Rızık için dua etmek

ALLAH HERKESİN RIZKINI BELİRLEDİĞİ HALDE NİÇİN DAHA ÇOK RIZIK İÇİN DUA EDİYORUZ?

Evet, Allah kader planında herkesin rızkını, ne kadar yaşayacağını, neler yapacağını, nelere nail olacağını belirlemiştir. Fakat bu kadere bakan yönüyle böyledir. Yani bizler hakkımızda takdir edileni bilemiyoruz. Bunun için de vazifemiz neyse onu yapmakla sorumluyuz. Onun için kul, en iyi şekilde ibadet ü taatini yaptığı gibi duasını da ihmal etmeyecek ve duasında Allah’ın rahmetinin birer tecellisi olan rızkını da Allah’tan isteyecektir.  Esasen bunlar farklı şeylerdir. Çünkü bizler, hakkımızda belirlenen rızklarımızın hangi sebeplere bağlandığını bilemiyoruz. Belki ulaşacağımız nimet bizim gönülden bir yalvarıp yakarmamıza bağlanmıştır da, ancak bunun neticesinde o nimete kavuşacağızdır. Yani Allahu Teala kaderî tayin ve tespitini sebeplerle beraber yapmıştır. Ve yine Allah’ın takdiratı bizim irademiz, işimiz hesaba katılarak tespit edilmiştir.  Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır ki, o da duada esas olanın kulluk olmasıdır. Yani insanın bu dünyada duasının semeresini görmesi bir yana, o dua etmekle Allah’a karşı en yüce bir kulluk ve ubudiyette bulunmaktadır. Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın, insanın yapacağı dualar neticesinde “atâ” kanunuyla kişinin kaderini değiştirmesi de mümkündür.

Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için Merhum Elmalılı’nın Bakara Suresinin 186. ayetini tefsir ederken yaptığı açıklamayı veriyoruz:

1- Görülüyor ki yukarıdaki şüphelerin başı, kader meselesinden “cebir” ve “icbar”a dayanmaktadır. Hâlbuki bununla duayı inkâra kalkışmak çelişki olur. Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde olacağı bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak iptale çalışmak, cebir ve kaderden bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa inkâra kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilen taleplerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş olması lazım gelir.

Meselâ; yemek yemeği istemek, yemek yemeğe azmetmek ve yemek yemek şartıyla doymaya muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doymaya muvaffak olması, istemeye, azme ve yemeye bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.

Bundan dolayı birinci ve ikinci şüphelerde mutlak olmak üzere yapılan tekrar etme eksiktir. Talep ile dua ile kayıtlı olarak, meydana geleceği bilinen takdirler vardır.

2- Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mana iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere mahkûm olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ’nın ilmi, kaza ve kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce bilinemez. Bu şekilde Allah’ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu, başarının sebebi; korku ve çekinme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak, bu iki özelliğin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin mahiyeti de budur. Bunun için Allah’ın ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah’ın kaza ve kaderi herkes için geçerli olmakla beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz; hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz. Ümit ve korku, talep ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua da o sebeplerden biridir.

3- Ashab-ı Kiram, Resulullah’a cebir ve kader meselesini sormuşlar: “Ey Allah’ın Resûlü nasıl görürsün? Bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir, yoksa yeni başlayan bir iş midir?” demişler. “Bitirilmiş bir şeydir.” buyurulunca: “O halde amel nerede kalır?” sorusunu sormuşlardı. Bunun üzerine: “Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla ulaşır.” buyrulmuştu. Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol ve icab ile seçimin toplamı “iki iş arasında bir iş” olduğunu göstermiş, boyun eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına veya ihmaline düşenlerdir.

4- Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah’a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah’ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Cebrail’in ve Hz. İbrahim’in zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır. İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep ve yerini bilen huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. “Ey Rabbim huzurundayım, hâlim sana malum.” demek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihlas derecesine göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur. Daha doğrusu dua açık olduğu gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert olan Allah’a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı da içine alır. Bu sebeple: “Duanın en üstünü, Allah’a hamd olsun, demektir.” buyrulmuştur.

5- Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkar edebilirler. Bu cümleden olarak bu âyetten başka: “Bana dua ediniz ki size icabet edeyim.” (Mümin Suresi, 40/60), “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz.” (A’râf Suresi, 7/55), “Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendisine dua ettiği zaman icabet eden mi?” (Neml Suresi, 27/62), “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?”(Furkan Suresi, 25/77), “Hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bari yalvarsaydılar. Fakat onların kalbleri katılaşmıştır.” (En’âm Suresi, 6/43) gibi nice âyetler vardır. Bunların sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip istemeyenlere gazab eder. Daha önce Fâtiha sûresinin, “dua” ve “mesele ta’limi” isimlerini de taşımakta olduğu ve bununla dua âdâbının öğretildiği anlatılmıştı.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 30.0K other subscribers
%d bloggers like this: