Al-i İmran Suresi (128-155. ayetler)
Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.
Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.
Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.
Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:
– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
– “Evet” deyince:
– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.
Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”
Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).
Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.
İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.
Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).
Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).
Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).
Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.
Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).
Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
1 ElifLâmMîm.
2 Allah: yoktur O’ndan başka ilâh; Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir; Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır.
3 O, sana Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda, hak bir gaye için ve kendinden önce indirilen bütün kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici olarak fasıl fasıl indirmektedir; nitekim Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti,
4 Daha önce insanlar için dupduru hidayet kaynağı olarak; ve (en son ve bağlayıcı mahiyette hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran ölçüler bütünü) Furkan’ı indirdi. Allah’ın (hak ve hidayet kaynağı) âyetlerini bile bile örtüp gizleyen ve kabul etmeyenler yok mu: onlar için pek çetin bir azap vardır. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; (bağışlanmaz türde ve bilhassa küfür gibi, şirk gibi en büyük zulme karşı) aman vermez mukabelesi olandır.
5 O Allah ki, O’na yerde de gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.
6 O’dur rahimlerde size dilediği şekli veren. Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
7 O’dur Sana (bu mucize) Kitabı indiren: onda muhkem âyetler vardır ki, onlar Kitab’ın anasıdır; diğer âyetleri ise müteşabihtir. Fakat kalblerinde eğrilik olanlar, nasıl fitne çıkarıp insanları saptırırız, nasıl onun (gaye ve arzumuza göre) bir te’vilini bulabiliriz diye müteşabih olanların peşine düşerler. Halbuki onun gerçek te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde kökleşip derinleşenler de, “Biz, o Kitabın tamamına inandık, (muhkemiyle, müteşabihiyle) hepsi Rabbimizin katındandır.” derler. İşte, ancak gerçek akıl ve idrak sahipleridir ki, düşünür ve gerekli dersi alırlar.
8 (Ve o gerçek akıl ve idrak sahipleri, şöyle yalvarırlar): “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi eğriltme ve (Rabbimiz, Sen’in rahmetin olmadan ayakta kalmamız mümkün değildir; o halde) bize Kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Vehhâb (bağışı pek bol olan)’sın Sen.
9 “Rabbimiz, Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde mutlaka bir araya toplayacaksın. Hiç kuşkusuz Allah, verdiği sözden dönmez.”
10 O küfredenlerin malları da çocukları da Allah karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlardır Ateş’in yakıtı olanlar.
11 Tıpkı Firavun oligarşisiyle daha öncekilerin durumu gibi: âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah, günahları sebebiyle kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti. Allah, cezalandırması çok çetin olandır.
12 (Din’i tahrif etmek ve insanları saptırmak için Kitap’taki müteşabih âyetlerin peşine düşen ve onları keyiflerince yorumlamaya kalkan Kaynuka Oğulları Yahudilerinden) o küfredenlere de ki: “Yakında mağlûp edilecek ve topluca Cehennem’e sürüleceksiniz; ne fena yataktır o!”
13 (Bedir’de) karşı karşıya gelen o iki toplulukta sizin için hiç şüphesiz bir ibret vardı: bir topluluk Allah yolunda savaşırken, diğeri kâfirdi ve (savaş esnasında karşılarındaki mü’minleri) baş gözleriyle olduklarının iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
14 İnsanlar, mahiyetleri itibariyle, (bilhassa erkekler için olmak üzere) kadınlardan, evlâttan, kantar kantar altın ve gümüşten (yığın yığın paradan), salma güzel atlardan, (davarlar ve sığır gibi) ehlî hayvanlardan, ekinler ve kazançtan yana şiddetli tutku ve beklentiler içindedirler. Oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğinden ibaret olup, takip edilmesi gereken gerçek hedef ve gayenin güzel olanı Allah katındadır.
15 De ki: “Size (büyük bir ihtirasla bağlandığınız) bu şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girenler için Rabbileri katında (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kulları(nı) hakkıyla görendir.
16 Ki, (o kulların içinde takva dairesine girmiş olanlar), hep şöyle yalvarırlar: “Rabbimiz, biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!”
17 (Başlarına gelen musibetler karşısında, ibadete devamda ve günahlardan sakınmada) sabırlıdırlar; (sözlerinde ve davranışlarında, iman ve ahdlerinde) sadıktırlar; (Allah’ın huzurunda) boyun eğip divan duranlardır; (Allah’ın kendilerine verdiği bütün nimetlerden O’nun yolunda) infakta bulunanlardır; seherlerde istiğfar edenlerdir.
18 Allah şahittir ki, başka ilâh yok, ancak O vardır; bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da, tam bir doğruluk, adalet ve hakkaniyet içinde (aynı gerçeğe şahittirler). Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
19 Allah katında (hak ve makbul) din ancak İslâm’dır. Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (başka bir zaman değil,) ancak kendilerine hem de (doğru ile yanlışı, ne yaparlarsa ne ile karşılacaklarını bildiren vahyî) ilim geldikten sonra sadece aralarındaki bağy (haset ve rekabetten kaynaklanan karşılıklı tecavüz) sebebiyle ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini bile bile örtüp gizliyor ve inkâra yelteniyorsa, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20 (Bu gerçeğe rağmen) halâ inat edip seninle münakaşaya tutuşuyorlarsa, (onlara) de: “Ben, bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da (aynı şekilde teslim oldular.)” Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlarla, Kitap’tan habersiz, ilimden yoksun olup da yanlış yollarda gidenlere, “Siz de aynı şekilde teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olmuşlarsa, şüphesiz hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlar demektir. Eğer yüz çeviriyorlarsa, sana düşen sadece tebliğ etmek (sözünle ve yaşayışınla Hak Din’i eksiksiz, kusursuz göstermektir). Zaten (ne söylüyorlar, ne yapıyorlarsa) Allah, kulları(nı) hakkıyla görmektedir.
21 Allah’ın âyetlerini bile bile gizleyip sonra da inkâra yeltenenler ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri hakhukuk gözetmeksizin öldürüp duranlar, bununla da kalmayarak, insanlar içinde tam doğruluk ve adaleti yayıp yerleştirmeye çalışanları da öldürenler var ya: işte onları pek acı bir azapla müjdele!
22 Onlar öyle kimselerdir ki, bütün yaptıkları dünyada da Âhiret’te de boşa gitmiştir ve (yaptıklarından kendilerine fayda temin edecek ve onları azaptan kurtaracak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
23 Bakmaz mısın şu kendilerine Kitap’tan bir pay verilenlere! Aralarında (baş gösteren meselelerde) hükmetmek üzere Allah’ın Kitabı’na davet edildikleri (ve onun hükümlerine göre muhakeme olundukları halde), sonra içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüp gitmektedir.
24 Şundan dolayı ki, onlar “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacak!” diye iddia etmekte (ve Kitabın hükmünden yüz çevirmekle azaba uğramayacaklarını zannetmektedirler). Uydurageldikleri bu türlü yalanlar, Allah’a attıkları bu türlü iftiralar, onları dinleri mevzuunda işte böyle aldatmaktadır.
25 Onları, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan, herkes dünyada ne kazanmışsa kendisine tastamam geri ödeneceği ve kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı (dehşetli) bir günde toplayıp bir araya getirdiğimizde halleri ne olacak (bir bilseler)!
26 De ki: “Allah’ım, ey mülk ve hakimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil edersin! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.
27 “Geceyi gündüze katarsın ve gündüzü de geceye katarsın; ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve kimi dilersen ona hesapsız rızık verirsin.”
28 Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri (işlerine vekil, müsteşar, başlarında idareci ve küfürleri sebebiyle) dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa (bilsin ki o), kaynağı Allah olan bir yol, bir sistem üzerinde değildir ve Allah’tan göreceği bir yardım ve sahiplenme de yoktur; ancak (hakim konumda bulunan) o kâfirlerden (dininize, toplumunuza, mukaddeslerinize ve canınıza gelecek önemli bir tehlikeden) bir şekilde korunmanız hali müstesna. Her halükârda Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırır. (Başkasına değil,) ancak Allah’adır nihaî varış.
29 (Mü’minlere) de ki: “Sinelerinizdekini gizleseniz de, açığa da vursanız da Allah onu bilmektedir; O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”
30 Gün gelir, her şahıs (dünyada iken) hayır adına ne işlemişse önünde hazır bulur; kötülük adına ne işlemişse de. İster ki, o kötülükle kendisi arasında upuzun bir mesafe olsun! Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırıyor. Allah, kullar(ın)a pek çok acıyandır.
31 (Ey Rasûlüm, onlara) de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.
32 Yine, de: “Allah’a itaat edin ve (bu itaatın gereği olarak) Rasûl’e de.” (Senin bu çağrına rağmen) yüz çevirip giderlerse (bil ki, bu çağrıdan ancak kâfirler yüz çevirir ve onlar da bilsinler ki) Allah, kâfirleri sevmez.
33 (Eğer, sana ve peygamberlerden bazılarına inanmıyorlarsa, şu bir gerçek ki Allah, risaleti dilediğine verir ve) şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesini (insanlık içinde) bizzat süzüp tertemiz bir hülâsa kılmış ve bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştir
34 Birbirlerinden gelen (aynı inanç üzerinde) tek bir nesil olarak. (Bu bakımdan, peygamberlere inanmada onları birbirinden ayırmayın ve haklarında, ayrıca Allah’ın tercihi konusunda yanlış söz söylemeyin ve yanlış düşüncelere girmeyin). Allah, (her söyleneni) hakkıyla işitendir; her şeyi hakkıyla bilendir.
35 Hani bir zaman İmran’ın hanımı şöyle dua ve münacatta bulunmuştu: “Rabbim! Şu karnımdaki yavruyu her türlü bağdan, dünya iş ve meşgalesinden azade ve her şeyiyle Sana teslim bir kul olarak, (bilhassa Ma’bed’e hizmet etsin diye) Sana adadım; ne olur bu adağımı kabul buyur; şüphesiz ki Sen’sin Semîʽ (her şeyi hakkıyla işiten); Alîm (niyetlere ve kalbden geçenlere varıncaya kadar her şeyi hakkıyla bilen).”
36 Derken, vakti gelip de onu dünyaya getirince, (adağından dolayı erkek beklerken kız gelmesi karşısında,) “Rabbim, ben bir kız dünyaya getirdim!” deyiverdi. –Allah, dünyaya ne getirdiğini elbette daha iyi biliyordu! (Bu sebeple üzülmesine gerek yoktu, çünkü O’nun beklediği) erkek çocuğu, (O’na bahşettiğimiz ve nasıl bir nimete mazhar kılınacağını bilmediği) bu kız gibi olamazdı.– “Ben, O’nun adını Meryem koydum; O’nu ve O’ndan gelecek nesli, rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.”
37 Rabbisi onu, (annesinin adamasındaki samimi niyet ve güzel duygulara karşılık) iyilik ve güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir fidan gibi büyütüp yetiştirdi. O’nu Zekeriya’nın bakım, görüm ve himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman Ma’bed’e girip O’nun yanına varsa beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” diye sordu. “Allah katından!” dedi Meryem. Şüphesiz Allah, kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
38 İşte o noktada Zekeriya, dua ile hemen Rabbisine yöneldi ve şöyle dedi: “Rabbim, bana katından tertemiz, hayırlı bir nesil lütfet. Şüphesiz Sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39 Derken, (bir gün) mihrapta namaza durmuştu ki, melekler kendisine seslendiler: “Allah, sana Yahya’yı müjdeliyor: Allah’tan bir Kelime’yi tasdik edecek, hem salihlerden bir efendi, hem gayet zahit ve bir nebî olacaktır.”
40 Zekeriya, (hayret içinde) “Rabbim, ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak?!” diye sordu. (Allah, melek vasıtasıyla), “Olacak, Allah ne dilerse yapar!” buyurdu.
41 “Ya Rab,” dedi (Zekeriya), “Bana bir emare, bir alâmet lûtfet!” “Sana emare” buyurdu (Allah): “işaretleşme dışında, insanlarla üç gün süreyle konuşamamandır. Bu arada, Rabbini çok zikret ve ikindiakşam saatleriyle şafakişrak saatlerinde tesbihte bulun.”
42 Bir zaman da geldi, melekler, (Ma’bed’ de hizmete devam etmekte olan Meryem’e) seslendiler: “Meryem! Hiç şüphesiz Allah seni süzüp seçti; seni tertemiz ve her türlü günahtan, lekeden uzak kıldı ve sana bütün dünya kadınlarının üzerinde bir mevki verdi.
43 “Meryem! Rabbinin huzurunda O’nun için elpençe divan dur, secdeye kapan ve O’nun önünde baş eğip rükûa varanlarla birlikte rükûa var!”
44 (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (senin ve hiçbirinizin şahit olmadığı) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Meryem’in bakım ve himayesini hangisi üzerine alacak diye kalemleriyle kura çekerlerken elbette yanlarında değildin; bu konuda çekişirlerken de onlarla birlikte değildin.
45 Yine bir defasında melekler, “Ya Meryem!” dediler: “Allah sana Kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor: ismi Mesih, Meryem oğlu İsa’dır; dünyada da Âhiret’te de itibarlı, şerefli ve Allah’a en yakın kullardan olacaktır.”
46 “Ayrıca, beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşur ve salihlerdendir.”
47 “Ya Rab!” dedi (Meryem), bana hiçbir (erkek) insan eli dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah adına konuşan Ruh), cevap verdi: “Allah’tır O, ne dilerse yaratır. Bir şeyin olmasına hükmettiği zaman ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.”
48 “(Allah, o doğacak çocuğa) “Kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek;
49 “Ve onu İsrail Oğulları’na bir rasûl olarak gönderecektir.” (O da, kendisini onlara misyonunda tecelli eden ana hususiyetleriyle şöyle takdim eder:) “Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbinizden bir âyetle, apaçık bir delille geldim: Sizin için çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve içine üflerim de, Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Yine, Allah’ın izniyle, (anadan doğma) körü ve alacalıyı (cüzzamlı) iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ne yediğinizi ve evlerinizde neyi biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer şimdiye kadarki iman iddianızda samimi, gerçekten mü’minlerseniz, bütün bunlarda sizin için (benim peygamberliğimi ortaya koyan) apaçık bir delil vardır.
50 “(Ayrıca,) benden önce indirilen Tevrat’ı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim); ve gerçekten ben, size Rabbinizden (peygamberliğime) apaçık bir delille geldim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının, takva dairesine girin ve bana itaat edin.
51 “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde O’na ibadet edin. Bu, (üzerinde yürünmesi gereken) doğru bir yoldur.”
52 İsa, (bu minval üzere tebliğine devam etti) ve onların gerçeği bile bile inkârlarını, (hattâ kendisine karşı düşmanlıklarını) kesinkes sezince, “Allah’a (giden bu yolda) bana kim yardım eder?” diyerek (umumî bir çağrıda bulundu). Havariler, “Biziz, Allah (yolunun) yardımcıları!” diyerek (ortaya atıldılar ve) “Allah’a iman ettik” dediler: “Sen de şahit ol: biz, Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız.”
53 “Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’a) iman ettik ve (gönderdiğin) Rasûl’e tâbi olduk; bizi (indirdiğin gerçeğe, gönderdiğin Rasûl’e ve o Rasûl’ün vazifesini yaptığına) şahit olanlardan yaz.”
54 Öbürleri ise tuzak kurup komplolar hazırladılar; Allah da Kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak Kendi iradesini hakim kılan, (mü’minlere karşı kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak icra eden)’dir.
55 O zaman Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim; ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım.” Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
56 “Küfredenlere gelince, onlara dünyada ve Âhiret’te çok şiddetle azap edeceğim ve (bu azabım karşısında) onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
57 “Buna karşılık, iman edip imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah, (apaçık âyetlerini inkârla O’nu tanımayan veya O’na şirk koşan ve böylece en büyük haksızlığı yapan) zalimleri, haksızlıkta bulunanları asla sevmez (ve Kendisi de, asla haksızlık yapmaz).”
58 İşte (ey Rasûlüm,) bütün bu gerçekleri sana birer âyet ve o hikmet yüklü, doğruluğu açık ve kesin Zikr’e (Kur’ân’a) dahil olarak okuyoruz.
59 Allah katında (dünyaya gelmesi açısından) İsa’nın durumu aynen Âdem’in durumu gibidir. (İsa’yı babasız olarak Meryem’ in rahminde gıda halinde O’nun vücuduna giren unsurlardan şekillendirip yaratan) Allah, Âdem’i (yine babasız, hattâ annesiz de olarak) topraktan (toprakhavasu unsurlarından) meydana getirdi, sonra da ona “Ol!” dedi (ruh üfledi), o da oluverir.
60 Gerçek (nasıl her zaman) Rabbinin buyurduğu (ise, bu da Rabbinden öyle bir gerçektir). Bu konudaki şüpheden uzak kesin inancında sabit olmaya devam et.
61 Artık sana bu sağlam ve doğru bilgi geldikten sonra, kim halâ seninle (İsa hakkında) tartışmaya girerse onlara de: “Gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
62 Meselenin aslı ve özü, sözün doğrusu budur. (Ne İsa, ne başkası,) ilâh olarak sadece Allah vardır; ve şüphesiz Allah, Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir; Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)dır.
63 Her şeye rağmen halâ yüz çeviriyorlarsa, muhakkak ki Allah, o bozguncuları hakkıyla bilmektedir.
64 De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda aynı olan bir kelimeye, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Senin bu çağrından sonra yine de yüz çevirirlerse, (ey Müslümanlar,) siz şunu ilân edin: “Şahit olun, şüphesiz ki biz, (Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş) Müslümanlarız.”
65 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında (o Yahudi idi, yok Hıristiyan’dı diye) niye tartışıp iddialaşıyorsunuz?! (Siz de biliyorsunuz ki,) Tevrat da, İncil de O’ndan sonra indirildi. Bu kadarcık olsun akletmeyecek misiniz?
66 İşte siz böylesiniz: hakkında kesin bilgi sahibi olduğunuz bir konuda bile (hiç akletmez, doğruyu kabullenmez ve) böyle tartışıp iddialaşırken, hakkında sağlam hiçbir bilgiye sahip olmadığınız konularda ne diye tartışıp iddialaşırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67 İbrahim, Yahudi de değildi, Hıristiyan da değildi; selim bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancıyla Hak’ka yönelmiş bir Müslüman’dı O. Asla müşriklerden olmadı.
68 Dolayısıyla, insanlar içinde İbrahim’e en lâyık ve en yakın olanlar, (misyonunun devamı sürecince) O’na tâbi olanlarla, şu (şanı çok yüce) Peygamber ve (beraberinde bulunan) iman edenlerdir. Allah, bütün mü’minlerin velîsi, (koruyucusu, yâr ve yardımcısı)dır.
69 Kitap Ehli’nden bir grup arzu eder ki, keşke sizi saptırabilseler! (Tabiî ki, kursaklarında kalacak bir arzudur bu! Çünkü) onlar sadece kendilerini saptırmaktadırlar ama, farkında değillerdir.
70 Ey Kitap Ehli! (Yanınızdaki kitaplarda) doğruluğuna şahit olup dururken bile bile ne diye Allah’ın âyetlerini gizliyor ve inkâr cihetine gidiyorsunuz?
71 Ey Kitap Ehli! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?
72 Kitap Ehli’nden bir grup da (birbirlerine) şöyle demektedir: “Şu iman edenlere indirilene günün ilk bölümünde inanmış görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin: belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp, önceki hallerine ve inançlarına geri dönerler.
73 “Fakat siz siz olun, kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın;” –(Ey Rasûlüm,) de ki: “Takip edilmesi gereken gerçek ve doğru yol, Allah’ın koyduğu yoldur.”– “(inanmayın ki,) size verilenin bir benzeri başkasına da verilmiş olmasın veya Rabbinizin katında aleyhinizde delil getirip sizi mağlûp etmesinler.” (Rasûlüm,) de ki: “Doğrusu, bütün lütuf Allah’ın elindedir; onu dilediğine verir.” Allah, rahmet ve lütfuyla her varlığı kucaklayan, merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir.
74 Rahmetini, (bu arada, vahiy ve peygamberliği kullarından) kimi dilerse ona has kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
75 Kitap Ehli içinde öylesi vardır ki, kendisine yük yük emanet bıraksan onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona tek bir dinar para emanet etsen, üzerine varıp da başında dikilip durmadıkça onu sana iade edecek değildir. (Bu ikincilerin tavrı şundandır): Onlar, “Dinimizden olmayan, hele bizim gibi bir kitaba sahip bulunmayanlar hakkında ne yapsak mübahtır; bundan dolayı sorumlu olmayız.” iddiasındadırlar. Halbuki, (bu iddialarının hiçbir temele dayanmadığını) bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
76 Oysa (Allah’ın koyduğu hakikat şudur): Kim, (kime karşı olursa olsun) sözünde durur, ahdine sadık kalır ve (her hususta olduğu gibi, bu hususta da) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde hareket ederse, bilin ki Allah, müttakîleri sever.
77 Allah’ın bir ahd olarak kendilerine lütuf buyurduğu Din’i ve ona uyma hususunda Allah’a verdikleri sözü, bir de yeminlerini önemsiz bir fiyat karşılığı satanlara gelince, onların Âhiret’te hiçbir nasipleri yoktur: Kıyamet Günü (en çok ihtiyaç duydukları anda) Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları günahlarından temizleyip paka çıkarmayacaktır. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
78 (Kitap Ehli’nin) içinde bir grup da vardır ki, Kitabı okurken aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye başka manâya gelecek şekilde kelimelerin telaffuzunu, vurguları ve okunuşu değiştirirler. Sonra da bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde, “Bunlar, Allah katındandır.” diye takdim ederler. Hayır, onlar, Allah hakkında bile bile yalan uydurmaktadırlar.
79 Allah, bir kişiye Kitap, hüküm (manevî ve misyonu çerçevesinde maddî sahada hakimiyet, doğru ve yerinde karar verebilme ve doğru ile yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti ile Allah’ın hükümlerini uygulama yetkisi) ve peygamberlik versin, sonra da bu kişi kalkıp insanlara, “Allah’ı bırakın ve bana kul olun!” desin, bu asla mümkün değildir ve olmamıştır. Oysa her peygambere şunu demek yaraşır ve nitekim her peygamber bunu demiştir: “Kitabı okuyor, öğretiyor ve üzerinde çalışıyorsunuz, o halde Hak’ kın öğrenip öğrettiğinizi uygulayan sadık ve ihlâslı kulları olun!”
80 O, size “Melekleri ve peygamberleri Rabler edinin!” diye de emretmez. Siz Allah’a boyun eğen Müslümanlar olduktan sonra kalkıp, size hiç küfrü emreder mi?
81 Hem Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Ne zaman size (rasûl olanlarınıza doğrudan, nebî olanlarınıza bir Rasûl’ün mirasçısı olarak) Kitap ve hikmet versem ve ardından, size verilmiş bulunan (Kitabı) tasdik edici bir Rasûl gelse, ona mutlak surette inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz.” diye söz almıştır. Allah, “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da, “Kabul ettik!” diye ikrar vermiş, bunun üzerine Allah, “Öyleyse şahit olun, (ümmetleriniz de şahit olsun); Ben de sizin gibi şahit oluyorum!” buyurmuştur.
82 Artık kim bundan sonra yüz çevirip başka türlü davranırsa, onlar (Din’den çıkmış) fasıklardır.
83 Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.
84 De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş ve ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.”
85 Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.
86 İman ettikten, O (şanı yüce) Rasûl’ün hak olduğuna (O’nda gördükleri risaletine delil sıfatlar sebebiyle) bizzat şahadet ettikten ve kendilerine (hem O’nun risaletini hem de getirdiği Kitabın Allah Kelâmı olduğunu ispat eden) o apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayet eder mi? Allah, (gerçeği gizleyerek, bile bile inkâr ederek bütün kâinata ve hakikatlara haksızlık yapan) zalimler güruhuna asla hidayet vermez.
87 Böylelerinin görecekleri karşılık, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 Hem de bu lânetin içinde sonsuzca kalmak üzere. Görecekleri azap hafifletilmeyecek, yüzlerine de bakılmayacaktır.
89 Ancak bilahare tevbe eden ve (içlerini küfürden temizleyerek, iman ve salih amelle) ıslahı halde bulunanlar müstesna. Şüphesiz Allah, günahları çok affedendir; (tevbe ve ıslahı hâl ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır.
90 Buna karşılık, iman ikrarından sonra küfre sapanlar ve sonra (davranışları, çıkardıkları fitneler ve kurdukları komplolarla) küfürde daha da ileri gidenler ise, (artık iman kabiliyetini yitirdikleri için öylelerinin bir daha geri dönüşleri olmaz; onlar, ölümü görmedikçe tevbeye de yanaşmazlar, ölüm ânında küfürden) yapacakları tevbe de artık kabul görmez. Onlardır tam manâsıyla sapmış, dalâlete yuvarlanıp gitmiş olanlar.
91 Küfredip de neticede kâfir olarak ölüp gidenler, içlerinden her biri kendini kurtarmak için yer dolusu altın verecek bile olsa bu, onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. Onların hakkı çok acı bir azaptır ve (bu azap karşısında) hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
92 Bizzat sevdiğiniz (mal, bilgi, eşya…)dan infak etmedikçe gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamaz, (ebrardan olamazsınız.) Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir.
93 Tevrat indirilmeden önce İsrail’in (Yakub’un) kendi nefsine haram kıldığı müstesna, (Kur’ân’da helâl kılınmış bulunan) bütün yiyecekler İsrail Oğulları için de helâl idi. (Ey Rasûlüm, onlara), “Eğer (Tevrat’ta nesih bulunmadığı iddiasında) samimi iseniz, getirin Tevrat’ı ve okuyun!” de.
94 Artık kim bundan sonra Allah’a yalan isnadıyla iftirada bulunursa, böyleleri zalimlerin ta kendileridir.
95 (Ey Rasûlüm,) sen, “Sadekallah: (Allah, sözün doğrusunu söyledi.)” de. O halde haydi, safî bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancı içinde İbrahim’in milletine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.
96 İnsanlar için (ibadet maksadıyla yeryüzünde) ilk kondurulan ev, Mekke’deki (Kâbe) olup, feyiz ve bereket kaynağı, bütün insanlık için bir hidayet rehberi ve bir yönelme merkezidir.
97 Orada (Allah’ın dini ve O’na ibadet adına, ayrıca o Ev’in ibadet için merkez ve kıble olduğunu gösteren) apaçık alâmetler, deliller, İbrahim’in Makamı vardır. Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur. Ona yol bulup varmaya gücü yeten herkesin o Ev’i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim Hac’cı inkâr eder veya nankörlükte bulunup Allah’ın bu hakkını yerine getirmezse, (bilin ki) Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, kimseden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
98 De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah’ın (apaçık) âyetlerini ne diye gizleyip inkâr cihetine gidiyorsunuz? Halbuki Allah, yapıp durduğunuz her şeye bihakkın şahit bulunuyor.
99 De ki: “Ey Kitap Ehli! Doğruluğunun bizzat şahitleri olduğunuz halde, niçin Allah’ın yolunun eğri tanınmasını ve keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzu ederek iman edenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz? Oysa Allah, yapıp durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.”
100 Ey iman edenler! Şu kendilerine Kitap verilenlerden bazılarına itaat edecek, onların dediklerini dinleyecek olursanız, iyi bilin ki, imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yaparlar.
101 Ne diye küfre sapacaksınız ki, önünüzde Allah’ın âyetleri okunup duruyor ve aranızda da O’nun Rasûlü var. Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa, hiç şüphesiz doğru bir yola iletilmiş demektir.
102 Ey iman edenler! O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının ve ancak (O’na gönülden teslim olmuş) Müslümanlar olarak can vermeye bakın.
103 Hep birlikte Allah’ın İpi’ne sımsıkı sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz bölük pörçük birbirinize düşman idiniz; derken Allah kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki, (her hususta) doğruya ulaşıp onda sabitkadem olasınız.
104 İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk bulunsun. Onlardır gerçek mazhariyet sahipleri ve gerçekten kurtuluşa erenler.
105 Kendilerine apaçık hidayet delilleri geldikten sonra grup grup olanlar ve farklı farklı yollar tutanlar gibi olmayın. Onların payına düşen, pek büyük bir azaptır.
106 Gün gelecek, bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler ise kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: “İmanınızdan sonra küfre sapmıştınız değil mi? Küfür üzerinde yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım şimdi (bu çok büyük) azabı!”
107 Yüzleri ak olanlara gelince: onlar, Allah’ın rahmetine garkolmuşlardır; hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
108 Bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana her türlü şüpheden uzak olarak ve bütün doğruluğuyla okuyoruz. Allah, herhangi bir varlık, herhangi bir kimse hakkında zulüm diliyor değildir.
109 Kaldı ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; (dolayısıyla O, sahip olduğu her şeyde dilediği gibi tasarruf eder ve esasen zulmetmiş olması asla mümkün değildir.) Bütün işler, neticede varır Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur.
110 (Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.
111 Ama onlar, size hiçbir şekilde asla zarar veremezler; ancak dilleriyle incitebilirler. Sizinle savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra hiçbir yardım da görmezler.
112 Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah’tan gelen bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (desteğe ve koruma altına almaya) tutunmaları hali müstesna; ayrıca Allah’tan (müthiş) bir gazaba (cezaya) uğradılar ve meskenet altında ezilmeye mahkûm oldular. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr edip duruyor ve hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürüyorlardı. Çünkü artık asi olmuşlardı ve haddi aşıp duruyorlardı.
113 Bununla birlikte, Kitap Ehli’nin hepsi aynı değildir. İçlerinde (sizin gibi iman etmiş olup) doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini hakkıyla okuyarak secdelere kapanırlar.
114 (Gerektiği şekilde) Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanır, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışır ve yarışırcasına hayırlı işlere koşarlar. Onlar, inanç, düşünce ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam ve bozgunculuktan uzak bulunanlardandır.
115 Hayır adına her ne işlerlerse, elbette onun mükâfatından mahrum bırakılacak değillerdir. Allah, içleri Kendine karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilmektedir.
116 O küfredenlere gelince: sahip oldukları mallar da, evlâtları da Allah karşısında onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdır onlar, hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
117 Onların (insanî veya dinî gayeli gibi görünse de, menfaatlerini tatmin veya yanlış inançları yolunda ya da sırf gösteriş için) bu dünya hayatında harcama yapmaları şuna benzer: Dondurucu bir rüzgâr çıkar ve bizzat kendi öz canlarına zulmeden bir topluluğun ürününe isabet edip onu yok ediverir. Allah onlara zulmetmedi, haksızlık yapmadı; fakat onlar, hep kendi kendilerine zulmetmektedirler.
118 Ey iman edenler! Kendinizden (her bakımdan sizin gibi olanlardan) başkasını sırdaş edinmeyin; çünkü (bilhassa o gayrı Müslimler içinde size gayz ve düşmanlık besleyenler), başınıza dert açmada ellerinden geleni arkalarına koymazlar; ayrıca üzerinizden dert ve sıkıntı hiç gitmesin isterler. Baksanıza, size olan buğzları ağızlarından taşıyor; içlerinde gizledikleri ise daha da öte. Eğer aklınızı kullanır ve gereğince davranırsanız, size apaçık gerçekleri açıklıyoruz.
119 Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (Onlara), “Gayzınızda boğulun!” de! Şüphesiz ki Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
120 Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır. Her ne yapıp ediyorlarsa, Allah (ilmi ve kudretiyle) hepsini kuşatmış durumdadır.
121 Hani (ey Rasûlüm,) bir sabah ailenden erkenden ayrılmıştın ve mü’minleri savaş için konuşlandırıyordun. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir; (nitekim o gün de olup biteni bihakkın işitiyor ve biliyordu).
122 İşte o anda içinizden iki grup gevşeklik gösterip geri dönmeye yeltenmişlerdi; oysa Allah, onların yardımcısı, koruyucusu ve destekçisiydi. Daima ve sadece Allah’a dayanıp güvenmelidir mü’minler.
123 Nasıl ki O, (hem sayı hem de kuvvet yönünden) çok az ve çok zayıf olduğunuz bir zamanda size Bedir’de yardım etmiş ve sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse, Allah’a karşı gelmekten sakınarak takva dairesinde hareket edin ki, böylece şükretmiş olasınız.
124 O (Bedir) günü mü’minlere, “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin size imdat göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 Evet, (niye yetmesin!) Hattâ, eğer sabreder, (cephede direnir) ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde kalarak O’nun koruması altına girerseniz, düşmanlarınız hemen şu dakikada üzerinize geliverecek olsalar, Rabbiniz beş bin formalı, nişanlı melekle size imdat edecektir.
126 Allah, (o zaman yaptığı bu yardımı) ancak sizin için bir muştu olsun ve onunla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. (Yoksa Allah dilemedikçe, yardımını size yar etmedikçe, meleklerin de kendiliklerinden yapabilecekleri bir şey yoktur.) Yardım ve zafer, ancak Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler) bulunan Allah’ın katındandır.
127 Allah, (o yardımı ayrıca kimisinin katledilmesi, kimisinin esir alınmasıyla) küfredenlerin bir tarafını koparmak (sayılarını azaltıp, güçlerini kırmak) için, diğerleri de ümitsiz ve perişan bir halde dönüp gitsinler diye yaptı.
128 (Ey Rasûlüm, bütün bunları yapan Allah’tır;) gerçek tedbir ve idare ile işlerin sonuca ulaştırılmasında sana düşen bir şey yoktur; (bu sebeple, muvaffakiyetlerinizden kendinize övünme vesilesi olacak bir pay çıkarmayın. Ayrıca, sen vazifeli bir kulsun; kullarına karşı Allah’ın nasıl davranacağı) konusunda da sana düşen bir şey yoktur. Allah, ister onlara tevbe (ve iman) nasip edip günahlarını bağışlar, isterse (küfür, şirk ve kötülüklerde ısrar eden) zalimler olmaları hasebiyle onları azapla cezalandırır.
129 Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ama Allah, (her şeyden önce, kullarını) çok fazla bağışlayandır, (bilhassa tevbe ve iman ile Kendisine yönelenlere karşı hususî) rahmeti pek çok olandır.
130 Ey iman edenler! (Hele bir de) öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, (dünyada da Âhiret’te de) felâh bulasınız.
131 (Dininizi koruma adına muamelelerinize dikkat edin ve) kâfirler için hazırlanmış olan Ateş’ten sakının.
132 Allah’a ve Rasûl’e itaat edin ki, rahmete, (dünyada helâl dairesinde güzel bir hayata, Âhiret’te de af ve Cennet’e) nail olasınız.
133 Rabbiniz’den (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış bir Cennet’e yarışırcasına koşuşun!
134 O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.
135 Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya (günahla) kendi öz canlarına zulmettiklerinde peşinden hemen Allah’ı hatırlar, O’nu anar ve günahlarının affedilmesini dilerler –zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki! Ayrıca, işledikleri (günah ve hatalarda) bile bile ısrar da etmezler.
136 (Parmakla gösterilmeye değer bu takva ve ihsan sahiplerinin) mükâfatları, Rabbilerinden (sürprizlerle yüklü) bir mağfiret ve içlerinde sonsuzca kalmak üzere girecekleri (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlerdir. Bildikleriyle gerektiği şekilde amel eden ve güzel işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137 Sizden önce, (toplumların hayatını ve tarihî süreci tanıma adına Allah’ın koymuş bulunduğu kanunları ve icraatını gösteren) nice yol olmuş vakalar geldi geçti. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, (Allah’ın âyetlerini ve peygamberleri) yalanlayanların sonları ne oldu, görüp inceleyin!
138 (Sebep ve sonuçlarıyla) bütün bu olup bitenler, herkes için (görülmesi gereken) gerçeği gösteren bir izah, müttakîler için ise imanda ve Allah’a bağlılıkta pekişme ve ikaz, irşad adına bizatihî bir öğüttür.
139 Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.
140 (Uhud’da) size bir yara dokundu ise, biliyorsunuz, karşınızdaki o düşman topluluğuna da benzer bir yara (Bedir’de) dokunmuştu. Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz. Şurası bir gerçek ki, Allah zalimleri sevmez, (zulmü, yanlış davranışları tasvip etmez, cezalandırır ve neticede hakkı hakim kılar).
141 (O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.
142 Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan, bir de sabredenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan hepiniz hemen Cennet’e girivereceğinizi mi sanıyordunuz?
143 Hani, onunla yüz yüze gelmeden ölümü temenni ediyordunuz! İşte o şimdi karşınızda, ama (seyirci gibi) bakıp duruyorsunuz!
144 (Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibariyle) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.
145 Kimsenin Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını Âhiret’te almak diliyorsa, ona da Âhiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.
146 Nice peygamberler gelip geçti ki, beraberlerinde kendilerini Allah’a adamış çok sayıda hak eri olduğu halde (Allah yolunda) harbettiler. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı asla yılgınlığa düşmedikleri gibi, ne zaaf sergilediler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah, (böylesi) sabredenleri sever.
147 (Düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”
148 Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel Âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.
149 Ey iman edenler! Eğer o küfür içindeki (münafıkların Uhud savaşı münasebetiyle söylediklerine kulak verir de onlara) uyacak olursanız, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye (dininizden) döndürürler de, neticede (hem dünyada hem de Âhiret’te) kaybedenlerden olursunuz.
150 Bilakis sizin yâriniz, yardımcınız, gerçek koruyucunuz Allah’tır. O, en hayırlı bir yardımcı ve zafere ulaştırıcıdır.
151 Allah’ın, (iddia ettikleri üzere güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmalarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların nihaî barınakları Ateş’tir. Zalimlerin varıp kalacakları o yer ne fena bir yerdir!
152 Esasen Allah, size verdiği sözde durdu: O’nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat arzuladığınız galibiyeti bu şekilde size göstermesinin ardından (ganimet sevdasıyla) gevşeyiverdiniz ve (mevziinizden ayrılmamanız için) size verilmiş bulunan emir konusunda çekiştiniz, neticede de (Allah Rasûlü’nün bu emrine) isyan ettiniz. İçinizde dünyayı dileyen vardı, Âhiret’i dileyen vardı. Bunun üzerine Allah sizi denemek için, (üzerlerine yüklenmiş bulunduğunuz o kâfirler) karşısında sizi yüz geri etti. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı daima lütf u inayet sahibidir.
153 Savaş meydanından uzaklaştıkça uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnada Rasûl de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu (en tehlikeli) hengâmede Allah size (biri öncekini unutturacak) gam üstüne gam verdi ki, (dünya adına) artık elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
154 Sonra (pişmanlıkla geri dönüp geldiniz, dağda Allah Rasûlü’nün etrafında toplandınız ve) Allah, sizi giriftar ettiği bunca gamın ardından üzerinize bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyku hali ki, içinizden (en samimi olan) bir kısmını bürüyordu; bir grup da canlarının derdine düşmüştü ve Allah hakkında cahiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyorlardı. “Bu idare ve emirkomuta işinde bizim bir yetkimiz var mı?” diye soruyorlar, –De ki: “Bütün iş, bütün yetki Allah’a aittir.”– içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şey gizliyorlardı. Şöyle söyleniyorlardı: “Bu idare ve emirkomuta işinde bize de bir pay düşmüş olsaydı, burada böyle öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde bile bulunmuş olsaydınız, haklarında öldürülme takdir edilmiş bulunanlar mutlaka çıkacak ve düşüp ölecekleri yere geleceklerdi.” Allah, sinelerinizdeki (düşünce, duygu, niyet ve yönelişleri) sınamak ve kalblerinizdeki (imanı) her türlü şüphe ve vesveseden arındırıp dupduru yapmak diliyor. Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilendir.
155 İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün içinizden arkasını dönüp kaçanlar var ya, işlemiş oldukları birtakım günahlar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmaya yeltenmişti. Fakat Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır.
156 Ey iman edenler! Bizzat küfre batmış ve (onlarla aynı halka mensup olmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda bulunan insanlar) seferde veya herhangi bir gazada öldürüldükleri takdirde onlar hakkında, “Bizim yanımızda bulunsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah, onların kalbinde bir hicran, bir yürek yarası bırakıyor. Oysa hayatı veren de, hayatı alan da Allah’tır. Allah, ne yapıp ediyorsanız hepsini hakkıyla görendir.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah katından (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfiret ve bir rahmet, onların (hayatta kalıp da) toplayıp biriktirecekleri mallardan çok daha hayırlıdır.
158 Ölseniz de, öldürülseniz de, her halükârda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159 (Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olmuş olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, bağışla onları ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.
160 Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse çıkmaz. Şayet O sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, artık size kim yardım edebilir ki? O halde sadece Allah’a dayanıp güvensin mü’minler.
161 Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim emanete hıyanetle (ganimetten ya da kamuya ait hasılattan veya maldan bir şey çalar, bir de bunu gizlerse), Kıyamet Günü, yaptığı bu hıyanetin vebaliyle gelir. Sonra, herkese (dünyada iken) işleyip kazandığının karşılığı eksiksiz ödenir ve hiç kimseye zulmedilmez, haksızlık yapılmaz.
162 Allah’ın rızasını gözetip ona göre davranan kimse, hiç üzerine Allah’ın cezasını çekip de nihaî barınağı Cehennem olan kişi gibi midir? Ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son duraktır o Cehennem!
163 Bunların her birinin Allah katındaki dereceleri farklıdır; ve Allah, ne yapıp ediyorlar, hepsini çok iyi görmektedir.
164 Gerçekten Allah, içlerinden bir Rasûl seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulundu. O Rasûl, onlara Allah’ın (Kur’ân cümleleri olarak gelen ve bir de kâinatta tecelli eden) âyetlerini okuyup açıklıyor, (zihinlerini yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerini bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165 Hâl böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet başınıza gelince, “Bu musibet de nereden?” mi diyorsunuz? (Ey Rasûlüm,) de ki: “Elbette kendi yüzünüzden!” Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
166 İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen musibet, (kendi yüzünüzden, fakat şüphesiz) Allah’ın izniyle ve (Allah, gerçek) mü’minleri belli etsin diye idi.
167 Ayrıca, münafıklık yapanları da belli etsin diye idi. O (münafıklara), “Haydi gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada kalın da (düşmanın şehre ve ailelerinize zarar vermesine engel olun)!” dendiği zaman, “Ah, bir vuruşma olacağını bilsek, mutlaka size katılırız, (ama bir savaş çıkacağını sanmıyoruz)!” diye cevap verdiler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler; ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Elbette Allah, neyi gizleyip durduklarını çok iyi bilmektedir.
168 Savaşa çıkmayıp, savunmaya da girişmeyerek evde oturup kalmaları yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış, (aynı halka mensup bulunmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda) bulunan (şehitler) hakkında, “Bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi!” şeklinde konuşuyorlar. (Onlara) de ki: “Eğer şu söylediklerinizde tutarlı iseniz, elinizden de geliyorsa, haydi ölümü kendinizden savın da görelim!”
169 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler olarak düşünmeyesin! Hayır, onlar diridirler ve Rabbileri katında rızıklanmaktadırlar.
170 Allah’ın lütf u kereminden kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerle kesintisiz ferahlanmakta ve henüz kendilerine katılmayan (dindaşlarının da Allah’a kavuştuklarında) onlar için korkulacak hiçbir şey olmayacağı ve hiçbir üzüntü, hiçbir keder hissetmeyecekleri müjdesiyle sevinmektedirler.
171 Sevinmektedirler Allah katından (gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve kimsenin aklından geçmemiş) nimetler ve fazladan bol bol ihsanla; ayrıca, mü’minlerin mükâfatını Allah’ın asla zayi etmeyeceği müjdesiyle.
172 Kendilerine o yara dokunduktan sonra Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyup (düşmanı takibe çıkanlara), özellikle Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde davranan ve takvaya dayalı olarak hareket eden o (mü’minlere) pek büyük bir mükâfat vardır.
173 O kimseler ki, bir kısım halk kendilerine, “Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!” dediklerinde, bu ancak onların imanını arttırdı da, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” mukabelesinde bulundular.
174 Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
175 Size, (“Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!”) diyenler ancak şeytandır ki, sizi dostlarıyla korkutmak istiyor. Fakat siz, gerçekten mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, sadece Ben’den korkun.
176 Birbirleriyle yarışırcasına küfürde koşuşturanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, Âhiret’te onların hiçbir nasibi olmasın. Onların hakkı, ancak pek büyük bir azaptır.
177 İmana karşılık küfrü satın alan (akıldan yoksun zavallı)lar, Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
178 O küfredenler, kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı zannetmesinler. Biz, onlara sadece günahları daha daha artsın (da, haklarında Allah’ın hükmü tamamlansın) diye mühlet veriyoruz. Onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır.
179 Zaten Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak (size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir. Ancak O, dilediği rasûllerini seçer (ve onları dilediği ölçülerde gaybe vâkıf, kalblere muttalî kılar ve sizi tâbi tuttuğu imtihanı onlarla tamamlar). Şu halde siz, Allah’a ve O’nun rasûllerine iman edin. Eğer gerçekten iman eder ve takva dairesi içinde yaşarsanız, sizin için (keyfiyetini burada idrakiniz mümkün bulunmayan) çok büyük bir mükâfat vardır.
180 Allah’ın tamamen karşılıksız olarak kendilerine bol bol lütfettiği (servet, ilim, güçkuvvet gibi nimetlerde) cimrilik yapanlar sakın zannetmesinler ki, böyle davranmaları haklarında hayırlıdır. Hayır bu, onların hakkında sadece şerdir. Cimrilik edip yanlarında tuttukları o nimetler, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. (Neden böyle davranırlar ki,) gökler ve yer mutlak manâda Allah’ın mülküdür ve (her canlı ölüp gitmekte, dolayısıyla) hep O’na ait kalmaya devam etmektedir. Sonra Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
181 (Kendilerine “Allah’a güzel bir borç verin!” dendiğinde,) “Demek Allah fakir, biz ise zenginiz!” şeklinde konuşanların sözlerini Allah elbette işitmiştir. Onların bu konuşmaları gibi, bile bile ve hakhukuk tanımadan o bir kısım peygamberleri öldürmelerini, (atalarının bu cinayetlerini tasvip etmelerini) de yazacak ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.
182 “Düçar olduğunuz bu hâl, bizzat kendi ellerinizle Âhiret’e gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmedici değildir.”
183 Tutmuşlar bir de, “(Kabul edildiğinin alâmeti olarak gökten inecek bir) ateşin yakıp kor haline getirdiği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir rasûle inanmayacağımıza dair Allah bizden söz aldı.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Benden önce size, (Allah’ın rasûlü olduklarını apaçık gösteren) deliller ve mucizelerle, hem o söylediğiniz kurban mucizesiyle de pek çok rasûller geldi. Eğer bu iddianızda doğru ve samimî iseniz, o zaman o rasûlleri neden hep öldürdünüz?”
184 (Ey Rasûlüm!) Şimdi seni yalanlıyor (Allah’ın rasûlü olduğunu kabûl etmiyor) larsa, (hiç üzülüp tasalanma!) Senden önce de, (rasûl olduklarını gösteren) apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu Sahifeler ve (insanların kalblerini, zihinlerini ve yollarını) aydınlatan (Tevrat ve İncil gibi) kitap(lar)la pek çok rasûller geldi ve onlar da, aynı şekilde ret ve yalanlanmaya maruz kaldılar.
185 (Kimse, yaptıklarıyla hayatta devamlı kalacak değildir. Çünkü) her nefis ölümlüdür (ve dolayısıyla bir gün) ölümü mutlaka tadacaktır. O bakımdan (ey insanlar, dünyada ne yapmışsanız), karşılığı Kıyamet Günü size mutlaka tastamam ödenecektir. Artık kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e konursa, hiç şüphesiz o kazanmış ve muradına ermiştir. (Bilin ki) dünya hayatı, insanı aldatan bir geçimlikten başka bir şey değildir.
186 (Öyleyse ey mü’minler, dünya hayatındaki gaye ve hikmetin gereği olarak fakirlik, hastalık ve daha başka musibetlere maruz kalma gibi sabır gerektiren ve zenginlik, sıhhat gibi şükür gerektiren hallerle) mallarınız ve canlarınız hususunda hiç şüphesiz imtihana tâbi tutulacak ve gerek sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a şirk koşanlardan kırıcı, incitici pek çok sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve (hem Allah’a iman ve itaat, hem de karşınızdakilere davranış noktasında) yanlışa düşmeden takva dairesi içinde kalabilirseniz, bilin ki bu azim, sebat, metanet gerektiren çok değerli bir iştir.
187 Vaktiyle Allah, kendilerine Kitap verilmiş olanlardan: Kitap’taki gerçekleri mutlaka açıklayacak, (bu arada, geleceği müjdelenen Âhir Zaman Peygamberi’ni) insanlara duyuracak ve bu gerçekleri gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı. Ama onlar, bunu hiç önemsemeyerek hemen kulak ardı ettiler; onu (mal, makam, şöhret gibi) çok küçük bir fiyata sattılar. Hakikaten ne kötü, ne zararlı bir alışveriş içindeler!
188 Sakın zannetme ki, yaptıklarıyla ve ellerine geçen (o pek önemsiz dünyalıkla) sevinen, ayrıca (“samimi dindar, Allah’ın Kanunu’nun koruyucuları, Allah’ın gerçek dostları” olarak anılmak gibi) asla muvaffak olamadıkları payeler ve yapmadıkları hizmetlerle anılıp övülmeyi arzulayan bu kimseler, evet sakın zannetme ki onlar, azaptan yakayı kurtarabileceklerdir. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
189 Çünkü Allah’ındır göklerin ve yerin mülkü ve hakimiyeti; ve Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
190 Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.
191 Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
192 “Rabbimiz, Sen kimi Ateş’e koyarsan, hiç şüphesiz onu rüsvay etmişsindir. (Göklerdeki ve yerdeki âyetleri görmeyerek veya onları bile bile görmezden gelerek itikadda şirke, düşüncede dalâlete ve davranışta yanlışlara dalan) zalimler için, (onları Ateş’e girmekten koruyacak) hiçbir yardımcı yoktur.
193 “Rabbimiz, hiç şüphesiz biz, ‘Rabbinize iman edin!’ diyerek, (durup dinlenmek bilmeden) gür bir davetle imana çağıran (çok şerefli) bir davetçiyi duyduk da, (davetine uyarak) hemen iman ettik. Rabbimiz, ne olur, artık Sen günahlarımızı bağışlayıver, kusurlarımızı örtüver ve vefatımızla bizi kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minlere (ebrar) dahil ediver!
194 “Rabbimiz! Ve rasûllerin vasıtasıyla bize va’dettiğin (mükâfatı, Cennet ve Cemalini) bize lütuf buyur ve bizi Kıyamet Günü’nde rüsvay etme. Şüphesiz ki Sen, asla sözünden dönmezsin.”
195 Onların, “Rabbimiz!” diyerek Kendisine el açıp dua ettikleri sonsuz lütuf, kerem ve merhamet sahibi) Rabbi, yaptıkları bu duayı şöyle kabul buyurdu: “Hiç şüphesiz Ben, erkek olsun kadın olsun, içinizde hep böyle hayırlı işlerle meşgul bulunan kimsenin yaptığını katiyen zayi etmem. (Erkeğinizle, kadınınızla) siz birbirinizdensiniz, (aynı yolun yolcusu ve yaptıklarının mükâfatını eksiksiz alacak kardeşlersiniz.) Öyle de, (Benim uğrumda) hicret eden, yurtlarından sürülen, yolumda her türlü eziyete katlanan, savaşan ve öldürülen her kim olursa olsun mutlaka kusurlarını örtecek ve hiç şüphesiz onları, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; (başkasından değil, size söz veren ve her şeye gücü yeten rahmeti sonsuz) Allah katından, (dolayısıyla şu anda hayal bile edemeyeceğiniz) bir karşılık olarak yapacağım bunu.” Elbette Allah katındadır mükâfatların en güzeli!
196 Sakın ola ki, o küfredenlerin (öyle küstahça, refah içinde ve) üstünmüşçesine memleket memleket dolaşıp durmaları seni aldatmasın.
197 Üzerinde durmaya bile değmez az bir geçimliktir o; hemen arkasından da, başlarını sokacakları yer olarak Cehennem gelir: ne de fena bir yatak!
198 Buna karşılık, (kendilerini yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve hayatlarını tanzim adına en güzel kanunları Din olarak gönderen) Rabbilerine karşı gelmekten sakınıp takvaya riayet edenler için ise, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır, hem de içlerinde sonsuzca kalmak üzere ve Allah katından bir ağırlama, ikram ve ziyafet olarak. Allah katında olan her şey, o kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minler için elbette daha hayırlıdır.
199 Kitap Ehli içinde de hiç kuşkusuz öyleleri var ki, Allah’a, size indirilen (Kur’ân)’a ve kendilerine indirilen (Tevrat’a, İncil’e) iman ederler, tam bir teslimiyet ve gönül ürpertisi içinde Allah’a boyun eğmişlerdir; ve Allah’ın âyetlerini az bir paha karşılığı satmazlar. Onlar da, mükâfatları Rabbileri katında olanlardır. Hiç şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
200 (Şimdi,) ey (bütün) iman edenler! (Allah yolunda başınıza gelenlere, ayrıca O’ nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma hususunda) sabredin; birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun ve sabırda yardımlaşın; Allah’a ibadet ve O’nun yolunda cihad mevzuunda sürekli uyanık, daima hazırlıklı ve tam bir dayanışma içinde bulunun; ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde kalın. Umulur ki, böylece (dünyada da Âhiret’te de) kurtuluşa ve gerçek mazhariyetlere erersiniz.
- الٓمٓۚ
- Elif lam mim
- اَللّٰهُ
- Allah ki
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- الْحَيُّ
- daima diri
- الْقَيُّومُۜ
- (yaratıklarını) koruyup yöneticidir
- نَزَّلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- بِالْحَقِّ
- hak ile
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
- kendinden öncekini
- وَاَنْزَلَ
- indirmişti
- التَّوْرٰيةَ
- Tevrat
- وَالْاِنْج۪يلَۙ
- ve İncil`i de
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- هُدًى
- yol gösterici olarak
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَاَنْزَلَ
- indirdi
- الْفُرْقَانَۜ
- Furkan`ı da
- اِنَّ
- muhakkak ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لَهُمْ
- onlara vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- شَد۪يدٌۜ
- çetin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَز۪يزٌ
- daima üstündür
- ذُوانْتِقَامٍ
- öc alandır
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah`a
- لَا يَخْفٰى
- gizli kalmaz
- عَلَيْهِ شَيْءٌ
- hiçbir şey
- فِي الْاَرْضِ
- yerde
- وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
- ve gökte
- هُوَ الَّذ۪ي
- O`dur
- يُصَوِّرُكُمْ
- sizi şekillendiren
- فِي الْاَرْحَامِ
- rahimlerde
- كَيْفَ
- gibi
- يَشَٓاءُۜ
- dilediği
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- هُوَ الَّـذ۪ٓي
- O
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- مِنْهُ
- Onun
- اٰيَاتٌ
- bazı ayetleri
- مُحْكَمَاتٌ
- muhkemdir (ki)
- هُنَّ
- onlar
- اُمُّ
- anasıdır
- الْكِتَابِ
- Kitabın
- وَاُخَرُ
- diğerleri de
- مُتَشَابِهَاتٌۜ
- müteşabihdir
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ
- olanlar
- ف۪ي قُلُوبِهِمْ
- kalblerinde
- زَيْغٌ
- eğrilik
- فَيَتَّبِعُونَ
- ardına düşerler
- مَا تَشَابَهَ
- müteşabihlerinin
- ابْتِغَٓاءَ
- çıkarmak
- الْفِتْنَةِ
- fitne
- وَابْتِغَٓاءَ
- bulmak için
- تَأْو۪يلِه۪ۚ
- onun te`vilini
- وَمَا
- oysa
- يَعْلَمُ
- bilmez
- تَأْو۪يلَهُٓ
- onun te`vilini
- اِلَّا
- başka kimse
- اللّٰهُۢ
- Allah`tan
- وَالرَّاسِخُونَ
- ileri gidenler
- فِي الْعِلْمِ
- ilimde
- يَقُولُونَ
- derler
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِه۪ۙ
- Ona
- كُلٌّ
- hepsi
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- رَبِّنَاۚ
- Rabbimiz
- وَمَا يَذَّكَّرُ
- düşünüp öğüt almaz
- اِلَّٓا
- başkası
- اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
- sağduyu sahiplerinden
- رَبَّنَا
- (Onlar derler ki) Rabbimiz
- لَا تُزِغْ
- eğriltme
- قُلُوبَنَا
- kalblerimizi
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ هَدَيْتَنَا
- bizi doğru yola ilettikten
- وَهَبْ لَنَا
- bize ver
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- رَحْمَةًۚ
- bir rahmet
- اِنَّكَ
- kuşkusuz sen
- اَنْتَ
- yalnız sen
- الْوَهَّابُ
- çok bağış yapansın
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen mutlaka
- جَامِعُ
- toplayacaksın
- النَّاسِ
- insanları
- لِيَوْمٍ
- bir günde
- لَا رَيْبَ
- asla şüphe olmayan
- ف۪يهِۜ
- kendisinde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُخْلِفُ
- dönmez
- الْم۪يعَادَ۟
- sözünden
- اِنَّ
- şüphesiz var ya
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamaz
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de çocukları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمْ
- onlar
- وَقُودُ
- yakıtıdırlar
- النَّارِۙ
- ateşin
- كَدَأْبِ
- durumu gibi
- اٰلِ
- ailesinin
- فِرْعَوْنَۙ
- Fir`avn
- وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
- ve onlardan öncekilerin
- كَذَّبُوا
- onlar da yalanladılar
- بِاٰيَاتِنَاۚ
- ayetlerimizi
- فَاَخَذَهُمُ
- onları yakaladı
- اللّٰهُ
- Allah da
- بِذُنُوبِهِمْۜ
- günahlarıyla
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- شَد۪يدُ
- çetindir
- الْعِقَابِ
- cezası
- قُلْ
- söyle
- لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- سَتُغْلَبُونَ
- yenileceksiniz
- وَتُحْشَرُونَ
- ve sürüleceksiniz
- اِلٰى جَهَنَّمَۜ
- cehenneme
- وَبِئْسَ
- (orası) ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir döşektir
- قَدْ
- muhakak
- كَانَ لَكُمْ
- sizin için vardır
- اٰيَةٌ
- bir ibret
- ف۪ي فِئَتَيْنِ
- şu iki toplulukta
- الْتَقَتَاۜ
- karşılaşan
- فِئَةٌ
- bir topluluk
- تُقَاتِلُ
- çarpışıyordu
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَاُخْرٰى
- öteki de
- كَافِرَةٌ
- nankördü
- يَرَوْنَهُمْ
- onları görüyorlardı
- مِثْلَيْهِمْ
- kendilerinin iki katı
- رَأْيَ الْعَيْنِۜ
- gözleriyle
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُؤَيِّدُ
- destekler
- بِنَصْرِه۪
- yardımıyle
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَعِبْرَةً
- bir ibret vardır
- لِاُو۬لِي
- olanlar için
- الْاَبْصَارِ
- gözleri
- زُيِّنَ
- süslü (cazip) gösterildi
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- حُبُّ
- aşırı düşkünlük
- الشَّهَوَاتِ
- zevklere
- مِنَ النِّسَٓاءِ
- kadınlardan
- وَالْبَن۪ينَ
- oğullardan
- وَالْقَنَاط۪يرِ
- kantarlarca
- الْمُقَنْطَرَةِ
- yığılmış
- مِنَ الذَّهَبِ
- altından
- وَالْفِضَّةِ
- ve gümüşten
- وَالْخَيْلِ
- atlardan
- الْمُسَوَّمَةِ
- salma
- وَالْاَنْعَامِ
- davarlardan
- وَالْحَرْثِۜ
- ve ekinlerden (gelen)
- ذٰلِكَ
- bunlar (sadece)
- مَتَاعُ
- geçimidir
- الْحَيٰوةِ
- hayatının
- الدُّنْيَاۚ
- dünya
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- عِنْدَهُ
- yanındadır
- حُسْنُ
- güzel
- الْمَاٰبِ
- varılacak yer
- قُلْ
- de ki
- اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ
- size söyleyeyim mi?
- بِخَيْرٍ
- daha iyisini
- مِنْ ذٰلِكُمْۜ
- bunlardan
- لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korunanlar için vardır
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَا
- içinde
- وَاَزْوَاجٌ
- ve eşler
- مُطَهَّرَةٌ
- tertemiz
- وَرِضْوَانٌ
- ve rızası
- مِنَ اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görür
- بِالْعِبَادِۚ
- kullarını
- الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ
- (onlar ki) derler
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَٓا
- gerçekten biz
- اٰمَنَّا
- inandık
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِۚ
- ateş
- اَلصَّابِر۪ينَ
- sabredenlerdir
- وَالصَّادِق۪ينَ
- sadık olanlardır
- وَالْقَانِت۪ينَ
- gönülden itaat edenlerdir
- وَالْمُنْفِق۪ينَ
- infak edenlerdir
- وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ
- istiğfar edenlerdir
- بِالْاَسْحَارِ
- ve seherlerde
- شَهِدَ
- şahiddir (ki)
- اللّٰهُ
- Allah
- اَنَّهُ
- şüphesiz
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- وَالْمَلٰٓئِكَةُ
- ve melekler
- وَاُو۬لُوا
- ve sahipleri
- الْعِلْمِ
- ilim
- قَٓائِماً
- gözeten
- بِالْقِسْطِۜ
- adaletle
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُۜ
- hakimdir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الدّ۪ينَ
- din
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِ
- Allah
- الْاِسْلَامُ۠
- İslamdır
- وَمَا اخْتَلَفَ
- ayrılığa düştüler
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanlar
- الْكِتَابَ
- Kitap
- اِلَّا
- (kendilerine) sadece
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- geldikten
- الْعِلْمُ
- ilim
- بَغْياً
- aşırılık yüzünden
- بَيْنَهُمْۜ
- aralarındaki
- وَمَنْ
- kim
- يَكْفُرْ
- inkar ederse
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- فَاِنَّ
- (bilsin ki) şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- فَاِنْ
- eğer
- حَٓاجُّوكَ
- seninle tartışmaya girişirlerse
- فَقُلْ
- de ki
- اَسْلَمْتُ
- ben teslim ettim
- وَجْهِيَ
- özümü
- لِلّٰهِ
- Allah`a
- وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ
- bana uyanlar da
- وَقُلْ
- ve de ki
- لِلَّذ۪ينَ
- kendilerine
- اُو۫تُوا
- verilenlere
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْاُمِّيّ۪نَ
- ve ümmilere
- ءَاَسْلَمْتُمْۜ
- Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?
- اَسْلَمُوا
- İslam olurlarsa
- فَقَدِ
- muhakkak
- اهْتَدَوْاۚ
- doğru yolu bulmuşlardır
- وَاِنْ
- yok eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّمَا
- artık
- عَلَيْكَ
- sana düşen
- الْبَلَاغُۜ
- sadece duyurmaktır
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulları(nın yaptıklarını)
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ
- inkar edenler
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler (var ya)
- الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ
- emredenleri
- بِالْقِسْطِ
- adaleti
- مِنَ النَّاسِۙ
- insanlar arasında
- فَبَشِّرْهُمْ
- onlara müjdele
- بِعَذَابٍ
- bir azabı
- اَل۪يمٍ
- acı
- اُو۬لٰٓئِكَ
- böylece
- الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
- boşa çıkmıştır
- اَعْمَالُهُمْ
- onların yaptıkları
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- hiçbir yardımcıları
- اَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanları
- نَص۪يباً
- bir (nasip) pay
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- يُدْعَوْنَ
- çağırılıyorlar da
- اِلٰى كِتَابِ
- Kitabına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِيَحْكُمَ
- hüküm versin diye
- بَيْنَهُمْ
- aralarında
- ثُمَّ
- sonra
- يَتَوَلّٰى
- dönüyorlar
- فَر۪يقٌ
- bir topluluk
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَهُمْ مُعْرِضُونَ
- yüz çevirerek
- ذٰلِكَ
- bu (hareketleri)
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- demelerindendir
- لَنْ تَمَسَّنَا
- bize dokunmayacak
- النَّارُ
- ateş
- اِلَّٓا
- başka
- اَيَّاماً
- birkaç günden
- مَعْدُودَاتٍۖ
- sayılı
- وَغَرَّهُمْ
- onları yanıltmıştır
- ف۪ي د۪ينِهِمْ
- dinlerinde
- مَا كَانُوا
- şeyler
- يَفْتَرُونَ
- uydurdukları
- فَكَيْفَ
- peki nasıl (olacak)?
- اِذَا
- zaman
- جَمَعْنَاهُمْ
- topladığımız
- لِيَوْمٍ
- bir gün için
- لَا رَيْبَ
- hiç şüphe olmayan
- ف۪يهِ
- onda
- وَوُفِّيَتْ
- ve tastamam verilip
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkesin
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onların
- لَا يُظْلَمُونَ
- zulme uğratılmadığı
- قُلِ
- de ki
- اللّٰهُمَّ
- Allah`ım
- مَالِكَ
- sahibi
- الْمُلْكِ
- mülkün
- تُؤْتِي
- sen verirsin
- الْمُلْكَ
- mülkü
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğine
- وَتَنْزِعُ
- alırsın
- مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ
- dilediğinden
- وَتُعِزُّ
- yükseltirsin
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَتُذِلُّ
- alçaltırsın
- مَنْ تَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- بِيَدِكَ
- senin elindedir
- الْخَيْرُۜ
- Hayır (mal)
- اِنَّكَ
- şüphesiz sen
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirsin
- تُولِجُ
- sokarsın
- الَّيْلَ
- geceyi
- فِي النَّهَارِ
- gündüze
- وَتُولِجُ
- sokarsın
- النَّهَارَ
- gündüzü
- فِي الَّيْلِۘ
- geceye
- وَتُخْرِجُ
- çıkarırsın
- الْحَيَّ
- diri
- مِنَ الْمَيِّتِ
- ölüden
- الْمَيِّتَ
- ölü
- مِنَ الْحَيِّۘ
- diriden
- وَتَرْزُقُ
- rızıklandırırsın
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- لَا يَتَّخِذِ
- edinmesin
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اَوْلِيَٓاءَ
- dost
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- الْمُؤْمِن۪ينَۚ
- inananları
- وَمَنْ
- kim
- يَفْعَلْ
- yaparsa
- ذٰلِكَ
- böyle
- فَلَيْسَ
- kalmaz (değildir)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah ile
- ف۪ي شَيْءٍ
- bir dostluğu (şey)
- اِلَّٓا
- ancak başka
- اَنْ تَتَّقُوا
- korunmanız
- مِنْهُمْ
- onlardan
- تُقٰيةًۜ
- (gelebilecek) tehlikeden
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sizi sakındırır
- اللّٰهُ
- Allah
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`adır
- الْمَص۪يرُ
- dönüş
- قُلْ
- de ki
- اِنْ تُخْفُوا
- gizleseniz de
- مَا
- olanı
- ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizde
- اَوْ
- veya
- تُبْدُوهُ
- açığa vursanız da
- يَعْلَمْهُ
- onu bilir
- اللّٰهُۜ
- Allah
- وَيَعْلَمُ
- bilir
- فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا
- olanı
- فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- يَوْمَ
- O gün
- تَجِدُ
- bulacaktır
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- nefis
- مَا عَمِلَتْ
- yaptığı
- مِنْ خَيْرٍ
- her hayrı
- مُحْضَراًۚۛ
- hazır
- وَمَا عَمِلَتْ
- işlediği
- مِنْ سُٓوءٍۚۛ
- her kötülüğü de
- تَوَدُّ
- ister
- لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا
- O kötülükle
- وَبَيْنَهُٓ
- kendisi arasında
- اَمَداً
- bir mesafe
- بَع۪يداًۜ
- uzak
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sakındırıyor
- اللّٰهُ
- Allah sizi
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاللّٰهُ
- Allah
- رَؤُ۫فٌ
- şefkatlidir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulllarına
- قُلْ
- de ki
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- siz
- تُحِبُّونَ
- seviyorsanız
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاتَّبِعُون۪ي
- bana uyun ki
- يُحْبِبْكُمُ
- sizi sevsin
- اللّٰهُ
- Allah da
- وَيَغْفِرْ
- ve bağışlasın
- لَكُمْ
- sizin
- ذُنُوبَكُمْۜ
- günahlarınızı
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- bağışlayandır
- رَح۪يمٌ
- esirgeyendir
- قُلْ
- de ki
- اَط۪يعُوا
- ita`at edin
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَۚ
- ve Elçiye
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰٓى
- seçip üstün kıldı
- اٰدَمَ
- Adem`i
- وَنُوحاً
- Nuh`u
- وَاٰلَ
- ailesini
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَاٰلَ
- ve ailesini
- عِمْرٰنَ
- İmran
- عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
- alemlere
- ذُرِّيَّةً
- (Bunlar) türeyen nesil(ler)dir
- بَعْضُهَا
- bazısı (birbirinden)
- مِنْ بَعْضٍۜ
- bazısından
- وَاللّٰهُ
- Allah
- سَم۪يعٌ
- işitendir
- عَل۪يمٌۚ
- bilendir
- اِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- امْرَاَتُ
- karısı
- عِمْرٰنَ
- İmran`ın
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- نَذَرْتُ
- adadım
- لَكَ
- sana
- مَا
- olanı
- ف۪ي بَطْن۪ي
- karnımda
- مُحَرَّراً
- tam hür olarak
- فَتَقَبَّلْ
- kabul buyur
- مِنّ۪يۚ
- benden
- اِنَّكَ
- şüphesiz
- اَنْتَ
- sen
- السَّم۪يعُ
- işitensin
- الْعَل۪يمُ
- bilensin
- فَلَمَّا وَضَعَتْهَا
- onu doğurunca
- قَالَتْ
- şöyle söyledi
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- وَضَعْتُهَٓا
- onu doğurdum
- اُنْثٰىۜ
- kız
- وَاللّٰهُ
- Allah
- اَعْلَمُ
- bilirken
- بِمَا وَضَعَتْۜ
- onun ne doğurduğunu
- وَلَيْسَ
- değildir
- الذَّكَرُ
- erkek
- كَالْاُنْثٰىۚ
- kız gibi
- وَاِنّ۪ي
- doğrusu ben
- سَمَّيْتُهَا
- ona adını verdim
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَاِنّ۪ٓي
- şüphesiz ben
- اُع۪يذُهَا
- onu ısmarlıyorum
- بِكَ
- sana
- وَذُرِّيَّتَهَا
- ve soyunu
- مِنَ الشَّيْطَانِ
- şeytanın şerrinden
- الرَّج۪يمِ
- kovulmuş
- فَتَقَبَّلَهَا
- kabul buyurdu onu
- رَبُّهَا
- Rabbi
- بِقَبُولٍ
- kabulle (şekilde)
- حَسَنٍ
- güzel bir
- وَاَنْبَتَهَا
- ve onu yetiştirdi
- نَبَاتاً
- bir bitki gibi
- حَسَناًۙ
- güzel
- وَكَفَّلَهَا
- ve onun bakımını üstlendi
- زَكَرِيَّاۜ
- Zekeriyya da
- كُلَّمَا
- her
- دَخَلَ
- girdiğinde
- عَلَيْهَا
- onun yanına
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- الْمِحْرَابَۙ
- mihraba
- وَجَدَ
- bulurdu
- عِنْدَهَا
- yanında
- رِزْقاًۚ
- bir rızık
- قَالَ
- derdi
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اَنّٰى
- nereden?
- لَكِ
- sana
- هٰذَاۜ
- bu
- قَالَتْ
- (O da) derdi
- هُوَ
- Bu
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يَرْزُقُ
- rızık verir
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğine
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- هُنَالِكَ
- orada
- دَعَا
- du`a etmiş
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- رَبَّهُۚ
- Rabbine
- قَالَ
- demişti
- رَبِّ
- Rabbim
- هَبْ
- ver
- ل۪ي
- bana
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- ذُرِّيَّةً
- bir nesil
- طَيِّبَةًۚ
- temiz
- اِنَّكَ
- Sen
- سَم۪يعُ
- işitensin
- الدُّعَٓاءِ
- du`ayı
- فَنَادَتْهُ
- ona diye ünlediler
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- melekler
- وَهُوَ
- O (Zekeriyya)
- قَٓائِمٌ
- durmuş
- يُصَلّ۪ي
- namaz kılarken
- فِي الْمِحْرَابِۙ
- mabedde
- اَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكَ
- sana müjdeler
- بِيَحْيٰى
- Yahya`yı
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelimeyi
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَسَيِّداً
- efendi
- وَحَصُوراً
- nefsine hakim
- وَنَبِياًّ
- bir peygamber olacak
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden
- قَالَ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى يَكُونُ
- nasıl olur?
- ل۪ي
- benim
- غُلَامٌ
- oğlum
- وَقَدْ بَلَغَنِيَ
- bana gelip çatmış
- الْكِبَرُ
- ihtiyarlık
- وَامْرَاَت۪ي
- karım da
- عَاقِرٌۜ
- kısırken
- قَالَ
- (Allah) dedi
- كَذٰلِكَ
- öyle (ama)
- اللّٰهُ
- Allah
- يَفْعَلُ
- yapar
- مَا يَشَٓاءُ
- dilediğini
- قَالَ
- dedi
- رَبِّ
- Rabbim
- اجْعَلْ
- o halde (oğlum olacağına dair) ver
- ل۪ٓي
- bana
- اٰيَةًۜ
- bir alamet
- قَالَ
- (Allah) buyurdu ki
- اٰيَتُكَ
- senin alametin
- اَلَّا تُكَلِّمَ
- konuşamamandır
- النَّاسَ
- insanlarla
- ثَلٰثَةَ
- üç
- اَيَّامٍ
- gün
- اِلَّا
- başka
- رَمْزاًۜ
- işaretten
- وَاذْكُرْ
- an
- رَبَّكَ
- Rabbini
- كَث۪يراً
- çok
- وَسَبِّـحْ
- (O`nu) tesbih et
- بِالْعَشِيِّ
- akşam
- وَالْاِبْكَارِ۟
- sabah
- وَاِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰيكِ
- seni seçti
- وَطَهَّرَكِ
- temizledi
- وَاصْطَفٰيكِ
- ve seni üstün kıldı
- عَلٰى نِسَٓاءِ
- kadınlarına
- الْعَالَم۪ينَ
- dünyaların
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اقْنُت۪ي
- divan dur
- لِرَبِّكِ
- Rabbine
- وَاسْجُد۪ي
- secde et
- وَارْكَع۪ي
- ve (O`nun huzurunda) eğil
- مَعَ
- beraber
- الرَّاكِع۪ينَ
- eğilenlerle
- ذٰلِكَ
- (Ey Muhammed) Bunlar
- مِنْ اَنْـبَٓاءِ
- haberlerindendir
- الْغَيْبِ
- görünmez alemin
- نُوح۪يهِ
- vahyettiğimiz
- اِلَيْكَۜ
- sana
- وَمَا كُنْتَ
- sen değildin
- لَدَيْهِمْ
- onların yanında
- اِذْ يُلْقُونَ
- atarlarken
- اَقْلَامَهُمْ
- (kur`a) oklarını
- اَيُّهُمْ
- hangisi
- يَكْفُلُ
- kefil olacak diye
- مَرْيَمَۖ
- Meryem`e
- لَدَيْهِمْ
- yanlarında
- اِذْ يَخْتَصِمُونَ
- birbirleriyle çekiştikleri zaman da
- اِذْ
- hani
- قَالَتِ
- demişti
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكِ
- seni müjdeliyor
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelime ile
- مِنْهُۗ
- kendisinden
- اِسْمُهُ
- onun adı
- الْمَس۪يحُ
- Mesih`dir
- ع۪يسَى
- Îsa
- ابْنُ
- oğlu
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَج۪يهاً
- yüzde (şerefli)
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِ
- ahirette de
- وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
- ve (Allah`a) yakın olanlardandır
- وَيُكَلِّمُ
- konuşacak
- النَّاسَ
- insanlara
- فِي الْمَهْدِ
- beşikte
- وَكَهْلاً
- ve yetişkinlikte
- وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden olacaktır
- قَالَتْ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى
- nasıl
- يَكُونُ
- olur
- ل۪ي
- benim
- وَلَدٌ
- çocuğum
- وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي
- bana dokunmamışken
- بَشَرٌۜ
- bir beşer
- قَالَ
- dedi
- كَذٰلِكِ
- böylece
- اللّٰهُ
- Allah
- يَخْلُقُ
- yaratır
- مَا يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِذَا
- zaman
- قَضٰٓى
- istediği
- اَمْراً
- bir şey(in olmasını)
- فَاِنَّمَا
- sadece
- يَقُولُ
- der
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- `ol`
- فَيَكُونُ
- o da oluverir
- وَيُعَلِّمُهُ
- ona öğretecek
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- وَالْحِكْمَةَ
- Hikmeti
- وَالتَّوْرٰيةَ
- Tevrat`ı
- وَالْاِنْج۪يلَۚ
- ve İncil`i
- وَرَسُولاً
- Onu (şöyle diyen) bir elçi yapacak
- اِلٰى بَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اَنّ۪ي
- ben
- قَدْ
- doğrusu
- جِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْۙ
- Rabbinizden
- اَنّ۪ٓي
- ben
- اَخْلُقُ
- yaratırım
- لَكُمْ
- sizin için
- مِنَ الطّ۪ينِ
- çamurdan
- كَهَيْـَٔةِ
- şeklinde bir şey
- الطَّيْرِ
- kuş
- فَاَنْفُخُ
- üflerim
- ف۪يهِ
- ona
- فَيَكُونُ
- hemen oluverir
- طَيْراً
- bir kuş
- بِاِذْنِ
- izniyle
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- وَاُبْرِئُ
- iyileştiririm
- الْاَكْمَهَ
- körü
- وَالْاَبْرَصَ
- ve alacalıyı
- وَاُحْـيِ
- diriltirim
- الْمَوْتٰى
- ölüleri
- وَاُنَبِّئُكُمْ
- size haber veririm
- بِمَا تَأْكُلُونَ
- ne yeyip
- وَمَا تَدَّخِرُونَۙ
- ne biriktirdiğinizi
- ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ
- evlerinizde
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَاٰيَةً
- bir ibret vardır
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَۚ
- inanıyor
- وَمُصَدِّقاً
- (Ben) doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ
- benden önce gelen
- مِنَ التَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- وَلِاُحِلَّ
- ve helal yapayım (diye gönderildim)
- لَكُمْ
- size
- بَعْضَ
- bazı şeyleri
- الَّذ۪ي حُرِّمَ
- haram kılınan
- عَلَيْكُمْ
- size
- وَجِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- فَاتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَاَط۪يعُونِ
- bana ita`at edin
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- رَبّ۪ي
- benim de Rabbim
- وَرَبُّكُمْ
- sizin de Rabbinizdir
- فَاعْبُدُوهُۜ
- O`na kulluk edin
- هٰذَا
- budur
- صِرَاطٌ
- yol
- مُسْتَق۪يمٌ
- doğru
- فَلَمَّٓا اَحَسَّ
- sezince
- ع۪يسٰى
- Îsa
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْكُفْرَ
- inkarı
- قَالَ
- dedi
- مَنْ
- kimler
- اَنْصَار۪ٓي
- bana yardımcı olacak
- اِلَى
- yolunda
- اللّٰهِۜ
- Allah
- قَالَ
- dediler
- الْحَوَارِيُّونَ
- Havariler
- نَحْنُ
- Biz
- اَنْصَارُ
- yardımcılarıyız
- اللّٰهِۚ
- Allah(yolun)un
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِۚ
- Allah`a
- وَاشْهَدْ
- şahid ol
- بِاَنَّا
- biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِمَٓا اَنْزَلْتَ
- senin indirdiğine
- وَاتَّبَعْنَا
- uyduk
- الرَّسُولَ
- elçiye
- فَاكْتُبْنَا
- bizi yaz
- مَعَ
- beraber
- الشَّاهِد۪ينَ
- şahidlerle
- وَمَكَرُوا
- tuzak kurdular
- وَمَكَرَ
- onların tuzaklarına karşılık verdi
- اللّٰهُۜ
- Allah da
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- خَيْرُ
- en iyi
- الْمَاكِر۪ينَ۟
- tuzak kurandır
- اِذْ
- hani
- قَالَ
- demişti
- اللّٰهُ
- Allah
- يَا
- Ey
- ع۪يسٰٓى
- Îsa
- اِنّ۪ي
- ben
- مُتَوَفّ۪يكَ
- senin canını alacağım
- وَرَافِعُكَ
- seni yükselteceğim
- اِلَيَّ
- bana
- وَمُطَهِّرُكَ
- seni temizleyeceğim
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerden
- وَجَاعِلُ
- ve tutacağım
- الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ
- sana uyanları
- فَوْقَ
- üstünde
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerin
- اِلٰى
- kadar
- يَوْمِ
- gününe
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- اِلَيَّ
- bana olacaktır
- مَرْجِعُكُمْ
- dönüşünüz
- فَاَحْكُمُ
- ben hükmedeceğim
- بَيْنَكُمْ
- aranızda
- ف۪يمَا
- şeyler hakkında
- كُنْتُمْ
- sizin
- ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
- ayrılığa düştüğünüz
- فَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- فَاُعَذِّبُهُمْ
- onlara azabedeceğim
- عَذَاباً
- azapla
- شَد۪يداً
- şiddetli
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- olmayacaktır
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- yardımcıları da
- وَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- İnanıp
- وَعَمِلُوا
- yapanlara da
- الصَّالِحَاتِ
- iyi şeyler
- فَيُوَفّ۪يهِمْ
- (Allah) tam olarak verecektir
- اُجُورَهُمْۜ
- mükafatlarını
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimleri
- ذٰلِكَ
- işte bu
- نَتْلُوهُ
- okuduğumuz
- عَلَيْكَ
- sana
- مِنَ الْاٰيَاتِ
- o ayetlerden
- وَالذِّكْرِ
- ve Zikir(Kitap)dandır
- الْحَك۪يمِ
- o hikmetli
- اِنَّ
- şüphesiz
- مَثَلَ
- durumu
- ع۪يسٰى
- Îsa`nın
- عِنْدَ
- göre
- اللّٰهِ
- Allah`a
- كَمَثَلِ
- durumu gibidir
- اٰدَمَۜ
- Adem`in
- خَلَقَهُ
- Onu yarattı
- مِنْ تُرَابٍ
- topraktan
- ثُمَّ
- sonra
- قَالَ
- dedi
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- Ol!
- فَيَكُونُ
- artık olur
- اَلْحَقُّ
- (Bu,) gerçektir
- مِنْ رَبِّكَ
- Rabbinden gelen
- فَلَا تَكُنْ
- öyle ise olma
- مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
- kuşkulananlardan
- فَمَنْ
- kim
- حَٓاجَّكَ
- seninle tartışmaya kalkarsa
- ف۪يهِ
- oun hakkında
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَكَ
- sana gelen
- مِنَ الْعِلْمِ
- ilimden
- فَقُلْ
- de ki
- تَعَالَوْا
- gelin
- نَدْعُ
- çağıralım
- اَبْنَٓاءَنَا
- oğullarımızı
- وَاَبْنَٓاءَكُمْ
- ve oğullarınızı
- وَنِسَٓاءَنَا
- kadınlarımızı
- وَنِسَٓاءَكُمْ
- ve kadınlarınızı
- وَاَنْفُسَنَا
- kendimizi
- وَاَنْفُسَكُمْ
- ve kendinizi
- ثُمَّ
- sonra
- نَبْتَهِلْ
- gönülden la`netle du`a edelim de
- فَنَجْعَلْ
- atalım (kılalım)
- لَعْنَتَ
- la`netini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- عَلَى
- üstüne
- الْكَاذِب۪ينَ
- yalancıların
- اِنَّ
- işte
- هٰذَا
- budur
- لَهُوَ
- (Îsa hakkındaki) o
- الْقَصَصُ
- kıssa (öykü)
- الْحَقُّۚ
- gerçek
- وَمَا
- yoktur
- مِنْ اِلٰهٍ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۜ
- Allah`tan
- وَاِنَّ
- elbette
- اللّٰهَ
- Allah
- لَهُوَ الْعَز۪يزُ
- aziz (kesin galib)
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
- bozguncuları
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- تَعَالَوْا
- gelin
- اِلٰى كَلِمَةٍ
- bir kelimeye
- سَوَٓاءٍ
- eşit olan
- بَيْنَنَا
- bizim aramızda
- وَبَيْنَكُمْ
- ve sizin aranızda
- اَلَّا نَعْبُدَ
- ibadet etmeyelim
- اِلَّا
- başkasına
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَلَا نُشْرِكَ
- ortak koşmayalım
- بِه۪
- O`na
- شَيْـٔاً
- hiçbirşeyi
- وَلَا يَتَّخِذَ
- edinmeyelim
- بَعْضُنَا
- bazımız
- بَعْضاً
- bazımızı
- اَرْبَاباً
- tanrılar
- مِنْ دُونِ
- başka
- اللّٰهِۜ
- Allah`tan
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- yüz çevirirlerse
- فَقُولُوا
- deyin
- اشْهَدُوا
- şahid olun
- بِاَنَّا
- şüphesiz biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- يَٓا
- ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- neden
- تُحَٓاجُّونَ
- tartışıyorsunuz
- ف۪ٓي
- hakkında
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَمَٓا اُنْزِلَتِ
- oysa indirilmiştir
- التَّوْرٰيةُ
- Tevrat da
- وَالْاِنْج۪يلُ
- İncil de
- اِلَّا
- ancak
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- ondan sonra
- اَفَلَا تَعْقِلُونَ
- Düşünmüyor musunuz?
- هَٓا اَنْتُمْ
- haydi siz
- هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
- böylesiniz
- حَاجَجْتُمْ
- tartıştınız
- ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪
- olan şey hakkında
- عِلْمٌ
- biraz bilginiz
- فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ
- ama neden tartışıyorsunuz?
- ف۪يمَا
- hakkında
- لَيْسَ
- olmayan
- لَكُمْ بِه۪
- hiçbir
- عِلْمٌۜ
- bilginiz
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يَعْلَمُ
- bilir
- وَاَنْتُمْ
- siz
- لَا تَعْلَمُونَ
- bilmezsiniz
- مَا كَانَ
- değildi
- اِبْرٰه۪يمُ
- İbrahim
- يَهُودِياًّ
- ne yahudi
- وَلَا نَصْرَانِياًّ
- ne de hıristiyan
- وَلٰكِنْ
- fakat
- كَانَ
- idi
- حَن۪يفاً
- dosdoğru
- مُسْلِماًۜ
- bir müslüman
- وَمَا كَانَ
- değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- müşriklerden de
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوْلَى
- en yakın olanı
- النَّاسِ
- insanların
- بِاِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ
- ona uyanlar
- وَهٰذَا
- bu
- النَّبِيُّ
- peygamber
- وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
- ve mü`minlerdir
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- وَلِيُّ
- dostudur
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlerin
- وَدَّتْ
- istedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ
- sizi saptırsınlar
- وَمَا
- oysa
- يُضِلُّونَ
- saptırıyorlar
- اِلَّٓا
- sadece
- اَنْفُسَهُمْ
- kendilerini
- وَمَا يَشْعُرُونَ
- fakat farkında değiller
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- niçin inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
- (gerçeği) gördüğünüz halde
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- niçin
- تَلْبِسُونَ
- karıştırıyorsunuz
- الْحَقَّ
- hakkı
- بِالْبَاطِلِ
- batıla
- وَتَكْتُمُونَ
- ve gizliyorsunuz
- الْحَقَّ
- gerçeği
- وَاَنْتُمْ
- siz
- تَعْلَمُونَ۟
- bildiğiniz halde
- وَقَالَتْ
- dedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اٰمِنُوا
- inanın
- بِالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ
- indirilmiş olana
- عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlara
- وَجْهَ
- önünde
- النَّهَارِ
- günün
- وَاكْفُرُٓوا
- inkar edin
- اٰخِرَهُ
- sonunda da
- لَعَلَّهُمْ
- belki onlar
- يَرْجِعُونَۚ
- dönerler
- وَلَا تُؤْمِنُٓوا
- güvenmeyin (dediler)
- اِلَّا
- başkasına
- لِمَنْ تَبِـعَ
- uyandan
- د۪ينَكُمْۜ
- sizin dininize
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْهُدٰى
- Hidayet
- هُدَى
- hidayetidir
- اللّٰهِۙ
- Allah`ın
- اَنْ يُؤْتٰٓى
- verilmesinden (ötürü mü böyle söylüyorsunuz)
- اَحَدٌ
- birine
- مِثْلَ
- benzerinin
- مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ
- size verilenin
- اَوْ
- veya
- يُحَٓاجُّوكُمْ
- (aleyhinize) deliller getireceklerinden
- عِنْدَ
- huzurunda
- رَبِّكُمْۜ
- Rabbinizin
- الْفَضْلَ
- Lutuf
- بِيَدِ
- elindedir
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- يُؤْت۪يهِ
- onu verir
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- وَاسِعٌ
- (lutfu) geniştir
- عَل۪يمٌۚ
- (O her şeyi) bilendir
- يَخْتَصُّ
- has kılar
- بِرَحْمَتِه۪
- Rahmetini
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُو
- sahibidir
- الْفَضْلِ
- lutuf ve ikram
- الْعَظ۪يمِ
- büyük
- وَمِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- مَنْ
- öylesi vardır ki
- اِنْ
- eğer
- تَأْمَنْهُ
- ona emanet bıraksan
- بِقِنْطَارٍ
- yüklerle mal
- يُؤَدِّه۪ٓ
- onu öder
- اِلَيْكَۚ
- sana
- وَمِنْهُمْ
- onlardan
- مَنْ
- öylesi de vardır ki
- تَأْمَنْهُ
- ona versen
- بِد۪ينَارٍ
- bir dinar
- لَا يُؤَدِّه۪ٓ
- onu ödemez
- اِلَيْكَ
- sana
- اِلَّا مَا دُمْتَ
- devamlı olarak
- عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ
- başına dikilmeden
- ذٰلِكَ
- bu
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- dedikleri içindir
- لَيْسَ
- yoktur
- عَلَيْنَا
- bize
- فِي الْاُمِّيّ۪نَ
- ümmilere karşı
- سَب۪يلٌۚ
- bir yol (sorumluluk)
- وَيَقُولُونَ
- ve söylüyorlar
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- بَلٰى
- Hayır
- مَنْ
- kim
- اَوْفٰى
- yerine getirir
- بِعَهْدِه۪
- sözünü
- وَاتَّقٰى
- ve (günahtan) korunursa
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَّق۪ينَ
- korunanları
- اِنَّ
- Fakat
- الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ
- satanlar var ya
- بِعَهْدِ
- verdikleri sözü
- اللّٰهِ
- Allah`a
- وَاَيْمَانِهِمْ
- ve yeminlerini
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاً
- az bir
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَا خَلَاقَ
- bir payı yoktur
- لَهُمْ
- onların
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- وَلَا يُكَلِّمُهُمُ
- onlara konuşmayacak
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلَا يَنْظُرُ
- bakmayacak
- اِلَيْهِمْ
- onlara
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِ
- kıyamet
- وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ
- ve onları yüceltmeyecektir
- وَلَهُمْ
- Onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَاِنَّ
- ve şüphesiz
- مِنْهُمْ
- onlardan
- لَفَر۪يقاً
- bir grup var ki
- يَلْوُ۫نَ
- eğip bükerler
- اَلْسِنَتَهُمْ
- dillerini
- بِالْكِتَابِ
- Kitapla
- لِتَحْسَبُوهُ
- siz sanasınız diye
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- وَمَا هُوَ
- olmayan bir şeyi
- مِنَ الْكِتَابِۚ
- Kitapta
- وَيَقُولُونَ
- ve derler
- هُوَ
- o
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا هُوَ
- Oysa o değildir
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۚ
- Allah
- وَيَقُولُونَ
- söylerler
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- مَا كَانَ
- yakışmaz ki
- لِبَشَرٍ
- hiçbir insana
- اَنْ يُؤْتِيَهُ
- ona versin de
- اللّٰهُ
- Allah
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحُكْمَ
- hüküm (hikmet)
- وَالنُّبُوَّةَ
- ve peygamberlik
- ثُمَّ
- sonra (o kalksın)
- يَقُولَ
- desin
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- كُونُوا
- olun
- عِبَاداً
- kullar
- ل۪ي
- bana
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- اللّٰهِ
- Allah`ı
- وَلٰكِنْ
- fakat (der ki)
- رَبَّانِيّ۪نَ
- Rabba halis kullar
- بِمَا
- şeyler gereğince
- كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ
- okuduğunuz
- وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
- öğrettiğiniz
- وَلَا يَأْمُرَكُمْ
- Ve size emretmez
- اَنْ تَتَّخِذُوا
- edinin diye
- الْمَلٰٓئِكَةَ
- Melekleri
- وَالنَّبِيّ۪نَ
- ve peygamberleri
- اَرْبَاباًۜ
- tanrılar
- اَيَأْمُرُكُمْ
- size emreder mi?
- بِالْكُفْرِ
- inkarı
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ
- olduktan
- اَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ۟
- müslüman
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- şöyle söz
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberlerden
- لَـمَٓا
- bakın
- اٰتَيْتُكُمْ
- size verdim
- مِنْ كِتَابٍ
- Kitap
- وَحِكْمَةٍ
- ve hikmet
- ثُمَّ
- imdi
- جَٓاءَكُمْ
- geldiğinde
- رَسُولٌ
- bir peygamber
- مُصَدِّقٌ
- doğrulayıcı
- لِمَا مَعَكُمْ
- yanınızda bulunan(Kitap)ı
- لَتُؤْمِنُنَّ
- mutlaka inanacak
- بِه۪
- ona
- وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ
- ve ona mutlaka yardım edeceksiniz
- قَالَ
- demişti
- ءَاَقْرَرْتُمْ
- bunu kabul ettiniz mi?
- وَاَخَذْتُمْ
- ve aldınız mı?
- عَلٰى
- üzerinize
- ذٰلِكُمْ
- bu hususta
- اِصْر۪يۜ
- ağır ahdimi
- قَالُٓوا
- dediler
- اَقْرَرْنَاۜ
- kabul ettik
- قَالَ
- dedi
- فَاشْهَدُوا
- o halde tanık olun
- وَاَنَا۬
- ben de
- مَعَكُمْ
- sizinle beraber
- مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
- tanık olanlardanım
- فَمَنْ
- artık kim
- تَوَلّٰى
- dönerse
- بَعْدَ
- sonra
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْفَاسِقُونَ
- fasıklardır
- اَفَغَيْرَ
- başkasını mı
- د۪ينِ
- dininden
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- يَبْغُونَ
- arıyorlar
- وَلَهُٓ
- oysa O`na
- اَسْلَمَ
- teslim olmuştur
- مَنْ فِي
- olanların hepsi
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَالْاَرْضِ
- ve yerde
- طَوْعاً
- ister
- وَكَرْهاً
- istemez
- وَاِلَيْهِ
- ve O`na
- يُرْجَعُونَ
- döndürüleceklerdir
- قُلْ
- de ki
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- عَلَيْنَا
- bize
- وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى
- ve indirilene
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- وَاِسْمٰع۪يلَ
- İsma`il`e
- وَاِسْحٰقَ
- İshak`a
- وَيَعْقُوبَ
- Ya`kub`a
- وَالْاَسْبَاطِ
- ve sıbtlara
- وَمَٓا اُو۫تِيَ
- verilene
- مُوسٰى
- Musa`ya
- وَع۪يسٰى
- Îsa`ya
- وَالنَّبِيُّونَ
- ve peygamberlere
- مِنْ رَبِّهِمْۖ
- Rableri tarafından
- لَا نُفَرِّقُ
- ayırım yapmayız
- بَيْنَ
- arasında
- اَحَدٍ
- hiçbirinin
- مِنْهُمْۘ
- onlar
- وَنَحْنُ
- biz
- لَهُ
- O`na
- مُسْلِمُونَ
- teslim olanlarız
- وَمَنْ
- kim
- يَبْتَغِ
- ararsa
- غَيْرَ
- başka
- الْاِسْلَامِ
- İslam`dan
- د۪يناً
- bir din
- فَلَنْ
- bilsin ki
- يُقْبَلَ
- (o din) kabul edilmeyecek
- مِنْهُۚ
- ondan
- وَهُوَ
- ve o
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
- kaybedenlerden olacaktır
- كَيْفَ
- nasıl
- يَهْدِي
- yol gösterir
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْماً
- bir topluma
- كَفَرُوا
- inkar eden
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- İman ettikten
- وَشَهِدُٓوا
- ve gördükten
- اَنَّ
- gerçekten
- الرَّسُولَ
- Resul`ün
- حَقٌّ
- hak olduğunu
- وَجَٓاءَهُمُ
- ve kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يَهْدِي
- doğru yola iletmez
- الْقَوْمَ
- toplumu
- الظَّالِم۪ينَ
- zalim
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların cezası
- اَنَّ
- gerçekten
- عَلَيْهِمْ
- onların üzerine olmasıdır
- لَعْنَةَ
- la`neti
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَالْمَلٰٓئِكَةِ
- meleklerin
- وَالنَّاسِ
- ve insanların
- اَجْمَع۪ينَۙ
- bütün
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklardır
- ف۪يهَاۚ
- O(la`net)in içinde
- لَا يُخَفَّفُ
- hafifletilmeyecek
- عَنْهُمُ
- onlardan
- الْعَذَابُ
- azab
- وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
- ve onlara asla fırsat verilmeyecektir
- اِلَّا
- ancak başka
- الَّذ۪ينَ تَابُوا
- tevbe edip
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- ذٰلِكَ
- ondan
- وَاَصْلَحُوا
- uslananlar
- فَاِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ
- çok esirgeyendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- onlar ki inkar ettiler
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- inandıktan
- ثُمَّ
- sonra
- ازْدَادُوا
- arttı
- كُفْراً
- inkarları
- لَنْ تُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- تَوْبَتُهُمْۚ
- onların tevbeleri
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الضَّٓالُّونَ
- sapıkların ta kendileridir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edip
- وَمَاتُوا
- ölenler
- وَهُمْ كُفَّارٌ
- kafir olarak
- فَلَنْ يُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- مِنْ اَحَدِهِمْ
- hiçbirinden
- مِلْءُ
- dolusu
- الْاَرْضِ
- dünya
- ذَهَباً
- altın
- وَلَوِ
- olsa dahi
- افْتَدٰى بِه۪ۜ
- fidye vermiş
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
- hiçbir yardımcıları
- لَنْ تَنَالُوا
- asla eremezsiniz
- الْبِرَّ
- iyiliğe
- حَتّٰى
- kadar
- تُنْفِقُوا
- (Allah için) harcayıncaya
- مِمَّا
- şeylerden
- تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz
- وَمَا تُنْفِقُوا
- ne harcarsanız
- مِنْ شَيْءٍ
- herhangi bir şeyden
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِه۪
- onu
- عَل۪يمٌ
- bilir
- كُلُّ
- bütün
- الطَّعَامِ
- yiyecekler
- كَانَ
- idi
- حِلاًّ
- helal
- لِبَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اِلَّا
- dışında
- مَا
- şeyler
- حَرَّمَ
- haram kıldığı
- اِسْرَٓائ۪لُ
- İsrail`in
- عَلٰى نَفْسِه۪
- kendisine
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تُنَزَّلَ
- indirilmeden
- التَّوْرٰيةُۜ
- Tevrat
- قُلْ
- de ki
- فَأْتُوا
- getirip
- بِالتَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- فَاتْلُوهَٓا
- okuyun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَمَنِ
- artık kim
- افْتَرٰى
- uydurursa
- عَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- مِنْ بَعْدِ
- sonra da
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الظَّالِمُونَ
- zalimlerdir
- قُلْ
- de ki
- صَدَقَ
- doğru söyledi
- اللّٰهُ
- Allah
- فَاتَّبِعُوا
- öyle ise uyun
- مِلَّةَ
- dinine
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- حَن۪يفاًۜ
- hanif (Allah`ı birleyici) olarak
- وَمَا كَانَ
- O değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- ortak koşanlardan
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوَّلَ
- ilk
- بَيْتٍ
- ev
- وُضِعَ
- (ma`bed olarak) kurulan
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ
- Mekke`de olandır
- مُبَارَكاً
- uğur, bereket
- وَهُدًى
- ve hidayet kaynağıdır
- لِلْعَالَم۪ينَۚ
- alemlere
- ف۪يهِ
- onda vardır
- اٰيَاتٌ
- deliller
- بَيِّنَاتٌ
- açık açık
- مَقَامُ
- Makamı
- اِبْرٰه۪يمَۚ
- İbrahim`in
- وَمَنْ
- kimse
- دَخَلَهُ
- ona giren
- كَانَ اٰمِناًۜ
- güvene erer
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ın bir hakkıdır
- عَلَى
- üzerinde
- النَّاسِ
- insanlar
- حِجُّ
- (gidip) haccetmesi
- الْبَيْتِ
- Ev`e
- مَنِ
- herkesin
- اسْتَطَاعَ
- gücü yeten
- اِلَيْهِ سَب۪يلاًۜ
- yoluna
- وَمَنْ
- kim
- كَفَرَ
- nankörlük ederse
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- غَنِيٌّ
- zengindir
- عَنِ الْعَالَم۪ينَ
- bütün alemlerden
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- neden inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِۗ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- شَه۪يدٌ
- tanık iken
- عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınıza
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَصُدُّونَ
- niçin çevirmeğe çalışıyorsunuz?
- عَنْ سَب۪يلِ
- yolundan
- اللّٰهِ
- Allah
- مَنْ
- kimseleri
- اٰمَنَ
- inanan
- تَبْغُونَهَا
- göstermeğe yeltenerek
- عِوَجاً
- eğri
- وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ
- gerçeğe tanık olduğunuz halde
- وَمَا
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- بِغَافِلٍ
- habersiz
- عَمَّا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ تُط۪يعُوا
- uyarsanız
- فَر۪يقاً
- gruba
- مِنَ
- herhangi bir
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi döndürüp
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- imanınızdan
- كَافِر۪ينَ
- kafir yaparlar
- وَكَيْفَ
- nasıl
- تَكْفُرُونَ
- inkar edersiniz
- وَاَنْتُمْ
- ve üstelik size
- تُتْلٰى
- okunmakta
- عَلَيْكُمْ
- size
- اٰيَاتُ
- ayetleri
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَف۪يكُمْ
- ve aranızda iken
- رَسُولُهُۜ
- O`nun Elçisi de
- وَمَنْ
- kim
- يَعْتَصِمْ
- sarılırsa
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- فَقَدْ
- muhakkak ki o
- هُدِيَ
- iletilmiştir
- اِلٰى صِرَاطٍ
- yola
- مُسْتَق۪يمٍ۟
- doğru
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- حَقَّ
- hakkıyla
- تُقَاتِه۪
- O`na yaraşır biçimde
- وَلَا تَمُوتُنَّ
- ölmeyin
- اِلَّا
- dışında
- وَاَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlar olmak
- وَاعْتَصِمُوا
- ve yapışın
- بِحَبْلِ
- ipine
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- جَم۪يعاً
- topluca
- وَلَا تَفَرَّقُواۖ
- ayrılmayın
- وَاذْكُرُوا
- hatırlayın
- نِعْمَتَ
- ni`metini
- عَلَيْكُمْ
- size olan
- اِذْ
- hani
- كُنْتُمْ
- siz idiniz
- اَعْدَٓاءً
- birbirinize düşman
- فَاَلَّفَ
- (Allah) uzlaştırdı
- بَيْنَ
- arasını
- قُلُوبِكُمْ
- kalblerinizin
- فَاَصْبَحْتُمْ
- haline geldiniz
- بِنِعْمَتِه۪ٓ
- O`un ni`metiyle
- اِخْوَاناًۚ
- kardeşler
- وَكُنْتُمْ
- siz bulunuyordunuz
- عَلٰى شَفَا
- kenarında
- حُفْرَةٍ
- bir çukurun
- مِنَ النَّارِ
- ateşten
- فَاَنْقَذَكُمْ
- (Allah) sizi kurtardı
- مِنْهَاۜ
- ondan
- كَذٰلِكَ
- böyle
- يُبَيِّنُ
- açıklıyor
- اللّٰهُ
- Allah
- لَكُمْ
- size
- اٰيَاتِه۪
- ayetlerini
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَهْتَدُونَ
- yola gelirsiniz
- وَلْتَكُنْ
- olsun
- مِنْكُمْ
- içinizden
- اُمَّةٌ
- bir topluluk
- يَدْعُونَ
- çağıran
- اِلَى الْخَيْرِ
- hayra
- وَيَأْمُرُونَ
- emredip
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`eden
- عَنِ الْمُنْكَرِۜ
- kötülükten
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْمُفْلِحُونَ
- kurtuluşa erenlerdir
- وَلَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ
- gibi
- تَفَرَّقُوا
- bölünüp
- وَاخْتَلَفُوا
- ihtilaf edenler
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- İşte onlar
- لَهُمْ
- (evet) onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌۙ
- büyük
- يَوْمَ
- O gün
- تَبْيَضُّ
- ağarır
- وُجُوهٌ
- bazı yüzler
- وَتَسْوَدُّ
- kararır
- وُجُوهٌۚ
- bazı yüzler
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ
- kararanlara
- وُجُوهُهُمْ۠
- yüzleri
- اَكَفَرْتُمْ
- inkar ettiniz ha? (denilir)
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- inanmanızdan
- فَذُوقُوا
- öyle ise tadın
- الْعَذَابَ
- azabı
- بِمَا كُنْتُمْ
- etmenize karşılık
- تَكْفُرُونَ
- inkar
- وَاَمَّا
- ise
- الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ
- ağaranlar
- وُجُوهُهُمْ
- yüzleri
- فَف۪ي
- içindedirler
- رَحْمَةِ
- rahmeti
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- تِلْكَ
- İşte onlar
- اٰيَاتُ
- ayetleridir
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- نَتْلُوهَا
- onları okuyoruz
- عَلَيْكَ
- sana
- بِالْحَقِّۜ
- gerçek ile
- وَمَا اللّٰهُ
- Allah
- يُر۪يدُ
- istemez
- ظُلْماً
- zulmetmek
- لِلْعَالَم۪ينَ
- alemlere
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde olanlar
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُرْجَعُ
- döndürülür
- الْاُمُورُ۟
- bütün işler
- كُنْتُمْ
- siz oldunuz
- خَيْرَ
- en hayırlı
- اُمَّةٍ
- bir ümmet
- اُخْرِجَتْ
- çıkarılmış
- لِلنَّاسِ
- insanlar için
- تَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَتَنْهَوْنَ
- men`edersiniz
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَتُؤْمِنُونَ
- ve inanırsınız
- بِاللّٰهِۜ
- Allah`a
- وَلَوْ
- eğer
- اٰمَنَ
- inanmış olsaydı
- اَهْلُ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَكَانَ
- elbette olurdu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar da var
- وَاَكْثَرُهُمُ
- ama çokları
- الْفَاسِقُونَ
- yoldan çıkmışlardır
- لَنْ يَضُرُّوكُمْ
- size zarar veremezler
- اِلَّٓا
- başka bir
- اَذًىۜ
- eziyetten
- وَاِنْ
- ve eğer
- يُقَاتِلُوكُمْ
- sizinle savaşsalar bile
- يُوَلُّوكُمُ
- size dönüp kaçarlar
- الْاَدْبَارَ۠
- arkalarını
- ثُمَّ
- sonra
- لَا يُنْصَرُونَ
- onlara yardım da edilmez
- ضُرِبَتْ
- vurulmuştur
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- الذِّلَّةُ
- alçaklık (damgası)
- اَيْنَ
- nerede
- مَا ثُقِفُٓوا
- olsalar
- اِلَّا
- meğer ki (sığınmış olsunlar)
- بِحَبْلٍ
- ahdine (ipine)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَحَبْلٍ
- ve ahdine (ipine)
- مِنَ النَّاسِ
- (inanan) insanların
- وَبَٓاؤُ۫
- uğradılar
- بِغَضَبٍ
- gazabına
- وَضُرِبَتْ
- ve vuruldu
- عَلَيْهِمُ
- üzerlerine
- الْمَسْكَنَةُۜ
- miskinlik damgası
- ذٰلِكَ
- böyle oldu
- بِاَنَّهُمْ
- çünkü onlar
- كَانُوا
- idiler
- يَكْفُرُونَ
- inkar ediyorlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürüyorlardı
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۜ
- haksız yere
- ذٰلِكَ
- ve çünkü
- بِمَا عَصَوْا
- isyan etmişlerdi
- وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
- haddi aşıyorlardı
- لَيْسُوا
- ama hepsi değildir
- سَوَٓاءًۜ
- aynı
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اُمَّةٌ
- bir topluluk da vardır
- قَٓائِمَةٌ
- ayakta durup
- يَتْلُونَ
- okuyarak
- اٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- اٰنَٓاءَ
- saatlerinde
- الَّيْلِ
- gece
- وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
- secdeye kapanan
- يُؤْمِنُونَ
- onlar inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَالْيَوْمِ
- ve gününe
- الْاٰخِرِ
- ahiret
- وَيَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`ederler
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَيُسَارِعُونَ
- koşarlar
- فِي الْخَيْرَاتِۜ
- hayır işlerine
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte onlar
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- iyilerdendir
- وَمَا يَفْعَلُوا
- yapacakları
- مِنْ خَيْرٍ
- hiçbir iyilik
- فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
- inkar edilmeyecektir
- وَاللّٰهُ
- Şüphesiz Allah
- عَل۪يمٌ
- bilmektedir
- بِالْمُتَّق۪ينَ
- (günahlardan) korunanları
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamayacaktır
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de evladları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şey
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- onlar
- اَصْحَابُ
- halkıdır
- النَّارِۚ
- ateş
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- مَثَلُ
- durumu
- مَا يُنْفِقُونَ
- harcadıkları malların
- ف۪ي هٰذِهِ
- bu
- الْحَيٰوةِ
- dünya
- الدُّنْيَا
- hayatında
- كَمَثَلِ
- benzer
- ر۪يحٍ
- bir rüzgara
- ف۪يهَا
- kendisine
- صِرٌّ
- dondurucu
- اَصَابَتْ
- vurup
- حَرْثَ
- ekinine
- قَوْمٍ
- bir topluluğun
- ظَلَمُٓوا
- zulmeden
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- فَاَهْلَكَتْهُۜ
- onu mahveden
- وَمَا ظَلَمَهُمُ
- onlara zulmetmedi
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلٰكِنْ
- fakat
- اَنْفُسَهُمْ
- onlar kendi kendilerine
- يَظْلِمُونَ
- zulmediyorlardı
- يَٓا اَيُّهَا
- ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَتَّخِذُوا
- edinmeyin
- بِطَانَةً
- kendinize dost
- مِنْ دُونِكُمْ
- kendinizden başkasını
- لَا يَأْلُونَكُمْ
- onlar sizi geri durmazlar
- خَبَالاًۜ
- bozmaktan
- وَدُّوا
- isterler
- مَا
- şeyleri
- عَنِتُّمْۚ
- size sıkıntı verecek
- قَدْ
- doğrusu
- بَدَتِ
- taşmaktadır
- الْبَغْضَٓاءُ
- öfke
- مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ
- onların ağızlarından
- وَمَا تُخْف۪ي
- gizledikleri (kin) ise
- صُدُورُهُمْ
- göğüslerinde
- اَكْـبَرُۜ
- daha büyüktür
- قَدْ
- elbette
- بَيَّنَّا
- açıkladık
- لَكُمُ
- size
- الْاٰيَاتِ
- ayetleri
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
- düşünürseniz
- هَٓا اَنْتُمْ
- İşte siz
- اُو۬لَٓاءِ
- öyle kimselersiniz ki
- تُحِبُّونَهُمْ
- onları seversiniz
- وَلَا يُحِبُّونَكُمْ
- halbuki onlar sizi sevmezler
- وَتُؤْمِنُونَ
- inanırsınız
- بِالْكِتَابِ
- Kitabın
- كُلِّه۪ۚ
- hepsine
- وَاِذَا
- zaman
- لَقُوكُمْ
- sizinle karşılaştıkları
- قَالُٓوا
- derler
- اٰمَنَّاۗ
- inandık
- خَلَوْا
- yalnız kaldıkları
- عَضُّوا
- ısırırlar
- عَلَيْكُمُ
- size karşı
- الْاَنَامِلَ
- parmak uçlarını
- مِنَ الْغَيْظِۜ
- öfkeden
- قُلْ
- de ki
- مُوتُوا
- ölün
- بِغَيْظِكُمْۜ
- öfkenizden
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنْ
- eğer
- تَمْسَسْكُمْ
- size dokunsa
- حَسَنَةٌ
- bir iyilik
- تَسُؤْهُمْۘ
- onları tasalandırır
- وَاِنْ
- ve eğer
- تُصِبْكُمْ
- size dokunsa
- سَيِّئَةٌ
- bir kötülük
- يَفْرَحُوا
- sevinirler
- بِهَاۜ
- ona
- وَاِنْ
- eğer
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- لَا يَضُرُّكُمْ
- size zarar vermez
- كَيْدُهُمْ
- onların tuzağı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şekilde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِمَا يَعْمَلُونَ
- onların yaptıklarını
- مُح۪يطٌ۟
- kuşatmıştır
- وَاِذْ
- hani
- غَدَوْتَ
- sen erkenden
- مِنْ اَهْلِكَ
- ailenden
- تُبَوِّئُ
- ayrılmıştın
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- مَقَاعِدَ
- yerleştiriyordun (üslerine)
- لِلْقِتَالِۜ
- savaş için
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- سَم۪يعٌ
- işitendi
- عَل۪يمٌۙ
- bilendi
- اِذْ هَمَّتْ
- o vakit yüz tutmuştu
- طَٓائِفَتَانِ
- iki takım
- مِنْكُمْ
- sizden
- اَنْ تَفْشَلَاۙ
- korkup bozulmaya
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- وَلِيُّهُمَاۜ
- kendilerinin dostu idi
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar
- وَلَقَدْ
- nitekim
- نَصَرَكُمُ
- size yardım etmişti
- اللّٰهُ
- Allah
- بِبَدْرٍ
- Bedir`de de
- وَاَنْتُمْ
- sizler
- اَذِلَّةٌۚ
- zayıf durumdayken
- فَاتَّقُوا
- O halde korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَشْكُرُونَ
- şükredersiniz
- اِذْ
- O zaman
- تَقُولُ
- sen diyordun
- لِلْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
- size yetmez mi?
- اَنْ يُمِدَّكُمْ
- size yardım etmesi
- رَبُّكُمْ
- Rabbinizin
- بِثَلٰثَةِ
- üç
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melek ile
- مُنْزَل۪ينَۜ
- indirilmiş
- بَلٰٓىۙ
- Evet
- اِنْ تَصْبِرُوا
- sabrederseniz
- وَتَتَّقُوا
- ve korunursanız
- وَيَأْتُوكُمْ
- üzerinize gelseler
- مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا
- onlar hemen şu dakikada
- يُمْدِدْكُمْ
- size yardım eder
- رَبُّكُمْ
- Rabbiniz
- بِخَمْسَةِ
- beş
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melekle
- مُسَوِّم۪ينَ
- nişanlı
- وَمَا جَعَلَهُ
- bunu yaptı
- اللّٰهُ
- Allah
- اِلَّا
- sırf
- بُشْرٰى
- müjde olsun
- لَكُمْ
- size
- وَلِتَطْمَئِنَّ
- ve güven bulsun diye
- قُلُوبُكُمْ
- kalbleriniz
- بِه۪ۜ
- bununla
- وَمَا
- doğrusu
- النَّصْرُ
- yardım
- اِلَّا
- yalnız
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- الْعَز۪يزِ
- daima galib
- الْحَك۪يمِۙ
- hüküm ve hikmet sahibi
- لِيَقْطَعَ
- kessin
- طَرَفاً
- bir kısmını
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerden
- اَوْ يَكْبِتَهُمْ
- ve perişan etsin de
- فَيَنْقَلِبُوا
- dönüp gitsinler diye
- خَٓائِب۪ينَ
- umutsuz olarak
- لَيْسَ
- yoktur
- لَكَ
- senin
- مِنَ الْاَمْرِ
- o konuda
- شَيْءٌ
- yapacağın bir şey
- اَوْ
- ya
- يَتُوبَ
- (Allah) tevbelerini kabul eder
- عَلَيْهِمْ
- onların
- اَوْ
- ya da
- يُعَذِّبَهُمْ
- onlara azab eder
- فَاِنَّهُمْ
- olduklarından dolayı
- ظَالِمُونَ
- zalim
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي
- olanlar
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي
- ve olanlar
- الْاَرْضِۜ
- yerde
- يَغْفِرُ
- (O) bağışlar
- لِمَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَيُعَذِّبُ
- azabeder
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ۟
- çok esirgeyendir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَأْكُلُوا
- yemeyin
- الرِّبٰٓوا
- riba
- اَضْعَافاً
- kat kat
- مُضَاعَفَةًۖ
- arttırarak
- وَاتَّقُوا
- korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تُفْلِحُونَۚ
- kurtuluşa erersiniz
- وَاتَّقُوا
- sakının
- النَّارَ
- ateşten
- الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْكَافِر۪ينَۚ
- kafirler için
- وَاَط۪يعُوا
- ita`at edin ki
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَ
- ve Elçiye
- لَعَلَّكُمْ
- size edilsin
- تُرْحَمُونَۚ
- merhamet
- وَسَارِعُٓوا
- koşun
- اِلٰى مَغْفِرَةٍ
- bir bağışlanmaya
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- وَجَنَّةٍ
- cennete
- عَرْضُهَا
- genişliği
- السَّمٰوَاتُ
- göklerle
- وَالْاَرْضُۙ
- ve yer kadar olan
- اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْمُتَّق۪ينَۙ
- korunanlar için
- الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ
- Onlar infak ederler
- فِي السَّرَّٓاءِ
- bollukta
- وَالضَّرَّٓاءِ
- ve darlıkta
- وَالْكَاظِم۪ينَ
- yutkunurlar
- الْغَيْظَ
- öfke(lerin)i
- وَالْعَاف۪ينَ
- affederler
- عَنِ النَّاسِۜ
- insanları
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَۚ
- güzel davrananları
- وَالَّذ۪ينَ
- Ve onlar
- اِذَا
- zaman
- فَعَلُوا
- yaptıkları
- فَاحِشَةً
- bir kötülük
- اَوْ
- ya da
- ظَلَمُٓوا
- zulmettikleri
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- ذَكَرُوا
- hatırlayarak
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاسْتَغْفَرُوا
- hemen bağışlanmasını dilerler
- لِذُنُوبِهِمْۖ
- günahlarının
- وَمَنْ
- kim
- يَغْفِرُ
- bağışlayabilir
- الذُّنُوبَ
- günahları da
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۖ
- Allah`tan
- وَلَمْ يُصِرُّوا
- ve onlar ısrar etmezler
- عَلٰى مَا فَعَلُوا
- yaptıkları hatalarında
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların mükafatı
- مَغْفِرَةٌ
- bağışlanma
- مِنْ رَبِّهِمْ
- Rableri tarafından
- وَجَنَّاتٌ
- cennetlerdir
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَاۜ
- içinde
- وَنِعْمَ
- ne güzeldir
- اَجْرُ
- ücreti
- الْعَامِل۪ينَۜ
- çalışanların
- قَدْ
- şüphesiz
- خَلَتْ
- uygulanmıştır
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce de
- سُنَنٌۙ
- yasalar
- فَس۪يرُوا
- dolaşın da
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- فَانْظُرُوا
- görün
- كَيْفَ
- nasıl
- كَانَ
- olduğunu
- عَاقِبَةُ
- sonunun
- الْمُكَذِّب۪ينَ
- yalanlayıcıların
- هٰذَا
- Bu
- بَيَانٌ
- bir açıklama
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَهُدًى
- yol gösterme
- وَمَوْعِظَةٌ
- ve öğüttür
- لِلْمُتَّق۪ينَ
- korunanlara
- وَلَا تَهِنُوا
- gevşemeyin
- وَلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyin
- وَاَنْتُمُ
- mutlaka siz
- الْاَعْلَوْنَ
- üstün geleceksiniz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
- inanıyorsanız
- اِنْ
- Eğer
- يَمْسَسْكُمْ
- size dokunduysa
- قَرْحٌ
- bir yara
- فَقَدْ
- muhakkak
- مَسَّ
- dokunmuştu
- الْقَوْمَ
- o topluluğa da
- مِثْلُهُۜ
- benzeri
- وَتِلْكَ
- işte o
- الْاَيَّامُ
- günler
- نُدَاوِلُهَا
- biz onları çevirip dururuz
- بَيْنَ
- arasında
- النَّاسِۚ
- insanlar
- وَلِيَعْلَمَ
- (bu) ortaya çıkarması
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَتَّخِذَ
- ve edinmesi içindir
- مِنْكُمْ
- sizden
- شُهَدَٓاءَۜ
- şehidler (şahidler)
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَۙ
- zalimleri
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve iyice özleştirmesi
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَمْحَقَ
- mahvetmesi içindir
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri de
- اَمْ حَسِبْتُمْ
- yoksa siz sandınız
- اَنْ تَدْخُلُوا
- gireceğinizi
- الْجَنَّةَ
- cennete
- وَلَمَّا يَعْلَمِ
- bilmeden
- اللّٰهُ
- Allah
- الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
- cihad edenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- وَيَعْلَمَ
- (sınayıp) bilmeden
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- كُنْتُمْ
- siz
- تَمَنَّوْنَ
- arzuluyordunuz
- الْمَوْتَ
- ölümü
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تَلْقَوْهُۖ
- onunla karşılaşmadan
- فَقَدْ
- işte
- رَاَيْتُمُوهُ
- onu gördünüz
- وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
- ama bakıp duruyorsunuz
- وَمَا مُحَمَّدٌ
- Muhammed
- اِلَّا
- sadece
- رَسُولٌۚ
- bir elçidir
- قَدْ خَلَتْ
- gelip geçmiştir
- مِنْ قَبْلِهِ
- ondan önce de
- الرُّسُلُۜ
- elçiler
- اَفَا۬ئِنْ
- şimdi
- مَاتَ
- o ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلَ
- öldürülürse
- انْقَلَبْتُمْ
- geriye mi döneceksiniz?
- عَلٰٓى
- üzerinde
- اَعْقَابِكُمْۜ
- ökçelerinizin
- وَمَنْ
- kim
- يَنْقَلِبْ
- geriye dönerse
- عَلٰى
- üzerinde
- عَقِبَيْهِ
- ökçesi
- فَلَنْ يَضُرَّ
- ziyan veremez
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَسَيَجْزِي
- mükafatlandıracaktır
- اللّٰهُ
- Allah
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ
- hiçbir kişi için yoktur
- اَنْ تَمُوتَ
- ölmek
- اِلَّا
- olmadan
- بِاِذْنِ
- izni
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كِتَاباً
- yazılmıştır
- مُؤَجَّلاًۜ
- belirli bir süreye göre
- وَمَنْ
- kim
- يُرِدْ
- isterse
- ثَوَابَ
- sevabını (menfaatini)
- الدُّنْيَا
- dünya
- نُؤْتِه۪
- kendisine veririz
- مِنْهَاۚ
- ondan
- ثَوَابَ
- sevabını
- الْاٰخِرَةِ
- ahiret
- مِنْهَاۜ
- ondan
- وَسَنَجْزِي
- mükafatlandıracağız
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَكَاَيِّنْ
- nice var ki
- مِنْ نَبِيٍّ
- peygamber
- قَاتَلَۙ
- çarpıştılar
- مَعَهُ
- kendileriyle beraber
- رِبِّيُّونَ
- Rabbani (erenler)
- كَث۪يرٌۚ
- birçok
- فَمَا وَهَنُوا
- yılmadılar
- لِمَٓا اَصَابَهُمْ
- başlarında gelenlerden
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا ضَعُفُوا
- zayıflık göstermediler
- وَمَا اسْتَكَانُواۜ
- boyun eğmediler
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَمَا كَانَ
- değildi
- قَوْلَهُمْ
- sözleri
- اِلَّٓا
- başka
- اَنْ قَالُوا
- demelerinden
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- اغْفِرْ
- bağışla
- لَنَا
- bizim
- ذُنُوبَنَا
- günahlarımızı
- وَاِسْرَافَنَا
- taşkınlığımızı
- ف۪ٓي اَمْرِنَا
- işimizde
- وَثَبِّتْ
- ve sağlam tut
- اَقْدَامَنَا
- ayaklarımızı
- وَانْصُرْنَا
- bize yardım eyle
- عَلَى
- karşı
- الْقَوْمِ
- topluma
- الْكَافِر۪ينَ
- kafir
- فَاٰتٰيهُمُ
- onlara verdi
- اللّٰهُ
- Allah da
- ثَوَابَ
- karşılığını
- الدُّنْيَا
- hem dünya
- وَحُسْنَ
- en güzelini
- ثَوَابِ
- karşılığının
- الْاٰخِرَةِۜ
- hem ahiret
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَ۟
- güzel davrananları
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ
- eğer
- تُط۪يعُوا
- ita`at ederseniz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi çevirirler
- عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ
- arkanıza (küfre)
- فَتَنْقَلِبُوا
- o zaman dönersiniz
- خَاسِر۪ينَ
- kaybedenlere
- بَلِ
- Hayır
- اللّٰهُ
- Allah`tır
- مَوْلٰيكُمْۚ
- Mevlanız
- وَهُوَ
- O`dur
- خَيْرُ
- en iyisi
- النَّاصِر۪ينَ
- yardımcıların
- سَنُلْق۪ي
- salacağız
- ف۪ي قُلُوبِ
- kalblerine
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- الرُّعْبَ
- korku
- بِمَٓا اَشْرَكُوا
- ortak koştuklarından dolayı
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- مَا لَمْ يُنَزِّلْ
- indirmediği şeyleri
- بِه۪
- kendilerine
- سُلْطَاناًۚ
- hiçbir güç
- وَمَأْوٰيهُمُ
- gidecekleri yer de
- النَّارُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötüdür
- مَثْوَى
- varacağı yer
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- وَلَقَدْ
- elbette
- صَدَقَكُمُ
- size doğruladı
- اللّٰهُ
- Allah
- وَعْدَهُٓ
- (yardım) va`dini
- اِذْ
- sürece
- تَحُسُّونَهُمْ
- onları öldürdüğünüz
- بِاِذْنِه۪ۚ
- kendi izniyle
- حَتّٰٓى
- nihayet
- اِذَا فَشِلْتُمْ
- siz korktunuz
- وَتَنَازَعْتُمْ
- (birbirinizle) çekişip
- فِي الْاَمْرِ
- (verilen) emir hakkında
- وَعَصَيْتُمْ
- isyan ettiniz
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَٓا اَرٰيكُمْ
- size gösterdikten
- مَا تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz(galibiyet)i
- مِنْكُمْ
- sizden
- مَنْ
- kiminiz
- يُر۪يدُ
- istiyordu
- الدُّنْيَا
- dünyayı
- وَمِنْكُمْ
- ve sizden
- الْاٰخِرَةَۚ
- ahireti
- ثُمَّ
- sonra
- صَرَفَكُمْ
- (Allah) geri çevirdi (yenilgiye uğrattı)
- عَنْهُمْ
- onlardan
- لِيَبْتَلِيَكُمْۚ
- sizi denemek için
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- عَفَا
- bağışladı
- عَنْكُمْۜ
- sizi
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- çok lutufkardır
- عَلَى
- karşı
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ تُصْعِدُونَ
- boyuna uzaklaşıyor
- وَلَا تَلْوُ۫نَ
- dönüp bakmıyordunuz
- عَلٰٓى اَحَدٍ
- hiç kimseye
- وَالرَّسُولُ
- Elçi
- يَدْعُوكُمْ
- sizi çağırırken
- ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ
- arkanızdan
- فَاَثَابَكُمْ
- bundan dolayı size verdi
- غَماًّ
- gam
- بِغَمٍّ
- gam üstüne
- لِكَيْلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyesiniz
- عَلٰى مَا فَاتَكُمْ
- ne elinizden gidene
- وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ
- ne de başınıza gelene
- وَاللّٰهُ
- Allah
- خَب۪يرٌ
- haberdardır
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- ثُمَّ
- sonra
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكُمْ
- size
- مِنْ بَعْدِ
- ardından
- الْغَمِّ
- o üzüntünün
- اَمَنَةً
- bir güven
- نُعَاساً
- bir uyku
- يَغْشٰى
- bürüyen
- طَٓائِفَةً
- bir kısmınızı
- مِنْكُمْۙ
- sizden
- وَطَٓائِفَةٌ
- bir kısmınız da
- قَدْ
- doğrusu
- اَهَمَّتْهُمْ
- kaygısına düşmüştü
- اَنْفُسُهُمْ
- kendi canlarının
- يَظُنُّونَ
- bir zanda bulunuyorlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a karşı
- غَيْرَ الْحَقِّ
- haksız
- ظَنَّ
- zannı gibi
- الْجَاهِلِيَّةِۜ
- cahiliyye
- يَقُولُونَ
- diyorlardı
- هَلْ
- var mı
- لَنَا
- bize
- مِنَ الْاَمْرِ
- bu işten
- مِنْ شَيْءٍۜ
- bir şey
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْاَمْرَ كُلَّهُ
- bütün iş
- لِلّٰهِۜ
- Allah`a aittir
- يُخْفُونَ
- onlar gizliyorlar
- ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ
- içlerinde
- مَا لَا يُبْدُونَ
- açıklayamadıklarını
- لَكَۜ
- sana
- يَقُولُونَ
- diyorlar ki
- لَوْ كَانَ
- olsaydı
- شَيْءٌ
- bir fayda
- مَا قُتِلْنَا
- öldürülmezdik
- هٰهُنَاۜ
- burada
- لَوْ كُنْتُمْ
- olsaydınız
- ف۪ي بُيُوتِكُمْ
- evlerinizde dahi
- لَبَرَزَ
- mutlaka boylardı
- الَّذ۪ينَ كُتِبَ
- yazılmış olanlar
- عَلَيْهِمُ
- üzerine
- الْقَتْلُ
- öldürülme(si)
- اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ
- yatacakları yeri
- وَلِيَبْتَلِيَ
- denemesi içindir
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizdekini
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve açığa çıkarması içindir
- مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ
- kalblerinizdekini
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا
- yüz çevirip gidenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِۙ
- iki topluluğun
- اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ
- (yoldan) kaydırmak istemişti
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- بِبَعْضِ
- bazı
- مَا كَسَبُواۚ
- yaptıkları işlerden dolayı
- وَلَقَدْ
- ama yine de
- عَفَا
- affetti
- اللّٰهُ
- Allah
- عَنْهُمْۜ
- onları
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayandır
- حَل۪يمٌ۟
- halimdir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler gibi
- وَقَالُوا
- ve diyenler
- لِاِخْوَانِهِمْ
- gazi kardeşleri için
- اِذَا
- zaman
- ضَرَبُوا
- sefere çıktıkları
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- اَوْ
- ya da
- كَانُوا غُزًّى
- savaşa çıktıkları
- لَوْ
- eğer
- كَانُوا
- olsalardı
- عِنْدَنَا
- bizim yanımızda
- مَا مَاتُوا
- ölmezlerdi
- وَمَا قُتِلُواۚ
- ve vurulmazlardı
- لِيَجْعَلَ
- yapar
- اللّٰهُ
- Allah
- ذٰلِكَ
- bu (düşünce ve sözlerini)
- حَسْرَةً
- dert
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- Allahtır
- يُحْـي۪
- yaşatan da
- وَيُم۪يتُۜ
- öldüren de
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- وَلَئِنْ
- eğer
- قُتِلْتُمْ
- öldürülür
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوْ
- ya da
- مُتُّمْ
- ölürseniz
- لَمَغْفِرَةٌ
- bağışlaması
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَرَحْمَةٌ
- ve rahmeti
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- مِمَّا يَجْمَعُونَ
- onların topladıklarından
- وَلَئِنْ
- elbette
- مُتُّمْ
- ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلْتُمْ
- öldürülürseniz
- لَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُحْشَرُونَ
- götürüleceksiniz
- فَبِمَا
- sebebiyledir ki
- رَحْمَةٍ
- rahmeti
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِنْتَ
- sen yumuşak davrandın
- لَهُمْۚ
- onlara
- وَلَوْ
- eğer
- كُنْتَ
- olsaydın
- فَظًّا
- kaba
- غَل۪يظَ
- katı
- الْقَلْبِ
- yürekli
- لَانْفَضُّوا
- dağılır, giderlerdi
- مِنْ حَوْلِكَۖ
- çevrenden
- فَاعْفُ
- öyleyse affet
- عَنْهُمْ
- onları
- وَاسْتَغْفِرْ
- ve mağfiret dile
- لَهُمْ
- onlar için
- وَشَاوِرْهُمْ
- onlara danış
- فِي الْاَمْرِۚ
- işini
- فَاِذَا
- zaman
- عَزَمْتَ
- karar verdiğin
- فَتَوَكَّلْ
- dayan
- عَلَى اللّٰهِۜ
- Allah`a
- اِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَوَكِّل۪ينَ
- kendine dayanıp güvenenleri
- اِنْ
- eğer
- يَنْصُرْكُمُ
- size yardım ederse
- اللّٰهُ
- Allah
- فَلَا
- artık yoktur
- غَالِبَ
- yenecek
- لَكُمْۚ
- sizi
- وَاِنْ
- ve eğer
- يَخْذُلْكُمْ
- sizi yüz üstü bırakırsa
- فَمَنْ
- kim
- ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ
- size yardım edebilir
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- O`ndan sonra
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- وَمَا كَانَ
- olur şey değildir
- لِنَبِيٍّ
- bir peygamberin
- اَنْ يَغُلَّۜ
- hiyanet etmesi
- وَمَنْ
- kim
- يَغْلُلْ
- hıyanet ederse
- يَأْتِ
- boynuna yüklenip getirir
- بِمَا غَلَّ
- hıyanet ettiği şeyi
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- تُوَفّٰى
- tastamam verilir
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkese
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onlar
- لَا يُظْلَمُونَ
- hiçbir haksızlığa uğratılmazlar
- اَفَمَنِ
- hiç olur mu?
- اتَّبَعَ
- uyan
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كَمَنْ
- adam gibi
- بَٓاءَ
- uğrayan
- بِسَخَطٍ
- hışmına
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَمَأْوٰيهُ
- yeri de
- جَهَنَّمُۜ
- cehennem olan
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمَص۪يرُ
- sonuçtur orası
- هُمْ
- O(insa)nlar
- دَرَجَاتٌ
- derece derecedirler
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِمَا يَعْمَلُونَ۟
- onların yaptıklarını
- لَقَدْ
- andolsun ki
- مَنَّ
- büyük lutufta bulundu
- اللّٰهُ
- Allah
- عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ بَعَثَ
- göndermekle
- ف۪يهِمْ
- kendilerine
- رَسُولاً
- bir elçi
- مِنْ اَنْفُسِهِمْ
- kendi içlerinden
- يَتْلُوا
- okuyan
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- اٰيَاتِه۪
- (Allah`ın) ayetlerini
- وَيُزَكّ۪يهِمْ
- kendilerini yücelten
- وَيُعَلِّمُهُمُ
- ve kendilerine öğreten
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحِكْمَةَۚ
- ve hikmeti
- وَاِنْ كَانُوا
- bulunuyorlarken
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- لَف۪ي
- içinde
- ضَلَالٍ
- bir sapıklık
- مُب۪ينٍ
- açık
- اَوَلَمَّٓا
- gelince mi
- اَصَابَتْكُمْ
- sizin başınıza
- مُص۪يبَةٌ
- bir bela
- قَدْ
- doğrusu
- اَصَبْتُمْ
- onların başlarına getirdiğiniz halde
- مِثْلَيْهَاۙ
- onun iki katını
- قُلْتُمْ
- dediniz
- اَنّٰى
- nereden (başımıza geldi)
- هٰذَاۜ
- bu
- قُلْ
- de ki
- هُوَ
- O (bela)
- مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ
- kendinizdendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- وَمَٓا اَصَابَكُمْ
- sizin başınıza gelen
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِ
- iki topluluğun
- فَبِاِذْنِ
- ancak izniyle olmuştur
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَلِيَعْلَمَ
- bilmesi için
- الْمُؤْمِن۪ينَۙ
- inananları
- وَلِيَعْلَمَ
- ve bilmesi için
- الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ
- iki yüzlülük edenleri
- وَق۪يلَ
- dendiği halde
- لَهُمْ
- onlara
- تَعَالَوْا
- gelin
- قَاتِلُوا
- savaşın
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوِ
- ya da
- ادْفَعُواۜ
- savunun
- قَالُوا
- dediler
- لَوْ
- eğer
- نَعْلَمُ
- bilseydik
- قِتَالاً
- savaş (olacağını)
- لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ
- sizinle gelirdik
- هُمْ
- onlar
- لِلْكُفْرِ
- küfre
- يَوْمَئِذٍ
- o gün
- اَقْرَبُ
- yakın idiler
- مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ
- imandan çok
- يَقُولُونَ
- söylüyorlar
- بِاَفْوَاهِهِمْ
- ağızlarıyla
- مَا لَيْسَ
- olmayanı
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- اَعْلَمُ
- çok iyi bilmektedir
- بِمَا
- şeyi
- يَكْتُمُونَۚ
- içlerinde sakladıkları
- الَّذ۪ينَ قَالُوا
- diyenlere
- لِاِخْوَانِهِمْ
- kardeşleri için
- وَقَعَدُوا
- (Savaştan geri kalıp) oturarak
- لَوْ
- eğer
- اَطَاعُونَا
- bizim sözümüzü tutsalardı
- مَا قُتِلُواۜ
- öldürülmezlerdi
- قُلْ
- de ki;
- فَادْرَؤُ۫ا
- savınız
- عَنْ اَنْفُسِكُمُ
- kendinizden
- الْمَوْتَ
- ölümü
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- وَلَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ قُتِلُوا
- öldürülenleri
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَمْوَاتاًۜ
- ölüler
- بَلْ
- hayır
- اَحْيَٓاءٌ
- (onlar) diridirler
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- يُرْزَقُونَۙ
- rızıklanmaktadırlar
- فَرِح۪ينَ
- sevinirler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiklerinden
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪ۙ
- keremiyle
- وَيَسْتَبْشِرُونَ
- ve müjdelemek isterler
- بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا
- henüz yetişemeyenlere de
- بِهِمْ
- kendilerine
- مِنْ خَلْفِهِمْۙ
- arkalarından
- اَلَّا خَوْفٌ
- korku olmadığına
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
- onların da üzüntüye uğramayacaklarına
- يَسْتَبْشِرُونَ
- sevinirler
- بِنِعْمَةٍ
- ni`metine
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَفَضْلٍۙ
- ve lutfuna
- وَاَنَّ
- ve muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah`ın
- لَا يُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğine
- اَجْرَ
- ecrini
- الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ
- mü`minlerin
- الَّذ۪ينَ
- O(mü`mi)nler ki
- اسْتَجَابُوا
- çağrısına uydular
- لِلّٰهِ
- Allah`ın
- وَالرَّسُولِ
- ve Elçinin
- مِنْ بَعْدِ
- sonra bile
- مَٓا اَصَابَهُمُ
- isabet ettikten
- الْقَرْحُۜۛ
- yara
- لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا
- güzel davrananlar
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَاتَّقَوْا
- ve korunanlar için
- اَجْرٌ
- ecir vardır
- عَظ۪يمٌۚ
- pek büyük
- الَّذ۪ينَ
- onlar ki
- قَالَ
- deyince
- لَهُمُ
- kendilerine
- النَّاسُ
- halk
- اِنَّ النَّاسَ
- (Düşman) İnsanlar
- قَدْ
- muhakkak
- جَمَعُوا
- (ordu) toplamışlar
- لَكُمْ
- size karşı
- فَاخْشَوْهُمْ
- onlardan korkun
- فَزَادَهُمْ
- (bu söz) onların artırdı
- ا۪يمَاناًۗ
- imanını
- وَقَالُوا
- ve dediler
- حَسْبُنَا
- bize yeter
- اللّٰهُ
- Allah
- وَنِعْمَ
- ne güzel
- الْوَك۪يلُ
- vekildir
- فَانْقَلَبُوا
- bundan dolayı geri döndüler
- بِنِعْمَةٍ
- bir ni`met
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَفَضْلٍ
- ve bollukla
- لَمْ يَمْسَسْهُمْ
- kendilerine dokunmadı
- سُٓوءٌۙ
- hiçbir kötülük
- وَاتَّبَعُوا
- ve uydular
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- lutuf sahibidir
- عَظ۪يمٍ
- büyük
- اِنَّمَا
- Şüphesiz
- ذٰلِكُمُ
- işte o
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- يُخَوِّفُ
- sizi korkutuyor
- اَوْلِيَٓاءَهُۖ
- kendi dostlarından
- فَلَا تَخَافُوهُمْ
- onlardan korkmayın
- وَخَافُونِ
- benden korkun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَ
- inanmış
- وَلَا يَحْزُنْكَ
- seni üzmesin
- الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ
- koşanlar
- فِي الْكُفْرِۚ
- inkara
- اِنَّهُمْ
- onlar
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar veremezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- يُر۪يدُ
- istiyor
- اللّٰهُ
- Allah
- اَلَّا يَجْعَلَ
- koymamak
- لَهُمْ
- onlara
- حَظًّا
- hiçbir nasip
- فِي الْاٰخِرَةِۚ
- ahirette
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا
- satın alanlar
- الْكُفْرَ
- inkarı
- بِالْا۪يمَانِ
- iman karşılığında
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar vermezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۚ
- hiçbir
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenler
- اَنَّمَا نُمْل۪ي
- süre vermemiz
- لَهُمْ
- kendilerine
- خَيْرٌ
- hayırlıdır
- لِاَنْفُسِهِمْۜ
- kendileri için
- اِنَّمَا نُمْل۪ي
- biz süre veriyoruz ki
- لَهُمْ
- onlara
- لِيَزْدَادُٓوا
- artırsınlar
- اِثْماًۚ
- günahı
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- مُه۪ينٌ
- alçaltıcı
- مَا كَانَ
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- لِيَذَرَ
- bırakacak
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- عَلٰى
- (şu) üzerinde
- مَٓا اَنْتُمْ
- bulunduğunuz
- عَلَيْهِ
- hal üzere
- حَتّٰى
- kadar
- يَم۪يزَ
- ayırıncaya
- الْخَب۪يثَ
- pis olanı
- مِنَ الطَّيِّبِۜ
- temizden
- وَمَا كَانَ
- ve değildir
- لِيُطْلِعَكُمْ
- sizi vakıf kılacak
- عَلَى الْغَيْبِ
- gaybe
- وَلٰكِنَّ
- fakat
- اللّٰهَ
- Allah
- يَجْتَب۪ي
- seçer (onu gaybe vakıf kılar)
- مِنْ رُسُلِه۪
- elçilerinden
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- فَاٰمِنُوا
- o halde inanın
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَرُسُلِه۪ۚ
- ve elçilerine
- وَاِنْ
- eğer
- تُؤْمِنُوا
- inanır
- وَتَتَّقُوا
- ve (günahlardan) korunursanız
- فَلَكُمْ
- sizin için vardır
- اَجْرٌ
- mükafat
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar
- الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ
- cimrilik edenler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiğine
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪
- kereminden
- هُوَ
- onu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- بَلْ
- (hayır) bilakis
- هُوَ
- o
- شَرٌّ
- şerlidir
- سَيُطَوَّقُونَ
- boyunlarına dolandırılacaktır
- مَا
- şeyler
- بَخِلُوا بِهِ
- cimrilik ettikleri
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- م۪يرَاثُ
- mirası
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- خَب۪يرٌ۟
- haber alandır
- لَقَدْ
- doğrusu
- سَمِـعَ
- işitti
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْلَ
- sözünü
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- diyenlerin
- اِنَّ
- muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah
- فَق۪يرٌ
- fakirdir
- وَنَحْنُ
- biz
- اَغْنِيَٓاءُۢ
- zenginiz
- سَنَكْتُبُ
- yazacağız
- مَا قَالُوا
- onların dediklerini
- وَقَتْلَهُمُ
- ve öldürmelerini
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَنَقُولُ
- ve diyeceğiz
- ذُوقُوا
- tadın
- عَذَابَ
- azabını
- الْحَر۪يقِ
- yangın
- ذٰلِكَ
- bu
- بِمَا قَدَّمَتْ
- yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır
- اَيْد۪يكُمْ
- sizin ellerinizin
- وَاَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَيْسَ
- asla değildir
- بِظَلَّامٍ
- zulmedici
- لِلْعَب۪يدِۚ
- kullara
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- onlar dediler
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَهِدَ
- and verdi ki
- اِلَيْنَٓا
- bize
- اَلَّا نُؤْمِنَ
- inanmayalım
- لِرَسُولٍ
- hiçbir elçiye
- حَتّٰى
- kadar
- يَأْتِيَنَا
- bize getirinceye
- بِقُرْبَانٍ
- bir kurban
- تَأْكُلُهُ
- yiyeceği
- النَّارُۜ
- ateşin
- قُلْ
- de ki
- قَدْ
- elbette
- جَٓاءَكُمْ
- size gelmişti
- رُسُلٌ
- elçiler
- مِنْ قَبْل۪ي
- benden önce
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller getiren
- وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ
- ve bu dediğinizi de
- فَلِمَ
- niçin
- قَتَلْتُمُوهُمْ
- onları öldürdünüz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- idiyseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَاِنْ
- eğer
- كَذَّبُوكَ
- seni yalanladılarsa
- فَقَدْ
- doğrusu
- كُذِّبَ
- yalanlanmıştı
- رُسُلٌ
- peygamberler de
- مِنْ قَبْلِكَ
- senden önce
- جَٓاؤُ۫
- getiren
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller
- وَالزُّبُرِ
- hikmetli sahifeler
- وَالْكِتَابِ
- ve Kitabı
- الْمُن۪يرِ
- aydınlatıcı
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- can
- ذَٓائِقَةُ
- tadacaktır
- الْمَوْتِۜ
- ölümü
- وَاِنَّمَا
- şüphesiz
- تُوَفَّوْنَ
- size eksiksiz verilecektir
- اُجُورَكُمْ
- ecirleriniz
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- فَمَنْ
- kim ki hemen
- زُحْزِحَ
- çekilip kurtarılır da
- عَنِ النَّارِ
- ateşin elinden
- وَاُدْخِلَ
- sokulursa
- الْجَنَّةَ
- cennete
- فَقَدْ
- işte o
- فَازَۜ
- kurtuluşa ermiştir
- وَمَا
- değildir
- الْحَيٰوةُ
- hayatı
- الدُّنْيَٓا
- dünya
- اِلَّا
- başka bir şey
- مَتَاعُ
- zevkten
- الْغُرُورِ
- aldatıcı
- لَتُبْلَوُنَّ
- deneneceksiniz
- ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ
- mallarınız hususunda
- وَاَنْفُسِكُمْ
- ve canlarınız
- وَلَتَسْمَعُنَّ
- (sözler) duyacaksınız
- مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce
- وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا
- ve ortak koşanlardan
- اَذًى
- incitici
- كَث۪يراًۜ
- çok
- وَاِنْ
- ama
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- ذٰلِكَ
- işte bunlar
- مِنْ عَزْمِ
- yapmağa değer
- الْاُمُورِ
- işlerdendir
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- diye söz
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- لَتُبَيِّنُنَّهُ
- onu mutlaka açıklayacaksınız
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ
- gizlemeyeceksiniz
- فَنَبَذُوهُ
- fakat onlar (verdikleri sözü) attılar
- وَرَٓاءَ
- ardına
- ظُهُورِهِمْ
- sırtlarının
- وَاشْتَرَوْا
- ve aldılar
- بِه۪
- karşılığında
- ثَمَناً
- para
- قَل۪يلاًۜ
- birkaç
- فَبِئْسَ
- ne kötü şey
- مَا يَشْتَرُونَ
- satın alıyorlar
- لَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ
- sevinen
- بِمَٓا اَتَوْا
- o ettiklerine
- وَيُحِبُّونَ
- sevenlerin
- اَنْ يُحْمَدُوا
- övülmeyi
- بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
- yapmadıkları şeylerle
- فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ
- ve zannetme
- بِمَفَازَةٍ
- kurtulacaklarını
- مِنَ الْعَذَابِۚ
- azabdan
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مُلْكُ
- mülkü
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ۟
- kadirdir
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışında
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِ
- ve yerin
- وَاخْتِلَافِ
- gidip gelişinde
- الَّيْلِ
- gecenin
- وَالنَّهَارِ
- ve gündüzün
- لَاٰيَاتٍ
- ibretler vardır
- لِاُو۬لِي
- sahipleri için
- الْاَلْبَابِۚ
- sağduyu
- الَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ
- onlar anarlar
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- قِيَاماً
- ayakta
- وَقُعُوداً
- oturarak
- وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
- ve yanları üzerine yatarken
- وَيَتَفَكَّرُونَ
- düşünürler
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışı üzerinde
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۚ
- ve yerin
- رَبَّنَا
- Rabbimiz (derler)
- مَا خَلَقْتَ
- yaratmadın
- هٰذَا
- bunu
- بَاطِلاًۚ
- boş yere
- سُبْحَانَكَ
- sen yücesin
- فَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِ
- ateş
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen
- مَنْ
- birini
- تُدْخِلِ
- soktun mu
- النَّارَ
- ateşe
- فَقَدْ
- muhakkak
- اَخْزَيْتَهُۜ
- onu perişan etmişsindir
- وَمَا
- yoktur
- لِلظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- مِنْ اَنْصَارٍ
- yardımcıları
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَا
- şüphesiz biz
- سَمِعْنَا
- işittik
- مُنَادِياً
- bir davetçi
- يُنَاد۪ي
- çağıran
- لِلْا۪يمَانِ
- imana
- اَنْ اٰمِنُوا
- inanın (diyerek)
- بِرَبِّكُمْ
- Rabbinize
- فَاٰمَنَّاۗ
- hemen inandık
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَكَفِّرْ عَنَّا
- ört
- سَيِّـَٔاتِنَا
- kötülüklerimizi
- وَتَوَفَّـنَا
- canımızı al
- مَعَ
- beraber
- الْاَبْرَارِۚ
- iyilerle
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- وَاٰتِنَا
- bize ver
- مَا وَعَدْتَنَا
- va`dettiğini
- عَلٰى رُسُلِكَ
- elçilerine
- وَلَا تُخْزِنَا
- bizi rezil, perişan etme
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- اِنَّكَ
- zira sen
- لَا تُخْلِفُ
- caymazsın
- الْم۪يعَادَ
- verdiğin sözden
- فَاسْتَجَابَ
- karşılık verdi
- لَهُمْ
- onlara
- رَبُّهُمْ
- Rableri
- اَنّ۪ي
- Ben
- لَٓا اُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğim
- عَمَلَ
- işini
- عَامِلٍ
- hiçbir çalışanın
- مِنْكُمْ
- sizden
- مِنْ ذَكَرٍ
- erkek
- اَوْ
- veya
- اُنْثٰىۚ
- kadın
- بَعْضُكُمْ
- hepiniz
- مِنْ بَعْضٍۚ
- birbirinizdensiniz
- فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا
- göç edenler
- وَاُخْرِجُوا
- çıkarılanlar
- مِنْ دِيَارِهِمْ
- yurtlarından
- وَاُو۫ذُوا
- işkence edilenler
- ف۪ي سَب۪يل۪ي
- benim yolumda
- وَقَاتَلُوا
- vuruşanlar
- وَقُتِلُوا
- ve öldürülenler…
- لَاُكَفِّرَنَّ
- elbette örteceğim
- عَنْهُمْ
- onların
- سَيِّـَٔاتِهِمْ
- kötülüklerini
- وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ
- ve onları sokacağım
- جَنَّاتٍ
- cennetlere
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُۚ
- ırmaklar
- ثَوَاباً
- bir karşılık olarak
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عِنْدَهُ
- katındadır
- حُسْنُ
- en güzeli
- الثَّوَابِ
- karşılıkların
- لَا يَغُرَّنَّكَ
- seni aldatmasın
- تَقَلُّبُ
- gezip dolaşması
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- فِي الْبِلَادِۜ
- şehirlerde
- مَتَاعٌ
- bir geçimdir
- قَل۪يلٌ
- azıcık
- ثُمَّ
- sonra
- مَأْوٰيهُمْ
- gidecekleri yer
- جَهَنَّمُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir yataktır (orası)
- لٰكِنِ
- fakat
- الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korkanlar için
- رَبَّهُمْ
- Rablerinden
- لَهُمْ
- vardır
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklar
- ف۪يهَا
- orada
- نُزُلاً
- ağırlanacaklardır
- مِنْ عِنْدِ
- tarafından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَمَا
- bulunan (ödüller) ise
- عِنْدَ
- yanında
- اللّٰهِ
- Allah
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- لِلْاَبْرَارِ
- iyiler için
- وَاِنَّ
- doğrusu
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَمَنْ
- öyleleri var ki
- يُؤْمِنُ
- inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- اِلَيْكُمْ
- size
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- ve indirilene
- اِلَيْهِمْ
- kendilerine
- خَاشِع۪ينَ
- saygılıdırlar
- لِلّٰهِۙ
- Allah`a karşı
- لَا يَشْتَرُونَ
- satmazlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاًۜ
- azıcık
- اُو۬لٰٓئِكَ
- onların da
- لَهُمْ
- vardır
- اَجْرُهُمْ
- ödülleri
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْۜ
- Rableri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اصْبِرُوا
- sabredin
- وَصَابِرُوا
- sabırda direnin
- وَرَابِطُوا
- savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun
- وَاتَّقُوا
- ve korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulurki
- تُفْلِحُونَ
- başarıya eresiniz
(128) لَيْسَ لَكَ مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ اَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَاِنَّهُمْ ظَالِمُونَ
(129) وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌࣖ
(Resulüm!) Bu işte senin yapacağın bir şey yok. Allah ya onların tövbelerini kabul eder veya onları cezalandırır. Çünkü onlar zalimlerdir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Dilediğini bağışlar dilediğine azap eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber savaşta yaralanınca “Peygamber’ini yaralayan kavim nasıl felâh bulur?” buyurmuş, bunun üzerine 128. âyet inmiştir (“Megāzî”, 21).
Bu âyetlerle kâfirler hakkında dünyada ve âhirette verilecek hükümde Hz. Peygamber’in herhangi bir müdahalesinin söz konusu olmadığı, hükmün tamamen Allah’a mahsus olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde Hz. Peygamber’in görevinin sadece tebliğ etmek olduğu bildirilmiş, hidayetin tamamen Allah’ın iradesine bağlı bulunduğu vurgulanmıştır (bk. Bakara 2/272; Ra‘d 13/40; Kasas 28/56). Bir başka anlatımla, yüce Allah burada Resûl-i Ekrem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: Ey Resulüm! Onları helâk veya tövbelerini kabul etmek yahut kâfir olarak öldürüp âhirette cezalarını vermek senin isteğine değil, bizim hikmetimize ve irademize bağlı bir şeydir. Hikmetimiz neyi gerektirirse onu yaparız. Senin bu işte herhangi bir müdahalen söz konusu değildir. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Müşrikler de bu egemenlik alanının dışında değildir. Allah onlardan dilediğini affeder, dilediğini de hak ettikleri ve iradelerini kötüye kullandıkları için cezalandırır. Şüphesiz O’nun bağışlaması çok olduğu gibi azabı da şiddetlidir.
İbn Âşûr’un belirttiği üzere Hz. Peygamber Bedir Savaşı’nda meleklerin müşrikleri yok etmek için indiğini görünce onların hepsinin helâk edileceğini düşünmüş, bunun üzerine yüce Allah onların tamamının kökünü kesmeyi murat etmediğini, bilâkis onlar hakkında farklı takdirlerde bulunduğunu bildirmiş olabilir. Nitekim irade ve tercihlerini olumlu veya olumsuz yönde kullanmalarına bağlı olarak müşriklerden bir grubu helâk ederken, bir grubu kedere boğup bu halde geri çevirmiş, başka bir grubun ise sonra iman edip müslümanların saflarında yer almalarını takdir buyurmuş, nihayet bir grubu da kâfir olarak öldürüp hesabını âhirete bırakmıştır (IV, 80). Bu âyette ayrıca Uhud Savaşı’nda da müşriklerin çoğunun helâk edilmeyeceğine, bunların ileride İslâm’ı kabul edip müslümanların saflarında yer alacaklarına işaret vardır.
(130) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبٰٓوا اَضْعَافاً مُضَاعَفَةًࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
(131) وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتٖٓي اُعِدَّتْ لِلْكَافِرٖينَۚ
(132) وَاَطٖيعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَۚ
Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.
Allah’a ve peygambere itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.
Yüce Allah’ın, bir taraftan müslümanların Uhud Savaşı’ndaki durumlarını diğer taraftan da Bedir Savaşı’nda melekleri göndererek müslümanlara yardım ettiğini ve bu yardımın sebeplerini hatırlatırken Türkçe’de “tefecilik” deyimiyle de ifade edilen “kat kat faiz yeme” yasağına geçilmesinde bir hikmet olmalıdır. Uhud’daki yenilginin en önemli sebebi, bir kısım müslümanların servet gailesine düşmeleri olmuş ve ganimet toplama hırsları, kazanmak üzere oldukları zaferi yenilgiye çevirmiştir. İşte hikmet sahibi Allah’ın, burada faizcilik ve tefeciliği yasaklamasını bu sebebe bağlı olarak açıklamak uygun olur. Çünkü tefecilik yapanların, hak edilmemiş kârlarını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyecek kadar kazanma hırsına kendilerini kaptırdıkları, kamu yararını ve dar gelirlilerin halini düşünmedikleri yaşanan bir gerçektir. Bu durum, haksız kazanç ve servete düşkünlüklerini daha da arttırmaktadır.
Sözlükte ribâ “herhangi bir şeydeki artış ve fazlalık” anlamına gelir. Terim olarak ribâ borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın veya herhangi bir borç ilişkisiyle doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla tahsil etmenin yahut bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe’de daha çok faiz kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde ribâ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de faizli işlemler denir.
Ribâ (faiz) hakkında Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde geniş bilgi verilmiştir. Aşağıda bu âyetin faiz yasağının hangi aşamasında geldiği ve kapsamı hakkında kısa bir açıklama yapılacaktır.
Kur’an’da ribâ yasağı dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Mekke döneminde inen konuya ilişkin ilk âyette, faizin Allah katında bereketsiz bir kazanç olduğu, malı arttırmayıp tersine bereketi giderdiği bildirilmiş; buna karşılık Allah rızâsı için verilen zekâtın malı arttıracağı vurgulanmıştır (Rûm 30/39). Bu ilk aşamada faiz açıkça yasaklanmamakla birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsizliğine değinilerek kötülenmiş, Câhiliye döneminde bile çirkin bir kazanç olarak telakki edilen faizin kaldırılması için psikolojik bir zemin hazırlanmıştır.
İkinci aşamada, Medine döneminde inen Nisâ sûresinin 160-161. âyetlerinde, faizin yahudilere haram kılınmış olmasına rağmen onların bunu helâl sayarak alıp vermeye devam etmeleri yüzünden birçok cezaya çarptırıldıkları haber verilmiş, yine dolaylı bir şekilde faiz yasağına temas edilmiştir.
Üçüncü aşamayı oluşturan ve konumuz olan âyetlerde faiz açıkça yasaklanmış ve kurtuluşa ermenin Allah’ın bu yasağına uymaya bağlı olduğu belirtilmiştir. Müfessirler 130. âyette geçen “kat kat” kaydının, faiz yasağının sınır ve şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar’ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zikredildiğini kabul ederler (Şevkânî, I, 423-424). Bir başka ifadeyle buradaki üslûp, ilk planda Mekke’de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini hatıra getirmekle beraber, âyetteki kat kat kaydı tek dereceli faizin helâl olduğu anlamında olmayıp devrin Arap toplumunda yaygın olan ve vadesinde ödenmeyen borçlar hakkında yapılan tefecilik uygulamalarının kötülüğüne yapılmış özel bir vurgu niteliğindedir.
Faizle borçlananların, çoğu zaman ödeme güçlüğüne düşebildikleri, borcu vadesinde ödeyemedikleri için anapara yanında faizin faizini de borçlandıkları, böylece faizin katlandığı da bir gerçektir. “Kat kat” ifadesi bu gerçeğin altını çizmektedir.
Dördüncü aşamada inen Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde artık faiz, bir önceki kaydı da taşımaksızın kesin ve sert bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara geçmişte aldıklarından sorumlu tutulmamak gibi bazı teşvikler getirilirken faizde ısrar edenlerin Allah ve Resûlü’ne savaş açmış olacakları belirtilmiştir. Bu âyetlerde faizin alışverişten farklı olduğu vurgulanmış, faizin dünya ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret edilmiştir.
131. âyette “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!” buyurularak faiz yiyenlerin âhirette kâfirler için özel olarak hazırlanmış olan cehennemde cezalandırılacaklarına işaret edilmekte, 132. âyette ise Allah’ın rahmetine ve bereketine erebilmek için Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarına itaat etmenin gereği vurgulanmaktadır.
(133) وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّقٖينَۙ
(134) اَلَّذٖينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَۚ
(135) وَالَّذٖينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْࣕ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُࣕ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!
Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.
Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.
Bu üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir. 131. âyette faiz yemekten sakınıldığı takdirde kâfirler için hazırlanmış olan cehennemden kurtuluşa işaret edildiği gibi, burada da âyetlerde belirtilen ahlâkî nitelikleri kazananlara verilecek mükâfatlar bildirilmekte ve müslümanlar bu yöne yönlendirilmektedir. 133. âyette rabbimizin bağışına, gökler ve yer genişliğindeki cennetine kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel gaye olduğu bildirilmekte; iyiliği, birtakım dünyevî menfaatler kaygısıyla değil de sırf Allah’a saygı ve sevgi demek olan takvâ saikiyle sadece uhrevî saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmaktadır. 134 ve 135. âyetlerde ise İslâm’da ideal ahlâk tipi olan “takvâ sahibi (müttaki) insan”ın temel ahlâkî nitelikleri sayılmaktadır. Bunlar her durumda cömert olmak, öfkeyi yenmek, insanları bağışlamak, kendi hatasını kabul etmek ve bundan vazgeçmek gibi niteliklerdir. Bu vasıflar, ancak ihtirasları ve bencil duyguları karşısında hürriyetine kavuşmuş üstün ruhların erdemleridir.
Sözlükte “örtmek” anlamına gelen mağfiret kelimesi, terim olarak “yüce Allah’ın, kulların suç ve günahlarını affetmesi” anlamında kullanılmaktadır. Cennet de sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” demektir. Terim olarak cennet, “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve içinde müminlerin ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu” anlamına gelir. İbn Âşûr’a göre âyetteki “gökler ve yer kadar geniş olan” kaydı, cennetin sınırlarını gösteren değil, temsilî olarak cennetin çok büyük ve geniş olduğunu ifade eden bir kayıttır. Nitekim Hadîd sûresinin 21. âyetinde bu durum açıkça ifade buyurulmuştur (IV, 89; cennet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/25).
134. âyette geçen serrâ’ kelimesi tefsirlerde “sevinç ve rahatlık veren durum”; darrâ’ ise “zarar ve sıkıntı veren durum” şeklinde açıklanmıştır. Buna göre buradaki iki tür harcama, “zenginlik ve fakirlik halinde”, “sevinçli ve kederli zamanlarda”, “hayatta iken ve ölüme bağlı tasarruf yoluyla” yapılan harcamalar şeklinde anlaşıldığı gibi “akrabaya sevinç veren yardımlar ve düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan masraflar” şeklinde de anlaşılabilir.
Yüce Allah, bir önceki âyette kullarını takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cenneti kazanmak maksadıyla yarışmaya çağırınca, takvâ sahiplerinin kimler olduğu ve hangi nitelikleri taşıdıkları merak konusu olmuş; bu sebeple bu âyetlerde takvâ sahiplerinin nitelikleri anlatılmıştır. Bunlar:
a) Bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak ederler, yani mallarını iyilik yolunda harcarlar. Her iki durum da onların davranışlarını değiştirmez: Bolluk, kendilerini bencilleştirip aldatmadığı gibi darlık da onlara Allah yolunda harcamayı unutturmaz.
b) Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. “Öfke” diye çevirdiğimiz gayz kelimesi terim olarak “hoşlanılmadık bir şeye karşı insanın duyduğu heyecan” anlamına gelir. Gazabın aslı olduğu kabul edilir. Gazap intikam iradesini doğurduğu ve gayri ihtiyarî olarak yüzde ve diğer azalarda belirtileri görüldüğü halde gayz sadece kalpte olan bir duygudur (Âlûsî, IV, 58). Âyetin tasvirine göre insanlardaki takvâ duygusu bu konularda da etkili olmakta ve olaylar karşısında öfkeyi yenmelerini ve insanları bağışlamalarını sağlamaktadır. Nitekim âyette geçen kâzım (çoğulu kâzımîn) kelimesi “öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı intikama kalkışmayan, sabreden” anlamlarına gelmektedir (Elmalılı, II, 1177).
c) Bir kötülük veya kendilerine zulmetme mânasında bir günah işlediklerinde hemen Allah’ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyette geçen fâhişe kelimesi “çirkin ve iğrenç iş veya söz” anlamına gelir. Özel olarak “zina” anlamında kullanılmaktadır; nefse zulmetmek ise “herhangi bir günah işlemek” demektir. Bu günahların başında Allah’a ortak koşmak (şirk) gelmektedir. Bununla birlikte fâhişe “başkasına karşı işlenen günah, nefse zulmetmek” ise “kişinin kendisini ilgilendiren ve başkasıyla ilgisi olmayan günah” olarak yorumlandığı gibi (Elmalılı, II, 1177), fâhişe “büyük günahlar” diğeri ise “küçük günahlar” olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, I, 424-425). Yarattığı insanın iyi hasletlerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce Allah, şefkat ve merhametinin gereği olarak günahkâr bir mümini –büyük günah dahi işlese– müminlerin safından çıkarmadığı gibi, Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünerek yaptığına pişman olan, tövbe ve istiğfar eden kimseyi de cennete girecek takvâ sahiplerinin safından ayırmamıştır.
Takvâdan kaynaklanan hasletleri taşıyanlar ve gereğini yerine getirenler Allah katında sevilen kimselerdir. Allah âhirette onların mükâfatını verecektir (bk. Ebû Dâvûd, “Edeb”, 2-3; Müsned, III, 440). Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki: “Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir” (Buhârî, “Edeb”, 76, 102; Müslim, “Birr”, 107, 108). Ancak şahsî meselelerde öfkeyi yenmek Allah’ın emri olup beğenilen ve övülen bir davranış olmakla birlikte kamuyu ilgilendiren meselelerde toplum düzeninin bozulmasına ve kötülüklerin yayılmasına yol açabilecek durumlar karşısında gevşeklik göstermemek gerekir.
Uhud Savaşı’ndaki yenilgide, faizcilerde de bulunan kötü duyguların ve özellikle maddeye düşkünlüğün rolü inkâr edilemez bir gerçektir. Bu sebeple yüce Allah kullarını, insanlara kötü vasıflar kazandıran faizi bırakmaya, Allah ve Resûlü’ne itaat etmeye, kendisinin mağfiretini ve takvâ sahibi kimseler için hazırlanmış olan geniş cennetleri kazandıracak işlerde yarışmaya çağırmakta ve bu güzel davranışta bulunan kullarını sevdiğini bildirmektedir.
(136) اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَاؕ وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلٖينَؕ
İşte onların yaptıklarının karşılığı rableri tarafından bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!
Yüce Allah yukarıdaki özellikleri taşıyan takvâ sahibi müminlerin geçmiş günahlarını affedeceğini ve onları içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğini vaad etmektedir. Bu mükâfat onların amellerinin gereği değil Allah’ın onlara bir lutfu ve vaadinin sonucudur.
(137) قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَسٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖينَ
Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın.
“Uygulamalar” diye çevirdiğimiz sünen kelimesinin tekili sünnettir. Sözlükte “işlek yol, âdet, gidiş tarzı ve tabiat” anlamlarına gelen sünnet, geniş anlamda Allah’ın yolunu (evrende yaratıklar için koymuş olduğu hükmü, kanunları) veya insanın âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranış ve hareketi ifade eder (bk. Muhammed Hamîdullah, “Sünnet”, İA, XI, 242). Kur’an’da, ikisi çoğul olmak üzere on altı defa geçen sünnet kelimesi, bu âyet dışındaki yerlerde bir tamlama içinde yer almıştır: “Allah’ın sünneti” (Ahzâb 33/38), “önceki peygamberlerin sünneti (onlar hakkındaki kanun)” (İsrâ 17/77) gibi. Fıkıh ve fıkıh usulünde sünnet ise, bir yandan Hz. Peygamber’in İslâm dininin Kurân-ı Kerîm’den sonraki ikinci kaynağını oluşturan söz, fiil ve onaylarını, diğer yandan da Resûlullah’ın yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vâcip kapsamında olmayan fiilleri ifade eden bir terim anlamına sahiptir.
Allah’ın evrende ve yarattıkları arasında geçerli genel bir kanunu olan sünnetullah değişmez ve bozulmaz. Tabiattaki olaylar, bu kanun gereği belli bir düzen içerisinde meydana gelir. Bilim dilinde “tabiat kanunları” denilen sünnetullah, ilâhî hikmet gereği önce sebebin sonra da sonucun yaratılması şeklinde ortaya çıkar. Allah’ın fiillerinde hikmet anlayışını benimseyen ve çoğunluğu oluşturan bilginler bu görüşü savunurlar. Allah tarafından konan bu değişmez genel kanun (sünnet-i âmme), ancak özel durumlarda yine Allah’ın özel bir sünnetiyle (sünnet-i hâssa) ve geçici olarak değişebilir. Olağan üstü haller (mûcize, keramet…) bu tarzda ortaya çıkar. Fakat bu, genel sünnetin rastgele bozulduğu anlamına gelmez. Özel durum dışında her şey normal şekilde devam eder. Sünnetullah ifadesinin tabiat kanunları olarak yorumlanamayacağını ileri süren bir görüş de vardır. Buna göre böyle bir anlayış geleneksel yanılgının bir yansımasıdır. Sünnetullaha Kur’an’da mutlaka bir karşılık bulmak gerekiyorsa bu tabiri “tarih yasaları”nı anlatan bir ifade olarak değerlendirmek daha uygun olur (bk. Ömer Özsoy, Sünnetullah, özellikle s. 135).
Sünnetullah aynı zamanda sosyal olaylar için de söz konusudur. Nitekim bu husus Fâtır sûresinin 43. âyetiyle bu âyetin öncesi ve sonrasından açıkça anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde geçmiş ümmetlere uygulanan sosyal bir yasadan ve –yasanın gereği olarak– haddi aşanların bir belâya uğratılmalarından ve yokluğa mahkûm olmalarından söz edilmektedir. Buna göre Kur’an-ı Kerîm’de sünnetullah deyiminin, kısaca “Allah’ın, tabii veya sosyal bakımdan kâinatı yönetme yasası ve yöntemi” anlamında kullanıldığı söylenebilir.
Konumuz olan âyette de geçmişte peygamberlerini yalanlamış olan milletlere ve bunlara uygulanan ilâhî sünnete dikkat çekilmekte, onların düştükleri hatalara düşülmemesi istenmektedir. Bir başka anlatımla bu âyette ve devamında Allah’ın şöyle bir uyarıda bulunduğunu söylemek mümkündür: Sizden önce de nice milletler gelip geçti; onlar hakkında da Allah’ın birtakım uygulamaları oldu. Yeryüzünde dolaşarak o milletlerin kalıntılarını ve hayatlarını inceleyiniz, kendilerini doğru inanca ve güzel davranışlara çağıran peygamberlere karşı çıkıp onları yalanlayan milletlerin nasıl yok olup gittiklerini, ülkelerinin nasıl harap olduğunu görünüz; bunlardan çıkarılacak dersleri çıkarınız. Unutmayınız ki zafer için şart olan birliğinizi ve beraberliğinizi korur, peygamberin ve tayin ettiği kumandanların emirlerine uyarak sabır ve metanetle savaşırsanız zafer sizin olur.
Şüphe yok ki Allah’ın savaşlar için de koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara uygun davrananlar inkârcı, putperestler de olsalar, Allah’ın kanunu uyarınca galip gelirler. Tedbirsiz davrananlar da peygamber veya evliya dahi olsalar yine yenilgiye uğrarlar. Çünkü Allah’ın sünneti değişmez. O’nun sosyal hayat için koyduğu kanunlar savaşta da geçerlidir. Savaşın şart ve gereklerine uyanların galip, buna uymayanların mağlûp olması ilâhî bir kanundur (Ateş, II, 113).
Müfessirler bu ve benzeri âyetlerde, tarihî ve arkeolojik araştırmalar yapmayı teşvik anlamının bulunduğunu belirtirler (Elmalılı, II, 1180). Muhammed Abduh’a göre yüce Allah’ın, mahlûkatını yönetmek için kanunlar koyduğunu bize bildirmesi, bizim o kanunlardan en mükemmel bir şekilde faydalanmamız için o kanunları tedvin edilmiş bağımsız bir ilim haline getirmemizi gerekli kılar. Kur’an’ın özet olarak bahsettiği diğer ilimler için olduğu gibi kâinattaki sünnetullahı açıklayacak ilim adamlarını yetiştirmek de bu ümmetin tümü üzerine farz kılınmıştır (Reşîd Rızâ, IV, 139).
(138) هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ
Bu Kur’an insanlara bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.
“Bu” anlamına gelen işaret zamiriyle Kur’an’ın kastedildiği yorumu esas alınarak meâlinde “bu Kur’an” denmiştir. Buna göre âyet, Kur’an’ın bütün insanlar için hak ile bâtılı, yanlışla doğruyu birbirinden ayırt eden, açıklayan ve doğru yola ileten bir kitap, özellikle takvâ sahipleri için bir ibret ve öğüt olduğunu ifade eder. Diğer bir yoruma göre ise burada, Allah’ın sünnetinin geçmiş milletlere de aynen uygulandığını haber veren bir önceki âyete işaret edilmekte yani 137. âyetteki ifadenin insanlara bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüt olduğu belirtilmektedir. İbn Âşûr’a göre bu durumda âyet, zaferle güzel sonucun, yenilgi ile kötü sonucun ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyenler için bir açıklama ve sebep-sonuç ilişkisini kurabilmeleri için yol gösterici bir kılavuzdur. Çünkü zaferin gerçek sebebi iyilik ve iyi haldir. Bu âyet aynı zamanda insanların fesattan sakınmaları ve “Bizden daha güçlü kim var?” (Fussılet 41/15) diyerek gücüne aldanan Âd kavmi gibi aldanmamaları için bir öğüttür (IV, 98).
(139) وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ
Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.
Müslümanları teselli etme amacı taşıdığı anlaşılan âyet, yenmenin de yenilmenin de Allah’ın değişmez kanunu olduğunu, dolayısıyla Uhud Savaşı’nda uğradıkları yenilgiden dolayı ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini onlara hatırlatmakta; güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemektedir. Bu, yüce Allah’ın peygamberlerine ve samimiyetle onlara inanan müminlere bir vaadidir. Nitekim başka âyetlerde bunu açıkça bildirmiştir (bk. Sâffât 37/171-173; Mücâdele 58/21).
(140) اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُؕ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَؕ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمٖينَۙ
(141) وَلِيُمَحِّصَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرٖينَ
Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye. Allah, zalimleri sevmez.
Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor.
Genel olarak müfessirler 140. âyette Uhud Savaşı ile Bedir Savaşı’nın mukayesesinin yapıldığı kanaatindedirler. Müşriklerin daha önce Bedir Savaşı’ndaki kayıpları müslümanların Uhud Savaşı’ndaki kayıplarından az değildi. Âyet buna işaret etmektedir. Bazı müfessirlere göre sözlükte “yara” anlamında kullanılan “karh” kelimesi, âyette mecaz olarak “yenilgi” anlamında kullanılmıştır. Buna göre yüce Allah Uhud Savaşı’nda yenilgiye uğramış olan müminleri teselli etmek ve cesaretlendirmek için onlara Bedir Savaşı’ndaki zaferlerini hatırlatarak buyuruyor ki: Eğer siz Uhud’da yenilgiye uğradıysanız hemen üzüntüye kapılıp cesaretinizi yitirmemeli ve zaaf göstermemelisiniz. Bilmelisiniz ki düşmanlarınız da Bedir’de benzeri bir yenilgiye uğramışlardı. Fakat onlar yenildikleri için zaaf göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, bilâkis onlar sizinle savaşmak için azimli ve kararlı bir biçimde hazırlıklarını tamamlamış ve Uhud Savaşı’na gelmişler, sonuçta kararlılıklarının karşılığını da almışlardır. Bu, Allah’ın bir kanunudur. Allah onları sevdiği için değil, onlar sabırla ve kararlı bir şekilde savaştıkları için zafere ulaşmışlardır. Sabır ve kararlılık içerisinde çalışıp gayret gösterenler daima başarıya kavuşurlar. Bu ilâhî bir kanundur.
Ayrıca müslümanların Uhud’daki yenilgilerinin başka hikmetleri de vardır. Yüce Allah samimi müminleri ortaya çıkarmak ve onların bir kısmını şehitlik rütbesine erdirmek (şehitlik hakkında bk. Bakara 2/154), müminleri günahlarından ve kusurlarından arındırıp tertemiz hale getirmek ve kâfirleri helâk etmek için bu zafer ve yenilgileri insanlar arasında döndürüp durmuş, acı ve tatlı günleri her iki tarafa da tattırmıştır. Eğer bütün savaşlarda müminler yenen, kâfirler yenilen taraf olsalardı o zaman hayatın imtihan oluşunun bir değeri kalmadığı gibi serbest irade ile iman etme imkânı da ortadan kalkardı; kâfirler ister istemez imana zorlanmış olurlardı. İşte bu gibi hikmetlere binaen yüce Allah zaferi ve yenilgiyi kâfirlerle müminler arasında döndürmekte, her iki tarafa da acı ve tatlı günler yaşatmaktadır. Ancak müminlerin ölülerine şehitlik rütbesini vererek onları cennetine koyacağına işaret ederken, zalimleri sevmediğini bildirmek suretiyle de kâfirlerin ölülerini cehennemine sokacağını îma etmektedir. Demek ki yaralanmak, öldürülmek veya yenilmek bir tarafa değer kazandırıp günahlardan arınma imkânı sağlarken, diğer tarafa zillet ve kayıp getirmektedir. Nitekim Bedir’de müşriklerin yara alıp yenilmeleri onlara zillet ve kayıp getirdiği halde Uhud’da müminlerin şehit olmaları, yaralanmaları ve yenilmeleri onlara günahlardan arınma ve mânevî kirlerden temizlenme şerefini kazandırmıştır. Ayrıca sonraki savaşlar için bir ders olmuştur. Nitekim müminler bütün yaralarına ve acılarına rağmen Uhud Savaşı’nın ardından müşrikleri Hamrâülesed denilen yere kadar takip ederek imanlarının ne derecede kuvvetlendiğini ve Hz. Peygamber’e ne derecede bağlı olduklarını göstermişlerdir.
“Allah’ın… ortaya çıkarması için” şeklinde tercüme ettiğimiz 140. âyetteki “li-ya‘leme…” ifadesi, “Allah’ın ezelî ilminde var olan bilgiyi vâkıa ile ayan beyan ortaya koyması” veya “mümini münafıktan ayırt etme hükmünü vermesi” şeklinde tefsir edilmiştir. Bu sebeple meâlinde “ şehitler” anlamı verilen şühedâ kelimesi –Bakara sûresinin 143. âyetinde olduğu gibi– “şahitler” şeklinde de tercüme edilebilir. Bu durumda âyetin meâli şöyle olur: “Allah sizden (insanlar üzerine) şahitler edinsin diye (böyle yaptı).”
(142) اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذٖينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرٖينَ
Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?
Bu soru ile yüce Allah müminlere hitap ederek onlara ilâhî bir yasasını yani nihaî başarının iyilikler uğrunda gösterilecek özverilere bağlı olduğunu hatırlatmakta, Allah yolunda cihad etmeden ve cihadın gerektirdiği yaralanma, acı, ağrı gibi sıkıntılara katlanmadan, hatta canını feda etmeyi göze almadan ve buna katlananlarla katlanmayanlar ayırt edilmeden cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğine işaret buyurmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız?” buyurularak, önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin yaptıkları gibi yüce değerler uğrunda özverilerde bulunmadan başarılı olunamayacağı ve cennete girilemeyeceği haber verilmiştir. Geçmişte bazı ümmetler yoksulluk, savaş ve benzeri çeşitli sıkıntılarla imtihan edilmişler, sarsıntılar geçirmişler, fakat yıkılmamışlar, sabretmişler ve sonuna kadar imanlarında sebat etmişlerdir; bir gün mutlaka Allah’ın yardımının kendilerine erişeceğine ve zafere kavuşacaklarına dair ümitlerini yitirmemişler; nihayet Allah’ın yardımına ve zafere kavuştukları gibi cennete girmeye de hak kazanmışlardır. Şimdi yüce Allah Hz. Muhammed’in ümmetinden de bu özveriyi istemekte, imanlarını ve kutsal değerlerini koruma uğrunda mal ve canlarını feda edebilenlerle mallarını ve canlarını kutsal değerlerin üstünde tutanlar birbirlerinden ayırt edilmedikçe cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğini bildirmektedir.
(143) وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَلْقَوْهُࣕ فَقَدْ رَاَيْتُمُوهُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَࣖ
Gerçek şu ki, ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz; işte şimdi onu apaçık görmektesiniz.
Başta Hz. Peygamber olmak üzere bazı tecrübeli sahâbîler Uhud Savaşı’na çıkmadan önce yapılan müzakerede, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmayı tercih etmişlerdi. Ancak savaş tecrübesi olmayan, özellikle Bedir Savaşı’nda bulunmamış olan sahâbîler, Bedir’e katılanların Allah katındaki derecelerinin yüceliğini ve sevaplarının çokluğunu öğrenince böyle bir fırsatın kendileri için de doğmasını dilemişlerdi. İşte Uhud Savaşı öncesinde bu müslümanlar Hz. Peygamber’e düşmanla meydan savaşı yapmak istediklerini, gerekirse seve seve canlarını feda edeceklerini bildirdiler ve “Bizi düşman karşısına çıkar ki kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar” dediler. Gençlerin ısrarlı olduklarını gören Hz. Peygamber onların görüşüne uyarak meydan savaşı yapmak üzere Uhud’a geldi. Ancak düşmanın şiddetli saldırıları neticesinde müslümanlar yetmiş dolayında kayıp verdiler, birçoğu da yaralandı. Bu arada Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi de yayılınca müminlerden büyük bir grup büsbütün ümitlerini yitirdiler ve düşmanın şiddetli saldırıları karşısında dayanamayıp geri çekilmek durumunda kaldılar. Bir kısmı paniğe kapıldı ve savaş alanını terketti. İşte bu âyette onların bu davranışları kınanmaktadır.
Bazı müfessirlere göre burada müslümanların ölümü istemelerinden maksat, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak yerine daha çok ölüme sebep olan meydan savaşını tercih etmeleridir (Elmalılı, II, 1189). Bu sahâbîler, savaşta büyük yararlılıklar göstereceklerini ve kendileri şehit oldukları takdirde geride kalanlar için önemli bir zafer hazırlayacaklarını düşünerek düşmanı meydanda karşılamayı tercih etmişlerdi. Bu sebeple onlar hakkında, “Ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz” buyurulmuştur. Yoksa herhangi bir müslümanın, gerek savaşta gerekse savaş dışında ölümü istemesi doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah’tan âfiyet isteyiniz. Ama düşmanla karşılaştığınız zaman da sabırlı olunuz (direniniz). Bilin ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur (Müslim, “Cihâd”, 20). Sonuçta hayat da ölüm de Allah’ın takdirine bağlı olaylardır. Takdir edilen zaman geldiğinde istense de istenmese de ölüm gerçekleşecektir. Savaş alanlarında asıl olan ölmek değil, müslümanların zaferi için gayret göstermek ve savaşmaktır. Ama bu esnada ölmeyi göze almadan savaşa girişen kimsenin göstereceği çaba, bu uğurda ölmenin kendisini yüksek bir pâyeye eriştireceği inancıyla savaşan kişinin çabasına denk olamaz. Kur’an’da ve hadislerde şehitliğin özendirilmesi de bundan dolayıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim (el-Muvatta’, “Cihâd”, 27, 40). Bu hadisteki mesaja yürekten inanan bir müslüman açısından, –diğer İslâmî ilkeler gereği hayatını korumak için her türlü önlemi alması gerekli olmakla beraber– Allah yolunda savaşırken, artık yaşama arzusu zaferin önünde bir engel olmaktan çıkar.
(144) وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُؕ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْؕ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًؕ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِرٖينَ
Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.
Hz. Muhammed’in sadece bir beşer ve bir peygamber olduğu belirtilip önceki peygamberler gibi onun da ölümlü olduğu hatırlatılmaktadır. Ayrıca âyet münafıkların menfi propagandalarına bir cevap ve onlara kapılanlara yapılmış bir uyarı niteliğindedir. Şöyle ki Uhud Savaşı’nda Abdullah b. Kamia adında bir müşrik, Resûlullah’ı öldürmek için ona birkaç defa saldırmış, hatta yüzünü yaralamış ve attığı bir taşla dişinin kırılmasına yol açmıştı. Hz. Peygamber’i korumakta olan Mus‘ab b. Umeyr de bu müşrikin saldırılarına karşı koyarken şehit olmuştu. Mus‘ab, Hz. Peygamber’e benzediği için Abdullah b. Kamia Peygamber’i öldürdüğünü sanarak, “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırmış, bu haber müslümanlar üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu haberin meydana getirdiği panik üzerine müslümanlar cesaretlerini yitirmişler, içlerinden bir grup dağa doğru çekilirken, bir grup Medine yolunu tutmuş, bazıları da oldukları yerde yığılıp kalmıştı. Hatta bir kısmı “Abdullah b. Übeyy’e gidelim de bizim için Ebû Süfyân’dan eman dilemesini rica edelim” deme gafletinde bulunmuş ve bu durumdan yararlanan bir grup münafık “Muhammed gerçek peygamber olsaydı öldürülmezdi. Atalarımızın dinine dönsek daha iyi olur” diyecek kadar ileri gitmişlerdi (Reşîd Rızâ, IV, 160).
Bu sırada Hz. Peygamber’in “Ey Allah’ın kulları bana gelin!” diye seslenmesi üzerine etrafında halkalanan yaklaşık otuz kişilik bir grup onu yiğitçe savunmuşlardı. Öte yandan bu habere aldanan Kureyş, aldığı netice ile yetinerek savaş alanını terketmiştir. Hz. Peygamber bu durumun farkına varmış ve bunu kendisi ve arkadaşları için Allah’ın lutfettiği bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Nitekim onun sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isteyen Kâ‘b b. Mâlik’e susması için işaret buyurmuşlardır (Hasan İbrâhim Hasan, İslâm Tarihi, I, 152).
Âyette Hz. Muhammed’in fâni, İslâm’ın ise bâki olduğunu, bu sebeple, o ölse dahi müslümanların bunu sükûnetle karşılayıp dinlerine bağlı kalmaları, düşmanlarıyla sürdürdükleri savaşta sebat etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Müteakip âyetin sonundaki “Allah şükredenleri ödüllendirecektir” cümlesi buna işaret eder. Müfessirler buradaki “şükredenler” ifadesini, “İslâm’da sebat edip görevlerini yerine getirenler” şeklinde tefsir etmişlerdir (Elmalılı, II, 1194). Nitekim yıllar sonra Hz. Peygamber vefat ettiğinde insanlar şaşırıp ne yapacaklarını bilemez olmuşlar, fakat soğukkanlılığını koruyan Hz. Ebû Bekir, “Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyor idiyse bilsin ki Allah diridir, ölmez!” demiş ve bu âyeti okumuştur. İbn Abbas “Ebû Bekir bu âyeti okuyuncaya kadar insanlar sanki böyle bir âyetin daha önce inmiş olduğunu bilmiyorlardı, herkes âyeti (ilk defa) ondan öğrenmiş gibiydi. Ondan âyeti dinleyen herkes onu okumaya başladı” demiştir (İbn Kesîr, II, 109).
(145) وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ كِتَاباً مُؤَجَّلاًؕ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهٖ مِنْهَاۚ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاٰخِرَةِ نُؤْتِهٖ مِنْهَاؕ وَسَنَجْزِي الشَّاكِرٖينَ
Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve şükredenleri ödüllendireceğiz.
Müslümanların, Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberinin yayılmasından sonraki psikolojik durumlarına işaret edilmekte ve ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın anlamsız olduğu bildirilerek müslümanlar metanetli davranmaya çağırılmakta ve cihada teşvik edilmektedir. Çünkü Allah’ın belirlediği zaman gelmeden ve O’nun izni olmadan hiç kimse ne yatağında ne de düşman saldırısıyla ölmeyeceği gibi O’nun belirlediği süreden fazla bir an bile yaşayamaz. Kişinin ömrü, sınırları yüce Allah tarafından belirlenmiş ve takdir edilmiş bir zaman diliminden ibarettir. Âyetin “yazılıp bir süreye bağlanmış” anlamındaki bölümü bunu ifade eder. Bu süre ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri alınır. Bu ilâhî kanun –peygamberler dahil– bütün insanlar için aynı derecede geçerli olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir (krş. A‘râf 7/34; Hicr 15/5; Müminûn 23/43; Münâfikun 63/11). Bu sebeple savaş meydanından kaçarak ölümden kurtulmayı düşünmek yersiz bir davranıştır. Korkaklık ömrü uzatmadığı gibi cesaret de onu azaltmaz; o halde doğru olan, kişinin kendisi için belirlenmiş bu süreyi nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünmesi ve ona göre davranmasıdır.
Yüce Allah âyetin devamında “Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz” buyurarak insanların emeklerinin ve dileklerinin zayi olmayacağını, yaptıklarının karşılığını dünyada ve âhirette alacaklarını bildirmektedir. Bununla birlikte İslâm’da niyet esastır, Hz. Peygamber’in ifade buyurduğu üzere “Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Kişi yaptığı işi hangi niyetle yapmışsa karşılığında kendisine o şey verilir” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 1). Bir kimse yaptığı işlerin karşılığında sadece dünyalık isterse Allah kendi iradesine ve dilemesine bağlı olarak ona ne takdir etmişse onu verir, fakat âhirette bu amelin karşılığında bir şey alamaz. Kişi âhirette sevap kazanmak niyetiyle dünyada hayırlı bir iş yaparsa Allah ona âhirette sevabını vereceği gibi dünyada da takdir ettiği kısmetini verir. Nitekim “Biz şükredenleri ödüllendireceğiz” cümlesinden ve ilgili diğer âyetlerin ruhundan bu mâna anlaşılmaktadır (ayrıca bk. Bakara 2/200-201; İsrâ 17/18-19; Şûrâ 42/20).
Âyetin bu bölümünde ganimet elde etme arzusuna kapılarak savaş sırasında nöbet yerini terkeden ve müslümanların yenilmesine sebep olan sahâbîler kınanmakta; düşman karşısında sebat edip direnenler ise “şükredenler” olarak vasıflandırılmakta, bunların hem dünyada hem de âhirette mükâfatlarının verileceği bildirilmektedir. Bir önceki âyetin tefsirinde kısaca değinildiği gibi şükredenlerden maksat, İslâm’da sebat eden, Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudreti yaratılış gayesine uygun olarak Allah’a itaatte kullanan, hiçbir engel karşısında Allah’a itaatten vazgeçmeyen, ömrünü bu dünyanın geçici zevk ve çıkarları uğrunda değil, âhiretin sonsuz nimetlerini elde etme ve Allah’ın rızâsına kavuşma uğrunda harcayanlardır.
(146) وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثٖيرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِرٖينَ
Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.
“Allah erleri” diye çevirdiğimiz ribbiyyûn kelimesi “rabbe mensup” anlamına gelen “ribbî” kelimesinin çoğulu olup “Allah’a kulluk edenler, O’nun dinine uyanlar” demektir. Bu mânada rabbânî kelimesiyle eş anlamlı olup “peygamberlere uyanlar, peygamberlerin talebeleri” anlamında kullanılmıştır. Bundan başka “öncekiler” diye açıklandığı gibi, “ribbe” kelimesine nisbet edilerek “cemaat” anlamında da tefsir edilmiştir. Her iki kelimeyi de genişçe tahlil eden Elmalılı, ribbiyyûnu cemaat anlamına gelen “ribb”e nisbet ederek “eğitim görmüş cemaat”, rabbâniyyûnu ise “eğitici anlamına” gelen rab ismine nisbetle “bunları eğitip öğretecek yüksek seviyeye ulaşmış kimseler” olarak tefsir etmenin daha uygun olacağı kanaatindedir (II, 1197; rabbânî hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79-80). Âyette yine Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi üzerine paniğe kapılıp savaş alanını terkeden müslümanlara bir sitem vardır; bir bakıma müslümanlara şöyle denilmektedir: Geçmiş peygamberlerin ümmetleri sayıca düşmanlarından daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olmalarına rağmen peygamberleriyle birlikte düşmanlarına karşı şiddetle savaştılar, onlar da Allah yolunda yaralandı ve şehit oldular, ama düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermediler, onlara boyun eğmediler, sabır ve metanetle mücadele ettiler. Bu sebeple Allah’ın rızâsını, sevgisini ve zaferi kazandılar. Siz ise yalan haberin yayılmasıyla perişan olup dağıldınız!
“Savaştı” anlamına gelen “kātele” fiili edilgen olarak “kūtile” şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin anlamı şöyle olur: “Beraberinde Allah erleri bulunduğu halde nice peygamber öldürülmüştür!” İbn Âşûr bu peygamberlerden altısının adını vermektedir. Bunlar İsrâiloğulları’nın öldürdükleri Ermiyâ, Hezekiel, İşâyâ, Zekeriyyâ ve Yahyâ ile Araplar’ın öldürdüğü Hanzale b. Safvân’dır (IV, 116). Ancak bu peygamberler savaş dışında çeşitli şekillerde öldürülmüşlerdir. Onlar öldürüldükleri halde beraberlerinde bulunan Allah erleri başlarına gelen musibetten dolayı ne gevşeklik ve zaaf göstermişler ne de düşmana boyun eğmişlerdir. O halde Uhud’daki müminlerin de onlar gibi metanet ve cesaret göstermeleri gerekiyordu. Rivayete göre Habbâb b. Eret Hz. Peygamber’e, “Müşriklerden büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah’a dua etmez misiniz?” demişti. Hz. Peygamber bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine düşeni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde (yaslandığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: “Sizden önce demir taraklarla kişinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu işkence onu dininden döndüremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 29).
(147) وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا فٖٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ
(148) فَاٰتٰيهُمُ اللّٰهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْاٰخِرَةِؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَࣖ
Onların sözü şunu demekten ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!”
Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini ve âhiret nimetinin de güzelini verdi. Allah işini güzel yapanları sever.
Bu âyetlerde de yine Uhud Savaşı’nda “Abdullah b. Übey’e gidelim de müşriklerin başkanı Ebû Süfyân’dan bizim için eman dilesin” diyen müslüman veya münafıklara bir târiz ve bir sitem vardır. Çünkü bunlar bu sıkıntılı anda böyle söylerken geçmiş peygamberlerin yanında bulunan Allah erleri başlarına gelenlerin bir hikmeti bulunduğunu veya kendilerinde var olan bir kusurdan, bir hatadan yahut aldıkları emri ve görevi gerektiği gibi yerine getiremediklerinden dolayı cezalandırıldıklarını düşünerek, “Rabbimiz günahlarımızdan ve işimizdeki taşkınlığımızdan ötürü bizi bağışla!” diye dua etmişler, sonra da kâfirlere karşı yüce Allah’tan sabır ve zafer dilemişlerdi. 148. âyetten anlaşıldığına göre yüce Allah da onların bu samimi dileklerini kabul buyurmuş, onlara dünya mükâfatı olarak zafer ve ganimet nasip ederken, âhiret sevabının da güzelini vermiştir. “Allah işini güzel yapanları sever” cümlesi, o Allah erlerinin işlerini güzel yapan kimseler olduklarını, bu sebeple Allah’ın sevgi ve rızâsını kazandıklarını ifade eder.
(149) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُطٖيعُوا الَّذٖينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرٖينَ
(150) بَلِ اللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ خَيْرُ النَّاصِرٖينَ
Ey iman edenler! Eğer inkâr edenlere uyarsanız, sizi gerisin geri döndürürler de sonra hüsrana uğramış olursunuz.
Oysa sizin mevlânız (koruyup kollayanınız) Allah’tır ve O, yardımcıların en iyisidir.
Önceki âyetlerde müslümanlar düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermeyen Allah erleri gibi olmaya teşvik edilirken burada da kâfirlere uymaktan sakındırılmaktadırlar. Âyetler Hz. Peygamber’in öldürüldüğüne dair yalan haberin yayılması üzerine yahudi ve münafıkların, “Muhammed, peygamber olsaydı öldürülmezdi; artık eski dininize ve dostlarınıza (kardeşlerinize) dönün!” şeklindeki sözleri sebebiyle inmiştir. İniş sebebi özel olmakla birlikte âyetler, her zaman ve her toplum içinde bulunabilecek münafıkların bu tür bozguncu sözlerine ve propagandalarına karşı müslümanları uyarmaktadır. Savaştan kaçmak yenilgiye, yenilgi de kâfirlere itaate sebep olur. Kâfirlere itaat ise sonuçta kişiyi hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğratacak olan dinden dönmeye götürür.
150. âyetteki mevlâ kelimesi sözlükte “sahip, dost, yardımcı, arkadaş, köle, câriye, köle âzat eden ve âzat edilmiş köle” anlamlarına gelir. Burada “yardımcı, koruyucu, gözetici” anlamında kullanılmıştır (Ebû Hayyân, III, 77). Yani müminlerin yardımcısı sadece yüce Allah’tır ve en iyi yardımcı da O’dur. Mevlâ, dostlarını ve velâyeti altındakileri korur. Onlara yardım eder ve menfaatlerini gözetir. O’nun dostlarının, müşriklerden eman dilemek için münafıkların yardımına ihtiyaçları yoktur. Onların yardımcısı Allah’tır. Nitekim Uhud Savaşı’nda müslümanlar yenilmiş ve bir kısmı dağılmış olmalarına rağmen tamamen imha edilmekten Allah’ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah’ın dostluğunu ve yardımcılığını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. Çünkü en iyi yardımcı O’dur. O’nun yardımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler” (Âl-i İmrân 3/160).
(151) سَنُلْقٖي فٖي قُلُوبِ الَّذٖينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ بِمَٓا اَشْرَكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهٖ سُلْطَاناًۚ وَمَأْوٰيهُمُ النَّارُؕ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِمٖينَ
Kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar, hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediği şeyi O’na ortak koştular. Onların varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin durağı ne kötüdür!
Burada yüce Allah müminlere, düşmanlarına karşı zafer müjdesi vererek onları teselli etmekte, heyecanlarını yatıştırmakta ve Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini kısa zamanda korku saracağını haber vermektedir. Çünkü müşrikler ne aklî ne de naklî hiçbir delile dayanmaksızın, atalarından intikal eden tamamen bâtıl bir inançla putları Allah’a ortak koşmakta, onlardan yardım istemekte ve onları Allah ile mahlûkatı arasında aracı kılmaktadır. Oysa putlar, başkalarına yardım etmek şöyle dursun kendilerine yapılan bir saldırıyı dahi savacak güce sahip değillerdir. Bu sebeple müslümanların Allah’ın yardımına güvendikleri derecede müşrikler putların yardımına güvenmemektedirler. Çünkü kendi tanrılarında var olduğuna inandıkları gücün başkalarının tanrılarında da var olduğuna, tanrılar arası mücadelenin devam ettiğine inanmaktadırlar. Bu da onların korkaklaşmasına sebep olmaktadır. Nitekim bu âyetlerde söz konusu edilen Uhud Savaşı’nda, bir ara müslümanların paniğe kapılıp dağılmalarına rağmen, müşrikler önemli bir sonuç elde edemeden çekilip gitmişlerdir. Hatta giderken bir ara geri dönüp müslümanların işini bitirmeyi düşünmüşler, ancak dönme cesaretini gösterememişler, büsbütün yenilmemiş olmayı yeğlemişlerdir. Şüphesiz bu durum Allah’ın onların kalbine soktuğu korkunun neticesinde meydana gelmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salma özelliği verilerek bana yardım edildi” (Buhârî, “Teyemmüm”, 1).
(152) وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّٰهُ وَعْدَهُٓ اِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِاِذْنِهٖۚ حَتّٰٓى اِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَرٰيكُمْ مَا تُحِبُّونَؕ مِنْكُمْ مَنْ يُرٖيدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُرٖيدُ الْاٰخِرَةَۚ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْۚ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْؕ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ
Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütufkârdır.
Yüce Allah müminlere verdiği yardım sözünü yerine getirmiş, savaşın ilk döneminde müminler müşriklere epeyce zâyiat verdirerek onlara galip gelmişlerdi. Ancak okçulardan bir kısmı nöbet yerini terketme hususunda kumandanlarıyla tartışmışlar; bir grup savaş kazanıldığı için geçidi tutmaya gerek kalmadığı kanaatiyle nöbet yerini terketmek isterken, diğer grup aksine bir emir olmadıkça muhtemel tehlikeye karşı geçidi korumanın gereğini savunmuş, sonuçta okçuların büyük çoğunluğu Hz. Peygamber’in emrine muhalefet edip nöbet yerini terkedince galibiyet durumu tersine dönmüştür. Düşmanın süvari birliği geçitteki müslüman askerlerin büyük çoğunluğunun geçidi terkettiklerini görünce oradan hücuma geçip müslümanları arkadan vurmuş, bozguna uğramış olan düşman askerleri de toparlanıp saldırıya geçmişler; böylece müslümanlar iki düşman arasında sıkışıp kalmışlar, neticede zafer yenilgiye dönüşmüştür.
Nöbet yerinden ayrılanların davranışı âyette “isyan” olarak ifade edilmiştir. Burada isyanın mânası emre aykırı davranmaktır. Çünkü onlar müslümanların müşrikleri yendiğini görünce artık geçidin korunmasına gerek kalmadığı kanaatine varmış ve emre aykırı olarak nöbet yerini terketmişlerdi. Burada müslümanların yenilgiye uğramalarının yüce Allah tarafından yapılmış bir imtihan olduğu da bildirilmiştir. Çünkü bu yenilgi, gerçek müminlerle münafıkların birbirinden ayırt edilmesine imkân sağladığı gibi savaşta komutanın emrine itaat etmemenin nelere mal olduğunu göstererek ibret alma imkânı da sağlamıştır.
(153) اِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُ۫نَ عَلٰٓى اَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فٖٓي اُخْرٰيكُمْ فَاَثَابَكُمْ غَماًّ بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْؕ وَاللّٰهُ خَبٖيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz; peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu âyet müslümanların savaşın ikinci aşamasındaki perişan durumunu tasvir etmektedir. Düşmanın süvari birliğinin arkadan vurması ve Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberinin yayılması neticesinde paniğe kapılıp perişan bir halde dağılan İslâm ordusunun bir kısmı tepeye doğru çıkarak kurtulmaya çalışırken bir kısmı da Medine yönünde kaçmıştır. Hz. Peygamber ise eşsiz bir metanet ve cesaret örneği göstererek yanındaki küçücük bir grup ile birlikte düşmana karşı var gücüyle savaşmış ve “Ey Allah’ın kulları bana gelin!” diye dağılanları etrafında toplanmaya çağırmıştır (Buhârî, “Megāzî, 20, “Tefsîr”, 3/10). Hz. Peygamber’in ve yanındakilerin düşmana karşı böyle kahramanca savaşmaları, bu durumun büyük bir felâkete dönüşmesini önlemiş ve müslümanlar tamamen imha edilmekten kurtulmuşlardır.
Bir önceki âyette de belirtildiği gibi zaferin yenilgiye dönüşmesi bir imtihandı. Büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalan müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar, bekledikleri zafer ve ganimeti elde edemedikleri gibi yetmiş dolayında şehit vermişler ve birçoğu da yaralanmıştı. Müslümanlar bir bozgun hali yaşarken Hz. Peygamber’in şehit olduğu söylentisi, vatanlarının tehlikede oluşu, Kureyş ordusunun Medine’ye saldırarak yağma ve talan edip halkı kılıçtan geçirme korkusu gibi sıkıntılar müslümanların üzüntülerini daha da arttırmıştı.
Müfessirler, Arap dilinin özelliklerini dikkate alarak “kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi” diye çevrilen cümleyi üç şekilde yorumlamışlardır:
a) Allah size tasa üstüne tasa vererek sizi oyaladı ki kaçırdığınız zafer ve ganimete, başınıza gelen yaralanma ve öldürülme gibi musibetlere üzülmeyesiniz. Buna göre yüce Allah müslümanlara tasa üstüne tasa vererek başlarına gelen musibetleri onlara unutturmuş ve üzüntülerini hafifletmiştir.
b) Olumsuzluk edatı olan “lâ” harfi zaittir. Cümle şöyle yorumlanmıştır: Söz tutmamanızdan dolayı Allah size tasa üstüne tasa verdi ki kaybettiklerinize ve başınıza gelen sıkıntılara üzülesiniz.
c) Müminler bu sıkıntılara katlanmaya ve daha büyük musibetlere karşı sabırla direnmeye alışsınlar diye, daha büyüğünü vererek daha küçüğünü unutturmak için Allah onlara tasa üstüne tasa indirmiştir (İbn Âşûr, IV, 132-133).
(154) ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاساً يَغْشٰى طَٓائِفَةً مِنْكُمْۙ وَطَٓائِفَةٌ قَدْ اَهَمَّتْهُمْ اَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِؕ يَقُولُونَ هَلْ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ مِنْ شَيْءٍؕ قُلْ اِنَّ الْاَمْرَ كُلَّهُ لِلّٰهِؕ يُخْفُونَ فٖٓي اَنْفُسِهِمْ مَا لَا يُبْدُونَ لَكَؕ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هٰهُنَاؕ قُلْ لَوْ كُنْتُمْ فٖي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذٖينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ وَلِيَبْتَلِيَ اللّٰهُ مَا فٖي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا فٖي قُلُوبِكُمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
Sonra o kederin ardından Allah size bir güven, bir grubunuzu kendinden geçiren uyuklama hali verdi; bir grup da kendi canlarının derdine düşmüşler, Allah hakkında haksız yere Cahiliye düşüncelerine kapılarak, “Bu işten bize ne?” diyorlardı. De ki: “İşin tamamı Allah’a aittir.” Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar: “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.”
Uhud Savaşı’ndaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz. Peygamber’in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var gücüyle vuruşan bir gruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve heyecanlarının yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içerisinde olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçları ellerinden düşecek derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, kendileri savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğünü ve tekrar aldığını ifade etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 3/11; “Megāzî”, 20). Oysa şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar ve insanın mânevî gücü çöker. Uhud Savaşı’ndaki ortam böyle bir neticenin doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılırken yine geleceklerini söyleyerek müslümanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple müslümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha etmesinden veya Medine’ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte böyle bir ortamda yüce Allah’ın bir lutfu olarak müslümanları tatlı bir uyku basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur ve güvene kavuşarak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da onları Hamrâülesed’e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da savaştan önce böyle bir güven uykusu gelmişti (bk. Enfâl 8/11). Uhud’da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken müslümanlar böyle bir ilâhî lutfa mazhar oldular.
Savaşa katılanlardan bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte inanmamış oldukları için dini ve Hz. Peygamber’i savunmak gibi bir kaygıları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı. Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkuları arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan intikam alırcasına duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız yere Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı (Cahiliye kavramının anlamı için bk. Mâide 50 ve Furkan 25/63-66’nın tefsiri).
Münafıkların “Bu işten bize ne” sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düşmanla meydan savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına, dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorumluluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber’e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Kuşeyr’in, Hz. Peygamber’in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söylediği “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” ifadesinden de bu anlaşılmaktadır (Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242). Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’i istişareye çağırmış, kendisi de onun görüşü doğrultusunda görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber’e karşı itiraz hakları olmadığı gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı.
Başka bir görüşe göre âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır: Münafıklar Hz. Peygamber’e, “Bu işten bize bir yarar var mı?” diyerek bu savaşta kendileri için herhangi bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da “Bu işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik” demişlerdir (Şevkânî, I, 436).
Süleyman Ateş’e göre “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyenler münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre münafıklar savaşa katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiştir. Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir. Halbuki münafık nifak içinde kaldığı sürece affedilmez (II, 122).
Kanaatimizce Ateş’in bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihtimali daha kuvvetlidir. Bir sonraki âyette affedildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Allah ve Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi müminlerin böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir.
Münafıkların bu tutumlarına karşılık yüce Allah, “De ki: İşin tamamı Allah’a aittir” buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtulamayacaklarını, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü düşüncelerin temizlendiği ifade buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek şahsiyetleri güç olaylar karşısında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı’nda da böyle olmuş, bu imtihan neticesinde insanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırları dahi bilen yüce Allah’ın insanları imtihan etmesi, onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda al