümlerin ayrıntılı yorumlarını içeren bilgiler de verilmiştir. Hz. Mûsâ bu bilgileri Hârûn ve onun çocuklarıyla yakın çevresinin ileri gelenlerine aktarmış, böylece bu bilgiler şifahî yolla sonraki nesillere intikal etmiştir. Başka bir rivayete göre Hz. Mûsâ şifahî Tevrat da denilen bu bilgileri Sînâ dağında alıp Yeşû’ya nakletmiş, Yeşû ileri gelenlere, onlar peygamberlere, peygamberler de büyük sinagog üyelerine aktarmışlardır. Zamanla yeni şartların ortaya çıkardığı ictihadlarla birlikte şifahî rivayetler iyice çoğalmış ve bunların yazıya geçirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Din bilginlerinin milâttan sonra I. yüzyıldan itibaren şifahî Tevrat’ı kaleme almaya başlamaları neticesinde milâttan sonra II. yüzyılda Mişna ortaya çıkmıştır. Mişna İbrânîce’de “tekrar yoluyla öğretme” anlamına gelen bir kelimedir. İbrânîce kaleme alınan ve Yahuda ha Nasi tarafından tesbit edilen Mişna altı bölümden oluşmuştur: 1. Tohumlar, 2. Bayramlar, 3. Kadınlar, 4. Zararlar, 5. Kutsal şeyler, 6. Temizlik kuralları. Yahuda ha Nasi tarafından derlenen Mişna diğerlerine göre daha muteber sayılmış, Filistin ve Babilonya’daki yahudi okullarında din bilginleri tarafından incelenerek açıklanmıştır. Bu okullarda Mişna üzerine yapılan yorumlara Talmud (veya Gemara) denmiştir. Talmud kelimesi İbrânîce’de “tedkik” mânasına gelir. Kudüs Talmudu II. yüzyıldan IV. yüzyılın sonuna kadar Filistin dinî okullarında yapılan Mişna yorumlarını içermektedir. II-V. yüzyıllarda hazırlanan Bâbil Talmudu, içerik, metot ve metin yönünden Kudüs Talmudu’ndan üstündür. Bu bölgedeki yahudilerin daha özgür bir ortamda bulunmaları ve daha iyi bir akademik teşkilâtlanmaya sahip olmaları Bâbil Talmudu’nun bu özelliği kazanmasında etkili olmuştur.
Kur’an-ı Kerîm’de Tevrat kelimesi on sekiz yerde geçer. Bunun yanı sıra bu kutsal kitaptan Tevrat ismi zikredilmeksizin de birçok yerde söz edilir. Tevrat’la ilgili Kur’an âyetlerinde Hz. Mûsâ’ya kitap verildiği (meselâ bk. Bakara 2/53, 87; En‘âm 6/91, 154; Hûd 11/110; Mü’minûn 23/49), bu kitabın İsrâiloğulları için hidayet rehberi olduğu (İsrâ 17/2), Tevrat’ın Allah tarafından vahyedilmiş olduğu (Mâide 5/44), yahudilerin ise Allah’ın hükmünü ihtiva eden Tevrat yanlarında dururken Hz. Peygamber’i hakem yapmak istedikleri (Mâide 5/43), Ehl-i kitabın Tevrat’ı ve İncil’i uygulamadıkları (Mâide 5/66, 68), Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı doğruladığı (Âl-i İmrân 3/48, 50; Mâide 5/110; Saf 61/6), Hz. Muhammed’in Tevrat’ta müjdelendiği (A‘râf 7/157) yahudilerin Tevrat’ı orijinal şekliyle muhafaza etmeyip onu değiştirdikleri (meselâ bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46) bildirilmekte, Tevrat’ın içeriği ile ilgili bilgiler de (meselâ bk. Mâide 5/45; Tevbe 9/111) verilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’in Tevrat’la ilgili âyetlerinden, yahudilerin gerek metni gerek mânayı bozdukları (“tahrîf”; Nisâ 4/46; Mâide 5/41), kelimeleri başka kelimelerle değiştirdikleri (“tebdîl”; Bakara 2/59; A‘râf 7/162), bazı bölümleri gizledikleri (“kitmân”; Bakara 2/140, 146), okurken ağızlarını eğip bükerek (“leyy”; Âl-i İmrân 3/78) metni anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirdikleri, yanlışla doğruyu birbirine karıştırdıkları (“lebs”; Bakara 2/42; Âl-i İmrân 3/71) ve kendilerine verilen kitabın bir kısmını unuttukları (“nisyân”; Mâide 5/13; A‘râf 7/165) belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’in bu konudaki ifadelerinden, yahudilerin yanlış yorumlayarak Tevrat’ın sadece mânasında değişiklik yapmayıp aynı zamanda metnini de değiştirdikleri anlaşılmaktadır. İslâmî kaynaklarda, yahudilerin Tevrat’ın bir kısmını gizlemelerine ve onu yanlış yorumlamalarına dair birçok örnek yer almıştır.
İncil –yukarıda işaret edildiği gibi– sadece hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Yeni Ahid’in bir bölümüdür. Hıristiyanlara göre Tanrı ile insanlar arasında yapılan son ahid, Hz. Îsâ vasıtasıyla gerçekleşmiş olduğundan, bu ahdin yazılı belgeleri olan külliyata Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd) adı verilmiştir. Bu isim milâttan sonra II. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanmıştır.
Yeni Ahid’i oluşturan kitapların sayısı, Trente Konsili’nde (8 Nisan 1546) kabul ve ilân edilen şekliyle yirmi yedidir. Bu kitaplar şunlardır: İnciller (dört İncil), Resûllerin İşleri, Pavlus’un (Saint Pavlus/Paul) Mektupları (on dört adet), Genel (Katolik) Mektuplar (yedi adet) ve Yuhanna’nın Vahyi. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde İncil ve Havâriler şeklinde iki bölüme ayrılan Yeni Ahid günümüzde –Eski Ahid’de olduğu gibi– üç kısma bölünmüştür: 1. Tarihî kitaplar: Dört İncil ve Resûllerin İşleri, 2. Tâlimî kitaplar: Pavlus’un Mektupları’yla “Katolik” diye adlandırılan yedi mektup, 3. Peygamberlik: Yuhanna’nın Vahyi. Bunlardan İnciller, –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Îsâ’nın hayatı, faaliyetleri ve tebliğini konu edinir. Resûllerin İşleri’nde, Hz. Îsâ’nın semaya çıkışından Pavlus’un Roma’ya seyahati ve oradaki iki yıllık ikametine kadar (m.s. 63-64) geçen dönemin olayları anlatılır. Pavlus’un Mektupları, milâttan sonra 51-67 yılları arasında kaleme alınmış, çeşitli hıristiyan cemaatlere ve bazı kişilere gönderilmiş olup, Yeni Ahid’deki teolojik ve doktriner konular bu mektuplarda yer almaktadır. Hatta İnciller’den sonra Yeni Ahid’in en önemli bölümü Pavlus’un Romalılar’a Mektubu’dur. Diğerlerinden farklı olarak on dördüncü mektupta (İbrânîler’e Mektup) Pavlus’un adı zikredilmez; bu ve başka sebeplerle anılan mektubun Pavlus’a aidiyetiyle ilgili önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Genel (Katolik) Mektuplar, şahıs ve cemaat ayırımı yapmaksızın bütün hıristiyanlara hitap ettiği için bu adı almıştır. Yeni Ahid’in son bölümü olan Vahiy kitabının yazarı kesin olarak bilinmemekle beraber kilise geleneği kitabı İncil yazarı Yuhanna’ya nisbet etmektedir. Günümüz yorumcuları tarafından da benimsenen hâkim kanaate göre 94-96 yılları arasında kaleme alınmıştır. İki temel bölümden meydana gelen bu kitabın ilk bölümü Asya’daki yedi kiliseye hitaben yazılmış mektupları, ikinci bölümü ise özellikle âhir zamanla ilgili belirtilerin sembolik anlatımını içerir. İnciller Yeni Ahid’in hacim itibariyle yarısına yakın bir kısmını oluşturmakla beraber, günümüzde “İncil” adıyla yapılan yayınlar genellikle Yeni Ahid’in tamamını içermektedir.
Hz. Îsâ Ârâmîce konuştuğu halde Yeni Ahid kitaplarının hepsi Grekçe’dir. Sadece Matta İncili’nin ilk şeklinin Ârâmîce olduğu fakat daha sonra kaybolduğu söylenmektedir. Yeni Ahid’i oluşturan kitapların tamamı Grekçe olmak üzere pek çok yazma nüshası vardır ve hiçbiri Yeni Ahid yazarlarına ait değildir. Bugün mevcut olan en eski ve eksiksiz Yeni Ahid yazma nüshaları, milâttan sonra IV. yüzyıl ve daha sonrasına aittir. Bunların hepsi aynı tarihte yazılmış olmayıp yarım asırlık bir süre içinde farklı kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Yeni Ahid içinde ilk yazılanlar Pavlus’un mektupları olup milâttan sonra 49-50 yıllarında yazılmaya başlanmıştır. Daha sonra 65-110 yılları arasında İnciller, Resûllerin İşleri ve en son olarak da Yuhanna’ya nisbet edilen yazılar kaleme alınmıştır. Pavlus Hz. Îsâ’yı görmediği ve onu dinlemediği halde Hz. Îsâ’nın hem kişiliği hem de fikirleri hakkında kendi yorumlarını kaleme alıp bunları değişik hıristiyan cemaatlerine göndermiş, böylece Pavlus’un mektupları Yeni Ahid külliyatının ilk yazılı dokümanlarını oluşturmuştur.
I ve II. yüzyıllara ait olan bu farklı türdeki yazılar ilk kilisenin Mesîh olan Îsâ ile ilgili tecrübe, anlayış ve yorumundan ibarettir. Daha birçok mektup ve kitap bulunduğu halde kilise bunları kendi öğretisi için temel kaynak sayıp kutsal yazılar listesini yukarıda belirtilen yirmi yedi metinle dondurmuştur. Şu var ki Yeni Ahid’i meydana getiren kitapların kilise tarafından resmen kabul edilmeleri uzun bir süre içinde olmuştur. Yeni Ahid külliyatıyla ilgili ilk liste (canon) çalışması milâttan sonra 150’lerde Marcion tarafından yapılmış, daha sonra değişik kişi ve konsillerce birçok liste tesbit edilmiş, nihayet Trente Konsili’nde (1546-1564), kutsal yazıların ilham mahsulü olduğundan şüphe edilmemesi gerektiği vurgulanmış; Yeni Ahid’i oluşturan kitaplar bugünkü şekliyle kesinleştirilip resmen kabul ve ilân edilmiştir. Yeni Ahid’i oluşturan yirmi yedi kitap aynı derece muteber sayılmayıp bazıları uzun tartışmalar sonunda listeye alınmıştır. Öte yandan bütün hıristiyanlar tarafından tasvip edilip onaylanan bir listeden mahrum bulunulan sürede bugün kutsal sayılan kitapların yanı sıra apokrif (uydurma) sayılan kitaplar da kullanılmıştır.
Hıristiyanlar Kitâb-ı Mukaddes’i meydana getiren yazıların kutsal ruh tarafından ilham edilmiş bulunduğuna, dolayısıyla bunların tamamının Tanrı sözü olduğuna inanırlar. Bir başka anlatımla bunların yazarı Tanrı olup, kutsal metin yazarları sadece O’nun vasıtalarıdır. İlk dönemlerde kutsal yazıların ilâhî kaynaklı olduğu kesin olarak kabul edildiğinden vahiy veya ilhamın mahiyetini tesbite, kutsal yazıların ilham eseri olduğunu ispata gerek görülmemiştir. Fakat değişik âmillerin etkisiyle papalığın konuyla ilgili kararları belli bir gelişme göstermiş, özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda kutsal metinlerin ilâhî kaynaklı ve ilham mahsulü oluşu ciddi anlamda tartışılır hale gelmiştir. XX. yüzyılda bazı fundamentalist mezhepler hariç Kitâb-ı Mukaddes’in yanılmaz olduğu inancı genellikle terkedilmiş, kilise ilk dönemlerde benimsediği kutsal metinlerin tamamıyla Tanrı tarafından yazdırıldığı inancını bırakarak bunların kutsal metin yazarları eliyle tertip edildiğini, içerik, dil ve üslûp bakımından bu yazarlara ait olduğunu da kabul etmiştir. Dolayısıyla eski telakkiye göre kutsal yazıların harfi harfine semadan geldiği ve yazarlara dikte edildiği kabul edilmekteyken, günümüzde bu yazıların mânalarının vahyedilmiş olduğu fikri benimsenmektedir. Buna göre mesaj ilâhî, ifade ve üslûp ise yazara aittir.
İncil kelimesinin aslı Yunanca’da “iyi haber, müjde” anlamına gelen evangelion (euaggelion, euangelion) kelimesi olup Latince’ye evangelium, Fransızca’ya évangile olarak geçmiştir. İngilizce’deki karşılığı ise gospeldir (eski İngilizce’de godspel). Hıristiyanlık’taki vahiy anlayışı İslâmiyet’tekinden farklı olup hıristiyanlar İnciller’in kutsal ruhun ilhamı altında kaleme alındığına inanırlar. Onlara göre Îsâ ilâhî kelâmın bedenleşmiş halidir ve ayrıca ona vahiy yoluyla bir kitap verilmemiştir; vahyin müşahhas şekli olan Îsâ’nın söz ve fiilleri daha sonra kitaplaştırılarak İnciller meydana getirilmiştir. Yine hıristiyan telakkisine göre Yeni Ahid’de İncil, yazılı bir metni değil Mesîh ve havârilerin bildirdiği mesajı ve müjdeyi, şifahî tebliği ifade eder. İncil kelimesi havâriler sonrası dönemde II. yüzyıldan itibaren kilise dilinde, önce havârilerin görgü şahidi oldukları yazıların, Îsâ’nın hayat ve öğretisine dair dinî bilgileri ihtiva eden kitapların içeriğini belirtmek, kurtuluş müjdesini bütünlüğü içinde ifade etmek üzere tekil, daha sonra kitapların kendileri için çoğul olarak kullanılmıştır. İncil kelimesi bazan Yeni Ahid’in diğer yazıları için de kullanılmakla beraber genelde Îsâ’nın hayat ve doktrinini anlatan kanonik ve apokrif yazıların adıdır; günümüzde hem hıristiyan mesajını hem de Mesîh’in hayat ve öğretisini içeren kitapları ifade etmektedir.
Hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ İncil’i yazmamış, yazdırmamış, sadece tebliğ etmiş ve havârilerinden de onu tebliğ etmelerini istemiştir. Îsâ ve havâriler döneminde (m.s. 70’e kadar) hıristiyanlar Yahudilik’ten miras aldıkları kutsal yazılar koleksiyonunu kullanmışlardır. Bu dönemde henüz Yeni Ahid söz konusu değildir. Ancak Hz. Îsâ’nın semaya çıkışından belli bir süre sonra hıristiyan cemaatlerin çoğalmasına karşılık onu görüp dinleyenlerin sayısı azalmaya, ayrıca mesîhî krallık beklentisi zayıflamaya, Helenistik ve Gnostik etkiler artmaya başlayınca ona ait sözlerin yazıya aktarılması zaruret haline gelmiş, böylece çeşitli İnciller kaleme alınmıştır. Îsâ’nın semaya çıkışını izleyen kırk yıl boyunca şifahî rivayet ve gelenekler oluşmuş, bunlar vaaz vb. yollarla korunup aktarılmıştır. Muhtemelen bunların bir kısmı bu dönemde yazıya geçirilmiş, İncil yazarları da bu verilerden yola çıkarak İnciller’ini yazmışlardır. Ancak bunları kaleme alırlarken kendilerine aktarılan rivayetlerle yetinmeyip hitap ettikleri cemaatlerin sorunlarını da kendi bakış açılarına göre göz önünde bulundurmuşlardır. Başlangıçta “Havârilerin Hâtıratı” diye anılan İnciller sadece cemaat için değil bireysel amaçlarla da kaleme alınmıştı ve çok sayıda İncil vardı. Bunlardan sadece dördünün muteber sayılıp diğerlerinin apokrif kabul edilerek reddedilişi milâttan sonra IV. asırda gerçekleşmiştir. O dönemin kilise yetkililerince göz önünde tutulan kriterlere göre sadece Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri muteber sayılmıştır. Kilise bu dört İncil’in Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazıldığını kabul etmektedir. Bilim çevrelerinde bunların söz konusu İnciller’in gerçek yazarları olduğu hususu tartışmalı olmakla birlikte bilgi kaynağının onlar olduğu kabul edilir. İlk zamanlarda bütün hıristiyan cemaatler bugün muteber sayılan ve ikinci hıristiyan neslin çalışması olan bu dört İncil’in hepsini kullanmıyorlardı. Suriye’deki cemaatler Matta, Yunanistan’dakiler Luka, Roma’dakiler ise Markos İncili’ni kullanıyorlardı. İnciller’in kendilerine nisbet edildiği yazarlara ait orijinal nüshaları yoktur. Bugün elde bulunan en eski tam nüshalar, IV. yüzyıla ait Grekçe Onciale (büyük harfli) nüshalardır.
Dört İncil’den üçü (Matta, Markos, Luka İncilleri) gerek şekil gerek konuları bakımından çok benzerlikler taşıdığı için “sinoptik İnciller” diye de anılırlar. Bunlar arasındaki benzerliği açıklamak üzere değişik teoriler ortaya konmuştur.
Mevcut Kitâb-ı Mukaddes’teki sıralamaya göre ilk İncil olan ve Filistin’de yaşayan Mûsevî dininden gelmiş hıristiyanlar için yazılan Matta İncili sık sık Eski Ahid’e atıfta bulunarak yahudi karakterini muhafaza etmekte, Hz. Îsâ’nın şeriatı (Tevrat) değiştirmek için değil geliştirmek için gönderildiğini vurgulamaktadır. Matta İncili’nin başlangıç kısmında Hz. Îsâ’nın çocukluk ve gençlik yılları, Hz. Yahyâ, Hz. Îsâ’nın çölde şeytan tarafından denenmesi anlatıldıktan sonra, Hz. Îsâ’nın Celîle’deki faaliyetleri, Yahudiye ve Kudüs’teki faaliyetleri, Hz. Îsâ’nın ıstırap çekişi, ölümü ve yeniden dirilişi hakkında bilgi verilir.
Markos İncili, İnciller içinde en kısa ve ifade bakımından en zayıf olanıdır. Hz. Îsâ’nın çocukluk yıllarından hiç söz etmeyip doğrudan Hz. Yahyâ’nın tebliği ve Hz. Îsâ’nın vaftiziyle başlar. Planı bakımından Matta İncili’ne çok yakın olup ana hatları aynıdır.
Luka İncili yahudi asıllı olmayan hıristiyanlar için yazılmıştır. Bu yüzden müşrikleri cezbedecek hikâyeleri en göze çarpacak şekilde sergiler, sadece yahudi kökenli hıristiyanları ilgilendirecek olayları ihmal eder. Luka İncili’nde Hz. Meryem ve Îsâ’nın doğumu hakkında bilgiler vardır. Diğer bölümler Matta ve Markos İncilleri’nin planlarına uygundur.
Yuhanna’ya nisbet edilen İncil, sinoptik adı verilen diğer üç İncil’den farklı olup (bazı tarihî bilgiler içermekle beraber) asıl amacı teolojiktir. Bu İncil’de sinoptik İnciller’deki mesellerin yerine ışık, hayat, irfan, hakikat gibi kavramlarla Hz. Îsâ’nın öğretisinin ilkeleri soyut bir anlatım içinde verilir. Sinoptik İnciller’de merkez kavram “ilâhî hükümranlık” iken Yuhanna İncili’nde “Îsâ’ya iman” vurgulanır. Bu İncil’de mûcizelerden sadece yedisi sırf teolojik bir fikri desteklemek üzere sembolik olarak zikredilir.
Hıristiyanlığın aynı derecede kutsal kabul ettiği ve hepsi Hıristiyanlık akîdesinin oluşumundan sonra yazılmış olan dört İncil’in ortaya çıkardığı pek çok problem vardır. Hz. Îsâ’nın hayatını ve tebligatını anlatan kitapların birden fazla ve çoğu yerde birbiriyle çelişir durumda olması, bu problemlerin başında yer alır.
Kur’an-ı Kerîm’de İncil kelimesi on iki yerde geçer. Kur’an’da İncil daha çok Tevrat’la birlikte zikredilmekte, Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı tasdik ettiği, kendisine kitabın, hikmetin, Tevrat’ın ve İncil’in öğretildiği bildirilmektedir (Âl-i İmrân 3/48, 50). Bu da Kur’an’da İncil kelimesiyle sadece bir müjde ve mesajın değil aynı zamanda o müjde ve mesajı içeren kutsal kitabın da kastedildiğini gösterir. Mevcut Yeni Ahid’de de Hz. Îsâ’ya bir İncil verildiğine dair ifadeler bulunmaktadır. Meselâ Markos İncili’nde “Allah’ın İncili” (1/4), Matta İncili’nde (4/23) ve Romalılar’a Mektup’ta (1/10, 16; 15/19) “Mesîh’in İncili” denmektedir. Buna rağmen Hıristiyanlık Hz. Îsâ’ya kitap olarak verilmiş bir İncil’i kabul etmemiş, ilk asırda 100’den fazla olduğu anlaşılan İnciller arasından dördünü kutsal saymış, diğerlerini de apokrif (uydurma) ilân etmiştir. Kur’an’da hıristiyanların İncil’i tahrif ettiklerine dair açık bir ifade bulunmamakla beraber onlar, İncil’in gereklerini yerine getirmedikleri, verilen öğüdün bir kısmını unuttukları ve kitabın bir kısmını gizledikleri belirtilerek kınanmaktadır (bk. Mâide 5/14-15, 66). Dolayısıyla bu ve benzeri delillerden yola çıkılarak onların da tahrifte bulundukları sonucuna ulaşılmıştır. İslâm âlimlerinin Kur’an’da verilen bilgilerden hareketle İnciller üzerinde yaptıkları incelemeler bu konuya ilişkin bir literatür ortaya çıkarmıştır. Klasik eserlerin yanı sıra günümüzde bu alanda yapılan çalışmalar, anılan İnciller arasında birçok farklılık ve çelişki, hatta aynı İncil içinde tutarsız bilgi ve ifade bulunduğunu, bunların ilâhî bir kitap niteliğinden uzak ve Hz. Îsâ’ya verilen İncil’i temsil edemeyecek durumda olduğunu göstermektedir (Eski Ahid, Yeni Ahid, Tevrat ve İncil hakkında daha fazla bilgi için bk. Hikmet Tanyu, “Ahd-i Cedîd”, DİA, I, 501-507; Ömer Faruk Harman, “Ahd-i Atîk”, a.g.e., I, 494-501; “İncil”, a.g.e., XXII, 270-276; a.mlf., “Eski Ahid”, İFAV Ans., I, 488-490; “İncil”, a.g.e., II, 397-403; “Talmud”, a.g.e., IV, 246-247; “Tevrat”, a.g.e., IV, 363-367; “Yeni Ahid”, a.g.e., IV, 489-493; Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Kutsal Metinler ve Dinî Literatür]”, DİA, XVII, 340-345).
(5) اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِؕ
(6) هُوَ الَّذٖي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُؕ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
Kuşkusuz yerde olsun gökte olsun hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur. Mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur.
Müfessirler bu iki âyeti daha çok 2. âyette geçen “hay” ve “kayyûm” isimlerinin açıklaması olarak düşünmüşler ve buradan çıkan anlamlarla hıristiyan inancında bulunan sakatlıklar arasındaki zıt ilişkiyi dikkate alarak bu âyetlerin Hıristiyanlığın temel akîde esaslarının çürüklüğünü ortaya koymayı hedeflediği kanaatine varmışlardır. Şöyle ki: Evrendeki hiçbir bilginin yüce Allah’a gizli kalmayacağı belirtilerek önce O’nun “hay” ismine açıklama getirilmiş olmaktadır. Zira böyle bir ilmin varlığı ve bu derece kapsamlı olması, daima diri ve ölümsüz olmakla mümkündür. Diğer taraftan bu açıklama “kayyûm” ismi ile de bağlantılıdır. Çünkü kayyûm, “bütün varlıkları yaratan, denetleyen ve görüp gözeten” anlamına geldiğine göre, bu ismin tecellisi, bütün yaratıkların nitelik ve nicelik bakımından ihtiyaçlarını bilmeye bağlıdır. Evrendeki varlıkları temsilen insanın yaratılışına değinen 6. âyette de Allah Teâlâ’nın yaratma keyfiyetinde kendi dilemesinin esas olduğu vurgulu bir ifade ile belirtilerek kayyûm isminin asıl tecellisi olan her türlü ihtiyacı karşılayabilme gücüne, başka bir anlatımla yüce Allah’ın “mümkinat” çerçevesindeki her şeye kadir olduğuna dikkat çekilmektedir.
Kâinattaki bütün varlıkları ve olayları kapsamak üzere âyette “şey” kelimesi kullanılmıştır. “Yerde ve gökte” ifadesi, varlık ve olayların bulunduğu ve gerçekleştiği tüm mekânları kapsamaktadır. Arz kelimesi “yerküre (dünya)” anlamındadır; sema kelimesi de “yerkürenin dışındaki âlemler”i ifade eden bir cins ismidir; böylece söz konusu iki kelimeyle bütün evren kastedilmiştir. Şu var ki söze dünya ile başlanmak suretiyle uzaklarda bulunan varlık ve olaylara tedricî bir fikrî geçişin sağlanması hedeflenmiştir. Çünkü yeryüzündeki varlık ve olayların çoğuna insanların çoğunluğu muttali olduğu halde yerkürenin uzağındaki varlık ve olaylar hakkında gerek ilgi gerekse bilgi düzeyi daha düşüktür (İbn Âşûr, III, 151).
Bu âyetten çıkan anlamlarla Hıristiyanlığın temel akîde esasları arasındaki zıt ilişkilerin ve bu inançların çürüklüğünün ince bir üslûpla ortaya konmuş olduğu konusundaki yorumları şöyle özetlemek mümkündür (Râzî, VII, 163-165):
Hıristiyanlar Hz. Îsâ’nın Tanrı olduğunu ileri sürerken, biri gözleme diğeri mantıkî muhakemeye dayalı iki tür delil getirirler:
1. Gözleme Dayalı Deliller
a) Hz. Îsâ’nın “ilim” (gayb haberlerini bilme) özelliği. Hıristiyanlar Hz. Îsâ’nın çevresindeki bazı kişilere meselâ “Sen evinde şunu yedin”, “Sen evinde şunu yaptın” gibi haberler vermiş olduğunu dikkate alarak onun gaybı bildiğini, dolayısıyla Tanrı olduğunu ileri sürerler.
5. âyette “evrendeki hiçbir varlık ve olayın Allah’ın bilgisi dışında olmadığı” belirtilerek, bir kimsenin gayba dair bazı bilgilere sahip olmasının ona tanrılık vasfını kazandırmayacağına, buna karşılık gayba ait bilgilerin bir kısmını veya tamamını bilmemesinin ise onun ilâh olmadığını kesin bir biçimde ortaya koyduğuna işaret edilmektedir. Gerçekten Hz. Îsâ Allah’ın bildirmesiyle bazı gayb haberleri verebiliyordu. Fakat gayba ait her şeyi bilmiyordu. Nitekim hıristiyanların, Hz. Îsâ’nın “öldürülme endişesini” açıklamış olduğunu ifade etmeleri de onun her şeyi bilmediğini kabul ettiklerini gösterir. Zira her şeyi bilmiş olsaydı, kendini öldürmek isteyenlerin yakalamak üzere yola çıktıklarını, kendisinin eziyet ve acı çekeceğini bilir ve onlar gelmeden kaçardı.
b) Hz. Îsâ’nın “kudret” (diriltme, yaratma ve iyileştirme) özelliği. Hıristiyanlar Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltme, körü, alaca (cüzzam) hastalığına tutulmuş kişileri iyileştirme ve çamurdan yaptığı kuşa üfleyip canlı kuş haline getirme şeklindeki mûcizelerinden hareketle onun Tanrı olduğunu ileri sürmüşlerdir (bu mûcizeler için bk. Âl-i İmrân 3/49; Mâide 5/110).
6. âyette “Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur” buyurularak, Tanrı’nın kadir-i mutlak olma özelliğine, dolayısıyla Hz. Îsâ ve diğer insanların –yine Allah’ın dilemesiyle– ortaya koydukları bu hârikulâde olayların tanrılık vasfı için yeterli olmadığına, dilediğini dilediği biçimde yaratabilme gücüne sürekli olarak sahip olmamasının ise Hz. Îsâ’nın Tanrı olmadığını kesin bir şekilde ortaya koyduğuna işaret edilmektedir. Bu yorumu desteklemek üzere, “Şayet Hz. Îsâ’nın dilediğini yaşatma ve dilediğini öldürme gücü olsaydı, hıristiyan inancına göre kendini öldürdüğü kabul edilen kişilerin ölümünü sağlayarak onlara bu fırsatı vermemesi gerekirdi” şeklinde bir açıklama da eklenir.
2. Mantıkî Muhakemeye Dayalı Deliller
a) Hz. Îsâ’nın babası olmadığının müslümanlar tarafından da kabulü. Hıristiyanların Hz. Îsâ’nın beşer cinsinden babası bulunmadığının müslümanlar tarafından kabulünü çarpık bir mantıkla “O halde Tanrı’nın oğludur” şeklinde bir sonuca bağlamalarına karşı âyet-i kerîmede “Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O’dur” buyurularak, Hz. Îsâ’nın annesinin bulunduğunu hıristiyanların da kabul ettiklerine îma ile, diğer insanlar gibi ona da ana rahminde şekil verenin yüce Allah olduğuna dikkat çekilmekte ve Cenâb-ı Allah’ın dilediğinde bir insanı babasız olarak da dünyaya getirebileceğine işaret edilmektedir.
b) Hz. Îsâ’nın Kur’an’da “rûhullah” ve “kelimetullah” olarak nitelenmesi. Hıristiyanlar Hz. Muhammed’e “Sen, ‘Îsâ Allah’ın ruhu ve kelimesidir’ demiyor musun? O halde bu da onun Allah’ın oğlu olduğunu gösterir” demişlerdi. Onların bu istidlâllerini reddetmek üzere müteakip âyetlerde yüce Allah’ın âyetlerinin muhkem ve müteşâbih kısımlarına ayrıldığı hatırlatılmakta ve Hz. Îsâ ile ilgili bu nitelemelerde ilâhî beyana tam bir teslimiyet gösterme yerine kendi akıllarınca çarpık istidlâller yoluyla sapık sonuçlara ulaşmaları kınanmaktadır. Şayet hıristiyanlar Kur’an’daki Hz. Îsâ ile ilgili bu nitelendirmelere gerçekten itibar etmiş olsalardı, yani vardıkları sonucun dayanağı ve hareket noktası olarak Kur’an’ın sesine samimi olarak kulak vermiş bulunsalardı, –kendi tutarlılıkları bakımından– Kur’an-ı Kerîm’in Hz. Îsâ ve tevhid inancıyla ilgili açıklama ve uyarılarını da göz ardı etmemeleri gerekirdi.
Bazı müfessirlere göre bu âyetteki vurgu, natüralistlere reddiye içindir. Çünkü onların nazarında tabiat yaratıcı ve tek hâkim güçtür (İbn Atıyye, I, 400).
Bu konuda önemli tahlillere yer veren Elmalılı Muhammed Hamdi de özetle şu hususlara dikkat çeker (II, 1029-1035):
Yüce Allah fâil-i muhtârdır, yani bütün varlık ve olaylar O’nun iradesine bağlıdır, fakat O hiçbir hâricî zorunluluğa mahkûm değildir. Buna göre:
a) O’nun olayların gerçekleşmesinden öncesine ait ilmi öyle eksiksiz ve kuşatıcıdır ki, hiçbir gizli işin bu kapsamın dışında kalması düşünülemez, dolayısıyla hıristiyan muhitince tevhid görünümü verilerek ortaya atılan teslîs bilmecesi altında saklı şirkin O’nun bilgisi dışında kalabileceği sanılmamalıdır.
b) O’nun hiçbir desteğe ve yardımcıya ihtiyacı olmadığı gibi, esasen evrendekilerin tamamı O’nun kudretinin eseridir. Tabiat, bu kudretin tekerrür eden tekdüze etkileri, tabiat kanunu dışında cereyan eden hârikulâde olaylar da tek düze olmayan etkileridir. Bir başka anlatımla, doğa kanunları o kudrete etki edemez, bilâkis o kudretin hükmü altındadır; “tabiat kanunu” bizâtihî sonuç doğuran gücü (müessir) değil, sonuç meydana getirme yöntemini ifade eder. Nitekim tabiat kanununun temel niteliği “ıttırat” (tek düzelik) olduğu halde, karakter farklılıklarının ve her bir insana özgü özelliklerin bulunması gerçek illet olan yegâne gücün (ilâhî kudret) tabiata egemen bulunduğunu ve tabiat kanunu çerçevesindeki bütün doğa yasalarının varlıklarını bu güce borçlu olduğunu kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu “şekil veren müessir güç” bakımından ilk maddenin şekillendirilmesi hiçbir dış şarta bağlı değildir ve o güce karşı durabilecek hiçbir güç yoktur. İşte insanlara rahimlerde şekil veren yüce Allah böylesine üstün gücün sahibidir, “hay”dır, “kayyûm”dur.
c) “Musavvir” (şekil verici) olan yüce Allah, yaratma ve şekillendirmede zorunluluk altında olmayıp, yapıp yapmama onun dilemesine bağlıdır. O zorunlu ve gerekli kılabilir, fakat mecbur tutulamaz. Dilediğine irade verir, dilediğine vermez. Rahimlerde insanların muayyen bir biçim kazanması, önceden var olan ve yaratıcı kudretin üzerinde bulunan bir sistemin dayatmasının bir sonucu değil, her olayda sınırsız şekil verme gücüne sahip ve fâil-i muhtâr olan ulu Allah’ın tercih ve iradesinin eseridir. Şayet böyle olmasa, bu zorunluluğun eseri olan biçimlerden onların seçimine bırakılmış işler meydana gelemez, en basit örneği ile bir taş yerinden koparılıp iki ayrı amaç için kullanılamaz, karakter farklılıkları olamaz, fen bilimlerinde karşılıklı iki kanun bulunamaz, modern bilimin “variété” deyimiyle belirttiği çeşitlilik oluşamaz, bir kişinin sperminden hem erkek hem dişi çocuklar meydana gelemez, her şeyde ezelden ebede hiçbir farklılık taşımayan bir tekdüzelik devam eder giderdi. Yine bu takdirde, rahme düşen her sperm mutlaka insan haline gelir, “galatât-ı tabiat” denilen şeyler ve hatta hayat denen olay hiç meydana gelmezdi. İyi düşünülürse anlaşılır ki, galatât-ı tabiat denilen ve evrendeki mükemmel düzenin kusurları gibi gösterilmek istenen durumlar, aslında birer eksiklik değil, doğanın ve ana-babanın “gerçek müessir” (sonucu meydana getiren güç) olmadığını ve yaratanın iradesini gösteren ve O’nun eşsiz sanatının eseri olan birer tanıktırlar.
Özet olarak doğa tam anlamıyla “illet” (varlık sebebi) olmayıp hepsi, yaratanın eseri olan “fıtrat”ın uzantısıdır. Yüce Allah hem “hâlik” hem “bârî” olması itibariyle dilerse yarattıklarına verdiği fıtratı değiştirir. Şu halde veraset (soya çekim) ve tenâsül (üreme) kanunlarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, müessir-i hakîkînin (sonucu meydana getiren gerçek güç) eserini verişi kendinden bir şeyler eksilten bir üreme değildir; bir “hilkat”tir (yaratma). Bunun için, sanat sahibinin tanınması onun eserlerinin tasavvuruyla değil, onların ona nisbet edilmesiyle gerçekleşir. Hal böyle iken (hıristiyanların temel inanç esasları arasında yer alan) aslî günah (insanın günahkâr olarak dünyaya gelmesi) telakkisi, insanları rahimlerde dilediği gibi biçimlendirmeye kadir olan Allah’a bunu bağışlamaktan âciz olduğu isnadında bulunmak anlamına gelir ki, Cenab-ı Hakk’ın yüce kudretine saygısızlık ve ilâhî kayyûmiyetini inkâr demektir. Öte yandan O’nun şanına yakışan, eziyetsiz affetmektir; aslî günah anlayışı buna da aykırıdır (insanın yaratılışı ve ana karnında geçirdiği dönemler hakkında bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/12-14; Zümer 39/6; insana şekil verilmesi hakkında bk. A‘râf 7/11; Gāfir 40/64; Tegābün 64/3; İnfitâr 82/8; Allah’ın “musavvir” [şekil veren] ismi için bk. Haşr 59/24).
(7) هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌؕ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْوٖيلِهٖۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۘ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.
Kitabın âyetleri “muhkem olanlar” ve “müteşâbih olanlar” şeklinde iki kısma ayrılmakta ve muhkem olanlar hakkında “ümmü’l-kitâb” (kitabın esası, temeli) dendiği halde müteşâbih olanlar için herhangi bir nitelendirme yapılmaksızın kötü niyetle bunların peşine düşenler kınanmaktadır. Daha sonra müteşâbihatın te’vilinin (hangi anlama yorumlanabileceğinin) sadece Allah tarafından bilindiği yahut Allah’ın bilmesi yanında, ilimde yüksek mertebeye erişmiş kişiler tarafından da bilinebileceği şeklinde iki farklı tefsire imkân veren bir ifade yer almaktadır.
Bu âyeti yorumlayan İslâm bilginleri âyette geçen “kitap” kelimesiyle Kur’an’ın kastedildiği hususunda fikir birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 400; Süleyman Ateş’in bu konudaki farklı görüşüne aşağıda değinilecektir).
Muhkem sözlükte “engellenmiş, dış etkilere karşı korunmuş, güvenilir, sağlam, bozulamaz” gibi anlamlara gelir. Müteşâbih ise sözlükte “aralarında birbirinden ayırt edilemeyecek ve zihin karıştıracak derecede benzerlik bulunan iki şey” demektir.
Muhkem ve müteşâbihin terim anlamları ve bu âyette hangi mânada kullanıldıkları hakkında âlimler arasında fikir birliği bulunmamaktadır. Şevkânî yedi tanıma yer verip bunları eleştirir ve kendi tercihini şöyle belirtir: Muhkem, “ister kendi başına ister başka ifadeler dikkate alındığında mânası ve delâleti açık seçik anlaşılan”; müteşâbih ise, “gerek kendi başına gerekse başka ifadeler dikkate alındığında mânası ve delâleti açık seçik anlaşılmayan”dır (I, 348-349). Bu sebeple Râzî her ekolün kendi görüşüne uygun âyetleri muhkem, karşı görüşe uygun olanları ise müteşâbih olarak niteleme gayreti içinde olduğuna dikkat çeker (VII, 169). Aşağıda açıklanacağı üzere, âyetin son kısmında yer alan müteşâbihatın anlamının kimler tarafından bilindiğine ilişkin ifadenin tefsiri, bu iki kelimenin buradaki terim anlamlarının belirlenmesinde temel etkeni oluşturmaktadır.
Esasen Kur’an-ı Kerîm’de bu yüce kitabın bütün âyetlerinin muhkem kılındığını (Hûd 11/1), yine onun müteşâbih olduğunu (Zümer 39/23) belirten ifadeler de bulunmaktadır. Fakat buralardaki “ihkâm” (muhkem kılma) ve “müteşâbih” kelimelerinin bu âyet-i kerîmedeki anlamlarıyla kullanılmadığı açıktır. Genel kabul gören anlayışa göre Kur’an’ın bütününü kapsayan “muhkem” nitelemesiyle, onun dil özellikleri ve anlam derinliği açısından başka sözlerden üstün olduğuna ve benzerinin ortaya konamayacağına dikkat çekilmektedir. Bütününü kapsayan “müteşâbih” nitelemesiyle de üslûbundaki çeşitliliğe rağmen bir kısmının diğer kısmına tercihini imkânsız kılan bir güzelliğe sahip olduğuna, bıkılmadan tekrar tekrar okunduğuna, her bir âyetinin iman sahiplerinin gönüllerinde ayrı bir heyecan ve mânevî haz uyandırdığına ve aynı kaynaktan geldiğini gösteren bir tutarlılık taşıdığına işaret edilmektedir. Elmalılı Hûd sûresinin 1. âyetinde kitabın “âyetleri sağlam kılınmış” (uhkimet âyâtuhû) şeklinde nitelenmesinden ve müteşâbihatın da sonuç itibariyle onun bir parçası olmasından hareketle, buradaki hikmetli üslûpla, bütünüyle düşünüldüğünde kitabın tamamının muhkem olduğuna işaret edildiğini belirtir. Daha sonra ise “bu hikmete aykırı olarak müteşâbihat ümmü’l-kitâb farzedilir de muhkematın müteşâbihatla te’viline gidilirse o zaman da hepsinin müteşâbih olacağını ve Zümer sûresinin 23. âyeti hükmünün tezahür edeceğini ifade eder (II, 1036-1037). Kanaatimize göre bu âyetle Hûd sûresinin 1. âyeti arasında böyle bir bağ kurulabilse bile Zümer sûresinin 23. âyetiyle müellifin düşündüğü bağı kurmak isabetli olmaz. Çünkü burada hikmete muhalif, yanlış bir yöntem izlenmesinden bahsetmekte, gönderme yaptığı âyette ise, –yukarıda belirtildiği üzere– Kur’an’a yürekten inanmış kişilerden ve bu kitabın onların gönüllerinde uyandırdığı mânevî haz ve heyecandan söz edilmektedir. Zümer sûresinin 23. âyetinin tefsirinde görüleceği üzere o bağlamda kitabın “müteşâbih” olarak nitelenmesi onun kendi içinde uyumlu ve çelişkilerden uzak olduğunu anlatmaktadır. Nitekim müellif de Hûd sûresinin 1. âyetiyle Zümer sûresinin 23. âyetini karşılaştırırken “… Bu cihetle ‘uhkimet âyâtühû’ ve ‘kitâben müteşâbihen’ mütekabil değil birbirinin izahıdır” demektedir (II, 1037).
Bu âyet-i kerîmede muhkem ve müteşâbihle neyin kastedildiği hususunda tefsirlerde yer alan başlıca görüşleri şöyle özetlemek mümkündür:
a) Muhkem âyetler Allah’ın birliğine yürekten inanma, ana-babaya iyi davranma, kötülüklerden kaçınma vb. bütün ilâhî dinlerde ortak olan hükümleri içerenlerdir. Müteşâbih âyetler ise bazı sûrelerin başındaki harfler (hurûf-ı mukattaa) gibi mânası açıklanmamış âyetlerdir. Bu görüş İbn Abbas’tan nakledilmiştir (İbn Abbas’tan yapılan başka bir rivayette muhkem “helâller ve haramlar” şeklinde belirtilmiştir).
b) Nâsih (başka âyetleri yürürlükten kaldıran) âyetler muhkem, mensuh (yürürlükten kaldırılmış) âyetler müteşâbihtir. Bu görüş İbn Abbas’tan ve Abdullah b. Mes‘ûd’dan nakledilmiştir.
c) İçeriği hakkında bilgi sahibi olmanın mümkün olduğu âyetler muhkem, kıyametin ne zaman kopacağı gibi mahiyeti bilinemeyecek konular içeren âyetler müteşâbihtir.
d) Verdiği bilgiyle ilgili delil açıksa bu âyet veya o bilgiyle ilgili kısım muhkem, şayet delili açık olmayıp derinlemesine düşünme ve incelemeyi gerektiriyorsa müteşâbihtir. Meselâ Zuhruf sûresinin 11. âyetinde baş kısım muhkem, son kısım müteşâbihtir.
e) Anlam bakımından benzeşen âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir.
f) Mükerrer lafızlar içeren âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir.
g) Kıssalar (öncekilerin başından geçen olaylar) ve meseller (muhakeme yapıp sonuç çıkarmaya yönlendiren örnekler) içeren âyetler müteşâbih diğerleri muhkemdir.
İbn Atıyye İbn Abbas’tan ve İbn Mes‘ûd’dan bu konuda yapılan nakiller hakkında “kanaatimce bunlar örnek vermek üzere yapılmış açıklamalardır” der (İbn Atıyye, I, 400).
İbn Âşûr tümevarım metoduyla Kur’an-ı Kerîm’de on türlü müteşâbih tesbit ettiğini belirtip bunların mertebelerini gösterdikten sonra şu hususların müteşâbih kapsamında olmadağını ifade eder: a) Bizim bilgisine ulaşamayacağımız hususlar; “De ki: Ruh rabbimin emrindendir” (İsrâ 17/85) âyetindeki gibi. b) Vaktinin bilinemeyeceği açıkça ifade edilen hususlar; “De ki: Onun (kıyamet) hakkındaki bilgi sadece rabbimin katındadır… Sizi ansızın yakalayacaktır!” (A‘râf 7/187) âyetindeki gibi.
c) Aynı konuda farklı anlamlar taşıyan fakat deliller arasındaki çelişkileri giderme kurallarına göre birbiriyle bağdaştırılabilecek ifadeler (III, 158-160).
İslâm bilginlerinin çoğunluğu “muhkem”le mânası açık ifadelerin kastedildiği noktasında birleşmekle beraber, “müteşâbih” hakkında başlıca iki gruba ayrılmışlardır: Bir gruba göre bu, “mânası ancak yüce Allah tarafından bilinebilecek ifadeler”dir; Allah bunlarla neyi kastettiyse onların gerçek olduğuna inanmak gerekir. Diğer grup ise bunun, “mânası kapalı ifadeler” olduğu kanaatindedir. Sonuncu anlayışa göre ilmî ehliyet ve dirayet sahibi kişiler için müteşâbih âyetleri veya bir kısmını anlamak ve yorumlamak mümkündür. Diğer âyet ve bilgilerin yardımıyla, özellikle ilimdeki gelişmeyle zaman içinde bunların mânası çözülebilecektir. Bu görüş ayrılığına paralel olarak, âyetin sonundaki “ve’r-râsihûne…” ifadesinin başında yer alan “ve” (vav) harfi ikinci anlayışı benimseyenlerce bağlaç olarak kabul edilmiş ve şu anlam verilmiştir: “… Halbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde yüksek pâyeye erişenler bilir.” Birinci anlayışa göre ise buradaki vav yeni bir cümlenin başladığını göstermektedir ve âyetin anlamı şöyledir: “… Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık, hepsi rabbimizin katındandır, derler.” Kaynaklarda genellikle, birinci anlayışın sahipleri “selef” (sahâbe ve tâbiîn bilginleri) veya “mütekaddimîn” (ilk dönem bilginleri), ikinci anlayışa sahip olanlar “halef” veya “müteahhirîn” (ilk dönemden sonra gelen bilginler) şeklinde anılır. Bununla birlikte ikinci görüş bazı sahâbe ve tâbiîn âlimlerinden de nakledilmektedir (meselâ bk. Râzî, VII, 176). Yine bunlardan hangisinin çoğunluğun görüşü olduğu hususunda müfessirlerin farklı kanaatlere sahip oldukları görülmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de gerçek anlamını ancak Allah’ın bildiği veya mânasını sadece ilimde yüksek mertebelere erişmiş kişilere lutfettiği âyetlerin (müteşâbihat) bulunmasına birçok açıklama getirilmiştir. Bunların belli başlılarını şöyle özetlemek mümkündür:
Kur’an-ı Kerîm’in kıyamete kadar yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş olması sebebiyle, müteakip bütün zamanlar için uygun sonuçların ve değişik anlamların çıkarılmasına kapı aralayan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek kudretli bilginlerin yetişebilmesi zor ifadelerden amaçları bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün bildirimleri kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önlerindeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı.
Kur’an-ı Kerîm’in bir taraftan çağrı, öğüt, öğreti ve hüküm kaynağı özelliklerini bünyesinde toplaması, diğer taraftan da bütün zamanlara meydan okuyan bir mûcize olması, zengin anlamlarla yüklü değişik üslûplardan oluşan bir ifade örgüsünü gerekli kılmıştır. Aynı şekilde, Kur’an-ı Kerîm’in temas ettiği metafizik, psikoloji, felsefe, hukuk ve medeniyet tarihi gibi ilimler kapsamına giren konular, derinlemesine düşünmeyi ve ifade inceliğini gerektirir. Basit bir dilin dar kalıpları içinde bu ilimlerin perdesini aralamak ve yeni ufuklar açmak mümkün değildir.
İnsanoğlu bilim ve medeniyette ne kadar ileriye giderse gitsin hep yeni şeyler bilmek ve öğrenmek ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacı karşılarken bilinmeyen bir âlemin varlığını sezinlemesi, marifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini farketmesi, bir taraftan onu bu araştırmaları sürdürmesi için kamçılayacak, bir taraftan da ilimde ne kadar ileri giderse gitsin “her bilenin üstünde bir bilen olduğu”nu (Yûsuf 12/76) ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. Esasen insanın ilim ve irfan basamaklarında yükselmesini sağlayan öğrenme melekesinin gelişmesi de bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri sezmek ve bu meçhuller hakkında ulaşılan sonuçların sağlamasını yine bilinenlere göre yapmak suretiyle gerçekleşir. Öğrencinin bilgi düzeyi yükselip öğrenme melekesi güçlendikçe öğretmen aşama aşama yeni meçhulleri önce ona sezdirip sonra çözdürür. Dolayısıyla meçhulü sezmek, onu bilme ve öğrenmenin ön şartı konumundadır. Yüce Allah kullarına önce kendi varlığını diğerlerinden ayırt ettiren muhkem bir bilgi sağlayıp sonra müteşâbih halde bulunan meçhulleri sezdirir ve kademe kademe bunları muhkeme dönüştürür. Bir başka anlatımla müteşâbihlerin bu özelliği görecelidir. Gerçekte ve sözün sahibi bakımından bunların anlamında hiçbir kuşku ve tereddüt bulunmayıp muhataba nisbetle kapalılık taşıyan ifadelerdir.
Mümin kişi Kur’an’ın çelişkiler içermediğine yürekten inanır. Zaten Kur’an-ı Kerîm de bu kitabın Allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olması ihtimalini ortadan kaldıran çelişmezlik deliline bizzat işaret etmiştir: “Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!” (Nisâ 4/82). İşte Kur’an’da zâhir (ilk anda hatıra gelen) anlamları açısından birbirleriyle uyumlu olmayan ifadelerle karşılaşan bir mümin bunlar