Al-i İmran Suresi (156-179. ayetler)

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.

Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.

Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.

Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.

Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:

– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:

– “Evet” deyince:

– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.

Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”

Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”

Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).

Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.

İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.

Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).

Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).

Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).

Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.

Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).

Konusu

Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.

Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),

c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,

d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).

Fazileti

Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).

Meal

1 ElifLâmMîm.
2 Allah: yoktur O’ndan başka ilâh; Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir; Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır.
3 O, sana Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda, hak bir gaye için ve kendinden önce indirilen bütün kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici olarak fasıl fasıl indirmektedir; nitekim Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti,
4 Daha önce insanlar için dupduru hidayet kaynağı olarak; ve (en son ve bağlayıcı mahiyette hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran ölçüler bütünü) Furkan’ı indirdi. Allah’ın (hak ve hidayet kaynağı) âyetlerini bile bile örtüp gizleyen ve kabul etmeyenler yok mu: onlar için pek çetin bir azap vardır. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; (bağışlanmaz türde ve bilhassa küfür gibi, şirk gibi en büyük zulme karşı) aman vermez mukabelesi olandır.
5 O Allah ki, O’na yerde de gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.
6 O’dur rahimlerde size dilediği şekli veren. Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
7 O’dur Sana (bu mucize) Kitabı indiren: onda muhkem âyetler vardır ki, onlar Kitab’ın anasıdır; diğer âyetleri ise müteşabihtir. Fakat kalblerinde eğrilik olanlar, nasıl fitne çıkarıp insanları saptırırız, nasıl onun (gaye ve arzumuza göre) bir te’vilini bulabiliriz diye müteşabih olanların peşine düşerler. Halbuki onun gerçek te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde kökleşip derinleşenler de, “Biz, o Kitabın tamamına inandık, (muhkemiyle, müteşabihiyle) hepsi Rabbimizin katındandır.” derler. İşte, ancak gerçek akıl ve idrak sahipleridir ki, düşünür ve gerekli dersi alırlar.
8 (Ve o gerçek akıl ve idrak sahipleri, şöyle yalvarırlar): “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi eğriltme ve (Rabbimiz, Sen’in rahmetin olmadan ayakta kalmamız mümkün değildir; o halde) bize Kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Vehhâb (bağışı pek bol olan)’sın Sen.
9 “Rabbimiz, Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde mutlaka bir araya toplayacaksın. Hiç kuşkusuz Allah, verdiği sözden dönmez.”
10 O küfredenlerin malları da çocukları da Allah karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlardır Ateş’in yakıtı olanlar.
11 Tıpkı Firavun oligarşisiyle daha öncekilerin durumu gibi: âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah, günahları sebebiyle kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti. Allah, cezalandırması çok çetin olandır.
12 (Din’i tahrif etmek ve insanları saptırmak için Kitap’taki müteşabih âyetlerin peşine düşen ve onları keyiflerince yorumlamaya kalkan Kaynuka Oğulları Yahudilerinden) o küfredenlere de ki: “Yakında mağlûp edilecek ve topluca Cehennem’e sürüleceksiniz; ne fena yataktır o!”
13 (Bedir’de) karşı karşıya gelen o iki toplulukta sizin için hiç şüphesiz bir ibret vardı: bir topluluk Allah yolunda savaşırken, diğeri kâfirdi ve (savaş esnasında karşılarındaki mü’minleri) baş gözleriyle olduklarının iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
14 İnsanlar, mahiyetleri itibariyle, (bilhassa erkekler için olmak üzere) kadınlardan, evlâttan, kantar kantar altın ve gümüşten (yığın yığın paradan), salma güzel atlardan, (davarlar ve sığır gibi) ehlî hayvanlardan, ekinler ve kazançtan yana şiddetli tutku ve beklentiler içindedirler. Oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğinden ibaret olup, takip edilmesi gereken gerçek hedef ve gayenin güzel olanı Allah katındadır.
15 De ki: “Size (büyük bir ihtirasla bağlandığınız) bu şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girenler için Rabbileri katında (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kulları(nı) hakkıyla görendir.
16 Ki, (o kulların içinde takva dairesine girmiş olanlar), hep şöyle yalvarırlar: “Rabbimiz, biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!”
17 (Başlarına gelen musibetler karşısında, ibadete devamda ve günahlardan sakınmada) sabırlıdırlar; (sözlerinde ve davranışlarında, iman ve ahdlerinde) sadıktırlar; (Allah’ın huzurunda) boyun eğip divan duranlardır; (Allah’ın kendilerine verdiği bütün nimetlerden O’nun yolunda) infakta bulunanlardır; seherlerde istiğfar edenlerdir.
18 Allah şahittir ki, başka ilâh yok, ancak O vardır; bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da, tam bir doğruluk, adalet ve hakkaniyet içinde (aynı gerçeğe şahittirler). Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
19 Allah katında (hak ve makbul) din ancak İslâm’dır. Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (başka bir zaman değil,) ancak kendilerine hem de (doğru ile yanlışı, ne yaparlarsa ne ile karşılacaklarını bildiren vahyî) ilim geldikten sonra sadece aralarındaki bağy (haset ve rekabetten kaynaklanan karşılıklı tecavüz) sebebiyle ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini bile bile örtüp gizliyor ve inkâra yelteniyorsa, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20 (Bu gerçeğe rağmen) halâ inat edip seninle münakaşaya tutuşuyorlarsa, (onlara) de: “Ben, bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da (aynı şekilde teslim oldular.)” Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlarla, Kitap’tan habersiz, ilimden yoksun olup da yanlış yollarda gidenlere, “Siz de aynı şekilde teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olmuşlarsa, şüphesiz hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlar demektir. Eğer yüz çeviriyorlarsa, sana düşen sadece tebliğ etmek (sözünle ve yaşayışınla Hak Din’i eksiksiz, kusursuz göstermektir). Zaten (ne söylüyorlar, ne yapıyorlarsa) Allah, kulları(nı) hakkıyla görmektedir.
21 Allah’ın âyetlerini bile bile gizleyip sonra da inkâra yeltenenler ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri hakhukuk gözetmeksizin öldürüp duranlar, bununla da kalmayarak, insanlar içinde tam doğruluk ve adaleti yayıp yerleştirmeye çalışanları da öldürenler var ya: işte onları pek acı bir azapla müjdele!
22 Onlar öyle kimselerdir ki, bütün yaptıkları dünyada da Âhiret’te de boşa gitmiştir ve (yaptıklarından kendilerine fayda temin edecek ve onları azaptan kurtaracak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
23 Bakmaz mısın şu kendilerine Kitap’tan bir pay verilenlere! Aralarında (baş gösteren meselelerde) hükmetmek üzere Allah’ın Kitabı’na davet edildikleri (ve onun hükümlerine göre muhakeme olundukları halde), sonra içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüp gitmektedir.
24 Şundan dolayı ki, onlar “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacak!” diye iddia etmekte (ve Kitabın hükmünden yüz çevirmekle azaba uğramayacaklarını zannetmektedirler). Uydurageldikleri bu türlü yalanlar, Allah’a attıkları bu türlü iftiralar, onları dinleri mevzuunda işte böyle aldatmaktadır.
25 Onları, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan, herkes dünyada ne kazanmışsa kendisine tastamam geri ödeneceği ve kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı (dehşetli) bir günde toplayıp bir araya getirdiğimizde halleri ne olacak (bir bilseler)!
26 De ki: “Allah’ım, ey mülk ve hakimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil edersin! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.
27 “Geceyi gündüze katarsın ve gündüzü de geceye katarsın; ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve kimi dilersen ona hesapsız rızık verirsin.”
28 Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri (işlerine vekil, müsteşar, başlarında idareci ve küfürleri sebebiyle) dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa (bilsin ki o), kaynağı Allah olan bir yol, bir sistem üzerinde değildir ve Allah’tan göreceği bir yardım ve sahiplenme de yoktur; ancak (hakim konumda bulunan) o kâfirlerden (dininize, toplumunuza, mukaddeslerinize ve canınıza gelecek önemli bir tehlikeden) bir şekilde korunmanız hali müstesna. Her halükârda Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırır. (Başkasına değil,) ancak Allah’adır nihaî varış.
29 (Mü’minlere) de ki: “Sinelerinizdekini gizleseniz de, açığa da vursanız da Allah onu bilmektedir; O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”
30 Gün gelir, her şahıs (dünyada iken) hayır adına ne işlemişse önünde hazır bulur; kötülük adına ne işlemişse de. İster ki, o kötülükle kendisi arasında upuzun bir mesafe olsun! Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırıyor. Allah, kullar(ın)a pek çok acıyandır.
31 (Ey Rasûlüm, onlara) de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.
32 Yine, de: “Allah’a itaat edin ve (bu itaatın gereği olarak) Rasûl’e de.” (Senin bu çağrına rağmen) yüz çevirip giderlerse (bil ki, bu çağrıdan ancak kâfirler yüz çevirir ve onlar da bilsinler ki) Allah, kâfirleri sevmez.
33 (Eğer, sana ve peygamberlerden bazılarına inanmıyorlarsa, şu bir gerçek ki Allah, risaleti dilediğine verir ve) şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesini (insanlık içinde) bizzat süzüp tertemiz bir hülâsa kılmış ve bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştir
34 Birbirlerinden gelen (aynı inanç üzerinde) tek bir nesil olarak. (Bu bakımdan, peygamberlere inanmada onları birbirinden ayırmayın ve haklarında, ayrıca Allah’ın tercihi konusunda yanlış söz söylemeyin ve yanlış düşüncelere girmeyin). Allah, (her söyleneni) hakkıyla işitendir; her şeyi hakkıyla bilendir.
35 Hani bir zaman İmran’ın hanımı şöyle dua ve münacatta bulunmuştu: “Rabbim! Şu karnımdaki yavruyu her türlü bağdan, dünya iş ve meşgalesinden azade ve her şeyiyle Sana teslim bir kul olarak, (bilhassa Ma’bed’e hizmet etsin diye) Sana adadım; ne olur bu adağımı kabul buyur; şüphesiz ki Sen’sin Semîʽ (her şeyi hakkıyla işiten); Alîm (niyetlere ve kalbden geçenlere varıncaya kadar her şeyi hakkıyla bilen).”
36 Derken, vakti gelip de onu dünyaya getirince, (adağından dolayı erkek beklerken kız gelmesi karşısında,) “Rabbim, ben bir kız dünyaya getirdim!” deyiverdi. –Allah, dünyaya ne getirdiğini elbette daha iyi biliyordu! (Bu sebeple üzülmesine gerek yoktu, çünkü O’nun beklediği) erkek çocuğu, (O’na bahşettiğimiz ve nasıl bir nimete mazhar kılınacağını bilmediği) bu kız gibi olamazdı.– “Ben, O’nun adını Meryem koydum; O’nu ve O’ndan gelecek nesli, rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.”
37 Rabbisi onu, (annesinin adamasındaki samimi niyet ve güzel duygulara karşılık) iyilik ve güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir fidan gibi büyütüp yetiştirdi. O’nu Zekeriya’nın bakım, görüm ve himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman Ma’bed’e girip O’nun yanına varsa beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” diye sordu. “Allah katından!” dedi Meryem. Şüphesiz Allah, kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
38 İşte o noktada Zekeriya, dua ile hemen Rabbisine yöneldi ve şöyle dedi: “Rabbim, bana katından tertemiz, hayırlı bir nesil lütfet. Şüphesiz Sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39 Derken, (bir gün) mihrapta namaza durmuştu ki, melekler kendisine seslendiler: “Allah, sana Yahya’yı müjdeliyor: Allah’tan bir Kelime’yi tasdik edecek, hem salihlerden bir efendi, hem gayet zahit ve bir nebî olacaktır.”
40 Zekeriya, (hayret içinde) “Rabbim, ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak?!” diye sordu. (Allah, melek vasıtasıyla), “Olacak, Allah ne dilerse yapar!” buyurdu.
41 “Ya Rab,” dedi (Zekeriya), “Bana bir emare, bir alâmet lûtfet!” “Sana emare” buyurdu (Allah): “işaretleşme dışında, insanlarla üç gün süreyle konuşamamandır. Bu arada, Rabbini çok zikret ve ikindiakşam saatleriyle şafakişrak saatlerinde tesbihte bulun.”
42 Bir zaman da geldi, melekler, (Ma’bed’ de hizmete devam etmekte olan Meryem’e) seslendiler: “Meryem! Hiç şüphesiz Allah seni süzüp seçti; seni tertemiz ve her türlü günahtan, lekeden uzak kıldı ve sana bütün dünya kadınlarının üzerinde bir mevki verdi.
43 “Meryem! Rabbinin huzurunda O’nun için elpençe divan dur, secdeye kapan ve O’nun önünde baş eğip rükûa varanlarla birlikte rükûa var!”
44 (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (senin ve hiçbirinizin şahit olmadığı) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Meryem’in bakım ve himayesini hangisi üzerine alacak diye kalemleriyle kura çekerlerken elbette yanlarında değildin; bu konuda çekişirlerken de onlarla birlikte değildin.
45 Yine bir defasında melekler, “Ya Meryem!” dediler: “Allah sana Kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor: ismi Mesih, Meryem oğlu İsa’dır; dünyada da Âhiret’te de itibarlı, şerefli ve Allah’a en yakın kullardan olacaktır.”
46 “Ayrıca, beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşur ve salihlerdendir.”
47 “Ya Rab!” dedi (Meryem), bana hiçbir (erkek) insan eli dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah adına konuşan Ruh), cevap verdi: “Allah’tır O, ne dilerse yaratır. Bir şeyin olmasına hükmettiği zaman ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.”
48 “(Allah, o doğacak çocuğa) “Kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek;
49 “Ve onu İsrail Oğulları’na bir rasûl olarak gönderecektir.” (O da, kendisini onlara misyonunda tecelli eden ana hususiyetleriyle şöyle takdim eder:) “Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbinizden bir âyetle, apaçık bir delille geldim: Sizin için çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve içine üflerim de, Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Yine, Allah’ın izniyle, (anadan doğma) körü ve alacalıyı (cüzzamlı) iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ne yediğinizi ve evlerinizde neyi biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer şimdiye kadarki iman iddianızda samimi, gerçekten mü’minlerseniz, bütün bunlarda sizin için (benim peygamberliğimi ortaya koyan) apaçık bir delil vardır.
50 “(Ayrıca,) benden önce indirilen Tevrat’ı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim); ve gerçekten ben, size Rabbinizden (peygamberliğime) apaçık bir delille geldim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının, takva dairesine girin ve bana itaat edin.
51 “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde O’na ibadet edin. Bu, (üzerinde yürünmesi gereken) doğru bir yoldur.”
52 İsa, (bu minval üzere tebliğine devam etti) ve onların gerçeği bile bile inkârlarını, (hattâ kendisine karşı düşmanlıklarını) kesinkes sezince, “Allah’a (giden bu yolda) bana kim yardım eder?” diyerek (umumî bir çağrıda bulundu). Havariler, “Biziz, Allah (yolunun) yardımcıları!” diyerek (ortaya atıldılar ve) “Allah’a iman ettik” dediler: “Sen de şahit ol: biz, Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız."
53 “Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’a) iman ettik ve (gönderdiğin) Rasûl’e tâbi olduk; bizi (indirdiğin gerçeğe, gönderdiğin Rasûl’e ve o Rasûl’ün vazifesini yaptığına) şahit olanlardan yaz.”
54 Öbürleri ise tuzak kurup komplolar hazırladılar; Allah da Kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak Kendi iradesini hakim kılan, (mü’minlere karşı kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak icra eden)’dir.
55 O zaman Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim; ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım.” Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
56 “Küfredenlere gelince, onlara dünyada ve Âhiret’te çok şiddetle azap edeceğim ve (bu azabım karşısında) onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
57 “Buna karşılık, iman edip imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah, (apaçık âyetlerini inkârla O’nu tanımayan veya O’na şirk koşan ve böylece en büyük haksızlığı yapan) zalimleri, haksızlıkta bulunanları asla sevmez (ve Kendisi de, asla haksızlık yapmaz).”
58 İşte (ey Rasûlüm,) bütün bu gerçekleri sana birer âyet ve o hikmet yüklü, doğruluğu açık ve kesin Zikr’e (Kur’ân’a) dahil olarak okuyoruz.
59 Allah katında (dünyaya gelmesi açısından) İsa’nın durumu aynen Âdem’in durumu gibidir. (İsa’yı babasız olarak Meryem’ in rahminde gıda halinde O’nun vücuduna giren unsurlardan şekillendirip yaratan) Allah, Âdem’i (yine babasız, hattâ annesiz de olarak) topraktan (toprakhavasu unsurlarından) meydana getirdi, sonra da ona “Ol!” dedi (ruh üfledi), o da oluverir.
60 Gerçek (nasıl her zaman) Rabbinin buyurduğu (ise, bu da Rabbinden öyle bir gerçektir). Bu konudaki şüpheden uzak kesin inancında sabit olmaya devam et.
61 Artık sana bu sağlam ve doğru bilgi geldikten sonra, kim halâ seninle (İsa hakkında) tartışmaya girerse onlara de: “Gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
62 Meselenin aslı ve özü, sözün doğrusu budur. (Ne İsa, ne başkası,) ilâh olarak sadece Allah vardır; ve şüphesiz Allah, Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir; Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)dır.
63 Her şeye rağmen halâ yüz çeviriyorlarsa, muhakkak ki Allah, o bozguncuları hakkıyla bilmektedir.
64 De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda aynı olan bir kelimeye, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Senin bu çağrından sonra yine de yüz çevirirlerse, (ey Müslümanlar,) siz şunu ilân edin: “Şahit olun, şüphesiz ki biz, (Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş) Müslümanlarız.”
65 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında (o Yahudi idi, yok Hıristiyan’dı diye) niye tartışıp iddialaşıyorsunuz?! (Siz de biliyorsunuz ki,) Tevrat da, İncil de O’ndan sonra indirildi. Bu kadarcık olsun akletmeyecek misiniz?
66 İşte siz böylesiniz: hakkında kesin bilgi sahibi olduğunuz bir konuda bile (hiç akletmez, doğruyu kabullenmez ve) böyle tartışıp iddialaşırken, hakkında sağlam hiçbir bilgiye sahip olmadığınız konularda ne diye tartışıp iddialaşırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67 İbrahim, Yahudi de değildi, Hıristiyan da değildi; selim bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancıyla Hak’ka yönelmiş bir Müslüman’dı O. Asla müşriklerden olmadı.
68 Dolayısıyla, insanlar içinde İbrahim’e en lâyık ve en yakın olanlar, (misyonunun devamı sürecince) O’na tâbi olanlarla, şu (şanı çok yüce) Peygamber ve (beraberinde bulunan) iman edenlerdir. Allah, bütün mü’minlerin velîsi, (koruyucusu, yâr ve yardımcısı)dır.
69 Kitap Ehli’nden bir grup arzu eder ki, keşke sizi saptırabilseler! (Tabiî ki, kursaklarında kalacak bir arzudur bu! Çünkü) onlar sadece kendilerini saptırmaktadırlar ama, farkında değillerdir.
70 Ey Kitap Ehli! (Yanınızdaki kitaplarda) doğruluğuna şahit olup dururken bile bile ne diye Allah’ın âyetlerini gizliyor ve inkâr cihetine gidiyorsunuz?
71 Ey Kitap Ehli! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?
72 Kitap Ehli’nden bir grup da (birbirlerine) şöyle demektedir: “Şu iman edenlere indirilene günün ilk bölümünde inanmış görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin: belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp, önceki hallerine ve inançlarına geri dönerler.
73 “Fakat siz siz olun, kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın;” –(Ey Rasûlüm,) de ki: “Takip edilmesi gereken gerçek ve doğru yol, Allah’ın koyduğu yoldur.”– “(inanmayın ki,) size verilenin bir benzeri başkasına da verilmiş olmasın veya Rabbinizin katında aleyhinizde delil getirip sizi mağlûp etmesinler.” (Rasûlüm,) de ki: “Doğrusu, bütün lütuf Allah’ın elindedir; onu dilediğine verir.” Allah, rahmet ve lütfuyla her varlığı kucaklayan, merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir.
74 Rahmetini, (bu arada, vahiy ve peygamberliği kullarından) kimi dilerse ona has kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
75 Kitap Ehli içinde öylesi vardır ki, kendisine yük yük emanet bıraksan onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona tek bir dinar para emanet etsen, üzerine varıp da başında dikilip durmadıkça onu sana iade edecek değildir. (Bu ikincilerin tavrı şundandır): Onlar, “Dinimizden olmayan, hele bizim gibi bir kitaba sahip bulunmayanlar hakkında ne yapsak mübahtır; bundan dolayı sorumlu olmayız.” iddiasındadırlar. Halbuki, (bu iddialarının hiçbir temele dayanmadığını) bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
76 Oysa (Allah’ın koyduğu hakikat şudur): Kim, (kime karşı olursa olsun) sözünde durur, ahdine sadık kalır ve (her hususta olduğu gibi, bu hususta da) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde hareket ederse, bilin ki Allah, müttakîleri sever.
77 Allah’ın bir ahd olarak kendilerine lütuf buyurduğu Din’i ve ona uyma hususunda Allah’a verdikleri sözü, bir de yeminlerini önemsiz bir fiyat karşılığı satanlara gelince, onların Âhiret’te hiçbir nasipleri yoktur: Kıyamet Günü (en çok ihtiyaç duydukları anda) Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları günahlarından temizleyip paka çıkarmayacaktır. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
78 (Kitap Ehli’nin) içinde bir grup da vardır ki, Kitabı okurken aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye başka manâya gelecek şekilde kelimelerin telaffuzunu, vurguları ve okunuşu değiştirirler. Sonra da bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde, “Bunlar, Allah katındandır.” diye takdim ederler. Hayır, onlar, Allah hakkında bile bile yalan uydurmaktadırlar.
79 Allah, bir kişiye Kitap, hüküm (manevî ve misyonu çerçevesinde maddî sahada hakimiyet, doğru ve yerinde karar verebilme ve doğru ile yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti ile Allah’ın hükümlerini uygulama yetkisi) ve peygamberlik versin, sonra da bu kişi kalkıp insanlara, “Allah’ı bırakın ve bana kul olun!” desin, bu asla mümkün değildir ve olmamıştır. Oysa her peygambere şunu demek yaraşır ve nitekim her peygamber bunu demiştir: “Kitabı okuyor, öğretiyor ve üzerinde çalışıyorsunuz, o halde Hak’ kın öğrenip öğrettiğinizi uygulayan sadık ve ihlâslı kulları olun!”
80 O, size “Melekleri ve peygamberleri Rabler edinin!” diye de emretmez. Siz Allah’a boyun eğen Müslümanlar olduktan sonra kalkıp, size hiç küfrü emreder mi?
81 Hem Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Ne zaman size (rasûl olanlarınıza doğrudan, nebî olanlarınıza bir Rasûl’ün mirasçısı olarak) Kitap ve hikmet versem ve ardından, size verilmiş bulunan (Kitabı) tasdik edici bir Rasûl gelse, ona mutlak surette inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz.” diye söz almıştır. Allah, “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da, “Kabul ettik!” diye ikrar vermiş, bunun üzerine Allah, “Öyleyse şahit olun, (ümmetleriniz de şahit olsun); Ben de sizin gibi şahit oluyorum!” buyurmuştur.
82 Artık kim bundan sonra yüz çevirip başka türlü davranırsa, onlar (Din’den çıkmış) fasıklardır.
83 Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.
84 De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş ve ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.”
85 Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.
86 İman ettikten, O (şanı yüce) Rasûl’ün hak olduğuna (O’nda gördükleri risaletine delil sıfatlar sebebiyle) bizzat şahadet ettikten ve kendilerine (hem O’nun risaletini hem de getirdiği Kitabın Allah Kelâmı olduğunu ispat eden) o apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayet eder mi? Allah, (gerçeği gizleyerek, bile bile inkâr ederek bütün kâinata ve hakikatlara haksızlık yapan) zalimler güruhuna asla hidayet vermez.
87 Böylelerinin görecekleri karşılık, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 Hem de bu lânetin içinde sonsuzca kalmak üzere. Görecekleri azap hafifletilmeyecek, yüzlerine de bakılmayacaktır.
89 Ancak bilahare tevbe eden ve (içlerini küfürden temizleyerek, iman ve salih amelle) ıslahı halde bulunanlar müstesna. Şüphesiz Allah, günahları çok affedendir; (tevbe ve ıslahı hâl ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır.
90 Buna karşılık, iman ikrarından sonra küfre sapanlar ve sonra (davranışları, çıkardıkları fitneler ve kurdukları komplolarla) küfürde daha da ileri gidenler ise, (artık iman kabiliyetini yitirdikleri için öylelerinin bir daha geri dönüşleri olmaz; onlar, ölümü görmedikçe tevbeye de yanaşmazlar, ölüm ânında küfürden) yapacakları tevbe de artık kabul görmez. Onlardır tam manâsıyla sapmış, dalâlete yuvarlanıp gitmiş olanlar.
91 Küfredip de neticede kâfir olarak ölüp gidenler, içlerinden her biri kendini kurtarmak için yer dolusu altın verecek bile olsa bu, onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. Onların hakkı çok acı bir azaptır ve (bu azap karşısında) hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
92 Bizzat sevdiğiniz (mal, bilgi, eşya…)dan infak etmedikçe gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamaz, (ebrardan olamazsınız.) Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir.
93 Tevrat indirilmeden önce İsrail’in (Yakub’un) kendi nefsine haram kıldığı müstesna, (Kur’ân’da helâl kılınmış bulunan) bütün yiyecekler İsrail Oğulları için de helâl idi. (Ey Rasûlüm, onlara), “Eğer (Tevrat’ta nesih bulunmadığı iddiasında) samimi iseniz, getirin Tevrat’ı ve okuyun!” de.
94 Artık kim bundan sonra Allah’a yalan isnadıyla iftirada bulunursa, böyleleri zalimlerin ta kendileridir.
95 (Ey Rasûlüm,) sen, “Sadekallah: (Allah, sözün doğrusunu söyledi.)” de. O halde haydi, safî bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancı içinde İbrahim’in milletine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.
96 İnsanlar için (ibadet maksadıyla yeryüzünde) ilk kondurulan ev, Mekke’deki (Kâbe) olup, feyiz ve bereket kaynağı, bütün insanlık için bir hidayet rehberi ve bir yönelme merkezidir.
97 Orada (Allah’ın dini ve O’na ibadet adına, ayrıca o Ev’in ibadet için merkez ve kıble olduğunu gösteren) apaçık alâmetler, deliller, İbrahim’in Makamı vardır. Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur. Ona yol bulup varmaya gücü yeten herkesin o Ev’i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim Hac’cı inkâr eder veya nankörlükte bulunup Allah’ın bu hakkını yerine getirmezse, (bilin ki) Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, kimseden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
98 De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah’ın (apaçık) âyetlerini ne diye gizleyip inkâr cihetine gidiyorsunuz? Halbuki Allah, yapıp durduğunuz her şeye bihakkın şahit bulunuyor.
99 De ki: “Ey Kitap Ehli! Doğruluğunun bizzat şahitleri olduğunuz halde, niçin Allah’ın yolunun eğri tanınmasını ve keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzu ederek iman edenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz? Oysa Allah, yapıp durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.”
100 Ey iman edenler! Şu kendilerine Kitap verilenlerden bazılarına itaat edecek, onların dediklerini dinleyecek olursanız, iyi bilin ki, imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yaparlar.
101 Ne diye küfre sapacaksınız ki, önünüzde Allah’ın âyetleri okunup duruyor ve aranızda da O’nun Rasûlü var. Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa, hiç şüphesiz doğru bir yola iletilmiş demektir.
102 Ey iman edenler! O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının ve ancak (O’na gönülden teslim olmuş) Müslümanlar olarak can vermeye bakın.
103 Hep birlikte Allah’ın İpi’ne sımsıkı sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz bölük pörçük birbirinize düşman idiniz; derken Allah kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki, (her hususta) doğruya ulaşıp onda sabitkadem olasınız.
104 İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk bulunsun. Onlardır gerçek mazhariyet sahipleri ve gerçekten kurtuluşa erenler.
105 Kendilerine apaçık hidayet delilleri geldikten sonra grup grup olanlar ve farklı farklı yollar tutanlar gibi olmayın. Onların payına düşen, pek büyük bir azaptır.
106 Gün gelecek, bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler ise kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: “İmanınızdan sonra küfre sapmıştınız değil mi? Küfür üzerinde yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım şimdi (bu çok büyük) azabı!”
107 Yüzleri ak olanlara gelince: onlar, Allah’ın rahmetine garkolmuşlardır; hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
108 Bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana her türlü şüpheden uzak olarak ve bütün doğruluğuyla okuyoruz. Allah, herhangi bir varlık, herhangi bir kimse hakkında zulüm diliyor değildir.
109 Kaldı ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; (dolayısıyla O, sahip olduğu her şeyde dilediği gibi tasarruf eder ve esasen zulmetmiş olması asla mümkün değildir.) Bütün işler, neticede varır Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur.
110 (Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.
111 Ama onlar, size hiçbir şekilde asla zarar veremezler; ancak dilleriyle incitebilirler. Sizinle savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra hiçbir yardım da görmezler.
112 Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah’tan gelen bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (desteğe ve koruma altına almaya) tutunmaları hali müstesna; ayrıca Allah’tan (müthiş) bir gazaba (cezaya) uğradılar ve meskenet altında ezilmeye mahkûm oldular. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr edip duruyor ve hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürüyorlardı. Çünkü artık asi olmuşlardı ve haddi aşıp duruyorlardı.
113 Bununla birlikte, Kitap Ehli’nin hepsi aynı değildir. İçlerinde (sizin gibi iman etmiş olup) doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini hakkıyla okuyarak secdelere kapanırlar.
114 (Gerektiği şekilde) Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanır, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışır ve yarışırcasına hayırlı işlere koşarlar. Onlar, inanç, düşünce ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam ve bozgunculuktan uzak bulunanlardandır.
115 Hayır adına her ne işlerlerse, elbette onun mükâfatından mahrum bırakılacak değillerdir. Allah, içleri Kendine karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilmektedir.
116 O küfredenlere gelince: sahip oldukları mallar da, evlâtları da Allah karşısında onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdır onlar, hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
117 Onların (insanî veya dinî gayeli gibi görünse de, menfaatlerini tatmin veya yanlış inançları yolunda ya da sırf gösteriş için) bu dünya hayatında harcama yapmaları şuna benzer: Dondurucu bir rüzgâr çıkar ve bizzat kendi öz canlarına zulmeden bir topluluğun ürününe isabet edip onu yok ediverir. Allah onlara zulmetmedi, haksızlık yapmadı; fakat onlar, hep kendi kendilerine zulmetmektedirler.
118 Ey iman edenler! Kendinizden (her bakımdan sizin gibi olanlardan) başkasını sırdaş edinmeyin; çünkü (bilhassa o gayrı Müslimler içinde size gayz ve düşmanlık besleyenler), başınıza dert açmada ellerinden geleni arkalarına koymazlar; ayrıca üzerinizden dert ve sıkıntı hiç gitmesin isterler. Baksanıza, size olan buğzları ağızlarından taşıyor; içlerinde gizledikleri ise daha da öte. Eğer aklınızı kullanır ve gereğince davranırsanız, size apaçık gerçekleri açıklıyoruz.
119 Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (Onlara), “Gayzınızda boğulun!” de! Şüphesiz ki Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
120 Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır. Her ne yapıp ediyorlarsa, Allah (ilmi ve kudretiyle) hepsini kuşatmış durumdadır.
121 Hani (ey Rasûlüm,) bir sabah ailenden erkenden ayrılmıştın ve mü’minleri savaş için konuşlandırıyordun. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir; (nitekim o gün de olup biteni bihakkın işitiyor ve biliyordu).
122 İşte o anda içinizden iki grup gevşeklik gösterip geri dönmeye yeltenmişlerdi; oysa Allah, onların yardımcısı, koruyucusu ve destekçisiydi. Daima ve sadece Allah’a dayanıp güvenmelidir mü’minler.
123 Nasıl ki O, (hem sayı hem de kuvvet yönünden) çok az ve çok zayıf olduğunuz bir zamanda size Bedir’de yardım etmiş ve sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse, Allah’a karşı gelmekten sakınarak takva dairesinde hareket edin ki, böylece şükretmiş olasınız.
124 O (Bedir) günü mü’minlere, “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin size imdat göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 Evet, (niye yetmesin!) Hattâ, eğer sabreder, (cephede direnir) ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde kalarak O’nun koruması altına girerseniz, düşmanlarınız hemen şu dakikada üzerinize geliverecek olsalar, Rabbiniz beş bin formalı, nişanlı melekle size imdat edecektir.
126 Allah, (o zaman yaptığı bu yardımı) ancak sizin için bir muştu olsun ve onunla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. (Yoksa Allah dilemedikçe, yardımını size yar etmedikçe, meleklerin de kendiliklerinden yapabilecekleri bir şey yoktur.) Yardım ve zafer, ancak Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler) bulunan Allah’ın katındandır.
127 Allah, (o yardımı ayrıca kimisinin katledilmesi, kimisinin esir alınmasıyla) küfredenlerin bir tarafını koparmak (sayılarını azaltıp, güçlerini kırmak) için, diğerleri de ümitsiz ve perişan bir halde dönüp gitsinler diye yaptı.
128 (Ey Rasûlüm, bütün bunları yapan Allah’tır;) gerçek tedbir ve idare ile işlerin sonuca ulaştırılmasında sana düşen bir şey yoktur; (bu sebeple, muvaffakiyetlerinizden kendinize övünme vesilesi olacak bir pay çıkarmayın. Ayrıca, sen vazifeli bir kulsun; kullarına karşı Allah’ın nasıl davranacağı) konusunda da sana düşen bir şey yoktur. Allah, ister onlara tevbe (ve iman) nasip edip günahlarını bağışlar, isterse (küfür, şirk ve kötülüklerde ısrar eden) zalimler olmaları hasebiyle onları azapla cezalandırır.
129 Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ama Allah, (her şeyden önce, kullarını) çok fazla bağışlayandır, (bilhassa tevbe ve iman ile Kendisine yönelenlere karşı hususî) rahmeti pek çok olandır.
130 Ey iman edenler! (Hele bir de) öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, (dünyada da Âhiret’te de) felâh bulasınız.
131 (Dininizi koruma adına muamelelerinize dikkat edin ve) kâfirler için hazırlanmış olan Ateş’ten sakının.
132 Allah’a ve Rasûl’e itaat edin ki, rahmete, (dünyada helâl dairesinde güzel bir hayata, Âhiret’te de af ve Cennet’e) nail olasınız.
133 Rabbiniz’den (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış bir Cennet’e yarışırcasına koşuşun!
134 O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.
135 Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya (günahla) kendi öz canlarına zulmettiklerinde peşinden hemen Allah’ı hatırlar, O’nu anar ve günahlarının affedilmesini dilerler –zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki! Ayrıca, işledikleri (günah ve hatalarda) bile bile ısrar da etmezler.
136 (Parmakla gösterilmeye değer bu takva ve ihsan sahiplerinin) mükâfatları, Rabbilerinden (sürprizlerle yüklü) bir mağfiret ve içlerinde sonsuzca kalmak üzere girecekleri (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlerdir. Bildikleriyle gerektiği şekilde amel eden ve güzel işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137 Sizden önce, (toplumların hayatını ve tarihî süreci tanıma adına Allah’ın koymuş bulunduğu kanunları ve icraatını gösteren) nice yol olmuş vakalar geldi geçti. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, (Allah’ın âyetlerini ve peygamberleri) yalanlayanların sonları ne oldu, görüp inceleyin!
138 (Sebep ve sonuçlarıyla) bütün bu olup bitenler, herkes için (görülmesi gereken) gerçeği gösteren bir izah, müttakîler için ise imanda ve Allah’a bağlılıkta pekişme ve ikaz, irşad adına bizatihî bir öğüttür.
139 Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.
140 (Uhud’da) size bir yara dokundu ise, biliyorsunuz, karşınızdaki o düşman topluluğuna da benzer bir yara (Bedir’de) dokunmuştu. Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz. Şurası bir gerçek ki, Allah zalimleri sevmez, (zulmü, yanlış davranışları tasvip etmez, cezalandırır ve neticede hakkı hakim kılar).
141 (O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.
142 Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan, bir de sabredenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan hepiniz hemen Cennet’e girivereceğinizi mi sanıyordunuz?
143 Hani, onunla yüz yüze gelmeden ölümü temenni ediyordunuz! İşte o şimdi karşınızda, ama (seyirci gibi) bakıp duruyorsunuz!
144 (Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibariyle) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.
145 Kimsenin Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını Âhiret’te almak diliyorsa, ona da Âhiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.
146 Nice peygamberler gelip geçti ki, beraberlerinde kendilerini Allah’a adamış çok sayıda hak eri olduğu halde (Allah yolunda) harbettiler. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı asla yılgınlığa düşmedikleri gibi, ne zaaf sergilediler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah, (böylesi) sabredenleri sever.
147 (Düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”
148 Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel Âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.
149 Ey iman edenler! Eğer o küfür içindeki (münafıkların Uhud savaşı münasebetiyle söylediklerine kulak verir de onlara) uyacak olursanız, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye (dininizden) döndürürler de, neticede (hem dünyada hem de Âhiret’te) kaybedenlerden olursunuz.
150 Bilakis sizin yâriniz, yardımcınız, gerçek koruyucunuz Allah’tır. O, en hayırlı bir yardımcı ve zafere ulaştırıcıdır.
151 Allah’ın, (iddia ettikleri üzere güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmalarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların nihaî barınakları Ateş’tir. Zalimlerin varıp kalacakları o yer ne fena bir yerdir!
152 Esasen Allah, size verdiği sözde durdu: O’nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat arzuladığınız galibiyeti bu şekilde size göstermesinin ardından (ganimet sevdasıyla) gevşeyiverdiniz ve (mevziinizden ayrılmamanız için) size verilmiş bulunan emir konusunda çekiştiniz, neticede de (Allah Rasûlü’nün bu emrine) isyan ettiniz. İçinizde dünyayı dileyen vardı, Âhiret’i dileyen vardı. Bunun üzerine Allah sizi denemek için, (üzerlerine yüklenmiş bulunduğunuz o kâfirler) karşısında sizi yüz geri etti. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı daima lütf u inayet sahibidir.
153 Savaş meydanından uzaklaştıkça uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnada Rasûl de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu (en tehlikeli) hengâmede Allah size (biri öncekini unutturacak) gam üstüne gam verdi ki, (dünya adına) artık elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
154 Sonra (pişmanlıkla geri dönüp geldiniz, dağda Allah Rasûlü’nün etrafında toplandınız ve) Allah, sizi giriftar ettiği bunca gamın ardından üzerinize bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyku hali ki, içinizden (en samimi olan) bir kısmını bürüyordu; bir grup da canlarının derdine düşmüştü ve Allah hakkında cahiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyorlardı. “Bu idare ve emirkomuta işinde bizim bir yetkimiz var mı?” diye soruyorlar, –De ki: “Bütün iş, bütün yetki Allah’a aittir.”– içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şey gizliyorlardı. Şöyle söyleniyorlardı: “Bu idare ve emirkomuta işinde bize de bir pay düşmüş olsaydı, burada böyle öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde bile bulunmuş olsaydınız, haklarında öldürülme takdir edilmiş bulunanlar mutlaka çıkacak ve düşüp ölecekleri yere geleceklerdi.” Allah, sinelerinizdeki (düşünce, duygu, niyet ve yönelişleri) sınamak ve kalblerinizdeki (imanı) her türlü şüphe ve vesveseden arındırıp dupduru yapmak diliyor. Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilendir.
155 İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün içinizden arkasını dönüp kaçanlar var ya, işlemiş oldukları birtakım günahlar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmaya yeltenmişti. Fakat Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır.
156 Ey iman edenler! Bizzat küfre batmış ve (onlarla aynı halka mensup olmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda bulunan insanlar) seferde veya herhangi bir gazada öldürüldükleri takdirde onlar hakkında, “Bizim yanımızda bulunsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah, onların kalbinde bir hicran, bir yürek yarası bırakıyor. Oysa hayatı veren de, hayatı alan da Allah’tır. Allah, ne yapıp ediyorsanız hepsini hakkıyla görendir.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah katından (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfiret ve bir rahmet, onların (hayatta kalıp da) toplayıp biriktirecekleri mallardan çok daha hayırlıdır.
158 Ölseniz de, öldürülseniz de, her halükârda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159 (Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olmuş olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, bağışla onları ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.
160 Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse çıkmaz. Şayet O sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, artık size kim yardım edebilir ki? O halde sadece Allah’a dayanıp güvensin mü’minler.
161 Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim emanete hıyanetle (ganimetten ya da kamuya ait hasılattan veya maldan bir şey çalar, bir de bunu gizlerse), Kıyamet Günü, yaptığı bu hıyanetin vebaliyle gelir. Sonra, herkese (dünyada iken) işleyip kazandığının karşılığı eksiksiz ödenir ve hiç kimseye zulmedilmez, haksızlık yapılmaz.
162 Allah’ın rızasını gözetip ona göre davranan kimse, hiç üzerine Allah’ın cezasını çekip de nihaî barınağı Cehennem olan kişi gibi midir? Ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son duraktır o Cehennem!
163 Bunların her birinin Allah katındaki dereceleri farklıdır; ve Allah, ne yapıp ediyorlar, hepsini çok iyi görmektedir.
164 Gerçekten Allah, içlerinden bir Rasûl seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulundu. O Rasûl, onlara Allah’ın (Kur’ân cümleleri olarak gelen ve bir de kâinatta tecelli eden) âyetlerini okuyup açıklıyor, (zihinlerini yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerini bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165 Hâl böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet başınıza gelince, “Bu musibet de nereden?” mi diyorsunuz? (Ey Rasûlüm,) de ki: “Elbette kendi yüzünüzden!” Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
166 İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen musibet, (kendi yüzünüzden, fakat şüphesiz) Allah’ın izniyle ve (Allah, gerçek) mü’minleri belli etsin diye idi.
167 Ayrıca, münafıklık yapanları da belli etsin diye idi. O (münafıklara), “Haydi gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada kalın da (düşmanın şehre ve ailelerinize zarar vermesine engel olun)!” dendiği zaman, “Ah, bir vuruşma olacağını bilsek, mutlaka size katılırız, (ama bir savaş çıkacağını sanmıyoruz)!” diye cevap verdiler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler; ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Elbette Allah, neyi gizleyip durduklarını çok iyi bilmektedir.
168 Savaşa çıkmayıp, savunmaya da girişmeyerek evde oturup kalmaları yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış, (aynı halka mensup bulunmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda) bulunan (şehitler) hakkında, “Bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi!” şeklinde konuşuyorlar. (Onlara) de ki: “Eğer şu söylediklerinizde tutarlı iseniz, elinizden de geliyorsa, haydi ölümü kendinizden savın da görelim!”
169 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler olarak düşünmeyesin! Hayır, onlar diridirler ve Rabbileri katında rızıklanmaktadırlar.
170 Allah’ın lütf u kereminden kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerle kesintisiz ferahlanmakta ve henüz kendilerine katılmayan (dindaşlarının da Allah’a kavuştuklarında) onlar için korkulacak hiçbir şey olmayacağı ve hiçbir üzüntü, hiçbir keder hissetmeyecekleri müjdesiyle sevinmektedirler.
171 Sevinmektedirler Allah katından (gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve kimsenin aklından geçmemiş) nimetler ve fazladan bol bol ihsanla; ayrıca, mü’minlerin mükâfatını Allah’ın asla zayi etmeyeceği müjdesiyle.
172 Kendilerine o yara dokunduktan sonra Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyup (düşmanı takibe çıkanlara), özellikle Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde davranan ve takvaya dayalı olarak hareket eden o (mü’minlere) pek büyük bir mükâfat vardır.
173 O kimseler ki, bir kısım halk kendilerine, “Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!” dediklerinde, bu ancak onların imanını arttırdı da, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” mukabelesinde bulundular.
174 Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
175 Size, (“Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!”) diyenler ancak şeytandır ki, sizi dostlarıyla korkutmak istiyor. Fakat siz, gerçekten mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, sadece Ben’den korkun.
176 Birbirleriyle yarışırcasına küfürde koşuşturanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, Âhiret’te onların hiçbir nasibi olmasın. Onların hakkı, ancak pek büyük bir azaptır.
177 İmana karşılık küfrü satın alan (akıldan yoksun zavallı)lar, Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
178 O küfredenler, kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı zannetmesinler. Biz, onlara sadece günahları daha daha artsın (da, haklarında Allah’ın hükmü tamamlansın) diye mühlet veriyoruz. Onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır.
179 Zaten Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak (size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir. Ancak O, dilediği rasûllerini seçer (ve onları dilediği ölçülerde gaybe vâkıf, kalblere muttalî kılar ve sizi tâbi tuttuğu imtihanı onlarla tamamlar). Şu halde siz, Allah’a ve O’nun rasûllerine iman edin. Eğer gerçekten iman eder ve takva dairesi içinde yaşarsanız, sizin için (keyfiyetini burada idrakiniz mümkün bulunmayan) çok büyük bir mükâfat vardır.
180 Allah’ın tamamen karşılıksız olarak kendilerine bol bol lütfettiği (servet, ilim, güçkuvvet gibi nimetlerde) cimrilik yapanlar sakın zannetmesinler ki, böyle davranmaları haklarında hayırlıdır. Hayır bu, onların hakkında sadece şerdir. Cimrilik edip yanlarında tuttukları o nimetler, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. (Neden böyle davranırlar ki,) gökler ve yer mutlak manâda Allah’ın mülküdür ve (her canlı ölüp gitmekte, dolayısıyla) hep O’na ait kalmaya devam etmektedir. Sonra Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
181 (Kendilerine “Allah’a güzel bir borç verin!” dendiğinde,) “Demek Allah fakir, biz ise zenginiz!” şeklinde konuşanların sözlerini Allah elbette işitmiştir. Onların bu konuşmaları gibi, bile bile ve hakhukuk tanımadan o bir kısım peygamberleri öldürmelerini, (atalarının bu cinayetlerini tasvip etmelerini) de yazacak ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.
182 “Düçar olduğunuz bu hâl, bizzat kendi ellerinizle Âhiret’e gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmedici değildir.”
183 Tutmuşlar bir de, “(Kabul edildiğinin alâmeti olarak gökten inecek bir) ateşin yakıp kor haline getirdiği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir rasûle inanmayacağımıza dair Allah bizden söz aldı.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Benden önce size, (Allah’ın rasûlü olduklarını apaçık gösteren) deliller ve mucizelerle, hem o söylediğiniz kurban mucizesiyle de pek çok rasûller geldi. Eğer bu iddianızda doğru ve samimî iseniz, o zaman o rasûlleri neden hep öldürdünüz?”
184 (Ey Rasûlüm!) Şimdi seni yalanlıyor (Allah’ın rasûlü olduğunu kabûl etmiyor) larsa, (hiç üzülüp tasalanma!) Senden önce de, (rasûl olduklarını gösteren) apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu Sahifeler ve (insanların kalblerini, zihinlerini ve yollarını) aydınlatan (Tevrat ve İncil gibi) kitap(lar)la pek çok rasûller geldi ve onlar da, aynı şekilde ret ve yalanlanmaya maruz kaldılar.
185 (Kimse, yaptıklarıyla hayatta devamlı kalacak değildir. Çünkü) her nefis ölümlüdür (ve dolayısıyla bir gün) ölümü mutlaka tadacaktır. O bakımdan (ey insanlar, dünyada ne yapmışsanız), karşılığı Kıyamet Günü size mutlaka tastamam ödenecektir. Artık kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e konursa, hiç şüphesiz o kazanmış ve muradına ermiştir. (Bilin ki) dünya hayatı, insanı aldatan bir geçimlikten başka bir şey değildir.
186 (Öyleyse ey mü’minler, dünya hayatındaki gaye ve hikmetin gereği olarak fakirlik, hastalık ve daha başka musibetlere maruz kalma gibi sabır gerektiren ve zenginlik, sıhhat gibi şükür gerektiren hallerle) mallarınız ve canlarınız hususunda hiç şüphesiz imtihana tâbi tutulacak ve gerek sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a şirk koşanlardan kırıcı, incitici pek çok sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve (hem Allah’a iman ve itaat, hem de karşınızdakilere davranış noktasında) yanlışa düşmeden takva dairesi içinde kalabilirseniz, bilin ki bu azim, sebat, metanet gerektiren çok değerli bir iştir.
187 Vaktiyle Allah, kendilerine Kitap verilmiş olanlardan: Kitap’taki gerçekleri mutlaka açıklayacak, (bu arada, geleceği müjdelenen Âhir Zaman Peygamberi’ni) insanlara duyuracak ve bu gerçekleri gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı. Ama onlar, bunu hiç önemsemeyerek hemen kulak ardı ettiler; onu (mal, makam, şöhret gibi) çok küçük bir fiyata sattılar. Hakikaten ne kötü, ne zararlı bir alışveriş içindeler!
188 Sakın zannetme ki, yaptıklarıyla ve ellerine geçen (o pek önemsiz dünyalıkla) sevinen, ayrıca (“samimi dindar, Allah’ın Kanunu’nun koruyucuları, Allah’ın gerçek dostları” olarak anılmak gibi) asla muvaffak olamadıkları payeler ve yapmadıkları hizmetlerle anılıp övülmeyi arzulayan bu kimseler, evet sakın zannetme ki onlar, azaptan yakayı kurtarabileceklerdir. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
189 Çünkü Allah’ındır göklerin ve yerin mülkü ve hakimiyeti; ve Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
190 Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.
191 Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
192 “Rabbimiz, Sen kimi Ateş’e koyarsan, hiç şüphesiz onu rüsvay etmişsindir. (Göklerdeki ve yerdeki âyetleri görmeyerek veya onları bile bile görmezden gelerek itikadda şirke, düşüncede dalâlete ve davranışta yanlışlara dalan) zalimler için, (onları Ateş’e girmekten koruyacak) hiçbir yardımcı yoktur.
193 “Rabbimiz, hiç şüphesiz biz, ‘Rabbinize iman edin!’ diyerek, (durup dinlenmek bilmeden) gür bir davetle imana çağıran (çok şerefli) bir davetçiyi duyduk da, (davetine uyarak) hemen iman ettik. Rabbimiz, ne olur, artık Sen günahlarımızı bağışlayıver, kusurlarımızı örtüver ve vefatımızla bizi kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minlere (ebrar) dahil ediver!
194 “Rabbimiz! Ve rasûllerin vasıtasıyla bize va’dettiğin (mükâfatı, Cennet ve Cemalini) bize lütuf buyur ve bizi Kıyamet Günü’nde rüsvay etme. Şüphesiz ki Sen, asla sözünden dönmezsin.”
195 Onların, “Rabbimiz!” diyerek Kendisine el açıp dua ettikleri sonsuz lütuf, kerem ve merhamet sahibi) Rabbi, yaptıkları bu duayı şöyle kabul buyurdu: “Hiç şüphesiz Ben, erkek olsun kadın olsun, içinizde hep böyle hayırlı işlerle meşgul bulunan kimsenin yaptığını katiyen zayi etmem. (Erkeğinizle, kadınınızla) siz birbirinizdensiniz, (aynı yolun yolcusu ve yaptıklarının mükâfatını eksiksiz alacak kardeşlersiniz.) Öyle de, (Benim uğrumda) hicret eden, yurtlarından sürülen, yolumda her türlü eziyete katlanan, savaşan ve öldürülen her kim olursa olsun mutlaka kusurlarını örtecek ve hiç şüphesiz onları, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; (başkasından değil, size söz veren ve her şeye gücü yeten rahmeti sonsuz) Allah katından, (dolayısıyla şu anda hayal bile edemeyeceğiniz) bir karşılık olarak yapacağım bunu.” Elbette Allah katındadır mükâfatların en güzeli!
196 Sakın ola ki, o küfredenlerin (öyle küstahça, refah içinde ve) üstünmüşçesine memleket memleket dolaşıp durmaları seni aldatmasın.
197 Üzerinde durmaya bile değmez az bir geçimliktir o; hemen arkasından da, başlarını sokacakları yer olarak Cehennem gelir: ne de fena bir yatak!
198 Buna karşılık, (kendilerini yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve hayatlarını tanzim adına en güzel kanunları Din olarak gönderen) Rabbilerine karşı gelmekten sakınıp takvaya riayet edenler için ise, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır, hem de içlerinde sonsuzca kalmak üzere ve Allah katından bir ağırlama, ikram ve ziyafet olarak. Allah katında olan her şey, o kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minler için elbette daha hayırlıdır.
199 Kitap Ehli içinde de hiç kuşkusuz öyleleri var ki, Allah’a, size indirilen (Kur’ân)’a ve kendilerine indirilen (Tevrat’a, İncil’e) iman ederler, tam bir teslimiyet ve gönül ürpertisi içinde Allah’a boyun eğmişlerdir; ve Allah’ın âyetlerini az bir paha karşılığı satmazlar. Onlar da, mükâfatları Rabbileri katında olanlardır. Hiç şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
200 (Şimdi,) ey (bütün) iman edenler! (Allah yolunda başınıza gelenlere, ayrıca O’ nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma hususunda) sabredin; birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun ve sabırda yardımlaşın; Allah’a ibadet ve O’nun yolunda cihad mevzuunda sürekli uyanık, daima hazırlıklı ve tam bir dayanışma içinde bulunun; ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde kalın. Umulur ki, böylece (dünyada da Âhiret’te de) kurtuluşa ve gerçek mazhariyetlere erersiniz.

Kırık Meal

      • الٓمٓۚ
      • Elif lam mim
      2
      • اَللّٰهُ
      • Allah ki
      • لَٓا
      • yoktur
      • اِلٰهَ
      • tanrı
      • اِلَّا
      • başka
      • هُوَۙ
      • O`ndan
      • الْحَيُّ
      • daima diri
      • الْقَيُّومُۜ
      • (yaratıklarını) koruyup yöneticidir
      3
      • نَزَّلَ
      • indirdi
      • عَلَيْكَ
      • sana
      • الْكِتَابَ
      • Kitabı
      • بِالْحَقِّ
      • hak ile
      • مُصَدِّقاً
      • doğrulayıcı olarak
      • لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
      • kendinden öncekini
      • وَاَنْزَلَ
      • indirmişti
      • التَّوْرٰيةَ
      • Tevrat
      • وَالْاِنْج۪يلَۙ
      • ve İncil`i de
      4
      • مِنْ قَبْلُ
      • daha önce
      • هُدًى
      • yol gösterici olarak
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • وَاَنْزَلَ
      • indirdi
      • الْفُرْقَانَۜ
      • Furkan`ı da
      • اِنَّ
      • muhakkak ki
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlere
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • لَهُمْ
      • onlara vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • شَد۪يدٌۜ
      • çetin
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • عَز۪يزٌ
      • daima üstündür
      • ذُوانْتِقَامٍ
      • öc alandır
      5
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • لَا يَخْفٰى
      • gizli kalmaz
      • عَلَيْهِ شَيْءٌ
      • hiçbir şey
      • فِي الْاَرْضِ
      • yerde
      • وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
      • ve gökte
      6
      • هُوَ الَّذ۪ي
      • O`dur
      • يُصَوِّرُكُمْ
      • sizi şekillendiren
      • فِي الْاَرْحَامِ
      • rahimlerde
      • كَيْفَ
      • gibi
      • يَشَٓاءُۜ
      • dilediği
      • لَٓا
      • yoktur
      • اِلٰهَ
      • tanrı
      • اِلَّا
      • başka
      • هُوَ
      • O`ndan
      • الْعَز۪يزُ
      • azizdir
      • الْحَك۪يمُ
      • hüküm ve hikmet sahibidir
      7
      • هُوَ الَّـذ۪ٓي
      • O
      • اَنْزَلَ
      • indirdi
      • عَلَيْكَ
      • sana
      • الْكِتَابَ
      • Kitabı
      • مِنْهُ
      • Onun
      • اٰيَاتٌ
      • bazı ayetleri
      • مُحْكَمَاتٌ
      • muhkemdir (ki)
      • هُنَّ
      • onlar
      • اُمُّ
      • anasıdır
      • الْكِتَابِ
      • Kitabın
      • وَاُخَرُ
      • diğerleri de
      • مُتَشَابِهَاتٌۜ
      • müteşabihdir
      • فَاَمَّا الَّذ۪ينَ
      • olanlar
      • ف۪ي قُلُوبِهِمْ
      • kalblerinde
      • زَيْغٌ
      • eğrilik
      • فَيَتَّبِعُونَ
      • ardına düşerler
      • مَا تَشَابَهَ
      • müteşabihlerinin
      • ابْتِغَٓاءَ
      • çıkarmak
      • الْفِتْنَةِ
      • fitne
      • وَابْتِغَٓاءَ
      • bulmak için
      • تَأْو۪يلِه۪ۚ
      • onun te`vilini
      • وَمَا
      • oysa
      • يَعْلَمُ
      • bilmez
      • تَأْو۪يلَهُٓ
      • onun te`vilini
      • اِلَّا
      • başka kimse
      • اللّٰهُۢ
      • Allah`tan
      • وَالرَّاسِخُونَ
      • ileri gidenler
      • فِي الْعِلْمِ
      • ilimde
      • يَقُولُونَ
      • derler
      • اٰمَنَّا
      • inandık
      • بِه۪ۙ
      • Ona
      • كُلٌّ
      • hepsi
      • مِنْ عِنْدِ
      • katındandır
      • رَبِّنَاۚ
      • Rabbimiz
      • وَمَا يَذَّكَّرُ
      • düşünüp öğüt almaz
      • اِلَّٓا
      • başkası
      • اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
      • sağduyu sahiplerinden
      8
      • رَبَّنَا
      • (Onlar derler ki) Rabbimiz
      • لَا تُزِغْ
      • eğriltme
      • قُلُوبَنَا
      • kalblerimizi
      • بَعْدَ
      • sonra
      • اِذْ هَدَيْتَنَا
      • bizi doğru yola ilettikten
      • وَهَبْ لَنَا
      • bize ver
      • مِنْ لَدُنْكَ
      • katından
      • رَحْمَةًۚ
      • bir rahmet
      • اِنَّكَ
      • kuşkusuz sen
      • اَنْتَ
      • yalnız sen
      • الْوَهَّابُ
      • çok bağış yapansın
      9
      • رَبَّنَٓا
      • Rabbimiz
      • اِنَّكَ
      • sen mutlaka
      • جَامِعُ
      • toplayacaksın
      • النَّاسِ
      • insanları
      • لِيَوْمٍ
      • bir günde
      • لَا رَيْبَ
      • asla şüphe olmayan
      • ف۪يهِۜ
      • kendisinde
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • لَا يُخْلِفُ
      • dönmez
      • الْم۪يعَادَ۟
      • sözünden
      10
      • اِنَّ
      • şüphesiz var ya
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenler
      • لَنْ تُغْنِيَ
      • yarar sağlamaz
      • عَنْهُمْ
      • onlara
      • اَمْوَالُهُمْ
      • ne malları
      • وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
      • ne de çocukları
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`a karşı
      • شَيْـٔاًۜ
      • hiçbir
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • هُمْ
      • onlar
      • وَقُودُ
      • yakıtıdırlar
      • النَّارِۙ
      • ateşin
      11
      • كَدَأْبِ
      • durumu gibi
      • اٰلِ
      • ailesinin
      • فِرْعَوْنَۙ
      • Fir`avn
      • وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
      • ve onlardan öncekilerin
      • كَذَّبُوا
      • onlar da yalanladılar
      • بِاٰيَاتِنَاۚ
      • ayetlerimizi
      • فَاَخَذَهُمُ
      • onları yakaladı
      • اللّٰهُ
      • Allah da
      • بِذُنُوبِهِمْۜ
      • günahlarıyla
      • وَاللّٰهُ
      • Allah`ın
      • شَد۪يدُ
      • çetindir
      • الْعِقَابِ
      • cezası
      12
      • قُلْ
      • söyle
      • لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlere
      • سَتُغْلَبُونَ
      • yenileceksiniz
      • وَتُحْشَرُونَ
      • ve sürüleceksiniz
      • اِلٰى جَهَنَّمَۜ
      • cehenneme
      • وَبِئْسَ
      • (orası) ne kötü
      • الْمِهَادُ
      • bir döşektir
      13
      • قَدْ
      • muhakak
      • كَانَ لَكُمْ
      • sizin için vardır
      • اٰيَةٌ
      • bir ibret
      • ف۪ي فِئَتَيْنِ
      • şu iki toplulukta
      • الْتَقَتَاۜ
      • karşılaşan
      • فِئَةٌ
      • bir topluluk
      • تُقَاتِلُ
      • çarpışıyordu
      • ف۪ي سَب۪يلِ
      • yolunda
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • وَاُخْرٰى
      • öteki de
      • كَافِرَةٌ
      • nankördü
      • يَرَوْنَهُمْ
      • onları görüyorlardı
      • مِثْلَيْهِمْ
      • kendilerinin iki katı
      • رَأْيَ الْعَيْنِۜ
      • gözleriyle
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • يُؤَيِّدُ
      • destekler
      • بِنَصْرِه۪
      • yardımıyle
      • مَنْ يَشَٓاءُۜ
      • dilediğini
      • اِنَّ
      • elbette
      • ف۪ي ذٰلِكَ
      • bunda
      • لَعِبْرَةً
      • bir ibret vardır
      • لِاُو۬لِي
      • olanlar için
      • الْاَبْصَارِ
      • gözleri
      14
      • زُيِّنَ
      • süslü (cazip) gösterildi
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • حُبُّ
      • aşırı düşkünlük
      • الشَّهَوَاتِ
      • zevklere
      • مِنَ النِّسَٓاءِ
      • kadınlardan
      • وَالْبَن۪ينَ
      • oğullardan
      • وَالْقَنَاط۪يرِ
      • kantarlarca
      • الْمُقَنْطَرَةِ
      • yığılmış
      • مِنَ الذَّهَبِ
      • altından
      • وَالْفِضَّةِ
      • ve gümüşten
      • وَالْخَيْلِ
      • atlardan
      • الْمُسَوَّمَةِ
      • salma
      • وَالْاَنْعَامِ
      • davarlardan
      • وَالْحَرْثِۜ
      • ve ekinlerden (gelen)
      • ذٰلِكَ
      • bunlar (sadece)
      • مَتَاعُ
      • geçimidir
      • الْحَيٰوةِ
      • hayatının
      • الدُّنْيَاۚ
      • dünya
      • وَاللّٰهُ
      • Allah`ın
      • عِنْدَهُ
      • yanındadır
      • حُسْنُ
      • güzel
      • الْمَاٰبِ
      • varılacak yer
      15
      • قُلْ
      • de ki
      • اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ
      • size söyleyeyim mi?
      • بِخَيْرٍ
      • daha iyisini
      • مِنْ ذٰلِكُمْۜ
      • bunlardan
      • لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
      • korunanlar için vardır
      • عِنْدَ
      • katında
      • رَبِّهِمْ
      • Rableri
      • جَنَّاتٌ
      • cennetler
      • تَجْر۪ي
      • akan
      • مِنْ تَحْتِهَا
      • altlarından
      • الْاَنْهَارُ
      • ırmaklar
      • خَالِد۪ينَ
      • sürekli kalacakları
      • ف۪يهَا
      • içinde
      • وَاَزْوَاجٌ
      • ve eşler
      • مُطَهَّرَةٌ
      • tertemiz
      • وَرِضْوَانٌ
      • ve rızası
      • مِنَ اللّٰهِۜ
      • Allah`ın
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • بَص۪يرٌ
      • görür
      • بِالْعِبَادِۚ
      • kullarını
      16
      • الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ
      • (onlar ki) derler
      • رَبَّنَٓا
      • Rabbimiz
      • اِنَّـنَٓا
      • gerçekten biz
      • اٰمَنَّا
      • inandık
      • فَاغْفِرْ لَنَا
      • bağışla
      • ذُنُوبَنَا
      • bizim günahlarımızı
      • وَقِنَا
      • bizi koru
      • عَذَابَ
      • azabından
      • النَّارِۚ
      • ateş
      17
      • اَلصَّابِر۪ينَ
      • sabredenlerdir
      • وَالصَّادِق۪ينَ
      • sadık olanlardır
      • وَالْقَانِت۪ينَ
      • gönülden itaat edenlerdir
      • وَالْمُنْفِق۪ينَ
      • infak edenlerdir
      • وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ
      • istiğfar edenlerdir
      • بِالْاَسْحَارِ
      • ve seherlerde
      18
      • شَهِدَ
      • şahiddir (ki)
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • اَنَّهُ
      • şüphesiz
      • لَٓا
      • yoktur
      • اِلٰهَ
      • tanrı
      • اِلَّا
      • başka
      • هُوَۙ
      • O`ndan
      • وَالْمَلٰٓئِكَةُ
      • ve melekler
      • وَاُو۬لُوا
      • ve sahipleri
      • الْعِلْمِ
      • ilim
      • قَٓائِماً
      • gözeten
      • بِالْقِسْطِۜ
      • adaletle
      • هُوَ
      • O`ndan
      • الْعَز۪يزُ
      • azizdir
      • الْحَك۪يمُۜ
      • hakimdir
      19
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الدّ۪ينَ
      • din
      • عِنْدَ
      • katında
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • الْاِسْلَامُ۠
      • İslamdır
      • وَمَا اخْتَلَفَ
      • ayrılığa düştüler
      • الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
      • verilmiş olanlar
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • اِلَّا
      • (kendilerine) sadece
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra
      • مَا جَٓاءَهُمُ
      • geldikten
      • الْعِلْمُ
      • ilim
      • بَغْياً
      • aşırılık yüzünden
      • بَيْنَهُمْۜ
      • aralarındaki
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَكْفُرْ
      • inkar ederse
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • فَاِنَّ
      • (bilsin ki) şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • سَر۪يعُ
      • çabuk görendir
      • الْحِسَابِ
      • hesabı
      20
      • فَاِنْ
      • eğer
      • حَٓاجُّوكَ
      • seninle tartışmaya girişirlerse
      • فَقُلْ
      • de ki
      • اَسْلَمْتُ
      • ben teslim ettim
      • وَجْهِيَ
      • özümü
      • لِلّٰهِ
      • Allah`a
      • وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ
      • bana uyanlar da
      • وَقُلْ
      • ve de ki
      • لِلَّذ۪ينَ
      • kendilerine
      • اُو۫تُوا
      • verilenlere
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • وَالْاُمِّيّ۪نَ
      • ve ümmilere
      • ءَاَسْلَمْتُمْۜ
      • Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?
      • اَسْلَمُوا
      • İslam olurlarsa
      • فَقَدِ
      • muhakkak
      • اهْتَدَوْاۚ
      • doğru yolu bulmuşlardır
      • وَاِنْ
      • yok eğer
      • تَوَلَّوْا
      • dönerlerse
      • فَاِنَّمَا
      • artık
      • عَلَيْكَ
      • sana düşen
      • الْبَلَاغُۜ
      • sadece duyurmaktır
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • بَص۪يرٌ
      • görmektedir
      • بِالْعِبَادِ۟
      • kulları(nın yaptıklarını)
      21
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ
      • inkar edenler
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَيَقْتُلُونَ
      • öldürenler
      • النَّبِيّ۪نَ
      • peygamberleri
      • بِغَيْرِ حَقٍّۙ
      • haksız yere
      • وَيَقْتُلُونَ
      • öldürenler (var ya)
      • الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ
      • emredenleri
      • بِالْقِسْطِ
      • adaleti
      • مِنَ النَّاسِۙ
      • insanlar arasında
      • فَبَشِّرْهُمْ
      • onlara müjdele
      • بِعَذَابٍ
      • bir azabı
      • اَل۪يمٍ
      • acı
      22
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • böylece
      • الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
      • boşa çıkmıştır
      • اَعْمَالُهُمْ
      • onların yaptıkları
      • فِي الدُّنْيَا
      • dünyada da
      • وَالْاٰخِرَةِۘ
      • ahirette de
      • وَمَا
      • ve yoktur
      • لَهُمْ
      • onların
      • مِنْ نَاصِر۪ينَ
      • hiçbir yardımcıları
      23
      • اَلَمْ تَرَ
      • görmedin mi?
      • اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
      • verilmiş olanları
      • نَص۪يباً
      • bir (nasip) pay
      • مِنَ الْكِتَابِ
      • Kitaptan
      • يُدْعَوْنَ
      • çağırılıyorlar da
      • اِلٰى كِتَابِ
      • Kitabına
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • لِيَحْكُمَ
      • hüküm versin diye
      • بَيْنَهُمْ
      • aralarında
      • ثُمَّ
      • sonra
      • يَتَوَلّٰى
      • dönüyorlar
      • فَر۪يقٌ
      • bir topluluk
      • مِنْهُمْ
      • onlardan
      • وَهُمْ مُعْرِضُونَ
      • yüz çevirerek
      24
      • ذٰلِكَ
      • bu (hareketleri)
      • بِاَنَّهُمْ
      • onların
      • قَالُوا
      • demelerindendir
      • لَنْ تَمَسَّنَا
      • bize dokunmayacak
      • النَّارُ
      • ateş
      • اِلَّٓا
      • başka
      • اَيَّاماً
      • birkaç günden
      • مَعْدُودَاتٍۖ
      • sayılı
      • وَغَرَّهُمْ
      • onları yanıltmıştır
      • ف۪ي د۪ينِهِمْ
      • dinlerinde
      • مَا كَانُوا
      • şeyler
      • يَفْتَرُونَ
      • uydurdukları
      25
      • فَكَيْفَ
      • peki nasıl (olacak)?
      • اِذَا
      • zaman
      • جَمَعْنَاهُمْ
      • topladığımız
      • لِيَوْمٍ
      • bir gün için
      • لَا رَيْبَ
      • hiç şüphe olmayan
      • ف۪يهِ
      • onda
      • وَوُفِّيَتْ
      • ve tastamam verilip
      • كُلُّ نَفْسٍ
      • herkesin
      • مَا كَسَبَتْ
      • kazandığı
      • وَهُمْ
      • ve onların
      • لَا يُظْلَمُونَ
      • zulme uğratılmadığı
      26
      • قُلِ
      • de ki
      • اللّٰهُمَّ
      • Allah`ım
      • مَالِكَ
      • sahibi
      • الْمُلْكِ
      • mülkün
      • تُؤْتِي
      • sen verirsin
      • الْمُلْكَ
      • mülkü
      • مَنْ تَشَٓاءُ
      • dilediğine
      • وَتَنْزِعُ
      • alırsın
      • مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ
      • dilediğinden
      • وَتُعِزُّ
      • yükseltirsin
      • مَنْ تَشَٓاءُ
      • dilediğini
      • وَتُذِلُّ
      • alçaltırsın
      • مَنْ تَشَٓاءُۜ
      • dilediğini
      • بِيَدِكَ
      • senin elindedir
      • الْخَيْرُۜ
      • Hayır (mal)
      • اِنَّكَ
      • şüphesiz sen
      • عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
      • her şeye
      • قَد۪يرٌ
      • kadirsin
      27
      • تُولِجُ
      • sokarsın
      • الَّيْلَ
      • geceyi
      • فِي النَّهَارِ
      • gündüze
      • وَتُولِجُ
      • sokarsın
      • النَّهَارَ
      • gündüzü
      • فِي الَّيْلِۘ
      • geceye
      • وَتُخْرِجُ
      • çıkarırsın
      • الْحَيَّ
      • diri
      • مِنَ الْمَيِّتِ
      • ölüden
      • الْمَيِّتَ
      • ölü
      • مِنَ الْحَيِّۘ
      • diriden
      • وَتَرْزُقُ
      • rızıklandırırsın
      • مَنْ تَشَٓاءُ
      • dilediğini
      • بِغَيْرِ حِسَابٍ
      • hesapsız
      28
      • لَا يَتَّخِذِ
      • edinmesin
      • الْمُؤْمِنُونَ
      • Mü`minler
      • الْكَافِر۪ينَ
      • kafirleri
      • اَوْلِيَٓاءَ
      • dost
      • مِنْ دُونِ
      • bırakıp
      • الْمُؤْمِن۪ينَۚ
      • inananları
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَفْعَلْ
      • yaparsa
      • ذٰلِكَ
      • böyle
      • فَلَيْسَ
      • kalmaz (değildir)
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah ile
      • ف۪ي شَيْءٍ
      • bir dostluğu (şey)
      • اِلَّٓا
      • ancak başka
      • اَنْ تَتَّقُوا
      • korunmanız
      • مِنْهُمْ
      • onlardan
      • تُقٰيةًۜ
      • (gelebilecek) tehlikeden
      • وَيُحَذِّرُكُمُ
      • sizi sakındırır
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • نَفْسَهُۜ
      • kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
      • وَاِلَى اللّٰهِ
      • Allah`adır
      • الْمَص۪يرُ
      • dönüş
      29
      • قُلْ
      • de ki
      • اِنْ تُخْفُوا
      • gizleseniz de
      • مَا
      • olanı
      • ف۪ي صُدُورِكُمْ
      • göğüslerinizde
      • اَوْ
      • veya
      • تُبْدُوهُ
      • açığa vursanız da
      • يَعْلَمْهُ
      • onu bilir
      • اللّٰهُۜ
      • Allah
      • وَيَعْلَمُ
      • bilir
      • فِي السَّمٰوَاتِ
      • göklerde
      • وَمَا
      • olanı
      • فِي الْاَرْضِۜ
      • ve yerde
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
      • her şeye
      • قَد۪يرٌ
      • kadirdir
      30
      • يَوْمَ
      • O gün
      • تَجِدُ
      • bulacaktır
      • كُلُّ
      • her
      • نَفْسٍ
      • nefis
      • مَا عَمِلَتْ
      • yaptığı
      • مِنْ خَيْرٍ
      • her hayrı
      • مُحْضَراًۚۛ
      • hazır
      • وَمَا عَمِلَتْ
      • işlediği
      • مِنْ سُٓوءٍۚۛ
      • her kötülüğü de
      • تَوَدُّ
      • ister
      • لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا
      • O kötülükle
      • وَبَيْنَهُٓ
      • kendisi arasında
      • اَمَداً
      • bir mesafe
      • بَع۪يداًۜ
      • uzak
      • وَيُحَذِّرُكُمُ
      • sakındırıyor
      • اللّٰهُ
      • Allah sizi
      • نَفْسَهُۜ
      • kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • رَؤُ۫فٌ
      • şefkatlidir
      • بِالْعِبَادِ۟
      • kulllarına
      31
      • قُلْ
      • de ki
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • siz
      • تُحِبُّونَ
      • seviyorsanız
      • اللّٰهَ
      • Allah`ı
      • فَاتَّبِعُون۪ي
      • bana uyun ki
      • يُحْبِبْكُمُ
      • sizi sevsin
      • اللّٰهُ
      • Allah da
      • وَيَغْفِرْ
      • ve bağışlasın
      • لَكُمْ
      • sizin
      • ذُنُوبَكُمْۜ
      • günahlarınızı
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • غَفُورٌ
      • bağışlayandır
      • رَح۪يمٌ
      • esirgeyendir
      32
      • قُلْ
      • de ki
      • اَط۪يعُوا
      • ita`at edin
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • وَالرَّسُولَۚ
      • ve Elçiye
      • فَاِنْ
      • eğer
      • تَوَلَّوْا
      • dönerlerse
      • فَاِنَّ
      • muhakkak ki
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • لَا يُحِبُّ
      • sevmez
      • الْكَافِر۪ينَ
      • kafirleri
      33
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • اصْطَفٰٓى
      • seçip üstün kıldı
      • اٰدَمَ
      • Adem`i
      • وَنُوحاً
      • Nuh`u
      • وَاٰلَ
      • ailesini
      • اِبْرٰه۪يمَ
      • İbrahim
      • وَاٰلَ
      • ve ailesini
      • عِمْرٰنَ
      • İmran
      • عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
      • alemlere
      34
      • ذُرِّيَّةً
      • (Bunlar) türeyen nesil(ler)dir
      • بَعْضُهَا
      • bazısı (birbirinden)
      • مِنْ بَعْضٍۜ
      • bazısından
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • سَم۪يعٌ
      • işitendir
      • عَل۪يمٌۚ
      • bilendir
      35
      • اِذْ قَالَتِ
      • demişti ki
      • امْرَاَتُ
      • karısı
      • عِمْرٰنَ
      • İmran`ın
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • اِنّ۪ي
      • şüphesiz ben
      • نَذَرْتُ
      • adadım
      • لَكَ
      • sana
      • مَا
      • olanı
      • ف۪ي بَطْن۪ي
      • karnımda
      • مُحَرَّراً
      • tam hür olarak
      • فَتَقَبَّلْ
      • kabul buyur
      • مِنّ۪يۚ
      • benden
      • اِنَّكَ
      • şüphesiz
      • اَنْتَ
      • sen
      • السَّم۪يعُ
      • işitensin
      • الْعَل۪يمُ
      • bilensin
      36
      • فَلَمَّا وَضَعَتْهَا
      • onu doğurunca
      • قَالَتْ
      • şöyle söyledi
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • اِنّ۪ي
      • şüphesiz ben
      • وَضَعْتُهَٓا
      • onu doğurdum
      • اُنْثٰىۜ
      • kız
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • اَعْلَمُ
      • bilirken
      • بِمَا وَضَعَتْۜ
      • onun ne doğurduğunu
      • وَلَيْسَ
      • değildir
      • الذَّكَرُ
      • erkek
      • كَالْاُنْثٰىۚ
      • kız gibi
      • وَاِنّ۪ي
      • doğrusu ben
      • سَمَّيْتُهَا
      • ona adını verdim
      • مَرْيَمَ
      • Meryem
      • وَاِنّ۪ٓي
      • şüphesiz ben
      • اُع۪يذُهَا
      • onu ısmarlıyorum
      • بِكَ
      • sana
      • وَذُرِّيَّتَهَا
      • ve soyunu
      • مِنَ الشَّيْطَانِ
      • şeytanın şerrinden
      • الرَّج۪يمِ
      • kovulmuş
      37
      • فَتَقَبَّلَهَا
      • kabul buyurdu onu
      • رَبُّهَا
      • Rabbi
      • بِقَبُولٍ
      • kabulle (şekilde)
      • حَسَنٍ
      • güzel bir
      • وَاَنْبَتَهَا
      • ve onu yetiştirdi
      • نَبَاتاً
      • bir bitki gibi
      • حَسَناًۙ
      • güzel
      • وَكَفَّلَهَا
      • ve onun bakımını üstlendi
      • زَكَرِيَّاۜ
      • Zekeriyya da
      • كُلَّمَا
      • her
      • دَخَلَ
      • girdiğinde
      • عَلَيْهَا
      • onun yanına
      • زَكَرِيَّا
      • Zekeriyya
      • الْمِحْرَابَۙ
      • mihraba
      • وَجَدَ
      • bulurdu
      • عِنْدَهَا
      • yanında
      • رِزْقاًۚ
      • bir rızık
      • قَالَ
      • derdi
      • يَا
      • Ey
      • مَرْيَمُ
      • Meryem
      • اَنّٰى
      • nereden?
      • لَكِ
      • sana
      • هٰذَاۜ
      • bu
      • قَالَتْ
      • (O da) derdi
      • هُوَ
      • Bu
      • مِنْ عِنْدِ
      • katından
      • اللّٰهِۜ
      • Allah
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • يَرْزُقُ
      • rızık verir
      • مَنْ يَشَٓاءُ
      • dilediğine
      • بِغَيْرِ حِسَابٍ
      • hesapsız
      38
      • هُنَالِكَ
      • orada
      • دَعَا
      • du`a etmiş
      • زَكَرِيَّا
      • Zekeriyya
      • رَبَّهُۚ
      • Rabbine
      • قَالَ
      • demişti
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • هَبْ
      • ver
      • ل۪ي
      • bana
      • مِنْ لَدُنْكَ
      • katından
      • ذُرِّيَّةً
      • bir nesil
      • طَيِّبَةًۚ
      • temiz
      • اِنَّكَ
      • Sen
      • سَم۪يعُ
      • işitensin
      • الدُّعَٓاءِ
      • du`ayı
      39
      • فَنَادَتْهُ
      • ona diye ünlediler
      • الْمَلٰٓئِكَةُ
      • melekler
      • وَهُوَ
      • O (Zekeriyya)
      • قَٓائِمٌ
      • durmuş
      • يُصَلّ۪ي
      • namaz kılarken
      • فِي الْمِحْرَابِۙ
      • mabedde
      • اَنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • يُبَشِّرُكَ
      • sana müjdeler
      • بِيَحْيٰى
      • Yahya`yı
      • مُصَدِّقاً
      • doğrulayıcı
      • بِكَلِمَةٍ
      • bir kelimeyi
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`tan
      • وَسَيِّداً
      • efendi
      • وَحَصُوراً
      • nefsine hakim
      • وَنَبِياًّ
      • bir peygamber olacak
      • مِنَ الصَّالِح۪ينَ
      • ve iyilerden
      40
      • قَالَ
      • dedi ki
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • اَنّٰى يَكُونُ
      • nasıl olur?
      • ل۪ي
      • benim
      • غُلَامٌ
      • oğlum
      • وَقَدْ بَلَغَنِيَ
      • bana gelip çatmış
      • الْكِبَرُ
      • ihtiyarlık
      • وَامْرَاَت۪ي
      • karım da
      • عَاقِرٌۜ
      • kısırken
      • قَالَ
      • (Allah) dedi
      • كَذٰلِكَ
      • öyle (ama)
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • يَفْعَلُ
      • yapar
      • مَا يَشَٓاءُ
      • dilediğini
      41
      • قَالَ
      • dedi
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • اجْعَلْ
      • o halde (oğlum olacağına dair) ver
      • ل۪ٓي
      • bana
      • اٰيَةًۜ
      • bir alamet
      • قَالَ
      • (Allah) buyurdu ki
      • اٰيَتُكَ
      • senin alametin
      • اَلَّا تُكَلِّمَ
      • konuşamamandır
      • النَّاسَ
      • insanlarla
      • ثَلٰثَةَ
      • üç
      • اَيَّامٍ
      • gün
      • اِلَّا
      • başka
      • رَمْزاًۜ
      • işaretten
      • وَاذْكُرْ
      • an
      • رَبَّكَ
      • Rabbini
      • كَث۪يراً
      • çok
      • وَسَبِّـحْ
      • (O`nu) tesbih et
      • بِالْعَشِيِّ
      • akşam
      • وَالْاِبْكَارِ۟
      • sabah
      42
      • وَاِذْ قَالَتِ
      • demişti ki
      • الْمَلٰٓئِكَةُ
      • Melekler
      • يَا
      • Ey
      • مَرْيَمُ
      • Meryem
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • اصْطَفٰيكِ
      • seni seçti
      • وَطَهَّرَكِ
      • temizledi
      • وَاصْطَفٰيكِ
      • ve seni üstün kıldı
      • عَلٰى نِسَٓاءِ
      • kadınlarına
      • الْعَالَم۪ينَ
      • dünyaların
      43
      • يَا
      • Ey
      • مَرْيَمُ
      • Meryem
      • اقْنُت۪ي
      • divan dur
      • لِرَبِّكِ
      • Rabbine
      • وَاسْجُد۪ي
      • secde et
      • وَارْكَع۪ي
      • ve (O`nun huzurunda) eğil
      • مَعَ
      • beraber
      • الرَّاكِع۪ينَ
      • eğilenlerle
      44
      • ذٰلِكَ
      • (Ey Muhammed) Bunlar
      • مِنْ اَنْـبَٓاءِ
      • haberlerindendir
      • الْغَيْبِ
      • görünmez alemin
      • نُوح۪يهِ
      • vahyettiğimiz
      • اِلَيْكَۜ
      • sana
      • وَمَا كُنْتَ
      • sen değildin
      • لَدَيْهِمْ
      • onların yanında
      • اِذْ يُلْقُونَ
      • atarlarken
      • اَقْلَامَهُمْ
      • (kur`a) oklarını
      • اَيُّهُمْ
      • hangisi
      • يَكْفُلُ
      • kefil olacak diye
      • مَرْيَمَۖ
      • Meryem`e
      • لَدَيْهِمْ
      • yanlarında
      • اِذْ يَخْتَصِمُونَ
      • birbirleriyle çekiştikleri zaman da
      45
      • اِذْ
      • hani
      • قَالَتِ
      • demişti
      • الْمَلٰٓئِكَةُ
      • Melekler
      • يَا
      • Ey
      • مَرْيَمُ
      • Meryem
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • يُبَشِّرُكِ
      • seni müjdeliyor
      • بِكَلِمَةٍ
      • bir kelime ile
      • مِنْهُۗ
      • kendisinden
      • اِسْمُهُ
      • onun adı
      • الْمَس۪يحُ
      • Mesih`dir
      • ع۪يسَى
      • Îsa
      • ابْنُ
      • oğlu
      • مَرْيَمَ
      • Meryem
      • وَج۪يهاً
      • yüzde (şerefli)
      • فِي الدُّنْيَا
      • dünyada da
      • وَالْاٰخِرَةِ
      • ahirette de
      • وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
      • ve (Allah`a) yakın olanlardandır
      46
      • وَيُكَلِّمُ
      • konuşacak
      • النَّاسَ
      • insanlara
      • فِي الْمَهْدِ
      • beşikte
      • وَكَهْلاً
      • ve yetişkinlikte
      • وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
      • ve iyilerden olacaktır
      47
      • قَالَتْ
      • dedi ki
      • رَبِّ
      • Rabbim
      • اَنّٰى
      • nasıl
      • يَكُونُ
      • olur
      • ل۪ي
      • benim
      • وَلَدٌ
      • çocuğum
      • وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي
      • bana dokunmamışken
      • بَشَرٌۜ
      • bir beşer
      • قَالَ
      • dedi
      • كَذٰلِكِ
      • böylece
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • يَخْلُقُ
      • yaratır
      • مَا يَشَٓاءُۜ
      • dilediğini
      • اِذَا
      • zaman
      • قَضٰٓى
      • istediği
      • اَمْراً
      • bir şey(in olmasını)
      • فَاِنَّمَا
      • sadece
      • يَقُولُ
      • der
      • لَهُ
      • ona
      • كُنْ
      • `ol`
      • فَيَكُونُ
      • o da oluverir
      48
      • وَيُعَلِّمُهُ
      • ona öğretecek
      • الْكِتَابَ
      • Kitabı
      • وَالْحِكْمَةَ
      • Hikmeti
      • وَالتَّوْرٰيةَ
      • Tevrat`ı
      • وَالْاِنْج۪يلَۚ
      • ve İncil`i
      49
      • وَرَسُولاً
      • Onu (şöyle diyen) bir elçi yapacak
      • اِلٰى بَن۪ٓي
      • oğullarına
      • اِسْرَٓائ۪لَ
      • İsrail
      • اَنّ۪ي
      • ben
      • قَدْ
      • doğrusu
      • جِئْتُكُمْ
      • size getirdim
      • بِاٰيَةٍ
      • bir mu`cize
      • مِنْ رَبِّكُمْۙ
      • Rabbinizden
      • اَنّ۪ٓي
      • ben
      • اَخْلُقُ
      • yaratırım
      • لَكُمْ
      • sizin için
      • مِنَ الطّ۪ينِ
      • çamurdan
      • كَهَيْـَٔةِ
      • şeklinde bir şey
      • الطَّيْرِ
      • kuş
      • فَاَنْفُخُ
      • üflerim
      • ف۪يهِ
      • ona
      • فَيَكُونُ
      • hemen oluverir
      • طَيْراً
      • bir kuş
      • بِاِذْنِ
      • izniyle
      • اللّٰهِۚ
      • Allah`ın
      • وَاُبْرِئُ
      • iyileştiririm
      • الْاَكْمَهَ
      • körü
      • وَالْاَبْرَصَ
      • ve alacalıyı
      • وَاُحْـيِ
      • diriltirim
      • الْمَوْتٰى
      • ölüleri
      • وَاُنَبِّئُكُمْ
      • size haber veririm
      • بِمَا تَأْكُلُونَ
      • ne yeyip
      • وَمَا تَدَّخِرُونَۙ
      • ne biriktirdiğinizi
      • ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ
      • evlerinizde
      • اِنَّ
      • elbette
      • ف۪ي ذٰلِكَ
      • bunda
      • لَاٰيَةً
      • bir ibret vardır
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • iseniz
      • مُؤْمِن۪ينَۚ
      • inanıyor
      50
      • وَمُصَدِّقاً
      • (Ben) doğrulayıcı olarak
      • لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ
      • benden önce gelen
      • مِنَ التَّوْرٰيةِ
      • Tevrat`ı
      • وَلِاُحِلَّ
      • ve helal yapayım (diye gönderildim)
      • لَكُمْ
      • size
      • بَعْضَ
      • bazı şeyleri
      • الَّذ۪ي حُرِّمَ
      • haram kılınan
      • عَلَيْكُمْ
      • size
      • وَجِئْتُكُمْ
      • size getirdim
      • بِاٰيَةٍ
      • bir mu`cize
      • مِنْ رَبِّكُمْ
      • Rabbinizden
      • فَاتَّقُوا
      • korkun
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • وَاَط۪يعُونِ
      • bana ita`at edin
      51
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • رَبّ۪ي
      • benim de Rabbim
      • وَرَبُّكُمْ
      • sizin de Rabbinizdir
      • فَاعْبُدُوهُۜ
      • O`na kulluk edin
      • هٰذَا
      • budur
      • صِرَاطٌ
      • yol
      • مُسْتَق۪يمٌ
      • doğru
      52
      • فَلَمَّٓا اَحَسَّ
      • sezince
      • ع۪يسٰى
      • Îsa
      • مِنْهُمُ
      • onlardan
      • الْكُفْرَ
      • inkarı
      • قَالَ
      • dedi
      • مَنْ
      • kimler
      • اَنْصَار۪ٓي
      • bana yardımcı olacak
      • اِلَى
      • yolunda
      • اللّٰهِۜ
      • Allah
      • قَالَ
      • dediler
      • الْحَوَارِيُّونَ
      • Havariler
      • نَحْنُ
      • Biz
      • اَنْصَارُ
      • yardımcılarıyız
      • اللّٰهِۚ
      • Allah(yolun)un
      • اٰمَنَّا
      • inandık
      • بِاللّٰهِۚ
      • Allah`a
      • وَاشْهَدْ
      • şahid ol
      • بِاَنَّا
      • biz
      • مُسْلِمُونَ
      • müslümanlarız
      53
      • رَبَّنَٓا
      • Rabbimiz
      • اٰمَنَّا
      • inandık
      • بِمَٓا اَنْزَلْتَ
      • senin indirdiğine
      • وَاتَّبَعْنَا
      • uyduk
      • الرَّسُولَ
      • elçiye
      • فَاكْتُبْنَا
      • bizi yaz
      • مَعَ
      • beraber
      • الشَّاهِد۪ينَ
      • şahidlerle
      54
      • وَمَكَرُوا
      • tuzak kurdular
      • وَمَكَرَ
      • onların tuzaklarına karşılık verdi
      • اللّٰهُۜ
      • Allah da
      • وَاللّٰهُ
      • çünkü Allah
      • خَيْرُ
      • en iyi
      • الْمَاكِر۪ينَ۟
      • tuzak kurandır
      55
      • اِذْ
      • hani
      • قَالَ
      • demişti
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • يَا
      • Ey
      • ع۪يسٰٓى
      • Îsa
      • اِنّ۪ي
      • ben
      • مُتَوَفّ۪يكَ
      • senin canını alacağım
      • وَرَافِعُكَ
      • seni yükselteceğim
      • اِلَيَّ
      • bana
      • وَمُطَهِّرُكَ
      • seni temizleyeceğim
      • مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlerden
      • وَجَاعِلُ
      • ve tutacağım
      • الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ
      • sana uyanları
      • فَوْقَ
      • üstünde
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
      • inkar edenlerin
      • اِلٰى
      • kadar
      • يَوْمِ
      • gününe
      • الْقِيٰمَةِۚ
      • kıyamet
      • ثُمَّ
      • sonra
      • اِلَيَّ
      • bana olacaktır
      • مَرْجِعُكُمْ
      • dönüşünüz
      • فَاَحْكُمُ
      • ben hükmedeceğim
      • بَيْنَكُمْ
      • aranızda
      • ف۪يمَا
      • şeyler hakkında
      • كُنْتُمْ
      • sizin
      • ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
      • ayrılığa düştüğünüz
      56
      • فَاَمَّا
      • gelince
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlere
      • فَاُعَذِّبُهُمْ
      • onlara azabedeceğim
      • عَذَاباً
      • azapla
      • شَد۪يداً
      • şiddetli
      • فِي الدُّنْيَا
      • dünyada da
      • وَالْاٰخِرَةِۘ
      • ahirette de
      • وَمَا
      • olmayacaktır
      • لَهُمْ
      • onların
      • مِنْ نَاصِر۪ينَ
      • yardımcıları da
      57
      • وَاَمَّا
      • gelince
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • İnanıp
      • وَعَمِلُوا
      • yapanlara da
      • الصَّالِحَاتِ
      • iyi şeyler
      • فَيُوَفّ۪يهِمْ
      • (Allah) tam olarak verecektir
      • اُجُورَهُمْۜ
      • mükafatlarını
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • لَا يُحِبُّ
      • sevmez
      • الظَّالِم۪ينَ
      • zalimleri
      58
      • ذٰلِكَ
      • işte bu
      • نَتْلُوهُ
      • okuduğumuz
      • عَلَيْكَ
      • sana
      • مِنَ الْاٰيَاتِ
      • o ayetlerden
      • وَالذِّكْرِ
      • ve Zikir(Kitap)dandır
      • الْحَك۪يمِ
      • o hikmetli
      59
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • مَثَلَ
      • durumu
      • ع۪يسٰى
      • Îsa`nın
      • عِنْدَ
      • göre
      • اللّٰهِ
      • Allah`a
      • كَمَثَلِ
      • durumu gibidir
      • اٰدَمَۜ
      • Adem`in
      • خَلَقَهُ
      • Onu yarattı
      • مِنْ تُرَابٍ
      • topraktan
      • ثُمَّ
      • sonra
      • قَالَ
      • dedi
      • لَهُ
      • ona
      • كُنْ
      • Ol!
      • فَيَكُونُ
      • artık olur
      60
      • اَلْحَقُّ
      • (Bu,) gerçektir
      • مِنْ رَبِّكَ
      • Rabbinden gelen
      • فَلَا تَكُنْ
      • öyle ise olma
      • مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
      • kuşkulananlardan
      61
      • فَمَنْ
      • kim
      • حَٓاجَّكَ
      • seninle tartışmaya kalkarsa
      • ف۪يهِ
      • oun hakkında
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra
      • مَا جَٓاءَكَ
      • sana gelen
      • مِنَ الْعِلْمِ
      • ilimden
      • فَقُلْ
      • de ki
      • تَعَالَوْا
      • gelin
      • نَدْعُ
      • çağıralım
      • اَبْنَٓاءَنَا
      • oğullarımızı
      • وَاَبْنَٓاءَكُمْ
      • ve oğullarınızı
      • وَنِسَٓاءَنَا
      • kadınlarımızı
      • وَنِسَٓاءَكُمْ
      • ve kadınlarınızı
      • وَاَنْفُسَنَا
      • kendimizi
      • وَاَنْفُسَكُمْ
      • ve kendinizi
      • ثُمَّ
      • sonra
      • نَبْتَهِلْ
      • gönülden la`netle du`a edelim de
      • فَنَجْعَلْ
      • atalım (kılalım)
      • لَعْنَتَ
      • la`netini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • عَلَى
      • üstüne
      • الْكَاذِب۪ينَ
      • yalancıların
      62
      • اِنَّ
      • işte
      • هٰذَا
      • budur
      • لَهُوَ
      • (Îsa hakkındaki) o
      • الْقَصَصُ
      • kıssa (öykü)
      • الْحَقُّۚ
      • gerçek
      • وَمَا
      • yoktur
      • مِنْ اِلٰهٍ
      • tanrı
      • اِلَّا
      • başka
      • اللّٰهُۜ
      • Allah`tan
      • وَاِنَّ
      • elbette
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • لَهُوَ الْعَز۪يزُ
      • aziz (kesin galib)
      • الْحَك۪يمُ
      • hüküm ve hikmet sahibidir
      63
      • فَاِنْ
      • eğer
      • تَوَلَّوْا
      • dönerlerse
      • فَاِنَّ
      • muhakkak ki
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • عَل۪يمٌ
      • bilir
      • بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
      • bozguncuları
      64
      • قُلْ
      • de ki
      • يَٓا
      • Ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • تَعَالَوْا
      • gelin
      • اِلٰى كَلِمَةٍ
      • bir kelimeye
      • سَوَٓاءٍ
      • eşit olan
      • بَيْنَنَا
      • bizim aramızda
      • وَبَيْنَكُمْ
      • ve sizin aranızda
      • اَلَّا نَعْبُدَ
      • ibadet etmeyelim
      • اِلَّا
      • başkasına
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • وَلَا نُشْرِكَ
      • ortak koşmayalım
      • بِه۪
      • O`na
      • شَيْـٔاً
      • hiçbirşeyi
      • وَلَا يَتَّخِذَ
      • edinmeyelim
      • بَعْضُنَا
      • bazımız
      • بَعْضاً
      • bazımızı
      • اَرْبَاباً
      • tanrılar
      • مِنْ دُونِ
      • başka
      • اللّٰهِۜ
      • Allah`tan
      • فَاِنْ
      • eğer
      • تَوَلَّوْا
      • yüz çevirirlerse
      • فَقُولُوا
      • deyin
      • اشْهَدُوا
      • şahid olun
      • بِاَنَّا
      • şüphesiz biz
      • مُسْلِمُونَ
      • müslümanlarız
      65
      • يَٓا
      • ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لِمَ
      • neden
      • تُحَٓاجُّونَ
      • tartışıyorsunuz
      • ف۪ٓي
      • hakkında
      • اِبْرٰه۪يمَ
      • İbrahim
      • وَمَٓا اُنْزِلَتِ
      • oysa indirilmiştir
      • التَّوْرٰيةُ
      • Tevrat da
      • وَالْاِنْج۪يلُ
      • İncil de
      • اِلَّا
      • ancak
      • مِنْ بَعْدِه۪ۜ
      • ondan sonra
      • اَفَلَا تَعْقِلُونَ
      • Düşünmüyor musunuz?
      66
      • هَٓا اَنْتُمْ
      • haydi siz
      • هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
      • böylesiniz
      • حَاجَجْتُمْ
      • tartıştınız
      • ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪
      • olan şey hakkında
      • عِلْمٌ
      • biraz bilginiz
      • فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ
      • ama neden tartışıyorsunuz?
      • ف۪يمَا
      • hakkında
      • لَيْسَ
      • olmayan
      • لَكُمْ بِه۪
      • hiçbir
      • عِلْمٌۜ
      • bilginiz
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • يَعْلَمُ
      • bilir
      • وَاَنْتُمْ
      • siz
      • لَا تَعْلَمُونَ
      • bilmezsiniz
      67
      • مَا كَانَ
      • değildi
      • اِبْرٰه۪يمُ
      • İbrahim
      • يَهُودِياًّ
      • ne yahudi
      • وَلَا نَصْرَانِياًّ
      • ne de hıristiyan
      • وَلٰكِنْ
      • fakat
      • كَانَ
      • idi
      • حَن۪يفاً
      • dosdoğru
      • مُسْلِماًۜ
      • bir müslüman
      • وَمَا كَانَ
      • değildi
      • مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
      • müşriklerden de
      68
      • اِنَّ
      • doğrusu
      • اَوْلَى
      • en yakın olanı
      • النَّاسِ
      • insanların
      • بِاِبْرٰه۪يمَ
      • İbrahim`e
      • لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ
      • ona uyanlar
      • وَهٰذَا
      • bu
      • النَّبِيُّ
      • peygamber
      • وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
      • ve mü`minlerdir
      • وَاللّٰهُ
      • Allah da
      • وَلِيُّ
      • dostudur
      • الْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minlerin
      69
      • وَدَّتْ
      • istedi ki
      • طَٓائِفَةٌ
      • bir grup
      • مِنْ اَهْلِ
      • ehlinden
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ
      • sizi saptırsınlar
      • وَمَا
      • oysa
      • يُضِلُّونَ
      • saptırıyorlar
      • اِلَّٓا
      • sadece
      • اَنْفُسَهُمْ
      • kendilerini
      • وَمَا يَشْعُرُونَ
      • fakat farkında değiller
      70
      • يَٓا
      • Ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لِمَ تَكْفُرُونَ
      • niçin inkar ediyorsunuz?
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
      • (gerçeği) gördüğünüz halde
      71
      • يَٓا
      • Ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لِمَ
      • niçin
      • تَلْبِسُونَ
      • karıştırıyorsunuz
      • الْحَقَّ
      • hakkı
      • بِالْبَاطِلِ
      • batıla
      • وَتَكْتُمُونَ
      • ve gizliyorsunuz
      • الْحَقَّ
      • gerçeği
      • وَاَنْتُمْ
      • siz
      • تَعْلَمُونَ۟
      • bildiğiniz halde
      72
      • وَقَالَتْ
      • dedi ki
      • طَٓائِفَةٌ
      • bir grup
      • مِنْ اَهْلِ
      • ehlinden
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • اٰمِنُوا
      • inanın
      • بِالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ
      • indirilmiş olana
      • عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlara
      • وَجْهَ
      • önünde
      • النَّهَارِ
      • günün
      • وَاكْفُرُٓوا
      • inkar edin
      • اٰخِرَهُ
      • sonunda da
      • لَعَلَّهُمْ
      • belki onlar
      • يَرْجِعُونَۚ
      • dönerler
      73
      • وَلَا تُؤْمِنُٓوا
      • güvenmeyin (dediler)
      • اِلَّا
      • başkasına
      • لِمَنْ تَبِـعَ
      • uyandan
      • د۪ينَكُمْۜ
      • sizin dininize
      • قُلْ
      • de ki
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الْهُدٰى
      • Hidayet
      • هُدَى
      • hidayetidir
      • اللّٰهِۙ
      • Allah`ın
      • اَنْ يُؤْتٰٓى
      • verilmesinden (ötürü mü böyle söylüyorsunuz)
      • اَحَدٌ
      • birine
      • مِثْلَ
      • benzerinin
      • مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ
      • size verilenin
      • اَوْ
      • veya
      • يُحَٓاجُّوكُمْ
      • (aleyhinize) deliller getireceklerinden
      • عِنْدَ
      • huzurunda
      • رَبِّكُمْۜ
      • Rabbinizin
      • الْفَضْلَ
      • Lutuf
      • بِيَدِ
      • elindedir
      • اللّٰهِۚ
      • Allah`ın
      • يُؤْت۪يهِ
      • onu verir
      • مَنْ يَشَٓاءُۜ
      • dilediğine
      • وَاللّٰهُ
      • Allah`ın
      • وَاسِعٌ
      • (lutfu) geniştir
      • عَل۪يمٌۚ
      • (O her şeyi) bilendir
      74
      • يَخْتَصُّ
      • has kılar
      • بِرَحْمَتِه۪
      • Rahmetini
      • مَنْ يَشَٓاءُۜ
      • dilediğine
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • ذُو
      • sahibidir
      • الْفَضْلِ
      • lutuf ve ikram
      • الْعَظ۪يمِ
      • büyük
      75
      • وَمِنْ اَهْلِ
      • ehlinden
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • مَنْ
      • öylesi vardır ki
      • اِنْ
      • eğer
      • تَأْمَنْهُ
      • ona emanet bıraksan
      • بِقِنْطَارٍ
      • yüklerle mal
      • يُؤَدِّه۪ٓ
      • onu öder
      • اِلَيْكَۚ
      • sana
      • وَمِنْهُمْ
      • onlardan
      • مَنْ
      • öylesi de vardır ki
      • تَأْمَنْهُ
      • ona versen
      • بِد۪ينَارٍ
      • bir dinar
      • لَا يُؤَدِّه۪ٓ
      • onu ödemez
      • اِلَيْكَ
      • sana
      • اِلَّا مَا دُمْتَ
      • devamlı olarak
      • عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ
      • başına dikilmeden
      • ذٰلِكَ
      • bu
      • بِاَنَّهُمْ
      • onların
      • قَالُوا
      • dedikleri içindir
      • لَيْسَ
      • yoktur
      • عَلَيْنَا
      • bize
      • فِي الْاُمِّيّ۪نَ
      • ümmilere karşı
      • سَب۪يلٌۚ
      • bir yol (sorumluluk)
      • وَيَقُولُونَ
      • ve söylüyorlar
      • عَلَى
      • karşı
      • اللّٰهِ
      • Allah`a
      • الْكَذِبَ
      • yalan
      • وَهُمْ يَعْلَمُونَ
      • bile bile
      76
      • بَلٰى
      • Hayır
      • مَنْ
      • kim
      • اَوْفٰى
      • yerine getirir
      • بِعَهْدِه۪
      • sözünü
      • وَاتَّقٰى
      • ve (günahtan) korunursa
      • فَاِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah da
      • يُحِبُّ
      • sever
      • الْمُتَّق۪ينَ
      • korunanları
      77
      • اِنَّ
      • Fakat
      • الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ
      • satanlar var ya
      • بِعَهْدِ
      • verdikleri sözü
      • اللّٰهِ
      • Allah`a
      • وَاَيْمَانِهِمْ
      • ve yeminlerini
      • ثَمَناً
      • paraya
      • قَل۪يلاً
      • az bir
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • لَا خَلَاقَ
      • bir payı yoktur
      • لَهُمْ
      • onların
      • فِي الْاٰخِرَةِ
      • ahirette
      • وَلَا يُكَلِّمُهُمُ
      • onlara konuşmayacak
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • وَلَا يَنْظُرُ
      • bakmayacak
      • اِلَيْهِمْ
      • onlara
      • يَوْمَ
      • günü
      • الْقِيٰمَةِ
      • kıyamet
      • وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ
      • ve onları yüceltmeyecektir
      • وَلَهُمْ
      • Onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • اَل۪يمٌ
      • acıklı
      78
      • وَاِنَّ
      • ve şüphesiz
      • مِنْهُمْ
      • onlardan
      • لَفَر۪يقاً
      • bir grup var ki
      • يَلْوُ۫نَ
      • eğip bükerler
      • اَلْسِنَتَهُمْ
      • dillerini
      • بِالْكِتَابِ
      • Kitapla
      • لِتَحْسَبُوهُ
      • siz sanasınız diye
      • مِنَ الْكِتَابِ
      • Kitaptan
      • وَمَا هُوَ
      • olmayan bir şeyi
      • مِنَ الْكِتَابِۚ
      • Kitapta
      • وَيَقُولُونَ
      • ve derler
      • هُوَ
      • o
      • مِنْ عِنْدِ
      • katındandır
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • وَمَا هُوَ
      • Oysa o değildir
      • مِنْ عِنْدِ
      • katından
      • اللّٰهِۚ
      • Allah
      • وَيَقُولُونَ
      • söylerler
      • عَلَى
      • karşı
      • اللّٰهِ
      • Allah`a
      • الْكَذِبَ
      • yalan
      • وَهُمْ يَعْلَمُونَ
      • bile bile
      79
      • مَا كَانَ
      • yakışmaz ki
      • لِبَشَرٍ
      • hiçbir insana
      • اَنْ يُؤْتِيَهُ
      • ona versin de
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • وَالْحُكْمَ
      • hüküm (hikmet)
      • وَالنُّبُوَّةَ
      • ve peygamberlik
      • ثُمَّ
      • sonra (o kalksın)
      • يَقُولَ
      • desin
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • كُونُوا
      • olun
      • عِبَاداً
      • kullar
      • ل۪ي
      • bana
      • مِنْ دُونِ
      • bırakıp
      • اللّٰهِ
      • Allah`ı
      • وَلٰكِنْ
      • fakat (der ki)
      • رَبَّانِيّ۪نَ
      • Rabba halis kullar
      • بِمَا
      • şeyler gereğince
      • كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ
      • okuduğunuz
      • وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
      • öğrettiğiniz
      80
      • وَلَا يَأْمُرَكُمْ
      • Ve size emretmez
      • اَنْ تَتَّخِذُوا
      • edinin diye
      • الْمَلٰٓئِكَةَ
      • Melekleri
      • وَالنَّبِيّ۪نَ
      • ve peygamberleri
      • اَرْبَاباًۜ
      • tanrılar
      • اَيَأْمُرُكُمْ
      • size emreder mi?
      • بِالْكُفْرِ
      • inkarı
      • بَعْدَ
      • sonra
      • اِذْ
      • olduktan
      • اَنْتُمْ
      • siz
      • مُسْلِمُونَ۟
      • müslüman
      81
      • وَاِذْ
      • hani
      • اَخَذَ
      • almıştı
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • م۪يثَاقَ
      • şöyle söz
      • النَّبِيّ۪نَ
      • peygamberlerden
      • لَـمَٓا
      • bakın
      • اٰتَيْتُكُمْ
      • size verdim
      • مِنْ كِتَابٍ
      • Kitap
      • وَحِكْمَةٍ
      • ve hikmet
      • ثُمَّ
      • imdi
      • جَٓاءَكُمْ
      • geldiğinde
      • رَسُولٌ
      • bir peygamber
      • مُصَدِّقٌ
      • doğrulayıcı
      • لِمَا مَعَكُمْ
      • yanınızda bulunan(Kitap)ı
      • لَتُؤْمِنُنَّ
      • mutlaka inanacak
      • بِه۪
      • ona
      • وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ
      • ve ona mutlaka yardım edeceksiniz
      • قَالَ
      • demişti
      • ءَاَقْرَرْتُمْ
      • bunu kabul ettiniz mi?
      • وَاَخَذْتُمْ
      • ve aldınız mı?
      • عَلٰى
      • üzerinize
      • ذٰلِكُمْ
      • bu hususta
      • اِصْر۪يۜ
      • ağır ahdimi
      • قَالُٓوا
      • dediler
      • اَقْرَرْنَاۜ
      • kabul ettik
      • قَالَ
      • dedi
      • فَاشْهَدُوا
      • o halde tanık olun
      • وَاَنَا۬
      • ben de
      • مَعَكُمْ
      • sizinle beraber
      • مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
      • tanık olanlardanım
      82
      • فَمَنْ
      • artık kim
      • تَوَلّٰى
      • dönerse
      • بَعْدَ
      • sonra
      • ذٰلِكَ
      • bundan
      • فَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • هُمُ
      • onlar
      • الْفَاسِقُونَ
      • fasıklardır
      83
      • اَفَغَيْرَ
      • başkasını mı
      • د۪ينِ
      • dininden
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • يَبْغُونَ
      • arıyorlar
      • وَلَهُٓ
      • oysa O`na
      • اَسْلَمَ
      • teslim olmuştur
      • مَنْ فِي
      • olanların hepsi
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerde
      • وَالْاَرْضِ
      • ve yerde
      • طَوْعاً
      • ister
      • وَكَرْهاً
      • istemez
      • وَاِلَيْهِ
      • ve O`na
      • يُرْجَعُونَ
      • döndürüleceklerdir
      84
      • قُلْ
      • de ki
      • اٰمَنَّا
      • inandık
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • وَمَٓا اُنْزِلَ
      • indirilene
      • عَلَيْنَا
      • bize
      • وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى
      • ve indirilene
      • اِبْرٰه۪يمَ
      • İbrahim`e
      • وَاِسْمٰع۪يلَ
      • İsma`il`e
      • وَاِسْحٰقَ
      • İshak`a
      • وَيَعْقُوبَ
      • Ya`kub`a
      • وَالْاَسْبَاطِ
      • ve sıbtlara
      • وَمَٓا اُو۫تِيَ
      • verilene
      • مُوسٰى
      • Musa`ya
      • وَع۪يسٰى
      • Îsa`ya
      • وَالنَّبِيُّونَ
      • ve peygamberlere
      • مِنْ رَبِّهِمْۖ
      • Rableri tarafından
      • لَا نُفَرِّقُ
      • ayırım yapmayız
      • بَيْنَ
      • arasında
      • اَحَدٍ
      • hiçbirinin
      • مِنْهُمْۘ
      • onlar
      • وَنَحْنُ
      • biz
      • لَهُ
      • O`na
      • مُسْلِمُونَ
      • teslim olanlarız
      85
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَبْتَغِ
      • ararsa
      • غَيْرَ
      • başka
      • الْاِسْلَامِ
      • İslam`dan
      • د۪يناً
      • bir din
      • فَلَنْ
      • bilsin ki
      • يُقْبَلَ
      • (o din) kabul edilmeyecek
      • مِنْهُۚ
      • ondan
      • وَهُوَ
      • ve o
      • فِي الْاٰخِرَةِ
      • ahirette
      • مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
      • kaybedenlerden olacaktır
      86
      • كَيْفَ
      • nasıl
      • يَهْدِي
      • yol gösterir
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • قَوْماً
      • bir topluma
      • كَفَرُوا
      • inkar eden
      • بَعْدَ
      • sonra
      • ا۪يمَانِهِمْ
      • İman ettikten
      • وَشَهِدُٓوا
      • ve gördükten
      • اَنَّ
      • gerçekten
      • الرَّسُولَ
      • Resul`ün
      • حَقٌّ
      • hak olduğunu
      • وَجَٓاءَهُمُ
      • ve kendilerine geldikten
      • الْبَيِّنَاتُۜ
      • açık deliller
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • لَا يَهْدِي
      • doğru yola iletmez
      • الْقَوْمَ
      • toplumu
      • الظَّالِم۪ينَ
      • zalim
      87
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • جَزَٓاؤُ۬هُمْ
      • onların cezası
      • اَنَّ
      • gerçekten
      • عَلَيْهِمْ
      • onların üzerine olmasıdır
      • لَعْنَةَ
      • la`neti
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَالْمَلٰٓئِكَةِ
      • meleklerin
      • وَالنَّاسِ
      • ve insanların
      • اَجْمَع۪ينَۙ
      • bütün
      88
      • خَالِد۪ينَ
      • ebedi kalacaklardır
      • ف۪يهَاۚ
      • O(la`net)in içinde
      • لَا يُخَفَّفُ
      • hafifletilmeyecek
      • عَنْهُمُ
      • onlardan
      • الْعَذَابُ
      • azab
      • وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
      • ve onlara asla fırsat verilmeyecektir
      89
      • اِلَّا
      • ancak başka
      • الَّذ۪ينَ تَابُوا
      • tevbe edip
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra
      • ذٰلِكَ
      • ondan
      • وَاَصْلَحُوا
      • uslananlar
      • فَاِنَّ
      • çünkü
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • غَفُورٌ
      • çok bağışlayan
      • رَح۪يمٌ
      • çok esirgeyendir
      90
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • onlar ki inkar ettiler
      • بَعْدَ
      • sonra
      • ا۪يمَانِهِمْ
      • inandıktan
      • ثُمَّ
      • sonra
      • ازْدَادُوا
      • arttı
      • كُفْراً
      • inkarları
      • لَنْ تُقْبَلَ
      • kabul edilmeyecektir
      • تَوْبَتُهُمْۚ
      • onların tevbeleri
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • هُمُ
      • onlar
      • الضَّٓالُّونَ
      • sapıkların ta kendileridir
      91
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edip
      • وَمَاتُوا
      • ölenler
      • وَهُمْ كُفَّارٌ
      • kafir olarak
      • فَلَنْ يُقْبَلَ
      • kabul edilmeyecektir
      • مِنْ اَحَدِهِمْ
      • hiçbirinden
      • مِلْءُ
      • dolusu
      • الْاَرْضِ
      • dünya
      • ذَهَباً
      • altın
      • وَلَوِ
      • olsa dahi
      • افْتَدٰى بِه۪ۜ
      • fidye vermiş
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • لَهُمْ
      • onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • اَل۪يمٌ
      • acıklı
      • وَمَا
      • ve yoktur
      • لَهُمْ
      • onların
      • مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
      • hiçbir yardımcıları
      92
      • لَنْ تَنَالُوا
      • asla eremezsiniz
      • الْبِرَّ
      • iyiliğe
      • حَتّٰى
      • kadar
      • تُنْفِقُوا
      • (Allah için) harcayıncaya
      • مِمَّا
      • şeylerden
      • تُحِبُّونَۜ
      • sevdiğiniz
      • وَمَا تُنْفِقُوا
      • ne harcarsanız
      • مِنْ شَيْءٍ
      • herhangi bir şeyden
      • فَاِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • بِه۪
      • onu
      • عَل۪يمٌ
      • bilir
      93
      • كُلُّ
      • bütün
      • الطَّعَامِ
      • yiyecekler
      • كَانَ
      • idi
      • حِلاًّ
      • helal
      • لِبَن۪ٓي
      • oğullarına
      • اِسْرَٓائ۪لَ
      • İsrail
      • اِلَّا
      • dışında
      • مَا
      • şeyler
      • حَرَّمَ
      • haram kıldığı
      • اِسْرَٓائ۪لُ
      • İsrail`in
      • عَلٰى نَفْسِه۪
      • kendisine
      • مِنْ قَبْلِ
      • önce
      • اَنْ تُنَزَّلَ
      • indirilmeden
      • التَّوْرٰيةُۜ
      • Tevrat
      • قُلْ
      • de ki
      • فَأْتُوا
      • getirip
      • بِالتَّوْرٰيةِ
      • Tevrat`ı
      • فَاتْلُوهَٓا
      • okuyun
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • iseniz
      • صَادِق۪ينَ
      • doğru
      94
      • فَمَنِ
      • artık kim
      • افْتَرٰى
      • uydurursa
      • عَلَى اللّٰهِ
      • Allah`a
      • الْكَذِبَ
      • yalan
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra da
      • ذٰلِكَ
      • bundan
      • فَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • هُمُ
      • onlar
      • الظَّالِمُونَ
      • zalimlerdir
      95
      • قُلْ
      • de ki
      • صَدَقَ
      • doğru söyledi
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • فَاتَّبِعُوا
      • öyle ise uyun
      • مِلَّةَ
      • dinine
      • اِبْرٰه۪يمَ
      • İbrahim
      • حَن۪يفاًۜ
      • hanif (Allah`ı birleyici) olarak
      • وَمَا كَانَ
      • O değildi
      • مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
      • ortak koşanlardan
      96
      • اِنَّ
      • doğrusu
      • اَوَّلَ
      • ilk
      • بَيْتٍ
      • ev
      • وُضِعَ
      • (ma`bed olarak) kurulan
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ
      • Mekke`de olandır
      • مُبَارَكاً
      • uğur, bereket
      • وَهُدًى
      • ve hidayet kaynağıdır
      • لِلْعَالَم۪ينَۚ
      • alemlere
      97
      • ف۪يهِ
      • onda vardır
      • اٰيَاتٌ
      • deliller
      • بَيِّنَاتٌ
      • açık açık
      • مَقَامُ
      • Makamı
      • اِبْرٰه۪يمَۚ
      • İbrahim`in
      • وَمَنْ
      • kimse
      • دَخَلَهُ
      • ona giren
      • كَانَ اٰمِناًۜ
      • güvene erer
      • وَلِلّٰهِ
      • Allah`ın bir hakkıdır
      • عَلَى
      • üzerinde
      • النَّاسِ
      • insanlar
      • حِجُّ
      • (gidip) haccetmesi
      • الْبَيْتِ
      • Ev`e
      • مَنِ
      • herkesin
      • اسْتَطَاعَ
      • gücü yeten
      • اِلَيْهِ سَب۪يلاًۜ
      • yoluna
      • وَمَنْ
      • kim
      • كَفَرَ
      • nankörlük ederse
      • فَاِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • غَنِيٌّ
      • zengindir
      • عَنِ الْعَالَم۪ينَ
      • bütün alemlerden
      98
      • قُلْ
      • de ki
      • يَٓا
      • Ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لِمَ تَكْفُرُونَ
      • neden inkar ediyorsunuz?
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِۗ
      • Allah`ın
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • شَه۪يدٌ
      • tanık iken
      • عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
      • yaptıklarınıza
      99
      • قُلْ
      • de ki
      • يَٓا
      • Ey
      • اَهْلَ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لِمَ تَصُدُّونَ
      • niçin çevirmeğe çalışıyorsunuz?
      • عَنْ سَب۪يلِ
      • yolundan
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • مَنْ
      • kimseleri
      • اٰمَنَ
      • inanan
      • تَبْغُونَهَا
      • göstermeğe yeltenerek
      • عِوَجاً
      • eğri
      • وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ
      • gerçeğe tanık olduğunuz halde
      • وَمَا
      • değildir
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • بِغَافِلٍ
      • habersiz
      • عَمَّا تَعْمَلُونَ
      • yaptıklarınızdan
      100
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
      • inananlar
      • اِنْ تُط۪يعُوا
      • uyarsanız
      • فَر۪يقاً
      • gruba
      • مِنَ
      • herhangi bir
      • الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
      • verilenlerden
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • يَرُدُّوكُمْ
      • sizi döndürüp
      • بَعْدَ
      • sonra
      • ا۪يمَانِكُمْ
      • imanınızdan
      • كَافِر۪ينَ
      • kafir yaparlar
      101
      • وَكَيْفَ
      • nasıl
      • تَكْفُرُونَ
      • inkar edersiniz
      • وَاَنْتُمْ
      • ve üstelik size
      • تُتْلٰى
      • okunmakta
      • عَلَيْكُمْ
      • size
      • اٰيَاتُ
      • ayetleri
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَف۪يكُمْ
      • ve aranızda iken
      • رَسُولُهُۜ
      • O`nun Elçisi de
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَعْتَصِمْ
      • sarılırsa
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • فَقَدْ
      • muhakkak ki o
      • هُدِيَ
      • iletilmiştir
      • اِلٰى صِرَاطٍ
      • yola
      • مُسْتَق۪يمٍ۟
      • doğru
      102
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlar
      • اتَّقُوا
      • korkun
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • حَقَّ
      • hakkıyla
      • تُقَاتِه۪
      • O`na yaraşır biçimde
      • وَلَا تَمُوتُنَّ
      • ölmeyin
      • اِلَّا
      • dışında
      • وَاَنْتُمْ
      • siz
      • مُسْلِمُونَ
      • müslümanlar olmak
      103
      • وَاعْتَصِمُوا
      • ve yapışın
      • بِحَبْلِ
      • ipine
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • جَم۪يعاً
      • topluca
      • وَلَا تَفَرَّقُواۖ
      • ayrılmayın
      • وَاذْكُرُوا
      • hatırlayın
      • نِعْمَتَ
      • ni`metini
      • عَلَيْكُمْ
      • size olan
      • اِذْ
      • hani
      • كُنْتُمْ
      • siz idiniz
      • اَعْدَٓاءً
      • birbirinize düşman
      • فَاَلَّفَ
      • (Allah) uzlaştırdı
      • بَيْنَ
      • arasını
      • قُلُوبِكُمْ
      • kalblerinizin
      • فَاَصْبَحْتُمْ
      • haline geldiniz
      • بِنِعْمَتِه۪ٓ
      • O`un ni`metiyle
      • اِخْوَاناًۚ
      • kardeşler
      • وَكُنْتُمْ
      • siz bulunuyordunuz
      • عَلٰى شَفَا
      • kenarında
      • حُفْرَةٍ
      • bir çukurun
      • مِنَ النَّارِ
      • ateşten
      • فَاَنْقَذَكُمْ
      • (Allah) sizi kurtardı
      • مِنْهَاۜ
      • ondan
      • كَذٰلِكَ
      • böyle
      • يُبَيِّنُ
      • açıklıyor
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • لَكُمْ
      • size
      • اٰيَاتِه۪
      • ayetlerini
      • لَعَلَّكُمْ
      • umulur ki
      • تَهْتَدُونَ
      • yola gelirsiniz
      104
      • وَلْتَكُنْ
      • olsun
      • مِنْكُمْ
      • içinizden
      • اُمَّةٌ
      • bir topluluk
      • يَدْعُونَ
      • çağıran
      • اِلَى الْخَيْرِ
      • hayra
      • وَيَأْمُرُونَ
      • emredip
      • بِالْمَعْرُوفِ
      • iyiliği
      • وَيَنْهَوْنَ
      • men`eden
      • عَنِ الْمُنْكَرِۜ
      • kötülükten
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • هُمُ
      • onlar
      • الْمُفْلِحُونَ
      • kurtuluşa erenlerdir
      105
      • وَلَا تَكُونُوا
      • olmayın
      • كَالَّذ۪ينَ
      • gibi
      • تَفَرَّقُوا
      • bölünüp
      • وَاخْتَلَفُوا
      • ihtilaf edenler
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra
      • مَا جَٓاءَهُمُ
      • kendilerine geldikten
      • الْبَيِّنَاتُۜ
      • açık deliller
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • İşte onlar
      • لَهُمْ
      • (evet) onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • عَظ۪يمٌۙ
      • büyük
      106
      • يَوْمَ
      • O gün
      • تَبْيَضُّ
      • ağarır
      • وُجُوهٌ
      • bazı yüzler
      • وَتَسْوَدُّ
      • kararır
      • وُجُوهٌۚ
      • bazı yüzler
      • فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ
      • kararanlara
      • وُجُوهُهُمْ۠
      • yüzleri
      • اَكَفَرْتُمْ
      • inkar ettiniz ha? (denilir)
      • بَعْدَ
      • sonra
      • ا۪يمَانِكُمْ
      • inanmanızdan
      • فَذُوقُوا
      • öyle ise tadın
      • الْعَذَابَ
      • azabı
      • بِمَا كُنْتُمْ
      • etmenize karşılık
      • تَكْفُرُونَ
      • inkar
      107
      • وَاَمَّا
      • ise
      • الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ
      • ağaranlar
      • وُجُوهُهُمْ
      • yüzleri
      • فَف۪ي
      • içindedirler
      • رَحْمَةِ
      • rahmeti
      • اللّٰهِۜ
      • Allah`ın
      • هُمْ
      • onlar
      • ف۪يهَا
      • orada
      • خَالِدُونَ
      • sürekli kalacaklardır
      108
      • تِلْكَ
      • İşte onlar
      • اٰيَاتُ
      • ayetleridir
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • نَتْلُوهَا
      • onları okuyoruz
      • عَلَيْكَ
      • sana
      • بِالْحَقِّۜ
      • gerçek ile
      • وَمَا اللّٰهُ
      • Allah
      • يُر۪يدُ
      • istemez
      • ظُلْماً
      • zulmetmek
      • لِلْعَالَم۪ينَ
      • alemlere
      109
      • وَلِلّٰهِ
      • Allah`ındır
      • مَا فِي السَّمٰوَاتِ
      • göklerde
      • وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
      • ve yerde olanlar
      • وَاِلَى اللّٰهِ
      • Allah`a
      • تُرْجَعُ
      • döndürülür
      • الْاُمُورُ۟
      • bütün işler
      110
      • كُنْتُمْ
      • siz oldunuz
      • خَيْرَ
      • en hayırlı
      • اُمَّةٍ
      • bir ümmet
      • اُخْرِجَتْ
      • çıkarılmış
      • لِلنَّاسِ
      • insanlar için
      • تَأْمُرُونَ
      • emreder
      • بِالْمَعْرُوفِ
      • iyiliği
      • وَتَنْهَوْنَ
      • men`edersiniz
      • عَنِ الْمُنْكَرِ
      • kötülükten
      • وَتُؤْمِنُونَ
      • ve inanırsınız
      • بِاللّٰهِۜ
      • Allah`a
      • وَلَوْ
      • eğer
      • اٰمَنَ
      • inanmış olsaydı
      • اَهْلُ
      • ehli
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لَكَانَ
      • elbette olurdu
      • خَيْراً
      • hayırlı
      • لَهُمْۜ
      • kendileri için
      • مِنْهُمُ
      • onlardan
      • الْمُؤْمِنُونَ
      • inananlar da var
      • وَاَكْثَرُهُمُ
      • ama çokları
      • الْفَاسِقُونَ
      • yoldan çıkmışlardır
      111
      • لَنْ يَضُرُّوكُمْ
      • size zarar veremezler
      • اِلَّٓا
      • başka bir
      • اَذًىۜ
      • eziyetten
      • وَاِنْ
      • ve eğer
      • يُقَاتِلُوكُمْ
      • sizinle savaşsalar bile
      • يُوَلُّوكُمُ
      • size dönüp kaçarlar
      • الْاَدْبَارَ۠
      • arkalarını
      • ثُمَّ
      • sonra
      • لَا يُنْصَرُونَ
      • onlara yardım da edilmez
      112
      • ضُرِبَتْ
      • vurulmuştur
      • عَلَيْهِمُ
      • onlara
      • الذِّلَّةُ
      • alçaklık (damgası)
      • اَيْنَ
      • nerede
      • مَا ثُقِفُٓوا
      • olsalar
      • اِلَّا
      • meğer ki (sığınmış olsunlar)
      • بِحَبْلٍ
      • ahdine (ipine)
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَحَبْلٍ
      • ve ahdine (ipine)
      • مِنَ النَّاسِ
      • (inanan) insanların
      • وَبَٓاؤُ۫
      • uğradılar
      • بِغَضَبٍ
      • gazabına
      • وَضُرِبَتْ
      • ve vuruldu
      • عَلَيْهِمُ
      • üzerlerine
      • الْمَسْكَنَةُۜ
      • miskinlik damgası
      • ذٰلِكَ
      • böyle oldu
      • بِاَنَّهُمْ
      • çünkü onlar
      • كَانُوا
      • idiler
      • يَكْفُرُونَ
      • inkar ediyorlar
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَيَقْتُلُونَ
      • öldürüyorlardı
      • الْاَنْبِيَٓاءَ
      • peygamberleri
      • بِغَيْرِ حَقٍّۜ
      • haksız yere
      • ذٰلِكَ
      • ve çünkü
      • بِمَا عَصَوْا
      • isyan etmişlerdi
      • وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
      • haddi aşıyorlardı
      113
      • لَيْسُوا
      • ama hepsi değildir
      • سَوَٓاءًۜ
      • aynı
      • مِنْ اَهْلِ
      • ehlinden
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • اُمَّةٌ
      • bir topluluk da vardır
      • قَٓائِمَةٌ
      • ayakta durup
      • يَتْلُونَ
      • okuyarak
      • اٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • اٰنَٓاءَ
      • saatlerinde
      • الَّيْلِ
      • gece
      • وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
      • secdeye kapanan
      114
      • يُؤْمِنُونَ
      • onlar inanırlar
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • وَالْيَوْمِ
      • ve gününe
      • الْاٰخِرِ
      • ahiret
      • وَيَأْمُرُونَ
      • emreder
      • بِالْمَعْرُوفِ
      • iyiliği
      • وَيَنْهَوْنَ
      • men`ederler
      • عَنِ الْمُنْكَرِ
      • kötülükten
      • وَيُسَارِعُونَ
      • koşarlar
      • فِي الْخَيْرَاتِۜ
      • hayır işlerine
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • işte onlar
      • مِنَ الصَّالِح۪ينَ
      • iyilerdendir
      115
      • وَمَا يَفْعَلُوا
      • yapacakları
      • مِنْ خَيْرٍ
      • hiçbir iyilik
      • فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
      • inkar edilmeyecektir
      • وَاللّٰهُ
      • Şüphesiz Allah
      • عَل۪يمٌ
      • bilmektedir
      • بِالْمُتَّق۪ينَ
      • (günahlardan) korunanları
      116
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenler
      • لَنْ تُغْنِيَ
      • yarar sağlamayacaktır
      • عَنْهُمْ
      • onlara
      • اَمْوَالُهُمْ
      • ne malları
      • وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
      • ne de evladları
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`a karşı
      • شَيْـٔاًۜ
      • hiçbir şey
      • وَاُو۬لٰٓئِكَ
      • onlar
      • اَصْحَابُ
      • halkıdır
      • النَّارِۚ
      • ateş
      • هُمْ
      • onlar
      • ف۪يهَا
      • orada
      • خَالِدُونَ
      • sürekli kalacaklardır
      117
      • مَثَلُ
      • durumu
      • مَا يُنْفِقُونَ
      • harcadıkları malların
      • ف۪ي هٰذِهِ
      • bu
      • الْحَيٰوةِ
      • dünya
      • الدُّنْيَا
      • hayatında
      • كَمَثَلِ
      • benzer
      • ر۪يحٍ
      • bir rüzgara
      • ف۪يهَا
      • kendisine
      • صِرٌّ
      • dondurucu
      • اَصَابَتْ
      • vurup
      • حَرْثَ
      • ekinine
      • قَوْمٍ
      • bir topluluğun
      • ظَلَمُٓوا
      • zulmeden
      • اَنْفُسَهُمْ
      • nefislerine
      • فَاَهْلَكَتْهُۜ
      • onu mahveden
      • وَمَا ظَلَمَهُمُ
      • onlara zulmetmedi
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • وَلٰكِنْ
      • fakat
      • اَنْفُسَهُمْ
      • onlar kendi kendilerine
      • يَظْلِمُونَ
      • zulmediyorlardı
      118
      • يَٓا اَيُّهَا
      • ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlar
      • لَا تَتَّخِذُوا
      • edinmeyin
      • بِطَانَةً
      • kendinize dost
      • مِنْ دُونِكُمْ
      • kendinizden başkasını
      • لَا يَأْلُونَكُمْ
      • onlar sizi geri durmazlar
      • خَبَالاًۜ
      • bozmaktan
      • وَدُّوا
      • isterler
      • مَا
      • şeyleri
      • عَنِتُّمْۚ
      • size sıkıntı verecek
      • قَدْ
      • doğrusu
      • بَدَتِ
      • taşmaktadır
      • الْبَغْضَٓاءُ
      • öfke
      • مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ
      • onların ağızlarından
      • وَمَا تُخْف۪ي
      • gizledikleri (kin) ise
      • صُدُورُهُمْ
      • göğüslerinde
      • اَكْـبَرُۜ
      • daha büyüktür
      • قَدْ
      • elbette
      • بَيَّنَّا
      • açıkladık
      • لَكُمُ
      • size
      • الْاٰيَاتِ
      • ayetleri
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
      • düşünürseniz
      119
      • هَٓا اَنْتُمْ
      • İşte siz
      • اُو۬لَٓاءِ
      • öyle kimselersiniz ki
      • تُحِبُّونَهُمْ
      • onları seversiniz
      • وَلَا يُحِبُّونَكُمْ
      • halbuki onlar sizi sevmezler
      • وَتُؤْمِنُونَ
      • inanırsınız
      • بِالْكِتَابِ
      • Kitabın
      • كُلِّه۪ۚ
      • hepsine
      • وَاِذَا
      • zaman
      • لَقُوكُمْ
      • sizinle karşılaştıkları
      • قَالُٓوا
      • derler
      • اٰمَنَّاۗ
      • inandık
      • خَلَوْا
      • yalnız kaldıkları
      • عَضُّوا
      • ısırırlar
      • عَلَيْكُمُ
      • size karşı
      • الْاَنَامِلَ
      • parmak uçlarını
      • مِنَ الْغَيْظِۜ
      • öfkeden
      • قُلْ
      • de ki
      • مُوتُوا
      • ölün
      • بِغَيْظِكُمْۜ
      • öfkenizden
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • عَل۪يمٌ
      • bilir
      • بِذَاتِ
      • özünü
      • الصُّدُورِ
      • göğüslerin
      120
      • اِنْ
      • eğer
      • تَمْسَسْكُمْ
      • size dokunsa
      • حَسَنَةٌ
      • bir iyilik
      • تَسُؤْهُمْۘ
      • onları tasalandırır
      • وَاِنْ
      • ve eğer
      • تُصِبْكُمْ
      • size dokunsa
      • سَيِّئَةٌ
      • bir kötülük
      • يَفْرَحُوا
      • sevinirler
      • بِهَاۜ
      • ona
      • وَاِنْ
      • eğer
      • تَصْبِرُوا
      • sabreder
      • وَتَتَّقُوا
      • korunursanız
      • لَا يَضُرُّكُمْ
      • size zarar vermez
      • كَيْدُهُمْ
      • onların tuzağı
      • شَيْـٔاًۜ
      • hiçbir şekilde
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • بِمَا يَعْمَلُونَ
      • onların yaptıklarını
      • مُح۪يطٌ۟
      • kuşatmıştır
      121
      • وَاِذْ
      • hani
      • غَدَوْتَ
      • sen erkenden
      • مِنْ اَهْلِكَ
      • ailenden
      • تُبَوِّئُ
      • ayrılmıştın
      • الْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minleri
      • مَقَاعِدَ
      • yerleştiriyordun (üslerine)
      • لِلْقِتَالِۜ
      • savaş için
      • وَاللّٰهُ
      • Allah da
      • سَم۪يعٌ
      • işitendi
      • عَل۪يمٌۙ
      • bilendi
      122
      • اِذْ هَمَّتْ
      • o vakit yüz tutmuştu
      • طَٓائِفَتَانِ
      • iki takım
      • مِنْكُمْ
      • sizden
      • اَنْ تَفْشَلَاۙ
      • korkup bozulmaya
      • وَاللّٰهُ
      • halbuki Allah
      • وَلِيُّهُمَاۜ
      • kendilerinin dostu idi
      • وَعَلَى اللّٰهِ
      • Allah`a
      • فَلْيَتَوَكَّلِ
      • dayansınlar
      • الْمُؤْمِنُونَ
      • inananlar
      123
      • وَلَقَدْ
      • nitekim
      • نَصَرَكُمُ
      • size yardım etmişti
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • بِبَدْرٍ
      • Bedir`de de
      • وَاَنْتُمْ
      • sizler
      • اَذِلَّةٌۚ
      • zayıf durumdayken
      • فَاتَّقُوا
      • O halde korkun ki
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • لَعَلَّكُمْ
      • umulur ki
      • تَشْكُرُونَ
      • şükredersiniz
      124
      • اِذْ
      • O zaman
      • تَقُولُ
      • sen diyordun
      • لِلْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minlere
      • اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
      • size yetmez mi?
      • اَنْ يُمِدَّكُمْ
      • size yardım etmesi
      • رَبُّكُمْ
      • Rabbinizin
      • بِثَلٰثَةِ
      • üç
      • اٰلَافٍ
      • bin
      • مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
      • melek ile
      • مُنْزَل۪ينَۜ
      • indirilmiş
      125
      • بَلٰٓىۙ
      • Evet
      • اِنْ تَصْبِرُوا
      • sabrederseniz
      • وَتَتَّقُوا
      • ve korunursanız
      • وَيَأْتُوكُمْ
      • üzerinize gelseler
      • مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا
      • onlar hemen şu dakikada
      • يُمْدِدْكُمْ
      • size yardım eder
      • رَبُّكُمْ
      • Rabbiniz
      • بِخَمْسَةِ
      • beş
      • اٰلَافٍ
      • bin
      • مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
      • melekle
      • مُسَوِّم۪ينَ
      • nişanlı
      126
      • وَمَا جَعَلَهُ
      • bunu yaptı
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • اِلَّا
      • sırf
      • بُشْرٰى
      • müjde olsun
      • لَكُمْ
      • size
      • وَلِتَطْمَئِنَّ
      • ve güven bulsun diye
      • قُلُوبُكُمْ
      • kalbleriniz
      • بِه۪ۜ
      • bununla
      • وَمَا
      • doğrusu
      • النَّصْرُ
      • yardım
      • اِلَّا
      • yalnız
      • مِنْ عِنْدِ
      • katındandır
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • الْعَز۪يزِ
      • daima galib
      • الْحَك۪يمِۙ
      • hüküm ve hikmet sahibi
      127
      • لِيَقْطَعَ
      • kessin
      • طَرَفاً
      • bir kısmını
      • مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
      • inkar edenlerden
      • اَوْ يَكْبِتَهُمْ
      • ve perişan etsin de
      • فَيَنْقَلِبُوا
      • dönüp gitsinler diye
      • خَٓائِب۪ينَ
      • umutsuz olarak
      128
      • لَيْسَ
      • yoktur
      • لَكَ
      • senin
      • مِنَ الْاَمْرِ
      • o konuda
      • شَيْءٌ
      • yapacağın bir şey
      • اَوْ
      • ya
      • يَتُوبَ
      • (Allah) tevbelerini kabul eder
      • عَلَيْهِمْ
      • onların
      • اَوْ
      • ya da
      • يُعَذِّبَهُمْ
      • onlara azab eder
      • فَاِنَّهُمْ
      • olduklarından dolayı
      • ظَالِمُونَ
      • zalim
      129
      • وَلِلّٰهِ
      • Allah`ındır
      • مَا فِي
      • olanlar
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerde
      • وَمَا فِي
      • ve olanlar
      • الْاَرْضِۜ
      • yerde
      • يَغْفِرُ
      • (O) bağışlar
      • لِمَنْ يَشَٓاءُ
      • dilediğini
      • وَيُعَذِّبُ
      • azabeder
      • مَنْ يَشَٓاءُۜ
      • dilediğine
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • غَفُورٌ
      • çok bağışlayan
      • رَح۪يمٌ۟
      • çok esirgeyendir
      130
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlar
      • لَا تَأْكُلُوا
      • yemeyin
      • الرِّبٰٓوا
      • riba
      • اَضْعَافاً
      • kat kat
      • مُضَاعَفَةًۖ
      • arttırarak
      • وَاتَّقُوا
      • korkun ki
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • لَعَلَّكُمْ
      • umulur ki
      • تُفْلِحُونَۚ
      • kurtuluşa erersiniz
      131
      • وَاتَّقُوا
      • sakının
      • النَّارَ
      • ateşten
      • الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ
      • hazırlanmış
      • لِلْكَافِر۪ينَۚ
      • kafirler için
      132
      • وَاَط۪يعُوا
      • ita`at edin ki
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • وَالرَّسُولَ
      • ve Elçiye
      • لَعَلَّكُمْ
      • size edilsin
      • تُرْحَمُونَۚ
      • merhamet
      133
      • وَسَارِعُٓوا
      • koşun
      • اِلٰى مَغْفِرَةٍ
      • bir bağışlanmaya
      • مِنْ رَبِّكُمْ
      • Rabbinizden
      • وَجَنَّةٍ
      • cennete
      • عَرْضُهَا
      • genişliği
      • السَّمٰوَاتُ
      • göklerle
      • وَالْاَرْضُۙ
      • ve yer kadar olan
      • اُعِدَّتْ
      • hazırlanmış
      • لِلْمُتَّق۪ينَۙ
      • korunanlar için
      134
      • الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ
      • Onlar infak ederler
      • فِي السَّرَّٓاءِ
      • bollukta
      • وَالضَّرَّٓاءِ
      • ve darlıkta
      • وَالْكَاظِم۪ينَ
      • yutkunurlar
      • الْغَيْظَ
      • öfke(lerin)i
      • وَالْعَاف۪ينَ
      • affederler
      • عَنِ النَّاسِۜ
      • insanları
      • وَاللّٰهُ
      • Allah da
      • يُحِبُّ
      • sever
      • الْمُحْسِن۪ينَۚ
      • güzel davrananları
      135
      • وَالَّذ۪ينَ
      • Ve onlar
      • اِذَا
      • zaman
      • فَعَلُوا
      • yaptıkları
      • فَاحِشَةً
      • bir kötülük
      • اَوْ
      • ya da
      • ظَلَمُٓوا
      • zulmettikleri
      • اَنْفُسَهُمْ
      • nefislerine
      • ذَكَرُوا
      • hatırlayarak
      • اللّٰهَ
      • Allah`ı
      • فَاسْتَغْفَرُوا
      • hemen bağışlanmasını dilerler
      • لِذُنُوبِهِمْۖ
      • günahlarının
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَغْفِرُ
      • bağışlayabilir
      • الذُّنُوبَ
      • günahları da
      • اِلَّا
      • başka
      • اللّٰهُۖ
      • Allah`tan
      • وَلَمْ يُصِرُّوا
      • ve onlar ısrar etmezler
      • عَلٰى مَا فَعَلُوا
      • yaptıkları hatalarında
      • وَهُمْ يَعْلَمُونَ
      • bile bile
      136
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • işte
      • جَزَٓاؤُ۬هُمْ
      • onların mükafatı
      • مَغْفِرَةٌ
      • bağışlanma
      • مِنْ رَبِّهِمْ
      • Rableri tarafından
      • وَجَنَّاتٌ
      • cennetlerdir
      • تَجْر۪ي
      • akan
      • مِنْ تَحْتِهَا
      • altlarından
      • الْاَنْهَارُ
      • ırmaklar
      • خَالِد۪ينَ
      • sürekli kalacakları
      • ف۪يهَاۜ
      • içinde
      • وَنِعْمَ
      • ne güzeldir
      • اَجْرُ
      • ücreti
      • الْعَامِل۪ينَۜ
      • çalışanların
      137
      • قَدْ
      • şüphesiz
      • خَلَتْ
      • uygulanmıştır
      • مِنْ قَبْلِكُمْ
      • sizden önce de
      • سُنَنٌۙ
      • yasalar
      • فَس۪يرُوا
      • dolaşın da
      • فِي الْاَرْضِ
      • yeryüzünde
      • فَانْظُرُوا
      • görün
      • كَيْفَ
      • nasıl
      • كَانَ
      • olduğunu
      • عَاقِبَةُ
      • sonunun
      • الْمُكَذِّب۪ينَ
      • yalanlayıcıların
      138
      • هٰذَا
      • Bu
      • بَيَانٌ
      • bir açıklama
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • وَهُدًى
      • yol gösterme
      • وَمَوْعِظَةٌ
      • ve öğüttür
      • لِلْمُتَّق۪ينَ
      • korunanlara
      139
      • وَلَا تَهِنُوا
      • gevşemeyin
      • وَلَا تَحْزَنُوا
      • üzülmeyin
      • وَاَنْتُمُ
      • mutlaka siz
      • الْاَعْلَوْنَ
      • üstün geleceksiniz
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
      • inanıyorsanız
      140
      • اِنْ
      • Eğer
      • يَمْسَسْكُمْ
      • size dokunduysa
      • قَرْحٌ
      • bir yara
      • فَقَدْ
      • muhakkak
      • مَسَّ
      • dokunmuştu
      • الْقَوْمَ
      • o topluluğa da
      • مِثْلُهُۜ
      • benzeri
      • وَتِلْكَ
      • işte o
      • الْاَيَّامُ
      • günler
      • نُدَاوِلُهَا
      • biz onları çevirip dururuz
      • بَيْنَ
      • arasında
      • النَّاسِۚ
      • insanlar
      • وَلِيَعْلَمَ
      • (bu) ortaya çıkarması
      • اللّٰهُ
      • Allah`ın
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananları
      • وَيَتَّخِذَ
      • ve edinmesi içindir
      • مِنْكُمْ
      • sizden
      • شُهَدَٓاءَۜ
      • şehidler (şahidler)
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • لَا يُحِبُّ
      • sevmez
      • الظَّالِم۪ينَۙ
      • zalimleri
      141
      • وَلِيُمَحِّصَ
      • ve iyice özleştirmesi
      • اللّٰهُ
      • Allah`ın
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananları
      • وَيَمْحَقَ
      • mahvetmesi içindir
      • الْكَافِر۪ينَ
      • kafirleri de
      142
      • اَمْ حَسِبْتُمْ
      • yoksa siz sandınız
      • اَنْ تَدْخُلُوا
      • gireceğinizi
      • الْجَنَّةَ
      • cennete
      • وَلَمَّا يَعْلَمِ
      • bilmeden
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
      • cihad edenleri
      • مِنْكُمْ
      • içinizden
      • وَيَعْلَمَ
      • (sınayıp) bilmeden
      • الصَّابِر۪ينَ
      • sabredenleri
      143
      • وَلَقَدْ
      • andolsun ki
      • كُنْتُمْ
      • siz
      • تَمَنَّوْنَ
      • arzuluyordunuz
      • الْمَوْتَ
      • ölümü
      • مِنْ قَبْلِ
      • önce
      • اَنْ تَلْقَوْهُۖ
      • onunla karşılaşmadan
      • فَقَدْ
      • işte
      • رَاَيْتُمُوهُ
      • onu gördünüz
      • وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
      • ama bakıp duruyorsunuz
      144
      • وَمَا مُحَمَّدٌ
      • Muhammed
      • اِلَّا
      • sadece
      • رَسُولٌۚ
      • bir elçidir
      • قَدْ خَلَتْ
      • gelip geçmiştir
      • مِنْ قَبْلِهِ
      • ondan önce de
      • الرُّسُلُۜ
      • elçiler
      • اَفَا۬ئِنْ
      • şimdi
      • مَاتَ
      • o ölür
      • اَوْ
      • veya
      • قُتِلَ
      • öldürülürse
      • انْقَلَبْتُمْ
      • geriye mi döneceksiniz?
      • عَلٰٓى
      • üzerinde
      • اَعْقَابِكُمْۜ
      • ökçelerinizin
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَنْقَلِبْ
      • geriye dönerse
      • عَلٰى
      • üzerinde
      • عَقِبَيْهِ
      • ökçesi
      • فَلَنْ يَضُرَّ
      • ziyan veremez
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • شَيْـٔاًۜ
      • hiçbir
      • وَسَيَجْزِي
      • mükafatlandıracaktır
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • الشَّاكِر۪ينَ
      • şükredenleri
      145
      • وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ
      • hiçbir kişi için yoktur
      • اَنْ تَمُوتَ
      • ölmek
      • اِلَّا
      • olmadan
      • بِاِذْنِ
      • izni
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • كِتَاباً
      • yazılmıştır
      • مُؤَجَّلاًۜ
      • belirli bir süreye göre
      • وَمَنْ
      • kim
      • يُرِدْ
      • isterse
      • ثَوَابَ
      • sevabını (menfaatini)
      • الدُّنْيَا
      • dünya
      • نُؤْتِه۪
      • kendisine veririz
      • مِنْهَاۚ
      • ondan
      • ثَوَابَ
      • sevabını
      • الْاٰخِرَةِ
      • ahiret
      • مِنْهَاۜ
      • ondan
      • وَسَنَجْزِي
      • mükafatlandıracağız
      • الشَّاكِر۪ينَ
      • şükredenleri
      146
      • وَكَاَيِّنْ
      • nice var ki
      • مِنْ نَبِيٍّ
      • peygamber
      • قَاتَلَۙ
      • çarpıştılar
      • مَعَهُ
      • kendileriyle beraber
      • رِبِّيُّونَ
      • Rabbani (erenler)
      • كَث۪يرٌۚ
      • birçok
      • فَمَا وَهَنُوا
      • yılmadılar
      • لِمَٓا اَصَابَهُمْ
      • başlarında gelenlerden
      • ف۪ي سَب۪يلِ
      • yolunda
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • وَمَا ضَعُفُوا
      • zayıflık göstermediler
      • وَمَا اسْتَكَانُواۜ
      • boyun eğmediler
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • يُحِبُّ
      • sever
      • الصَّابِر۪ينَ
      • sabredenleri
      147
      • وَمَا كَانَ
      • değildi
      • قَوْلَهُمْ
      • sözleri
      • اِلَّٓا
      • başka
      • اَنْ قَالُوا
      • demelerinden
      • رَبَّنَا
      • Rabbimiz
      • اغْفِرْ
      • bağışla
      • لَنَا
      • bizim
      • ذُنُوبَنَا
      • günahlarımızı
      • وَاِسْرَافَنَا
      • taşkınlığımızı
      • ف۪ٓي اَمْرِنَا
      • işimizde
      • وَثَبِّتْ
      • ve sağlam tut
      • اَقْدَامَنَا
      • ayaklarımızı
      • وَانْصُرْنَا
      • bize yardım eyle
      • عَلَى
      • karşı
      • الْقَوْمِ
      • topluma
      • الْكَافِر۪ينَ
      • kafir
      148
      • فَاٰتٰيهُمُ
      • onlara verdi
      • اللّٰهُ
      • Allah da
      • ثَوَابَ
      • karşılığını
      • الدُّنْيَا
      • hem dünya
      • وَحُسْنَ
      • en güzelini
      • ثَوَابِ
      • karşılığının
      • الْاٰخِرَةِۜ
      • hem ahiret
      • وَاللّٰهُ
      • çünkü Allah
      • يُحِبُّ
      • sever
      • الْمُحْسِن۪ينَ۟
      • güzel davrananları
      149
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
      • inananlar
      • اِنْ
      • eğer
      • تُط۪يعُوا
      • ita`at ederseniz
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlere
      • يَرُدُّوكُمْ
      • sizi çevirirler
      • عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ
      • arkanıza (küfre)
      • فَتَنْقَلِبُوا
      • o zaman dönersiniz
      • خَاسِر۪ينَ
      • kaybedenlere
      150
      • بَلِ
      • Hayır
      • اللّٰهُ
      • Allah`tır
      • مَوْلٰيكُمْۚ
      • Mevlanız
      • وَهُوَ
      • O`dur
      • خَيْرُ
      • en iyisi
      • النَّاصِر۪ينَ
      • yardımcıların
      151
      • سَنُلْق۪ي
      • salacağız
      • ف۪ي قُلُوبِ
      • kalblerine
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlerin
      • الرُّعْبَ
      • korku
      • بِمَٓا اَشْرَكُوا
      • ortak koştuklarından dolayı
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • مَا لَمْ يُنَزِّلْ
      • indirmediği şeyleri
      • بِه۪
      • kendilerine
      • سُلْطَاناًۚ
      • hiçbir güç
      • وَمَأْوٰيهُمُ
      • gidecekleri yer de
      • النَّارُۜ
      • cehennemdir
      • وَبِئْسَ
      • ne kötüdür
      • مَثْوَى
      • varacağı yer
      • الظَّالِم۪ينَ
      • zalimlerin
      152
      • وَلَقَدْ
      • elbette
      • صَدَقَكُمُ
      • size doğruladı
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • وَعْدَهُٓ
      • (yardım) va`dini
      • اِذْ
      • sürece
      • تَحُسُّونَهُمْ
      • onları öldürdüğünüz
      • بِاِذْنِه۪ۚ
      • kendi izniyle
      • حَتّٰٓى
      • nihayet
      • اِذَا فَشِلْتُمْ
      • siz korktunuz
      • وَتَنَازَعْتُمْ
      • (birbirinizle) çekişip
      • فِي الْاَمْرِ
      • (verilen) emir hakkında
      • وَعَصَيْتُمْ
      • isyan ettiniz
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra
      • مَٓا اَرٰيكُمْ
      • size gösterdikten
      • مَا تُحِبُّونَۜ
      • sevdiğiniz(galibiyet)i
      • مِنْكُمْ
      • sizden
      • مَنْ
      • kiminiz
      • يُر۪يدُ
      • istiyordu
      • الدُّنْيَا
      • dünyayı
      • وَمِنْكُمْ
      • ve sizden
      • الْاٰخِرَةَۚ
      • ahireti
      • ثُمَّ
      • sonra
      • صَرَفَكُمْ
      • (Allah) geri çevirdi (yenilgiye uğrattı)
      • عَنْهُمْ
      • onlardan
      • لِيَبْتَلِيَكُمْۚ
      • sizi denemek için
      • وَلَقَدْ
      • andolsun ki
      • عَفَا
      • bağışladı
      • عَنْكُمْۜ
      • sizi
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • ذُوفَضْلٍ
      • çok lutufkardır
      • عَلَى
      • karşı
      • الْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minlere
      153
      • اِذْ تُصْعِدُونَ
      • boyuna uzaklaşıyor
      • وَلَا تَلْوُ۫نَ
      • dönüp bakmıyordunuz
      • عَلٰٓى اَحَدٍ
      • hiç kimseye
      • وَالرَّسُولُ
      • Elçi
      • يَدْعُوكُمْ
      • sizi çağırırken
      • ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ
      • arkanızdan
      • فَاَثَابَكُمْ
      • bundan dolayı size verdi
      • غَماًّ
      • gam
      • بِغَمٍّ
      • gam üstüne
      • لِكَيْلَا تَحْزَنُوا
      • üzülmeyesiniz
      • عَلٰى مَا فَاتَكُمْ
      • ne elinizden gidene
      • وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ
      • ne de başınıza gelene
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • خَب۪يرٌ
      • haberdardır
      • بِمَا تَعْمَلُونَ
      • yaptıklarınızdan
      154
      • ثُمَّ
      • sonra
      • اَنْزَلَ
      • indirdi
      • عَلَيْكُمْ
      • size
      • مِنْ بَعْدِ
      • ardından
      • الْغَمِّ
      • o üzüntünün
      • اَمَنَةً
      • bir güven
      • نُعَاساً
      • bir uyku
      • يَغْشٰى
      • bürüyen
      • طَٓائِفَةً
      • bir kısmınızı
      • مِنْكُمْۙ
      • sizden
      • وَطَٓائِفَةٌ
      • bir kısmınız da
      • قَدْ
      • doğrusu
      • اَهَمَّتْهُمْ
      • kaygısına düşmüştü
      • اَنْفُسُهُمْ
      • kendi canlarının
      • يَظُنُّونَ
      • bir zanda bulunuyorlar
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a karşı
      • غَيْرَ الْحَقِّ
      • haksız
      • ظَنَّ
      • zannı gibi
      • الْجَاهِلِيَّةِۜ
      • cahiliyye
      • يَقُولُونَ
      • diyorlardı
      • هَلْ
      • var mı
      • لَنَا
      • bize
      • مِنَ الْاَمْرِ
      • bu işten
      • مِنْ شَيْءٍۜ
      • bir şey
      • قُلْ
      • de ki
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الْاَمْرَ كُلَّهُ
      • bütün iş
      • لِلّٰهِۜ
      • Allah`a aittir
      • يُخْفُونَ
      • onlar gizliyorlar
      • ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ
      • içlerinde
      • مَا لَا يُبْدُونَ
      • açıklayamadıklarını
      • لَكَۜ
      • sana
      • يَقُولُونَ
      • diyorlar ki
      • لَوْ كَانَ
      • olsaydı
      • شَيْءٌ
      • bir fayda
      • مَا قُتِلْنَا
      • öldürülmezdik
      • هٰهُنَاۜ
      • burada
      • لَوْ كُنْتُمْ
      • olsaydınız
      • ف۪ي بُيُوتِكُمْ
      • evlerinizde dahi
      • لَبَرَزَ
      • mutlaka boylardı
      • الَّذ۪ينَ كُتِبَ
      • yazılmış olanlar
      • عَلَيْهِمُ
      • üzerine
      • الْقَتْلُ
      • öldürülme(si)
      • اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ
      • yatacakları yeri
      • وَلِيَبْتَلِيَ
      • denemesi içindir
      • اللّٰهُ
      • Allah`ın
      • مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ
      • göğüslerinizdekini
      • وَلِيُمَحِّصَ
      • ve açığa çıkarması içindir
      • مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ
      • kalblerinizdekini
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • عَل۪يمٌ
      • bilir
      • بِذَاتِ
      • özünü
      • الصُّدُورِ
      • göğüslerin
      155
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا
      • yüz çevirip gidenleri
      • مِنْكُمْ
      • içinizden
      • يَوْمَ
      • gün
      • الْتَقَى
      • karşılaştığı
      • الْجَمْعَانِۙ
      • iki topluluğun
      • اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ
      • (yoldan) kaydırmak istemişti
      • الشَّيْطَانُ
      • şeytan
      • بِبَعْضِ
      • bazı
      • مَا كَسَبُواۚ
      • yaptıkları işlerden dolayı
      • وَلَقَدْ
      • ama yine de
      • عَفَا
      • affetti
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • عَنْهُمْۜ
      • onları
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • غَفُورٌ
      • çok bağışlayandır
      • حَل۪يمٌ۟
      • halimdir
      156
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlar
      • لَا تَكُونُوا
      • olmayın
      • كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenler gibi
      • وَقَالُوا
      • ve diyenler
      • لِاِخْوَانِهِمْ
      • gazi kardeşleri için
      • اِذَا
      • zaman
      • ضَرَبُوا
      • sefere çıktıkları
      • فِي الْاَرْضِ
      • yeryüzünde
      • اَوْ
      • ya da
      • كَانُوا غُزًّى
      • savaşa çıktıkları
      • لَوْ
      • eğer
      • كَانُوا
      • olsalardı
      • عِنْدَنَا
      • bizim yanımızda
      • مَا مَاتُوا
      • ölmezlerdi
      • وَمَا قُتِلُواۚ
      • ve vurulmazlardı
      • لِيَجْعَلَ
      • yapar
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • ذٰلِكَ
      • bu (düşünce ve sözlerini)
      • حَسْرَةً
      • dert
      • ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
      • kalblerinde
      • وَاللّٰهُ
      • Allahtır
      • يُحْـي۪
      • yaşatan da
      • وَيُم۪يتُۜ
      • öldüren de
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • بِمَا تَعْمَلُونَ
      • yaptıklarınızı
      • بَص۪يرٌ
      • görmektedir
      157
      • وَلَئِنْ
      • eğer
      • قُتِلْتُمْ
      • öldürülür
      • ف۪ي سَب۪يلِ
      • yolunda
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • اَوْ
      • ya da
      • مُتُّمْ
      • ölürseniz
      • لَمَغْفِرَةٌ
      • bağışlaması
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَرَحْمَةٌ
      • ve rahmeti
      • خَيْرٌ
      • daha hayırlıdır
      • مِمَّا يَجْمَعُونَ
      • onların topladıklarından
      158
      • وَلَئِنْ
      • elbette
      • مُتُّمْ
      • ölür
      • اَوْ
      • veya
      • قُتِلْتُمْ
      • öldürülürseniz
      • لَاِلَى اللّٰهِ
      • Allah`a
      • تُحْشَرُونَ
      • götürüleceksiniz
      159
      • فَبِمَا
      • sebebiyledir ki
      • رَحْمَةٍ
      • rahmeti
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • لِنْتَ
      • sen yumuşak davrandın
      • لَهُمْۚ
      • onlara
      • وَلَوْ
      • eğer
      • كُنْتَ
      • olsaydın
      • فَظًّا
      • kaba
      • غَل۪يظَ
      • katı
      • الْقَلْبِ
      • yürekli
      • لَانْفَضُّوا
      • dağılır, giderlerdi
      • مِنْ حَوْلِكَۖ
      • çevrenden
      • فَاعْفُ
      • öyleyse affet
      • عَنْهُمْ
      • onları
      • وَاسْتَغْفِرْ
      • ve mağfiret dile
      • لَهُمْ
      • onlar için
      • وَشَاوِرْهُمْ
      • onlara danış
      • فِي الْاَمْرِۚ
      • işini
      • فَاِذَا
      • zaman
      • عَزَمْتَ
      • karar verdiğin
      • فَتَوَكَّلْ
      • dayan
      • عَلَى اللّٰهِۜ
      • Allah`a
      • اِنَّ
      • çünkü
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • يُحِبُّ
      • sever
      • الْمُتَوَكِّل۪ينَ
      • kendine dayanıp güvenenleri
      160
      • اِنْ
      • eğer
      • يَنْصُرْكُمُ
      • size yardım ederse
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • فَلَا
      • artık yoktur
      • غَالِبَ
      • yenecek
      • لَكُمْۚ
      • sizi
      • وَاِنْ
      • ve eğer
      • يَخْذُلْكُمْ
      • sizi yüz üstü bırakırsa
      • فَمَنْ
      • kim
      • ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ
      • size yardım edebilir
      • مِنْ بَعْدِه۪ۜ
      • O`ndan sonra
      • وَعَلَى اللّٰهِ
      • Allah`a
      • فَلْيَتَوَكَّلِ
      • dayansınlar
      • الْمُؤْمِنُونَ
      • Mü`minler
      161
      • وَمَا كَانَ
      • olur şey değildir
      • لِنَبِيٍّ
      • bir peygamberin
      • اَنْ يَغُلَّۜ
      • hiyanet etmesi
      • وَمَنْ
      • kim
      • يَغْلُلْ
      • hıyanet ederse
      • يَأْتِ
      • boynuna yüklenip getirir
      • بِمَا غَلَّ
      • hıyanet ettiği şeyi
      • يَوْمَ
      • günü
      • الْقِيٰمَةِۚ
      • kıyamet
      • ثُمَّ
      • sonra
      • تُوَفّٰى
      • tastamam verilir
      • كُلُّ نَفْسٍ
      • herkese
      • مَا كَسَبَتْ
      • kazandığı
      • وَهُمْ
      • ve onlar
      • لَا يُظْلَمُونَ
      • hiçbir haksızlığa uğratılmazlar
      162
      • اَفَمَنِ
      • hiç olur mu?
      • اتَّبَعَ
      • uyan
      • رِضْوَانَ
      • rızasına
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • كَمَنْ
      • adam gibi
      • بَٓاءَ
      • uğrayan
      • بِسَخَطٍ
      • hışmına
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَمَأْوٰيهُ
      • yeri de
      • جَهَنَّمُۜ
      • cehennem olan
      • وَبِئْسَ
      • ne kötü
      • الْمَص۪يرُ
      • sonuçtur orası
      163
      • هُمْ
      • O(insa)nlar
      • دَرَجَاتٌ
      • derece derecedirler
      • عِنْدَ
      • katında
      • اللّٰهِۜ
      • Allah
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • بَص۪يرٌ
      • görmektedir
      • بِمَا يَعْمَلُونَ۟
      • onların yaptıklarını
      164
      • لَقَدْ
      • andolsun ki
      • مَنَّ
      • büyük lutufta bulundu
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minlere
      • اِذْ بَعَثَ
      • göndermekle
      • ف۪يهِمْ
      • kendilerine
      • رَسُولاً
      • bir elçi
      • مِنْ اَنْفُسِهِمْ
      • kendi içlerinden
      • يَتْلُوا
      • okuyan
      • عَلَيْهِمْ
      • onlara
      • اٰيَاتِه۪
      • (Allah`ın) ayetlerini
      • وَيُزَكّ۪يهِمْ
      • kendilerini yücelten
      • وَيُعَلِّمُهُمُ
      • ve kendilerine öğreten
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • وَالْحِكْمَةَۚ
      • ve hikmeti
      • وَاِنْ كَانُوا
      • bulunuyorlarken
      • مِنْ قَبْلُ
      • daha önce
      • لَف۪ي
      • içinde
      • ضَلَالٍ
      • bir sapıklık
      • مُب۪ينٍ
      • açık
      165
      • اَوَلَمَّٓا
      • gelince mi
      • اَصَابَتْكُمْ
      • sizin başınıza
      • مُص۪يبَةٌ
      • bir bela
      • قَدْ
      • doğrusu
      • اَصَبْتُمْ
      • onların başlarına getirdiğiniz halde
      • مِثْلَيْهَاۙ
      • onun iki katını
      • قُلْتُمْ
      • dediniz
      • اَنّٰى
      • nereden (başımıza geldi)
      • هٰذَاۜ
      • bu
      • قُلْ
      • de ki
      • هُوَ
      • O (bela)
      • مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ
      • kendinizdendir
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
      • herşeye
      • قَد۪يرٌ
      • kadirdir
      166
      • وَمَٓا اَصَابَكُمْ
      • sizin başınıza gelen
      • يَوْمَ
      • gün
      • الْتَقَى
      • karşılaştığı
      • الْجَمْعَانِ
      • iki topluluğun
      • فَبِاِذْنِ
      • ancak izniyle olmuştur
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَلِيَعْلَمَ
      • bilmesi için
      • الْمُؤْمِن۪ينَۙ
      • inananları
      167
      • وَلِيَعْلَمَ
      • ve bilmesi için
      • الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ
      • iki yüzlülük edenleri
      • وَق۪يلَ
      • dendiği halde
      • لَهُمْ
      • onlara
      • تَعَالَوْا
      • gelin
      • قَاتِلُوا
      • savaşın
      • ف۪ي سَب۪يلِ
      • yolunda
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • اَوِ
      • ya da
      • ادْفَعُواۜ
      • savunun
      • قَالُوا
      • dediler
      • لَوْ
      • eğer
      • نَعْلَمُ
      • bilseydik
      • قِتَالاً
      • savaş (olacağını)
      • لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ
      • sizinle gelirdik
      • هُمْ
      • onlar
      • لِلْكُفْرِ
      • küfre
      • يَوْمَئِذٍ
      • o gün
      • اَقْرَبُ
      • yakın idiler
      • مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ
      • imandan çok
      • يَقُولُونَ
      • söylüyorlar
      • بِاَفْوَاهِهِمْ
      • ağızlarıyla
      • مَا لَيْسَ
      • olmayanı
      • ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
      • kalblerinde
      • وَاللّٰهُ
      • halbuki Allah
      • اَعْلَمُ
      • çok iyi bilmektedir
      • بِمَا
      • şeyi
      • يَكْتُمُونَۚ
      • içlerinde sakladıkları
      168
      • الَّذ۪ينَ قَالُوا
      • diyenlere
      • لِاِخْوَانِهِمْ
      • kardeşleri için
      • وَقَعَدُوا
      • (Savaştan geri kalıp) oturarak
      • لَوْ
      • eğer
      • اَطَاعُونَا
      • bizim sözümüzü tutsalardı
      • مَا قُتِلُواۜ
      • öldürülmezlerdi
      • قُلْ
      • de ki;
      • فَادْرَؤُ۫ا
      • savınız
      • عَنْ اَنْفُسِكُمُ
      • kendinizden
      • الْمَوْتَ
      • ölümü
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • iseniz
      • صَادِق۪ينَ
      • doğru
      169
      • وَلَا تَحْسَبَنَّ
      • sanma
      • الَّذ۪ينَ قُتِلُوا
      • öldürülenleri
      • ف۪ي سَب۪يلِ
      • yolunda
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • اَمْوَاتاًۜ
      • ölüler
      • بَلْ
      • hayır
      • اَحْيَٓاءٌ
      • (onlar) diridirler
      • عِنْدَ
      • katında
      • رَبِّهِمْ
      • Rableri
      • يُرْزَقُونَۙ
      • rızıklanmaktadırlar
      170
      • فَرِح۪ينَ
      • sevinirler
      • بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
      • kendilerine verdiklerinden
      • اللّٰهُ
      • Allah`ın
      • مِنْ فَضْلِه۪ۙ
      • keremiyle
      • وَيَسْتَبْشِرُونَ
      • ve müjdelemek isterler
      • بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا
      • henüz yetişemeyenlere de
      • بِهِمْ
      • kendilerine
      • مِنْ خَلْفِهِمْۙ
      • arkalarından
      • اَلَّا خَوْفٌ
      • korku olmadığına
      • عَلَيْهِمْ
      • onlara
      • وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
      • onların da üzüntüye uğramayacaklarına
      171
      • يَسْتَبْشِرُونَ
      • sevinirler
      • بِنِعْمَةٍ
      • ni`metine
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَفَضْلٍۙ
      • ve lutfuna
      • وَاَنَّ
      • ve muhakkak
      • اللّٰهَ
      • Allah`ın
      • لَا يُض۪يعُ
      • zayi etmeyeceğine
      • اَجْرَ
      • ecrini
      • الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ
      • mü`minlerin
      172
      • الَّذ۪ينَ
      • O(mü`mi)nler ki
      • اسْتَجَابُوا
      • çağrısına uydular
      • لِلّٰهِ
      • Allah`ın
      • وَالرَّسُولِ
      • ve Elçinin
      • مِنْ بَعْدِ
      • sonra bile
      • مَٓا اَصَابَهُمُ
      • isabet ettikten
      • الْقَرْحُۜۛ
      • yara
      • لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا
      • güzel davrananlar
      • مِنْهُمْ
      • onlardan
      • وَاتَّقَوْا
      • ve korunanlar için
      • اَجْرٌ
      • ecir vardır
      • عَظ۪يمٌۚ
      • pek büyük
      173
      • الَّذ۪ينَ
      • onlar ki
      • قَالَ
      • deyince
      • لَهُمُ
      • kendilerine
      • النَّاسُ
      • halk
      • اِنَّ النَّاسَ
      • (Düşman) İnsanlar
      • قَدْ
      • muhakkak
      • جَمَعُوا
      • (ordu) toplamışlar
      • لَكُمْ
      • size karşı
      • فَاخْشَوْهُمْ
      • onlardan korkun
      • فَزَادَهُمْ
      • (bu söz) onların artırdı
      • ا۪يمَاناًۗ
      • imanını
      • وَقَالُوا
      • ve dediler
      • حَسْبُنَا
      • bize yeter
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • وَنِعْمَ
      • ne güzel
      • الْوَك۪يلُ
      • vekildir
      174
      • فَانْقَلَبُوا
      • bundan dolayı geri döndüler
      • بِنِعْمَةٍ
      • bir ni`met
      • مِنَ اللّٰهِ
      • Allah`tan
      • وَفَضْلٍ
      • ve bollukla
      • لَمْ يَمْسَسْهُمْ
      • kendilerine dokunmadı
      • سُٓوءٌۙ
      • hiçbir kötülük
      • وَاتَّبَعُوا
      • ve uydular
      • رِضْوَانَ
      • rızasına
      • اللّٰهِۜ
      • Allah`ın
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • ذُوفَضْلٍ
      • lutuf sahibidir
      • عَظ۪يمٍ
      • büyük
      175
      • اِنَّمَا
      • Şüphesiz
      • ذٰلِكُمُ
      • işte o
      • الشَّيْطَانُ
      • şeytan
      • يُخَوِّفُ
      • sizi korkutuyor
      • اَوْلِيَٓاءَهُۖ
      • kendi dostlarından
      • فَلَا تَخَافُوهُمْ
      • onlardan korkmayın
      • وَخَافُونِ
      • benden korkun
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • iseniz
      • مُؤْمِن۪ينَ
      • inanmış
      176
      • وَلَا يَحْزُنْكَ
      • seni üzmesin
      • الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ
      • koşanlar
      • فِي الْكُفْرِۚ
      • inkara
      • اِنَّهُمْ
      • onlar
      • لَنْ يَضُرُّوا
      • zarar veremezler
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • شَيْـٔاًۜ
      • hiçbir
      • يُر۪يدُ
      • istiyor
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • اَلَّا يَجْعَلَ
      • koymamak
      • لَهُمْ
      • onlara
      • حَظًّا
      • hiçbir nasip
      • فِي الْاٰخِرَةِۚ
      • ahirette
      • وَلَهُمْ
      • onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • عَظ۪يمٌ
      • büyük
      177
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا
      • satın alanlar
      • الْكُفْرَ
      • inkarı
      • بِالْا۪يمَانِ
      • iman karşılığında
      • لَنْ يَضُرُّوا
      • zarar vermezler
      • اللّٰهَ
      • Allah`a
      • شَيْـٔاًۚ
      • hiçbir
      • وَلَهُمْ
      • onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • اَل۪يمٌ
      • acıklı
      178
      • وَلَا يَحْسَبَنَّ
      • sanmasınlar ki
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
      • inkar edenler
      • اَنَّمَا نُمْل۪ي
      • süre vermemiz
      • لَهُمْ
      • kendilerine
      • خَيْرٌ
      • hayırlıdır
      • لِاَنْفُسِهِمْۜ
      • kendileri için
      • اِنَّمَا نُمْل۪ي
      • biz süre veriyoruz ki
      • لَهُمْ
      • onlara
      • لِيَزْدَادُٓوا
      • artırsınlar
      • اِثْماًۚ
      • günahı
      • وَلَهُمْ
      • onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • مُه۪ينٌ
      • alçaltıcı
      179
      • مَا كَانَ
      • değildir
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • لِيَذَرَ
      • bırakacak
      • الْمُؤْمِن۪ينَ
      • mü`minleri
      • عَلٰى
      • (şu) üzerinde
      • مَٓا اَنْتُمْ
      • bulunduğunuz
      • عَلَيْهِ
      • hal üzere
      • حَتّٰى
      • kadar
      • يَم۪يزَ
      • ayırıncaya
      • الْخَب۪يثَ
      • pis olanı
      • مِنَ الطَّيِّبِۜ
      • temizden
      • وَمَا كَانَ
      • ve değildir
      • لِيُطْلِعَكُمْ
      • sizi vakıf kılacak
      • عَلَى الْغَيْبِ
      • gaybe
      • وَلٰكِنَّ
      • fakat
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • يَجْتَب۪ي
      • seçer (onu gaybe vakıf kılar)
      • مِنْ رُسُلِه۪
      • elçilerinden
      • مَنْ يَشَٓاءُ
      • dilediğini
      • فَاٰمِنُوا
      • o halde inanın
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • وَرُسُلِه۪ۚ
      • ve elçilerine
      • وَاِنْ
      • eğer
      • تُؤْمِنُوا
      • inanır
      • وَتَتَّقُوا
      • ve (günahlardan) korunursanız
      • فَلَكُمْ
      • sizin için vardır
      • اَجْرٌ
      • mükafat
      • عَظ۪يمٌ
      • büyük
      180
      • وَلَا يَحْسَبَنَّ
      • sanmasınlar
      • الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ
      • cimrilik edenler
      • بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
      • kendilerine verdiğine
      • اللّٰهُ
      • Allah`ın
      • مِنْ فَضْلِه۪
      • kereminden
      • هُوَ
      • onu
      • خَيْراً
      • hayırlı
      • لَهُمْۜ
      • kendileri için
      • بَلْ
      • (hayır) bilakis
      • هُوَ
      • o
      • شَرٌّ
      • şerlidir
      • سَيُطَوَّقُونَ
      • boyunlarına dolandırılacaktır
      • مَا
      • şeyler
      • بَخِلُوا بِهِ
      • cimrilik ettikleri
      • يَوْمَ
      • günü
      • الْقِيٰمَةِۜ
      • kıyamet
      • وَلِلّٰهِ
      • Allah`ındır
      • م۪يرَاثُ
      • mirası
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerin
      • وَالْاَرْضِۜ
      • ve yerin
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • بِمَا تَعْمَلُونَ
      • yaptıklarınızı
      • خَب۪يرٌ۟
      • haber alandır
      181
      • لَقَدْ
      • doğrusu
      • سَمِـعَ
      • işitti
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • قَوْلَ
      • sözünü
      • الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
      • diyenlerin
      • اِنَّ
      • muhakkak
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • فَق۪يرٌ
      • fakirdir
      • وَنَحْنُ
      • biz
      • اَغْنِيَٓاءُۢ
      • zenginiz
      • سَنَكْتُبُ
      • yazacağız
      • مَا قَالُوا
      • onların dediklerini
      • وَقَتْلَهُمُ
      • ve öldürmelerini
      • الْاَنْبِيَٓاءَ
      • peygamberleri
      • بِغَيْرِ حَقٍّۙ
      • haksız yere
      • وَنَقُولُ
      • ve diyeceğiz
      • ذُوقُوا
      • tadın
      • عَذَابَ
      • azabını
      • الْحَر۪يقِ
      • yangın
      182
      • ذٰلِكَ
      • bu
      • بِمَا قَدَّمَتْ
      • yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır
      • اَيْد۪يكُمْ
      • sizin ellerinizin
      • وَاَنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • لَيْسَ
      • asla değildir
      • بِظَلَّامٍ
      • zulmedici
      • لِلْعَب۪يدِۚ
      • kullara
      183
      • الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
      • onlar dediler
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • عَهِدَ
      • and verdi ki
      • اِلَيْنَٓا
      • bize
      • اَلَّا نُؤْمِنَ
      • inanmayalım
      • لِرَسُولٍ
      • hiçbir elçiye
      • حَتّٰى
      • kadar
      • يَأْتِيَنَا
      • bize getirinceye
      • بِقُرْبَانٍ
      • bir kurban
      • تَأْكُلُهُ
      • yiyeceği
      • النَّارُۜ
      • ateşin
      • قُلْ
      • de ki
      • قَدْ
      • elbette
      • جَٓاءَكُمْ
      • size gelmişti
      • رُسُلٌ
      • elçiler
      • مِنْ قَبْل۪ي
      • benden önce
      • بِالْبَيِّنَاتِ
      • açık deliller getiren
      • وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ
      • ve bu dediğinizi de
      • فَلِمَ
      • niçin
      • قَتَلْتُمُوهُمْ
      • onları öldürdünüz
      • اِنْ
      • eğer
      • كُنْتُمْ
      • idiyseniz
      • صَادِق۪ينَ
      • doğru
      184
      • فَاِنْ
      • eğer
      • كَذَّبُوكَ
      • seni yalanladılarsa
      • فَقَدْ
      • doğrusu
      • كُذِّبَ
      • yalanlanmıştı
      • رُسُلٌ
      • peygamberler de
      • مِنْ قَبْلِكَ
      • senden önce
      • جَٓاؤُ۫
      • getiren
      • بِالْبَيِّنَاتِ
      • açık deliller
      • وَالزُّبُرِ
      • hikmetli sahifeler
      • وَالْكِتَابِ
      • ve Kitabı
      • الْمُن۪يرِ
      • aydınlatıcı
      185
      • كُلُّ
      • her
      • نَفْسٍ
      • can
      • ذَٓائِقَةُ
      • tadacaktır
      • الْمَوْتِۜ
      • ölümü
      • وَاِنَّمَا
      • şüphesiz
      • تُوَفَّوْنَ
      • size eksiksiz verilecektir
      • اُجُورَكُمْ
      • ecirleriniz
      • يَوْمَ
      • günü
      • الْقِيٰمَةِۜ
      • kıyamet
      • فَمَنْ
      • kim ki hemen
      • زُحْزِحَ
      • çekilip kurtarılır da
      • عَنِ النَّارِ
      • ateşin elinden
      • وَاُدْخِلَ
      • sokulursa
      • الْجَنَّةَ
      • cennete
      • فَقَدْ
      • işte o
      • فَازَۜ
      • kurtuluşa ermiştir
      • وَمَا
      • değildir
      • الْحَيٰوةُ
      • hayatı
      • الدُّنْيَٓا
      • dünya
      • اِلَّا
      • başka bir şey
      • مَتَاعُ
      • zevkten
      • الْغُرُورِ
      • aldatıcı
      186
      • لَتُبْلَوُنَّ
      • deneneceksiniz
      • ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ
      • mallarınız hususunda
      • وَاَنْفُسِكُمْ
      • ve canlarınız
      • وَلَتَسْمَعُنَّ
      • (sözler) duyacaksınız
      • مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
      • kendilerine verilenlerden
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • مِنْ قَبْلِكُمْ
      • sizden önce
      • وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا
      • ve ortak koşanlardan
      • اَذًى
      • incitici
      • كَث۪يراًۜ
      • çok
      • وَاِنْ
      • ama
      • تَصْبِرُوا
      • sabreder
      • وَتَتَّقُوا
      • korunursanız
      • فَاِنَّ
      • şüphesiz
      • ذٰلِكَ
      • işte bunlar
      • مِنْ عَزْمِ
      • yapmağa değer
      • الْاُمُورِ
      • işlerdendir
      187
      • وَاِذْ
      • hani
      • اَخَذَ
      • almıştı
      • اللّٰهُ
      • Allah
      • م۪يثَاقَ
      • diye söz
      • الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
      • kendilerine verilenlerden
      • الْكِتَابَ
      • Kitap
      • لَتُبَيِّنُنَّهُ
      • onu mutlaka açıklayacaksınız
      • لِلنَّاسِ
      • insanlara
      • وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ
      • gizlemeyeceksiniz
      • فَنَبَذُوهُ
      • fakat onlar (verdikleri sözü) attılar
      • وَرَٓاءَ
      • ardına
      • ظُهُورِهِمْ
      • sırtlarının
      • وَاشْتَرَوْا
      • ve aldılar
      • بِه۪
      • karşılığında
      • ثَمَناً
      • para
      • قَل۪يلاًۜ
      • birkaç
      • فَبِئْسَ
      • ne kötü şey
      • مَا يَشْتَرُونَ
      • satın alıyorlar
      188
      • لَا تَحْسَبَنَّ
      • sanma
      • الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ
      • sevinen
      • بِمَٓا اَتَوْا
      • o ettiklerine
      • وَيُحِبُّونَ
      • sevenlerin
      • اَنْ يُحْمَدُوا
      • övülmeyi
      • بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
      • yapmadıkları şeylerle
      • فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ
      • ve zannetme
      • بِمَفَازَةٍ
      • kurtulacaklarını
      • مِنَ الْعَذَابِۚ
      • azabdan
      • وَلَهُمْ
      • onlar için vardır
      • عَذَابٌ
      • bir azab
      • اَل۪يمٌ
      • acıklı
      189
      • وَلِلّٰهِ
      • Allah`ındır
      • مُلْكُ
      • mülkü
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerin
      • وَالْاَرْضِۜ
      • ve yerin
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
      • herşeye
      • قَد۪يرٌ۟
      • kadirdir
      190
      • اِنَّ
      • elbette
      • ف۪ي خَلْقِ
      • yaratılışında
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerin
      • وَالْاَرْضِ
      • ve yerin
      • وَاخْتِلَافِ
      • gidip gelişinde
      • الَّيْلِ
      • gecenin
      • وَالنَّهَارِ
      • ve gündüzün
      • لَاٰيَاتٍ
      • ibretler vardır
      • لِاُو۬لِي
      • sahipleri için
      • الْاَلْبَابِۚ
      • sağduyu
      191
      • الَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ
      • onlar anarlar
      • اللّٰهَ
      • Allah`ı
      • قِيَاماً
      • ayakta
      • وَقُعُوداً
      • oturarak
      • وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
      • ve yanları üzerine yatarken
      • وَيَتَفَكَّرُونَ
      • düşünürler
      • ف۪ي خَلْقِ
      • yaratılışı üzerinde
      • السَّمٰوَاتِ
      • göklerin
      • وَالْاَرْضِۚ
      • ve yerin
      • رَبَّنَا
      • Rabbimiz (derler)
      • مَا خَلَقْتَ
      • yaratmadın
      • هٰذَا
      • bunu
      • بَاطِلاًۚ
      • boş yere
      • سُبْحَانَكَ
      • sen yücesin
      • فَقِنَا
      • bizi koru
      • عَذَابَ
      • azabından
      • النَّارِ
      • ateş
      192
      • رَبَّنَٓا
      • Rabbimiz
      • اِنَّكَ
      • sen
      • مَنْ
      • birini
      • تُدْخِلِ
      • soktun mu
      • النَّارَ
      • ateşe
      • فَقَدْ
      • muhakkak
      • اَخْزَيْتَهُۜ
      • onu perişan etmişsindir
      • وَمَا
      • yoktur
      • لِلظَّالِم۪ينَ
      • zalimlerin
      • مِنْ اَنْصَارٍ
      • yardımcıları
      193
      • رَبَّنَٓا
      • Rabbimiz
      • اِنَّـنَا
      • şüphesiz biz
      • سَمِعْنَا
      • işittik
      • مُنَادِياً
      • bir davetçi
      • يُنَاد۪ي
      • çağıran
      • لِلْا۪يمَانِ
      • imana
      • اَنْ اٰمِنُوا
      • inanın (diyerek)
      • بِرَبِّكُمْ
      • Rabbinize
      • فَاٰمَنَّاۗ
      • hemen inandık
      • رَبَّنَا
      • Rabbimiz
      • فَاغْفِرْ لَنَا
      • bağışla
      • ذُنُوبَنَا
      • bizim günahlarımızı
      • وَكَفِّرْ عَنَّا
      • ört
      • سَيِّـَٔاتِنَا
      • kötülüklerimizi
      • وَتَوَفَّـنَا
      • canımızı al
      • مَعَ
      • beraber
      • الْاَبْرَارِۚ
      • iyilerle
      194
      • رَبَّنَا
      • Rabbimiz
      • وَاٰتِنَا
      • bize ver
      • مَا وَعَدْتَنَا
      • va`dettiğini
      • عَلٰى رُسُلِكَ
      • elçilerine
      • وَلَا تُخْزِنَا
      • bizi rezil, perişan etme
      • يَوْمَ
      • günü
      • الْقِيٰمَةِۜ
      • kıyamet
      • اِنَّكَ
      • zira sen
      • لَا تُخْلِفُ
      • caymazsın
      • الْم۪يعَادَ
      • verdiğin sözden
      195
      • فَاسْتَجَابَ
      • karşılık verdi
      • لَهُمْ
      • onlara
      • رَبُّهُمْ
      • Rableri
      • اَنّ۪ي
      • Ben
      • لَٓا اُض۪يعُ
      • zayi etmeyeceğim
      • عَمَلَ
      • işini
      • عَامِلٍ
      • hiçbir çalışanın
      • مِنْكُمْ
      • sizden
      • مِنْ ذَكَرٍ
      • erkek
      • اَوْ
      • veya
      • اُنْثٰىۚ
      • kadın
      • بَعْضُكُمْ
      • hepiniz
      • مِنْ بَعْضٍۚ
      • birbirinizdensiniz
      • فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا
      • göç edenler
      • وَاُخْرِجُوا
      • çıkarılanlar
      • مِنْ دِيَارِهِمْ
      • yurtlarından
      • وَاُو۫ذُوا
      • işkence edilenler
      • ف۪ي سَب۪يل۪ي
      • benim yolumda
      • وَقَاتَلُوا
      • vuruşanlar
      • وَقُتِلُوا
      • ve öldürülenler…
      • لَاُكَفِّرَنَّ
      • elbette örteceğim
      • عَنْهُمْ
      • onların
      • سَيِّـَٔاتِهِمْ
      • kötülüklerini
      • وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ
      • ve onları sokacağım
      • جَنَّاتٍ
      • cennetlere
      • تَجْر۪ي
      • akan
      • مِنْ تَحْتِهَا
      • altlarından
      • الْاَنْهَارُۚ
      • ırmaklar
      • ثَوَاباً
      • bir karşılık olarak
      • مِنْ عِنْدِ
      • katından
      • اللّٰهِۜ
      • Allah
      • وَاللّٰهُ
      • Allah
      • عِنْدَهُ
      • katındadır
      • حُسْنُ
      • en güzeli
      • الثَّوَابِ
      • karşılıkların
      196
      • لَا يَغُرَّنَّكَ
      • seni aldatmasın
      • تَقَلُّبُ
      • gezip dolaşması
      • الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
      • inkar edenlerin
      • فِي الْبِلَادِۜ
      • şehirlerde
      197
      • مَتَاعٌ
      • bir geçimdir
      • قَل۪يلٌ
      • azıcık
      • ثُمَّ
      • sonra
      • مَأْوٰيهُمْ
      • gidecekleri yer
      • جَهَنَّمُۜ
      • cehennemdir
      • وَبِئْسَ
      • ne kötü
      • الْمِهَادُ
      • bir yataktır (orası)
      198
      • لٰكِنِ
      • fakat
      • الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
      • korkanlar için
      • رَبَّهُمْ
      • Rablerinden
      • لَهُمْ
      • vardır
      • جَنَّاتٌ
      • cennetler
      • تَجْر۪ي
      • akan
      • مِنْ تَحْتِهَا
      • altlarından
      • الْاَنْهَارُ
      • ırmaklar
      • خَالِد۪ينَ
      • ebedi kalacaklar
      • ف۪يهَا
      • orada
      • نُزُلاً
      • ağırlanacaklardır
      • مِنْ عِنْدِ
      • tarafından
      • اللّٰهِۜ
      • Allah
      • وَمَا
      • bulunan (ödüller) ise
      • عِنْدَ
      • yanında
      • اللّٰهِ
      • Allah
      • خَيْرٌ
      • daha hayırlıdır
      • لِلْاَبْرَارِ
      • iyiler için
      199
      • وَاِنَّ
      • doğrusu
      • مِنْ اَهْلِ
      • ehlinden
      • الْكِتَابِ
      • Kitap
      • لَمَنْ
      • öyleleri var ki
      • يُؤْمِنُ
      • inanırlar
      • بِاللّٰهِ
      • Allah`a
      • وَمَٓا اُنْزِلَ
      • indirilene
      • اِلَيْكُمْ
      • size
      • وَمَٓا اُنْزِلَ
      • ve indirilene
      • اِلَيْهِمْ
      • kendilerine
      • خَاشِع۪ينَ
      • saygılıdırlar
      • لِلّٰهِۙ
      • Allah`a karşı
      • لَا يَشْتَرُونَ
      • satmazlar
      • بِاٰيَاتِ
      • ayetlerini
      • اللّٰهِ
      • Allah`ın
      • ثَمَناً
      • paraya
      • قَل۪يلاًۜ
      • azıcık
      • اُو۬لٰٓئِكَ
      • onların da
      • لَهُمْ
      • vardır
      • اَجْرُهُمْ
      • ödülleri
      • عِنْدَ
      • katında
      • رَبِّهِمْۜ
      • Rableri
      • اِنَّ
      • şüphesiz
      • اللّٰهَ
      • Allah
      • سَر۪يعُ
      • çabuk görendir
      • الْحِسَابِ
      • hesabı
      200
      • يَٓا اَيُّهَا
      • Ey
      • الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
      • inananlar
      • اصْبِرُوا
      • sabredin
      • وَصَابِرُوا
      • sabırda direnin
      • وَرَابِطُوا
      • savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun
      • وَاتَّقُوا
      • ve korkun ki
      • اللّٰهَ
      • Allah`tan
      • لَعَلَّكُمْ
      • umulurki
      • تُفْلِحُونَ
      • başarıya eresiniz

Al-i İmran Suresi 156. ayet

(156) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ اِذَا ضَرَبُوا فِي الْاَرْضِ اَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُواۚ لِيَجْعَلَ اللّٰهُ ذٰلِكَ حَسْرَةً فٖي قُلُوبِهِمْؕ وَاللّٰهُ يُحْـيٖ وَيُمٖيتُؕ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

Ey iman edenler! Sizler, sefere çıkan veya savaşa giren kardeşleri hakkında -Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye- “Onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi” diyen inkârcılar gibi olmayın. Hayat veren de öldüren de Allah’tır; Allah yaptıklarınızı görmektedir.

Bazı bahaneler ileri sürerek savaştan geri dönmüş olan münafıklar, savaşa gitmiş olan mümin akraba, eş ve dostlarının savaşta öldüklerini duydukça üzüntülerinden çığlık atıyor ve “Bizim yanımızda olsalardı ne ölürlerdi ne de öldürülürlerdi” diyerek halkın acılarını tahrik ediyor ve fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Onların bu inançları ve bu sözleri neticede kalplerinde ıstırap ve hasret oluşmasına sebep oluyordu. Çünkü onlar ilâhî takdire inanmıyor, Allah’ın ölüm ve hayat konusundaki kanununa uymuyorlardı. Ölmeyi veya öldürülmeyi zâhirî sebeplere bağladıkları için “Âh keşke onları göndermeseydik!” gibi sözler söylüyorlar, bu da onların üzüntüsünü arttırıyordu. Nitekim âyetin “Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye” meâlindeki bölümü bunu ifade etmektedir. Halbuki olup biteni ilâhî takdire bağlamak insanlara sükûnet kazandırır. Hayatı veren de alan da Allah’tır. Allah dileseydi onlar şehit olmazlardı. Ancak Allah bu savaş ve bu yenilgiyle müslümanları eğitmek, imtihan etmek ve onları ilerideki daha büyük savaşlara hazırlamak için başlarına bu yenilgiyi getirdi. Nitekim Uhud Savaşı’ndan ders alan sahâbe bundan sonra girdiği bütün savaşlardan galip çıkmıştır. Fakat münafıkların düzgün bir Allah ve kader inançları bulunmadığı için seferi veya savaşı ölüm sebebi olarak değerlendirmişlerdir. İşte bu sebeple yüce Allah müminleri uyararak kâfirler ve münafıklar gibi yanlış inançlara sapmamalarını ve yanlış düşüncelere kapılmamalarını emretmektedir. Çünkü bu tür inanç ve düşünceler savaştan yılgınlığa, sonunda düşman istilâsına uğramaya ve mandaya boyun eğmeye sebep olur. Bir görüşe göre de onların bu tür inanç ve davranışları âhirette hasret acısına sebep olacaktır.

Al-i İmran Suresi 157. ayet

(157) وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ اَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّٰهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz biliniz ki Allah’tan gelecek bir bağışlama ve bir rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.

Allah yolunda savaşırken öldürülen yani şehit edilen veya kendiliğinden ölen kimseler için Allah’ın lutfedeceği bağışlama ve rahmet şüphe yok ki hayatta kalanların zevklerini tatmin etmek için biriktirecekleri mal, para ve elde edecekleri makamdan çok daha iyidir. Yüce Allah bunu yemin ederek haber vermektedir. Çünkü böyle bir ölüm, müminin günahlarının silinmesine ve makamının yükselmesine vesile olur.

Al-i İmran Suresi 158. ayet

(158) وَلَئِنْ مُتُّمْ اَوْ قُتِلْتُمْ لَاِلَى اللّٰهِ تُحْشَرُونَ

Andolsun ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah’ın huzurunda mutlaka toplanacaksınız.

İnsanlar ister rahat yataklarında ölsünler, isterse Allah yolunda savaşırken şehit olsunlar veya başka herhangi bir şekilde ölsünler, toplanacakları yer Allah’ın huzurudur. Ondan başka dönecekleri yer yoktur. Herkes dünyada yaptığının karşılığını orada alacaktır.

Al-i İmran Suresi 159. ayet

(159) فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَࣕ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ

Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.

Kaba ve katı kalpli bir kimse –başka bazı erdemlere sahip olsa da– muhataplarında nefret uyandırır; insanlar böyle bir kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar. İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan (Enbiyâ 21/107) ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu bildirilen (Kalem 68/4) bir Peygamber’in bu kötü vasıfları taşıması düşünülemez. İbn Atıyye’nin kaydettiğine göre semavî kitaplarda Hz. Peygamber’in özellikleri anlatılırken bu kötü sıfatları taşımadığı da vurgulanmıştır (I, 533). Burada görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerîm de aynı vurguyu yapmakta ve Hz. Peygamber’in uygulamalarının bunun kanıtı olduğunu ifade buyurmaktadır. Şüphesiz bu âyet Hz. Peygamber’in büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını, aksine şefkat ve merhametle dolu olduğunu gösterir. O, Allah’ın kendisine lutfettiği bu özellikleri sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı’nda emrine muhalefet ederek İslâm ordusunun yenilmesine sebep olanlara ve müslümanları imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara merhametle muamele etmiştir. Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert bir şekilde cezalandırsaydı, çevresindekiler dağılıp giderlerdi.

İslâm’ın eğitim metotlarından biri de affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu sebeple Allah 152. âyette müminlerin Uhud Savaşı’ndaki hatalarını affettiğini ilân etmiş, burada da Hz. Peygamber’e onları affetmesini, Allah tarafından bağışlanmaları için dua etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber’in sahâbeye karşı yumuşak ve merhametli davranması sahâbe üzerinde büyük bir etki göstermiştir. Nitekim Uhud Savaşı’ndaki hataları affedilen sahâbîler bir daha böyle bir hata yapmamaya gayret göstermiş ve girdiği bütün savaşlarda Hz. Peygamber’in ve kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Hz. Peygamber’in müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde birçok kimsenin müslüman olduğu da rivayet edilmiştir (İbn Âşûr, IV, 145). Yüce Allah ayrıca Hz. Peygamber’den bir konuda karar vermeden önce onu arkadaşlarına danışmasını, onlarla tartışmasını ve istişare sonunda kararını verince artık Allah’a güvenerek uygulamaya geçmesini emretmektedir.

Âyette “danış” anlamında zikredilen “şâvir” kelimesi, müşavere masdarından türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere “arı kovanından bal almak, danışıp görüş almak, işaret almak” gibi mânalara gelir; aynı kökten olan şûra ile eş anlamlıdır. Terim olarak müşâvere “herhangi bir iş hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda görüş bildirebilecek kimselerin görüşlerine başvurmak, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak” demektir. Şûrâ ise “yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken istişarede bulunmasını ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûrâ “toplanıp görüş alış-verişinde bulunan cemaat” anlamına gelir.

Burada “iş hakkında onlara danış” şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygamber’in şahsında bütün ümmete ve özellikle yöneticilere danışarak iş yapmaları emredilmiştir. Başka bir âyette de “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) buyurularak istişare ile hareket etmek müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış, böylece müslüman toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması gerektiği belirtilmiştir.

Yüce Allah Hz. Peygamber’i İslâm’ı yaşamak üzere örnek bir insan olarak gönderdiği gibi arkadaşlarının da sonraki nesilleri yetiştirebilecek seviyede örnek bir toplum haline gelmelerini istemiş, bu sebeple Hz. Peygamber’e onları en güzel bir şekilde yetiştirmesini emretmiştir. Bu cümleden olarak onların şahsiyetlerine değer vermesini, yönetimde onlarla istişare etmesini, onlara görev verip sorumluluk duygularının gelişmesi için çaba göstermesini, hatalarını bağışlamasını, günahlarının affı için dua etmesini emretmiştir. Böylece müslümanların hem Hz. Peygamber’e hem de birbirlerine karşı sevgi ve saygıları daha da artarak birlik ve beraberlikleri sağlanmış, münafıkların istismar edebilecekleri kapılar kapatılmıştır.

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn şahsî hayatlarında olduğu gibi, toplum ve devlet yönetimiyle ilgili meselelerde de şûraya büyük önem vermişler, daima etraflarındaki müslümanların görüşlerini alarak hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber vahiy dışındaki meselelerde özellikle savaş konularında sahâbe ile istişare eder, tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun pek çok örneği vardır. Bedir Savaşı’nda ordu için seçilecek karargâh konusunda arkadaşlarıyla yaptığı istişarede sahâbeden birinin teklifini kabul etmiş ve karargâhı onun işaret ettiği yere kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği kararı da arkadaşlarıyla yaptığı istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı’nda da sahâbe ile yaptığı istişare neticesinde kendi görüşüne aykırı olan çoğunluğun görüşünü kabul ederek düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar vermiştir. Hendek Savaşı’nda düşman ordusundaki bazı kabileleri savaştan vazgeçirmek için Medine hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara vermeyi düşünmüş, konuyu Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, “Bu çözüm vahiyle bildirilmişse tabii ki itiraz etmeyiz. Fakat vahiy değilse müşriklik dönemimizde bile haraç vermediğimiz insanlara şimdi Allah bizi İslâm’la şereflendirdikten sonra haraç vermek istemeyiz” diyerek itiraz edince Hz. Peygamber kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 404).

Sahâbe de istişareye ve halkın fikrine büyük önem vermiştir. Onların bu tutumları sayesinde dönemlerinde müslümanların şahsen veya grup halinde karşı görüşlerini belirtebildikleri veya itiraz edebildikleri, bunun da yönetime olumlu katkılar sağladığı görülmektedir. Hatta Hz. Ömer’in, savaşta esir edilen ve İslâmiyet’i kabul eden Hürmüzân ile dahi istişare ettiği rivayet edilmiştir (Ateş, VIII, 205). Ancak Emevîler’in yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte müslüman toplumlarda giderek totaliter bir yönetim tarzının hâkim olması, şûra ve istişarenin çok sınırlı bir çerçevede kalmasını sonuçlandırmıştır.

Başta yukarıda anılan âyetler olmak üzere Kur’an’ın konuya ilişkin açıklamaları, Resûlullah ve sahâbenin uygulamaları ışığında şûranın İslâm’ın öngördüğü sosyal düzenin ana ilkelerinden olduğu sonucuna ulaşılmakla beraber, bunun kapsamı, şekli ve bağlayıcılığı konularında İslâm bilginlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Dinî literatürde ve özellikle kamu hukuku alanında yazılan eserlerde şûranın önemli bir anayasal kurum olarak ele alınması, müslüman toplumlarda mevcut fiilî duruma getirilen bir eleştiri veya hukukun üstünlüğünün sağlanması, iktidarın yetkilerinin sınırlandırılması, yönetimin temel ilke ve kurallarından ayrılmaması yönünde gösterilen gayretler olarak görülebilir. Bu çerçevede, –müşavere emrinin bağlayıcı olup olmadığı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşlerde bulunsa da– devlet başkanının etrafında ehlü’l-hal ve’l-akd veya ehlü’ş-şûrâ adıyla anılan adalet, bilgi, aklı selim ve basiret sahibi kimselerin bulunması, devlet başkanının ve diğer yöneticilerin bunlarla istişare etmesi ilke olarak benimsenip gerekli görülmüş, ancak bu konuda ayrıntıya gidilmeyerek müslüman toplumların ve yönetimlerin kendi dönem ve şartlarına uygun bir prosedür geliştirmesine imkân tanınmıştır.

Şûrada üyelerin görevi, kendi arzu ve isteklerini ifade etmek değil naklî ve aklî deliller ışığında doğru çözümü ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu çabada insan iradesi ve beşerî tercih unsuru ortadan kaldırılmış olmamakla beraber, ilmin iradeye tâbi olmasıyla, iradenin ilme tâbi olması arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bir başka anlatımla şayet şûra ilmi ve delilleri öne çıkaran bir anlayış içinde cereyan etmezse, artık müşavereden değil çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesinden söz edilebilir.

Şûranın mahiyeti, şûra heyetinin oluşum şekli, şûrada ulaşılan kanaatin bağlayıcılığı, şûra heyetinin görüşü ile başkanının görüşü arasında farklılık bulunduğunda izlenecek metot gibi konularda literatürde değişik açıklamalar bulunmaktadır. Bunlar İslâm bilginlerinin naslar ve sahâbe tatbikatı ışığında kendi kültür, bilgi ve deneyimlerinin ürünü olarak ortaya koydukları ictihadî sonuçlardır. Bu konuda geliştirilen doktriner görüş ve öneriler temelde, müslüman toplumlarda yönetimin Kur’an ve Sünnet’te vazedilen genel hukuk ilkelerine bağlı, kamuoyu desteğine sahip adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim olmasını amaçlayan samimi ve etkili çabalar olarak değerlendirilmelidir (şûra hakkında bilgi için bk. Elmalılı, II, 1213-1216; Ya‘kūb Muhammed el-Mîlcî, Mebdeü’ş-şûrâ fî’l-İslâm; Ali Bardakoğlu, “Şûrâ”, İFAV Ans., IV, 213-214).

Sözlükte “dayanmak, güvenmek, itimat etmek ve işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak “bir taraftan meşrû hedefe ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak” demektir. Tevekkül eden kişiye mütevekkil denir. Kur’an-ı Kerîm’de kırk âyette tevekkül ve aynı kökten fiil ve isimler geçmektedir. Bu âyetlerde Allah’a sığınmak, O’na güvenip dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun İslâm akîdesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu sonucu olduğu vurgulanmaktadır (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/122; Mâide 5/11, 23; Tevbe 9/51; Yûnus 10/84). Ancak bu iman ve teslimiyet, olaylar karşısında kişinin kendisini ve alması gereken tedbiri ihmal etmesi anlamına gelmez. Nitekim Râzî bu konuda şöyle der: “Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşâvere emri ile tevekkül emri birbiri ile çelişirdi (biri diğerine engel olurdu). Tevekkül, ‘insanın zâhirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah’ın korumasına dayanması’ demektir” (IX, 68). Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah’a samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. Bu konuda Elmalılı da şöyle der: Fakat şunu unutmamak lâzım gelir ki tevekkül, görevin yerine getirilmesini Allah’a havale etmek anlamına gelmez. Asıl tevekkül gereğini yaptıktan sonra işi Allah’a bırakmaktır. Birçokları bu hususta gaflete düşerek tevekkülü, “vazifeyi terketmek” sanırlar, yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havale edip emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad gibi görevleri yüce Allah ona emredip yaptırmayacakmış da kulun emir ve havalesiyle onun yerine bizzat kendisi yapıverecekmiş gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar ve İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya, “Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” (Mâide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve itimat değil, O’nun emrine itimatsızlıktır, küfürdür (IV, 2567).

Görüldüğü gibi tevekkül yoksulluk, uyuşukluk ve durgunluğun mazereti değil bir irade ve iman gücüdür. Nitekim şu meâldeki âyetler bunu açık biçimde belirtmektedir: “Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O’ndan başka tanrı yoktur, ben yalnız O’na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir” (Tevbe 9/129), “Birtakım insanlar onlara, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun’ dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ diye cevap verdiler” (Âl-i İmrân 3/173).

Bu konudaki âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarıyla İslâm’ın bu iki temel kaynağını en iyi anlayıp uygulayan sahâbîlerin hayatları bir bütün olarak değerlendirilecek olursa, tevekkülün “hareket ve faaliyeti bırakmak, tedbiri ihmal etmek” şeklinde yorumlanmasının İslâm diniyle ilgisi bulunmadığı kolayca anlaşılır. Nitekim bir âyette “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder” (Necm 53/39) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de kuşların bile sabahın erken saatlerinde yuvalarından ayrılarak akşamın karanlığına kadar Allah’ın kendileri için yarattığı rızıklarını aradıklarını hatırlatarak (Müsned, I, 52) Allah’a gerçek anlamda tevekkül etmenin “esbaba tevessül”ü (sebeplere sarılmayı) gerektirdiğini anlatmak istemiştir. Devesini bağladıktan sonra mı yoksa onu salarak mı tevekkül etmiş olacağını soran bedevîye hitaben de “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” (Tirmizî, “Kıyamet”, 60) buyurarak İslâm’ın tevekkül anlayışını somut örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç olarak değerlendiren ashâb-ı kirâm ise bu anlayış sayesinde daha İslâm’ın ilk yüzyılı bitmeden İslâm dinini bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi ve kıtaları fethetmeyi başarabilmişlerdir.

Tevekkül halinin önemli bir faydası da gerekeni yaptıktan sonra kişinin kararlı, güvenli, huzurlu olmasını sağlamasıdır; çünkü tevekkülün kavram çerçevesi içinde Allah’ın âdet ve kanunlarına güvenmek de vardır (bilgi için bk. Ahmet Saim Kılavuz-Mustafa Çağrıcı, “Tevekkül”, İFAV Ans., IV, 355-356).

Al-i İmran Suresi 160. ayet

(160) اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذٖي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهٖؕ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.

150. âyette buyurulduğu üzere müminlerin yardımcısı yüce Allah’tır ve O, en iyi yardımcıdır. O, dostlarını ve sevdiği kullarını korur, gözetir ve onlara yardım eder. Nitekim Bedir Savaşı’nda melekleriyle müminlere yardım etmiş ve onları düşmanlarına galip getirmişti. Uhud Savaşı’nda da müminler tamamen imha edilmekten Allah’ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah’ın dostluğunu ve yardımını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. O’nun yardımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur; yardımsız bıraktıkları ise iflâh olmazlar. Bu sebeple müminler sadece O’na dayanmalı, O’na tevekkül etmeli ve O’ndan yardım istemelidirler. Allah’ın bir kimseye veya bir millete yardım etmesi veya onları yardımsız bırakması şüphesiz ki sebeplere ve hikmetlere dayanmaktadır. Bu sebeple müminler Allah’ın yardımına erişebilmek için O’nun rızâsına uygun hareket etmeli ve gazabına sebep olacak davranışlardan da sakınmalıdır. Ancak böyle yaptıkları takdirde yüce Allah’ın yardımına lâyık olurlar. Nitekim “Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır” (Muhammed 47/7) meâlindeki âyette buna işaret buyurulmuştur. Burada Allah’a yardımdan maksat O’nun emir ve yasaklarına, evrende yarattığı ilâhî kanunlara uygun davranarak sebeplere sarılmaktır. Aksi takdirde Uhud Savaşı’nda olduğu gibi başarısızlık kaçınılmaz olur.

Al-i İmran Suresi 161. ayet

(161) وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَغُلَّؕ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez. Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyamet günü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir; sonra herkese kazanmış olduğunun karşılığı, kimse haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir.

Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber’in stratejik bir noktaya yerleştirdiği okçuların bir kısmı, başlangıçta İslâm ordusunun müşrik saldırılarını püskürttüğünü görünce zaferin kazanıldığını ve herkesin aldığı ganimetin kendisinin olacağını zannederek nöbet yerini terkettiler. Onların bu şekilde görev yerlerini bırakmaları savaşın müslümanların aleyhine dönmesine sebep oldu. Hz. Peygamber “Bizim ganimetleri taksim etmeyip gizleyeceğimizi mi sandınız?” buyurarak bu konuda onların zihninde uyanan bu şüphelere îmada bulunarak böyle bir davranışın kendisine asla yakışmayacağına işaret buyurmuştu. Bu âyetin de bu tür kuşkulara cevap olmak üzere indiği rivayet edilmiştir. Başka bir rivayete göre ise âyet Bedir Savaşı’nda elde edilen ganimetlerin taksimi sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların “Herhalde Muhammed almıştır” demeleri üzerine inmiştir (İbn Atıyye, I, 534; Reşîd Rızâ, IV, 215).

“Ganimet mallarından bir şeyi gizlice alıp zimmetine geçirmek” anlamına gelen gulûl kelimesi genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Âyet peygamberlik göreviyle kamu malına hıyanetin bağdaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir yolsuzluğun hiçbir peygambere yakışmayacağını, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de bundan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. O, insanların en doğrusu, ahlâken en üstün olanı ve Allah’tan en çok korkanıdır. Böyle bir kimsenin ganimet malını zimmetine geçirmek gibi bir haramı işlemesi veya kamu malında yolsuzluk yapması düşünülemez. Zaten tarih ve siyer kaynakları da onun dünya malına değer vermediğine şahitlik etmektedir.

Hz. Peygamber başka yönlerden insanlara örnek olduğu gibi (bk. Ahzâb 33/21) yönetici olarak da en mükemmel örnektir. O, başta dürüstlük olmak üzere yöneticilerde bulunması gereken özellikleri taşımaktaydı. Devlet ve milletin emanetlerinin korunması hususunda son derece titizlik göstermiş, yöneticilerin zaruri ihtiyaçları dışında devlet malından bir şey almamalarını ve onu titizlikle korumalarını istemiştir (Müsned, IV, 229). Nitekim bazı hadislerde devlet işlerinin aksamaması ve başarılı bir şekilde yürütülmesi için görevlinin zaruri ihtiyaçlarının devlet bütçesinden karşılanması gerektiği ifade edildikten sonra zaruri ihtiyaç olmadığı halde devlet bütçesinden haksız bir şekilde faydalanmak hıyanet sayılmış, hatta yöneticilerin hediye kabul etmeleri dahi yolsuzluk olarak nitelendirilmiştir (Müsned, V, 424). Hz. Peygamber birçok hadisinde kamu malından bir şeyi zimmetine geçiren kimsenin kıyamet gününde o malı sırtlanmış olarak Allah’ın huzuruna geleceğini, bütün mahşer halkının bu manzarayı göreceğini, daha hesaba çekilmeden ve cezası verilmeden önce halkın huzurunda rezil olacağını haber vermiş, bu konuda devlet görevlilerini sürekli olarak uyarmıştır (bilgi için bk. İbn Mâce, “Cihâd”, 34; Taberî, IV, 158-161). “Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir” meâlindeki cümle de, kamu malını zimmetine geçirmenin cezasız kalmayacağını ifade etmektedir.

Gulûlün dünyevî hükümleriyle ilgili ayrıntılarda fıkıh âlimleri arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, gulûl yapan kimsenin müm­künse aldığı bütün malları ganimet dağıtılmadan önce iade etmesi gerektiği noktasında birleşmişlerdir. Ceza konusunda hâkim kanaat ise –hırsızlık suçunun unsurları gerçekleşmiş olsa da– bazı ceza ilkeleri dolayısıyla, bu suç için öngörülen had cezası değil tâzir cezası verilmesi gerektiği yönündedir (bilgi için bk. Ferhat Koca, “Gulûl”, DİA, XIV, 190-192).

Al-i İmran Suresi 162-163. ayetler

(162) اَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللّٰهِ كَمَنْ بَٓاءَ بِسَخَطٍ مِنَ اللّٰهِ وَمَأْوٰيهُ جَهَنَّمُؕ وَبِئْسَ الْمَصٖيرُ 

(163) هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَࣖ

﴾162﴿

 Allah’ın rızası peşinde olan, Allah’ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç! Bunun varacağı yer cehennemdir; o ne kötü bir varış yeridir!


﴾163﴿

 Onlar (Allah’ın rızasını arayanlar) Allah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.

“Allah’ın rızâsını elde eden Allah’ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç” sorusu bir önceki âyette geçen, “Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir” meâlindeki cümlenin açıklaması mahiyetindedir. Yani “Allah’ın emir ve yasaklarına uyan, doğruluğu ve dürüstlüğü sayesinde Allah’ın rızâsını kazanmış olanla emir ve yasak dinlemeyen, devlet ve millet malını zimmetine geçirdiği için Allah’ın gazabına uğrayan kimse hiç eşit olur mu?” denilmektedir. Elbette Allah’ın rızâsını kazanan cennette her türlü güzel nimetlere kavuşurken, diğeri cehenneme gönderilecektir. 162. âyetin son cümlesi buranın ne kadar kötü bir yer olduğunu vurgulamaktadır. 163. âyet de bu iki grubun Allah katındaki derecelerinin farklı olduğunu, âhirette farklı muamele göreceklerini ifade buyurmaktadır. Bu farkın dünya hayatında beşerî ilişkilere, istihdamda ehliyet ve önceliğe yansıması da tabiidir. Bununla birlikte âyette söz konusu edilen derece farklılığının Allah’ın rızâsını kazananlarla ilgili olma ihtimali de vardır. Bu takdirde Allah’ın rızâsını kazananların da eşit olmadıklarına, onların da Allah katındaki derecelerinin amellerine göre değişeceğine işaret edilmiş demektir.

Al-i İmran Suresi 164. ayet

(164) لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اِذْ بَعَثَ فٖيهِمْ رَسُولاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.

Yüce Allah’ın insanlık tarihi boyunca onların içinden peygamber seçip göndermesi, insanlara lutfetmiş olduğu en büyük nimetlerinden biridir. Çünkü peygamberler insanlığa daima yol gösterici olmuşlar, onların maddî ve daha ziyade mânevî alanlarda kalkınmalarını ve ilerlemelerini sağlamışlardır. Her peygamber insanlığa yeni ufuklar açmış, yenilikler getirmiş ve kendisine inananların insanca yaşamaları için onlara doğru yolu göstermiştir. Bunların sonuncusu, bütün insanlık için bir müjdeci, bir uyarıcı ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed’dir (bk. Enbiyâ 21/107; Ahzâb 33/40; Sebe’ 34/28). Onu peygamber (resul) olarak göndermesi, yüce Allah’ın tarihî olarak ilk müslümanlara, evrensel olarak da bütün insanlara verdiği nimetlerin en büyüğüdür (resul hakkında bilgi için bk. Bakara 2/61; özellikle bk. A‘râf 7/157).

İslâm’dan önce Araplar “Câhiliye dönemi” denilen karanlık bir dönem yaşadılar. Bu dönemde insanlar maddî bakımdan geri kaldıkları gibi bilgi ve ahlâk bakımından da geri idiler; Câhiliye geleneklerine uyarak Allah’a ortak koşuyor, putlara tapıyorlar, birbirlerini öldürüyorlardı. Ümmî idiler (Cum‘a 62/2) yani okuma yazma bilmiyorlardı. Âyetin “Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı” meâlindeki son bölümü onların İslâm’dan önceki durumlarını tasvir etmektedir. Onları bu gerilikten kurtaran hiç şüphesiz Hz. Peygamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan kitabı yani Kur’an’ı, diğer yandan da “hikmet”i yani dinî konularla ilgili en doğru bilgileri ve genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış biçimlerini öğretti (hikmet için bk. Bakara 2/269). Allah’ın gerek kendisine vahyettiği gerekse evrende yerleştirdiği âyetlerini okuyup açıklayarak insanları bilmedikleri konularda aydınlattı ve aydınlanmanın yollarını açtı. Böylece müslümanları, bilgi ve erdemlerle donatarak onların başarıdan başarıya koşmalarını sağladı; müslümanlar Peygamber’in açtığı bu aydınlık yolda ilerleyerek sonraki yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve bunların uygulamaya geçirilmesinde insanlığa örnek ve önder olacak bir konuma yükseldiler. Kısaca Hz. Peygamber, getirdiği kitap ve hikmet sayesinde geri kalmış bir toplumu eğiterek kısa bir sürede lider ve örnek durumuna getirdi. Müslümanların bugünkü geri kalmışlıkları hiç şüphesiz kitap ve hikmeti ihmalleri yüzündendir.

Al-i İmran Suresi 165. ayet

(165) اَوَلَمَّٓا اَصَابَتْكُمْ مُصٖيبَةٌ قَدْ اَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَاۙ قُلْتُمْ اَنّٰى هٰذَاؕ قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ

  Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince “Bu nereden başımıza geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Doğrusu Allah her şeye kadirdir.

Müslümanlar Uhud’da Hz. Peygamber’in önderliğinde ve Allah yolunda savaştıkları için galibiyete kesin gözüyle bakıyorlardı. Hz. Peygamber de onlara, sabrettikleri ve yanlış davranışlardan sakındıkları takdirde, Allah’ın yardım vaadini bildirmişti. Fakat durum beklediklerinin tersine oldu. İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için Mekke’den gelmiş olan müşrikler karşısında içlerine sindiremeyecekleri ağır bir yenilgiye uğradılar ve “Bu nereden başımıza geldi?” diyerek yenilginin sebebini sormaya başladılar. Âyetin “De ki: O, kendinizdendir” meâlindeki bölümü bu soruya cevap vermektedir. Bununla âdeta şöyle denmiş oluyordu: Yenilginin sebebi sizsiniz. Bu felâket Allah’ın sabır ve takvâ tavsiyelerine aykırı hareket etmenizden, okçularınızın Hz. Peygamber’in ve kumandanlarının emirlerini dinlemeyip nöbet yerini terkederek ganimet toplamaya koşmalarından dolayı başınıza gelmiştir. İşte felâketin asıl sebebi budur. Yoksa bazılarının zannettiği gibi Allah vaadinden dönmüş değildir, O vaadini yerine getirmiş ve düşmana karşı size yardım etmiştir. Nitekim savaşın başında düşmanı bozguna uğratmıştınız. Ama sabırsızlık gösterdiniz ve başınıza felâketin gelmesine sebep oldunuz. Bununla birlikte Allah zafere ulaştırmaya da yenilgiye uğratmaya da kadirdir. Dileseydi bu şartlarda bile size zafer nasip ederdi. Ancak bu onun tabii kanunlarına aykırı olurdu. Ayrıca müminlerin de bir daha böyle bir hataya düşmemeleri için ders almaları gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.

Âyette aynı zamanda, bu savaşla öncekinin sonuçları hatırlatılarak müminler olaylara tek açıdan bakmayıp karşılaştırmalı düşünmeye ve sağlıklı bir muhakeme yapmaya çağırılmaktadır. Şöyle ki: Müslümanlar Bedir Savaşı’nda sayıca müşriklerden çok az oldukları halde onlara büyük kayıplar verdirmişlerdi; Uhud Savaşı’nda da kendilerinden kat kat fazla bir orduyla karşılaşmışlar, ama bu güç dengesi içinde düşünüldüğünde onlarınkinden çok daha az sayılabilecek kayıp verince “Bu nereden başımıza geldi?” demeye başlamışlardı. Âyetin “düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp” anlamına gelen ifadesi genellikle şöyle açıklanmıştır: Müslümanlar Uhud Savaşı’nda yetmiş dolayında şehit vermişlerdi (Buhârî, “Megāzî”, 26). Bedir Savaşı’nda ise müşriklerden yetmiş kişiyi öldürmüşler, bir o kadar da esir almışlardı Buhârî, “Megāzî”, 10); yani Uhud’da kendilerinin verdikleri zayiatın iki katını Bedir’de düşmanlarına verdirmişlerdi.

Al-i İmran Suresi 166-167. ayetler

(166) وَمَٓا اَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِاِذْنِ اللّٰهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنٖينَۙ 

(167) وَلِيَعْلَمَ الَّذٖينَ نَافَقُواۚ وَقٖيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ اَوِ ادْفَعُواؕ قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالاً لَاتَّبَعْنَاكُمْؕ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ اَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْاٖيمَانِۚ يَقُولُونَ بِاَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ فٖي قُلُوبِهِمْؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَۚ

﴾166﴿

 İki ordunun karşılaştığı günde başınıza gelenler, Allah’ın izniyle oldu ve bu, müminleri belli etmek içindi.


﴾167﴿

 Bir de münafıkları ortaya çıkarması için... Onlara, “Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada bulunun” denildi. Onlar, “Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız” dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Gizlediklerini Allah onlardan daha iyi bilir.

İki ordunun karşılaştığı gün müminlerin başına gelenler kendi kusurlu davranışları sebebiyle olmakla birlikte yine de Allah’ın izniyle gerçekleşmiştir. Kul bir işi yapmak isteyince Allah ona izin ve güç verir. Burada niyet ve istek kula ait olduğu için sorumluluk da ona aittir. Allah müşriklere izin vermeseydi elbette müminlere galip gelemezlerdi. Ama Allah sebep sonuç ilişkisine bağladığı kanunları gereği –rızâsı olmasa bile– müşriklere bu izni vermiştir. Çünkü O’nun kanununa göre savaşta tedbirli olanlar, sabır ve sebatla gayret gösterenler ve Allah’ın bu husustaki yasalarına uyanlar başarılı olurlar. Bununla birlikte müminlerin yenilmesinde başka hikmetler de bulunabilir. Yüce Allah’ın, savaşta sabır ve sebat gösteren müminlerle ikiyüzlü davranan münafıkları birbirinden ayırt etmesi ve insanların bunları tanımasını sağlaması bu hikmetlerdendir.

Abdullah b. Übey b. Selûl’ün başını çektiği 300 kişilik bir grup münafık savaş alanına varmadan yoldan geri dönerken müslümanlar onları ikna edip kendileriyle birlikte kalarak Allah yolunda cihad etmelerini ve müşterek vatanlarını düşmana karşı savunmalarını istemişler; münafıklar ise “Bugün bir savaş olacağını sanmıyoruz. Bu sebeple geri dönüyoruz. Eğer savaş olacağını tahmin etsek elbette sizinle birlikte geliriz” diyerek savaşa katılmamalarına bahane göstermişlerdir. Oysa savaş olacağını çok iyi biliyorlardı. Çünkü müşriklerin Bedir Savaşı’nın intikamını almak için her türlü savaş hazırlığını yapıp Medine’ye kadar geldiklerini görüyorlardı. Öte yandan meydan savaşı isteyen müslümanlar bu isteklerinden vazgeçtiklerini bildirdiklerinde Hz. Peygamber’in, “Bir peygamber zırhını giydikten sonra artık savaşmadan onu çıkarmaz!” (Müsned, III, 351; Buhârî, “İ‘tisâm”, 28) buyurduğunu da biliyorlardı. Ancak 167. âyette de buyurulduğu gibi onlar samimi olarak iman etmedikleri için böyle davranıyorlardı. Oysa Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da herkesten iyi bilmektedir.

167. âyetteki “Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız” şeklinde tercüme edilmiş olan ve buna göre yorumlanan bölümü bazı müfessirler, “Eğer savaşmasını bilseydik elbette size katılırdık (ama biz savaşmasını bilmeyiz)” şeklinde de yorumlamışlardır (Elmalılı, II, 1228).

Al-i İmran Suresi 168. ayet

(168) قَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ اَطَاعُونَا مَا قُتِلُواؕ قُلْ فَادْرَؤُ۫ا عَنْ اَنْفُسِكُمُ الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ 

Onlar, oturup kardeşleri hakkında, “Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi” diyenlerdir. De ki: “Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın!”

İslâm ordusundan ayrılan münafıklar, ordudan ayrılmayıp savaşa katılan ve şehit olan akrabaları hakkında, “Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi” diyerek ordudan ayrılmadaki asıl maksatlarının ne olduğunu ortaya koymuşlardır. Oysa daha önce, “Savaş olacağını bilsek size katılırız, (savaş olacağını sanmıyoruz)” diyorlardı. Esasen onlar bu sözleriyle müslüman askerleri savaştan kaçmaya teşvik ettiklerini, teşvikleri etkili olmadığı için gücendiklerini, bundan dolayı da savaşta şehit olanları küçümsediklerini, onların öldürülmelerine sevindiklerini ve bütün bunlardan öte Allah’ın takdir ettiği eceli inkâr ettiklerini itiraf etmişlerdir (Elmalılı, II, 1228). Yüce Allah onlara cevaben buyuruyor ki: “Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın!” Şüphe yok ki ölümü savmak hiçbir kimse için mümkün değildir, zira “Herkes ölümü tadacaktır” (Âl-i İmrân 3/185; Ankebût 29/57). Önceki âyetlerin tefsirinde de açıklandığı gibi insanların hayat süresi (eceli) yüce Allah tarafından belirlenmiştir. Bu süre kesinlikle değişmez. Öyle ise vatana saldırmış olan düşmana karşı savaşarak şerefle ölmek, savaştan kaçarak alçakça ölmekten daha iyi değil midir? Zillet içinde yaşamaktansa şerefle şehit olmak daha üstün değil midir?

Al-i İmran Suresi 169-170-171. ayetler

(169) وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذٖينَ قُتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ اَمْوَاتاًؕ بَلْ اَحْيَٓاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَۙ 

(170) فَرِحٖينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهٖۙ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذٖينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْۙ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۘ 

(171) يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يُضٖيعُ اَجْرَ الْمُؤْمِنٖينَۚۛࣖ 

﴾169-170﴿

 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.


﴾171﴿

 Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesi ile de sevinç içerisindedirler.

Allah yolunda şehit olanların “ölü” olduklarını düşünmek doğru değildir. Çünkü ölü, hayatı sona eren, duyuları yok olan, bu nedenle hiçbir şeyi algılayamayan kimse demektir; oysa Allah yolunda öldürülenler böyle değillerdir; onlar görünürde ölmüş olsalar bile Allah’ın kendilerine bahşettiği özel bir hayatla diridirler. Onların hissetme, lezzet ve zevk alma kabiliyetleri vardır; Allah katında onlara bol nimetler, geniş rızıklar sunulmakta ve mutlu bir hayat yaşamaktadırlar; fakat dünyadaki insanlar bunu farkedemezler. Çünkü şehitlerin hayatları mahiyet ve boyut bakımından dünyadakilerden farklıdır (İbn Âşûr, IV, 366).

Genellikle müfessirler bu tür âyetleri ruhun ölümsüzlüğü inancıyla açıklamışlardır. Onlara göre ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibarettir. Ölen ruh değil bedendir. Ölümden sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel makamlarını görerek onunla mutlu olurlar; kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek bundan elem duyarlar. Şehitler ise sadece yüksek makamlarını görmekle kalmaz, Allah nezdinde dünyalılara verilenden daha güzel ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar (bilgi için bk. Bakara 2/154).

170. âyete göre şehitler Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetler sebebiyle sevinip mutlu oldukları gibi, şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitlerin İslâm uğrundaki cihadlarının Allah katında zayi olmadığı, onlar için herhangi bir korku ve tasanın bulunmadığı müjdesini alarak buna da sevinirler. “Henüz kendilerine katılmamış olanlar” ifadesini, “Sadece mücahidler değil bütün müminlerdir” diye yorumlayanlar da vardır. Buna göre şehitler, arkalarından kendilerine katılmamış, yani şehit olmamış bütün müminler için herhangi bir korku ve tasa olmadığına dair aldıkları müjde ile sevinirler ve mutlu olurlar. İbn Âşûr bu âyete dayanarak Allah yolunda öldürülen şehitlerin ruhlarının dünyadaki sevdiklerinin sevinç veren hallerinden haberdar olduklarını söylemektedir. Bu haberdar olma bazan sadece sevindirici durumlara mahsus olur, şehit bununla mutlu olur; bazan da genel olarak bütün durumlardan haberdar olur, zira bilgi sahibi olmakla ruhlar mutluluğa erişir (IV, 166). Elmalılı’nın yorumuna göre ise yüce Allah şehitlere dünyadakilerin üzücü hallerini ya bildirmeyecek veya bildirdiği takdirde onlara lutuf ve kereminden vereceği güzel nimetler sayesinde onları bu üzüntüden koruyacaktır (II, 1231).

171. âyet hem bir önceki âyeti pekiştirmekte hem de şehitlerin sadece arkada bıraktıkları müminler için korku ve tasa olmadığını öğrenmeleri sebebiyle değil aynı zamanda Allah’ın kendilerine vereceği nimeti ve müminlerin ecrini zayi etmeyeceği vaadi dolayısıyla da sevineceklerini ifade eder.

Al-i İmran Suresi 172. ayet

(172) اَلَّذٖينَ اسْتَجَابُوا لِلّٰهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَصَابَهُمُ الْقَرْحُؕۛ لِلَّذٖينَ اَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا اَجْرٌ عَظٖيمٌۚ

Bunca yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve peygamberin çağrısına koşanlar var ya işte onlardan bu güzel davranışta bulunan ve karşı gelmekten sakınanlar için de büyük mükâfat vardır.

Tarihî kaynaklara göre Uhud Savaşı sona erdiğinde Kureyş ordusu Mekke’ye dönmek üzere yola çıkmış, ancak Revhâ denilen yere geldiklerinde müslümanların tamamını imha etme imkânı doğduğu halde bu durumu değerlendirmediklerine pişman olmuşlar ve bütün müslümanları imha etmek üzere dönüp Medine’ye saldırmak istemişlerdi. Ne var ki buna cesaret edemeyip Mekke istikametinde yollarına devam ettiler. Öte yandan Hz. Peygamber de düşmanın böyle bir fırsatı değerlendirmeyi düşünebileceğini tahmin ederek gereken tedbiri almak üzere arkadaşlarını topladı ve Kureyş ordusunu takip etmenin gerekli olduğunu anlattı. Müslümanlar yorgun, bitkin ve yaralı olmalarına rağmen büyük bir cesaret ve feragat göstererek Allah Resûlü’nün çağrısına uydular. Ancak Hz. Peygamber bu takibe bir gün önce savaşta bulunanların dışında yalnızca Câbir b. Abdullah’a izin verdi. Hz. Peygamber savaşa katılmış olanlardan 200 kişilik bir kuvvetle yola çıkıp Medine’ye yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Hamrâülesed denilen yere gelerek burada üç gün kaldı. Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’le birlikte gidenlerin yetmiş kişi olduğu belirtilmektedir. Düşmanın çekilip gittiğini öğrenince o da Medine’ye döndü. İşte bu âyet o çetin şartlarda ve yaralı olmalarına rağmen Hz. Peygamber’in çağrısına uyarak düşmanı takip eden müminler hakkında inmiştir. Yüce Allah müminlerin bu davranışlarının güzel ve kendi rızâsına uygun olduğuna işaret buyurmakta, bu sebeple kendilerine büyük bir mükâfat verileceğini bildirmektedir (bk. İbn Atıyye, I, 542; Reşîd Rızâ, IV, 138; Elmalılı, II, 1231).

Al-i İmran Suresi 173. ayet

(173) اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَاناًࣗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

Birtakım insanlar onlara, “İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun” dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” diye cevap verdiler.

Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyân Revhâ’da bulunduğu sırada müslümanların üzerine tekrar saldırıp onları imha etmek için plan hazırlarken müslümanların kalabalık bir kuvvet halinde Hamrâülesed’e geldiklerini haber alınca, planından vazgeçti. Bu esnada oradan geçmekte olan bir kervanın adamlarına, “Muhammed’e rastlarsanız ona, kendilerini toptan yok edeceğimizi söyleyiniz” diyerek psikolojik savaş yöntemiyle müslümanları korkutmak istedi. Bu söz Hz. Peygamber’le birlikte müslümanlara ulaştığında onlar, “Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekîl” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediler. İşte bu olay üzerine inen bu âyet her türlü olumsuzluğa rağmen müslümanların Allah ve Resûlü’ne olan imanlarını, güvenlerini ve kararlılıklarını göstermektedir. Buhârî’nin rivayetine göre ateşe atıldığı gün bu sözü Hz. İbrâhim de söylemişti (Buhârî, “Tefsîr”, 3/13; İbn Kesîr, II, 146-147).

Kureyşliler Uhud’dan ayrılırken yeni bir savaş yapmak için bir panayır yeri olan Küçük Bedir’de buluşmak üzere müslümanlarla sözleşmişlerdi. Panayır mevsimi geldiğinde müşrikler buna cesaret edemediler ve itibarlarını korumak için müslümanların morallerini bozup sözleştikleri yere onların da gelmemelerini sağlamak üzere Nuaym b. Mes‘ûd adında birini Medine’ye gönderdiler. Nuaym müslümanları düşmanla korkutup anlaşma yerine gitmemelerini sağlamaya çalıştı, fakat başaramadı. Âyetin bu olayla ilgili olarak indiği de rivayet edilmiştir (bk. Zemahşerî, I, 230-231; Elmalılı, II, 1232). Ancak âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde Uhud olayına daha uygun düşmektedir. Çünkü âyette müslümanların yaralandıktan sonra tekrar savaşa çıktıkları ifade edilmektedir. Oysa müslümanlar Küçük Bedir’e giderken yaralı değillerdi (bk. Ateş, II, 144).

“Bu, onların imanlarını arttırdı” anlamındaki ifadeden ve benzeri âyetlerden hareketle imanın artıp eksilebileceğini iddia edenler ve buna karşı çıkanlar olmuştur. Karşı çıkanlara göre iman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın artması küfrün azalması halinde, küfrün artması ise imanın azalması halinde düşünülebilir. Bu durumda kişi aynı anda iki özelliği bir arada taşıyacağı için hem mümin hem de kâfir olması gerekir, oysa bu imkânsızdır. İman psikolojik bir olaydır. Şartlara göre kuvvetlenmesi veya zayıflaması söz konusu olmakla birlikte, artması veya eksilmesi düşünülemez. Bir mümin, iman esaslarını inkâr etmedikçe ne kadar büyük günah işlerse işlesin ona kâfir denilemez; ona ancak günahkâr denilir. Eğer günah işlemek imanı azaltsaydı günahkâra kâfir denilmesi gerekirdi; oysa günahkâr iman esaslarını inkâr etmediği müddetçe kâfir değildir (bk. Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 117).

Elmalılı Muhammed Hamdi’ye göre de imanın aslı artıp eksilmez. Zira iman kalbin tasdikinden ibarettir. Tasdik ise nicelik vasfı taşımadığı için onunla ilgili artma ve eksilme ifadeleri, “kuvvetlilik ve zayıflık” ile tefsir edilmelidir. Ancak destekleyici davranışların (ibadet ve diğer iyiliklerin) artmasıyla imanın kemalinin artacağında şüphe yoktur. Aslı tevhid olan iman, bir ağaç gibi kol ve dallarını arttıra arttıra büyüyüp serpilerek sonunda istenen meyvelerini verir (VI, 4410). Ayrıca ameli imandan bir cüz (parça) sayanlara göre iman muhtevası nicelik bakımından da artar veya eksilir. Ameli imandan bir parça saymayanlara göre ise iman kuvvetlenir veya zayıflar; artma ve eksilmenin anlamı budur.

Bize göre bir tasdik psikolojisi olarak imanın, yak^nin (kesinliğin) üst derecelerine doğru yükselmesi bir artıştır; nitekim Kur’an’da da bu yükselişe “artış” denmiştir. Ancak yak^ndeki derece eksikliğine küfür denilemez. Çünkü küfür iman esaslarını (inanılacak şeyleri) bilinçli olarak eksiltmekle gerçekleşir.

Al-i İmran Suresi 174. ayet

(174) فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُٓوءٌۙ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَظٖيمٍ

Bunun üzerine Allah’ın lütuf ve keremiyle kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler Allah’ın rızasına da uymuş oldular. Allah büyük lütuf sahibidir.

Bir kısım müfessirler bu âyetin de Küçük Bedir Gazvesi hakkında indiğini söylemişlerdir; fakat çoğunluk bunun Hamrâülesed takibi hakkında indiği kanaatindedir. Hz. Peygamber’in kumandasındaki müslümanlar, Uhud Savaşı’nın ardından çekilip giden düşmanı takip etmek üzere Hamrâülesed’e kadar gelmişler ve geri dönmesi muhtemel olan düşmanı burada karşılamak için üç gün beklemişlerdir. Düşman geri dönmeye cesaret edemeyip Mekke istikametinde yol alınca müslümanlar da burada alışveriş yaparak hem kazanç sağlamışlar hem bu hareketlerinden dolayı Allah’ın rızâsını kazanmışlardır. Bu seferde herhangi bir çatışma olmadığı için müslümanlar buradan sağ salim Medine’ye dönerken yüce Allah’ın üç ikramına nâil olmuşlardır: a) Savaş ve benzeri her türlü tehlikeden selâmette olarak Medine’ye dönmüşler, b) ticaret yaparak kazanç sağlamışlar, c) cihad ettikleri için sevap kazanmışlar ve Allah’ın rızâsına ermişlerdir. Âyetin sonunda bu kazançlara işaret edilmektedir.

Al-i İmran Suresi 175. ayet

(175) اِنَّمَا ذٰلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ اَوْلِيَٓاءَهُࣕ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ 

Bakın, bu şeytan ancak kendi yandaşlarını korkutur. Mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.

Kureyş lideri Ebû Süfyân’ın casusu, müşrik ordusunun geri dönüp Medine’ye baskın yapacağı ve müslümanların kökünü kazıyacağı haberini yayarak onları korkutmaya çalışıyordu. Yüce Allah bu şahsı veya onu göndereni “şeytan” olarak nitelendirmekte ve müslümanlara hitap ederek eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorlarsa o casusun veya gönderenin dostları olan müşriklerden korkmamalarını, kendisinden korkmalarını emretmektedir. Buradaki şeytandan maksat “insan şeytanı” olabileceği gibi, insanlara vesvese veren “cin şeytanı” da olabilir (şeytan hakkında bk. Nisâ 4/117-121; En‘âm 6/112). Allah müminlerin dostu olduğu gibi şeytan da müşriklerin dostu olduğu için müminleri Allah’a ve Resûlü’ne itaatsizliğe teşvik eder. Yüce Allah müminleri uyararak bu tür propagandalara aldanmamaları, şeytanın vesvesesine kapılmamaları Allah’a isyan etmekten sakınmaları gerektiğini buyurmaktadır. Çünkü O, her şeye kadirdir, zafer de yenilgi de O’nun elindedir.

“İşte o şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutur” şeklinde tercüme edilen cümleye, “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur” şeklinde mâna vermek de mümkündür. Bu takdirde şeytanın propagandasına aldanarak korkanlar, onun dostları olan münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan imanı zayıf kimselerdir. Yüce Allah bunları uyararak eğer Allah’ın varlığına, kudretine ve müminlere yardım edeceğine inanıyorlarsa insanlardan korkmamaları, ancak kendisinden korkmaları gerektiğini emreder. Çünkü bütün güç ve kuvvet O’nun elindedir. O dilerse sayıca daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olan müslümanları daha güçlü olan müşriklere üstün kılar.

Al-i İmran Suresi 176. ayet

(176) وَلَا يَحْزُنْكَ الَّذٖينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِۚ اِنَّهُمْ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـٔاًؕ يُرٖيدُ اللّٰهُ اَلَّا يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الْاٰخِرَةِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

(Resulüm!) İnkârda yarışanlar seni üzmesin; Onlar Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah âhirette onların hiç nasibi olmasın istiyor; onlar için büyük bir azap vardır.

“İnkârda yarışanlar”dan maksat küfre iyice dalanlar, küfrünü açığa vurmakta tereddüt etmeyenler, fırsat düştüğünde küfrün gereklerini yerine getirenler, her fırsatta İslâm’a ve müminlere saldırmayı, zarar vermeyi, onları üzmeyi bir yarış konusu haline getirenler, diğer insanların da inkârcı olmaları için gayret gösterenlerdir. Hz. Peygamber, müşriklerin inkârda ısrar etmeleri ve Kur’an’a karşı olumsuz tavır almaları, münafıkların aleyhte propagandaları, İslâm’a tam ısınmamış olanlardan bazı kimselerin dinden dönmeleri ve yahudilerin yıkıcı hareketleri sebebiyle üzülüyordu. Yüce Allah onların bu tutumlarını “inkârda yarışma” olarak değerlendirmekte, bu ve benzeri âyetlerde Hz. Peygamber’i teselli ederek onların bu düşmanca davranmaları karşısında kendini üzmemesini tavsiye etmektedir (krş. Kehf 18/6; Şuarâ 26/3). Çünkü onlar bu davranışlarıyla Allah’a ve O’nun dinine hiçbir zarar veremezler. Onlar istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Onların yaptıklarının vebali kendilerine aittir, hesaplarını Allah’a kendileri vereceklerdir; bu sebeple Peygamber’in üzülmesine gerek yoktur. Onun görevi inanmayanları mutlaka imana getirmek değil, Kur’an’ı tebliğ ederek onları hak yoluna çağırmaktır (Nahl 16/82). İnkâr eden, üstelik müminleri maddî ve psikolojik yönden ezmek için yarışırcasına çaba harcayan zalimler hakkında Allah yasasını uygulayacak, onlara güzel olan hiçbir şey nasip etmeyecek ve onlar âhiret nimetlerinden mahrum kalacaklardır.

Al-i İmran Suresi 177. ayet

(177) اِنَّ الَّذٖينَ اشْتَرَوُا الْكُفْرَ بِالْاٖيمَانِ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـٔاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ

 İmanı küfürle değiştirenler, şüphesiz Allah’a bir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için elem verici bir azap vardır.

Bu âyet bir önceki âyetin hem teyidi hem de daha kapsamlı bir izahı mahiyetindedir. Elmalılı Muhammed Hamdi’ye göre, 176. âyette anlatılanları “münafıklar ve onlarla birlikte küfürde yarışan, bütün inkârcılara öncülük eden kâfirler” olarak yorumlamak; buradakileri ise “imanı küfürle değiştirerek onların ardından giden mürtedler” diye tefsir etmek daha uygundur (II, 1235). Âyetin sonunda bunların da yüce Allah’a ve dinine herhangi bir zarar veremeyecekleri, bilâkis yaptıklarının cezasını kendilerinin çekecekleri ve bunlar için elem verici bir azabın hazır olduğunu haber vermektedir.

Taberî bu âyetin yorumunda şöyle der: Yüce Allah 166. âyetten buraya kadarki bölümde mümin kullarını ihlâslı davranmaya, bütün işlerinde Allah’a dayanıp güvenmeye, yardımcı olarak Allah’ın yarattıklarını değil sadece Allah’ı tanımaya ve O’nun takdirine razı olmaya, kendisinin ve dininin düşmanlarına karşı cihad etmeye teşvik etmiş; onların kalplerini kuvvetlendirmiş ve onlara şunu bildirmiştir: Allah birinin dostu ve yardımcısı olunca ona muhalif olanların hepsi birleşerek o kişiye düşmanlık etseler, yine de Allah onu yardımsız bırakıp onlara ezdirmez. Allah kimi de yardımsız bırakırsa onun destekçileri ve yardımcıları çok dahi olsa onların yardımı hiçbir fayda sağlamaz (IV, 185). Nitekim bu sûrenin 160. âyetinde de şöyle buyurulmuştu: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur, eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir! Müminler yalnız Allah’a güvensinler.”

Al-i İmran Suresi 178. ayet

(178) وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذٖينَ كَفَرُٓوا اَنَّمَا نُمْلٖي لَهُمْ خَيْرٌ لِاَنْفُسِهِمْؕ اِنَّمَا نُمْلٖي لَهُمْ لِيَزْدَادُٓوا اِثْماًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُهٖينٌ

İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor. Onlar için alçaltıcı azap vardır.

Sözlükte “mühlet vermek, hedefine ulaşması için kişiyi yaptığı işte serbest bırakmak, istediği gibi otlaması için atın bağını uzun tutmak” anlamlarına gelen imlâ kelimesi, burada kâfirlerin dünyada iradelerini serbestçe kullanabilmeleri için kendilerine fırsat verildiğini ifade etmektedir. Bu, Allah’ın bütün insanlık için koymuş olduğu değişmez kanunudur (sünnetullah). İnsanlar bu dünyada kendi hür iradeleriyle tercihte bulunurlar, diledikleri gibi yaşarlar. Ancak yüce Allah burada inkârlarına rağmen kâfirlere böyle bir fırsat vererek onları serbest bırakmasının kendileri için hayırlı bir şey olduğunu sanmamaları gerektiğini, onlara sadece günahlarının artması için mühlet verdiğini, dolayısıyla bunun sevinilecek veya övünülecek bir şey olmadığını haber vermekte ve bu suretle onları uyarmaktadır. Çünkü insan kuvvetli bir imana, güzel bir ahlâka ve iyi bir amele sahip ise işte o zaman yüce Allah’ın ona verdiği fırsat, uzun ömür ve bol servet faydalı olur. Oysa inkârcılarda iman ve imana dayalı güzel amel yoktur. Bu sebeple onların ömürlerinin uzun, servetlerinin çok olması günahlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Günahları arttıkça da azapları şiddetlenecektir. Bu sebeple yüce Allah onlar için alçaltıcı bir azap hazırlanmış olduğunu bildirmektedir.

Al-i İmran Suresi 179. ayet

(179) مَا كَانَ اللّٰهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنٖينَ عَلٰى مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتّٰى يَمٖيزَ الْخَبٖيثَ مِنَ الطَّيِّبِؕ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَجْتَبٖي مِنْ رُسُلِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِهٖۚ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ اَجْرٌ عَظٖيمٌ

(Ey inkâr edenler!) Allah müminleri, pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Allah size gaybı da bildirecek değildir; fakat Allah (gaybı bildirmek için) peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin; inanır ve sakınırsanız sizin için büyük bir ecir vardır.

Bu âyet müslümanların Uhud Savaşı’ndaki yenilgilerinin hikmetlerinden birini daha ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in Mekke’deki müslümanlarla birlikte Medine’ye göç edip de orada bir devlet kurması üzerine gerek Medine’de gerekse çevresindeki bölgelerde İslâm’ı kabul edenler hızla çoğalmaya başladı. Bu durum karşısında İslâm’a inanmadığı halde çeşitli nedenlerle müslüman görünenlerin sayısı da arttı. Nitekim Uhud Savaşı’na giderken 1000 kişilik bir İslâm ordusu içinden 300 kişilik münafık bir grubun ayrılmış olması o gün müslümanlar arasında münafıkların ne derece kalabalık olduklarını göstermektedir. İşte yüce Allah bu karışık durumun devam etmesini istemediği için samimi müminleri münafıklardan ayırt edecek bir sebep meydana getirdi ki o da Uhud Savaşı’dır. Hicretin ilk yıllarında müslümanlar henüz toparlanmış ve güçlenmiş olmadıkları, yeni müslüman olanların da kalplerine iman henüz iyice yerleşmiş olmadığı için yüce Allah onları böyle bir imtihana tâbi tutmadı. Çünkü o dönemde böyle bir imtihan müslümanları sarsabilir, aralarında ayrılığın çıkmasına neden olabilirdi. Bedir Savaşı’nda müslümanların bütün zayıflığına ve güçsüzlüğüne rağmen yüce Allah –melekleri yardıma göndererek– onlara zafer kazandırdı. Böylece müminlerin durumu iyiye giderken münafıklar da kimliklerini gizliyorlardı. Fakat samimi müminlerin münafıklarla bu derecede karışık olmaları onlara zarar verebilirdi. Uhud imtihanı münafıkların kendilerini ele vermelerini de sağlamış oldu, âyetin ilk cümlesi buna işaret etmektedir.

“Allah müminleri, pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir” meâlindeki cümle şöyle de yorumlanabilir: Allah sizleri yani müminleri hep bulunduğunuz durumda bırakmaz; bazan da böyle Uhud’da olduğu gibi savaş, şehitlik ve diğer sıkıntılarla imtihan eder ki iyi ile kötünün (münafıkla müminin) özelliklerini ortaya çıkarsın ve aralarındaki farkı göstersin.

Yüce Allah dileseydi müminlere gayb bilgisi vererek onları münafıkların kalplerinden haberdar ederdi. Ancak bu O’nun kanununa aykırıdır. Çünkü O, evrendeki her şeyi bir sebebe bağlamış, gayb bilgisini ise sadece peygamberlerinden dilediğine vahyetmiştir. Bu sebeple müminlerin görevi Allah’a ve peygamberlerine iman ve itaat etmek, dünyadaki olayları değerlendirirken de sebep-sonuç ilişkilerini daima göz önünde bulundurmaktır. Eğer bunu yapar ve karşı gelmekten sakınırlarsa bunun mükâfatını görecekleri haber verilmiştir.

Gerek bu âyette gerekse Cin sûresinin 26-27. âyetlerinde Allah gayb bilgisinin kendisine mahsus olduğunu, sadece peygamber olarak seçtiği bazı kullarını bu tür bilgilerden vahiy yoluyla haberdar ettiğini bildirmektedir. Buradan anlaşıldığına göre peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir insan veya cin gayb bilgisine sahip değildir. Ancak Allah, dilediği peygamberlere uygun gördüğü gayb bilgilerini vahiy yoluyla bildirmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/44; Hûd 11/49; Yûsuf 12/102; En‘âm 6/50; A‘râf 7/188). Ahkāf sûresinin 9. âyetinde Hz. Peygamber’e, “kendisine neler yapılacağını bilmediğini, sadece kendisine vahyedilene uyduğunu” söylemesi emredilmiştir. Sebe’ sûresinin 14. âyetinde de cinlerin gaybı bilmedikleri haber verilmiştir. Şu halde Allah’tan başka gaybı bilen yoktur (En‘âm 6/59), O her şeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli değildir. O, bu gizli bilgilerden dilediği kadarını kendi seçtiği kullarına bildirir (gayb âlemi hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3).

Ayetlerin Nuzul Sebebi (Al-i İmran Suresi)

1. Elif, Lâm, Mim.
2. Allah, kendinden başka ilah olmayan, hep diri olan, her an yaratıklarını gözetip durandır.
Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Tefsirciler dediler ki:
"Altmış kişilik bir Necran süvari kafilesi, Rasulullah (s.a.v.)'a geldiler. İçlerinde, ileri
gelenlerinden on dört kişi vardı. On dört kişinin içinde de bu kafilenin işi kendilerine tevdî
olunan üç fert vardı. Bunların birincisine: el-Âkıb (son sözü konuşan) denirdi. Bu zatın ismi
Abdul-mesih'ti. Kavmin emiri ve meşveret yetkilisiydi. Onun görüşü alınmadan hiçbir şey
yapmağa yetkileri yoktu. İkincisine: es-Seyyid denirdi. İsmi Eyhem idi. Kavmin yardımcısı ve
seyru sefer yetkilisi idi. Üçüncü zatın ismi Ebû Harise b. Alkame idi. Onların en irisi ve
alimleriydi. Dîni liderleri ve kütüphane yetkilileriydi. İçlerinde yüceliği vardı, kitaplarını okur
ve okuturdu. Öyle ki kendi dinleri hususunda çok güzel bilgisi vardı. Rûm hükümdarları onu
mevki ve mal sahibi yapmışlardı. İlmi ve içtihadı için ona kiliseler inşa etmişlerdi. Nihayet
bunlar, Rasulullah (s.a.v.) ikindi Namazı'nı kıldığı bir sırada mescidine girip huzuruna
9
bk. İbn Kesîr, 2/46
10 2/65-68
11 Şevkânî, Fethu’l-Kadir, 1/391
12 Emin Işık, "Âl-i İmrân Sûresi", DİA, 2/307
çıktılar. Üzerlerinde dîni kisveler, cübbeler ve ridalar vardı. Haris b. Ka'b Oğulları'nın en
güzel adamlarıydılar. Rasulullah (s.a.v.)'in ashabından onları gören bazıları:
"Onlar gibi hiçbir elçi kafilesi görmedik" demişti. Namaz vakitleri geldiğinde kalkıp,
Rasulullah (s.a.v.)'ın mescidinde namaz kıldılar. Rasulullah (s.a.v.):
"Onları kendi hallerine bırakın" buyurdu. Onlar da doğuya taraf kıldılar. Seyyid ve Akıb,
Rasulullah (s.a.v.)'la konuştular. Rasulullah (s.a.v.) onlara:
"Müslüman olun" buyurdu. Onlar da:
"Biz zaten senden önce müslüman olmuştuk" dediler. Rasulullah (s.a.v.) da buyurdu ki:
"Yalan söylediniz. Sizin, Allah'a çocuk nisbet etmeniz, haç’a tapmanız ve domuz eti yemeniz
sizi İslam'dan men etmiştir." Onlar da:
"Peki, şayet İsa, Allah'ın oğlu değilse ya onun babası kim?" dediler ve İsa hakkında topyekün
Rasulullah (s.a.v.) ile tartışmağa başladılar. Peygamber (s.a.v.) onlara buyurdu ki:
"Bir çocuğun ancak babasına benzeyeceğini bilmiyor muydunuz?"
"Evet" biliyorduk" dediler. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Peki Rabbimizin hiç ölmeyen bir diri olduğunu halbuki İsa'ya fanilik geleceğini bilmemiş
miydiniz?" Onlar da:
"Evet biliyoruz" dediler. Peygamber (s.a.v.):
"Rabbimizin herşeye hakim olduğunu gözetip yönettiğini ve koruyup rızıklandırdiğını bilmiyor
muydunuz?" buyurdu.
"Evet biliyoruz" dediler. Peygamber (s.a.v.):
"Peki İsa bunlardan herhangi bir şeye malik midir?" buyurdu
"Hayır" dediler. Peygamber:
"Bizim Rabbimiz İsa'yı döl yatağında dilediği şekilde şekillendirdi, bizim Rabbimiz ne yer, ne
içer, ne de ondan hades vaki olur" buyurdu.
"Evet" dediler. Peygamber:
"İsa'yı annesinin, bir kadının taşıdığı gibi taşıdığını, sonra kadının kendi çocuğunu
doğurduğu gibi onu doğurduğunu, sonra da çocuğun beslendiği gibi, İsa'nın da beslendiğini
ve daha sonra yeyip içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyor muydunuz?" buyurdu. Onlar da:
"Evet" dediler. Rasulullah (s.a.v.):
"Öyleyse İsa nasıl sizin iddia ettiğiniz gibi Allah'ın oğlu olabilir?" buyurması üzerine sükût
ettiler.
Nihayet Allah Teala onlar hakkında Âl-i İmrân Sûresi'nin evvelinden itibaren seksen âyeti
indirdi."13

2- Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, Rasulullah’a gelen Hristiyan Necranlıların heyetini şöyle
anlatmaktadır:
"Necranlıların heyeti altmış binekli olarak Rasulullah’a geldi. İçlerinden on dördü ileri
gelenleriydi. Bu on dört kişiden üçü de onların reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih,
Eyhem ve Ebu Harise b. Alkame isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi,
danışmanı ve görüşünden ayrılınmayan kişisiydi. Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu.
Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi.
Bu de "Seyyid" diye vasıflandırılmıştı.
Ebu Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.
Ebu Harise, bunların içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir
bilgi edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi destekte
bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda
bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebu Harise’nin ilmi ve dinde ictihad derecesine vardığı
haberi ulaşmıştı."
Muhammed b. Cafer diyor ki:

13 İbn Kesir bunu, Al-i İmrân Sûresi'nin tefsirinin evvelinde zikretti; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar
Yayıncılık: 77-78; Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb, 7/165.
"Bu heyet Medine’de Rasulullah’a geldi. Rasulullah ikindi namazını kılarken Mecscid-i
Nebevi’de onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbiseleri bulunuyordu. Onlar, Ebu
Harise b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtülerini giyinmişlerdi. Onları gören Rasulullah’ın
sahabilerinden bir kısmı
"Biz bunlar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince Rasulullah’ın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Rasulullah sahabilerine:
"Bırakın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların
yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isimeleri şöyleydi: Kendisine "Âkıb" ünvanı
verilen Abdulmesih, "Seyyid" ünvanı verilen Eyhem, Ebu Harise b. Alkame, Evs, Haris,
Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Halid, Abdullah ve Yuhanna." Bunlar altmış
kişiyle birlikte gelmişlerdi. Rasulullah bunlardan Ebu Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve
Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hz. İsa’nın Allah
olduğunu, bazıları, Allah’ın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncüsü olduğunu
söylüyordu.
Bu heyette bulunan iki papaz Rasulullah ile konuşunca Rasulullah onlara:
"Müslüman olun." dedi. Onlar da:
"Biz Müslüman olmuşuz" dediler. Rasulullah tekrara onlara;
"Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi müslüman olun." dedi. Onlar:
"Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler. Rasulullah da:
"Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Allah’a çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet
etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar:
"O halde ey Muhammed, İsa’nın babası kim?" diye sordular. Rasulullah da onlara cevap
veımeyip bir müddet sustu, işte bu sırada Allah teala, Hristiyanların ihtilafa düştükleri bu
konu hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki:
"Allah, kendisinden başka ilah olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare
edendir." Allah teala bu sureye, kendisini Hristiyanların iftiralarından arındırarak başladı. Bir
olduğunu, yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece Hristiyalarm
uydurdukları inkarcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi reddetti ve onların, sapıklık içinde
bulunduklarını beyan etti."14
3- Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından şunları rivayet etmiştir.
"Bu Hristiyanlar Rasulullah’a geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar.
Rasulullah’a:
"İsa’nın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allah tealaya karşı yalan sözler
söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine Rasulullah onlara:
"Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına benzer?" diye sordu. Onlar da:
"Evet biliyoruz." dediler. Rasulullah:
"Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İsa’nın ise sonunda ölüp gideceğini
bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da:
"Evet biliyoruz." dediler. Rasulullah:
"Rabbimizin her şeyi sevk ve idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandırdığını bilmiyor
musunuz?" dedi. Onlar da:
"Evet biliyoruz." dediler. Rasulullah da:
"Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da:
"Hayır" dediler. Rasulullah:
"Aziz ve Celil olan Allah’a, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadığını bilmiyor
musunuz?" dedi. Onlar da
"Evet biliyoruz." dediler. Rasulullah:
"İsa, Allah’ın bildirdiği dışında, yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilir mi?" dedi.
Onlar da:

14 İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
"Hayır" dediler. Rasulullah:
"Rabbimiz, İsa’yı ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi.
Onlar da:
"Evet biliyoruz." dediler. Rasulullah:
"Rabbimizin yemek yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının
olmadığını bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da:
"Evet" biliyoruz." dediler. Rasulullah:
"Annesi İsa’ya, diğer kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların
çocuk doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi
beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor
muydu?" diye sordu. Onlar da:
"Evet öyleydi." dediler. Rasulullah da:
"Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu
konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine
Allah teala, ÂI-i İmran suresinin baş tarafındaki âyetleri indirdi."15
4- Muhammed b. İshak şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir heyet geldi. İçlerinden ondördü
onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü de kavmin ileri gelenlerinden idi. Bunlardan
birisi başkanları idi ve adı da Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü
olanları idi. Ona "Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve adı el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri,
piskoposları ve müderrisleri idi ki adı Ebu Harise İbn Alkame idi. O, Benû Bekir İbn Vâil
kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi, hristiyantığa yaptığı hizmetleri,
çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet
ve ikramlara mazhar kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler
bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame
çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'i kastederek,
"O uzaktaki helak olsun" deyince, Ebu Harise,
"Aksine senin anan helak olsun" dedi. Bunun üzerine Kürz,
"Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben,
"Vallahi o bizim beklemekte olduğumuz Peygamberdir" der. Kürz de,
"Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise,
"Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammed’i tasdik
edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar" dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde
oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi
anlattı.
Sonra bu üç ileri gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hz. Peygamber (s.a.v.) ile
dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hz. İsâ (a.s)'nın Tanrı olduğunu,
bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün (Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü
olduğunu söylüyorlardı.
"O, Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına
musab olanları ve diğer hastaları iyileştirir, gaybları haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir
şey yapar, ona üfler, o da uçardı" diye delil getiriyorlardı.
O'nun, "Allah'ın oğlu" olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun bilinen bir babası yoktu" diye
istidlal ediyorlardı.
Onun, "üçün üçüncüsü" olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık," "Biz kıldık" diyor.
Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye istidlal etmişlerdir.
Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara
"İslam'a giriniz" deyince, onlar,

15 İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
"Biz senden daha önce İslâm'a girdik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.),
"Yalan söylüyorsunuz. Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti
yiyip dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedi. Onlar da:
"Eğer O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) sustu
ve bunun üzerine Allah Teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyeti indirdi.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi:
"Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hz. İsa ise, ölümlüdür..."
"Evet biliyoruz."
"Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk yoktur?"
"Evet biliyoruz."
"Bilmiyor musunuz ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir,
muhafaza eder ve rızıklandırır. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?"
"Hayır..."
"Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise, Allah'ın
bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?”
"Hayır..."
"Rabb'imiz, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?..
Rabb'imizin ise yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?"
"Evet biliyoruz."
"İsa'yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu
gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı."
"Evet."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.),
"O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar;
ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler.
Yine onlar inadlarını sürdürerek:
"Sen, İsa'nın, Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler. Hz.
Peygamber de:
"Evet, öyle biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar:
"Eh, bu da bize yeter" diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ,
"İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun teviline yeltenmek için, onun
müteşabih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz kahrıdandır" derler. Akıl sahiplerinden
başkası bunu iyi düşünemez" 16 âyetini indirdi.
Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allahu Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v.)'e onlarla
"mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), onları
"mübâhele" ye davet edince, onlar:
"Ey Ebâ'l-Kâsım, bizi bırak da bir düşünelim. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için
sana geliriz." dediler ve, çekip gittiler.
Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine,
"Bu konuda ne diyorsunuz." deyince, içlerinden birisi,
"Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed'in
Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Andolsun ki o size, Peygamber’iniz hakkındaki meseleyi
çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki, bir Peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her
kavmin, büyüğünün küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü
kurutacağını biliyor musunuz. Mademki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir
anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar, Allah'ın Rasûlü'ne
gelerek, şöyle dediler:

16 Al-i İmran: 3/7.
"Ey Ebâ'l-Kâsım, biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de
kendi dinimiz üzre kalmaya karar verdik. O halde, malımız, mülkümüz hususunda
anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde yolla.
Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz."
Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara:
"Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber
yollayayım." dedi. Hz. Ömer ise içinden şöyle diyormuş:
"Ben hiçbir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini
umuyordum. Öğle namazını Allah'ın Rasulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola
bakmıyordu. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu.
Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve:
"Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver" dedi. Hayatımda ilk
defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü."17
5- Rebî dedi ki:
"Hıristiyanlar Nebî Aleyhisselâm'a geldi ve İsa Aleyhisselâm hakkında tartıştılar. Allahü
Teâlâ, “Allah O’ndan başka ilah yoktur, Hayy’dır, Kayyum’dur.” kavlinden, seksen ikinci
âyete kadar indirdi." 18
6- Mukâtil b. Süleyman'a göre, bu sürenin başındaki bazı âyetler yahudîler hakkında nazil
olmuştur. 19
7- Muhammed b. İshak'a göre, bu sûrenin başından, mübâhele âyetine 20 kadar olan kısım
hristiyanlar hakkındadır. 21

8- İbnu İshak dedi ki: Bana Muhammed İbni Sehl İbni Ebu Ümame anlattı:
"Ehli Necran Rasûlullah'a gelip, İsa İbni Meryem hakkında sordular. Necran ehli hakkında,
Ali İmran’ın başından sekseninci âyetin başına kadar olan âyetler indi."22
9- Taberi der ki:
"Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendimizle tartışmış ve Hz.
İsa’nın Allah veya Allah’ın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın üçüncüsü olduğunu iddia
etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hz. İsa’nın da kendileri gibi
insan ve Allah’ın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de Hristiyanların
bu bâtıl iddialarını reddederek Allah’ın tek bir ilah olduğunu, ondan başka hiçbir ilahın
bulunmadığını beyan etmiştir."23
7. Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır.
Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve
onun te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar...
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Müsennâ kanalıyla Rebî'den rivayet edildiğine göre o şöyle anlatıyor:
"Necran hristiyanları hey'eti Hz. Peygamber (s.a.v.)'e geldiklerinde onunla tartıştılar ve
dediler ki:
"Sen zannetmiyor musun ki İsa Allah'ın kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur?" Hz. Peygamber
(s.a.v.):
"Evet öyledir." buyurunca
"İşte bu bize yeter." dediler de Allah Tealâ: "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne
aramak ve onun te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar." âyetini, sonra

17 Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb, 7/165-167.
18 İbn Ebî Hatim; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/130.
19 Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb, 7/165.
20 Al-i İmran: 3/61.
21 Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb, 7/165.
22 İbnu İshak; Beyhakî, Delâil; İbn Ebi Hatim; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/130-131.
23 İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
da "Muhakkak İsa'nın misali Allah katında Adem'in misali gibidir..."24 âyetini indirdi." 25
2- Bazı kimseler de bu âyetin Ebu Yâsir ibn Ahtab, kardeşi Huyey ibn Ahtab ve yahudilerden
bir grup hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Buna göre onlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
ve ümmetinin eceli konusunda tartışmışlar ve Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Mîm Sâd, Elif Lâm Râ
gibi âyetlerden bunu öğrenmek ve çıkarmak istemişler de bunun üzerine nazil olmuş.
26

3- Suyûtî ed-Durru'1-Mensûr'unda bu rivayete biraz daha açıklık getirmiştir. Şöyle ki:
"Bir yahudi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Bakara Sûresinin ilk âyetlerini "Elif lâm Mîm, Bu kitab,
işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." âyetlerini okurken gelir, daha sonra da bu duyduklarını
yahudi Ebu Yâsir ibn Ahtab'a söyler. Yâsir de kardeşi Huyey ibn Ahtab'ın yanına geldiğinde -
ki beraberinde yahudilerden bir topluluk da varmış-
"Biliyor musun? kendisine indirilenler içinde Muhammed'in "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu
kitabda hiç şüphe yoktur..." diye okuduğunu duydum." der. Huyey:
"Gerçekten böyle okuduğunu işittin mı?" sorusuna "evet", cevabı alınca kalkar ve yanındaki
yahudilerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelir.
"Sana indirilenler içinde "Elif lâm Mîm, Bu kitab, işte bu kitabda hiç şüphe yoktur..." şeklinde
bir şeyler okuduğun bize söylendi, gerçekten öyle mi?" diye sorarlar. Hz. Peygamber:
"Evet, doğru duymuşsunuz." buyurur.
"Peygamberlerin bununla gönderildiği kesindir ama senin dışında hiçbir peygambere
hükümranlığının süresi nedir, ümmetinin ömrü ne kadardır açıklandığını bilmiyoruz. Elif
bir'dir, lâm otuzdur, mîm de kırktır; toplam 71 sene eder." derler. Sonra Huyey Efendimiz
(s.a.v.)'e döner ve sorar:
"Ey Muhammed, yanında bu Elif Lâm Mîm'den başkası var mı?" Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Evet, Elif Lâm Mîm Sâd var." buyurur. Huyey:
"Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Mîm kırk, Sâd doksan, toplam 131 (herhalde 161
demek istemiştir) eder. Peki yanında bundan başkası var mı?" der. Efendimiz (s.a.v.):
"Evet, Elif Lâm Râ var." buyurur. Huyey:
"Bu daha uzun ve ağır; Elif bir, Lâm otuz, Râ ikiyüz'dür, toplam 231 sene eder. Bunun
yanında başkası da var mı?" der. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Evet, Elif Lâm Mîm Râ var." buyurur. Huyey:
"Bu daha uzun ve ağır, 271 sene eder." der ve devam eder: "Senin durumun bize karışık
göründü; bilemedik ki sana az mı yoksa çok mu ömür verildi?" Sonra da arkadaşlarına:
"Kalkın bu adamın yanından." der. Yâsir de kardeşine ve yanındakilere:
"Nereden bileceksiniz ki, belki Muhammed'e bunların hepsi de verilmiştir; 71, 131, 231, 271;
toplam 704 sene eder." deyince
"Bu adamın durumu doğrusu bize karışık geldi." derler. Onlar zannediyorlar ki "Sana kitabı
indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı
da müteşâbihlerdir..." âyet-i kerimesi onlar hakkında nazil olmuştur.27
4- Genel değerlendirme:
Taberî bu iki nüzul sebebini de zikrettikten sonra ikincisinin, yani yahudiler hakkında nazil
olduğunu anlatan rivayetin daha çok tercihe şayan olduğunu; Hz. Îsa'nın durumunun Allah
Tealâ tarafından zaten peygamberine bildirilip beyan edildiği için aslında müteşâbih
olmadığını, halbuki bu ümmetin ve peygamberinin ecelinin hiç kimseye hiçbir şekilde
bildirilmediği için müteşâbih, Hurûf-ı mukattaa ile buna ulaşmaya çalışmanın da fitne
olmasının daha uygun olduğunu söylemektedir.
Taberi diyor ki:
"Ayetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allah tealanın, Rasulullah’a indirdiği müteşabih âyetlere
dayanarak Rasulullah ile tartışmaya girişen kimseler hakkında inmiştir. Bu tartışma Hz. İsa
24 Alu İmrân: 3/59.
25 İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân; Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb.
26 İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/118.
27 Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr fi't-Tefsîri '1-Me'sûr, 2/146-147.
hakkında veya Rasulullah’ın ve ümmetinin ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların
açıklamasını sadece Allah bilir." ifadesi göstermektedir ki, Rasulullah ile tartışmaya girişen
kimseler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri zamanı öğrenmeye çalışmışlardır."
Taberi âyetin kimler hakkında indiği hususunda da özetle şunları söylemiştir:
"Her ne kadar bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz müşrikler hakkında inmişse de, Kur'an’ın
müteşabih âyetlerini te'vil ederek hak ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bırakıp
müteşabih âyetleri alarak müminlerin kafasını karıştıran, böylece Allah’ın dinine bid'at
sokmak isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu bid'at ister Hristiyanlığa tabi
olanlar tarafından ortaya atılmış olsun, isterse Yahudiliğe tabi olanlar tarafından, ister
Mecusiler tarafından ortaya atılmış olsun, isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından
ortaya atılmış olsun isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiler tarafından.
Nitekim Rasulullah bu hususta:
"Ey Aişe sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allah’ın
zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçının." 28 buyurmuştur."
Taberi sözlerine devamla diyor ki:
"Fitne kelimesinin izahında, bundan maksadın, şüphe sokmak ve insanların kafasını
karıştırmak olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te bundan maksadın Allah’a ortak koşmak
olduğunu söyleyen görüşü tercih etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i kerime,
müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek istemeleri söz konusu
değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri yorumlayarak insanların kalbine bazı şüpheleri
sokmaları ve müminlerin kafalarını karıştırmaları, kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu
itibarla fitneyi bu son anlamda yorumlamak daha evladır."29
12. O küfredenlere de ki: "Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. O, ne
kötü döşektir."
13. Karşılaşan o iki topluluk hakkında sizin için muhakkak bir ibret vardır. Onlardan bir
topluluk Allah yolunda savaşıyor, diğeri ise kâfir idi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin
iki katı olarak görüyorlardı. Allah kimi dilerse onu yardımıyla te'yid eder. Hiç şüphesiz bunda
basiret sahipleri için ibret vardır.
Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Kelbî, Ebû Salih ve İbn Abbas yoluyla rivayet ederek dedi ki:
"Medine'li Yahudiler, Bedir Günü'nde Allah müşrikleri bozguna uğrattığı zaman dediler ki:
"Vallahi Musa'nın kendisiyle bizi müjdelediği ümmî peygamber işte bu zattır. Biz O'nu,
vasfıyla, sıfatıyla Kitabımız Tevrat'ta tanıyoruz. O'na herhangi bir sancak da verilmeyecek."
Böylece O'nu tasdik etmeyi ve O'na uymayı istediler. Sonra bir kısmı bir kısmına dedi ki:
"O'nun başka bir olayını gözleyeceğimiz vakte kadar acele etmeyin." Nihâyet Uhud Günü
gelip Rasulullah (s.a.v.)'ın ashabı mağlub olunca bunlar şüpheye düştüler ve:
"Vallahi bu zat o peygamber değil" dediler ve azgınlıkları kendilerine galip gelip müslüman
olmadılar. Bunlarla Rasulullah (s.a.v.) arasında belli bir müddete kadar bir anlaşma oldu.
Nihayet onlar bu ahdi bozdular ve Ka'b b. Eşref altmış atlı içerisinde olduğu halde,
Mekkeliler'e, Ebû Süfyan ve adamlarına gitti. Onlar da kendilerine muvafakat edip işbirliği
yaptılar:
"Konuştuğumuz söz mutlaka bir olacak" dediler ve sonra Medine'ye döndüler. Bunun üzerine
Allah Teala bu âyeti onlar hakkında indirdi."30
2- Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerimenin, Bedir savaşında müşrikler mağlup edildikten sonra,

28 Buhari, Tefsir el-Kur'an 3/1
29 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/120-121.
30 Kelbi zayıf bir kimsedir. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 78; Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’lĞayb.
kendilerine Müslüman olmaları teklif edilen Yahudiler hakkında indiğini söylemiştir.31
3- Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Rasulullah Bedir savaşında Kureyşlilere ağır kayıplar verdirdikten sonra Medine’ye gelmiş
bütün Yahudileri Beni Kaynuka çarşısında toplamış ve onlara şunu söylemişti:
"Ey Yahudi topluluğu, Kureyş’in başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Müslüman olun."
Bunun üzerine Yahudiler şu cevabı vermişlerdir:
"Ey Muhammed, savşmasını bilmeyen acemi Kureyşlilerden bir kaç kişiyi öldürmen seni
gururlandırmasın. Eğer sen, bizimle savaşacak olsan bizim ne olduğumuzu ve bizim
gibileriyle karşılaşmamış olduğunu anlarsın." İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur."32
4- Muhammed b. İshak b. Yesar dedi ki:
"Rasulullah (s.a.v.) Bedir'de Kureyş'in hakkından gelip, Medine'ye dönünce, Yahudiler'i
Kaynuka' pazarında toplayıp buyurdu ki:
"Ey Yahudi topluluğu, Bedir Günü Kureyş'in başına gelen musibetin bir benzerinin de sizin
başınıza gelebileceğinden dolayı Allah'tan sakının ve onların başına gelen sizin başınıza
gelmeden önce gelin müslüman olun. Zaten siz benim, Kitabınız'da bulduğunuz ve Allah'ın
size geleceğini söz verdiği ve sizden de inanacağınıza dair söz aldığı gönderilmiş bir Nebî olduğumu öğrenmiş bulunmaktasınız." Yahudiler dediler ki:
"Ya Muhammed, harbe dair hiçbir bilgileri olmayan acemi, gafil bir kavme rastlayıp da
haklarında büyük bir firsat ele geçirmen sakın seni aldatmasın. Vallahi eğer seninle savaşırsak
gerçek savaşçıların biz olduğunu öğrenmiş olacaksın."
Bu sebeple Allah Teala: "Küfr edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve Cehennem'e
sürüleceksiniz." âyetini indirdi."33
Bu, İkrime ve Said b. Cübeyr'in, İbn Abbas'tan olan rivayetleridir.34
Hadisi Ebu Davud da Sünen'inde Musarrif ibn Amr kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayetle tahric
etmiştir.35
5- İkrime dedi ki:
"Bedir günü Yahudi Finhas:
"Kureyş’e galip gelmek ve onları öldürmek, Muhammed'i aldatmasın. Çünkü Kureyş kabilesi,
savaşı iyi bilmezlerdi." diye konuştu. Allahü Teâlâ bu âyeti indirdi." 36
6- Ebu Salih'ten gelen başka bir rivayette ise bu âyet-i kerime, yahudilerin, müslümanların
Uhud'da mağlûp olmasına sevinmeleri üzerine nazil olmuştur.37
7- Bu âyet, Allah Teâlâ'nın küfür üzere öleceklerini bildiği bir gurup belli kâfir hakkında
gelmiştir. Âyette, onların kimler olduğunu belirten bir açıklama yoktur. 38
8- Âyette zikredilen iki topluluktan Allah yolunda savaşanlardan maksat, Abdullah b Abbas,
İkrime ve Mücahid’e göre Bedir savaşında, Kureyş müşriklerine karşı savaşan Rasulullah ve
sahabileridir. Kâfir topluluktan maksat ise bu savaşta Rasulullah’a karşı savaşan
müşriklerdir.39
9- Abdullah b. Mes'ud bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra şunları söylemiştir:
"Bu durum, Bedir savaşında olmuştur. Biz, müşriklere baktık. Onların bizim iki katımız
olduklarını gördük. Tekrar onlara baktık. Bu defa onların bizden tek bir kişi dahi fazla
olmadıklarını gördük. İşte bu son durum, Aziz ve Celil olan Allah’ın şu âyetinde
zikredilmektedir:

31 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/129.
32 Ebu Davud, el-İmara: 22 (3001); İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/129.
33 Musannif bu hadisi senedsiz zikretti. Ebu Davud: 3001, İbn Cerir: 3/128; Beyhakî, Delâil.
34 İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 78; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi
Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/132; Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb.
35 Ebu Davud, el-Harâc ve'l-Fey' ve'l-İmâra, 22, hadis no: 3001.
36 İbn Münzir; İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/129; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi:
1/132.
37 el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 4/17.
38 Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb.
39 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
"O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine getirmek için onları
sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a
döndürülür." 40
10- Mücahid diyor ki:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, müslüman ve kâfir toplulukların karşı karşıya geldiği Bedir
savaşı günüdür." 41
14. Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere
karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici
malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah kalındadır.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, Rasulullah’ın, Allah’ın hak Peygamberi olduğunu bildikleri halde ona tabi
olmayan Yahudileri kınamaktadır." 42
15. De ki; "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvaya erenler için Rabları
katında altından ırmaklar akan cennetler, ki orada sonsuz olacaklardır, tertemiz temizlenmiş
eşler ve Allah'tan da bir hoşnutluk. Allah kullarına Basîr'dir.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- "Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
hayvanlara, ekinlere olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir..."43 âyet-i kerimesi nazil
olunca Hz. Ömer:
"Ey Rabbım, şimdi, bunları bize neden süsledin!?" dedi de bu âyet-i kerime nazil oldu."44

18. Allah, kendinden başka hiçbir ilâh olmadığına, adaleti ayakta tutarak şehadet eyledi.
Melekler ve ilim sahipleri de. O, yegâne ilâhtır. O, Azîz'dir, Hakim'dir.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Kelbî dedi ki:
"Rasulullah (s.a.v.) Medine'de ortaya çıkınca, Şam'lı hahamlardan iki haham O'nun huzuruna
girdiler. Bunlar Medine'yi görünce, biri arkadaşına:
"Bu şehir âhir zamanda ortaya çıkacak olan Nebî'nin şehrine ne kadar da benziyor" dedi ve
müteakiben Peygamber (s.a.v.)'in yanına girdiklerinde O'nu malum olan sıfat ve güzellikle tanıdılar. Kendisine:
"Sen Muhammed misin?" dediler.
"Evet" buyurdu, Yine onlar:
"Sen Ahmed misin?" dediler.
"Evet" buyurdu, Dediler ki
"Sana bir şahidliği soracağız. Şayet o şahidliği sen bize haber verirsen, sana iman edeceğiz ve
seni tasdik edeceğiz." Rasulullah (s.a.v.) onlara:
"Bana sorun" buyurdu. Onlar da dediler ki:
"Bize Allah'ın Kitabı'nda bulunan en büyük şahidliği haber ver." Bunun üzerine Allah Teala
Peygamberine bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu iki kişi de derhal müslüman oldular ve

40 Enfal: 8/44; İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
41 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
42 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
43 Alu İmrân: 3/14.
44 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/I33; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 4/20.
Rasulullah (s.a.v.)'ı tasdik ettiler."45
2- Saîd ibn Cubeyr'den rivayette o şöyle diyor:
"Ka'be'nin çevresinde Arap kabilelerinden her birinin bir veya iki putu olmak üzere 360 tane
put vardı. Bu âyet nazil olunca Allah'a secde ederek yerlere kapanmışlar."46

3- Taberi der ki:
"Allah teala bu âyet-i kerime ile, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tartışmaya girişen Hristiyan
Necran heyetinin, Hz. İsa’ya isnad etmiş oldukları "Allah’ın oğlu" şeklindeki iddialarını
reddetmiş, kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını, eşi, benzeri ve emsali bulunmadığını
beyan etmiştir. Buna hem bizzat kendisini hem de Meleklerinin ve âlim kullarının şahitlik
ettiklerini beyan etmiştir. Böylece Rasulullah ile asılsız bir tartışmaya girişen Hristiyan
Necranlıların heyetine cevap vermiş ve onları susturmuştur." 47
19. Hiç şüphesiz Allah katında din İslâm'dır...
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Ebu Süleyman ed-Dimaşkî der ki:
"Yahudiler yahudilikten daha üstün bir din olmadığını, hristiyanlar da hristiyanlıktan daha
üstün bir din olmadığını iddia edince bu âyet-i kerime nazil oldu." 48
2- Ayette "Kendilerine kitap verildiği" zikredilen kimselerden maksat, Muhammed b. Cafer b.
Zübeyr’e göre, kendilerine İncil verilen Hristiyanlardır.
Rebi' b. Enes’e göre ise bu âyette zikredilen "Kendilerine kitap verildiği halde ihtilafa
düşenler"den maksat, Yahudilerdir.49

21. "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere Peygamberleri öldürenler ve insanlardan
adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Onları çok acıklı bir azâb ile müjdele.
22. İşte onlar öyle kimselerdir ki, yaptıkları, dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Onların
hiçbir yardımcısı da yoktur."
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Bu âyet-i kerime, her ne kadar özel olarak Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup hakkında
nazil olmuşsa da hükmü geneldir. Yani, bu çeşit fiilleri işleyen herkes, sonunda can yakıcı bir
azaba uğrayacaktır. 50
2- Ebû Ubeyde İbn el-Cerrah (r.a.)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ya Rasûlallah, Kıyamet günü en şiddetli azâb görecek olan kimdir?” diye sorulduğunda, Hz.
Peygamber (s.a.sv.):
“Bir Peygamberi veya ma'rufa emredip kötülükten nehyeden bir insanı öldüren kimsedir”
buyurdu, sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu. Daha sonra ise şöyle dedi:
"Ya Eba Ubeyde, İsrâiloğulları günün evvelinde tek bir saatte kırk üç Peygamber öldürdüler.
Bunun üzerine İsrâiloğullarının zâhidlerinden yüz on iki kişi kalkıp, Peygamberleri
öldürenlere emr-i ma'ruf nehy-i münker yapmışlar, İsrâiloğulları da aynı günün sonunda
onların hepsini katletmişlerdir. İşte Allah Teâlâ'nın âyette bahsettiği kimseler bunlardır." 51

Yine o yahudiler, Yahya İbn Zekeriyya (a.s.)'yi öldürmüş ve Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia
etmişlerdir. İşte onların bu sözüne göre, kendilerinin Peygamberleri öldürdükleri sabit

45 Kelbi yalancılıkla itham olunmuştur. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 79; el-Kurtubî, 4/415
el- Bahru'l-Muhît, 2/401.
46 el-Kurtubî, 4/415.
47 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
48 İbni Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, 1/362.
49 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
50 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
51 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
olmuştur."52
23. Kendilerine kitabdan bir pay verilmiş olanları görmedin mi ki aralarında hüküm vermesi
için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra onlardan bir zümre arkasını çevirip gidiyor. Onlar
böyle yüz çevirmeyi âdet edinmiş kimselerdir.

Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
Bu âyetin iniş sebebinde alimler ihtilafa düştüler.
1- Süddî dedi ki:
"Peygamber, Yahudiler'i İslâm'a davet etti. Bunun üzerine Numan b. Evfa, kendisine:
"Ya Muhammed, gel bu davayı hahamlara havale edelim" dedi, Rasulullah (s.a.v.) da:
"Hayır, Allah'ın Kitabı'na başvuralım" buyurdu. Adam da:
"Hayır, hahamlara başvuralım" dedi. Nihayet Allah Teala bu âyeti indirdi."53
2- Said b. Cübeyr ve İkrime, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ettiler:
"Rasulullah (s.a.v.), bir Yahudi cemaatinin bulunduğu, Tevrat Kitabı'nın okunup ders
yapıldığı bir Yahudi Kitabevi'ne girdi ve onları Allah'a davet etti. Bunun üzerine Nuaym
(veya Nu'mân)54 b. Amr ve Haris b. Zeyd, kendisine:
"Sen hangi din üzerine bulunuyorsun ey Muhammed?" dediler. Rasulullah (s.a.v.) da:
"İbrahim'in dini üzere" buyurdu. Onların:
"Şüphesiz İbrahim bir Yahudi idi" demeleri üzerine Rasulullah (s.a.v.):
"Öyleyse Tevrat'a gelin. O Bizimle sizin aranızda hakemdir" buyurdu. Onlar da buna
yanaşmadılar. Bu sebeple Allah Teala bu âyeti indirdi."55
3- Kelbî dedi ki:
"Bu âyet, Hayber Yahudileri'nden zina eden iki kişi ile, Yahudiler'in, Peygamber (s.a.v.)'e bu
iki zinakâra uygulanacak cezadan sual etmeleri kıssası hakkında nazil oldu."56
Bu mevzunun açıklanması inşallah Maide Sûresi'nde gelecektir. 57
4- Kelbi’nin bu kavli Râzi’de İbn Abbâs'tan daha geniş bîr şekilde rivayetle yer almaktadır.
Şöyle ki:
"Yahudilerden bir erkekle bir kadın zina etmişlerdi. İkisi de şerefli kimselerdi. Kitablarında
bu suçun cezası da taşlanarak öldürülmekti. Ancak bu sefer zina edenler şerefli kimseler
olunca recmetmek istemediler de belki recmi terketmek üzere dininde bir ruhsat vardır
umuduyla mes'eleyi Hz. Peygamber (s.a.v.)'e getirdiler. Ama Hz. Peygamber (s.a.v.) de ikisi
hakkında recm ile hükmetti.
"Bu hükmünle bize zulmettin ey Muhammed, bizim üzerimize recm yoktur." diyerek bu
hükmü inkâr ettiler de Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Aramızda Tevrat hakem olsun, onda recm var. İçinizde en bilgili kim?" diye sordu.
"Fedek’li Abdullah ibn Sûriyâ'dır." dediler. İbn Sûriyâ’yı getirdiler, bir de Tevrat hazır ettiler.
İbn Sûriyâ Tevrat'ı okurken recm âyetine gelince oraya (üzerine) elini koyarak okumadan
atlamak istedi de Abdullah ibn Selâm:
"Recm âyetinin yerini geçti ey Allah'ın Rasûlü." dedi ve İbn Sûriyâ'nın elini koyduğu yerden
kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hz. Peygamber (s.a.v.) o iki zina eden yahudinin recm
edilmesini emretti de recm olundular. Yahudilerin bu hadiseye çok öfkelenmeleri üzerine
Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. 58

52 Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-Ğayb.
53 Mürsel hadistir. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 79.
54 bak: Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 2/110.
55 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân,.3/145, Suyuti; ed-Dürr: 2/14. İbn Münzir, İbn Ebî Hatim; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed elVahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 79; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/133;
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 7/216.
56 Kelbî yalancılıkla itham olunmuştur.
57 İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 79-80.
58 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/366; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 7/216-217.
5- Buhârî bu hadiseyi Alu İmrân: 3/93 âyetinin tefsirinde şöyle zikrediyor:
"Abdullah ibn Ömer'den rivayet ediliyor:
"Yahudiler, zina etmiş olan bir erkekle bir kadını (haklarında hüküm vermesi için) Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e getirmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara:
"Sizden zina edenlere ne yaparsınız?" diye sordular. Onlar:
"İkisinin de yüzlerini siyaha boyarız ve döveriz." dediler.
"Tevrat'ta recmi bulmuyor musunuz?" buyurdular, onların:
"Hayır, onda bir şey bulmuyoruz." demeleri üzerine Abdullah ibn Selâm:
"Yalan söylediniz, eğer doğru sözlüler iseniz getirin Tevrat'ı da okuyun." dedi. Tevrat'ı
getirdiler, açtılar, Tevrat'ı okuyan hahamlar, elini recm âyetinin üzerine koyarak öncesindeki
ve sonrasındaki âyeti okumaya başladı, recm âyetini ise okumadı. Abdullah ibn Selâm'ın
işaretiyle elini recm âyeti üzerinden kaldırınca Abdullah ibn Selâm:
"Bu nedir? Recm âyeti değil mi?" dedi. Bunu görünce:
"Bu recm âyetidir." dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) de o ikisinin recmedilmelerini emretti ve
Mescid-i Nebevi yanında cenazelerin konulup cenaze namazının kılındığı yerin yakınında
taşlanarak öldürüldüler. İbn Ömer der ki:
"O iki yahudinin taşlanarak öldürüldüklerini gördüm. Erkek, kadına doğru eğilmiş onu
taşlardan korumaya çalışıyordu."59

6- Nakkaş'ın kaydettiğine göre ise yahudilerden bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) onları İslâm'a çağırmış, onlar:
"Biz, hidayete senden daha lâyıkız. Allah ancak İsrail oğullarından peygamber göndermiştir."
diyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberliğini inkâr edince Efendimiz (s.a.v.):
"O halde Tevrat'ı çıkarın bakalım, benim vasıflarım onda var." buyurmuş ta yahudiler bunu
kabul etmemişler ve âyet bunun hakkında nazil olmuş."60

7- Hz. Peygamber’in Peygamberliğinin alâmetleri Tevrat'ta zikredilmiş, O'nun
Peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada bulunmaktaydı. İşte
bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.), onları Tevrat'a ve Tevrat'ta kendisinin
Peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine
de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi.61
8- Bu hüküm, yahudi ve hristiyanlar hakkında umûmî bir hükümdür. Bu böyledir, çünkü Hz.
Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden deliller, Tevrat ve İncil'de mevcut idi. Onlar da
Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama onlar bunu kabulden kaçınıp diretmişlerdi.
62
9- Katade diyor ki:
"Bu âyette davet edildikleri zikredilenler, Allah düşmanı Yahudilerdir. Onlar, aralarında
hükme varılmak için Allah’ın kitabı Kur'an’a ve aralarında hüküm vermesi için Hz.
Muhammed’e çağırılmışlardır. Fakat onlar, Hz. Muhammed’i kendi ellerinde bulunan Tevrat
ve İncil’de yazılı olarak buldukları halde onun davetinden yüzçevirmişler, kabul etmemişlerdir." 63

26. De ki: "Ey hükümranlığın sahibi Allah’ım, sen hükümranlığı dilediğine verirsin,
hükümranlığı dilediğinden söküp alırsın. Kimi dilersen aziz kılar, kimi dilersen zelil kılarsın.
Hayır yalnız Senin elindedir. Hiç şüphesiz Sen her şeye Kadîr'sin.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbas ve Enes b. Malik dediler ki:

59 Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, 3/6.
60 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/367; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 4/33.
61 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 7/217.
62 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/367; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 4/33.
63 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân.
"Rasulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedip, ümmetine Fars ve Rûm mülkünü vadedince,
münafıklar ve Yahudiler dediler ki:
"Heyhat, bu ne uzak birşey! Fars ve Rûm mülkü nerden Muhammed'in olacakmış? Onlar daha
güçlüdürler ve ele geçirilmeleri çok imkânsızdır. Muhammed'e Mekke ve Medine yetmemiş
mi de gözünü Fars ve Rûm diyarına dikmiş?" Bu yüzden Allah Teala bu âyeti indirdi."64
2- Muhammed b. Abdulaziz Mervezî kitabında bana, Ebu'1-Fadl Muhammed b. Hüseyn elHaddadî'den, o Muhammed b. Yahya'dan, o İshak b. İbrahim'den, o Ravh b. Ubade'den, o
Said'den, o da Katade'den şöyle dediğini bize haber verdi;
"Bize söylendi ki: "Rasulullah (s.a.v.) Rabbi'nden, Fars ve Rûm mülkünü ümmetine nasib
buyurmasını istedi. Bunun üzerine Allah Teala da bu âyeti indirdi."65
3- Katade diyor ki:
"Bu ayeti kerime, Rasulullah’ın, İran’ın ve Bizans’ın yönetiminin ümmetine verilmesini
istemesi üzerine nazil olmuştur. Ve mülkün asıl sahibinin Allah teala olduğunu, onu
kullarından dilediğine verip dilediğinden de çekip alacağını beyan etmiştir." 66
4- Üstad Ebû İshak es-Sealibî, Abdullah b. Hamid el-Vezzan'dan, o Muhammed b. Cafer elMaytirî'den, o Hammad b. Hasan'den, o Muhammed b. Halid b. Asme'den, o Küseyr b.
Abdillah b. Amr b. Avf’tan, o babasından, o da kendi babasından şöyle dediğini bize haber
verdi:
Taberî'nin tefsirinde İbn Beşşâr kanalıyla Amr ibnu'1-Avf el-Muzenî'den rivayetinde o şöyle
anlatıyor:
"Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) Ahzâb Gazvesi (Hendek Savaşı) senesi hendeği çizdi: Harise oğulları
tarafından Ecmu'ş-Şeyhayn'den Mezâz'a kadar hendek kazılacaktı. Sonra her on kişiye 40
kulaç olmak üzere kazma işini taksim etti. Selman el-Fârisî'nin hangi grupta olacağında
Muhacirin ve ensar ihtilâf ettiler. Selman güçlü kuvvetli birisiydi ve Muhacirin
"Selman bizdendir." diyor, Ensar:
"Selman bizdendir." diyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Selman bizden, ehl-i beyttendir." buyurdu. Amr ibn Avf der ki:
"Ben, Selman, Huzeyfe ibnu'l-Yemân, Nu'mân ibn Mukrin el-Muzenî ve ensar'dan dört kişi
birlikte bir kırk kulacı kazıyorduk. Üç katın altında kazmaya devam ederken Allah hendeğin
içinden karşımıza beyaz, çakmaktaşından bir kaya çıkardı. Külünklerimizi kırdı, biz onu
kıramadık.
"Ey Selman, Allah'ın Rasûlü (s.a.v.)'ne çık, bu kayanın durumunu ona haber ver. Hendeğin
yolunu mu değitirelim, yoksa ne yapmamızı emreder? Biz, hendeğin çizgisini değiştirmek
istemiyoruz." dedik. Selman, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e çıktı, Efendimiz üzerine bir gölgelik
kurmakla meşgul imiş.
"Ey Allah'ın elçisi, babamız anamız sana feda olsun, hendeğin içinden beyaz çakmaktaşından
bir kaya çıktı, külünklerimizi kırdı, biz onu kıramadık. Küçük veya büyük bir parça bile
koparamadık. Bize o konuda emrin nedir? Doğrusu biz hendek için çizmiş olduğun çizgiden
çıkmak istemedik." dedi.
Allah'ın Rasûlü, Selman'la birlikte hendeğe indi, biz dokuz kişi hendeğin ucunda onlara
bakıyorduk. Efendimiz (s.a.v.) Selman'dan kazmayı aldılar ve kayaya öyle bir vurdular ki
ondan bir şimşek çaktı sanki karanlık bir evin ortasındaki bir lâmba gibi Medine vadisini
aydınlattı. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) bir fetih tekbiri getirdi, müslümanlar da peşinden tekbir
getirdiler. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) kayaya ikinci kere vurdu. Kazmanın kayaya çarpmasıyla
yine bir şimşek çaktı ki sanki karanlık bir evdeki lâmba gibi Medine vadisini aydınlattı.
Rasûlullah (s.a.v.) bir fetih tekbiri getirdi, müslümanlar da peşinden tekbir getirdiler. Sonra

64 Senedi yoktur; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 80; Kurtubî, 4/52; Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu'l-Ğayb.
65 Senedi zayıftır, İbn Cerir: 3/148, Suyuti; Lübab: s. 54, ed-Dürr: 2/14; İbn Ebî Hatim; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı
Nüzul, İhtar Yayıncılık: 80.
66 İbn Cerir Cerir et-Taberi, Câmiu'l-Beyân, 3/148.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) üçüncü kez kayaya vurdu ve onu kırdı, ondan yine bir şimşek çakıp
Medine vadisini aydınlattı, sanki karanlık bir evin ortasındaki bir lâmba gibi. Allah'ın Rasûlü
(s.a.v.) yine bir fetih tekbiri getirdi. Rasulullah (s.a.v.) sonra Selman'ın elinden tutarak
hendekten çıktı. Selman:
"Ey Allah'ın elçisi, anam babam sana feda olsun, şimdiye kadar hiç görmediğim bir şey gördüm." dedi. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) kavme döndü ve:
"Selman'ın söylediğini sîz de gördünüz mü?" diye sordu,
"Anamız babamız sana feda olsun ey Allah'ın elçisi, gördük ki kayaya vurdun, ondan dalga
gibi bir şimşek çaktı, senin tekbir getirdiğini görünce biz de tekbir getirdik, bundan başka bir
şey de görmedik." dediler. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):
"Doğru söylediniz. İlk vuruşumda gördüğünüz şimşek çaktı ve bana Hîre saraylarını ve
Kisrâ'nın Medâin'ini aydınlattı. Onlar sanki köpek dişleri gibiydiler. Cibril bana haber verdi
ki ümmetim onlara galip gelecek. Sonra ikinci vuruşumda gördüğünüz şimşek çaktı ve bana
Rum ülkesindeki kırmızı sarayları aydınlattı. Köpek dişleri gibiydiler. Cibril bana haber verdi
ki ümmetim onlara galip gelecek ve onları ele geçirecek. Sonra üçüncü vuruşumda
gördüğünüz şimşek çaktı ve bana San'â saraylarını aydınlattı. Sanki köpek dişleri gibiydiler.
Cibrîl bana haber verdi ki ümmetim onları ele geçirecek. "Müjdeler olsun, Allah onları zafere
ulaştıracak, mükdeler olsun, Allah onları zafere ulaştıracak." dedi," buyurdu. Müslümanlar
bu müjdeye sevindiler ve:
"Dosdoğru, gerçek bir va'd ile bize va'dde bulunan, bu kuşatmadan sonra bize zaferi va’deden
Allah'a hamdolsun." dediler.
Medine'yi kuşatan ahzâb bozulup gidince müslümanlar:
"Bu, Allah'ın ve Rasûlü'nün va'dettiğidir..." dediler. Münafıklar da:
"Hiç şaşmıyor musunuz? Size hikâye anlatıyor, sizi olmıyacak umutlara sevkediyor, size bâtıl
va'dlerde bulunuyor. Size Yesrib'den Hîre saraylarını, Kisrâ'nın şehirlerini gördüğünü ve siz
korkudan hendek kazar, yüzyüze savaşmaya güç yetiremezken sizin bunları fethedeceğinizi
haber veriyor." dediler de "Hatırla o zamanı ki münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar:
Allah ve Rasûlü'nün va'dettikleri boş bir aldatmadan ibaretmiş, diyorlardı..."67 ve "De ki: Ey
hükümranlığın sahibi olan Allahim..." âyetleri nazil oldu."68
5- Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin
sınırlarını çizip, her on kişilik gurubun "kırk zira'lık bir yer kazmalarını" söyledi.
Müslümanlar hendek kazarken, bir yerde kazmaların gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya
karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân (r.a.)'ı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gönderdiler, o da
durumu haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Selmân'ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir
vuruş vurdu ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı aydınlatan bir
şimşek çıktı. Bunun üzerine hem Hz. Peygamber, hem de müslümanlar tekbir getirdiler. Hz.
Peygamber (s.a.v.),
"Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre'nin köşkleri bana göründü" dedi. İkinci
vuruşunda,
"Bana, Rum diyarının kırmızı sarayları göründü"; üçüncü vuruşta da,
"Bana, San'a’nın sarayları göründü" dedi.
"Ve Cebrail (a.s) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber verdi, müjdeler
olsun" buyurdu.
Bunun üzerine münafıklar,
"Peygamber’inizin asılsız va'adlerde bulunuşuna, Yesrib (Medine)'den, Hîre'nin köşklerini ve
Kisra'nın saraylarını size haber verişine ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz?
Halbuki siz şu anda, savaşa çıkmaya bile kadir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek
67 Ahzâb: 33/12.
68 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 21/85-86; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 4/303; el-Vâhıdî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 71-72.
kazıyorsunuz" dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerime nazil oldu."69
6- Ebu Süleyman ed-Dimaşkî der ki:
"Yahudiler: "Vallahi biz peygamberliği İsrail oğullarından başkasına nakleden birine asla itaat
etmiyeceğiz." dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu."70

28. Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri kendilerine çok yakın dost edinmesin. Kim
bunu yaparsa ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbas dedi ki:
'Yahudiler'den Ka'b ibnu'l-Eşref’in antlaşmalısı Haccac b. Amr, Kehmes b. Ebi'I-Hukayk ve
Kays b. Zeyd, dinlerinden ötürü kendilerini fitneye düşürmek maksadıyla, Ensar'dan bir
grupla dostluk oluşturmuşlardı. Bunun üzerine Rıfae b. Münzir ibnu'z-Zübeyr (doğrusu Rifâa
ibn Abdulmünzir ibn Zenber71), Abdullah72 b. Cübeyr ve Said b. Hayseme, bu gruba dediler
ki:
"Şu Yahudiler'den uzak durun, onlarla devamlı buluşup dostluk kurmaktan sakının ki sizi
dininizde fitneye düşürmesinler." Bu kimselerse o Yahudilerle dostluk kurup, meclislerine
devam etmekten kaçınmadılar. Nihayet Allah Teala bu âyeti indirdi."73
2- Kelbî dedi ki:
"Bu âyet, münafıklar; Abdullah b. Ubeyy ve adamları hakkında nazil oldu. Bunlar Yahudi ve
müşriklere dost oluyor, onlara haberler getiriyor ve Rasulullah (s.a.v.)'a karşı, Yahudi ve
müşriklerin üstün gelmelerini ümit ediyorlardı. Bunun üzerine Allah Teala bu âyeti indirip,
Mü'minleri, onlar gibi yapmaktan men etti."74
3- Cüveybir, Dahhak ve İbn Abbas yoluyla şu rivayette bulundu:
"Bu âyet Ubade b. Samit el-Ensarî hakkında nazil oldu. Bu zat, Bedir Harbine iştirak etmiş
seçkin bir sahabi idi. Onun Yahudiler'den yeminli dostları vardı. Peygamber (s.a.v.) Ahzab
Günü harbe çıktığında, Ubade dedi ki:
"Ey Allah'ın Nebî'si, benim Yahudiler'den beşyüz adamım var. Onların benimle birlikte harbe
çıkacakları görüşündeyim. Haydi düşmana karşı onlardan yardım iste." Bunun üzerine Allah
Teala bu âyeti indirdi."75
4- Mukâtil ibn Süleyman ve Mukâtil ibn Hayyân'a göre ise bu âyet Mekke kâfirlerine dostluk
ve sevgi gösteren Hâtıb ibn Beltea ve başkaları hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ, onları
bu sevgiden nehyetti.76

5- Bu âyet-i kerimenin "müşriklerin kendisinden söylemesini istediği bazı kelimeleri söylediği
zaman Ammâr ibn Yâsir hakkında" nazil olduğu da söylenmiştir.77

6- Bu âyet-i kerimenin hükmünün nüzul sebebi olarak zikredilen bütün grup ve şahısları altına
aldığında elbette hiç kuşku yoktur.78
28. … Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Asıl Allah size
kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet Allah'adır varış.

69 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb.
70 İbnu'i-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 2/68..
71 İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğâbe, 2/230.
72 Fahreddin er-Râzî’nin rivayetinde Abdurrahman.
73 İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/152, Sııyuti; Lübab: s. 54, ed-Dürr: 2/16; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı
Nüzul, İhtar Yayıncılık: 82; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb.
74 Kelbî yalancılıkla itham olunmuştur. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 82; Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu'l-Ğayb.
75 Senedi çok zayıftır; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 82; Revâiu'l-beyân, 1/399; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb.
76 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/371; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb.
77 el-Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, 4/38.
78 Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/133.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Hasan el-Basri şöyle demiştir:
"Müseylemetü'l-Kezzab, Hz. Peygamber'in ashabından olan iki adam yakaladı Onlardan
birisine,
"Sen, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam
"Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme,
"Benim de Allah'ın Rasulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam
"Evet" dedi. Müseyleme, kendisinin Beni Hanife Kabilesi'nin Peygamberi, Hz. Muhammed'in
de Kureyş Kabilesi'nin Peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine o adamı bırakıp
diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehâdette bulunuyor
musun?" dedi. Adam,
"Evet" dedi. Daha sonra,
"Benim de Allah'ın Rasulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam üç kere,
"Ben sağırım." dedi. Müseyleme bunun üzerine yanına gelerek onu katletti. Bu olay Hz.
Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu:
"Şu öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdki üzere gitti. Allah mübarek etsin. Diğeri
ise, Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur."
Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde,
zorlananlar müstesna" 79 âyetidir.80

31. De ki: Eğer Allah'ı seviyor idiyseniz bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Hasan el-Basri ve İbn Cüreyc dediler ki:
"Rasulullah (s.a.v.)'ın devrinde bazı kavimler, Allah'ı sevdiklerini iddia etmişler ve:
"Ey Muhammed, biz gerçekten Rabbimizi seviyoruz" demişlerdi. Allah Teala da bu âyeti
indirdi."81
Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirmiş ve Hz. Muhammed’e emretmiştir ki "Biz rabbimizi
seviyoruz." diyenlere de ki "Eğer sizler, gerçekten Allah’ı seviyorsanız onun Peygamberi olan
bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." Böylece Allah’u teala, Hz.
Muhammed’e uymayı, sevgisi için bir alâmet, ona karşı çıkmayı da azabı için bir nişane yapmıştır.
Taberî, bu rivayette adı geçen kavim'in Necran hey'eti olduğunu söyler.82
2- Cüveybir, Dahhak ve İbn Abbas yoluyla şu rivayette bulundu:
"Peygamber (s.a.v.), Mescid-i Haram'da bulundukları bir sırada Kureyş'in karşısına dikildi.
Bunlar putlarını dikmişler, üzerlerine deve kuşu yumurtaları bağlamış ve kulaklarına da
salkım salkım küpeler takmışlardı, onlara secde ediyorlardı. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Ey Kureyş topluluğu, siz gerçekten babanız İbrahim ve İsmail'in dinine muhalefet ettiniz.
Zira onlar İslâm üzere idiler." Kureyş dedi ki:
"Ey Muhammed, biz bu putlara ancak Allah sevgisi, bizi derece derece Allah'a yaklaştırsınlar
diye ibadet ediyoruz." 83 İşte bu sebeple Allah Teala bu âyet-i kerimesini indirdi."84
3- Kelbî, Ebû Salih ve İbn Abbas yoluyla şunu rivayet etti:
"Yahudiler:
79 Nahl: 16/106.
80 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb.
81 İbn Münzir; Suyuti; Lübab: s. 55, ed-Dürr: 2/17, İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân, 3/155; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi,
Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 82.
82 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân, 3/155.
83 Zümer: 39/3.
84 Cüveybir gerçekten çok zayıftır; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 82-83; Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/17.
"Biz Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz" 85 deyince, Allah Teala bu âyeti indirdi. Ayet nazil
olunca Rasulullah (s.a.v.) bu âyeti Yahudiler'e bildirdi. Onlarsa bu âyeti kabullenmekten
kaçındılar."86
4- Muhammed b. İshak b. Yesar, Muhammed b. Cafer b.Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etti:
"Bu âyet, Rasulullah ile tartışan Necran Hıristiyanları hakkında nazil oldu. Onlar:
"Biz ancak Allah'a olan sevgi ve ta'zimimizden dolayı İsa'ya ta'zimde bulunuyor ve ona ibadet
ediyoruz" dediler de bu yüzden onları reddetmek için Allah Teala bu âyeti indirdi."87
5- Genel değerlendirme:
a- Taberi diyor ki:
"Bu son görüş tercihe şayandır. Zira bu surenin başından buraya kadar, doğrudan veya dolaylı
olarak Necran heyeti zikredilmiştir. Surenin başından buraya kadar, Rasulullah döneminde
yaşayıp ta "Biz Allah’ı seviyoruz" diyen bir topluluktan bahsedilmemiş, ayrıca Hasan-ı
Basri’den rivayet edilen bu haberin sıhhatine dair herhangi bir delil de bulunmamıştır. Ancak
Hasan-ı Basri, bu toplulukla, Necran heyetini kastetmiş olursa o zaman da âyetin nüzul
sebebi, bizim tercih ettiğimiz sebep olur. Yani, Allah teala bu âyet-i kerimesiyle kendisini
sevdiklerini iddia eden Necran heyeti Hristiyanlarına, Hz. Muhammed’e tabi olmalarını ve
ancak ona tabi olduklarında kendisini sevmiş olabileceklerini bildirmiş, Allah rızası için Hz.
İsa’yı sevdikleri iddialarının da ancak Hz. Muhammed’e tabi olmalarıyla doğru olabileceğini
beyan etmiştir." 88
b- Fahreddin er-Razi der ki:
"Hülâsa olarak, bu insan gruplarından herbiri Allah'ı sevdiğini ve Allah'ın rızası ile taatını
gözettiklerini iddia ederler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Peygamberi Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Ey habibim, "Eğer Allah'ı sevdiğiniz iddianızda doğru iseniz, O'nun emirlerine
boyun eğip, O'na muhalefet etmekten kaçının" de" buyurmuştur."89
32. De ki: "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse hiç şüphesiz Allah kâfirleri
sevmez.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor:
"De ki; eğer Allah'ı seviyor idiyseniz..."90 âyet-î kerimesi nazil olunca Abdullah ibn Ubeyy:
"Muhammed kendine itaati Allah'a itaat gibi kıldı. Bize, hristiyanların İsa'yı sevdiği gibi
kendisini sevmemizi emrediyor." dedi de bu âyet-i kerime nazil oldu.91

2- Hz. Peygamber (s.a.v.) yahudileri İslâm'a çağırdığında onlar:
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Biz Allah'ı, senin çağırdığından daha çok severiz."
demişler de "De ki: Eğer Allah'ı seviyor idiyseniz..." âyeti ve bu âyet-i- kerime nazil olmuş.
92
Bunun üzerine Hz. Peygamber yahudilere bu âyet-i kerimeyi arzetmiş de kabulden imtina
etmişler.93

33. Hiç şüphesiz Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını ve İmran ailesini âlemler üzerine
seçip mümtaz kıldı.

85 Maide: 5/18.
86 Kelbî yalancılıkla itham olunmuştur; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 83; Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/17.
87 Mürsel hadistir. İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân, 3/155, Suyuti; ed-Dürr; 2/17; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı
Nüzul, İhtar Yayıncılık: 83; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/17.
88 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân, 3/156.
89 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/17.
90 Al-i İmran: 3/31.
91 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/374; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/19.
92 İbnu'i-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/374.
93 Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 3/130.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbâs'tan rivayete göre yahudiler:
"Biz, İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un çocuklarıyız ve onların dini üzereyiz." demişlerdi de bu
âyet-i kerime nazil oldu."94

39. "O, mihrabda durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Gerçekten Allah
sana, kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, efendi, hâkim ve sâlihlerden bir Peygamber olan
Yahya'yı müjdeler."
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Süddî şöyle demiştir:
"Birisi Yahya (a.s.)'ya. diğeri de İsâ (a.s.)'ya hamile iken, Hz. Yahya'nın annesi Hz. İsa'nın
annesiyle karşılaşır ve ona,
"Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem de,
"Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (a.s.)'nın hanımı,
"Ben karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum" dedi.
İşte, "Allah'tan olan bir kelimeyi tasdik edici" âyeti ile ifâde edilen budur."95
2- İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
"Yahya (a.s.). Hz. İsa'dan altı ay daha büyük idi ve Hz. İsa (a.s.)’nın Allah'ın kelimesi ve
ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh) olduğuna ilk iman eden ve tasdik eden Yahya (a.s.)
olmuştu. Sonra Yahya (a.s.), İsa (a.s.) göğe kaldırılmazdan önce öldürüldü." 96
51. Şüphesiz ki Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O halde ona kullak edin. İşte
dosdoğru yol budur.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu ayet-i kerime, Hz. İsa’dan bir haber nakletmekte ise de aslında bu, Hz.
Muhammed’le tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı Rasulullah’a bir delildir.
Zira onlar, Hz. İsa hakkında, onu uluhiyet mertebesine ulaştıracak çeşitli iddialarda
bulunmuşlar, âyet-i kerime de onların bu iddialarını çürütmüş, Hz. İsa’nın, Allah’ı rab kabul
ettiğini bildirmiştir." 97

55. Hani Allah İsa’ya şöyle demişti: "Ey İsa seni vefat ettirecek benim. Seni katıma
yükseltecek, kafirlerden seni tertemiz olarak ayıracak, sana tabi olanları kıyamet gününe
kadar kafirlerden üstün kılacak ta benim. Sonra dönüşünüz yine banadır. İhtilaf ettiğiniz
konularda aranızda hükmümü vereceğim.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Allah teala, âyet-i kerimede, Hz. İsa’ya tabi olanları, kıyamet gününe kadar, kâfirlerden
üstün kılacağını beyan etmiştir. "Hz. İsa’ya tabi olanlar"dan maksat, Katade, Rebi' b. Enes,
İbn-i Cüreyc, Süddi ve Hasan-ı Basri’ye göre Müslümanlardır. Bu görüşe göre ayetin mânâsı
şöyledir. "Ey İsa, senin yolunda ve dinin olan İslamda sana uyan müslümanları, senin
Peygamberliğini yalanlayan ve senin getirdiklerini reddeden kâfirlerden kıyamet gününe
kadar üstün kılacağım."
İbn-i Zeyd’e göre ise, Hz. İsa’ya tabi olanlardan maksat, Hristiyanlar, kâfirlerden maksat ise
Yahudilerdir. Buna göre âyetin mânâsı "Ey İsa, sana tabi olan Hristiyanları, kıyamet gününe

94 Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 3/130.
95 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
96 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
97 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
kadar, seni inkâr eden Yahudilerden üstün kılacağım." şeklindedir. 98
58. İşte bu sana okuduğumuz (kıssalar) âyetlerden ve hikmet dolu zikirdendir.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Hasan (r.a.) dedi ki:
"Necrân rahibleri Rasûlullah'a geldi. Onlardan biri Rasûlullah'a:
"İsa'nın babası kim?" diye sordu. Rasûlullah, Rabbi kendisine emredinceye kadar acele
etmezdi. Bunun üzerine, Rasûlullah’a Al-i İmran: 3/58-60 ayetleri indi." 99
59. Muhakkak İsa'nın misali Allah katında Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona: ol! dedi o da oluverir.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Müfessirler, bu âyetin, Necrân heyeti Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanında bulunuyorken nazil
olduğunda ittifak etmişlerdir.100
2- Âmir eş-Şa'bi, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, İkrime, Muhammed b. Cafer ve İbn-i
Zeyd bu âyet-i kerimenin, Rasulullah ile, Hz. İsa hakkında tartışmaya giren Necran
Hristiyanları heyetine bir cevap olarak Rasulullah’a indirildiğini söylemişlerdir. 101
3- Müfessirler dediler ki;
"Necran elçileri gelip Rasulullah (s.a.v.)'a:
"Sana ne oluyor da İsa'ya sebbedi(sövü)yorsun?" dediler. Rasulullah (s.a.v.);
"Ne diyorum ki!?" buyurdu. Onlar da:
"Onun bir kul olduğunu söylüyorsun" dediler, Rasulullah (s.a.v.) da:
"Evet o Allah'ın kulu ve elçisi, erkeklere ihtiyaç hissetmeyen bakire Meryem'e bıraktığı kimsedir" buyurdu. Bunun üzerine elçiler çok kızdılar ve dediler ki:
"Sen hiç şimdiye kadar babasız bir insan gördün mü? Eğer doğru söylüyorsan onun bir
benzerini bize göster" İşte bu söz üzerine Allah Teala bu âyeti indirdi."102
4- Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed el-Harisi, Abdullah b. Muhammed b. Cafer'den, o, Sehl
Ebû Yahya er-Razi'den, o, Sehl b. Osman'dan, o, Yahya ve Veki'den, onlar, Mübarek'ten, o da
Hasan'dan şöyle dediğini bize haber verdi:
"Necran'ın iki rahibi, Nebî'ye geldiler de onlara İslam'ı arzetti. Onların biri:
"Biz zaten senden önce gerçekten müslüman olmuştuk" dedi. Peygamber (s.a.v.) de:
"Yalan söylediniz, Zira üç husus sizi İslâm'dan men etmektedir. Haç’a tapmanız, domuz eti
yemeniz ve Allah'a çocuk nisbet etmeniz" buyurdu. Onlar da:
"İsa'nın babası kim?" dediler. Rasulullah (s.a.v.), Rabbi kendisine emredinceye kadar acele
etmezdi. Nihayet Allah Teala bu âyeti indirdi."103
5- Erzak İbni Kays dedi ki:
"Nebî Aleyhisselâm'a Necrân'ın ileri geleni ve âkib'i104 geldi. Aleyhisselâm onlara İslam'ı arz
etti. Onlar:
"Biz senden önce Müslüman olduk." dediler. Aleyhisselâm:
"Yalan söylediniz, çünkü üç şey İslâm'ı sizden men etti; Allah çocuk edindi sözünüz, domuz eti
yemeniz ve putlara tapmanız." buyurdu. Onlar:
"İsa'nın babası kim?" dediler. Rasûlullah, Allahü Teâlâ, Al-i İmran: 3/59-62 ayetlerini
indirinceye kadar onlara cevap vermedi. Âyet inince onları Mülaaneye (lanet edişmeye)

98 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
99 İbn Ebî Hatim; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/136-137.
100 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
101 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
102 Senedsizdir; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 83; Kurtubî, 4/103.
103 Suyuti; Lübab: s. 55; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 83; Kurtubî, 4/103.
104 Derece bakımından ileri gelenden sonra gelen
çağırdı, onlar bundan kaçındılar, cizyeyi kabul ettiler ve döndüler." 105
6- Avfî yoluyla İbn Abbas (r.a.)’tan rivayet edildi:
"Ehli Necrân'dan bir cemâat, Nebî Aleyhisselâm'a geldiler. Onların içinde seyyit ve âkip106
vardı:
"Bizim sahibimiz hakkında ne dersin?" dediler. Aleyhisselâm:
"O kim?" buyurdu. Onlar:
"İsa'dır. Sen, onu Allah'ın kulu zannediyorsun" dediler. Aleyhisselâm:
"Evet, o Allah'ın kuludur." buyurdu. Onlar:
"Sen, onun benzerini gördün mü veya sana haber verildi mi?" dediler. Sonra Aleyhisselâm'm
yanından çıktılar. Aleyhisselâm'a Cibril geldi ve:
"Sana geldiklerinde onlara, Al-i İmran: 3/59-60 ayetlerini oku" dedi." 107
7- Abdullah b. Abbas şöyle dedi:
"Necran halkından bir heyet, Muhammed (s.a.v.)’e geldi. İçlerinde "Seyyid" ve "Âkıb" diye
vasıflandırdıkları iki kişi de bulunuyordu. Onlar, Muhammed (s.a.v.)’e:
"Sen niçin bizim arkadaşımızı sana yakışmayacak şekilde anıyorun?" dediler. Rasulullah:
"Arkadaşınız kimdir?" diye sordu. Onlar da:
"O, İsa’dır, sen onun, Allah’ın kulu olduğunu iddia ediyorsun." dediler. Rasulullah da:
"Evet, o Allah’ın kuludur." diye cevap verdi. Onlar da:
"Sen, hiç babasız doğan İsa’nın bir benzerini gördün mü? Veya böyle birisi sana bildirildi
mi?" diye sorup sonra Rasulullah’ın yanından çıktılar. Bunun üzerine Cebrail Rasulullah’a,
her şeyi işiten ve bilen Allah’ın emrini getirdi ve Rasulullah’a dedi ki:
"Onlar sana geldikleri zaman onlara de ki: "Allah katında İsa’nın durumu da Âdem’in
durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı. Sonra ona "Ol" dedi ve o da oluverdi."
8- İbn Abbâs'tan rivayet olunuyor:
"Necran hritiyanlarından bir hey'et gelmişti. Seyyid ve Akıb da içlerindeydi. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e:
"Ey Muhammed, dostumuzu (Hz. İsa'yı kastediyorlar) zikrediyormuşsun" dediler. Hz.
Peygamber (s.a.v.):
"Nasıl zikrediyomuşum?" diye sordu.
"Onun Allah'ın kulu olduğunu iddia ediyormuşsun." dediler. Efendimiz (s.a.v.):
"Evet, O Allah'ın kuludur." buyurdu.
"Hiç İsa gibisini gördün veya haber aldın mı?" dediler, sonra yanından çıktılar. Onların
arkasından Cibril Allah'ın emrini getirdi: "Sana geldiklerinde onlara de ki: Allah katında
İsa'nın misali aynen Adem'in misali gibidir..."
9- Selem İbni Abdi Yeşu' tarikından, o babasından, o babasından anlattı:
"Rasûlullah kendisine "Tâ, Sin, Süleyman (Neml Suresi)” inmeden önce Necrân ehline,
İbrahim, İshak ve Yakub’un ilâhının adıyla; Allah'ın Nebisi Muhammed'den…" diye hadisin
sonuna kadar yazdı. Orada şöyle anlatılır:
"Rasûlullah'a, Şerahbîl İbni Vedâatü'l Hemedânî, Abdullah îbni Şerahbîl el-İsbahânî ve
Cebbar el-Harsî gönderildi. Onlar Rasûlullah'a geldiler, Rasûlullah'a sorular sordular.
Rasûlullah onlara sordu. Rasûlullah ile onlar arsında soru sorma devam etti ve:
"İsa hakkında ne dersin?" sorusuna kadar geldiler. Aleyhisselâm:
"Bu gün benim yanımda bir şey yok, yarın gelin size haber vereyim." dedi. Ertesi gün olunca
Allahü Teâlâ Al-i İmran: 3/59-61 ayetlerini indirdi." 108

10- Şa'bî rivayetinde ise Necran heybetinin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:
"Bize Meryem oğlu İsa'dan bahset, ondan haber ver." dedikleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
"O, Allah'ın Meryem'e ilka eylediği (bıraktığı) bir kelimesidir." buyurduğu ve onların

105 İbn Sa'd, Tabakat; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/138.
106 Seyyitten sonra gelen
107 İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/137.
108 Beyhakî, Delâil; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/137-138.
"İsa'nın bunun üstünde olması gerekir." demeleri üzerine
"Hiç kuşkusuz İsa'nın misali Adem'in misali gibidir..." âyetinin;
"İsa'ya, Adem gibi olmak yaraşmaz." demeleri üzerine de
"Artık sana bu ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında tartışırsa..." âyet-i
kerimesinin nazil olduğu kaydedilmiştir.109

11- Bu hadise ile ilgili Katâde rivayeti de şöyledir:
"Necran halkının iki efendisi ve papazları Seyyid ve Akıb Hz. Peygamber (s.a.v.)'e geldiler ve
Ona İsa'yı sordular:
"Her adem oğlunun bir babası var. İsa'nın durumu nedir ki babası yok?" dediler de Allah
Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi."
12- Bu konudaki Suddî rivayeti biraz daha farklı olup Necrân'dan gelenleri dört kişi olarak
vermektedir. Buna göre: Hz. Peygamber, kendisine peygamberlik verilip de risaletini etrafa
yaymaya başlayınca Necranhlar da duydular ve onların en hayırlılarından dört kişi Efendimiz
(s.a.v.)'e geldiler: Seyyid, Akıb, Masergis ve Marihar. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'e İsa
hakkında ne dediğini sordular. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):
"O, Allah'ın kulu, ruhu ve kelimesidir." buyurdu. Onlar,
"Hayır" dediler "Fakat o Allah'tır. Krallığından indi, Meryem'in içine girdi, sonra oradan çıktı,
bize kudretini ve emrini gösterdi. Sen hiç babasız olarak yaratılmış bir insan gördün mü?"
Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi."110

13- Aslında âyet-i kerime tamamen Necran hristiyanları hey'eti ve onların Hz. Peygamber
(s.a.v.) ile münakaşaları etrafındaki konuları ihtiva etmekle birlikte Suddî rivayeti sanki başka
bir sefer daha olmuş, Necranlılar hicretin dokuzuncu senesinde olan bu ziyaretleri dışında ve
daha önce bir kere daha gelmişler zehabını vermektedir. Seyyid ve Akıb'ın Medine-i
Münevvere'ye daha önce bir kere daha gelmiş olmaları caiz ise de aslında hadise tarihi
kayıtlara bir kere vukubulmuş olarak geçmiştir. Suddî rivayetini bu çerçevede değerlendirmek
ve zikredilen diğer iki Necran’lının da münakaşalara katılmamakla birlikte Seyyid ve Akıb'la
birlikte bu seferde bulunduklarını kabul etmek rivayetler arasını birleştirmek için yeterlidir.
Yani bu âyet-i kerime de diğer Necran hey'eti hakkında inen 80 küsur âyetten birisidir ve
münakaşa konularından birine açıklık getirmektedir ve aslında Hz. İsa konusunda bu
mealdeki iddia ve münakaşalar bitmediğine ve hattâ daha da alevlendiğine göre Hz. İsa'nın
ulûhiyyetini iddia eden bütün hristiyanlar bu âyet-i kerimenin hükmü altına girmektedir.111
61. Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: Gelin,
oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım,
sonra da dua ve niyazda bulunup Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Hz. İsa ile ilgili bu âyetlerin, Hristiyan olan Necranlıların, Rasulullah’a gelen ve Hz. İsa
hakkında onunla tartışmak isteyen heyeti hakkında nazil oldukları rivayet edilmiştir. 112
2- Necranlılar Rasulullah’a gelip onunla İsa hakkında tartışarak, o zamanın âdetinden olan
"Lanetleşme"yi teklif ettiler. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. 113

3- Ebû Said Abdurrahman b. Muhammed ez-Zimcarî, Ahmed b. Cafer b. Malik’ten, o
Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'den, o babasından, o Hüseyn'den, o Hammad b. Seleme'den, o
Yunus'tan, o da Hasan'den şöyle dediğini bize haber verdi:
"Necran'ın iki rahibi Peygamber (s.a.v.)'e geldiler. Rasulullah (s.a.v.) da onlara:
"Müslüman olun, selamete erin" buyurdu. Onlar da:

109 Suyûtî, ed-Durru'1-Mensûr, 2/229.
110 Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/207-208.
111 Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/135-136.
112 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
113 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
"Biz senden önce zaten müslüman olmuştuk" dediler. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Yalan söylediniz. Sizi İslâm'dan men eden üç şey var; Haç’a secde etmeniz, "Allah çocuk
edindi" demeniz ve şarap içmeniz." Onların:
"İsa hakkında ne dersin?" demeleri üzerine Nebî birşey söylemeyip, sükût etti. Sonra
Kur'an'dan şu âyetler nazil oldu:
"İşte bunu, biz sana Kur'an'ın âyetlerinden ve hikmet dolu zikirden peyderpey okuyoruz.
Doğrusu Allah katında, İsa'nın misali, Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra
ona "ol" dedi, o da oluverdi. Bu hak ve hakikat, Rabbin'den gelen bir gerçektir. Binaenaleyh
sen sakın şüphe edenlerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra her kim seninle
münakaşaya kalkarsa şöyle de: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım canı gönülden, hepimiz birarada olarak
dua ve niyaz edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine okuyalım."114

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) onları karşılıklı lanetleşmeğe davet etti ve kendisi Hasan'ı,
Hüseyn'i, Fatıma'yı, ehlini ve çocuğunu getirdi. Bunlar Rasulullah (s.a.v.)'ın huzurundan
çıkarlarken biri diğerine:
"Cizye vermeyi kararlaştır da O'nunla lanetleşme" dedi. O da cizyeyi kararlaştırdı. Sonra
dönüp:
"Cizyeyi kabul ediyor ve seninle lanetleşmiyoruz" dediler, böylece cizye vermeyi kabul
ettiler."115
4- Hafız Abdurrahman b. Hasan, kendisinden rivayet etmem hususunda bazen izin vererek,
Ebû Hafs Ömer b. Ahmed el-Vaiz'den, o Abdullah b. Süleyman b. Eş'as'tan, o Yahya b. Hatim
el-Askerî'den, Bişr b, Mihran'dan, o Muhammed b. Dinar'dan, o Davud Ebû Hind'den, o
Şa'bi'den, o da Cabir b. Abdillah'tan şöyle dediğini bana haber verdi:
"Necran ahalisinin elçileri olan Âkıb ve Seyyid denilen kişiler, Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna
geldiler. O da kendilerini İslâm'a davet etti. Onlar da:
"Biz zaten senden önce müslüman olmuştuk" dediler. Rasulullah (s,a.v.) da buyurdu ki:
"Yalan söylediniz. Şayet istiyorsanız sizi İslâm'dan men eden şeyi, size haber veririm." Onlar
da:
"Bize haber ver bakalım" dediler. Buyurdu ki:
"Haç sevgisi, şarap içme ve domuz eti yeme." Sonra onları karşılıklı lanet okumaya çağırdı.
Onlar da sabahleyin kendisiyle buluşmak üzere Rasulullah (s.a.v.)'a söz verdiler. Rasulullah
(s.a.v.) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'in ellerinden tutarak sabahleyin geldi, sonra o iki rahibe
haber yolladı. Onlar davete gelmekten kaçındılar ve Rasulullah (s.a.v.)'a haraç vermeyi
taahhüd ettiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) de buyurdu ki:
"Beni hakla gönderen Allah'a yemin olsun ki eğer o iki rahib bu lanetleşmeyi yapsalardı,
elbette vadiye ateş yağacaktı." Cabir dedi ki:
"İşte: "...De ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı,
kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım canı gönülden, hepimiz birarada olarak dua ve niyaz
edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine okuyalım." âyeti nazil oldu." 116
5- Şa'bi dedi ki:
"Ayette geçen: "oğullarımız" dan maksad Hasan ve Hüseyn'dir, "kadınlarımız" dan maksad
Fatıma'dır, "kendimiz" den maksad da Ali b. Ebî Talib'dir."117
6- Bu hadise İslâm tarihinde Yemen Necranı hristiyanları Hey'etinin Medine-i Münevvere'ye
gelmesi ve bu hey'et ile Hz. Peygamber arasında yapılan tartışmalarda kendilerine getirilen
bütün delillere karşı küfür ve inatlarında ısrar edip İslama gelmemeleri üzerine Hz.
Peygamber tarafından Allah'ın emriyle karşılıklı lânetleşmeye çağrılmaları (Mübâhele) ve
onların da bundan çekinerek cizye vermeyi kabul edip kabilelerine dönmeleri hadisesi olarak

114 Al-i İmran: 3/58-61.
115 Mürsel hadistir. İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 84.
116 İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 84-85.
117 Hakim; Müstedrek: 2/593, 594, Suyuti; ed-Dürr: 2/38; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 85.
meşhurdur ve hicretin dokuzuncu senesinde meydana gelmiştir.
Şimdi özellikle bu âyetin, genelde ise bu sûrenin başından itibaren bir rivayete göre otuz
küsur, bir rivayete göre de 83 âyetin nüzulüne sebep olan hadise ile ilgili rivayet ve ayrıntılara
bakalım:
İbn İshâk der ki:
"Necran hristiyanları hey'eti altmış binitli olarak Rasûlullâh (s.a.v.)’a geldiler. İleri
gelenlerinden ondördü içlerindeydi. Bunlar: Akıb olarak bilinen Abdulmesîh, Seyyid olarak
bilinen el-Eyhem, Bekr ibn Vâil oğullarından Ebu Harise ibn Alkame, Uveys (veya Evs),
Haris, Zeyd, Kays, Yezîd, Nebîh, Huveylid, Amr, Hâlid, Abdullah ve Yuhannes idiler.
Bunların esas söz sahibi olanları da şu üçüydü: l. Akıb: Hey'etin başkanı, görüşlerinin sahibi
ve her konuda kendisine danışılan kişiydi. Ancak onun görüşü ile hareket ederlerdi. 2.
Seyyid: Vezirleri ve toplantılarının sahibiydi. 3. Ebu Harise ibn Alkame: Piskoposları,
imamları ve medreselerinin sahibi idi.
Bekr ibn Vâil oğulları araplarından olup hristiyanlığı kabul etmiş, dininde salâbeti ve ilminin
derinliğini bildikleri için rumlardan ve krallarından çok ikram ve ihsanlara nail olmuş, kendisi
için kiliseler ve medreseler yapılmış, kendisine mal ve hizmetçiler verilmişti. Bu Ebu Harise,
okumuş olduğu eski kitablardan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vasıflarını ve durumunu çok iyi
bilmesine rağmen bulunduğu makam ve gördüğü muamele sebebiyle İslâm'a gelmiyor,
hristiyanlıkta kalmaya devam ediyordu. Bu hey'et içinde kardeşi Kürz ibn Alkame de
bulunuyordu.
Bunlar ikindi namazı kılınırken Medine-i Münevvere'ye geldiler, üzerlerinde yemenli süslü
elbiseleri, cübbeleri, ridâları vardı. Mescid-i Nebevî'de Rasûlullâh (s.a.v.)'ın yanına girdiler.
Onları gören sahabeden bazıları diyorlar ki:
"O kadar güzel ve gösterişli giyinmişlerdi ki ne onlardan önce, ne de onlardan sonra onlardan
daha gösterişli bir hey'et görmedik."
Kendi namaz (ibadet) vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'de namaz kılmak üzere kalktılar.
Efendimiz (s.a.v.):
"Bırakınız kılsınlar." buyurdu. Mescid'de doğuya doğru yönelerek namazlarını kıldılar.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) onlardan Ebu Harise ibn Alkame ve Akıb Abdulmesîh ile veya Seyyid
el-Eyhem ile konuştu. Onlar, hristiyanlıktan melik'in dini üzere (yani Melkânî) idiler. Dediler
ki:
"İsa Allah'tır, İsa Allah'ın oğludur, İsa üçün üçüncüsüdür." Bu sözlerini şöyle delillendirdiler:
"O Allah'tır." sözü hakkında: "O, ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gâibden haber verir,
çamurdan kuş şekli yapar, ona üfürür, o da kuş olurdu." dediler.
"O Allah'ın oğludur." iddiaları hakkında şunları söylediler: "Onun, bilinen bir babası yoktur.
Kendisinden önce Adem oğlundan hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmış, beşikte
konuşmuştur."
"O, üçün üçüncüsüdür." iddiaları hakkında da: "Allah Tealâ'nın: "Yaptık, ettik, emrettik,
yarattık, hükmettik." şeklindeki sözlerini delil getirerek "Şayet bir olsaydı yaptım, hükmettim,
emrettim, yarattım, derdi. Halbuki O, kendisi, İsa ve Meryem'den ibarettir." dediler.
Hz. Peygamber bunlara:
"İslâm'a geliniz, müslüman olunuz." buyurdu
"Biz zaten müslümanız." dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Siz müslüman değilsiniz, İslâm'a giriniz." buyurdular. Onlar yine:
"Hayır, biz senden önce müslümaı olduk." dediler. Efendimiz (s.a.v.):
"Yalan söylediniz, Allah'a oğul isnad etmeniz, haça tapınmanız (veya secde etmeniz) ve
domuz eti yemeniz (Hasen'den gelen bir rivayette "domuz eti yemeniz" yerine "içki
içmeniz"),118 İslâmınızı engelliyor." buyurdular.
Bütün bunlara rağmen dinlerinde kalmakta inat ve ısrarla sorularına devam ettiler:

118 bak: Ahmed ibn Muhammed ibn Hanbel, Fedâilu's-Sahâbe, tahkik: Vasiyyullah ibn Muhammed Abbâs, Mekke, 1403/1983, 2/776.
"Ey Muhammed madem öyle İsa'nın babası kim?" dediler. Hz. Peygamber sustu, cevap
vermedi de Allah Tealâ onların her bir sözleri, iddiaları hakkında Alu İmrân sûresinin
başından itibaren seksen küsur âyeti inzal buyurdu.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile aralarında tartışma şöyle devam etti:
Hz. Peygamber onlara sordu:
"Bilmiyor musunuz Allah asla ölmeyecek olan Diri'dir, İsa ise fânidir." Onlar:
"Evet biliyoruz, öyledir." dediler. Efendimiz:
"Bilmiyor musunuz, babasına benzerliği olmıyan hiçbir çocuk yoktur." buyurdu,
"Evet biliyoruz, öyledir." dediler. Efendimiz (s.a.v.):
"Bilmiyor musunuz Rabbımız herşeye Kayyûm'dur, onu korur, rızıklandırır. Halbuki İsa
bunlardan hiçbir şeye mâlik midir?" diye sordu, onlar:
"Hayır malik değildir." dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Bilmiyor musunuz, Allah Tealâ'ya yerde ve gökte hiçbir şey gizli değildir. İsa ise Allah'ın
kendisine bildirdiğinden başka bunlardan bir şey bilir mi?" diye sordu, onlar:
"Hayır bilmez." dediler. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):
"Rabbımız İsa'yı ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi, bunu biliyor musunuz?" diye sordu,
onlar yine:
"Evet biliyoruz." dediler. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):
"Rabbımız yemez, içmez, hadesten münezzehtir, bunu da biliyor musunuz?" buyurdu, onlar:
"Evet, biliyoruz." dediler. Efendimiz (s.a.v.)'in:
"İsa'ya anası, bir kadının hâmile olduğu gibi hâmile olmuş, bir kadının çocuğunu doğurması
gibi onu doğurmuş, o da bir bebeğin gıda aldığı, beslendiği gibi beslenmişti ve hades te
yapardı. Bunları da biliyorsunuz değil mi?" sorusuna da
"Evet biliyoruz." diye cevap verince Efendimiz (s.a.v.):
"O halde İsa, zannettiğiniz gibi nasıl (ilâh ve Allah'ın oğlu) olur?" buyurdu, sustular, cevap
veremediler. Ama sonra yine inat ettiler ve:
"Ey Muhammed, sen İsa'nın Allah'ın bir kelimesi ve O'ndan bir ruh olduğunu söylemiyor
musun?" dediler. Efendimiz (s.a.v.)'in:
"Evet." cevabı üzerine:
"Eh, bu bize yeter." deyip inkârda devam ettiler. (Bunun üzerine "Allah O Allah'tır ki yegâne
ilâh O'dur, Hayy'dır, Kayyûm'dur..." âyet-i kerimesi nazil oldu.119

Nihayet Allah Tealâ: "Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de
ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi
çağıralım, sonra da dua ve niyazda bulunup Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım."
âyet-i kelimesiyle Rasûlü'nü, onları mübâhele'ye, yani açıktan karşılıklı lânetleşmeye davet
etmesini emretti. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onları müslüman olmaya, değilse lânetleşmeye
daveti üzerine:
"Ey Ebu'l-Kasım, bizi bırak, ne yapacağımız konusunda bir düşünelim, istişare edelim, sonra
gelir o dediğini yaparız." dediler ve gittiler ve Akıb ile başbaşa kaldılar. Onların görüş sahibi
olanları Akıb idi. Akib'a:
"Ey Abdulmesîh, ne dersin?" dediler. Akıb (bir rivayette piskoposları olan Ebu Harise):
"Ey hristiyanlar topluluğu, muhakkak biliyorsunuz ki Muhammed Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamberdir. İsa'nın haberi konusunda kesin hüküm ortaya koydu.
Biliyorsunuz hiçbir kavim yoktur ki peygamberi ile lânetleşmiş olsun da büyükleri kalsın,
küçükleri yetişsin. Eğer bunu yaparsanız kökünüz kazınır. Eğer bundan (lânetleşmeden)
vazgeçerseniz ancak dininizi sevdiğiniz ve sahibiniz (İsa) hakkında söylediğiniz sözlerde
devam etmek için böyle yapmış olacaksınız. Gidin onunla vedalaşın ve memleketinize

119 Bak: Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 3/75.
dönün." dedi.120
Ertesi günü Hz. Peygamber damadı Hz. Ali'yi, kızı Hz. Fâtıma'yı, torunları Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin'i çağırdı ve:
"Ey Allahım, bunlar benim ehl-i beytim’dir." buyurup121 Hüseyin'i kucağına almış, Hasan'ın
elinden tutmuş, arkasında Fâtıma, onun da arkasında Ali olduğu halde Necrânlılarla
mübâhelede bulunacakları yere geldiler ve Necranlıları mübahele için gelmeleri haberini
gönderdiler. Geldiler ve:
"Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye karar verdik." dediler. Efendimiz:
"O halde müslüman olunuz. Müslüman olursanız müslümanların lehine olan sizin de lehinize,
aleyhine olan sizin de aleyhinize olacaktır." buyurdular. Onlar bu teklifi kabul etmeyince
Efendimiz:
"O halde sizinle savaştan başka yol kalmadı." buyurdular. Onlar (bir rivayette Akıb ve
Seyyid):
"Bizim araplarla savaşacak gücümüz yok. Bizimle savaşmaman, bizi dinimizde serbest
bırakman karşılığında sana her sene bini Safer'de, bini de Receb'de ödenmek üzere iki bin
hülle ve demirden 30 zırh (cizye) vermek üzere bizimle barış yapar mısın?" dediler.
Efendimiz de bunu kabul ederek onlarla barış yaptı. Bunun üzerine onlar:
"Ashabından senin hoşnut olduğun emîn birini bizimle gönder de mallarımızda herhangi bir
konuda ihtilâfımız olduğunda bizim aramızda hüküm versin. Biz sizlerden hoşnuduz." dediler.
Hz. Peygamber:
"Size mutlaka gerçekten emîn olan birini göndereceğim. Öğleden sonra bana geliniz."
buyurdular. Onlar ayrılınca Efendimiz:
"Beni hak ile gönderene yemin ederim ki helak Necran halkının üzerine sarkmıştı. Eğer
lânetleşselerdi maymun ve domuzlara çevrilecekler, vadi onlar için ateşle dolacak (ya da vadi
üzerlerine ateş yağdıracak), ağaçlar üzerindeki kuşlara (veya ağaçlar üzerindeki serçelere)
varıncaya kadar Necran ve halkının kökleri kurutulacaktı." buyurdular."122
Aslında lânetleşmemeleri konusunda başkanları Akıb tarafından uyarılmış olmalarına ilâve
olarak piskoposları da onları uyarmış. Hz. Peygamber (s.a.v.)'i, Hasan, Hüseyin, Fâtıma ve
Ali ile gelirken görünce:
"Ey hristiyanlar topluluğu, ben öyle yüzler görüyorum ki Allah'tan bir dağın yerinden izale
edilmesini isteseler Allah onların bu isteğiyle o dağı yerinden kaldırırdı. Bununla mübahele
etmeyin, sonra helak olursunuz." demişti."123
7- Hz. Peygamber (s.a.v.) öğle namazından sonra içlerinden emîn olan birini seçmek üzere
ashabına baktılar. Huzeyfe der ki:
"Ashabdan her biri kendisini seçmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)'e görünmeye çalışıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) Ebu Ubeyde ibnu'l-Cerrâh'ı gördü ve:
"Ey Ebu Ubeyde kalk. Onlarla birlikte git ve ayrılığa düştükleri konularda onlar arasında hak
ile hüküm ver." buyurdular. O kalkınca da:
"Her ümmetin bir emîni vardır. Bu ümmetin emîni Ebu Ubeyde'dir." buyurup Necran hey'eti
ile onu gönderdiler.124

Hz. Ömer şöyle dermiş:
"O gün bu göreve gönderilmeyi istediğim kadar hiçbir görevi sevip istememiştim. O gün
erkenden Mescid-i Nebevî’ye gittim. Efendimiz namazı kılıp da kimi göndereceğini tesbit için
sağına soluna bakarken beni görsün diye uzanıyordum, ama O, Ebu Ubeyde'yi görünceye
kadar aranmaya devam etti ve onu görünce de çağırıp Necrânlılarla gitmek üzere onu

120 Abdulmelik ibn Hişâm el-Himyerî, es-Sîretı’n-Nebeviyye, tahkik: Mustafa es-Sakâ, İbrahim el-lbyârî, Abdulhafîz Şelebî, Kahire
1375/1955, 1/573-584; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/108-109; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'1-Azîm, 2/40-42 ve Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'ân Dili Türkçe Tefsir, İstanbul 1960, 2/1011-10142'deki bilgiler birleştirilerek verilmiştir.
121 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 3/7, hadis no: 2999.
122 Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/211-213; Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 8/80.
123 Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 3/188-189.
124 Buhâri, Meğâzî, 72.
görevlendirdi ve böylece çok istediğim bu vazifeyi Ebu Ubeyde aldı gitti."125

8- Evet, Necranlılar bu davranışları ile aslında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberliğini ikrar
etmiş oldular ve üzerlerine konan cizyeyi kabul edip kabilelerine döndüler. Ancak onlarla
birlikte gelmiş olan piskoposları Ebu Harise'nin kardeşi Kürz müslüman olup Medine-i
Münevvere'de kalmış. Anlattığına göre daha yolda gelirken kardeşi Ebu Harise zaten Hz.
Muhammed'in hak peygamber olduğunu biliyormuş. O şöyle anlatmış:
"Yolda gelirken benim bindiğim katır bir hayvanlık etti de kızdım ve Muhammed'i kastederek
"Kahrolası o en uzak." dedim. Kardeşim Ebu Harise:
"Hayır, aksine anan kahrolsun." dedi. Ben:
"Neden kardeşim?" diye sordum. Cevaben:
"Vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamber." dedi. Ben:
"O halde bunu biliyorsun da ondan seni alakoyan nedir?" diye sordum,
"Çünkü şu krallar bize birçok servetler verdiler, ikramlarda bulundular. Şimdi buna iman
etsek hepsini elimizden alırlar." dedi."126

9- Rivayet edildiğine göre, "Hz. Peygamber (s.a.v.), Necrân hristiyanlarına deliller getirip,
sonra onlar da cehalet ve tanımamalarında ısrar edince, Hz. Peygamber (s.a.v.), onlara
"Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak bana, sizinle
lânetleşmemi emretmiştir" dedi. Bunun üzerine onlar,
"Ey Ebu'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda
konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan
sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye:
"Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler. Bunun üzerine o,
"Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in gönderilmiş bir
Peygamber olduğunu anladınız. Yine O'nun, sizin sahibiniz (Hz. İsa) hakkında hak olan sözü
ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir
Peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür (hepsi
mahvolur). Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur
ve tükenir: Ama, bundan kaçınır, dininiz üzre yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali
sürdürmeye devam ederseniz, o adamla (Hz. Muhammed) anlaşın ve memleketlerinize geri
dönün!.." dedi.
Bu esnada, Hz. Peygamber (s.a.v.) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu halde
evinden dışarı çıkmıştı.. Hz. Hüseyn'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, Hz. Fatma
Hz. Peygamber’in, Hz. Ali de Hz. Fatıma'nın peşindeydi... Hz. Peygamber şöyle diyordu:
"Ben duâ ettiğim zaman, siz amin! Deyiniz." Bunun üzerine Necrân'ın piskoposa,
"Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı
yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür.
Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyamete
kadar tek bir hristiyan kalmaz." dedi. Hristiyanlar sonra,
"Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye
karar verdik." dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) de,
"Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz... Böylece de, müslümanların lehine olan, sizin
lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur." deyince, onlar bunu kabul etmediler,
direttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar,
"Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat sana, bini safer bini de recep ayında olmak
üzere, iki bin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere bizimle
savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak
istiyoruz." Bunun üzerine Hz. Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle

125 İbn Kesîr, Tefsîru’l- Kur'âni'l-Azîm, 2/42.
126 Abduimelik ibn Hişâm el-Himyerî, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1/573-574; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, 2/1014.
dedi:
"Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, helak o Necrânlılara öylesine
yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline
getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü
kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak
olacaklardı..." Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan
geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali (r.a.)
geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine soktuğu; daha sonra da "Ey ehl-i beyt,
Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" 127 âyetini okuduğu rivayet
edilmiştir.
Razi der ki: Bu rivayet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında, sıhhati konusunda âdeta
üzerinde ittifak edilmiş gibidir.128
10- Huzeyfe el-Yeman diyor ki:
"Necran’ın reislerinden, Âkıb ve Seyyid unvanı verilen kişiler Rasulullah’a geldiler. Onunla
mübahele yapmak istediler. Fakat bunlardan biri diğer arkadaşına:
"Bunu yapma, Allah’a yemin olsun ki eğer o gerçekten Peygamber ise ve biz de onunla
mübahele edersek bundan sonra ne biz kurtuluruz ne de soyumuz." dedi. Bunun üzerine o iki
kişi Rasulullah’a dediler ki:
"Biz sana istediğini vereceğiz sen bizimle birlikte güvenilen bir kişi gönder. Bizimle
güvenilmeyen bir kişi gönderme." Bunun üzerine Rasulullah:
"Ben sizinle beraber, gerçekten güvenilir olan bir kişi göndereceğim." dedi. Sahabiler bu
şerefe nail olmaya hazırlandılar. Rasulullah buyurdu ki:
"Kalk ey Ebu Ubeyde b. el-Cerrah." Ebu Ubeyde ayağa kalkınca:
"İşte ümmetin emin kişisi budur." buyurdu."129
11- Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki:
"Bu âyet-i kerime nazil olunca, Rasulullah Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı ve
dedi ki:
"Ey Allah’ım, işte benim ehlim bunlardır." 130
12- Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Şayet Rasulullah’ı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış olsalardı, geri
döndüklerinde ne ailelerini ne de mallarını bulabilirlerdi." 131
64. De ki: Ey ehl-i kitab, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin: Allah'tan
başkasına tapmıyalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmıyalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi rabler
tanımıyalım. Eğer yine yüz çevirirlerse deyin ki: Şahid olun, biz muhakkak müslümanlarız.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbâs der ki:
"Bu âyet-i kerime rahipler ve papazlar hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber bu âyet-i
kerimeyi Habeşistan'daki Ca'fer ibn Ebî Tâlib'e göndermiş; o da Necâşî'nin de hazır
bulunduğu bir mecliste Habeşistan'ın ileri gelenlerine bu âyet-i kerimeyi okumuştur."132

2- Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyc’e göre bu âyet-i kerime, Medine-i Münevverenin
çevresinde bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. 133 Yahudiler, Hz. İbrahim hakkında
Resulullah ile tartışmaya girişince Allah teala bu âyeti indirmiş ve Rasulullah’a, Yahudileri

127 Ahzâb: 33/33.
128 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
129 Buhari, el-Mağazi: 72; Ahmed b. Hanhel, Müsned, 1/414; İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
130 Tirmizi, Tefsir el-Kur'an: 3 (2999); İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
131 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
132 İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/400.
133 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân; Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
çağırarak onlara, âyette belirtilen hususları bildirmesini emretmiştir.134
3- Suddî, el-Hasenu'1-Basrî, İbn Zeyd ve Muhammed ibn Ca'fer ibnu'z-Zubeyr bu âyet-i
kerimenin de diğerleri gibi yine Necran hey'eti hakkında nazil olduğu görüşündedirler. 135

Rasulullah onları Mübahaleye davet ettiğinde "Lanetleşmekten" kaçınmaları üzerine bu defa
onları, daha kolay olan bu âyetin beyan ettiği şeyleri kabul etmeye davet etmiştir. Fakat onlar,
bunu da kabul etmemişlerdir.136
4- Fahreddin Râzî der ki:
"Bu ifâde, her iki topluluğu da içine almaktadır. Bunun her iki grup hakkında nazil olduğuna
şu husus da delâlet etmektedir:
a- Lafzın zahiri, iki topluluğa da şamildir.
b- Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet edilen şu husustur:
Yahudiler Hz. Peygamber'e şöyle demişti:
"Hristiyanların Hz. İsa'yı Rab edinmeleri gibi, bizim de, sadece seni Rab edinmemizi
istiyorsun!..." Hristiyanlar da,
"Ey Muhammed! Sen, yahudilerin Uzeyr (a.s.) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin
hakkında söylememizi istiyorsun" demişlerdi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyeti
indirdi.
Bana göre, doğruya en yakın olan, bu ifâdeyi Necrân hristiyanlarına hamletmektir. Çünkü biz,
Hz. Peygamber'in önce onlara deliller getirdiğini, sonra da onlarla "mübâhele" istediğini; ama
bu sırada insaflı olup mücadeleyi ve onları ilzam ederek susturmayı arzulamayı terke dayanan
söze geçtiğini açıklamıştık. Bunun böyle olduğuna, Hz. Peygamber’in burada onlara, Hak
Teâlâ'nın, "Ey kitap ehli!" sözüyle hitap etmesi de delâlet etmektedir."137
5- Taberi’ye göre ise, bu âyette zikredilen ehl-i kitaptan maksat, hem Yahudiler hem de
Hristiyanlardır. Zira ehl-i kitap denince her ikisi de anlaşılmaktadır. Buradaki ehl-i kitabın,
sadece bir kısmına ait olduğuna dair sahih bir delil yoktur. O hakle, âyetin her iki ehl-i kitabı
da kastederek, onları tevhid inancına davet ettiğini söylemek daha isabetlidir. Çünkü Allah’ın
birliğini ve sadece kendisine ibadet edileceğini kabul etme, her yaratığın vazifesidir. Ve ona
gönderilen bir emirdir.138
65. Ey ehl-i kitab, İbrahim hakkında neden çekişip duruyorsunuz? Tevrat da İncil de ancak
ondan sonra indirilmiştir. Hiç akletmiyor musunuz?
66. İşte siz onlarsınız ki hakkında bilginiz olan şeyde çekiştiniz, peki hiç bilginiz olmıyanlar
hakkında neden halâ çekişip duruyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67. İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir hristiyandı. Fakat o, Allah 'ı bir tanıyan bir hanif;
dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.
Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Abdullah b. Abbas ve Katade bu âyet-i kerimenin, Hz. İbrahim hakkında tartışan ve her
birinin, İbrahim’in kendi dininden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyanlar hakkında nazil
olduğunu zikretmişlerdir. 139

a- İbn Humeyd kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor:
"Necran hristiyanları hey’eti ile yahudi hahamları Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda
tartışmışlar; hahamlar:
"İbrahim ancak bir yahudi idi." demişler, hristiyanlar:
"İbrahim ancak bir hristiyandı." demişlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i

134 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
135 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân; Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb; Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 3/193.
136 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
137 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb.
138 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
139 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
kerimeleri indirdi."140
Her iki guruba da, Hz. İbrahim’in, onların dininden olmadığını bildirdi."141
2- Rebi' b. Enes, Mücahid ve Katade’den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ayet, İbrahim
hakkında tartışan Yahudiler hakkında inmiştir.
a- Katade diyor ki:
"Bize nakledildiğine göre Rasulullah, Medine’de yaşayan Yahudileri müminlerle Yahudiler
arasında müsavi bir söz olan kelime-i Tevhide ve yalnız Allah’a kulluk etmeye davet etti.
Onlar, Hz. İbrahim hakkında, Rasulullah ile tartıştılar ve onun Yahudi olarak öldüğünü iddia
ettiler. Bunun üzerine Allah teala onları yalanlayarak bu ayeti indirdi." 142
68. Gerçekten İbrahim'e insanların en yakını herhalde ona tâbi olanlarla şu Peygamber ve
iman edenlerdir. Allah o mü'minlerin velîsi, dostudur.
Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- İbn Abbas dedi ki:
"Yahudi reislerinin: "Allah'a yemin olsun ki ey Muhammed, bizim, İbrahim'e senden ve
başkalarından yakın olduğumuzu ve İbrahim'in bir Yahudi olduğunu gerçekten bilmektesin,
sende kıskançlıktan başka birşey yok" demeleri üzerine Allah Teala bu âyeti indirdi."143
2- Kelbî, Ebû Salih ve İbn Abbas yoluyla, aynı şekilde Abdurrahman b. Ğunm, Rasulullah
(s.a.v.)'ın ashabından rivayet ettiler. Muhammed b, İshak b. Yesar da bunu zikretti. Böylece
onların bir kısmının hadisi, diğer bir kısmının rivayetine girmiştir. Bunlar dediler ki:
"Cafer b. Ebî Talib ve arkadaşları Habeşistan'a hicret edip orayı yurt edindikleri ve Rasulullah
(s.a.v.) da Medine’ye hicret edip, Bedr meselesinden olan olduğu zaman, Kureyş Daru'nNedve'de toplandılar ve dediler ki:
"Bedir'de sizden öldürülenlere bedel olarak Necaşî’nin yanında bulunan Muhammed'in
ashabında bizim için kısas hakkı vardır. Haydi şimdi büyük miktarda mal biriktirip onu
Necaşî’ye hediye verin. Belki kavminizden yanında bulunanları size geri verir. Bu iş için
içinizden isabetli görüş sahibi iki adam öngörülsün." Böylece Amr b. As ve Umare b. Ebî
Muayt'ı azık ve daha başka hediyelerle gönderdiler. Bunlar deniz yolculuğuna çıktılar ve
Habeşe'ye geldiler. Necaşî'nin huzuruna çıkınca ona secde ettiler ve dediler ki:
"Kavmimiz senin hayrını ister ve işlerini takdirle karşılarlar, senin iyiliğini isterler. Kavmimiz
bizi, sana gelen şu topluluğa (Muhammed'in Ashabına) karşı seni uyarmamız, onlardan
sakındırmamız için sana gönderdiler. Zira onlar, aşırı bir yalancı kişinin kavmidir. Bu kişi
kendisinin Allah'ın Peygamberi olduğunu iddia ederek içimizde ortaya çıktı. Kendisine,
beyinsizlerden başka bizden hiçbir kimse uymamıştır. Biz bunlara her yönden ambargo
uygulamış ve onları bir bölgemizde yaşamağa zorlamıştık. Öyle ki ne yanlarına bir giren var,
ne de yanlarından bir çıkan var. Açlık ve susuzluk onları helak etti. Durumları iyice
zorlaşınca, senin dinini, mülkünü ve tebaanı bozmak için amcazadesini sana gönderdi.
Binaenaleyh onlardan sakın ve haklarından gelmemiz için onları bize geri ver. Bu
dediklerimizin delili de şu ki onlar senin yanına girince sana secde etmezler ve insanların seni
selamladıkları selamla seni selamlamazlar. Bunları, senin dininden ve yolundan yüz çevirmek
için yapıyorlar."
Bunun üzerine Necaşî onları çağırdı. Hazır bulunduklarında Cafer:
"Allah'ın bölüğü huzuruna çıkmağa izin isterler" diye kapıda bağırdı. Necaşî de:
"Şu seslenene emredin de sözünü tekrar söylesin" dedi. Cafer de öyle yaptı. Necaşî:

140 İbn İshak; Beyhaki, Delâil; İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 3/216; İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul,
Fatih Yayınevi: 1/139; Mecmau'l-beyan, 2/456.
141 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
142 İbn Cerir, Taberî, Câmiu’l-Beyân.
143 Senedsizdir; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 85; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân,
4/70.
"Peki öyleyse Allah'ın emânında ve zimmetinde içeri girsinler" dedi, Amr b. As Necaşî'ye
bakarak:
"Allah'ın grubu" diye nasıl bir yabancı dil kullandıklarını işitmiyor musun?" dedi. Necaşî ise
bu hususta onlara karşılık vermedi. Böylece bu onlara fena dokundu. Ashab, Necaşî’nin huzuruna çıktı, fakat ona ta'zim ederek eğilmediler. Bunu fırsat bilen Amr b. As ve Umare b. Ebî
Muayt dediler ki:
"Görmüyor musun, senin önünde eğilmeye kibrediyorlar?" Bunun üzerine Necaşî, Cafer ve
arkadaşlarına dedi ki:
"Bana secde etmenizden ve uzaklardan gelenlerin beni selamladıkları selamla beni
selamlamanızdan sizi men eden nedir?" Dediler ki:
"Biz, seni yaratıp hükümdar kılan, Allah'a secde ederiz, bu selam ancak bizim selamımızdır,
biz putlara tapardık. Derken, Allah, içimizde bize doğru sözlü Peygamber gönderdi. Bize,
Allah'ın hoşlandığı selamı emretti ki o da Cennet Ehli'nin sözü olan "Selâm"dır."
Necaşî bildi ki bu zat Hak Peygamberdir ve Tevrat'la İncil'de zikrolunan Nebî'dir.
"Allah'ın grubu senden izin isterler" diye seslenen hanginizdi?" dedi. Cafer:
"Bendim" dedi. Necaşî:
"Öyleyse konuş" dedi. Cafer dedi ki:
"Sen yeryüzü ahalisinin krallarından bir kralsın ve Ehl-i Kitab'dansm. Senin yanında fazla söz
ve haksızlık yaraşmaz. Ben arkadaşlarım adına cevap vermeyi istiyorum. Sen de şu iki adama
emret de onların birisi konuşsun ve diğeri sussun. Böylece bizim münakaşamızı işitebilesin."
Bunun üzerine Amr, Cafer'e:
"Konuş" dedi. Cafer de Necaşî'ye dedi ki:
"Şu adama sor. Bizler köleler miyiz, yoksa hür kimseler miyiz? Şayet bizler köle kimseler
isek, efendilerimizden kaçmışız demektir. O halde bizi onlara geri ver." Necaşî:
"Bunlar köle mi, yoksa hür mü?" dedi, Amr:
"Bilakis, onlar değerli hür kimselerdir" dedi, Necaşî de:
"Kölelikten kurtuldular" dedi. Cafer:
"Onlara sor; haksız yere bir kan mı döktük de bizden kısas istiyor." Amr:
"Hayır, bir damla bile" dedi. Cafer dedi ki:
"Onlara sor; haksız yere insanların mallarını mı ele geçirdik ki ödemesiyle yükümlü olalım."
Necaşî dedi ki:
"Ey Amr eğer bir ton borçları varsa, onun ödemesi bana ait." Amr:
"Hayır yoktur" dedi. Necaşi'nin:
"O halde banlardan ne istiyorsunuz?" demesi üzerine Amr dedi ki:
"Biz ve onlar aynı dinin mensupları idik, işimiz birdi, babalarımızın dini üzere
bulunuyorlardı. Onlar işte bu dini terkedip başka bir dine tabi oldular. Bizse dinimize sarıldık.
İşte bu yüzden onları bize geri vermen için, onların kavmi, bizi sana gönderdi." Bunun
üzerine dedi ki:
"Sizin mensubu olduğunuz dinin mahiyeti nedir? Bana doğru söyle." C