AHLAK

Ahlâk, Arapça’da “seciye, huy, tabiat” gibi anlamlara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde genellikle insanın fizik yapısı için halk, manevî yapısı için hulk kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir.[1] Huluk yaratılışın en önemli gayesi, cebrî yaradılışın gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikati üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle a’mâl-i saliha kolaylaşır.

Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibarıyla birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı manâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir manâdır.

Dış yüzü itibarıyla bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da, bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz “güzel ahlâk”tır.

Tasavvufun en sağlam kriteri işte bu güzel ahlâktır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibarıyla makbul sayılsa da, ahlâk-ı hasene ile beraber olmadıkları zaman hiçbir kıymet ifade etmezler ve üzerinde durmaya da değmez.

Ahlâk, en genel manasıyla Kur’ân’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’ân, ahlâkın evrensel kriterlerinin bir bileşeni gibidir. Peygamber Efendimiz de (aleyhissalatu vesselâm) bunun mücessem (cisimleşmiş) halini ifade eder. Nitekim Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ahlâkına dair Hz. Aişe Validemiz’e yöneltilen bir soruda o; “Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân’dır” şeklinde cevap vermiştir. Ayrıca bizzat Kur’ân, bu hakikati teyid ederken, “Her hâlde sen, ahlâkın Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla ihâtası imkânsız, idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyurmaktadır. Tarihteki uygulamalara baktığımızda gerçekten Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ahlâkının, kendisine inanmayanlarca dahi hayranlık ve takdirle karşılandığını görürüz.

Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.

“Ahlâk iledir kemâl-i âdem

Ahlâk iledir nizâm-ı âlem”[2]

İslâm literatüründe iyi ve kötü huylar için kullanılan ahlâk kelimesinin yanı sıra; yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya adâp da denilmiştir. Edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken ahlâk terimi, tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.

Cahiliye halkı gibi ahiret hayatına inanmayan kimseler, (En’am, 6/29; Yasin, 36/78; Casiye, 45/24) bu dünyanın zevk ve sefasından olabildiğince yararlanmayı hayatın gayesi saymışlardır. Onun için mesela kadın, aşk, şarap ve kabile savaşları, Cahiliye şiirindeki temaların başında yer alır. O dönemin ünlü şairi Tarafa, Mu’allakat-ı Seb’a[3] arasında yer alan şiirinde, ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre, insan için yapılacak en iyi şeyin bütün varlığı ile hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken bu dönemin hedonist ahlâk anlayışını dile getirir.[4]

Bu dönemin bütün ahlâkî faziletlerinin arkasında, kişinin veya kabilenin gururunu (fahr), şeref (mecd), öfke (gazap), kavmiyet (hamiyyet), duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, insanlarda hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma arzusu yatmaktaydı.

İslâm dini, aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu şekilde insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti.

İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ân ve Sünnettir. Kur’ân-ı Kerim sadece bir ahlâk kitabı değildir. O aynı zamanda bir dua kitabı, bir tefekkür kitabı, bir ahkâm kitabı… olduğundan ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi ele almamış, onları diğer konuların içine serpiştirerek, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar getirmiştir.

Ahlâk konusuna eğilen âlimlerin başında mutasavvıflar yer alır. Hemen bütün mutasavvıflar, tasavvufî hayatta, ibadet ve zikir gibi taabbüdî faaliyetler kadar ahlâkî faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmişlerdir. Birçok mutasavvıf daha, tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlâkla ilişkisini göstermişlerdir. Nitekim Ebu’l-Hasan en-Nuri’ye göre “Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır.” Aynı sûfî tasavvufun; hürriyet, fütüvvet, dünya gailelerinden sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret olduğunu belirtmiştir. Tasavvufu kısaca “hüsnü’l-huluk” (ahlâk güzelliği) veya “el-ahlâku’r-radiye” (razı olunan, sevilen ahlâk) şeklinde tarif edenler de olmuştur.[5]

Hasan-ı Basri takva ehlinin; doğru sözlülük, ahde vefa, sıla-i rahim, yoksullara merhamet, gurur ve kibirden arınmışlık, insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir.[6] Genelde mutasavvıflar, başlangıçta Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla zühd, takva, fakr, tevekkül, rıza gibi ilkeleri benimseyerek dünyevî nimet ve imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır. Kur’ân ve Sünnet, dünyevî imkânlara esir olmak yerine, bunları belirlenmiş prensipler çerçevesinde Allah rızası ve insanların mutluluğu için kullanmayı öngörmektedir.

Tasavvufun ileri gelenlerine göre, hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvufî ahlâkta çoğunlukla insanın manevî benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh, meleğe; nefis ise şeytana benzetilir. Bu yüzden ahlâkî fenalıklar ancak riyazet ve mücahedeye koyularak, nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylarından arındırmak suretiyle önlenebilir. İmam Gazalî, “İnsan ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa, kalbi meleklerin evi haline gelir.”[7] demektedir.

Tasavvufî ahlâkta nefse karşı verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedenî ve dünyevî tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlâkında hürriyetin büyük bir önemi bulunmaktadır. Mutasavvıflar, Allah’tan başka insanın şuurunu meşgul eden her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir.

Kuşeyri’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktur.[8] Tasavvuftaki fakr makamı hürriyeti kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamamasıdır.

İslâm’da ahlâkı imandan ayırmak mümkün değildir. Zira bütün Kur’ânî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.”(Buhâri, edep, 39.) buyurmuştur. Bu duruma göre ahlâkî açıdan mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi, iman açısından da kemâle ermiş olamaz. Şu sözler de O’na (Sallallahu aleyhi ve selam) aittir:

  • “İman yetmiş şubedir. En üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır, en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.”(Ebû Davut, sünnet, 14)
  • “Allah’a yemin olsun ki, hiçbir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.”( Buhâri, iman, 7; Müslim, iman, 71-72.)
  • “Mîzana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sayesinde, nafile oruç tutup nafile namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”(Tirmizi, birr, 62.)

Bu ve buna benzer hadislerde Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir. Ayrıca, “Müslüman, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları, rahatsızlık duymadıkları kimsedir.”( Müslim, iman, 14) buyurmakla da iyi bir Müslümanı tarif etmiştir.

Dipnotlar
1Lisanu’l-Arap, hlk md.
2Kuşeyri, Risale, 404; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 107.
3İslâm’dan önce Araplar arasında şiir yarışmaları yapılır ve dereceye giren şiirler Kabe’nin duvarına asılırdı. Bunlardan en meşhur olan yedi tanesine Mu’allakât-ı Seb’a denir.
4Zevzeni, Şerhu’l-Mu’allakât, 82. Beyrut, tr.
5Hucvirî, Keşfu’l-Mahcup, 237; Herevî, Menazilü’s-Sairin, 23.
6 Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, II, 23
7Gazalî, İhya, III, 27.
8 Kuşeyrî, Risale, 365

Ahlak, Hukuk, Adalet

Hukuk kuralları, uyuşmazlıkları adalet esasına uygun olarak çözerse kendinden beklenilen faydayı yerine getirmiş olur. Adaletin temini için hukukun muhteviyatının toplumun kabul ettiği meşruiyet zeminine dayanması, vazettiği kurallarda boşluk olmaması, uyuşmazlığın ve taraflarının doğru tahlil edilerek vakıaya en uygun olan hüküm ile anlaşmazlığın sona erdirilmesi gerekli olan şartlardan bazılarıdır. Hukuk kurallarının gerek adaleti tesis ederken gerekse hakkı seri olarak ihtiyaç sahiplerine tevdi ederken üzerinde dikkatle durması gereken bir konu vardır ki o da hukukun tatbikçisi, uyuşmazlığın çözücüsü ve adaletin tevzi makamı sıfatıyla hakimdir. Hukuk, felsefi ya da pratikteki tatbikat açısından eksiklerini, boşluklarını ikmal etse, kuralları ile tüm uyuşmazlıkları kapsayan ve bunları çözebilecek gücü kudreti haiz olacak bir konuma sahip de olsa, soyut kuralların elinde şekillendiği, kalıbını bulduğu kişi sıfatıyla uyuşmazlıkta son sözü söyleyecek olan hakim adaletin oluşumunu etkileyecektir.

Soyut bir şekilde ifade edilen kanunlar, bu özelliklerden dolayı mütevellit her hâdiseyi çözme gibi bir iddiaya sahip olsalar da mezkur iddiaları şöyle ya da böyle hakim eliyle olur. Hakim olayları çözerken birbirine benzer sayısız olayı soyut ve sabit metinlere dayamak zorundadır. Tabiîdir ki bu durumda hakim, etrafını çevreleyip sınırlandıran soyut kurallar arasında kalan takdir hakkını kullanarak hukukun oluşumuna yorumlarıyla, uygulamalarıyla ve oluşturduğu teamüllerle katkıda bulunmaktadır. Takdir hakkı da hukuku yorumlamada hukukun süjelerine dar bir saha bırakmaktadır.

Hukukun süjelerinin hukukun oluşumuna etkileri, uzun vadede hukukun sadece maddî yönüyle ilgili görünse de hukukun ruhuna da sirayet edecek bir gücü haizdir. Ahlâk kurallarının hukukun maddî yönüne etkisi önemlidir. Bununla birlikte vurgulamak istediğimiz gerçek: Adalet idesine ulaşılması istenirken maddî hukuk hükümlerinin uyuşmazlıklara uygulanmasında hukukun süjelerinin yeterli hukukî malumata/tecrübeye sahip olup olamamalarının yanında en az bunlar kadar önemli bir eksiklik olan ahlâkî değerlerin de varlığı/yokluğudur.

Hukuk birbirinden ayrı biçimde yakın ve uzak sayısız amaçlara hizmet eder. Hukuk bunu, toplumun gerçekleri doğrultusunda gerçekleştirmelidir. Bu amaçlar içinde bazıları durum ve şartlara göre önceliğe sahip olurlar. Öncelikler, öne geçen değer yargılarına göre belirlenmelidir. Hukukun geçerli değerlendirmelerinden söz edildiği zaman, o dönemde topluma egemen olan eğilimler etkileyici olmalıdır. Kuralları belirlemesi gereken eğilimleri oluşturan ahlâkî değerler, toplumsal ilişkilerin genel anlamda yansımalarıdır. Toplumların sürekli değişim geçirmeleri gerçeğiyle, süregelen değişim içinde toplum yönetimine egemen olan kimselerin ahlâkî tutumları, davranışları, anlayışları hukuka yansır ve hukuk düzeninin oluşumunu biçimlendirir. Hukukun amacı, öne geçen değer yargılarına göre belirmeye başlar. Bundan sonra ise yeni düzenlemeler, değişmiş olan yeni amaca göre yapılır. Hukukun amacı da bir değer yargısı olduğundan, diğer değerlere öncülük eder, onları yönlendirir, kurallar biçiminde gerçekliğe kavuşmalarına yardımcı olur.

Hukukun objektif yanı olduğu gibi sübjektif yanı da vardır. Hukukun meydana getirilmesi sürecinde, hukukun uygulanmasında esneklik söz konusudur. Hukukun süjeleri, karşılaştıkları somut meseleleri çözerken ister istemez kendi sübjektif değer yargılarının etkisinde kalacaklardır. Hukukun süjelerinin verecekleri kararlarda, ne kadar genel kurala bağlı olurlarsa olsunlar, kuralların somut olaylara yansıması söz konusu olduğundan sübjektif değer yargıları hukuk uygulamasında özel bir yere sahiptir.

Hukuk ile ahlâk ve bunlara bağlı olarak adaletin birbirinden ayrılmaz değerler olduğu bir gerçektir. Hukuk felsefesi açısından hukuk ile ahlâk arasında bazı farkların olması bütünüyle her iki olgunun fonksiyonel olarak birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülmesinden ileri gelir. Hukuk ve ahlâk arasındaki ilişkiye kaynak, ulaşılmak istenen toplumsal uzlaşma, davranışlara meşruiyet zemininde yön verme gibi farklı pencerelerden bakılacak olursa fonksiyonel yaklaşımın açtığı uçurumlar azaltılmış, hatta bazı noktalarda kapatılmış olunur. Laik kökenli hukuk sistemleri her ne kadar ahlâkı hukukun oluşum kaynakları arasında sayıyorsa da bu, samimiyetle ve içtenlikle söylenilen bir söz gibi gözükmemektedir. İçtenlikle söylendiğini kabul etsek bile meseleye sadece fonksiyonel yaklaşım, aradaki ilişkiyi kısır ve şekilci kılmaktadır. Şayet hukuk ile ahlâk arasındaki münasebet şekilcilikten ve kısırlıktan uzak olmasaydı, aynı kaynaktan gıdalanan, aynı toplumun malı olan, aynı meşruiyet zemininde toplumsal uzlaşmayı sağlamaya yönelen bu iki kavram, ahenk içinde arz-ı endam ederdi. Halbuki pek çok ülkede ve özellikle ülkemizde yerel ahlâkî anlayışlar bir yana, evrensel ahlâk kurallarına uygun kanunlar yapılması yoluna gidilir, ya da böylesi ahlâkî ilkeleri ihlal eden kanunların ilgası düşünülürdü.

Hukuk-ahlâk ilişkisi sadece hukukun kökeni, oluşumu ile ilgili bir mesele değildir. Felsefî düzlemde tartışılıp hayata aktarılamayan ahlâk-hukuk ilişkisinin entelektüel gevezelikten öte mânâsı yoktur. Ahlâkın en azından evrensel ilkeler dahilinde hukuka taşınması ve hukukun oluşumunda rol oynaması gerekir. Hukuk bilimi, karakteristik yapısından kaynaklanan bir defada oluşup artık ikinci müdahaleye kadar sabit kalan bir olgu olmayıp, hak sahibini her tespit edişte yeniden ona bir şeyler katıldığına, yani bünyesinin sürekli yenilendiğine göre ahlâkî hükümlerle de dinamikliği nispetinde ilişkisi var demektir. Hukukun süjeleri, adalet ilkesini yerine getirmeye çalışırken ve hukuk biliminin dinamik yapısı içinde ona yorumlarıyla yön verirken, başka bir ifade ile hukuku belirlerken baz alacakları ahlâkî kaideleri içselleştirmiş olmaları gerekir. Hukuka yön verecek olan hukukun süjeleri tarafından yaşanmayan, anlaşılmayan ve hatta karşı çıkılan ahlâk kurallarının, ne hakim söylemin aksine hukuka kaynaklık etmesi, ne de bu ahlâk kurallarının toplum menfaatine kullanılması bahis mevzudur.

Hukukun kaynağı konusunda Duguit ve Kelsen gibi iki büyük hukukçu farklı cümlelerle de olsa toplum şuuruna, din, ahlâk gibi evrensel değerlere göndermeler yapmaktadır. Pozitivizmi temsil eden Duguit e göre hukuk kurallarının kaynağı toplumu meydana getiren insanların kolektif şuurudur. Bu şuura aykırı olarak konulan kurallar ölü doğacağından yürürlük şansı olmayacaktır. Kelsen e göre, anayasa dahil tüm normlar geçerliliğini temel bir normdan alır. Temel normun geçerliliği siyaset, ahlâk ve dine dayanır. Hukuk felsefesi açısından hukukun kaynağı konusunda yapılan tartışmalarda örnek olarak verdiğimiz hukukçuların düşünceleri gibi bu konuya hakim olan düşünce: hukukun kaynağının toplum vicdanı, halk şuuru, ahlâk, din gibi evrensel referanslar olması şeklindedir. Laik hukuk felsefesinin isabetli görüşlerine karşın tenkit edilecek durum uygulamanın hukuk-ahlâk arasında kurduğu illüzyonik bağdır. Hukukun kaynaklarının sayıldığı yerlerde kaynaklar ile ortaya konan hükümler arasında kayda değer bir bağın gösterilemeyişi uygulamanın illüzyonunun ortaya çıktığı yerdir. Bu meyanda felsefi düzlemde ne söylenirse söylensin ortadaki hakikat, vâzı-ı kânun olan kanun koyucu ların sayılan kaynaklarla ilgisiz-alâkasız hükümler sevk edebilmeleri bu yolda kendilerine engel olabilecek bir üst normun ya da denetcinin olmayışıdır.

Dinler, yeryüzünde ahlâk anlayışının ve ahlâk kurallarının tebliğcisi olmak ve müntesiplerine tebliğlerini teklif etmek sıfatıyla ister istemez ahlâk-hukuk arasında bir bağ kurar. Lâik hukuk açısından ilkin yadsınacak bu durum, hukukî ve ahlâkî yönleri ilâhî olan bir İslâm hukuk sisteminde ise çok büyük bir öneme sahiptir. Lâik kökenli hukuk sistemlerinde hukukun kaynağı ne olursa olsun sonuçta bu kaynak ilâhîliğin dışındadır. Lâik bakış açısından ahlâk kurallarının kökeni ilâhî bile olsa †ki bu dahi ilâhî olmaktan çıkıp içtimaî olmuştur†hukuk ile iki ayrı membadan beslendiği için biri diğerini göz önüne almak zorunda kalmamıştır. Günümüzde bunun o kadar çok misali vardır. Hukuk, ahlâksızlığı yer yer meşrulaştırmakta, hukukun süjeleri ister istemez bu meşruiyet kazanmış gayr-i meşru kuralları uygulamak zorunda kalmaktadırlar.

İnsanlarda adalet, hukuka bağlılık şuuru, hukukun üstünlüğüne olan inanç, mer î kanunlarla sağlanamaz. İnsanların kanunları anlama ve uyma zorunluluğuna erişebilmeleri için geçen zaman, onlara aynı zamanda mer î kanunlara karşı takınılacak tavrı da öğretmektedir. Bunun aksini iddia etmek, insanı yetiştiği zeminden ayrı, hüdâyı nâbit görmenin ifadesidir. İnsanlar, içinde yetişmiş oldukları ortam, eğitim seviyeleri ve hepsinden önemli olarak daha belirleyici faktör olan ahlâkî değerlere bağlı olarak hayatlarını sürdürürler. Toplumsal hayatta düzeni ifade edecek olan adalet, hukukun üstünlüğüne olan inanç ve hukuka bağlılık şuuru, insanın hayat perspektifine sıkı sıkıya bağlıdır.

Bir tarafta cüz î dahi olsa hukukun oluşumuna katkıda bulunan hukukun süjeleri vardır; diğer tarafta keyfemayeşa denebilecek rahatlıkta herhangi bir üst referansa bağlılık hissetmeden vâzı-ı kânun (kanun koyucu) bulunmaktadır. Birisi bağlı olması gereken ahlâk ilkeleri dahil hemen hiçbir kuralla bağlı değildir ve başıboş şekilde kanun koyabilme imkânına sahiptir. Diğeri ise ister istemez kanun koyucunun kurallarını uygulamak durumdadır.

Hukuk, ahlâk ve adalet üzerinde derin düşünülmesi gereken kavramlardır. Hemen her safhada hukukun oluşumunun ahlâk kuralları ile desteklenmemesinin yanında kanun koyucu dan asgari seviyede ahlâkî davranış beklenmemektedir. Yürürlükteki normlarda kanun koyucunun ahlâkî davranışları belirtilmemiştir. Herhangi bir ahlâkî kural ile çerçevelenmemiş kanun koyucu, nasıl olur da kabul etmek ve uymakla yükümlü tutulmadığı ahlâk kurallarına bütünüyle uygun kanun koyabilir? Aksi bir davranışta önündeki engel nedir? Normalde kanun koyucudan böyle bir davranışın beklendiği söylense bile, denetim ve norm yokluğu, böylesi bir beklenti ifadesinin tamamen vicdanî ve kişisel olduğunu gösterir. Pek çok gayr-i meşrunun caiz hale getirilip, terviç edildiği ortamda kanun koyucunun ahlâkî denetim gibi bir mekanizmaya ihtiyaçları olup olmadığı ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur. Meselâ günümüzde kamuoyunda ahlâk yasası olarak bilinen ve öncelikle kamu idarecilerini ve milletvekillerini ilgilendiren taslak bazı ahlâkî hükümler içermektedir. Buna rağmen taslakta, konumuzla alâkalı olarak kanun koyucuların kanun koymaları ile ahlâkî yönleri ve konulan kanunların ahlâkiliği gibi bir düzenleme olamadığını üzülerek ifade edelim. Taslakta yer alması istenen hükümlerin pek çok Avrupa ülkesinde uygulanıyor olması ne kadar takdire şayan ise günümüze kadar ülkemizde benzer bir çalışmanın yapılmamış olması da o kadar üzücüdür.

Adâlet, ifrat ve tefrit arasında bir orta hâldir. Yani, aşırılıkla, alâkasızlık arası dengeli bir yoldur. Adâlet, pek çok hayra vesile olmak üzere insanın mâhiyetinde bulunan bir kısım istidatların, Yaratıcı tarafından belirlenen yönde kullanılmasından ibarettir. Evet, insanda bulunan şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvve ve istidatlar, güzelce kanalize edilirse adalet; ifrat ve tefrite düşülürse, sapıklıklar meydana gelir.

Meselâ: İnsandaki şehvet duygusu ki; umumî mânâsı itibariyle hem ferdin hayatının devamına, hem de insan nevinin devamına vesile olan şeylere arzu duyma anlamına gelir. Bu duygunun bir yönü olan yeme, içme ve sâire gibi şeylerle insan, cismanî varlığını ve sıhhatini devam ettirmeye muvaffak olur. Şimdi, bu duyguya, arz edilen mülâhazanın dışında bakıldığında, ya onu, kemâle giden yolda önümüzü kesen bir cellat görerek ve bazılarının yaptığı gibi, ondan tamamen uzaklaşacağız ki, işte bu bir tefrit ve alâkasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde, hiçbir ölçü tanımadan bu mevzûda her münasebeti meşrû sayacağız ki, bu da bir ifrat ve taşkınlıktır.

Öfke de öyledir; hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde “pireye kızıp yorgan yakmak” bir ifrat; en aziz ve mukaddes şeylerin pâyimâl oluşu, ırzın çiğnenip, namusun doğranması karşısında sükût da, bir tefrittir. Adâlet ise, küfür, zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerlerde de, müsâmahalı ve yumuşak olma hâlidir.

Aynı durum, vehimde de cereyan eder; olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat; korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme işi, bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup, her şeye ulûhiyet isnât etme düşüncesi vardır ki; Ganj dolayları, bu telâşın doğurduğu putlarla doludur. Diğeri de, yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet, kendini ve kendine bağlı olanları ölümlere sürükleyebilecek bir çılgınlıktır. Adâlet ise, hayâtî ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak, ihtiyat ve tedbire riâyetle beraber, çok uzak ihtimâllerle melhuz olan bir kısım endişe verici şeylere karşı da olduğundan fazla ehemmiyet vermemekten ibarettir.

Akıl için de benzeri mütalâalar serd edilebilir: Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan, sadece akla itimat bir ifrat; aklı tamamen azl edip, katı bir mistisizme girme veya sadece vicdânı esas alıp; onun dışındaki her şeyi inkâr etmek de bir tefrittir.

Anne-baba, insanın en başta hürmet edeceği kudsî iki varlıktır. Onlara hürmette kusur eden, Hakk’a karşı gelmiş olur. Onları hırpalayan er-geç hırpalanmaya maruz kalır. İnsan daha küçük bir canlı olarak var olmaya başladığı andan itibaren hep anne-babanın omuzlarında ve onlara bir yük olarak gelişir. Bu konuda ne peder ve validenin çocuklarına karşı olan şefkatlerinin derinliğini tayine, ne de çektikleri sıkıntıların sınırını tesbite imkân vardır.

Anne-babanın kadrini bilip, onları Hakk’ın rahmetine ulaşmaya vesile sayanlar, bu dünyada da öte dünyada da en talihlilerdendir. Onların varlıklarını istiskal edip, hayatlarına karşı bıkkınlık gösterenler ise, sürüm sürüm olmaya namzet bir kısım bedbahtlardır.

İnsan anne-babasına karşı hürmeti nisbetinde, Yaratıcısına karşı da hürmetkâr sayılır. Onlara hürmeti olmayanların Allah’a da hürmet ve saygısı yoktur. Günümüzde, ne garip tecellilerdendir ki, sadece Allah’a karşı saygısız olanlar değil, O’nu sevdiğini iddia edenler de anne-babalarına isyandan geri kalmamaktadırlar.

Özellikle anneler, dünyada ukba eksenli varlıklardır. Hilkatteki rol ve istihdamları ile elde ettikleri mükâfatları, çektikleri zorluk ve sıkıntılarıyla gördükleri karşılık arasındaki orantısızlık bu gerçeğin en açık delilidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için uzun boylu araştırmaya da gerek yoktur. Onların bir ömür neler ekip neler biçtiklerine, neler çekip neler bulduklarına göz atmak yeterlidir.

İslâm aileye ve onun temel iki direği olan anne-babaya çok önem vermiş, sağlam ailelerden oluşan toplumun sağlıklı olacağını ifade ederek bu konuda birçok önemli prensip vazetmiştir. Allah hakkından sonra anne-baba hakkı zikredildiği gibi, cennet de annelerin ayakları altına serilmiştir.

Cenab-ı Hakk şöyle ferman ediyor: “De ki: “Gelin, Rabb’inizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin.” (En’am, 6/151) “Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması sütten kesilmesi otuz ay sürdü.” (Ahkaf, 46/15) “Bana ve ana babana şükret, dönüş banadır.” (Lokman, 31/14)(Ayrıca şu ayetlere de bakılabilir (sure/ayet): 2/83, 133, 233; 4/22, 23, 33, 36, 134; 6/151; 9/24113, 114; 16/78; 17/23, 24; 19/14; 26/86; 27/19; 29/8; 31/14, 15; 33/6, 53; 39/6; 46/15, 17, 18; 65/6, 7.)

Bir insanın en yakını anne-babasıdır. Her iyilikte olduğu gibi, dualarımızda da önceliğin onlara verilmesi gerektiğini Kur’ân şu ifadelerle belirtiyor: “Ey Rabbim! Amellerin hesap olunacağı gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla!” (İbrahim, 14/41) Demek ki, önce insanın kendisi, sonra anne-babası geliyor. Zaten bu husus insan olmanın, insanî duygularla bezenmenin bir ifadesidir. Aslında insan olan bir insan en yakın daireden en uzak daireye uzanan çizgide derecelerine göre diğer insanların dertleriyle dertlenir, sevinçlerinden sevinç duyar.

Diğer bir nokta da şudur: Nasıl bir insanın anne-babası hakkında yaptığı istiğfar makbul ise, öyle de insanın anne-babasının mazhar olduğu nimetler adına şükrü de geçerlidir. Yani bir insan anne-babasına gerçek anlamda evlatlık yapmadıysa, geride onun yapacağı şey şudur: Dilini onlar hesabına hayırda kullanmak… “Allah’ım! Hamdim, tesbihim, tehlilim, istiğfarım onlara raci olsun.” demek bu türdendir. Nitekim Hz. Süleyman, şöyle derken bunu yapanlardan olduğunu göstermiştir: “Rabbim, beni, gerek bana, gerek anne-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl.” (Neml, 27/19)

Bir başka ayette şu ifadeler bulunuyor: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi yaşlanırsa, kendilerine “öf!”bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara şefkat, tevâzu ile kol kanat ger ve şöyle diyerek dua et “Ya Rabbi! Küçüklüğümde onlar beni nasıl özenle yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” (İsra, 7/23-24)

Bu ayetleri Üstad Bediüzzaman şöyle tefsir etmektedir:

“Ey hanesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor. Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş her bir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.

İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Ey derd-i maişetle mübtelâ olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: “Maişetim dardır, idare edemiyorum.” Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dîk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kat’î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakikat gayet kat’îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar.

Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli. Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel’ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama’kâr ve bahil insanlara yükletmez. “Şüphesiz rızık veren sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zariyat, 51/58) “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizlerin de onların da rızkını veren Allah’tır.” (Ankebut, 29/60) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva’-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-ı kerimaneyi söylüyorlar.

Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı. İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.”(Ebu Ya’la, Müsned, 11/511; Münavî; Feyzu’l-Kadir, 1/266) sırrıyla, ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. “Ceza, yapılan hatanın cinsinden olur.” sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seri-üt teessür kalblerini rencide etmek ile “hem dünyada hem de ahirette zarar ettiler” sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli. “Cennet anaların ayakları altındadır.”(Feyzu’l-Kadir, III, 361.) diyen Yüce Nebiye salat ve selâm olsun.”(B. S. Nursî, Mektubât, 259.)

Konuyla ilgili birçok hadis-i şerif de bulunmaktadır. Bir iki tanesini kaydetmekle yetiniyoruz.

Peygamber Efendimiz bir gün: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” dedi. “Kime yazıklar olsun” denilince şu cevabı verdi: “Anne- babasının ikisi veya biri yanında yaşlandığı halde cennete giremeyen!”(Müslim, birr, 9; Tirmizî, daavat, 110.)“Allah’ın rızası, babanın rızasındadır. Allah’ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğindedir.”(Tirmizî, birr, 3.) “Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen onu terk et dilersen muhafaza et.”(Tirmizî, birr, 3)

Ölümlerinden sonra anne-babanın kalan haklarını Efendimiz şöyle dile getiriyor: “Onlara dua, günahlarının affı için Allah’tan istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, onlar vasıtasıyla akraba olanlarla sıla-i rahmi yerine getirmek ve dostlarına ikramda bulunmak.”(Ebû Davud, edeb, 129; İbn Mace, edeb, 2.)

Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük manâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu, insanın Hakk karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul etmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. Kibir ise kişinin kendini başkalarından büyük sanmasıdır, bunun açığa vurulmasına da tekebbür denmiştir. Yani kibir bir büyüklük zannıdır; insanın kendisini, olmak isteyip de olamadığı şey sanmasıdır.

Bazıları tevâzuu, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmeme; bazıları, insanları, insana yakışır saygıyla karşılayıp onlarla muamelesinde mahviyet içinde bulunma; bazıları İlâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa, kendini halkın en hakiri görme; bazıları da benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi ve gayreti şeklinde tarif etmişlerdir ki, her birinin kendine göre hem bir mahmili, hem de tarzı telâkkisi vardır.

Hz. Ömer’i (r.a.) omzunda kırba, su taşırken gören bir sahabî sorar: “Bu ne hal ey Allah Rasulü’nün halifesi!” O: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle bir şeyler hissettim, o hissi kırmak istedim.” der. Onun sırtında un taşıması, minberde kendini levmetmesi, levmedenlere ses çıkarmaması hep bu kabil hazm-ı nefisle alâkalı hususlardan olduğu gibi; valiliği döneminde Ebû Hureyre’nin, şuna-buna sırtında odun taşıması; Zeyd b. Sâbit’in, kadı olduğu bir dönemde İbn Abbas’ın elini öpmesi; buna mukâbil Tercümânü’l-Kurân’ın da onun atının üzengisini tutması; Hz. Hasan’ın, ekmek kırıklarıyla oynayan çocuklarla oturup, onların yediğinden yemesi hep birer mahviyet ve tevâzu örneğidir.

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de, Resûlullah da sünnetinde tevâzu etrafında o kadar tahşidat yaparlar ki, onları duyup-işitenin, gerçek kulluğun tevâzu ve mahviyet olduğunda şüphesi kalmaz. Kurân’ın: “Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler. Cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler” (Furkan 25/63) beyanı onlardan sımsıcak bir ses; “Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve mahviyet içindedirler.” (Fetih, 48/29) beyanı da onların gönüllerinden kopup gelen ve davranışlarına akseden yumuşak bir nefestir. Hele: “Onlar, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet timsalidirler.. her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun!” (Fetih, 48/29) fermanı ise onlara tasavvurları aşan bir iltifatın unvanı olmuştur.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) de şöyle buyuruyor:

  • “Allah bana, tevâzu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı övünmemesini emretti.”(Müslim, cennet, 64; Ebu Davud, edep, 40; İbn Mace, zühd, 23.)
  • “Size ateşin kendine ilişmeyeceği insanı haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve rahat insanlara dokunmaz.”(Tirmizî, sıfatu’l-kıyame, 45.)
  • “Allah için yüzü yerde olanı, Allah yükseltir de yükseltir; aslında o kendini küçük görmektedir ama, halkın gözünde asıl büyük odur.”(Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 7/129.)
  • “Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster!”( Bkz. Müslim, zühd, 14.)

Zaten O, hayatını hep bu çizgide geçirmişti:

  • Çocuklara uğrar, onlara selâm verir;
  • Herhangi biri elinden tutup bir yere götürmek isteyince, tereddüt etmeden kalkıp gider;
  • Ev işlerinde hanımlarına yardım eder;
  • Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır;
  • Ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir;
  • Sofraya hizmetçisiyle beraber oturur;
  • Meclisini her zaman fakirlere açık tutar;
  • Dul ve yetimleri görür-gözetir;
  • Hastaları ziyaret eder, cenazelerde hazır bulunur ve kölelerin davetine icabet ederdi.(Buharî, istizan, 15; Müslim, selâm, 15; Tirmizî, şemail, 78; Müsned, VI, 256; Kadı İyaz, şifa, I, 131.)

Gerçek tevâzu; Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce, bu tespiti benliğine mal etmesidir. Bu anlayış tabiatına işlemiş ve bu işleyişle ikinci fıtrata ulaşmış olgun insanlar, halkla münasebetlerinde mütevazı, mahviyet içinde ve olabildiğince dengelidirler. Zira, Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dinî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, kendi iç dünyalarında ve gözlemlerinde de hep muvazene içindedirler.

Hâsılı, tevâzu hulûkullah (Allah ahlâkı) sarayının cümle kapısı olduğu gibi, Hakk’a ve halka yakın olmanın da birinci vesilesidir. Gül toprakta biter.. insan semâlarda değil, yerde yaratılmıştır. Mümin, secde unvanıyla başı ile ayakları aynı noktada birleşince Allah’a en yakın olur. [1]

Hemen her toplum içinde zenginlik, makam, ilim, güzellik soy vb. şeyler büyüklük vesilesi olarak kabul edilen şeylerdendir. Tevazu ise bunlara rağmen insan hayatına hâkim olması gereken bir ahlâk-ı âliyedir. Yani yukarıda saydığımız şeylerle tevazu, birbirine rağmen işleyen, biri diğerine engel olan iki unsurdur. Fakat Müslümanlık açısından önemli olan, insanın iradesi ile bunu aşmasıdır. Tıpkı Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) gibi. O, terk etmek zorunda kaldığı Mekke’ye seneler sonra muzaffer bir komutan olarak girerken, tevazuundan mübarek başları, binitinin eğerinin kaşına değecek kadar aşağılardaydı. Hatta denilebilir ki O, 23 yıllık, insanı gurura, kibre, büyüklenmeye sevk edebilecek hâdiselerle dopdolu hayatında tevazu ve mahviyete ters bir davranışta bulunmadığı gibi, bunlar O’nun tevazu ve mahviyetinin artmasına sebep teşkil etmiştir.

Zaten önemli olan da bu değil midir? Eğer insan, yaşadığı seneleri Allah için dolu dolu yaşamamışsa, zengin olması ne ifade eder? Davul gibi bomboş, tın tın öten bir hayat ile O’nun huzuruna gitmek kime ne kazandırır? Unutmayalım, tevazu, mahviyet, hacalet mümine yakışan ve yaraşan; tekebbür, inhiraf, kendini âlemden üstün görme ise Karun gibi insanı baş aşağı getiren şeylerdir.[2]

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir; aklının noksanlığına ve ruhunun hamlığına delâlet eder. Akıllı ve ruhen olgunluğa ermiş bir insan, mazhar olduğu her şeyi Yüce Yaratıcı’dan bilir ve şükran hissiyle her zaman O’nun karşısında iki büklüm olur.

Mütevazı olma, Yaratıcı’nın takdirine, halkın tahkir ve tekdirine karşı insanın gönlüne hoşnutluk hissi kazandırır. Evet, baştan haddini bilip tevazu kanatlarını yerlere kadar indiren birisi, insanlardan gelecek her türlü hor görmelere karşı en emin bir zırh içine girmiş ve en sağlam emniyet tedbirini de almış demektir.

Alçak gönüllülük, ferdin olgun ve faziletli olmasının; kibirlenip büyüklük taslamak ise, onun seviyesiz ve nâkıs olmasının alâmetidir. En kâmil kimseler, insanlarla en fazla beraber bulunup, onlarla hem dem olanlardır. En nâkıs kimseler ise, insanlarla beraber bulunmayı, onlarla düşüp kalkmayı gururlarına yediremeyen bednâm talihsizlerdir.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu noktaya şöyle işaret ediyor: “İnsanlar içine katılıp onların eza ve cefasına katlanan mümin, kenara çekilip sıkıntı çekmeyen mü’minden üstündür.”(İbn Mace, fiten, 23.) Yüce Allah, Son Peygamber’e (aleyhi ekmelüttehaya) şöyle ferman ediyor: “Mü’minlerden sana tâbi olanlara tevazu kanadını indir. Buna rağmen sana isyan ederlerse ‘Ben sizin yapageldiklerinizden hakikaten uzağım.’ de.” (Şuara, 26/215- 216) “Sakın bazılarına verdiğimiz geçici dünya nimetlerine gözlerini dikip uzatma. Onların karşısında tasalanma. Mü’minler için şefkat kanatlarını indir.” (Hicr, 15/88)

Denebilir ki bu ayet-i kerimelerde hizmet ahlâkının temel özellikleri toplanmıştır:

  • Karşılık beklemeden hizmet etmek,
  • dünya nimetlerine göz dikerek şaşırmamak,
  • hizmet götürülenlerin nankörlüğü halinde kızıp çekilmemek ve mükâfatı yalnız Allah’tan beklemek…

Kibri ifade etmek için Kur’ân-ı Kerim fahr (övünmek), ferah ve marah (taşkınlık) tabirlerini kullanır: “Yeryüzünde kibir ve böbürlenerek (marahan) yürüme. Çünkü yeri delemezsin, boyca da dağlara yetişemezsin.” (İsra, 17/37) “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Çünkü Allah, kibir taslayan, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman, 18-19)

Bir insanın insanlığa yükselmesi onun tevazuu ile; tevâzuu da, makam, mansıp, servet ve ilim gibi halkın itibar ettiği şeylerin onu değiştirmemesiyle belli olur. Zikredilen hususlardan biriyle düşünce ve davranışlarında değişikliğe uğrayan kimsenin ne tevazuundan, ne de insanlığa yükselmesinden bahsedilebilir.

Alçak gönüllülük, hemen bütün güzel huyların anahtarı mesâbesindedir. Onu elde eden, diğer güzel huylara da sahip olabilir. Ona malik olamayan ise, çoğunlukla diğer huylardan da mahrum kalır. Âdem Nebi (aleyhissalatu vesselâm), sürçüp düştüğü zaman, gökler ötesine ait yitirdiği her şeyi tevazuu ile yeniden elde ederken, aynı bâdirede yuvarlanıp giden şeytan, kibir ve gururunun kurbanı oldu.

Kibir ve ululuk “Zât-ı Ulûhiyet”in sıfatları olduğundan, büyüklük taslayıp şımarıklık yapanlar, hemen her zaman O’nun “Kahhâr” eliyle kıskıvrak yakalanmış ve helâk edilmişlerdir. Haddini bilip mütevazı olanlar ise, yükselip O’nun huzuruna ermişlerdir.

Hasan-ı Basrî, aldanmaması için bir öğrencisini şu sözlerle ikaz eder: “Yavrum! Şu kâğıt parçasında yazılı olan nasihatleri al, senin için binlerce ilim kitabından daha değerlidir. Kâğıt parçasında şunlar yazılıydı:

  • İçinde bulunduğun ortamın, kötülüklerden uzak, salih ve iyiliklerle dolu bir ortam olmasına aldanma. Cennetten daha emniyetli ve kötülüklerden uzak bir yer düşünülebilir mi? Oysa babamız Âdem’in başına gelenler orada geldi.
  • İbadetinin çokluğuna da aldanma. Şeytan gibi kendini ibadete adamış kim vardı ve başına neler geldi?
  • Mütekebbir ilim sahipleriyle ne görüş, ne de sohbetlerine katıl. Bunlar sana hayır getirmez. Nitekim Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) sohbetlerine katılan mütekebbir ve münafık ilim adamları vardı. Hiçbirisi ne imana geldi ve ne de o sohbetlerden istifade etti.
  • İlminin çokluğuyla övünüp-aldanma. Nice ilim sahipleri vardı ki övünçleriyle helak olup gittiler.
 

Dipnotlar

Dipnotlar
1Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 112.
2Kuşeyri, Risale, 283; Fasıldan Fasıla IV, 115.

Cömert; eli açık, ikramcı, kerem sahibi, cömertlik; sehâvet, ikram, ihsan ve yardım alışkanlığı demektir. Cömertlik insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde ve Allah rızasından başka hiçbir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.

Şüphesiz Allah’a imanın en güçlü belirtilerinden biri de nimet ve imkânları başkalarının yararına seferber etmektir. Buna en çok kullanılan tabiriyle cömertlik (cûd, seha) denir. Bir velinin, enbiya ve evliya mesleği diye ifade ettiği cömertlik, Allah’ın kudret, merhamet, lutuf ve ihsanından emin olmanın temel belirtisidir. Hırsların, kinlerin ve merhametsizliklerin kirletmediği gönüller berraklıklarını cömertlik şeklinde dışa vurmaktadırlar.

Eşya ve olayların Yüce Yaratıcının isim ve sıfatlarının birer tecellisi olduğuna inanan insan, o isimlerden birinin de Rezzak (Bütün varlıkların rızkını veren) olduğunu bilir ve Allah’ın bu isimle bütün varlıkları beslemeyi taahhüt ettiğine inanır:

“Yeryüzündeki canlıların hepsinin rızıkları Allah’a aittir. Onların duracak yerlerini de emanet edilen yerlerini de O bilir.” (Hûd, 11/6) Buna inanan bir vicdan elindekilerden bol bol vermekte hiçbir tehlike görmez, aksine bu hareketiyle bahtiyarlık duyar.

“Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte kurtuluşa erenler onların ta kendileridir.” (Haşr, 59/9) Hırsı kırmak için cömert olmak lazım. Az veya çok, zenginken veya fakirken. Fakirliğinde vermeyen zenginliğinde hiç veremez. Miktara bakılmadan verilmelidir. Miktar, madde meselesidir. Halbuki istenen, verebilme gücüne ulaşmaktır. Vermek niyet meselesidir.

Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevk eder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiçbir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. “Rızkı veren Allah’tır.” (Neml, 27/64; Zâriyât, 51/58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir. (Leyl, 92/17-20). Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ’nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtaçların hakkı olduğuna (Hud, 11/6) inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.

Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr, 59/5; Hadid, 57/11-18; Maide, 5/13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (İnsan, 76/8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara, 2/263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âli İmrân, 3/92) gerekir.

Sıralanan şartlar altında, İslâm âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:

Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.

Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir’in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.

Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saadet’teki misâli; Medineli Müslümanların (Ensar), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ’nın takdirini kazanmalarıdır. (Haşr, 59/5) Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir’in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Peygamber Efendimiz için hiçe saymasıdır. (Tevbe, 9/40)

Kur’ân-ı Kerîm’de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah’ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir. (Bakara, 2/254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir. (Bakara, 2/222). Bazı ayetlerde cömertlik alış verişe benzetilmekte; Allah Teâlâ’ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. (Bakara, 2/244; Maide, 5/13; Hadid, 57/11).

Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir. (Leyl, 92/17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.” (Fecr, 89/20) buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, “Ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz.” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.” (Bakara, 2/268) Oysaki Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre: “Mal ve servet insan için bir imtihandır.” (Zümer, 39/49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. (Tegabün, 64/15-17).

İnsanların cömertlikten kaçmasının sebeplerinin başında: “Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?” duygusu ile, “Başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim.” düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm’a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ’nındır. Her şeyin gerçek Mâlik’i O’dur. (Âli İmrân, 3/179; Hadîd, 57/10) Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır.

Mülk Allah Teâlâ’nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarf edilmesi, inanan için en makûl bir hâdise olarak değerlendirilir. Mümindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), şöyle buyurur: “Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis (cimri) insan, Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.”(Tirmizî, birr, 40.) “Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.”(Buhârî, temennâ, 5; tevhid, 45)

Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm), insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: “Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar.”(Buhârî, vesâya, 14.)

Abdullah b. Abbâs, Peygamber Efendimizin cömertliğini şöyle anlatır: “Allah’ın Resûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi. Ramazan’da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi.” Cebrâil, her Ramazan gecesi Resûlullah’ın yanına gelir, ona Kur’ân öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: “Allah’ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir”(Müslim, fezâil, 12.)

Hz. Ali’den şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah’dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, “peki” derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiçbir şey için “hayır” dememiştir”(Y. Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 1181)

Sonradan pişmanlık duymamak için, Müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O’nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: “Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam.” demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.” (Münâfikûn, 63/10)

Cömertlik bahsinde, özet mahiyetinde şu noktalar bilinmeli ve dikkat edilmeli:

  • Cömertlik sevilen, değer ifade eden şeylerden olmalı.
  • Verilen başa kakılmamalı.
  • Cömertliğin en makbûlü ihtiyaç içinde iken yapılanıdır.
  • Vermek eksiltmez, arttırır.

Sıdk, Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış manâlarını ihtiva eder. İnançlı kimsenin, söz ve davranışlarında, şahsî ve insanlarla olan münasebetlerinde, sadakatin emin bir temsilcisi olması istenir. Arkadaş, dost ve yakın çevresini bu tür insanlardan seçmesi talep edilir. Nitekim Yüce Kur’ân’da; “Her zaman doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/119) buyrulmaktadır. Demek ki sıdk ve sadakat, doğruluk ve dürüstlük insanın tüm davranışlarına sirayet etmesi gereken bir hususiyettir. Bir anlamda sıdk/doğruluk, insan davranışlarının ruhunu ve özünü oluşturmaktadır. O, aynı zamanda peygamberlik sıfatlarından birisidir.

Sıdk, insandaki düşünce, amel ve davranış birliğini de ifade eder, ya da etmelidir. Sürekli iyinin, güzelin, doğruluğun temsilcisi olduğunu ifade ve iddia edip de davranışlarıyla bunu tekzib edenin, manevî ve ruhî bütünlüğü parçalanmıştır. Kamil mü’min daima düşünce ve davranış bütünlüğü içindedir. Kişi inanç ve düşüncelerine aykırı kalmaya ve davranmaya devam ettikçe onun güzel ahlâka ve dolayısıyla kâmil insan olmaya ulaşması mümkün değildir. Hatta daha ileri ve düzeyli derecelerde inançlı insandan; gizli iç hallerinde, düşünce, tasavvur ve niyetlerinde, tasavvufî anlamıyla derunî melekelerinde dahi tutarlı, sadık/doğru ve dürüst olması beklenir ve tavsiye edilir.

Sözde, davranışta, azimde, ahde vefada, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme, kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki, O sıddîk bir Nebi idi.” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibarıyla de her mümin için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür.” (Maide, 5/119) buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.

Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk; şeytan ve avenesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam” (kendisi ile dua edildiğinde icabet olunan Allah’ın ismi veya isimleri) iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür; sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder.

Hz. Âdem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran da yine sıdktır..

Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mümin olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:

  • “De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..” (İsra, 17/80)
  • “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
  • “İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsnü istikbâl)le müjdele!” (Yunus, 10//2)
  • “Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında)dırlar..” (Kamer, 54/54-55)

Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk unvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.

Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir. Evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.

İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçıdır.

Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan marifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadakate düğümlenmesidir. En büyük sadakat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir.[1]

İnsana sadakat yaraşır görse de ikrâh;

Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!

İstikamet de sıdk ile ilgilidir. Doğruluk demek olan istikâmet; ehl-i hakikatçe, itikatta, amelde, yemede, içmede, hâlde, sözde ve bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınma şeklinde yorumlanmıştır. “Rabb’imiz Allah’tır” deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner: “Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin” derler.” (Fussîlet, 41/30) âyeti de, işte bu, Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü yolda yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.

İstikâmete hakkıyla uymanın ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından, en büyük ruh ve manâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflahımı kesip beni yaşlandırdı.”(Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân, 57, Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 7/37.) sözü -ki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!

Yine Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir sahabîye: “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol”(Müslim, iman, 62; Müsned, 3/413, 4/385.) diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l- kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları ihtiva eden istikâmeti özetlemişti. Şu müthiş ifadeler de yine O’na aittir:

  • “Kulun kalbi müstakim olmadıkça îmânı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz.”(Müsned, 3/198.)
  • “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakîm oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz.’ derler”(Tirmizî, zühd, 61; Müsned, 3/96. Bkz. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 97.)

Dipnotlar

Dipnotlar
1 Kuşeyri, Risale, 356, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 123.

Gıybet, konuşulan yerde hazır olmayan bir kimse hakkında konuşmaktır. Terim olarak, kişinin ayıp, noksan ve kusurlarını, arkasından başkasına söylemeye denir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir soru üzerine gıybeti tarif etmiş ve şu ölçüyü koymuştur: “Gıybet, kişiyi, duyduğunda hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer söylediğin şey onda varsa bu gıybet olur; eğer yoksa bu iftira olur.”(Müslim, birr, 70; Tirmizî, birr, 23; Darimî, rikak, 6.)

Gıybete doğrudan değinen Hucurât sûresi 12. ayette şöyle buyuruluyor: “Birbirinizin gıybetini etmeyiniz. Sizin biriniz, kardeşinin ölmüş haldeyken etini yemek ister mi? Bakınız bundan nasıl tiksindiniz! O halde Allah’tan korkun.” Bu ayet, gıybet etmenin insan ruhunda ve toplum hayatında vücut verdiği tahribatı dile getirmektedir. Gıybet etmenin, insanın eti ve kanı gibi olan onur ve şerefini yaralamak anlamına geldiğini göstermektedir.

Yukarıda verilen ayetin tefsirini Üstad Bediüzzaman şöyle yapmaktadır: “Bir tek âyetin, mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şeni’ bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

İşte “Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât, 49/12) âyetinde altı derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor? İkincisi, “sever” lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever? Üçüncüsü, “biriniz” kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder? Dördüncüsü, “kardeşinin etini yemesi…” kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişliyorsunuz? Beşincisi, “kardeşini” kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz? Altıncısı, “ölü” kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdýr.”

Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, hususî birkaç maddede caiz olabilir:

1. Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

2. Bir adam onunla teşrik-i mesaî (beraber çalışmak) etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesaî etme. Çünkü zarar göreceksin.”

3. Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”

4. O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor. İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit “Allah’ım beni ve gıybetini yaptığım kişiyi affet!” demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et.” demeli.(B. S. Nursî, Mektubât, 273-74.)

“Gıybetin en fena ve en şenii ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.”(B. S. Nursî, Barla Lâhikası, 267.)

Gıybetin kişilik bozukluğuna neden olduğu ise şöyle dile getiriliyor:

“Sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bazan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözü, gece de acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.”(B. S. Nursî, Sözler, 581.)

Gıybetle yakın anlamlara gelen diğer kötü huylar hemz, nemime ve lemz kavramlarıdır. Bunlardan ilki olan hemz Kur’ân’dan 104. sûrenin (hümeze) adıdır. Hemz birini arkadan çekiştirmek, onunla alay etmek, kırmak, incitmek gibi anlamlara gelir. Lemz ise bu kabalığı kişinin yüzüne karşı yapmaktır. Nemime ise, koğuculuk, laf götürüp getirmektir. Bu tür davranışları olanların dinlenmemesi de yine Kur’ânî bir emirdir. (Kalem, 68/10-12) Gıybetin temel kul haklarından birini ihlal olduğunu da eklemeliyiz.

Hased, bir nimeti hakkıyla elde etmiş bir insandan o nimetin kopup gitmesini arzu etmektir. İleri derecede hased bazen nimetin, sahibinden uzaklaşması için gayret gösterme şekline dönüşür. Hased bazen gıbta ile karıştırılabilir, oysa gıbta insanın makbul yanlarından biridir. Gıbta hastalık seviyesine yükselir ve kinle karışırsa hasedi doğurur. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) gıbta ile hasedin bu farkına dikkat çekmek için olacak, şöyle buyuruyor: “Mü’min gıbta eder, münafık hased eder.”(Ragıb, Müfredât, hsd.md.)

Kur’ân, hasedi, kendisinden Allah’a sığınılan zararlı bir tavır ve bir şer kaynağı olarak tanıtmıştır (bk. Felak suresi) Bir ayette şöyle buyruluyor: “Yoksa onlar Allah’ın lutfundan insanlara ihsan ettiği nimetlere hased mi ediyorlar? Evet, biz Al-i İbrahim’e de kitap ve hikmet verdik; hem de büyük bir hâkimiyet ve mülk verdik.” (Nisa, 4/54)

Hased, Allah’ın hazinesinden istemek yerine kulun elindekinin zevaliyle tatmin olan sefil ruhların tavrıdır. İnsanlık tarihinin harp, darp, iftira, fitne, cinayet, yıpratma vs. gibi menfiliklerinin hemen hepsinin ardında hased vardır. Peygamberlere karşı çıkışın temel nedenlerinden birinin de hased olduğunu Kur’ân bize bildiriyor: (Bakara, 2/109; Nisa, 4/54)

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) de şöyle buyuruyor: “Sizi hasedden sakınmaya çağırıyorum. Zira hased, ateşin odunu yediği gibi, kişinin amellerini yiyip bitirir.”(Ebû Davud, edeb, 44; İbn Mace, zühd, 66.) “Bir kalpte iman ve hased bir arada bulunamaz.”(Nesei, cihad, 8.) Peygamber Efendimizin “haktır” dediği nazar (göz değmesi) tahribatının arkasında da hased vardır. Kur’ân’ın “gözün hainlik ve zulmü” (Mu’min, 40/19) dediği bela, öyle anlaşılıyor ki, hasedle bakan gözün kötülüğüdür.

Üstad Bediüzzaman hased konusunda özetle şu ifadeleri kullanıyor:

“Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde her biriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.”(Age. 426.)

Cennette Hased

Ahirette, cennet ehlinin gözünün görmediği, kulağının işitmediği, insanoğlunun hayaline bile misafir olmamış nimetlerle donatacak olan Allah’ın, bir diğer önemli ihsan ve lütfu da, cennet ehlinin kalblerinden kin ve hased (kıskançlık) duygusunu kökünden söküp çıkarmasıdır. Kur’ân bu hakikati şöyle ifade eder: “(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalblerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız.” (A’raf Sûresi, 7/43)

“Mükâfat, amelin cinsindendir.” kaidesince, nasıl dünya hayatında, iman uğrunda çekilen sıkıntı ve meşakkatler, sıkıntısız, meşakkatsiz ebedî bir hayatla bedellendiriliyor; nasıl burada yaşanan açlık ve susuzluk ahirette açlık ve susuzluğun çekilmemesini netice veriyor, aynen öyle de insanın, dünyada eskilerin “emraz-ı kalbiye” dedikleri kin, nefret, öfke, hased, gayz, hırs vb. duygu ve tutkular veya hastalıklarla mücadele ederek kendini aşması; ahirette, bunların onun kalbinden sökülüp atılması ile mükâfatlandırılacaktır.

Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek manâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.

Hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:

1. Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.

2. Îmândan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.

Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince, ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Tek başına kaldığı zaman, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, yırtılır, hatta bazen bütün bütün yıkılabilir.

Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, “O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak, 96/14) gibi âyetlerle anlatılan îmân şuuruyla.. “Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisâ, 4/1) gibi beyanlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse uzun ömürlü olamaz. Zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi îmâna bağlıdır. Bu münâsebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (aleyhissalatu vesselâm), ashâbından birinin diğerine, hayâda mübalağa yapılmamasıyla ilgili tavrını duyunca: “Bırak onu, hayâ îmândan gelir..”(Buharî, iman, 16; Müslim, iman, 59; Ebu Davud, edep, 6.) Diğer bir ifâdelerinde: “Îmân yetmiş küsur şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir.”(Ebu Davud, sünnet, 14; Nesei, iman, 16.) buyururlar.

Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan ma’rifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayâtın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok gayrı meşru isteklerine set çeker ve engeller. Aksine bu duygu îmân ve ma’rifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu hususa temas eder ve “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!”(Buharî, enbiya, 54, edep, 78; Ebu Davud, edep, 6; İbn Mace, zühd, 17.) buyurur. Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, îmân ve ma’rifet sağanaklarıyla beslendiğinde hayatta kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar; yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır.

Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.

İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir ve: “Nerede olursanız O sizinle berâberdir.” (Hadîd, 57/4) ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler: “Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın! Âhireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.”(Müsned, I, 387.)

Bir insanın gerçek insanlıktan nasibi, hayâdan hissesi ölçüsündedir. Eğer Hakk yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de yüktür. Bu mülâhazaya binâendir ki âlimler, “Allah’a yemin olsun, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır.” demişlerdir.

Hayâ, İlâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı. Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:

Cenâb-ı Hakk mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara: “Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn: “Öyle ise onu cennete götürün.” buyurur. Bu defa da melekler araya girerek: “Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz.” derler. Allah da onlara: “Evet öyledir ama Ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim.” ferman eder. Rivâyete göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hakk ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.”(Kenzu’l-Ummal, 15/423; Gülen, Kabin Zümrüt Tepeleri I, 129.)

Zan, sanma, farz ve tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe, tereddüd, şek gibi anlamlara gelir. Hüs-ü zan, kişi veya olaylar hakkındaki tahmini, ihtimali, tereddüdü iyiye hamletmedir. Bunun aksi ise su-i zandır.

Rabbimiz Kur’ân’da, birkaç ahlâkî prensibi peş peşe sıraladığı ayette zandan da kaçınmamızı, zira bir kısmının günah olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin, ne malum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi karalamayın, birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fasık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tevbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir. (Kendilerini azaba maruz bırakarak nefislerine zulmetmişlerdir.) Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli günahlarını araştırmayın, kiminiz kiminizi gıybet etmesin.” (Hucurât, 49/11-12)

“Bilmediğin bir şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb, hepsi de ondan sorguya çekilecektir.” (İsra, 17/36)

İsabetsiz olan zan (su-i zan) bir nevi iftira ve karalama olduğundan kul hakkını ilgilendirir. Böyle bir duruma düşmemek için zan ile hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Kesin bilgi ve deliller olmayan durum ve yerlerde işi iyiye yormak bizim görevimizdir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), “Hüsn-ü zan ibadetin güzelliğindendir.”(Ahmed b. Hanbel, 2/297) buyurarak bu noktaya dikkat çekmiştir. Hz. Aişe validemize yapılan iftira olayında (ifk) Allah (c.c.) şöyle ikaz ve tevbih ediyor: “Siz ey mü’minler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip, ‘Haşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 24/12)

Bir başka hadiste de Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyuruyor: “Allah Müslüman’ın kanını, namus ve şerefini ve hakkında su-i zannı haram kılmıştır.”(Beyhaki, Şuabu’l-İman, 5/297; Ebu Nüaym, Hilye, 9/292.)

İnsanlar hakkında hüsn-ü zan etme bir esas haline getirilmeli ve bir disiplin olarak benimsenmelidir. Zira hamlığımızın gereği, herkes hakkında hüsn-ü zan edemeyebiliriz; ama İslâmiyet’e ait çoğu meselede olduğu gibi, böyle bir düşünce tarzı da işletile işletile insan tabiatının bir parçası haline getirilebilir.

Kişiler hakkında, mümkün olduğu nisbette hüsn-ü zan etmek lâzımdır. Su-i zan ise pek çok kötülüğün kaynağıdır. Ayrıca iyi hâl esas; suç ise arızîdir. Buna göre kötülükler kendi emare ve delilleri ile ortaya çıkacağı ana kadar bir insan masum sayılır. Bizim de bu masumiyete saygılı olmamız gerekir. “Beraet-i zimmet asıldır, yani ispatlanmadıkça kişinin suçsuzluğu esastır.” demek olan kural, hukukun temel prensiplerindendir.

Övgüde Denge

İnsanlar hakkında hüsn-ü zan ya da hüsn-ü şehadette bulunmanın belli ölçüleri vardır. Meselâ, bazen hakkında övücü sözler sarf ettiğimiz bir insan, onu hazmedecek kadar olgun olmayabilir ve bizim onun hakkında söylediğimiz sözler, onun küstahlaşmasına, bazen de başkalarının aldanmasına sebebiyet verebilir. Bu da Peygamber Efendimizin ifadesiyle, o insanın boynunu kırma demektir.(Buharî, şehadât, 16, edep, 54; Müslim, zühd, 65; Ebu Davud, edep, 9.) O halde bize düşen, herkes hakkında hüsn-ü zan etmekle beraber, onlara olduğundan fazla payeler yüklememek ve Cenab-ı Hakk’a karşı da onu tezkiye etmemek şeklinde olmalıdır. Evet bazen hakkı olmadığı ölçüde hüsn-ü zan eder, Allah’a (c.c.) karşı onu tezkiye etmiş oluruz; bazen de aşırı övgülerle küstahlaştırırız. Bu itibarla hüsnü zan bazen karşı tarafa zararlı olabilir. Hele bir de kendini sıfırlayacak kadar bir olgunluğa erememişse…

Allah’ın Şahitleri

Vefat eden insanlar hakkında hüsn-ü şehadette bulunma da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de; “Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun.” (Bakara, 2/143) buyurmaktadır. Hz. Ömer’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) yanından bir cenaze geçerken, oradaki insanlar cenaze hakkında senada bulunurlar. Bunun üzerine Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm); “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu!” buyurur.

Sonra arkadan bir cenaze daha geçer; onu da kötü sözlerle yad ederler. Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) yine aynı ifadeleri kullanır. Hz. Ömer (r.a.); “Ey Allah’ın Rasulü! Vacib olan nedir?” diye sorar. Allah Rasulü de (aleyhissalatu vesselâm); “Öncekini hayırla yad ettiniz ona cennet vacip oldu. İkincisini kötülükle yadettiniz ona da cehennem vacib oldu. Sizler Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.”(Buharî, cenaiz, 86; Müslim, cenaiz, 60; Ebu Davud, cenaiz, 76; İbn Mace, cenaiz, 20) cevabını verir.

Denge İnsanı

Görüldüğü gibi hüsn-ü şehadet, müminler için âdeta dua olmakta ve Cenab-ı Hak böyle bir hüsn-ü zandan dolayı o kulu affetmektedir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunda da sınır korunmalı ve aşırı tezkiyelerden sakınılmalıdır. Çünkü Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm), bir başka hadislerinde de, birisi, Osman İbn Maz’un (r.a.) hakkında, “Cennetlik oldu.” dediğinde onu ikaz eder ve “Nereden biliyorsunuz? Ben peygamberim, bilmiyorum.”(Buharî, cenaiz, 3; İbn Mace, cenaiz, 7; Müsned, II, 335.) buyurur. Oysaki Osman İbn Maz’un (r.a.), Efendimizin vefatına ağladığı iki-üç sahabiden biri ve Medine’de kendisine manevî kardeş seçtiği tek insandır.

Su-i zan, biraz da psikolojik bir meseledir. Yani devamlı kendisini başarılı görüp beğenen bir insan, hiçbir zaman başkalarını beğenmez ve takdir edemez. Bu hal ise apaçık bir hastalıktır. Toplumun selâmeti için bu tiplerin çok iyi bir psikiyatrist tarafından tedavi edilmesi gerekir. Zira psikolog ve pedagoglar, en kötü karakterlerin bile, belli bir terbiyeden geçince, kötü duygularının baskı altına alınabileceğini ifade ederler.

Öyle ise başkalarına karşı hüsn-ü zanna memuruz. İnsan her ne kadar kendi nefsi adına olabildiğince acımasız davransa da, başkalarına karşı hüsn-ü zanna memurdur. İnsanların sokakta yürüyüş şekline bakıp, “Gerçekten Müslüman olsalar gözlerini haramdan sakınırlar, harama baktıkları zaman da gider gözlerini yıkarlar.” şeklinde bir fikir yürütmemiz bir gün gelir bizi, “O halde onlar Müslüman değildir.” yargısına götürür ki, böyle bir yargıda bulunmanın ne denli tehlikeli olduğu aşikârdır.

Peygamberler hakkında su-i zanda bulunmak, ulemanın çoğuna göre küfürdür. Evliyaya ve meşayıha su-i zanda bulunmak ise, insanın helaketine sebebiyet veren yanlışlıklardan olabilir. Konuştuğumuz şeyler, üslubumuz, jest ve mimiklerimiz başkalarını yanlış mülâhazalara sevk edecek televvün içinde olmamalıdır.

Evet, toplumun “matmah-ı nazarı”, farklı bir ifade ile “cazibe merkezi” hâline gelmiş bir insan, “sıradan” olmayı terk etmek mecburiyetindedir. O, şahsî hayatında veya Allah ile münasebetlerinde “İnsanlardan bir insan ol.” emrince, kendisini “sıradan bir insan” olarak kabul etse bile; toplum içindeki konumu itibarıyla asla sıradan bir insan gibi davranamaz.

Bu anlattığımız hususlara, Nebiler Serveri’nin (aleyhissalatu vesselâm) şu hâli ne güzel örnektir: Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), mescid-i şerifte itikaf buyururlarken Safiye validemiz O’nu ziyarete gelir. Ziyaret sonrası, Safiye validemiz (r.a.) dönüp giderken, (aslında bütün âlemin kendisine ayağa kalkması gereken Yüce Nebi) ayağa kalkar ve zevcesini mescidin dışına kadar uğurlar. Evet O (Sallallahu aleyhi ve selem), feministlerin akıllarının köşesinden bile henüz geçmeyecek ölçüde hanımlarına karşı ciddî bir vefa ve sadakat, hatta saygı hisleriyle doludur.

Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm), günümüzde nereden alındığı bilinmez bir anlayışla hanımlarını üç adım arkadan yürüten bazı Müslümanlara da ders verircesine, zevcesini yanına almış, onunla beraber yürürken, iki sahabi, hızla oradan gelip geçer. Onlardan birisi Evs Kabilesi’nden çok önemli bir zât olan Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr’dir.

Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), onlara “Olduğunuz yerde kalın!” diye emreder. Sonra da Safiye validemizin yüzünden nikabı açar ve “Bakın, bu zevcem Safiye’dir!” der. Sahabe Efendilerimiz; “Estağfirullah ya Rasûlallah, senin hakkında suizan mı?” dediklerinde, Allah Resûlü: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır.” buyururlar.(İbn-i Huzeyme, Sahih, 3/349)

İmam-ı Şafiî, bu hâdise münasebetiyle: “Eğer o iki sahabinin aklından, ‘Acaba Peygamber bir kadınla mı dolaşıyor?’ diye geçseydi, o anda kâfir olurlardı.” hükmünü vermiştir. Demek ki, peygamberler hakkında, bu kadarcık olsun su-i zanna girilmemelidir. Bu mülâhaza “Başkaları hakkında suizan edilir.” şeklinde yorumlanmamalıdır.

Burada konumuzla ilgili olan husus Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm), Hz. Safiye’yi onlara gösterip “zevcem” demesiyle, suizan kapısını kapatmış olmasıdır. İşte biz de bu anlayıştan hareketle, konuşma ve davranışlarımızın, başkalarının bizim hakkımızda su-i zanna düşmesine sebep olmaması gerektiği, bunun bizim için de bir sorumluluk olduğu hükmünü çıkartabiliriz. Bizler, kendimiz günaha girmeme mükellefiyeti altında olduğumuz kadar, başkalarını günaha sokmamakla da mükellefiz. (Fasıldan Fasıla, IV, 111.)

 

Kelime olarak, caiz olmayan ve kişinin şeref ve izzetine yakışmayan hâl ve fiillerden uzak durma, kötülük ve çirkinliklerden kaçınma ve kendini koruma anlamına gelir. Başta zina ve ona götürücü her türlü fiil ve durum iffetsizlik sayıldığı gibi, seçici olmadan rast gele yiyecekler yemek, şahsî ihtiyacı olsa bile başkasından bir şeyler istemek, karşı cinsi tahrik edici davranışlarda bulunmak ve elbiseler giymek, saygısızca konuşmak, göz başta olmak üzere organlarına hâkim olmamak… da iffetsizlik sayılmıştır.

Reklâmdan takvim yapraklarına, ticarî emtiadan çizgi filmlere, tiyatro sahnelerinden ambalaj kâğıtlarına, haber programlarından gazete/dergi sayfalarına varıncaya kadar her yere sirayet etmiş açık saçıklık da bir iffetsizliktir. (Nur, 33/31, 60) Bunun karşılığı haya ve nezahettir. Mü’minden, nezih, temiz, dikkatli, sabırlı, şeref ve haysiyetli bir hayat yaşaması beklenir.

Kur’ân-ı Kerim iffet ve namusu ahlâkî iyiliklerin en önemlileri arasında sayar. Toplumun temeli olan ailenin sağlıklı bir şekilde devam etmesini sevgi ve saygının yanı sıra, erkek ve kadının namuslu, iffetli, zina etmemiş ve gizli dostlar edinmemiş olması ilkesine bağlar. İffetsizliğin Kur’ân dili ile haddi aşmak olarak nitelenmesi işin önemini vurgulamaktadır. (Maide, 5/5; Nur, 24/6,7,15; Ahzab, 33/30-31, 35; Mearic, 70/29-31)

Peygamber Efendimizle (aleyhissalatu vesselâm) ilgili olarak, mü’minler arası münasebetleri düzenleyen ve usullerini belirleyen ayette Efendimizin utandığına dikkat çekilerek, evlere giriş, çıkış ve kalkışların bir ahenk ve usul içinde yürütülmesi istenmiştir. (Ahzab, 33/53)

Ayrıca girişte değinilen anlamları ihtiva eden şu ayetler de zikredilebilir:

  • “Evlenme (imkânı) bulamayanlar, Allah kendi lütfundan onları varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar.” (Nûr, 24/33)
  • Evlenme ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetlerini (yabancı erkeklere) teşhir etmeksizin (dış) elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Ancak iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır.”(Nûr, 24/60)
  • “(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu nedenle yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız hayırları muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 2/273)

Bu konuda varid olan birçok hadis bulunmaktadır. Onlardan birinde Allah Resûlü, şöyle buyuruyor: “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum.”(Buharî, hudûd, 19, rikak, 23; Tirmizî, zühd, 61; muvatta, kelam, 11.)

Bunu söyleyen, Allah Resûlü’dür. O, bir insanın neye kefil olup neye olamayacağını herkesten iyi bilir. Cennet’e kefil olacağını söylüyorsa, mutlaka olacaktır. Zira, kardeşim deyip bağrına bastığı Osman b. Maz’ûn gibi bir sahabî hakkında hanımlarından birinin: “Cennet kuşu oldun gittin.” demesine karşı çıkmış ve “Ben Allah’ın Resûlü olduğum halde bilmiyorum, sen onun cennetlik olduğunu nereden bildin?”(Buharî, cenaiz, 3; İbn Mace, cenaiz, 7; Müsned, II, 335.) demişti.

Demek oluyor ki, ağzına ve apış arasına sahip çıkacağına dair söz veren ve verdiği sözde duran bir insana, Allah Resûlü cennet sözü verirken, bunu hevâ ve hevesine göre söylemiyor. Mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzuda bildirdiği bir şeye binaen böyle bir vaatte bulunuyor.

İhlâs; doğru, samimî, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama veya gönül safveti, fikir istikameti, Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadakatle kullukta bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kiramın, onun tarifi ile alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü de yukarıda sunulan tarif etrafında cereyan etmiştir.

İhlâs; ferdin, ibadet ü taatinde, Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, abd ve Ma’bud münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması, tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.

Sadakat, peygamberlik âleminin en birinci vasfı, ihlâs ise en nûrânî buududur. Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâsa onlar doğuştan mazhardırlar. Kur’ân-ı Kerim nebî ihlâsını anlatma sadedinde: “Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti.” (Meryem, 19/51) ferman-ı sübhânîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder.

İhlâs, bir kalb amelidir ve Allah da, kalbî temayüllerine göre insana değer verir. “O, sizin sûret, şekil ve dış görünüşlerinize değil; kalblerinize ve kalbî temayüllerinize bakar.”(Müslim, birr, 33; İbn Mâce, zühd, 9; Müsned, 2/285,539)

İhlâs, Allah tarafından temiz kalplere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ü taati sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.

İhlâsın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Resûlü: “Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter.”(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/216.) ve “Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin; zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder.”(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/217.) diyerek amellerin ihlâs yörüngeli olmasına tembihte bulunur.

Amel bir cesetse, ihlâs onda can; amel bir kanatsa, ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir.

Bazılarına göre, ibadet ü taatte, halkın görüp hissetmesinden kaçınmak ihlâs.. bazıarına göre ise, halk mülâhazasını bütün bütün unutmak.. bazılarına göre de, ihlâsı dahi hatırlamamak.. evet bunlara göre ihlâs; ameli her türlü mülâhazadan uzak bulundurmak ve sürekli murâkabe ile maddî-mânevî bütün hazları unutmaktır.

Daha doğrusu ihlâs, kul ile Ma’bud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah sevdiklerinin kalbine koymuştur. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın nazarında, medh u zem, tâzim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hattâ sevap ve mükâfat mülâhazası kat’iyen söz konusu değildir. Böylelerinin gizli-açık her halleri aynı çizgidedir.

Öyle ise, “Bu dünyada, hususen uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir duayı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet, ihlâstır.”

Hadislerde imanın ileri dereceleri anlatılır. Bir hadiste bu ileri derece “ihsan” ifadesiyle anlatılır. İnsanın bu şuura yükselmesi ancak laubaliliği terk etmesiyle mümkündür. Ciddiyet, kulun imanının kemaline işaret eder.

Cibril hadîsinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Resûlü’ne gelen Cibril, evvela imanı, sonra İslâm’ı sormuş ve bunlara Allah Resûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de O’na şu cevapla mukabele etmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”(Buharî, İman, 37; Müslim, İman, 1.) Bu mertebeyi yakalama da, ancak azami takva, zühd ve velayet ile olabilir. İnsan, evvela o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye haline getirmeli; sonra da, oraya götüren yolları bir bir denemelidir.

“Mâlâyani”, insanı hiçbir zaman alâkadar etmeyen, gereksiz ve onun ne bugünü ne de yarını için hiçbir faydası olmayan lüzumsuz şeylerle meşgul olması demektir. Öyle ki, meşgul olduğu şeylerin, ne şahsına, ne ailesine ne de milletine hiçbir faydası yoktur. İşte İslâmiyet’teki güzellikleri yakalayabilmiş biri aynı zamanda laubalilikten de uzaklaşmış demektir. İnsan daima, yüce ve yüksek meselelerle meşgul olmalı, uğraştığı her mesele ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla, hem kendine, hem ailesine hem de cemiyete faydalı bulunmalıdır. Bir cihetle, ciddî insan olmanın tarifi de budur…

İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek; tasavvuf nokta-i nazarından da, en hâlisâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsîliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine, yaşatma hazlarıyla var olmanın ünvanı kabul edilmiştir.

Îsârın tam karşıtı “şuhh”tan doğan cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur ki, Hakk’tan, halktan ve cennetten uzak kalmanın sebebi sayılmıştır. Evet, “şuhh”tan “buhl” diyeceğimiz cimrilik; “îsâr” ruhundan da “cûd”, “sehâ” ve “ihsan” sözcükleriyle ifade edeceğimiz cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd, ferdin gönlünde herhangi bir rahatsızlık duymadan, sahip olduğu şeylerin hiç olmazsa bir kısmını infak edebilme ve başkaları için o kadar var olabilmenin adıdır.

Sehâ, infakı ve başkalarını tercihi önde götürme ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde başkalarının mutluluğunu düşünebilme enginliğidir.

İhsan ise, ihtiyacı olduğu halde başkalarını kendine tercih edebilmedir ki: “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler” (Haşir, 59/9) âyetiyle işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur. Biz, buna, o has ve enfes tarifiyle ihsan da diyebiliriz.

Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız cûd ve sehâ, aynı zamanda seviye ve derece farkını da ifade etmek üzere şöyle sıralanabilir:

  • Hakk yolunda ve O’ndan ötürü îmân ve ehl-i îmân uğrunda candan geçilmesidir ki, civanmertliğin zirvesi sayılır.
  • Riyâset ve makam mevzuunda her türlü fedâkârlıkta bulunmadır ki, birincisine nisbeten bir kadem daha geri kabul edilmiştir.
  • Maddî refah ve mutlulukta başkalarını düşünme ki, öncekilere göre oldukça ucuz bir kahramanlıktır.
  • Bedel ve karşılık beklentisine girmeden ilim ve fikir bezlinde bulunmak ki diğerleri kadar ağır olmasa gerektir.
  • Sa’yin semeresini infak ki, zekât ve sadaka gibi sorumluluklarımız bu cümleden sayılabilir.
  • Güler yüz, tatlı dil ve değişik hayırlara vesile olma ki, hemen herkesin muvaffak olabileceği bir hayır türüdür.

Bunlardan birincisi, cûd ve sehânın zirvesi, îsârın da esaslı bir derinliğidir ki, ona muvaffak olmak her babayiğidin kârı değildir. Bu babayiğitliği Baharistan sahibi şöyle seslendirir:

“Gümüş ve altınla cömertlikte bulunmak kolaydır; Hoştur o kimse ki, canıyla cömertlik eder.”

“Bir bilene sor! İki bilgi bir bilgiden hayırlıdır.”

İstişare, bir konuda birinin veya bir heyetin fikrine müracaat etmek, görüşünü almak, danışmak anlamına gelir.

İstişare, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arz edilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arz eden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.

En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan ham ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler. Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.

Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur. Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur. Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” (Şura, 42/38) beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir.

Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir. Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir. İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır. Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.

Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.

İstişare; ehli ile, sancılı ve ızdıraplı ruhlarla ve sırtında küfe taşıma hassasiyeti ile hareket edenlerle yapılırsa mesuliyet de kalkmış olur. Geleceğin büyük problemlerini istişare mekanizması içinde öğütmek ve kat’iyyen münferid hareket etmemek istişarenin hakkı ve gereğidir.

Efendimiz bu konunun da hakkını verenlerin başında gelir. Hatta ailevî/şahsî meselelerde bile ashabıyla istişare etmişti. Zaten Cenab-ı Hakk O’na, böyle davranması için gerekli işareti vermişti. “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyle ise onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan; Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/158)

Hanımlarıyla İstişare etmesi

Allah Resûlü, ashabının yanı sıra, hanımlarıyla da oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla en ciddi meselelerin müzakeresini yapardı. Peygamberin, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyeddi. Ancak, O, ümmetine bir şeyler öğretmek istiyordu. Bu da; o güne kadar kadın, olanın aksine, çok muallâ bir yere oturtulacaktı. Allah Resûlü bunun pratiğine de yine kendi hânesinden başlıyordu.

… Ve bir misâl

Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki kimsede yerinden kımıldayacak mecal kalmamıştı. Bu arada Allah Resûlü, kendisiyle umreye niyet edenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahâbe, “Acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?” düşüncesiyle, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Resûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat, sahabedeki ümitli bekleyiş değişmedi.. evet, bu asla, Allah Resûlü’ne karşı bir muhalefet değildi. Şu kadar var ki, onlar daha değişik bir emir bekliyorlardı. Zira Kabe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı. Hudeybiye’de söylenenler, tatbik safhasına konmayıp anlaşmada bir değişiklik olabilirdi.

İki Cihan Serveri, sahâbedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme Validemiz’le istişare etti. Bu ufku geniş kadın, sırf istişarenin hakkını vermek için konuştu. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Resûlü onun diyeceklerine kat’iyen muhtaç değil.. Allah Resûlü, bu istişare ile bize, içtimaî bir ders veriyordu. Bu gibi durumlarda kadınlarla istişare edilmesinde de hiçbir mahzur yoktu.

Validemiz, Allah Resûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Ya Resûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden de ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez Sana itaat edeceklerdir.” Allah Resûlü de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak, kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahâbe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldular. Artık verilen karardan dönüş olmadığını herkes anlamıştı.

Hangimiz, kadınlara karşı bu denli mültefit olabilmişizdir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir?

Evet, şûra ve meşveret de, her hayırlı iş gibi ilk defa peygamber hânesinde hecelendi.. ve Allah Resûlü, kendi hanımlarıyla istişare etti. Biz henüz bu anlayışın sofasında dolaşıp duruyoruz, dolaşıyor ve bu sırlı kapının nereden açılacağını bilemiyoruz. Hatta, henüz o kapının tokmağına vurma imkânını dahi elde edemedik. Evet bugün kadın haklarını koruduklarını iddia edenlerin bile düşüncelerinde, kadın hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa İslâm, kadına, bir vâhidin yarısı nazarıyla bakar. O, öyle bir bütünün parçası ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Ancak her iki parça bir araya gelince insanlık vahidinin teşekkül edeceğine inanır. Bu vahidin olmadığı yerde, insanlık da yoktur. Enbiyâ, asfiyâ da yoktur, İslâmiyet de yoktur, millet de yoktur.

Efendimiz, nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkâr davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu! Bir hadislerinde şöyle buyurur: “Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. (Ahlâk ile insan öyle zirveleri tutar öyle insanî semalara yükselir ki, hiçbir ibadetle o makamları elde etmek mümkün olmaz.) Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarına en güzel davrananınızdır.”( Ebu Davud, Sünnet, 14; Müsned, II, 250.)

Görülüyor ki, eğer kadınlık, insanlık tarihinde bir kere aradığını bulmuş ve bir kere gerçek manâda onurlan­dırılmışsa o da Peygamber Efendimiz Aleyhisselâm döneminde olmuştur.(M. F. Gülen, Sonsuz Nur I, 355.)

Aslında insanın ağzı, beyan nimetine mazhar, değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük bir uzuvdur. Ancak böyle mübarek bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâka, felakete götüren en zararlı bir âlet haline gelir ve onu mahveder. Ağız ki, insan onunla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Ma’rûf’u emir, münkeri nehiy ağızla yapılır. İnsan ağızla, Kainat kitabını ve onun ezelî tercümesi olan Kurân’ı tilavet eder, âyât u beyyinâtı ağzıyla okur ve başkalarına anlatır. Bazen, inanmayan bir insanı, ifade ve beyanı vasıtasıyla imana getirir.. böylece üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur ve insan, ağzıyla a’lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyetin zirvesine taht kurar. Ancak aynı ağız, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta ağızdır.

Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisine ağız dolusu sövenler, bu iğrenç günahı ağızlarıyla işlemektedirler. Yalan, gıybet, iftira hep ağızla yapılır ve insan ağızla, Müseylime’nin yalan çukuruna düşer. İşte Allah Resûlü, sadece bir kelime söylüyor, bir uzva dikkati çekiyor… İşte bu tek kelimede, daha yüzlerce dile getirilmemiş hakikat ve bizim bir nebze işaret ettiğimiz hususlar bütünüyle dürülü bulunuyor. “Ağzı meşru dairede kullanın ki, ben de size Cennet’i söz vereyim.” diyor. Bu, “Ağzınızı kapayıp bir köşede oturun.” demek değildir; meşru dairede kullanın demektir.

Allah Resûlü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo haline gelivermiştir.

O, ahlâk, karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı. İnsanlar arasında söylenmesi utandırıcı olan bir uzuv zikredilecekken, Allah Resûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası” tabirini kullanıyor.

Apış arası çok mühimdir. Neslin devamı bu yolla olduğu gibi, zina ve fuhuşla, neslin harap olması da yine bu yolla meydana gelmektedir. Zira onun su-i istimaliyle soy-sop birbirine karışır ve bütün hukuk sistemlerinde korunması gereken hususların en önemlileri bu sebeple yıkılır gider. Kim kimin babasıdır? Kim kime miras bırakacak, kim kimden hak talep edecektir? Aile nasıl korunacak, millet nasıl ayakta duracaktır? Bütün bu ve benzeri sorular ancak iffetli olmaya bağlıdır. Afîf insanlar ve bu insanlardan meydana gelmiş cemiyetler, kendi iç yapılarını kıyamete kadar devam ettirirlerken; zina ve fuhuş bataklığına gömülen fert ve milletler, mevcudiyetlerini, bir batın öteye dahi götüremezler.

Esasen her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da helâl dairesi geniştir ve keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İnsandaki o arzu, en güzel şekilde helâl dairesinde de tatmin edilebilir. İnsanın bu mevzuda helâl yol arayışı ona bir vacip sevabı kazandırır. Allah Resûlü, ashabına bu hususu açıklayınca, sahabe hayretle, bunun nasıl olacağını sordu. Allah Resûlü (Sallallahu aleyhi ve sellem) de tebessüm ederek şu cevabı verdi: “Eğer helâl yolla olmasa idi, haram olmayacak mıydı”(Müslim, zekât, 53; Müsned, V, 167, 168.) Haramı terk ise vaciptir. Öyleyse helâl yolla mübaşeret insana vacip sevabı kazandırır.

Amûdî Velayet

Burada ince bir nükte dikkatimizi çekmektedir. Allah Resûlü, iki çene ve apış arası hakkında söz verene, cenneti va’dediyor. Cennetle müjdelenen müstesnâ kametler bilinmektedir. Demek onların dışında da bazı kimseler ihraz ettikleri makam ve kazandıkları kurbiyet haysiyetiyle böyle bir mazhariyeti elde edeceklerdir. Buradaki mazhariyet, ağız ve apış arasını korumanın zorluğundan gelmektedir. Zira, şehvetin, bütün vücudu sardığı, benliği kavrayıp ruhu sarstığı bir anda, hatta iradenin gevşeyip fenalığın her türlüsüne açık hale geldiği bir zamanda, Hakk’ın hatırı için insanın kendisini frenlemesi o kadar önemlidir ki; insanın manen amûdî (dikey) olarak zirveleşmesine vesile olabilir ve böyle bir amele muvaffak olan insan, elbette Allah Resûlü’nün kefaleti altına girip cennetlere uçabilir.

Öyle ise nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zapt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen; hattâ bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, bir başkasının, her gece kıldığı bin rekât namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazanabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırır. Bunlarla, nafile namaz ve nafile orucun hafife alındığı zannedilmesin; onlar, önemli birer kurbet (Allah’a yakınlık) vesilesidir ve hep öyle kalacaktır.

İctimai bünye içerisinde kan ve akrabalık bağlarıyla bağlı olmamakla beraber, hakkı inkâr edilemez bir kurum da komşuluk kurumudur. Öyle ki Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) “Cibril bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, komşuyu komşuya varis kılacak sandım.”(Buharî, edeb, 28.) buyurmuştur.

Ayet-i Kerimede komşuluk şöyle dile getiriliyor: “Allah’a ibadet edin, O’na ortak koşmayın, ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışlara ve ellerinizin altındaki kimselere(köle, cariye, hizmetçi, işçi) iyilik edin.” (Nisa, 4/36)

Konuyla ilgili birçok hadis nakledilmiştir. Bir iki tanesini zikretmekle yetinelim: “Komşu üçtür: Birincisi; komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve İslâm hakkı olmak üzere üç hakka sahiptir. İkincisi, komşuluk ve İslâm hakkı olarak iki hakka sahiptir. Üçüncüsü ise sadece komşuluk hakkına sahiptir ki, bu müşrik veya diğer dinlerden olan kişidir.”(Heysemî, Zevaid, Edeb, VIII, 164.) Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Dedim ki,  Ya Resûlallah! İki komşum var. Öncelikle hangisine ikramda bulunayım? Şu cevabı verdi:  Kapısı sana en yakın olandan başla.”(Buharî, edeb, 32.) Bir gün Peygamber Efendimiz, “Allah’a yemin ederim iman etmemiştir.” buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti. Ashab “Kim Ya Resûlallah?” deyince şu cevabı verdi: “Komşusu kendisinden emin olmayan”(Buharî, edeb, 29.)

Bu ve benzeri nasslar ile gelişen kültür ışığında şu değerlendirme yapılabilir: Komşuluk, ikamet yerine bağlı olarak, aynı mahalde müstakil birimler halinde yan yana ve üst üste yaşayan aileler arasındaki ilişkiye verilen isimdir. Dar anlamı ile bu tarif, aynı semt ya da mahallede yaşayan aileler arasındaki ilişkileri hatırlatırsa da, aile şartına bağlı olmaksızın iş yeri ilişkileri de (dükkan komşuluğu), komşuluk kapsamına girer. Hatta geçici olarak ikâmet edilen bir mesire yerinde bile, yan yana barınmaktan hâsıl olan yakınlık da bir komşuluk ilişkisi sayılır.

Bir mahalde (mahalle, köy, çarşı, iş hanı, kamp vb.) yaşamak zorunda olan insanların, insanlar arasında barış ve huzuru istikrara kavuşturması bakımından komşuluk ve bu kavramın etrafında geliştirilen haklar ve ödevler bütünü, insan topluluklarının eriştiği en gelişmiş beşeri ilişkilerden biridir. Komşuluk ilişkisinde akrabalık ve kan bağı söz konusu değildir. Aynı ırk, inanç ve felsefeye bağlı olmak şartı da aranmamıştır. Sosyal mevkii ve tabiî nitelikleri ne olursa olsun, iki bağımsız birim şeklinde yan yana yaşayan aileler (ya da insanlar) birbirinin komşusu sayılır ve sırf bu sebepten dolayı karşılıklı hak ve ödevleri kapsayan bir hukuk dairesine tâbi olurlar.

Kültürümüzün egemen olduğu coğrafyada komşuluk ilişkileri, nitelik itibariyle sıcak, samimi ve teklifsiz bir ortama dayanır. Karşılıklı güven ve iyi niyet komşuluk ilişkisinin temelini teşkil eder. Komşuluk ilişkisi ilk temasla beraber başlar. Henüz taşınmakta olan komşunun yerleşmesine, eşyasının nakline yardım edilir. İlk gün, yemek pişirmelerine fırsat olmadığı düşüncesinden hareketle yeni komşuya yemek gönderilir ya da komşu yemeğe davet edilir. Ara sıra içecek şeyler ikram edilir. Yerleşme tamamlandıktan sonra ilk münasip fırsatta aile halinde yeni komşuya “Hoş geldin” oturmasına gidilerek komşuluk ilişkisi pekiştirilir ve bu ziyaret esnasında iki komşu, birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı bulurlar. Bu ziyaret yeni komşu tarafından mutlaka yakın bir zamanda iade edilir.

“Komşunun akrabadan ileri olduğu” düşüncesi, komşuluk ilişkisinin temeli sayılır; akraba ile belirli zaman aralıkları ile görüşülebildiği halde, komşu, daima yan yana ve yüz yüze bulunulan bir yakın olarak kabul edilir. Ailenin sıkıntılı veya neşeli anları, ilk anda daima komşu ile paylaşılır. Zaman zaman pişirilen güzel yemeklerden komşunun da mutlaka tatması ihmal edilmez. Aile içinde alınması gereken önemli kararlarda, samimiyet ve yakınlık derecesine göre komşu ya da komşuların fikri sorulur. Ölüm, nişan, düğün, hac dönüşü, asker yolcu etmek, hastalık ya da tabiî afetler gibi olağanüstü hâdiselerde dayanışmanın ilk halkasını komşular teşkil eder. Karşılıklı hediyeleşmek anlamına gelen “yoklatma” âdeti, Anadolu’da komşular için de geçerlidir.

Komşuluk ilişkilerini belirleyen hukukun ana çizgileri İslâm inancı tarafından belirlenmiştir. Bu hususta bilhassa, “Cibril hiç durmaz, komşu hakkına hürmet olunmasını bana vasiyet ederdi, hatta ben yakında (Allah’ın emriyle komşuyu) komşuya mirasçı kılacak sandım.” mealindeki hadis belirleyici bir rol oynamıştır. Komşusunun zulmünden, şerrinden emin olmadığı kişinin kâmil imana erişmiş olamayacağını işaret eden hadis de bu cümledendir.

Komşuya eza etmemek, onlarla güzel geçinmek, hayırhâh olmak, onları zarardan korumak, nasihat edip görüp-gözetmek gibi emirler, İslâm’da komşu hukukunun temel esaslarını belirler. Komşu tabirinin oldukça geniş ve esnek tutulması dikkat çekicidir.

Buna göre, “müslim, kâfir, abid-fâsık, dost-düşman, mukim-misafir, menfaatli–mazarratlı, yakın-uzak istisnasız bütün komşular” komşu tabiri içine girebilmektedir. Komşuluk hukukunun geçerli olduğu alan, genelde kabule göre “her taraftan kırk hane” olarak tarif edilmiştir.

Bu hükümler çerçevesinde komşuluk, yer yer akrabalık hukukuna dahi ağır basan niteliği ile bizim toplumumuzda çok ciddiye alınan ve titizlikle riayet edilen bir ilişki bütünü olmuştur. Komşuluk ilişkisi fizikî şartlar bakımından sona ermiş olsa bile, “eski komşu” tabiriyle vaktiyle kurulmuş olan yakınlığın sürdürülmesi, bugün bile devam etmektedir.

“Komşuluk kardeşlikten ileridir.” “Komşunun sakalını yoldularsa sen dahi sakalını yülüt (kestir).” “Komşuyu komşudan sorarlar.” “Komşu ekmeği komşuya borçtur.” gibi komşuluk hukukunun olumlu değerlerini taşıyan sözler, bunun en açık örneğini teşkil eder. Maalesef komşuluk ilişkileri, hızlı ve plansız şehirleşme, sanayileşme ve benzeri etkilerin oluşturduğu kültür şoku sonucunda, bilhassa büyük şehirlerde zayıflama belirtileri göstermektedir.

Mahremiyet (gizlilik, özel hayat) insanlarda fıtrî olan bir duygudur. İslâm bu duygunun korunmasına özen göstermiş, avret, halvet, ihtilat, tesettür mefhumları çerçevesinde pek çok değerin korunmasını öngörmüştür. “Bir eve girerken izin istemek göz içindir.”(Buharî, libas, 75, diyat, 23; Neseî, kesame, 47; Ebû Davud, edep, 136) hadisi bu konuyu aydınlatmaktadır.

Meskenin geniş tutulması prensibi de, mahremiyetin daha kolay korunması gayesiyle konmuştur. Sünnet açısından ev, sadece soğuk ve sıcağa karşı sığınılacak bir yer değildir. Aynı zamanda mahremiyeti sağlama yeridir. Bu yüzden eve haram denmiş ve sahibinin izni olmadan buraya girilmesi yasaklanmıştır. Modern hukukta buna mesken ve özel hayatın korunması denmektedir. Mahremiyeti ihlâl sadece girmek, saldırmak ve kundaklamakla tahakkuk etmez; bakmak, dinleme cihazı yerleştirmek, telefon dinlemek vb. yollarla da bu ihlâl gerçekleşir. “Hiç kimse izin almadan başkasının evinin içine bakmasın,(Zira bu durum özel hayata bir tecavüzdur ve günümüz halk tabiriyle bir nevî röntgenciliktir.) kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir.” hadisi bunu açıklamaktadır.

“Bir başkasının evinin içine bakarken, (ev sahibi tarafından) gözü çıkarılan kişi diyet istemeye kalkışmasın, bilsin ki, hiçbir hak talep etme durumunda değildir.” hükmü, bu meselenin ciddiyetini vurgulamaktadır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), pencereden kendi evine izinsiz bakmış olan bir adama, elindeki tarağı göstererek, “İçeriye baktığını bilseydim şu tarağı gözüne sokardım.”(Buharî, diyat, 15, 23, istizan, 11; Müslim, adap, 42; Ebû Davud, edep, 136) buyurmuştur.

İbn Abbas’ın bildirdiğine göre, Hakem b. Ebu’l-As’ı içeriye bakarken tesbit eden Peygamber Efendimiz, “Ben sağ olduğum müddetçe Medine’de oturmayacaksın!” diyerek Taif’e sürmüştür. Peygamber Efendimiz, “Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içeri) bakarsa kabahat onda değildir, ev sahibindedir.”sözleriyle, korumanın ev sahibi tarafından yapılması gerektiğine parmak basmıştır. Günümüzde moda haline gelen perdesizlik veya mahremiyeti sağlamayan kısa veya ince perdeler düşündürücüdür.

Ancak mahremiyet sadece dışarıya karşı değildir. Ev içinde de aile fertleri birbirlerine karşı dikkatli olmalı, mümkünse herkese bir oda ayrılmalı ve birbirlerinin odalarına izinsiz girmemelidirler. Anne-baba çocuklarına bu terbiyeyi vermeli ve onları değişik hislere sürükleyebilecek söz, davranış ve kıyafete dikkat etmelidirler. Kur’ân-ı Kerim şu ayetlerle konuyu açıklamaktadır: “Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle ve hizmetçileriniz ile içinizden henüz bülûğa ermemiş çocuklarınız, odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler:

Sabah namazından önce, öğle vakti istirahat için elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç vakit, mahremiyet vakitlerinizdir. Ama bunların dışında izinsiz girmelerinde sizin için de, onlar için de bir mahzur yoktur. Çünkü sizin birbirinizin yanına girip çıkmanız kaçınılmazdır. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Gerçekten Allah, alîm ve hakîmdir. (Her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

Çocuklarınız büluğa erdiklerinde ise, kendilerinden büyük olanları nasıl izin istiyorlardı ise, odanıza girmek için her vakitte izin istesinler. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Çünkü Allah her şeyi bilir, her hükmü yerinde açıklar.” (Nûr, 24/58-59) Bu ifadelerden, İslâm’ın ideal meskeninin, buluğ çağına ermiş her ferde bir oda tahsis etmeye imkân verecek genişlikte bir mesken olduğu da anlaşılmaktadır..

Faydasız, anlamsız ve kişiyi ilgilendirmeyen söz ve davranışlara denir. Kişiyi fiil, söz, nazar ve fikir olarak ilgilendirmeyen her şey mâlâyanidir. Yani sadece davranış ve sözde değil, baktığımız, düşündüğümüz, hayal ettiğimiz şeylerde de gereksiz şeylerden kaçınmalıyız.

Mâlâyaniyi, İslâm’ın insana getirdiği mesuliyet telakkisi çerçevesinde anlamak daha uygun olur. Kalb, dil, göz, kulak, akıl, hayal gibi bütün organlarının amellerinden hesaba çekilecek olan insanın, bu hesapta terazinin sevap kefesine girmeyecek şeylerden kaçınması gerekir. Böyle bir malayanî anlayışı, kişiyi hayal kurarken bile iradeli davranmaya, faydalı işler hayal etmeye, hayır aramaya ve bu alışkanlığı kazanmaya sevk eder.

Şu hadis-i şerif günümüzde yaygın olan ve içinde mâlâyani de olan bazı hastalıklara parmak basmaktadır: “Ben, haklı olsa bile münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşke kefilim. Şaka bile olsa yalanı terk edene cennetin ortasında bir köşke kefilim. Ahlâkı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşke kefilim.”(Ebû Davud, Edeb, 7.)

Başka bir hadiste Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyuruyor: “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi İslâm’ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir.”(Tirmizî, Zühd, 11; İbn Mace, Fiten, 12; Müsned, I, 201.) İbrahim İbn Edhem, “Vera’ şüpheli şeyleri terk etmektir. Fuzûli şeyleri terk etmek demek olan mâlâyaniden uzak kalmaktır.” diyerek işin önemine parmak basmış ve vera’ ile irtibatını kurmuştur.(Kuşeyrî, Risale, 247.)

Ciddiyetsiz ve lâubâli insanların, ibadetlerinde de ciddiyet yoktur. Böyle bir insan, belki namaza durduğu zaman ciddî gibi görünebilir; fakat eğer, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Uzun zaman da böyle görünebilmesi mümkün değildir. Karakterler gizlenemez. Her insan, er veya geç karakterinin muktezasını mutlaka yerine getirir. (İsra, 17/84) Meğerki ciddiyet onda değişmeyen bir karakter haline gelmiş olsun! Temrin ve sıkı kontrolle bu seviyeyi yakalamak mümkündür. Eğer böyle bir temrin ve kontrol varsa “olma”, “görünmenin” önüne geçer, bir serçe uzun müddet tâvûs kuşu olarak arz-ı endam edemez. Yani insan, şuurunun ve zihinaltının çocuğudur. Onlardan kaçıp kurtulamaz. Yani içte ihsan olmalı ki, dışta itkan olsun! Dış, daima içten destek almalıdır. İnsanın iç dünyası ciddi olmalı ki, bu onun dış dünyasına da sirayet etsin.

Hz. Ömer, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabi için şöyle demiştir: “Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır. Ancak şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir meseledir.”(Şibli Numanî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, I, 299.) İnsanları idare durumunda hilafet, ciddiyet ister de, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olma manâsına hilafet ciddiyet iktiza etmez mi? Allah huzurunda, O’nun boynu tasmalı bir kulu olma mevzuunda gerekli ciddiyeti elde edememiş bir insan, diğer hususlarda nasıl ciddi olabilir ki?

Konuşma, yürüme, oturma gibi eylemlerde naziklik, zariflik, incelik, kibarlık, özen gösterme, terbiyeli ve edepli olma gibi anlamlara gelen nezâketin zıddı kabalık, sertlik, haşinliktir.

İnsanî ilişkilerin kaba ve keskin hatlarla şekillendiği, ruhun yalnızlığa mahkum edilerek maddenin, kelime dağarcığımızdan davranış kalıplarımıza kadar her şeye hakim olduğu, hükümlerin önyargı destekli siyah-beyaz mantığıyla verilip nüansların kaybolduğu günümüz dünyasında, nezâket ve kibarlığın ne kadar önem arz ettiği izahtan varestedir. Değer mefhumunun sahip olunan eşya ve marka ile paralellik arz ettiği, kelâmın cedel mantığı çerçevesinde kullanılıp argo ile yoğrulduğu, insanî ilişkilerin, güç, kuvvet, statü ve menfaat anlayışı içinde oldukça sığ cereyan ettiği bir toplum hayatı ne büyük bir kaostur!

İncelik ve nezâket, toplum fertleri arasındaki insanî ilişkileri geliştiren, insanları bir birine sevdirip kaynaştıran ve özlenen dengeli bir sevgi toplumunun oluşmasında temel basamak teşkil eden önemli bir iksirdir.[1]

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) nezâketi ile de insanlığın örnek modelidir. O’nun eşsiz nezâketi şöyle anlatılır: Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soru soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Birisi O’nunla tokalaşsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzatsa karşısındaki kişi elini çekmedikçe O elini çekmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunur, oturmaları için çok kere hırkasını sererdi.

Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. Ashabına güzel unvanlar verirdi, onlara şeref kazandırmak için hoşlarına giden isimle hitap ederdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarıda bırakmazdı. O ne bir hizmetçiyi ne de ev halkından birini dövmüştür. Hz. Enes’in ifadesiyle bir fiske bile vurmamıştır. Hatta sinirlendiği için elini sertçe bir şeye bile vurmamıştır.

Bu nezâket asırlar boyunca, başta tasavvuf ehli olmak üzere, Müslümanlar tarafından titizlikle takip edildi. Mevlevîlerden bir iki örnek verelim: Tasavvuf erbabının son halkasına yetişen Abdulbaki Gölpınarlı, çocukluk günlerindeki durumu şöyle anlatıyor: Edep ve nezâket, yemede, içmede, oturmada, kalkmada, yürümede, yatmada, konuşmada, ibadette… hasılı her şeyde vardır. Çocukluğumu hatırlarım, biraz hızlı yürüsem, ayağımı yere vurarak bassam, kızarak, paylayarak değil, inandırarak, anlatarak “Ne yapıyorsun Baki, o nasıl geziş?” derlerdi. “Her şeyin canı var yavrum, tahta incinmez mi? Bak yerlere döşenmiş, bizi üstünde gezdiriyor, bizim de ona hürmet etmemiz, onu incitmememiz gerekmez mi?”

Yemekte ağzımı fazla şapırdatamazdım, yüzüme bakmaları yeterliydi. Çünkü yemekte kimseden ses çıkmazdı. Bardağı yere korken ses çıkarmak ayıptı. Bardak ve konduğu yer incinmemeliydi. Hem de bardakla görüşmeden, yani bir kenarını öpmeden su içmek ya da içtikten sonra görüşmeden yere koymak ne kötü şeydi. O, derlerdi, bize hizmet ediyor bizim de ona izzet etmemiz lazım.

Her gece yatarken ve sabahleyin kalkarken yastığımı öper, üstüme yorganı çeker, yahut üstümden atarken onunla görüşürdüm. Uyuyan kimsenin uyandırılması gerekirse yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle “Agâh ol erenler.” denilirdi. Evimizde bağırarak konuşulmaz, biri söylerken sözü kesilmez, kalabalık olduğu zaman bile guruplar halinde görüşmeler olmazdı. Kulağa fısıldamak, kahkahayla gülmek gibi şeyler evimize giremezdi bizim. “Ben” diyemezdik, “fakir” derdik. Şayet ağızdan “ben” sözü kaçsa derhal ilave edilirdi: “Benliğime lânet!”

Gelen misafirin ayakkabıları kapıya doğru çevrilmez, içeri doğru çevrilirdi. Kapıya doğru çevirmek bir daha gelme demekti. Bir de içeriye çevrilen ayakkabıları giyen, evdekilere arka çevirmeden giymiş olur ve arkasını çevirmeden kapıdan çıkardı.

Yüze tokat vurulmaz, insana hiçbir suretle sövülmez, insanın her şeyi mukaddes sayılırdı. Tıraş esnasında dökülen saçlar bile toplanıp ayak değmez bir yere gömülürdü. Bütün bu ve benzeri edeplerde çıkış noktası, her şeyin canı oluşu, bizden ayrı olmayışı ve insanın mukaddes bir varlık bulunuşuydu.

Kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaş örtülürdü. “Kapıyı kapat!” denmez, “kapıyı ört” veya “kapıyı sırla” denilirdi. Allah kimsenin kapısını kapatmasın! “Lambayı söndür” denmez, “Lambayı dinlendir.” denilirdi.[2]

Dilde Nezâket

Ruhun, iradenin, tevazuun ve üslubun hakkını vermeyenler nazik olamazlar. Çoğu kalpler, dil kullanmada hassas olamayan kişiler tarafından kırılır. Mevzu, makam ve muhataba göre nasıl bir üslup kullanılması gerektiğinden habersiz olan insanlar, gönül çamlarını ard arda devirdiklerini fark edemezler.

Sözlü veya yazılı dilde nezâketin ihlali, daha çok her akla gelen şeyi söyleme sathîliğinden kaynaklanır. İç-dış bütünlüğü, samimiyet önemsizdir demiyoruz, ancak pervasız bir üslubun da samimiyetle alâkası yoktur. Gelişigüzel beyanlarda bulunmaya alışmış bir insan, fıtratı bahane edemez. Dobra dobra konuşmak için muhatabı tahkir etmeye gerek yoktur. Kılı kırk yararcasına üsluba dikkat etmek ise, tam bir irade meselesidir. Evet, ahmağın kalbi dilinin ucunda, akıllının dili sinesinin en uç burcundadır.

Demek ki kalp dilin ucunda olmamalı, dil kalbin gerisinde olmalıdır. Her doğruyu her yerde söylememek için dil, kafadan büyük ve uzun olmamalı, kalbin emrine girmelidir. Gıybetten kaçınmak için de bu gereklidir. Çünkü bazen ağza gelen kusmuk gibi ifadeler yutulmazsa, iradenin hakkı verilmemiş olur. Zehir zemberek gibi bu ifadeleri yutmak, gerçekten yiğitlik ister. “Dilin kemiği yoktur” denir, ama dizginlerin kalbin eline nasıl verildiği öğrenilebilir. Ancak bundan sonra, dil şahlandıkça kalp dizginleri çeker. Zaten bir süre sonra dil yatışır, irade ellerini beline koyar ve bir matador edasıyla başını sallayarak bu manzarayı seyreder.

Sohbetlerde münâkaşa tuzağına düşmemek için de nezâkete dikkat edilmelidir. Muhatabımızın düşünceleri farklı olduğu için gereksiz tartışmalara girmenin hiç kimseye faydası olmaz. Zihnî modeller münakaşayla değil, müzakere ve musahebeyle değişir. Önemli olan, aklı ilzam etmek değil, gönlü tatmin etmektir. Bu da ancak halis bir niyetle, diyaloğu, başarılı ve zekice kontrol edip yönlendirmeye bağlıdır. Karşımızdakinin kalbine girmek istiyorsak, ihtilaflı noktaları öne çıkararak enaniyetini tahrik etmemeli, ortak noktalardan hareket etmenin yollarını aramalıyız. “Sana katılmıyorum.” demektense, “Şu görüşünüze katılıyorum. Bu hususta ise şöyle düşünüyorum” demek daha makul değil midir?

Nezâketsizliğin muhtemelen iki sebebi vardır. Birincisi tecrübesizliktir. Kime, neyi, nasıl beyan edeceğini bilmeyen insanlar, çoğu zaman nazik olamazlar. Bunun izalesi kolaydır. Sağlıklı bir eğitim ve medya yoluyla, insanlarda iletişim ve nezâket şuurunu geliştirmek mümkündür. Sosyal münasebetlerde, örnek şahsiyetlerin davranış ve beyanlarına da dikkat çekmek, bu tecrübe ve hassasiyeti kazandırmaya yardımcı olabilir. İkinci sebep gururdur. Her diyalogda kendisini “buyurma”, karşısındakini de “arz etme” makamında gören bir kişideki gariplik hemen sezilir. Bu hiyerarşiyi kurmasını beceremeyince kullandığı tevazu taktiği de ağır kaçar, zira tevazua niyet edilmez, mütevazı olunur. Olmadan görünmeye çalışılırsa yapmacıklık doğar.

Başkalarını hor görme müptelası olan bir insan ise ne mütevazı olabilir ne de nazik. Bu hastalıktan kurtulmak pek kolay değildir, zira gururun madeni kalp zaafıdır.

Dipnotlar

Dipnotlar
1İbrahim Refik, Edep Ya Hû, 26.
2A. Gölpınarlı, Mevlanadan Sonra Mevlevilik, 220.

Kelime olarak gösteriş, alayış, samimiyetsizlik, iki yüzlülük, mürailik gibi anlamlara gelir. Görmek anlamına gelen ru’yet masdarından gelmektedir. Yani görsünler diye bir davranış içine girmektir. Bir kavram olarak, Allah’tan başka bir varlık için, başta ibadet olmak üzere, yapmacık bir şey işlemek, bununla halkın övgüsünü kazanma ve onlar tarafından sevilmeyi arzulamak ve Allah’a yaklaşma niyeti dışında herhangi bir gaye gütmek anlamına gelir. Riyada, fiil niyetle uygunluk arz etmez. O halde şöyle de denebilir: İcra edilen fiil ve davranışın insanın öz niyetine kısmen veya tamamen ters düşmesi, yani niyetinin aksini yapması ve bundan bir sonuç beklemesi riyadır. Zıddı ise ihlâstır.

Riyada iki başlı bir yalan vardır. Riyakâr, Allah için yaptığını söylediği fiili kullar için yaparak bir yalan, Allah’tan beklediğini iddia ettiği karşılığı kullardan bekleyerek bir başka yalan içine girmiş olur. Bu tam bir kişilik çöküntüsüdür.

Riyanın hem nifak hem de şirkle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Hem Kur’ân hem de sünnet (Örnek olarak bk. Bakara, 2/264; Nisa, 4/38; Enfal, 8/47; Maun (107) ve İbn Mace, zühd, 26, 29.) riyanın en çok sergilendiği ibadetlerin başında namazı ve sadakayı zikrederler. Anlaşılan, dinin direği olan namazın ihlâsla kılınması büyük önem arz etmektedir. Aksi bir durum ise dini yıkıma götürebilir.

Riyâ konusuyla ilgili, Muhasibî’nin meşhur eseri er-Riaye’den bir pasaj almak istiyoruz:

“Riyâ kulun, ibadetiyle Allah’tan başkasını kastetmesidir. Bunun delili Allah’ın şu ayetidir: “Kim (yalnız) dünya hayâtını ve onun süsünü istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten batıldır.” (Hud, 11/15-16) Bunların “müraîler” olduğu söylenmiştir: Başka bir ayette: “Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzağı bozulur.” (Fatır, 35/10) deniliyor. Bunların da riyakârlar olduğu söylenmiştir.

Diğer bir ayette ise: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz, dolayısıyla sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9) buyuruluyor. Yüce Mevlâ ameliyle dünyayı ve dünya süsünü isteyenin amelinin bu olduğunu bildirmektedir. Bu konuda birçok ayet vardır.

Hadis-i şeriflere gelince

1. “Melekler bir kulun amelini Allah’a yükseltince onlara, ‘Benim bu kulum ameliyle beni kastetmemiştir. Ameliyle Cehenneme atın!’ buyurur.”(İbn Mübarek, ez-zühd, 67.) Burada da dünya ve süsünün arzusu vardır. Bu sadece bu işin ehli olanların yanında geçerlidir.

2. “Kurtuluş nerdedir?” sorusuna Efendimizin (Sallallahu aleyhi ve selem) cevabı, “Kulun Allah’a ibadetiyle insanları arzulamamasıdır.”(Buhârî, tefsiru süre, 3; Ebu Dâvûd, vesâyâ, 3; Neseî, vesâyâ, 3.) şeklindedir.

3. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kim ameliyle riyâ ve gösteriş yaparsa, Allah da o kişiye ona göre muamelede bulunur.”(Buhârî, rikak, 36, ahkam, 9; Müslim, zühd, 47; Tirmizî, nikah, 11.)

4. Hz. Ebu Hureyre’den rivayet edilen ve üç kişiyi anlatan hadîs-i şerif: Biri Allah yolunda savaşmış, biri malla sadaka vermiş diğeri de Allah’ın kitabını çokça okumuştur. Allah onlara: “Siz yalan söylüyorsunuz. Siz, ‘Falan iyi savaşçıdır falan çok cömerttir, falan da âlimdir.’ desinler diye yapıyordunuz.” der. Peygamber Efendimizin “Bunlar ateşe girecek ilk üç kişidir.” dediği de rivayet edilmiştir.

5. Bir kudsî hadîste de şöyle buyruluyor: “Kulların amellerini boşa çıkaran riyâ, Allah’ın ibadetiyle insanların arzulandığı riyâdır”.

Amellerinde doğru ve ihlâslı olanların kalbini ise şöyle anlatıyor: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolasıyla, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz” (İnsan, 76/9)

Neticede riyânın, amelimizle, Allah’ın dışında birilerini hoş etmemiz veya Allah’ın ibadetiyle yaratıkları kastetmememiz olduğu ortaya çıkmaktadır.

Riyâ bir meyil ve arzudur. Biri ağır biri de hafif olmak üzere ikiye ayrılır, ama ikisi de riyâdır.

Ağır ve Büyük Riyâ

Kulun Allah’a ibadet ederken, bunu Allah’ın rızası için değil, kulların hoşnutluğunu kazanmak için yapmasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Allah’a itaatınla kulları arzulama!”(Buhârî, tefsiru süre, 3; Ebu Dâvûd, vesâyâ, 3; Neseî, vesâyâ, 3.) buyurmuştur. Yukarıda geçen üç şahsın durumu da buna örnektir. Onlar da Allah’ın değil insanların hoşnutluğunu arzuluyorlardı. Bu ise Allah katında çok kötü bir şeydir.

Bir diğer hadîste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü müraîye, bütün mahlukatın önünde şöyle seslenilir: Ey günahkâr! Ey kandıran şahıs! Senin ibadetlerin boşuna gitti sevapların silindi! Git kimin için amel ettiysen sevabını onlardan iste!” denilir.(İbn Ebi Dünya, es-Sünnet ve’l-İhlâs, adlı eserinde, sahabinin adını vermeden rivayet eder. Değişik lafızlarla bak. el-Irakî, el-Muğnî, III, 294.)

Üç kişiyi anlattığı hadîs-i şerifte Efendimiz, Hz. Ebu Hureyre’nin dizine vurup, “Ya Eba Hureyre! Bunlar kıyamet günü Allah’ın cehennem ateşini onlarla tutuşturacağı ilk kişilerdir.”(Tirmizî, zühd, 48.) buyurdu. Bu Allah katında riyânın en büyüğüdür.

Şeddat b. Evs’in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz, “Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu, riyâdır.(Tirmizî, hudûd, 24, fiten, 59; İbn Mâce, hudûd, 12; Müsned, I, 22) buyurmaktadır. Yine Şeddat b. Evs anlatıyor: “Bir gün Peygamber Efendimizi ağlarken gördüm. Sebebini sorunca şu cevabı verdi: “Ümmetim için korktuğum bir iş var: Şirk… Fakat Ümmetim puta, güneşe, aya, taşa v.s. tapmayacaktır. Ancak amellerine riyâ sokacaklar. Bu da korktuğum şeylerin en korkuncudur”(Müsned, IV, 24, 126.)

Hafif Olan Riyâ

Allah’a kulluk ederken hem Allah’ın sevabını hem de kulları arzulamak, ikisini bir kalbte birleştirmektir. Bu ikisini birleştirmek riyânın hafif olanıdır. Amele şirk karıştırmak demektir. Çünkü birincisi insanları istemekte, Allah’ı istememektedir. İkincisi ise Allah için yaptığı ameline şirk karıştırmaktadır. Çünkü ikisinin de övgüsünü beklemektedir.

Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadîste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah, ‘Benim hiçbir ortağım olmaz. Kim yaptığı amele başkasının hoşnutluğunu karıştırırsa ben o amelden uzağım. Kimi karıştırmışsa o amel onun içindir’ diye ferman eder.”(Müslim, zühd, 46; İbn Mâce, zühd, 21; et-Tirmizî, tefsiru süre, 18; Müsned, II, 301.) Bununla hem Allah’ın hem de kulların irâde edildiği bir riyâ çeşidi olduğu ortaya çıkmaktadır.

Tavus b. Keysan anlatıyor: Peygamber Efendimiz’e bir adam gelip, “Ya Resûlallah, kişi sadaka verir ve buna mukabil, övülmeyi karşılık olarak görmeyi arzularsa, durumu nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110) ayeti nazil oluncaya kadar bir şey demedi.

Allah, hem halkın hem de Allah’ın övgüsünü isteyen şahsın sorusuna cevap olarak bu ayeti indirdi.

Mahmud b. Lebid de Peygamber Efendimiz’den şunu rivayet ediyor: “Sizin için korktuklarımın en korkuncu gizli şirktir.” “Gizli şirk nedir?” dediler. “Riyâ” dedi ve devam etti: “Allah kıyamet günü onlara: ‘Dünyada yanlarına gittiğiniz kişilerin yanına gidin! Yanlarında bir karşılık bulabilir misiniz?’ der.”(Tirmizî, nüzûr, 9; İbn Mâce, fiten, 19; Muvatta, büyû’, 34; Müsned, IV, 124.)

Kasım b. Muheymere’den: Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah, içinde hardal tohumu kadar riyâ olan ameli kabul etmez.”(Müslim, iman, 148, 149; Ebu Dâvûd, libas, 26; Tirmizî, birr, 61.)

Hz. Ömer Hz. Muaz’ı ağlarken görünce, “Niye ağlıyorsun?” dedi. Hz. Muaz, Efendimizin ravzasını göstererek, “Bu ravza sahibinden duyduğum: ‘Riyânın en küçüğü bile şirktir.’ sözünden dolayı.” karşılığını verdi. Başka bir hadîste “Riyânın en azı şirktir.”(Tirmizî, nüzûr, 9; İbn Mâce, fiten, 16.) buyuruluyor.

İbn Ebi Muğis, Said b. Museyyeb’e, “Birimiz iyilik yapar ve ona mukabil övülmeyi ve karşılık görmeyi ister?” deyince, “Sen amelinin boşa gitmesini mi istiyorsun?” diye sordu.”Hayır” karşılığı alınca da, “Öyle ise Allah için yaptığın işi ihlâsla yap!” dedi.

Bir adam, Ubade b. Samit’e, “Ben kılıcımla Allah yolunda savaşıyorum. Bununla hem Allah’ın rızâsını hem de müminlerin övgüsünü diliyorum.” deyince Hz. Ubade, “Sana hiçbir şey yoktur.” karşılığını verdi. Adam üç defa aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncüsünde şu kudsi hadîsi de ekledi: “Ben ortaklara hiçbir ihtiyacı olmayanım. Bana ibadet edip bu ibadette başkasını karıştıranın ibadetinden payına düşeni bana ortak koşulana bırakırım. İhtiyacım yok!”(İbn Mace, zühd, 21; Müsned, II, 1.)

Allah kendilerinden razı olduğu müminleri ise onların diliyle anlatıyor: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayısıyla sizden ne bir karşılık ve ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9) Allah’la birlikte kalbe başkasını yerleştirmeyi reddediyorlar.

Dahhak, “Sakın, ‘Bu Allah ve sizin için.’ veya ‘Bu Allah ve akrabalık için.’ demeyin. Çünkü Allah’ın ortağı olmaz.” der.

Hz. Ömer bir adama, bir hatasından ötürü (Hz.Ömer, adamın yolda bir kadınla konuştuğunu görünce ona vurdu. Sonra hanımı olduğunu anlayınca, kısas yapmasını istedi.) kırbaçla vurdu ve sonra “İstersen benden kısas alabilirsin.” dedi. Adam, “Hayır, Allah’ın hatırı ve senin hatırın için vazgeçiyorum.” dedi. Hz. Ömer “Benim için mi vazgeçiyorsun, yoksa Allah için mi bunu belirt!” deyince, adam, “Allah için” dedi. Hz. Ömer, “İşte şimdi oldu.” karşılığını verdi. Bu yazılanlar, riyânın büyüğünün, Allah’ın ibadetiyle kulların kast edilmesi; küçüğünün ise, Allah ve insanların beraber kastedilmesi olduğunu göstermektedir.”(Daha geniş bilgi için bk. El-Muhasibî, Kalb Hayatı (er-Ria’ye), 143-287. (trc. Abdulhakim Yüce))

Riya konusunda şu noktalara da değinmek gerekir: Başlangıçta herkesin riyaya düşebileceği, kulluk kapısından riya ile girileceği söylenir.

Fakat kulluk, riya ile devam etmez; kul, ihlâs yolunda mesafe kat’ ettikçe riyayı bırakır ve tam ihlâsa erdiğinde, artık onda riyanın eseri kalmaz.

Bir diğer zâviyeden, riyayı tanımadan, riyanın ne demek olduğunu anlamadan, insanın içine ihlâsı elde etme cehdi doğmaz. Kişi riya yapıyor da hiç farkında değilse, o zaman ihlâsa hiç ulaşamaz. Halbuki, riya ile ilgili yazılan ve söylenenlere baktığımızda, çoğu davranışlarımıza riyanın nasıl da sindiğini, ama bizim farkına varamadığımızı anlarız.

İnsan, ihlâsa ulaşmak için uğraşırken riyayı tanır. Nasıl nefsin bilinmesi Allah marifetine ve Allah’ı tanımaya açılan bir kapıdır; Sokrates’in “kendini tanı” tenbihi, ehl-i tasavvufun, “Men arefe nefsehu fekad arafe Rabbehû (Nefsini bilen, Rabbini bilir)” şeklinde hadis diye rivayet ettikleri mübarek bir söz bu gerçeği ifade etmektedir; bunun gibi, insan da, ihlâsı yakalamaya çalışırken riyayı tanır, o kapıdan girer ve adım adım, kademe kademe ihlâsa ulaşır.

İnsan, yaptığı şeyleri belki de başta sun’i olarak yapar; manâsını, muhtevasını ve derinliğini kavramadan, sırf emrin gereği olduğu için yapar. Hattâ bu hususta emr-i Nebevî bile vardır. Meselâ, Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), “Kur’ân okurken ağlayın; ağlayamazsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.”(Müslim, cihad, 58; İbn Mace, ikame, 176, zühd, 6.) buyurmaktadır. Çünkü bu ağlama, zamanla tabiat haline gelir ve artık o kimse, duyulup duygulanılması gerekli hususlar karşısında hissiz, duygusuz, alâkasız kalamaz.

Demek oluyor ki, başlangıçta riya diye yorumlayabileceğimiz bazı tavırlar tabiî görülebilir, görülmelidir de; fakat insan, bilâhare, ister Cenab-ı Hakk’ýn (c.c.) Zât, sıfât ve esmâsı adına belli bir ma’rifet ufkuna ulaştığından olsun, isterse başka sebep ve mülâhazalarla olsun, artık kendini kontrol altına alır ve kapıda vize ibrazında bulunma sayılabilecek davranışları bütün bütün bırakır ve halisane tavırlara girer; girer ve artık o, bir ihlâs yolcusudur; hep arar, bulduğunu az görür yine arar; daha daha arar.. bu şekilde hayatının sonuna kadar belki 50 ihlâs mertebesinden geçer ama, yine de “ihlâs” der, kıvranır.

Zaman olur, o hale gelir ki, artık onun bütün duası ihlâstır; Allah’ım, ne olur ihlâs!” der; “İhlâs” der yatar, “ihlâs” der kalkar.. öyle ki, daha başka çok önemli şeyler ister; ama arada yine ihlâs demezse, döner, yine “ihlâs” der. Nasıl gökkuşağının altından geçeyim diye yürüdükçe, koştukça o sizden uzaklaşır, aynen onun gibi, ihlâslı kulluk da işte böyle vaslına erilmez bir sevdadır, insanı arkasından koşturur durur.

Riyanın pek çok çeşidi olduðu gibi, riyaya sebep olan faktörler de çoktur: Gurur, kendini beğenme, kibir gibi hususlar bunlardandır. Kimi kibrinden dolayı müraîdir; kimi kendini iç beğenmeye kaptırmış, kendi düşüncelerinin, kendi büyüklük psikozlarının altında ezilmiştir; bu sebeple de riyaya düşmüştür.

Bazısı kalemiyle, bazısı düşüncesiyle, bazısı çok kitap karıştırmasıyla, bazısı bibliyografyadan haberdar olmasıyla, bazısı çok kişi tanımakla… Kısacası herkes, bir sebeple riyaya girebilir. Tehlikenin büyüklüğü ise, şahıstan şahısa değişir. Bir insanda çok ciddî mal hırsı, kazanma hırsı vardır; onunla ve sebep olduğu riyakârlıkla tehlikeye düşer. Bazılarında ise, böyle bir hırs yoktur; bunlar, “Dünya nedir ki!” derler; ancak bakarsınız böylelerinde karşı cinse karşı bir za’f vardır. Kimisi korkaktır; o da korktuğunu göstermemek için riya yapar.. ve karanlıkta türkü söyler.

Riyayı fark etmede bazı emarelerden söz edilebilir. Meselâ, bir insan vardır; diliyle, irfanıyla, konuşmasıyla, tavrıyla mütevazı görünür, fakat kendinden daha aşağı seviyedeki kimselerin yanında, bir de bakarsınız, hemen çalıma geçer. Demek ki o, gerçekten mütevazı değildir; kendinden yüksek birinin yanında yerlere kadar eğilmektedir. İşte bu da, ayrı bir firavunluktur. İhlâsın emaresi ise, mütegallibenin, zorbanın karşısında izzetli olmak, tabiri caizse, mağrur olmak; müminlere karşı da yüzü yerde bulunmak ve tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmektir.

İhlâs, süklüm- püklüm durmak demek değildir; İhlâs, kalbin Allah ile irtibatıdır; bu da, kendini ancak gayb hali ile şehadet hali arasındaki muvafakatla, uygunlukla gösterir. Gece, hattâ yatakta bile ne ölçüde Allah ile birlikte iseniz; yatakta iken bile aklınıza geldiğinde ayaklarınızı toplayabiliyorsanız; yani gündüzünüz ve geceniz aynı ise, ihlâslı sayılabilirsiniz.

Günümüzde riya çok yaygındır. Belki de dünya yaratıldığı günden bu yana, çağımızda görüldüğü ölçüde müraîlik olmamıştır. Çünkü, günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çoktur: Ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar, millî gururlar, aidiyet gururları… O kadar ki Allah’ı hesaba katan yok gibi; her muvaffakiyet insana veriliyor ve insan, kendine ait olmayan bir sürü “mağsup (gasbedilmiş)” zaferle gurur duyuyor.

Aslında, her riyakâr fiil, her riyakâr söz bir yalandır. Hele bazı meslekler, bazı kesimler var ki, bunların her biri mücessem birer riya, mücessem birer yalan sayılabilir. İlâhî ihsanlar bile şahsî kabiliyetlerin bir buudu, bir uzantısı, bir lâzımı gibi takdim ediliyor. Allah, ihsan yağdırıyor; onlar ise, Allah’ın ihsanlarını Allah’a ulaşma adına kullanacaklarına, onları Allah ile aralarında perde yapıyorlar.

Bir başka sahada, ikramlar, kerametler, keşifler, intak-ı bi’l-haklar, hiss-i kable’l-vukular.. daha neler neler.. bunların hepsi Allah’tan. Fakat gel gör ki, nankör ve bencil insan, bütün bunları Allah’ı unutmaya vesile yapıyor. Oysa insan, en küçük bir nimetle bile, bir mevlevî gibi cezbeye kapılıp dönmeli, “Allah’ım Sen’den, Allah’ım Sen’den.” demelidir.

 

Ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma manalarına gelen sabır; açık-kapalı “Sabırla yardım isteyiniz.” (Bakara, 2/45) “Sabredin ve sabırda yarışın” (Âl-i İmrân, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını emir.. yahut “Onlara karşı acelecilik etme” (Ahkaf, 46/35) “Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfâl, 8/15) beyanlarında olduğu gibi onun zıddını yasaklama “Sabredenler, hayatlarını sadakat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i İmrân, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı senada bulunma

“Allah sabredenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) iltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyet-i İlâhiye ile payelendirme “Şayet sabredecek olursanız bu sabredenler için işin en hayırlısıdır” (Nahl, 16/12) irşadkâr beyanından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyan “Elbette o sabredenlere mükâfatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz” (Nahl, 16/96) uhrevî mücazatı nazara veren tesellibahş fermanıyla sabirîn olanları müjdeleme..

Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse…” (Âl-i İmrân, 3/125) yardım vadeden beyanlarıyla sabredenlere İlâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok önemli bir kalbî ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının unvanıdır.(Beyhakî, Şuabu’l-îman, 4/109)

Bu mülâhazayı pekiştiren Hz. Ruh-i Seyyidi’l-Enam’dan şerefsüdur olmuş: “Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neş’e ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.”(Müslim, Zühd, 64.) sözü ne manidardır.

Sabır; sabredilen hususlar itibariyle aşağıdaki bölümlere ayrılır!

  1. Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma manasına, ibadet u taate karşı sabır.
  2. Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil masiyet duygusuna karşı sabır.
  3. Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermeyi de ihtiva eden semavî ve arzî belalara karşı sabır.
  4. Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden çizgiyi korumada sabır.
  5. Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.

Bunlardan bazıları kulun iradesiyle alâkalı olsa da, bazılarında asla insanın dahli söz konusu değildir.

Bunlardan başka bazıları, sabrı, başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak; bazıları, iyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek; bazıları, kendine rağmen yaşamak; bazıları, kahr u lütfu aynı ruh haletiyle karşılamak; bazıları, Kitap ve sünnetle gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek; bazıları, Sevgili uğrunda can-canan her şeyi feda edebilmek şeklinde ifade etmişlerdir ki; hepsinin kendine göre bir mahmilinin bulunduğu söylenebilir.

Bu arada işarî tefsirciler de, sabrı, Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetleriyle irtibatlandırarak şu kabil yorumlarda bulunmuşlardır:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “ (Âl-i İmran, 3/200) âyetinde “ اصْبِرُواْ “ ile insan nefsinin taate karşı sabrı,  وَصَابِرُواْ  kelimesiyle maruz kalınan şeyler karşısında dayanılması, “ وَرَابِطُواْ “ sözüyle de Allah’a karşı aşk u iştiyakın devam ettirilmesi kastedilmiştir.

Erbab-ı Hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü her şeyin Cenab-ı Hakk’tan bilinip, aklın zahirî nazarında iyi olanlara şükürle, nahoş görünen şeylere karşı da rıza ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor eda edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle halini Allah’a arz etmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyanetine sığınması da kat’iyen şikâyet değildir. Şikâyet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.

Hz. Eyyub’un: “Rabbim gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.”(Enbiyâ, 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum.”(Yusuf, 12/86) mahiyetindeki iniltisi şefkat talebi buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hakk da Hz. Eyyub için: “Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvab ve yüzü Allah kapısındadır.” (Sâd, 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde aynı şükür kabul etmiyor mu?

Sabır; hem zirve insanların hali hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimseler de çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şahikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadîste: “Cenab-ı Hakk, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa ibadet u taatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen o kimseyi nefsi ve ailesi itibariyle müptela kılar.. sonra da o iptilaya karşılık ona sabır verir; derken, kulunu yükseltip o menzile erdirir.”[1] buyrulur.

Bu açıdan denebilir ki; bela, mükellefiyetin ağırlığı ve masiyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.

Evet, insan yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir. Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle özetler:

Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur haline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zarurîdir.

Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hale gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.[2]

Kabir Ziyareti

Efendimiz, kabristanlarda cahiliyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, müminleri kabristanlara gitmekten men etti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırdı ve “Ben, sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Bundan böyle kabirleri ziyaret edin!”(Müslim, Cenaiz, 105; Ebu Davud, Cenaiz, 77; Nesei, Cenaiz, 101; Müslim, Cenaiz, 47.) buyurarak, kabir ziyaretini teşvik etmişlerdi. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. Zaten o mürüvvet abidesi (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sık sık kabir ziyaretinde bulunur ve her hafta hiç olmazsa bir kere Uhud şehitlerini ziyaret ederdi.

Kabir ziyaretlerinden birinde, bir kadının evladının kabri başında, feryad u figan edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarf etmekte olduğunu gördü.. gördü ve kadına yaklaşarak nasihat etmek istedi. Kadın Efendimiz’i tanımıyordu. “Git başımdan!” dedi, “Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!” Efendimiz de hiçbir şey söylemeden kadının yanından ayrıldı. Orada bulunanlar, kadına O’nun Allah Resûlü olduğunu söyleyince, kadın daha müthiş bir sarsıntı ile sarsıldı. Çünkü bilmeden Allah Resûlü’ne karşı saygısızlık etmişti. Koşarak Efendimizin hanesine geldi. Kapıyı vurmadan içeriye girdi, Efendimizden özür diledi. Allah Resûlü de ona, cevabı hakîm olarak şunu söyledi: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin zamandadır.” (Buharî, Cenaiz, 32, Ahkam, 11, Müslim, Cenazi, 15.) Allah Resûlü, şu dört kelimelik ifadesiyle, ciltlerle ancak anlatılabilecek bir meseleyi, mucizevî bir belagatle anlatmış oluyordu.

Durum Değiştirmek

Sabretme, dişini sıkma, dayanma, metanet gösterme, sarsılmama, irkilmeme, irade felcine uğramama, her gün zehir-zemberek hâdiseleri sineye çekme ve dayanma elbette kolay bir iş değildir. Ancak, bütün bunlar ilk musibet şoku anında yapılmalıdır. Çünkü, yer değiştirme, başka bir vaziyete intikal etme, psikolojik olarak her zaman insanın ruh haletinde değişiklik hasıl eder ve onu sarsan hâdiseleri unutturur.

Diyelim ki, başımıza bir musibet geldi. İlk bakışta, bu musibete dayanabilmemiz mümkün değil gibi… Hemen bu şoku atlatmanın çaresine bakmalıyız. Bu da ya bulunduğumuz durumu değiştirerek ki, ayakta isek oturarak, oturuyorsak yatarak veya yapmakta olduğumuz işin keyfiyetini değiştirerek; meselâ, abdest alarak, namaz kılarak veya en azından konuştuğumuz mevzudan uzaklaşarak.. veyahut da bulunduğumuz mekandan ayrılarak, başka bir atmosfere sığınmakla olur. Bazen da bir nebze uyumak, şoku atlatmamıza yetebilir. Hangi şekilde olursa olsun, hâl, durum veya mekânda yapılan bu değişiklikler, şokun tesirini kırar ve tahammül edilemez gibi görünen musibeti az dahi olsa hafifletir.

Sabır, ibadetlere devam etme hususunda da çok lüzumludur. İlk anda, yeni namaza başlayan bir insan için, bu ibadet çok ağır gelebilir; fakat biraz sabreder de ruhu namazla bütünleşirse, artık bir vakit namazı kılamama, o insan için dünyanın en büyük ızdırabı haline gelir. Oruç, zekât, hac gibi ibadetler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günah ilk tosladığında gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o şoku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye “İlk bakış lehine gerisi aleyhine.” buyurmaktadır. Yani, insanın gözü günaha kayabilir. Ama o, hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Fakat ikinci ve daha sonraki bakışlar, zehirli birer ok gibi insanın kalbine ve ruhuna saplanır, insanın hayalinde bulantılar meydana getirir. iradesi manevî gerilimini kaybeder.

Zira her harama bakış, bir yönüyle harama girme yollarını kolaylaştıran birer davetiye hükmündedir. Dolayısıyla da her bakış, bir başka bakışı davet eder; artık o insan, harama yelken açar ve dönüşü çok zor bir yolculuğa açılır. İşte bu duruma gelmeden, haramın ilk tosladığı anda, sabredip haramdan yüz çevirme, harama karşı gözlerini yumma, Allah Resûlü’nün bize tavsiye ettiği altın öğütlerdendir.

İnsan, harama karşı böyle davrana davrana, bu onda bir huy, bir karakter haline gelir. Zira, yaptığı egzersizlerle kalbinde hasıl olan imanın nuru, cehennemden bir kıvılcım durumunda olan günahlara karşı âdeta bir sütre olur. Öyle ki, artık harama bakmama, onun asıl ve fıtrî davranışları arasına girer. Aksi bir durum aklına gelse, hemen parmağını, gönül peteğindeki iman balına batırır ve bu sağlam mülâhaza sayesinde tattığı aşkın tadıyla kendini bu manevî atmosferden uzaklaştıran her şeyden kaçar. Bu durumda olan bir insanın, iradî olarak günaha girmesi pek düşünülemez.

Akraba ilişkileriyle ilgili hukuk, İslâm’da olduğu kadar hiçbir dinde ve hukuk sisteminde gözetilmemiştir. Karabet bağı bugün Batı’da neredeyse kaybolmuş durumdadır. Aile bağı bile dağılmıştır. Bireysellik öylesine topluma nüfuz etmiştir ki, çekirdek aileyi daha evinde iken atomize etmiştir. Anne-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiler, kan bağına ait sıcaklığı vermemektedir.

Çekirdek aile şekil olarak Batı’da da mevcuttur. Belki aile bütün bütün tarumar olmamıştır. Ama aile bireyleri arasında ruhsal ve manevî açıdan bağlılık çok zayıflamıştır. Fertler manen ve ruhen kendi bireysel dünyalarını yaşamaktadırlar. Bir evi paylaşmanın haricinde derin ilişkiler söz konusu değildir. Eğitim sistemi gerek ailede gerekse okul ve çevrede fertleri, bireyselleştirecek ve yalnızlaştıracak şekilde organize edilmiştir. Ortak bir mekânı paylaşmanın verdiği ortak duygular, ne kadarsa, Batı’da ailenin fonksiyonu da bundan ibarettir. Sosyal çevre tüm değerleri dünyevileştirdiği gibi, ailevi değerleri de dünyevileştirmiştir. Ahirete taalluk edecek formlar çoktan cemiyetin bağrından sökülüp atılmıştır.

Oysa İslâm’da aile, yalnızca çekirdeği oluşturan bireyler arasındaki bağı değil, cemiyetin teşekkülünde mikyas alınan temel bir ortamı da ifade etmektedir. Yani cemiyetin üzerine oturduğu en rasih (sağlam) bir değer ve unsurdur aynı zamanda. Bu yüzden İslâm, aile etrafında şekillenen değerlerin ve ilişkilerin korunması için yeterli tahşidat yapmaktadır. Kat’-ı rahimi (aile ve akraba ilişkilerini kesmeyi) büyük günahlardan addetmektedir.

Sıla, ulaşma, varma, kavuşma; uzakta bulunduğu memleketine, vatanına, ailesine kavuşma anlamlarına gelir. Rahm, kelime olarak rahmetten gelir. Rahmet, acımak, şefkat duymak anlamlarını taşır. Sıla-i Rahim ise, akraba ve yakınlarını ziyaret etme, hal hatır sorma, yardımda bulunma kısaca akrabalık bağlarını kuvvetli tutma anlamına gelir.

Mesela, iş ve ikamet yerimiz akrabalardan uzakta ise zaman zaman ziyaretlerine gitmek, mektup, telefon, mail gibi vasıtalarla hal hatır sormak, yardıma muhtaç iseler elimizden gelen yardımı esirgememek, hasta iseler ziyaret etmek, bir problemleri varsa ilgilenmek, düğün bayram gibi sevinçli anlarında tebrik etmek ve onlarla sevinmek, üzüntülerini paylaşmak, hastalandıklarında ziyaret etmek, cenaze ve taziyelerine katılmak sıla-i rahme dahil olan hususlardır. Bu sayılanlar, akrabalar arasında bağları güçlendirir, kişiyi hayata mutlu bir şekilde bağlar, bencillik, yalnızlık gibi durumlardan korur ve en önemlisi dinî bir vecibe yerine getirildiğinden Allah’ın rızasına ulaştırır.

Alimler sıla-i rahmin dereceleri olduğunu, en yüksek derecesinin nikâh düşmeyecek kadar yakın olan akrabalar arasında olduğunu ve bunun farz olduğunu belirtmişlerdir. Bazı âlimler bu kişilerin miras konusunda geçen zevi’l-erhamı kapsadığını belirtirler. Verilen bilgilere genel olarak bakıldığında, anne, baba, çocuklar, kardeşler, amca, hala, dayı ve teyzelere karşı sıla-i rahim farz olurken diğer akrabalar için uzaklaştıkça mükellefiyet derecesi düşer. Belki en alt derecesi bütün Müslümanlara karşı müstehab olur.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, anne-baba, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır.” (Bakara, 2/215) “Bir de akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.” (İsra, 17/26) “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı), akrabaya yardımı emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90) Bu son ayet-i kerime pozitif ve negatif altı önemli esası ihtiva eden, câmi bir ilahî beyandır:

Adalet; dinde hayatî ehemmiyeti haiz bir disiplindir. Ve bazıları onu, dinin dört temel esasından biri kabul etmişlerdir. Bazen ubudiyet, bazen adalet şeklinde Kur’ân ve Sünnet-i sahihada geçen bu kavram, pek çok şeyin kendisine irca edileceği genel bir kavramdır. Mesela mealini sunduğumuz ayette, iyilik yapma, akrabaya yardımda bulunma ve ihsan şuuruna ulaşma gibi hususların hemen hepsi adalete irca edilebilir.

Zaten ubudiyet manâsında adalet bir insanda veya bir toplumda tam anlamıyla oturmamışsa, böyle birinden sair hususların beklenmesi de beyhudedir. Evet, adaletsiz ihsan olmaz. Onsuz yakınlara, akrabaya bakmak gerçekleşmez. Hele ihsanın bir hadis-i şerifte beyan edilen o enfes manâsı ki, “Allah’ı görüyor gibi kullukta bulunma” hiç mi hiç hayata geçirilemez.

İhsan; yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “Allah’ı görüyor gibi” kulluk yapmaktır. Ne var ki, bu duygu, bu düşünce ve bu tasavvurların, sağlam bir imana bina edilmesi ve iman gerçeğinin de, İslâmî esaslarla derinleştirilmesi icab eder ki, ihsan şuuru kendinden bekleneni verebilsin.

Yakınlara yardım etme veya daha geniş bir dairede herkese yardımda bulunma, ihsan şuurunun yaygınlaştırıl­ması ve intişarı demektir. Bu açıdan ayetin mazmununu tahlil edecek olursak, adalet ihsanın, ihsan da iyilik etme duygusunun hem temeli hem de kaynağıdır.

Negatif planda esas alınan şeylere gelince; bu konuda önce fuhşiyat zikredilmiş. İhtimal, hem ferdî planda hem de toplum planında bütün münkeratın başlangıcını fuhşiyat teşkil ettiği için ona öncelik verilmiş. Zira hemen herkesin bildiği fuhşiyatın yaygın olduğu toplumlarda sair olumsuz şeylerin hemen hepsi çorap söküğü gibi ard arda sökün eder gelir ve zamanla toplumu bütün bütün şirazeden çıkarır. Bu açıdan da hiçbir zaman onun küçük görülmemesi gerekir.

Münker; Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerin açıktan açığa yapılması mânâsına gelir. Diğer bir yaklaşımla o, evrensel doğrulara başkaldırma ve isyan etme manâlarına gelir ki her din ve her millette merduttur.

Bağy yani azgınlık ve taşkınlık; bu olumsuz sıfat da ferdî ve içtimaî hayatta değişik şekillerde kendini gösterir. İnsanın kendine zulmetmesinden, ana-babasına isyanına, devlete başkaldırıp toplum huzurunu bozmadan, Allah’ı inkâra kadar geniş bir taalluk sahasının olduğunu söylemek mümkündür. Burada da tıpkı adalet, ihsan ve iyilikte bulunmada gördüğümüz gibi, fuhşiyat münkerin, münker de azgınlık ve taşkınlığın hem temeli, hem de kaynağıdır.

Konuyla ilgili birçok hadis de bulunmaktadır. Birkaç tanesini kaydedelim: “Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır, ama akrabaya yapılan ikidir; biri sıla-i rahim, diğeri sadaka.” (Tirmizi, zekât, 26; Nesai, zekât, 22) Küleyb el-Hanefi, Peygamber Efendimiz’e kime iyilik yapması lazım geldiğini sorunca şu cevabı aldı: “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine… Bu iyiliği üzerine vacip olan bir hakkın ödenmesi yani sıla-i rahmin yerine getirilmesi olarak yapacaksın.”(Ebû Davud, edep, 129.)

Sıla-i Rahim ve Ömrün Uzaması

Efendimiz diğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.”(Tirmizî, birr, 49; müsned, II, 374.) Bu ve bunu destekler mahiyette başka hadislerde, sıla-i rahimin ömrü uzattığı beyan edilmektedir.

Bunun dışında öteden beri Ehlullah arasında ömrün birbirine verilmesi meselesi de bilinen bir konudur. Her hâlde bu mesele ancak, verenin ve alanın ruhî dokularının uyuşması, aynı frekansı paylaşmaları ve Allah’ın bu fiilî ve kavlî duaya meşietiyle cevap vermesiyle gerçekleşebilir.

Her isteyenin veremeyeceği gibi, her isteyenin de alamayacağı bu alış veriş netice itibariyle “illet-i tâmme”nin gerçekleşmesi ve Cenab-ı Hakk’ın o mevzuda iradesinin taallukuna bağlıdır. İhtimal, sıla-i rahim yapılınca o illet tahakkuk ediyor ve Allah ömrü uzatıyor.

Ömür uzamasının bir başka tevili de şöyle olabilir; Cenab-ı Hakk insanın yaptığı şeyleri bereketlendirip, nemalandırarak o insanın hayatını uzun bir ömür yaşamışçasına bereketlendirebilir. Şayet ömrün uzaması esprisi, insanın ahiret hesabına yönelik kazancıyla değerlendiriliyorsa, bu durumda insan ahiret adına çok kazanmış demektir. Mesela bunlardan birisi Kadir gecesidir ki, bin aya bedel olduğu ifade ediliyor. Eğer insan o gecede, o İlahî teveccühü yakalarsa, sanki seksen sene yaşamış gibi olur. Bu, o insanın ömrü uzasaydı ve seksen sene de yaşasaydı işte o kadar sevap kazanacaktı demektir. Sadakanın, hasenatın, sıla-i rahimin ömür uzatması da bu şekilde olabilir.

Ömrün uzatılması meselesinin niçin sıla-i rahime tahsis edildiği hakkında şunlar söylenebilir; günümüzde en çok gadre uğrayan İslâmî prensiplerden biri de hiç şüphesiz yakın akrabanın unutulmasıdır. Evet, derecesine göre yakınların yer yer ziyaret edilmesi; onlarla aramızda vuslatın sağlanması; başta anne-baba, anne-babanın evlatları, sonra kardeşler, nene, dede; anne menzilinde dayı-teyze, baba menzilinde amca-hala gibi yakınların, anne-babaya karşı bile saygının çok ciddi sarsıldığı bir dönemde görülüp gözetilmesi mevzuu çok önem arz etmektedir.

Hz. Hatice validemiz çok akıllı bir kadındır ve o sanki bir peygambere zevce olmak için yaratılmıştır. Efendimizle ilk vahyin heyecanını paylaştığı dönemde bu büyük kadın, Peygamberimizin, Cebrail’den (a.s.) ilk ayetleri aldıktan sonra “Kendimden korkuyorum.” demesine mukabil; “Hayır ebedîyyen Allah seni zâyi etmeyecektir. Şüphesiz sen sıla-i rahim yapıyor, ihtiyacı olanın elinden tutuyor, yoksula bakıyorsun…”(Buharî, bed’ul-Vahiy, 3, menakibu’l-ensar, 45; Müslim, iman, 252.) demiştir.

Hz. Hatice validemizin bunu demesi, Varaka b. Nevfel’in de bu istikamette bir mütalaada bulunmasından anlaşılıyor ki, sıla-i rahim, o toplumda zor yapılan ve talib olunan bir şey. Hz. Ebu Bekir, Efendimiz’e yapılanlar karşısında O’na sahip çıkarken, “Senin gibi, fakirin, yoksulun elinden tutan, sıla-i rahim yapan birine bu yapılmaz.” diyor. Ve yine komşulukla korumaya almak istediğinde, Kureyş’e karşı sıla-i rahimi referans olarak veriyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sıla-i rahim o dönemde de herkes için gâye-i hayâl ve çok önemli bir şeydi.

Bir diğer yanıyla tarihte, pederşâhî, cedşâhî, ceddü’l-cedşâhî (ata erkil) aile şekillerini görmek mümkün. Eskiden bizim toplumumuz da öyleydi. Bir baba-anne veya dedenin etrafında birçok gelin ve evlad bulunurdu. Hâlâ bazı yerlerde bu vardır. Bunlar aslında toplum molekülünün düşük çapta hücreleri gibi şeylerdir ki, ne kadar sağlam, sıhhatli, birbiriyle irtibat içinde olurlarsa o kadar sıhhatli bir toplum meydana gelir.

Şecaat, dinî ve dünyevî haklarını korumak için canını dahi verecek derecede gösterilen bir yiğitlik olarak tarif edilir. “İhtiyaç olduğunda, şiddet ve tehlikelere karşı yürümek hususunda kalbin yılmaması, ölümü küçümseyip ondan korkmaması”(Kadı İyaz, Şifa, I, 114.) şeklinde de tarif edilmiştir. Türkçeye cesaret olarak çevrilebilir. Necdet ise, korku ve dehşet veren bir olay anında ve olağanüstü haller karşısında sabır ve sebât göstererek soğukkanlılığını koruyup, endişeye kapılmadan sakin bir şekilde hareket etmek ve çözüm üretmeye yönelmektir. Bu hasletlerin ikisi de Efendimizde (aleyhissalatu vesselâm) zirveleşmiştir.

Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm), birbirine zıt gibi görünen iyi vasıfları nefsinde toplamış farklı bir insandır; şecaat-i kudsiyesini arz ederken arslanların ödünü koparır; bir mazlum iniltisi duyduğu zaman onun ruh haletini paylaşır, onunla oturur inler.

Birbirine zıt gibi görünen bu sıfatları, Din-i Mübin-i İslâm’da mühim bir esas olan “sırat-ı müstakim” yorumu çerçevesinde ele almak ve öyle değerlendirmek mümkündür. Mesela Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), her şeyden evvel bir şecaat ve cesaret abidesi idi. Öyle ki, muharebe meydanlarının Haydar-ı Kerrar’ı Hz. Ali (r.a.), O’nun bu yanını ifade ederken; “Biz, muharebelerde başımız sıkıştığı zaman Resûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm)’e sığınırdık.” der.

Nitekim Huneyn’de öyle olduğu gibi Uhud’da da, bir yönüyle kırılıp dökülmüş ve âdeta felç olmuş cemaatini, düşmanın içine korku salacak şekilde yeniden harekete geçirmiş; geçirmiş ve âdeta “Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın.” (Âl-i İmran, 3/27) hakikatinin mazharı olarak o sarsılmış, kırılmış ve dökülmüş cemaatten dipdiri ve taptaze bir ordu çıkararak yeniden düşmanı yakın takibe almış, Mekke’ye kadar kovalamıştır. İşte bu, O’nun şecaat-i kutsiyesinin bir ifadesidir ve sahasında nazirsizdir.

Seni kim kurtaracak?

Bir örnek olarak Efendimiz’le Gavres ismindeki bir kâfir arasında geçen hadise, O’nun korkusuzluk, şecaat ve cesaretinin azametini resmetme bakımından ehemmiyet arz eder. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm), bir ağacın altında istirahat buyururlarken, Gavres, O’nun uykuda olmasından istifade ederek, ağaca asılı bulunan kılıcını alır ve müstehzi bir eda ile: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Onun bu sorusuna karşılık Allah Rasulü, hiçbir korku emaresi göstermeden ve kendisinden gayet emin olarak öyle bir “Allah!” der ki, O’nun orada sergilediği bu teslimiyet, yakin ve Allah’a itimad, elindeki kılıçla karşısında duran Gavres’i sarsar ve kılıç elinden yere düşer. Bu defa düşen bu kılıcı, İnsanlığın İftihar Tablosu eline alır ve sorar: “Ya şimdi seni kim kurtaracak?” Adam korkusundan sıtmalı hasta gibi titremeye başlamıştır ki, o esnada, Allah Rasulü’nün sesini duyanlar oraya koşarlar; koşar ve gördükleri manzara karşısında hayrette kalırlar. Onların Allah’a karşı iman ve itimatları bir kat daha artar; Gavres de orada görüp duyduğu şeylerle “el-Emin”e güven sözü verir ve Allah Rasulü’nün şecaat ve cesaretine hayranlık hisleri içinde oradan ayrılır.(Buharî, cihad, 84, Meğazî, 31; Müslim, fiten, 119.)

Allah bizimle beraberdir

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), eşsiz cesaret örneklerinden birini de, hicret-i seniyyeleri esnasında, Sevr mağarasında sergilerler. Sevr, gençlerin bile zor çıkabilecekleri zirvede bir mağaradır. Ancak O, elli üç yaşında olmasına rağmen bu zirveye tırmanıyor ve bu mağarayı kıymetler üstü bir değerle şereflendiriyordu. Mekke müşrikleri, mağaranın ağzında dolaşırken, Seyyidina Hz. Ebu Bekir, sırf O’nun adına duyduğu endişeden ötürü telaş içindedir ve ihtimal endişeden yüzü sapsarı kesilmiştir. Halbuki onunla aynı atmosferi paylaşan Nebiler Serveri’nin dudaklarındaki tebessümde en ufak bir değişiklik bile olmamıştır; olmamıştır ve endişe içindeki dostu Hz. Ebu Bekir’i (radiyallahu anh) “Korkma! Allah bizimle beraberdir.”, (Tevbe, 9/40) “O iki kişiyi ne sanıyorsun ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” sözleriyle teselli ve teskin etmiştir.

Şefkat Peygamberi

Evet buraya kadar arz ettiklerimiz birer şecaat, cesaret ve teslimiyet örneğidir; ne var ki bu zat aynı zamanda bir rahmet, şefkat ve merhametin de zirvedeki temsilcilerindendir. Öyle ki o, eğer ağlayan bir çocuk görse, oturur, onunla birlikte ağlar ve inleyen bir ananın acı ve ızdırabını tâ vicdanında duyar. İşte Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis ve O’nun engin şefkati: “Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı çarçabuk kılıp bitiriyorum.”(Buharî, ezan, 65, salat, 191; Ebu Davud, salat, 163; Tirmizi, salat, 159; Nesei, imamet, 35.)

Oğlu İbrahim’in vefatı

Bir başka sefer, Mâriye Validemizden olan oğlu İbrahim’in ölümü karşısında O, dünya kadar hâdiseyi göğüslemiş ve her şeyi aşmış bu büyük şefkat kahramanının gözleri dolu dolu olmuş ve onu kucağına almış, derin bir sevgiyle bağrına basmış ve hüznünü gözyaşlarıyla süslemişti. O’nun bu durumunu istiğrab edip de hayretle bakanlara, “Gönül mahzun olur, gözler ağlar; ancak Allah’ın dediğinden, Allah’ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz.”(Buharî, cenaiz, 44; Ebu Davut, 64; İbn Mace, cenaiz, 53.) buyurmuştu. Evet O, insanların en merhametlisi ve en şefkatlisiydi.

Allah Rasulü, hep halimdi; ama belli bir süre düşmanları O’na hilmini ifade etme fırsatını vermemişlerdi. Hasımları, onunla aralarındaki atmosferi sürekli sertleştirmiş ve O’nu hep o sert atmosferde mukabeleye zorlamışlardı; ancak hep yanılmışlardı; çünkü o, sertleşme niyetinde değildi.

Tevekkül, kelime olarak güvenmek, bel bağlamak, vekil tayin etmek, sebep ve tedbirde ihmal göstermemek, Allah’a güvenmek, işi O’na havale etmek, O’nun ilmine ve murakebesine sığınmak, kısacası Allah’ı vekil kılmak ve vekile tam olarak itimad etmektir. Şöyle de denebilir: Gerekli bütün çabayı sarf ederek, her türlü tedbiri aldıktan sonra, işi tam bir inançla Allah’a havale etmek, yani deveyi bağladıktan sonra Allah’a emanet etmeye tevekkül denir. Allah’ın katında olana güvenip halkın elinde olan şeye göz dikmemektir.(Ta’rifat, vkl, md.)

Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimat ve güveni, hattâ, özellikle tasavvuf ıstılahında, başka güç kaynakları mülâhazasından rahatsızlık duyması manâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimad olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyara açık kaldığı sürece de hakiki tevekküle ulaşılamaz.

Tevekkül; Cenâb-ı Hakk ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp itimad etme ve O’ndan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapamak demektir ki; buna, bedenin ubûdiyete, kalbin de rubûbiyete kilitlenmesi diyebiliriz. Bir başka zaviyeden tevekkül; hemen herkes için Hakk’a itimat ve güvenmenin adı; teslim, kalbî ve ruhî hayata uyanmışların halidir.

Sebeplere tevessül ile beraber onlara te’siri hakiki vermeme, derecesine göre hem bir tevekkül -herkes için- hem bir teslimiyet -eşyanın perde arkasına uyananlar için-, hem de bir tefviz ve sikadır -huzur erleri için-.. Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselâm) irade ve cehd u gayreti, tefviz u tevekkül ile iç içe ne hoş ifade buyururlar: “Eğer Cenâb-ı Hakk’a layıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.” (Tirmizî, zühd, 33.) Bu peygamberâne sözden herkes seviyesine göre bir şeyler anlar:

  1. Avam, bundan Mevlana’nın hadis iktibaslı: Evet, tevekkül her ne kadar rehber ise de, sebeplere riayet de Peygamber sünnetidir. Peygamber Efendimiz (huzuruna girip de: “Devemi bağlayayım mı, yoksa tevekkül mü edeyim?” diyen bedeviye) yüksek sesle, “Devenin dizine ipini vur, öyle tevekkül eyle!”(Tirmizî, kıyâme, 60.) çizgisinde herkese açık Allah’a itimat manâsına anlar ki: “Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip dayansınlar.” (İbrahim, 14/12) ayeti buna işaret eder.
  2. Hayatını kalp ve ruhun yamaçlarında sürdürenler ise bundan, kendi havl ve kuvvetlerinden teberri ile Allah’ın havl ve kuvvetine teslim olup, gassalin elinde meyyit haline gelmeyi anlarlar ki: “Gerçek mü’minler iseniz, Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun!” (Mâide, 5/23) fermanı bunu ihtar eder.
  3. Fenâfillah ve bekâbillah zirvelerinde dolaşanlara gelince, bunlar Hz. İbrahim gibi ateşe atılırken bile “Cenâb-ı Hakk’ın benim halimi bilmesi, benim bir şey istememe ihtiyaç bırakmamıştır.” (Zümer, 39/38) tefvizi veya İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile, fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) sözleriyle ifade edilen sikayı anlarlar ki: “Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir” (Talâk, 65/3) beyanı da bu gerçeği hatırlatır.

Tefviz en yüksek mertebe, sika en âlî makamdır. Bu mertebeyi tutan ve bu makamın hakkını veren, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emir ve iş’arlarında erir ve O’na bir mir’ât-ı mücella olur.

Tefvizle alâkalı sözlerin en güzellerinden birini de:

“Hakk şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Arif anı seyreyler

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler

Sen Hakk’a tevekkül kıl,

Tefviz et ve rahat bul,

Sabreyle ve razı ol

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.”

matlaıyla başlayan tefviznamesinde İbrahim Hakkı söyler. (Kuşeyri, Risale, 302; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 101.)

Recâ (ümit), Allah’ın fazlına, atâsına, ihsanına, keremine, rahmetine ve lutfuna bel bağlamak anlamına gelir. Yeis (ümitsizlik) halinin zıttıdır. Ümit, ileride meydana gelecek olan, arzu edilen bir şeye karşı kalbin duyduğu ilgidir. Korku gelecekle ilgili olduğu gibi, ümit de gelecekte vukuu umulan şeyle ilgilidir. Kalbin hayatı ümitle sürer, yani gönül ümitle yaşar. Ümit ihsanı bol olan Allah’ın cömertliğine güvenmektir. O, Rahmet olarak gönderdiği Peygamberinin diliyle bize bu cömertliğini şöyle bildiriyor: “Kulum! Bana ibadet ettiğin, benden ümitvar olduğun ve bana ortak koşmadığın sürece işlediğin hata ve günahları affederim. Bana yer dolusu hata ve günahla gelsen, seni o büyüklükte af ile karşılarım, mağfiret ederim ve (günahının büyüklüğüne) aldırmam.”(Tirmizî, daavât, 99; Müsned, V, 148.)

Allah (c.c.) müminin hayatında ümitsizliğe yer olmadığını şöyle beyan ediyor.

  • Sana gerçeği müjdeledik, ümitsizlerden olma!” dediler. O da “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser ki?” dedi.” (Hicr, 15/55-56)
  • Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz, Allah bütün günahları bağışlar, Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer, 39/53)
  • O’dur ki, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmur indirir, rahmetini her tarafa yayar. O, gerçek dost ve koruyucudur, bütün övgülere layıktır.” (Şûra, 42/28)

Allah’ın rahmet ve merhamet sahibi olması, mü’mindeki ümidin en temel kaynağıdır. Kur’ân’da besmele 114 yerde zikredilmektedir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla denmektedir. Bundan başka Kur’ân, ümitsiz olmayı insanın kendisine karşı bir zulüm olarak değerlendirir. (Zümer, 39/53) Elbette insanda yalnızca ümit duygusu yoktur. Onda korku ve ümitsizlik duygusu da vardır ve çok defa insan ümitsizliğin girdabına kapılmaktadır. Oysaki ümitsizlik iman adına korkunç bir şeydir. Öyleyse insanın bunun gibi ruhî, kalbî ve aklî girdaplara kapılmaması için, öncelikle sağlam bir inanca, teslimiyet ve tevekküle sahip olması gerekmektedir. Demek sağlam akide, teslim ve tevekkül, mümindeki ümit ve ümitsizlik duygularını dengelemekte ve sağlam bir zemine yerleştirmektedir.

Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudret-i Sonsuz’la münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede, zerre güneş; damla derya; parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu hâline gelir.

Âdem Nebi (a.s.), semâsının karardığı, azminin kırıldığı ve canının dudağına geldiği bir devrede, ümitle silkindi, “Nefsime zulmettim.” (A’raf, 7/23) dedi ve dirildi. Şeytan ise, gönlünden akıttığı ümitsizlik kan ve irini içinde bocaladı durdu ve nihayet boğuldu.

Her gönül eri ümitten bir meş’âle ile yola çıkmış, bununla tufanları göğüslemiş; fırtınalarla pençeleşmiş ve dalgalarla boğuşmuştur. Kimisinde ümit bir Cûdî tomurcuğu, kimisinde İrem bağları kimisinde de Medineleşen bir Yesrib haline gelmiştir. Bu vâdide her ümit kahramanı, aynı zamanda Hakk katının azizi, halkın da bayrağı olmuştur.

Ümit ve azimle coşan bir Berberî köle, Herkül sütunlarına yeni bir nâm getirmiş ve deniz aşırı ülkelerin efsanevî kahramanı olmuştur. Ve, yine ümitle yıldırımlaşan genç bir serdar, çağlarla oynamış ve beşer tarihinde pek az insanın elde edebildiği yüceliklere ermiştir. Bir de, her şeyin bittiği; milletin belinin büküldüğü, gururunun kırıldığı devrede, iman ve ümidin dâsitânî bir hâl alması vardır ki; inancın derecesine göre, onu elde eden, kâinata meydan okuyabilir; elli bin defa çarkı, düzeni bozulsa sarsılmadan yoluna devam eder; yoklukta, varlık cilvesi gösterip ölü ruhlara can olur.

Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel, onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür. Ya kendilerine ümitle bağlanılıp sonradan onlarla beraber yeis bataklığına düşüp boğulanların hâli, o hepten yürekler acısıdır.

Solmayan renge, sönmeyen ışığa, batmayan güneşe (En’am, 6/76-79) dilbeste olan bir ruhtur ki; gecesi sabah aydınlığında, gündüzü cennet bahçeleri gibi rengarenktir. Böylelerinin, karanlık bilmeyen ufuklarında güneşler kol gezer ve değişen mevsimler, farklı manzaraların büyüleyici meşherleri gibi birbirini takip eder durur. Veyahut her biri bir ulu ağaç gibi, semaya doğru ser çekmiş ve kök kök üstüne zeminin derinliklerine inmiştir ki; ne karın, dolunun şiddeti, ne de tipinin, boranın yakıp kavuruculuğu onları müteessir eder. Sonsuza bağlanmış ve ümitle dolu bu gönüller, bahar demez, yaz demez; hazan demez, kış demez, kucak kucak meyvelerle gelir ve o görkemli kametten bekleneni yerine getirirler.

Bizler topyekun bir insanlık olarak, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere; ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyaç içindeyiz. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan’la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince; onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzağız.

Ümit-Ümitsizlik Dengesi

İnanç ve idealimizin devamlılığı adına bu tür duyguların itidal ve istikamet üzere temsil edilmesi çok önemlidir. Zira inanç başka, inançta dengeyi yakalama başka ve o dengeyi sürekli kılma başkadır. Evvela dinimiz her zaman ve zeminde bizlere orta yolu tavsiye eder. Cenab-ı Hakk, “Ben sizi orta (yolda) bir ümmet kıldım…” (Bakara, 2/143) buyurur.

İşte bu ifrat ve tefritten alabildiğince uzak; hem akıl, hem his, hem de ruh yönüyle i’tidali temsil eden bir ümmet demektir ki, biz de yaptığımız dualar ve ibadetler içerisinde günde en az kırk defa “Bizi doğru yola hidayet et.” (Fatiha, 1/6) demek suretiyle, Rabbimizden bizi o yolda tutmasını dileriz. Kaldı ki bizler, ifrat ve tefritlerin had safhada temsil edildiği bir dönemde yaşamaktayız. Böyle bir dönemde Allah’ın yardımı olmadan istikamet üzere yaşamamız imkânsız gibidir.

Günümüzde havf-reca hususunda yaşanan dengesizlik­lerden de söz etmek mümkündür. Halkı irşad konumunda olan insanların çoğu, sadece cenneti veya cehennemi nazara verip bu konuda insanları ya tamamen ye’se ya da aşırı bir güvene sevk etmektedirler. Halbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da bu amellerin, Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece amelleriyle kurtulamayacağını düşünmesi gerekir. Efendimiz, “Hiç kimse ameli ile kurtulamaz.” buyurur. Sahabîler, “Sen de mi ey Allah’ın Resûlü?” dediklerinde, “Evet… Allah’ın fazlı bereketi olmazsa ben de kurtulamam.”(Buharî, rikak, 18; Müslim, münafikîn, 71, 75) der.

O halde insanın, “Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum… O halde Allah bana ceza vermez!” demesi, Allah’a karşı bir saygısızlıktır ve küstahlığın ifadesidir. Diğer tarafta nefsini yerden yere vurup, “Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim bir hayır da yoktur. Nasıl olsa cehennemliğim, o halde boş yere uğraşıyorum!” şeklinde bir mülahazaya girip ümitsizliğe düşme de ayrı bir saygısızlığın, ayrı bir küstahlığın seslendirilmesidir.

Öyle ise, dengeleri korumada sadece inanmış olmak yeterli değildir. Bu hususta istikameti yakalamamız ancak, inançla ilgili terminolojiyi bilip uygulamamızla hasıl olacaktır. Yoksa duygu ve düşüncede istikameti bulma konusunda olduğu kadar, problemlerin çözümünde de doğruyu yakalamamız zordur. (Keşeyri, Risale, 270)

Vakâr, ağırbaşlılık, haysiyeti koruma, temkin, heybet, temkinli davranma, haysiyet sahibi olmak gibi anlamlara gelir ki, kibir, gurur ve bencillik gibi kötü huylardan farklıdır. Vakâr, imandan gelen bir ciddiyet ve ağırbaşlılık iken, gurur imandaki zaafın bir neticesi olarak görülmüştür. Mesela bir idarecinin makamındaki ciddiyeti vakâr sayılırken, aynı ciddiyeti evinde sürdürmesi şefkat, merhamet ve samimiyete aykırıdır.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) son derece vakârlı, ciddi ve izzet sahibi idi. O’nun peygamberlik vakârı, görene önce bir ürperti ve korku verir, fakat daha sonra O’nun ne kadar şefkatli bir insan olduğunun farkına varılırdı. Efendimiz, ciddiyete zarar veren hareketlerde bulunmazdı. Konuşması hikmet doluydu. Boş şeyler söylemez, dedikodu yapmaz, kahkaha ile gülmez, yürürken sağa sola bakışlarını salmaz ve az konuşurdu.

Muhasibî vakârdaki dengesizliğin riyaya neden olduğunu şöyle açıklamaktadır. “Meselâ adam, ihtiyacı için acele etmektedir veya oturduğu yerde ya da yürürken etrafı gözetmektedir. Kendisine vakârlı, sakin, haşyetli bir gözle bakmalarını istediği; hafif meşrep, etrafı gözetleyen hoppa biri olarak görmelerini istemediği dünya veya din ehlinden birisi onu bu halde görse, hemen kendisine çeki-düzen verir, başını eğer ve vakârlı yürür. Etrafa bakınmaktan da vazgeçer. Daha önce üzerinde bulunan bir vakâr ve huşû’ ile konuşur. Bu şahıs ne Allah’ın büyüklüğünden ne de ahiret endişesinden ötürü haşyete kapılmamıştır. Halktan birinin onu fark etmesinden ötürü sergilediği bir huşû’dur.”(Muhasibî, Kalb Hayatı (er-Ri’aye), 168.)

Cemiyet hayatı itibarıyla, her tür anlayışta insanlarla karşılaşmamız muhtemel olduğu kadar mukadderdir de. Bunlara karşı, hemen ilk anda, gerekli tavrı ortaya koymakta zorlanır, nasıl davranacağımızı bilemeyebiliriz. Hâlbuki vakâr ve ciddiyet sayesinde, karşımızdaki kişi kim olursa olsun, en başta tavrımızı ortaya koyup münasebetlerimizi bu çizgiye oturtabiliriz. Bu durum bizim için olduğu kadar, bir anne-baba, bir öğretmen, bir amir-memur için de söz konusudur.

Özellikle laubali ve yılışık tipler, onların müsamaha ve hoşgörüsünden istifade edip, her türlü şımarıklığı yapabilir ve onların bu duygularını suiistimal edebilirler. İşte bütün bunlara meydan vermemek için, evvelâ onları severken bile, ciddiyeti elden bırakmamak gerekir. Karşımızdaki insanlarla şakalaşıp oyun oynamak başka; vakârın, ciddiyetin bir top hâline getirilip onların önüne atılması daha başka şeydir.

Evet, özellikle sorumluluğumuz altındaki insanlarla olan münasebetlerimizi çok iyi ayarlamamız gerekir. Onlarla ilişkilerimiz, yüce dağlarla ovaların ilişkisi gibi olmalıdır. Yani bir taraftan yücelikle onları sarıp kuşatırken, diğer taraftan da güzellikleri beraber paylaşabilmelidir. Onların da bir insan olduğunu unutmama; daima onlara olan yakınlığımızı hissettirme; hatta keder ve sevinçlerini paylaşma adına bize açılmalarını sağlama.. evet bütün bunlar, o insanlara karşı şefkat ve merhametimizin gereğidir.

Bir âmirin hüküm verirken takındığı tavırla, çoluk-çocuğuna karşı takındığı tavır elbette ki birbirinden farklı olacaktır. Bu farklılığı bir tasannu şeklinde yorumlamak, yanlış; yanlış olduğu kadar da bu tavrın gerekliliğini anlayamama demektir. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur; özellikle İslâm’a hizmetle alâkalı işlerde bulunanlar vakâr ve ciddiyetlerini muhafaza etmelidirler. Aksi takdirde tamiri zor ve hesabı verilemeyecek yanlışlıklara düşülebilir.

Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferinde görmek mümkün değildir. Vefa, duygu, düşünce ve tasavvurda aynı şeyleri paylaşan kişilerin özelliğidir. Kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular ise vefanın baş düşmanlarıdır. O, sevgi ve mürüvvetin bağrında boy atar. Vefayı, insanın gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Doğrusu kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefadan bahsetmek kolay değildir. Konuşurken doğru söyleme, verdiği sözlerde, ettiği yeminlerde vefalı olma gönül hayatına bağlıdır. Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan, verdiği söz ve yeminlere aykırı davranan ve yüklendiği sorumluluğun ağırlığını duymayan iki yüzlü ve mürai tiplerin gönül hayatına sahip olabileceklerini düşünmek, kişinin kendini aldatması ile eş değerdir.

Vefa kelimesi sözlüklerde, aldatma ve hıyanetin zıddı olarak, sözünü yerine getirme, sözünde durma, borcunu ödeme; sevgi, bağlılık ve dostlukta sebat; yetme ve yetişme; güzel ve yüce ahlâk anlamlarında kullanılır. Vefalı kişi, üzerindeki hakları eksiksiz ödeyen/yerine getiren ve sadece kendi hakkı olanı alan kişidir.

Hem Kur’ân-ı Kerim, hem Hadis-i Şerifler hem de dünya edebiyatının seçkin eserleri vefa konusunu geniş bir şekilde ele almışlardır. Yüce Allah, kendisinin vefalı olduğunu dile getirdiği gibi; vefayı, başta peygamberler olmak üzere seçkin kişilerin özelliklerinden ve insanlığın temel iyiliklerinden biri olarak zikreder. (Bakara, 2/177)

Öyle ise, ihlâs, sadâkat, gıybet etmeme ve su-i zanda bulunmama gibi niteliklerin yanı sıra vefa da inanan her insanın hayatına hâkim kılmak zorunda olduğu güzel ahlâk prensiplerinden biri ve hayatın her alanında ihtiyaç duyulan temel özelliklerdendir. Fert, vefa duygusuyla güvenirliliğini kazanır ve yükselir. Aile, vefa duygusu üzerine kurulmuş ve bu duygu devam ediyorsa ayakta kalır ve cennet köşelerinden bir köşe olur. Devlet, kendi halkına karşı ancak vefa duygusuyla itibarını korur. Vefa duygusunu yitirmiş bir ülkede ne olgun fertten ne emniyet vadeden aile yuvasından ne de istikrarlı ve güvenilir bir devletten söz etmek mümkündür.

Vefanın olmadığı bir ülkede, fertler birbirine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet de halkına karşı uğursuz ve her şey bir birine yabancıdır, tıpkı cansızlar gibi… Üst üste ve iç içe olsalar bile… İnsanlık, altında ezildiği problemlerinden kurtulma ve cehenneme dönüşen dünyayı cennete çevirme konusunda ancak diğer toplum ve milletlerle vefa hissi içinde ilişkide bulunursa başarılı olur. Tarih, dostlarını arkadan hançerleyen, yaptıkları antlaşmalara uymayan, tek taraflı çıkarlara dayalı politikalar izleyen millet ve devletlerin siyasal, ekonomik ve kültürel bağımsızlık içinde ve saygın olarak yaşamadıklarını belgelemektedir. Kur’ân-ı Kerim sağduyu sahiplerini de vefalı kişiler olarak nitelendirir: “Ancak sağ duyu sahipleri öğüt alır. Onlar ki, Allah’ın ahdine vefa gösterirler ve antlaşmalarını bozmazlar.” (Ra’d, 13/19-20)

Vefa gösterilmesi ve şartlarına uyulması gereken akitler/antlaşmalar/ dostluklar üç çeşittir:

  • Kişinin Rabb’i ile,
  • Kişinin kendisiyle,
  • Kişinin diğer insan ve varlılarla yaptığı akitler/antlaşmalar/dostluklar.

Bunların varlığını ve şartlarını da, ya Kitap ve Sünnetle veya akıl, tecrübe ve araştırma ile bilebiliriz.

Diğer taraftan vefanın tevbe, samimiyet, muhasebe, sadâkat, hakta sebat, hicret, sabır, istikamet vb. dinî kavramlarla da ilişkisi bulunmaktadır. Karşıt olarak da aldatma, hıyanet, nifak, nankörlük vb. kavramlarla iç içedir. Aslında ilk grupta yer alan kavramların hemen hepsinde vefanın, ikinci grubunda ise vefasızlığın değişik tonlarını görmek mümkündür. Örneğin, kişinin, bir kısım iç bozulmalardan sonra yeniden asıl duruluğuna dönmesi ve özüyle bütünleşmesi anlamında tevbe etmek bir vefa olduğu gibi, gerçeğin ortaya çıkmasına engel olma, onu örtme, ikili oynama, günümüz moda deyimiyle çifte standart uygulama da hak ve hakikate karşı vefasızlığın ta kendisidir.

Kısacası vefalı kişiden tevbe, samimiyet, muhasebe, sadâkat, hakta sebat, hicret, sabır ve istikamet aramak veya beklemek mümkün iken, vefasız kişinin er veya geç aldatma, hıyanet ve nifak hastalıklarına bulaşması da beklenebilir. Öyle ise vefa, karşılıklı ilişki ve davranışlarımızda bir ölçü olarak kullanılması gereken özelliklerin başında gelir.

Kur’ân-ı Kerimde vefa beş anlamda ele alınmıştır:

1. Ahde vefa

“Yetimin malına yaklaşmayın, ancak ergenlik çağına yetişince en güzel bir tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). Ahdi de yerine getirin, çünkü (insana) ahdinden sorulacaktır (ahit sorumluluk gerektirir). Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doðru teraziyle tartın. Bu daha iyidir, sonucu da daha güzeldir.” (İsra, 17/34-35) ayeti vb. bu anlama işaret etmektedir.

2. Va’de vefa

Söz verme anlamına gelir. “Çünkü o (İsmail) sözünde duran ve tarafımızdan gönderilen bir peygamberdi.” (Meryem, 19/54) ayeti buna işaret etmektedir.

3. Nezre vefa

Nezir, Allah’a ibadet kastıyla ve Allah rızası için mubah bir fiil yapmayı kararlaştırma, adama; adak, adanılan şey, bir kişiye veya kuruluşa sunulan armağan anlamlarına gelir. Bu konuda şu ayeti zikretmek mümkündür: “Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar.” (İnsan, 76/7)

4. Ölçü ve tartıda vefa

Eksiksiz ölçme ve tartma. “Ölçüyü tam yapın eksiltenlerden olmayın.” (Şuara, 26/181) ayeti bu konuya delildir.

5. Akitlere vefa

Akit, iki kişi veya taraf arasında bir iş konusunda anlaşmaya varılıp, taahhütte bulunulmasıdır (nikâh akdi gibi).

Bu konuda da şu ayeti vermekle yetiniyoruz: “Ey iman edenler! Yaptığınız akitleri yerine getirin.” (Maide, 5/1)

İnsanoğlunu yokluktan varlığa çıkaran, ona en güzel şekli veren, akıl nimetiyle donatan, kendisini, gönderdiği peygamber ve onlara verdiği kitaplar vasıtasıyla tanıtan, kişinin iradesini de hesaba katarak doğru yola ileten Allah, vefa gösterilmesi gerekenler arasında elbette en başta gelir.

Allah’a vefasızlık eden kişinin bir başka varlığa vefalı davranması beklenemez. Ancak insanın nefis ve şeytanla mücadelesinde yenik düşebileceğini bilen Allah, onu varlığa adım attığı ilk andan itibaren uyarmış, hak ve hakikate karşı vefasızlık yapmaması için ondan tekitli sözler almıştır. Buna fıtrî sözleşme demek mümkündür. Zira her insanın fıtratına yerleştirilmiş bir gerçektir. Daha sonra görevlendirdiği peygamberleri aracılığıyla, verdikleri bu fıtrat sözünü unutan insanoğluna, sözlerini hatırlatmış, gereğini yapmaları için uyarmıştır.

Nitekim Kur’ân’da İsrailoðullarıyla ilgili şöyle bir örnek geçmektedir: “Ey İsrail oğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım. Ve sadece benden korkun.” (Bakara, 2/40) İsrail oğullarının durması gereken sözlerin ne olabileceği konusunda üç temel görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüşe göre; gereği yapılmak üzere verilen söz, ayırım yapılmadan Allah’ın bütün emir ve yasaklarına uymaktır. Buna mukabil Allah da onları bağışlar ve onlardan razı olarak cennetine koyar.

İkinci görüşe göre şu ayette belirtilen konulardır: “Allah İsrail oğullarından söz almıştı. İçlerinden on iki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: “Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah’a güzel borç verirseniz, (Allah için yoksullara sadaka verirseniz, yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz) elbette sizin günahlarınızı bağışlarım ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, düz yolu sapıtmış olur.” (Maide, 5/12)

Üçüncü görüşe göre ise, Peygamber Efendimizin peygamber olarak gönderileceğine ve ona inanılması gerektiğine dair alınan sözdür. Nitekim daha önce gönderilen ilahî kitaplarda Peygamber Efendimizin nitelikleri anlatılmış ve kendisine uyulması gerektiği belirtilmiştir. Konu şu ayetlerde izah edilmektedir: İsrail oğullarının inanan kısmı anlatılırken şöyle denilmektedir:“Onlarki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçiye (Peygamber Efendimiz), o ümmi Peygamber’e uyarlar.” (A’raf, 7/157; Ayrıca bak. Maide, 5/12, 70.) Buna karşılık Allah onları kölelik ve esaretten kurtaracaktır.(Geniş bilgi için bak: Razi, Tefsiru’l-Kebir, III, 33-35.)

Özel olarak İsrail oğullarından söz eden bu ayet, elbette bütün insanlığa hitap etmekte ve genel hüküm bildirmektedir.

İnsanın karakteristik vefasızlık, nifak ve nankörlük örneklerinden biri de şu ayetlerde dile getirilmiştir: “Onlardan kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse elbette sadaka vereceğiz ve salih insanlardan olacağız.’ diye Allah’a ant içtiler; fakat Allah kereminden onlara verince, onda cimrilik ettiler ve sözlerinden döndüler. Zaten onlar dönek kişilerdir. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar Allah, onların kalplerine nifak (iki yüzlülük) sokmuştur. Allah’ın, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını bildiğini ve gizli şeyleri çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” (Tevbe, 9/75-78)

Peygamberlerin Vefası

Peygamberler Allah tarafından hak ve hakikati temsil etmek için görevlendirilen mümtaz şahsiyetlerdir. İçinde neşet ettikleri toplumun elinden tutmuş, çokları bu uğurda canlarını seve seve vermişlerdir. Ancak tarih boyunca peygamberler vefasızlığın en acımasızını yaşamışlardır. Yaşanan en çarpıcı vefasızlıklardan biri şu ayetlerde dile getirilmektedir:

“Ey Musa! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabb’in gidin savaşın; biz burada oturuyoruz.” dediler. Musa: “Rabb’im! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum, bizimle bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır” dedi. (Maide, 5/24- 25) Bir tarafta içinde görevlendirildiği toplumun kurtuluşu için gayret gösteren ve çok üzülen bir peygamber, diğer tarafta onu alaya alan, “Git sen ve Rabb’in savaşın!” diyen vefasızlar güruhu…

Bütün peygamberler hem Allah’a, hem insanlığa, hem de bütün varlığa son derece vefalı davranan, sözlerinde duran kişilerdir. Âdeta bu onların temel özelliklerinden biridir. Kur’ân, yeri geldikçe bize o eşsiz vefalılardan söz etmektedir. Örneğin, Hz. Âdem, yüzüne kapanan kapıları gönlünde taşıdığı sırlı vefa anahtarıyla teker teker açtı ve gufran çeşmelerine ulaştı. Aynı olayda azgınlaşan İblis ise, göz göre göre kendisini vefasızlık çukuruna atarak boğuldu. (bak: A’raf, 7/11-30)

Bir koç gibi bıçakla boğazlanma imtihanını başarı ile geçen Hz. İsmail için şöyle deniyor: “(Resulüm!) Kitapta İsmail’i de an. Gerçekten o sözüne sadıktı, resul ve nebi idi.” (Meryem, 19/54) Ciğerparesini bıçakla boğazlama imtihanına tâbi tutulan babası Hz. İbrahim için ise şu ifadeler var: “Yoksa Musa’nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim’in sayfalarında yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?” (Necm, 53/36-37)

Peygamber Efendimiz, Hz. İbrahim’in vefalı olarak nitelendirilmesine ayrıca şu davranışını da sebep olarak gösteriyor: “O her sabah ve her akşam şöyle derdi: “Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd ona aittir. Allah ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeri ölümünden sonra diriltir. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle (diriltilip) çıkarılacaksınız.” (Rum, 30/18-19)

Hakk’ın dostu ve nebilerin babası Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşini göğüslerken de vefasından hiçbir şey kaybetmemişti. Hz. Cebrail’in yardım teklifini geri çevirirken asıl Kudret Sahibine vefasızlık yapacağı kaygısında idi. Bu vefası elbette karşılıksız kalmazdı ve ateş berd u selâm oldu. (Bak: Enbiya, 21/69) Vefa duygusu Hz. İbrahim’in torunları olan Araplarda bir erdem olarak asırlarca yaşamıştır. Bu durum Cahiliye Araplarında da sürmekte idi.

Tufan Peygamberi Hz. Nuh da asırlarca süren ızdıraplı, fakat vefalı bir hayat yaşadı. Yıllar yılı bütün tenbih ve ikazlarının, cemaatinin büyük bir kısmında tesir icra etmemesi, onu bağlı bulunduğu kapıya karşı vefa hissinden döndüremedi. Ondaki bu vefa duygusu idi ki, yerlerin ve göklerin hışımla insanlığın üzerine yürüdüğü anda, ona kurtuluş gemisi oldu. (Bak: Hûd, 11/40, Mü’minûn, 23/27)

Hz. Şuayb, içinde neşet ettiği toplumun en büyük hastalığının ölçü ve tartıda hıyanet/vefasızlık olduğunu tesbit etmiş ve defalarca onları bu konuda hakka riayet etmeleri için uyarmıştır. Elbette ilk akla gelen, maddî emtianın yani alış verişe konu olan malların ölçülüp tartılmasında dikkatli olma gereğidir. Ancak maddî-manevî her konuda ölçüye, gerçeğe yani Cenab-ı Hakk’ın koyduğu değer ve ölçülere uymak da bu ikazın sınırları içine girer. Zira hiçbir peygamber sadece maddî eğrilikleri düzeltmekle görevlendirilmemiştir. Öyle ise buradaki ölçü ve tartının sınırlarını geniş bir perspektiften ele almanın bir sakıncası olmamalıdır.

Örnek olarak şu ayetleri zikretmek istiyoruz: “Şuayb onlara demişti ki: Korunmaz, takva sahibi olmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabb’ine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayn.” (Şuara, 26/177-183; Ayrıca bak: A’raf, 7785; Hûd, 11/84.)

Peygamber Efendimizin Vefası

Peygamber Efendimiz’e gelince, o, kimseye müyesser olmayan mi’raca, ruhundaki vefa duygusu ile mazhar oldu. Meleklerin bile ulaşamadığı makamlara ulaştı, ancak gözlerin kamaştığı ve gönüllerin hayrette kalıp kendinden geçtiği o âlemi, ümmetine olan vefa duygusu ile tereddüt etmeden terk edip arkadaşlarının arasına geri döndü.

Peygamber Efendimizden önceki peygamberler de, kendilerine arka çıkan, dâva ve hizmetlerinde onları destekleyen ümmetlerine karşı ilgi duymuş ve onları sevmişlerdir. Nasıl sevmeyecekler ki, bu kimseler, en zor anlarda bile onları yalnız bırakmamışlardı. Ancak Peygamber Efendimizle diğerleri arasında şöyle bir fark vardı: Daha önce bir peygamber vefat edince çoğunlukla başka bir peygamber gelir ve işe vaziyet ederdi. Peygamber Efendimizden sonra ise, bu misyonu başta Sahabe olmak üzere, ümmetin evliyası yüklenmiştir. İşte böyle önemli bir hizmetten dolayı O da ümmetini âdeta ayrı bir sevgi ile sever ve bunu vefasıyla da ortaya koyardı.

Evet O, bir vefa insanıydı. Sadece insanlara karşı değil, taşa toprağa karşı bile vefayla dopdoluydu. Mekke’yi arzular, Uhud’a uğrar ve sık sık ilk konağı olan Kuba’yı ziyaret ederdi. Çünkü orası Mekke’den ayrıldıktan sonra sinesini açıp, “Bende kalabilirsin.” diyen yerdi.

Peygamber Efendimiz ise, “Sen beni misafir ettin, ağırladın.” dercesine her cumartesi mutlaka Kuba Mescidi’ne uğramaya çalışırdı. O, “Biz onu severiz, o da bizi sever.” dediği Uhud dağını da ziyaret ederdi. Keza Medine’nin mezarlığı Baki’ye gider oradakilere selâm verir ve dua ederdi. İşte onun için bu konuyla alâkalı araştırma yapan dost-düşman herkes diyor ki: Peygamber Efendimizin cemaati kadar Ona bağlı bir cemaat ve cemaatine Onun kadar bağlı ikinci bir lider ne gelmiştir ve ne de gelecektir. Ismarlama bir liderin cemaatinin ısmarlama olması kadar tabiî ne olabilir ki?

Allah (c.c.) yemin ederek onu şöyle anlatıyor: “And olsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

Peygamber Efendimize Vefa

Peygamber Efendimizin dünyaya gönderilip risaletle görevlendirilmesi kâinat çapında bir olay olduğu gibi insanlığın yeniden dirilişi sayılır. Elindeki eşsiz Kur’ân mesajı ile dünyaya yeniden asıl düzenini verecek plan ve projeleriyle geldi. İnsanlık; din, ahlâk, ilim ve medeniyet noktalarında ona çok şey borçludur. Kim bilir o olmasaydı acaba insanlık ne durumda olacaktı? Kısacası Âkif’in ifadeleriyle diyebiliriz ki:

Dünya neye malikse onun vergisidir hep,

Medyûn ona cemiyeti, medyûn ona ferdi,

Medyûndur o masuma bütün bir beşeriyet,

Ya Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!

Kendi döneminde yaşayan arkadaşları Peygamber Efendimizin bu büyüklüğünü çok iyi anladıkları için eşsiz bir vefa ve saygı ile ona bağlı idiler. Hem kendilerinden hem de en yakın akrabalarından daha çok O’nu düşünmüş ve O’na sahip çıkmışlardı. Örneğin hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in diğer aile fertlerinin yanı sıra 7-8 yaşında olan kızı Aişe de yanında yoktu. Aynı şekilde Hz. Ömer hicret ederken yalnızdı ve küçük oğlu Abdullah bile yanında değildi. Ashabın yazdığı eşsiz destanı burada dile getirmek sözü çok uzatacaktır. Kur’ân’ı korumalarına benzer bir şekilde, Peygamberimizin her söz ve davranışını bize aktarmaları vefalarının en çarpıcı yanlarındandır.

Ashaptan sonra gelenler de bu titizliği göstermiş olmalılar ki, söz ve davranışlarının yazılı olduğu eserlerin yanı sıra birçok kutsal emaneti de günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak kısa bir zamandan beridir bazı vefasız gönüller, hem hadislerine hem de diğer emanetlerine ciddi şekilde hor davranmakta ve âdeta O’nun unutulması için gayret göstermektedirler. Ama insanlık hâlâ vefa duygusunu tam kaybetmemiş olacak ki, batılılarca hemen her on yılda bir yapılan anketlerde Peygamber Efendimiz çok büyük bir farkla insanlığın kaderinde en büyük pay sahibi olarak ilk sırada yer almaktadır. Suyun tersine kürek çekenlere tavsiyemiz, bir an önce güneşe karşı gözlerini kapatmaktan vazgeçip dünya ve ahiret mutluluğuna koşmalarıdır. Onun ümmetine düşen görev ise, Ona yakışır bir hayat tarzı sergileyerek Ona vefalarını bir daha ortaya koymalarıdır.

İnsanın en yakını anne ve babasıdır ve her türlü iyilikte olduğu gibi vefada da öncelik hakkı onlara aittir. Onlara hürmette kusur eden, Hakk’a karşı gelmiş olur. Onları hırpalayan er-geç hırpalanmaya maruz kalır. İnsan daha küçük bir canlı halinde var olmaya başladığı günden itibaren, hep anne-babanın omuzlarında ve onlara yük olarak gelişir. Bu hususta ne onların çocuklarına karşı olan şefkatlerinin derinliğini tayine, ne de onların çektiği sıkıntılarının sınırını tespite imkân vardır.

Bu bakımdan onlara saygı ve vefa hem bir insanlık borcu, hem bir edep, hem de bir görevdir. Kur’ân bize bu edebi, seçtiği duaları ile öğretir. Ve “Ey Rabb’imiz! (amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla” (İbrahim, 14/41) der. Demek ki, önce insanın kendi nefsi, sonra anne- babası gelir. Zaten bu husus insan olmanın, insanî duygularla bezenmenin bir ifadesidir. Allah hakkından sonra dikkat çekilen husus anne-baba hakkıdır. Anne-babasının hakkına riayet edenler övülmüş, aksi davranışlar ise büyük günahlardan sayılmıştır.

Sadece bir iki ayet meali vermekle yetinmek istiyoruz: “Biz insana, anne-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Anası onu zorluk üstüne zorluk çekerek taşıdı. Onun (memeden) ayrılması da iki yıl içinde olmuştur. (Onun için biz insana) “Bana ve anne- babana şükret, dönüş banadır.” diye öğüt verdik.” (Lokman, 31/14)

“Rabb’in yalnız kendisine ibadet etmenizi ve anne-babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi, yahut her ikisi senin yanında yaşlanırsa sakın onlara “Öf!” bile deme, onları azarlama! Onlara güzel söz söyle. Onlara karşı alçak gönüllü ol. Ve “Ey Rabb’im! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse, Sen de bunlara (öyle) acı!” de.” (İsra, 17/23-24) (Ayrıca bak: Bakara, ‘/83, 180, 215; Nisa, 4/36, 135, Enam, 6/151; Lokman, 31/14; Meryem, 19/14; Ankebut, 29/ 8; Ahkaf, 46/15, 17.)

İnsan anne-babasına karşı vefası ölçüsünde Yaratıcı’sına karşı vefalı olur. Onlara saygı ve vefası olmayanın Allah’a vefa ve saygısından söz etmek güçtür. Günümüzde, sadece Allah’a karşı saygısız olanlar değil, O’nu sevdiğini iddia edenler bile, anne-babalarına karşı ne kadar saygılı ve vefalı olabiliyorlar acaba!

Ya yıllarca en zor şartlarda evladını bağrına basan, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, uyumayıp başında duran anne-babasını, kurtulması gereken bir fazlalık ve yük olarak gören evlada ne demeli.

Toplumun temel taşı olan ailenin sağlam olması, eşler arasında ilk günden itibaren var olup ömür boyu sürmesi gereken karşılıklı sevgi, sadakat ve vefaya bağlıdır. Bu durum her kültürde değişik derecelerde var olan evrensel prensiplerden biridir. Hatta hayvanlar aleminde bile eşler arasında vefa ve sadakat anlamında değerlendirilebilecek davranışlar sergilenmektedir. Ölen eşin arkasından bir süre üzülüp yas tutmak, eşyalarını saklamak, hatırasından ötürü bir süre evlenmemek, süslenmemek, eğlenceli mekânlara gitmemek hatta bir süre evden çıkmamak gibi davranışlar, eşler arasındaki vefanın birer tezahürüdür. [1]

Allah (c.c.), eşlerin nikâh sırasında birbirlerine verdikleri söze vefa göstermeleri gerektiğini şöyle dile getiriyor: “Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayınız. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle içli-dışlı olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde nasıl geri alırsınız?” (Nisa, 4/20-21) Buradaki teminat, nikâh akdinin Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ve şahitler huzurunda, ciddî bir sözleşme ile kıyılmasıdır. Elbette mehir de garanti altına alınmıştır. Bir yastıkta kocama, karşılıklı vefa, saygı, sevgi, namus ve haysiyeti koruma, mutlu ve mutsuz anlarda beraber olma ve yek diğerine maddî-manevî destek olma gibi, aileyi ayakta tutan konuların hepsinde söz verilmiş olunmaktadır.

İşte bu sözlerin tamamına vefa gösterilmesi, gereğinin yerine getirilmesi eşlerin karşılıklı hak ve görevleri arasındadır. Eşler arasında vefa ve sadakatin çok azaldığı ve bu yüzden birçok ailenin yıkılmayla karşı karşıya olduğu, âdeta bu konunun insanlığın birinci gündem maddesi haline geldiği günümüzde, bu alandaki vefaya da ne kadar muhtaç olduğumuz izahtan varestedir.

Peygamber Efendimiz de, “Şartlarına eksiksiz uymanız gereken en önemli sözleşme, eşinizle yaptığınız nikâh sözleşmesidir.”(Buharî, şurût, 6, nikah, 52; Müslim, nikah, 63; Ebû Davut, nikah, 39; Tirmizî, nikah, 31; Nesei, nikah, 42; İbn Mace, nikah, 41; Müsned, IV, 144, 150.) buyurarak konunun önemine dikkat çekmiştir. Peygamber Efendimiz, ailesi için bu vefanın da en güzel örneğini vermiştir. Öyle ki vefatlarından sonra bile hanımlarının dost ve arkadaşlarına karşı saygılı davranmış, onları gözetmiş ve ilişkisini kesmemiştir. Mesela, evlerine bir hediye geldiğinde, “Falan kişilere de götürün. Zira Hatice hayatta iken onu severdi.” diyerek onlara hediyeden gönderirdi.

Bir gün yanına yaşlı bir hanım geldi. Peygamber Efendimiz, onu tanımak için kim olduğunu sordu. Ben “Cusame el-Müzeniye’yim.” deyince, onu hatırladı ve “Sen Husane (güzel kadın) el-Müzeniye’sin.” diyerek ona iltifat etti. Sonra da onunla yakından ilgilendi, hal hatırını sordu, “Görüşmeyeli nasılsınız?” dedi. Kadın, “Anam-babam sana feda olsun Ya Resulallah, iyiyiz.” cevabını verdi. Kadının kim olduğunu soranlara ise şunları söyledi: “Bu kadın, Hatice hayatta iken bize gelir giderdi.”(Hakim, Müstedrek, iman, 41 (I, 62))

Verilen söze en güzel şekilde uymak imandandır. Öyle anlaşılıyor ki, nikâh akdi sırasında verilen söze, akrabaların yanı sıra eşlerin birbirlerinin dost ve arkadaşlarıyla da ilgilenmek ve irtibatı kesmemek de girmektedir; üstelik bu durum imandan sayılacak kadar da önemlidir.

Dipnotlar

Dipnotlar
1Şah Veliyullah Dehlevi, özellikle kadının iddet süresi boyunca takınması gereken üzülme, süslenmeme vb. davranışların vefâkarlık gösterisi olduğunu, aksi davranışların bir nevi vefâsızlık olarak telakki edilebileceğini ifade etmektedir. Bak: Huccetullah el-Baliğa, II, 449. (Ter. M. Erdoğan), İst. 1994.

Lügatte; uygunsuz, yakışıksız ve gereksiz şeylerden sakınmak, haram ve yasaklara karşı da, titiz davranmak, tetikte olmak veya memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma manâsına hamletmişlerdir ki; “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olana geç.”(Buhârî, buyû’,3; Tirmizî, kıyâme, 60; Müsned, 3/153.) “Helâl belli, haram da bellidir”(Buhârî, iman, 39; Müslim, müsakat, 107, 108.) gibi İslâmî prensiplerde anlatılan gerçeğe uygun olan da budur.

Asr-ı Saadetle insanlığın tanıdığı vera’, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn döneminde âdetâ semavîleşti ve her mü’minin gâye-i hayâli haline geldi. Bu dönemde idi ki, Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi, Ahmed b. Hanbel’e gelerek: “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum; bazen de devlet memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum.. bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını veriyor.(Kuşeyrî, Risâle, 247.)

Ve yine bu dönemde idi ki, gözü bir kere harama ilişen biri bütün bir ömür boyu “Günâhım!” deyip feryâd ediyordu. Bu dönemde idi ki, bilmeyerek haram bir lokmanın girdiği mide, istifrâya zorlanıyor ve bunun için günlerce gözyaşı dökülüyordu.

Yanlışlıkla cebine koyduğu başkasına âit bir kalemi, sâhibine ulaştırmak için Merv’den Mekke’ye yolculuk yapıldığını, bunlardan birinin kahramanı olan büyük muhaddis, üstün fakih ve derin zâhid İbn Mübârek anlatıyor. (Age. 248) Üzerinde başkasına ait bir hak varolduğu mülâhazasıyla, alacaklıya, ömrünün sonuna kadar hizmetkâr olmaya azmetmiş insan sayısı hiç de az değil.. meşhur zâhid Fuzayl b. İyâz da bu vâdinin hâl tercümanlarından!. ve bu aydınlık dünyada daha niceleri..! Evliyâ, tabakat ve menkıbe kitapları bu altın insanların ruhânîleri aşan hayatlarıyla lebâleb..(Kuşeyri, Risale, 247; M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 80.)

Takvâ

Takvâ, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Lügat ve şer’î manâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, ilgili kitaplarda her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.

Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumî manâsı vardır ki, dinin prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer tutar. İşte bu manâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır.” (Hucurât, 49/13) âyet-i buna işaret etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir manâ yüklediğine şâhid olunmadığı gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve manâyı kucaklayan; kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Muttakiler için yol göstericidir) (Bakara, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun”(Umulur ki takvaya eresiniz) (Bakara, 2/21) ufkuna çevirir.

Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma manâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını da bulmuş olur.

Takvânın bu umumî isti’mâline mukâbil bir de herkes tarafından bilinen bir has manâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince akla gelen de budur. O da; dinin emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki: “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar” (Şûrâ, 42/37) fermanı bu önemli esasın bir yanını; “Onlar ki îman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular.” (Yunus, 10/9) câmî beyanı da diğer yanını ifade etmektedir.

Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmî iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince: “Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe”( İbn Mâce, Zühd, 24; Tirmizî, Kıyâme, 19.) gibi pek çok beyan-ı Nebevî var ki, Kurân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.

Evet, tam ihlâs, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; yukarıda zikredilen hadîs; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadîs; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğu; tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu gibi hususları anlattıktan sonra Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) buyuruyor ki:

“Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”(Buhârî, Îman, 39, Müslim, Müsâkât, 107, 108.)

Bu esaslara binâen, takvâ-yı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helâl bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca: “Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır” (Hucurât, 49/13) âyetiyle; “Kulları içinde Allah’dan hakkıyla ancak âlimler korkar” (Fâtır, 35/28) beyanı âdetâ kutuplaşır.. takvâ, asâlet ve şerefe inkılâp eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar, “İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihânına tabî tuttuğu kimselerdir” (Hucurât, 49/3) İlâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.

İbadet ve itaat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; ma’siyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:

– Kulun mâsivâullah’tan (Allah’dan gayrı her şey) kaçınması.

– Onun şeriat ahkâmına bihakkın riayet etmesi.

– Hakk’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması.

– Yasaklara muhalefet etmeye götürecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olması.

– Maddî-manevî her şeyi Allah’dan bilip, nefse hiçbir şeyi temlik etmemesi.

– Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi.

– Allah’dan başka hiçbir şeyi gaye-i hayal edinmemesi.

– Hazret-i Rehber-i Küll’e bilâ kayd u şart inkıyâd etmesi.

– Âyât-ı tekviniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatını yenilemesi.

– Ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevtte kusur etmemesi.

Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır; Hakk katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır.(Kuşeyri, Risale, 247; M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 74)

Üstad Bediüzzaman da takva konusunda şunları söylüyor: “Bu günlerde, Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, bu takvâ olan def’-i mefasid ve terk-i kebâir üssül-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi a’mel-i salih var. Çünki bir haramın terki, vâcibdir; bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda -binler günahın tehacümünde- bir tek içtinab az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş olur.

Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmiyle günahdan kaçınmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i sâliha’dır. Bu zamanda en mühim vazife, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Mâdem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüzer günah insana karşı geliyor! Elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile, yüzer amel-i salih işlemiş hükmündedir.”(B. S. Nursî, Tarihçe-i Hayat, 303.)

Zühd lügatte, isteksizlik, rağbetsizlik, önemsizlik demektir. Kavram olarak anlamı şudur: Dünyaya yani maddîyata ve menfaate değer vermemek, hırslı, ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalbte dünya ve menfaat sevgisi taşımamak, bunların kalbe soğuk gelmesi, tûl-i emel sahibi (ihtiraslı) olmamak, kısar-i emel sahibi (kanaatkâr) olmak, manevî değerlerin maddî değerlerden üstün ve önemli olduğuna inanmak.

Zühd, paraya, menfaate, makama, şöhrete, eşyaya, kadına karşı bahis konusu olur. Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma manâlarına gelen zühd; sûfilerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, âdeta bir perhiz hayatı yaşamak.. davranışlarında takvayı esas tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, hatta buğz ve nefret içinde bulunmak manâlarına gelir.

Bir diğer manâda zühd, ebedî ukbâ saadeti için muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz. Haram ve helâllere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mübah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına gösterilen titizliktir.

Zühd insanı; hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan bela ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve ma’siyetlere karşı olabildiğince sabırlı.. küfür ve dalâlet müstesnâ Yaradan’ın her türlü takdirinden hoşnut.. ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gaye-i hayal haline getiren insandır.

Onun kalbinin kulağında sürekli: “De ki: Dünya metaı ne de olsa azdır; ahiret ise takva ehli için mahz-ı hayırdır.” (Nisâ, 4/77) hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde: “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) gerçeği şu’lefeşân olmakta ve basîret ufkunun her köşesinde: “Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi.”(Ankebût, 29/64) İlâhî beyanı, nümâyandır.

Zühdü; sıkıntı anlarında dahi şeriatın hududlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüb eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı yüceltme mülâhazasının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da çıkmıştır.

Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hakk rızasına göre programlanmış ve tûl-i emellere kapalı kalabilmiş bir kalbin ameli olarak görmüşlerdir.(Kuşeyrî, Risâle, 115.) Bu anlayışa göre gerçek zühdün emaresi üçtür:

  1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama,
  2. Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme,
  3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.

Mallarımız ki biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki biz onları dehrin harap etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harap oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar.(Kuşeyri, Risale, 252; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 69.)

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 259 other subscribers