Al-i İmran Suresi (97-127. ayetler)
Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.
Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.
Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.
Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:
– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
– “Evet” deyince:
– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.
Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”
Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).
Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.
İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.
Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).
Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).
Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).
Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.
Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).
Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
1 ElifLâmMîm.
2 Allah: yoktur O’ndan başka ilâh; Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir; Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır.
3 O, sana Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda, hak bir gaye için ve kendinden önce indirilen bütün kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici olarak fasıl fasıl indirmektedir; nitekim Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti,
4 Daha önce insanlar için dupduru hidayet kaynağı olarak; ve (en son ve bağlayıcı mahiyette hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran ölçüler bütünü) Furkan’ı indirdi. Allah’ın (hak ve hidayet kaynağı) âyetlerini bile bile örtüp gizleyen ve kabul etmeyenler yok mu: onlar için pek çetin bir azap vardır. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; (bağışlanmaz türde ve bilhassa küfür gibi, şirk gibi en büyük zulme karşı) aman vermez mukabelesi olandır.
5 O Allah ki, O’na yerde de gökte de hiçbir şey gizli kalmaz.
6 O’dur rahimlerde size dilediği şekli veren. Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
7 O’dur Sana (bu mucize) Kitabı indiren: onda muhkem âyetler vardır ki, onlar Kitab’ın anasıdır; diğer âyetleri ise müteşabihtir. Fakat kalblerinde eğrilik olanlar, nasıl fitne çıkarıp insanları saptırırız, nasıl onun (gaye ve arzumuza göre) bir te’vilini bulabiliriz diye müteşabih olanların peşine düşerler. Halbuki onun gerçek te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde kökleşip derinleşenler de, “Biz, o Kitabın tamamına inandık, (muhkemiyle, müteşabihiyle) hepsi Rabbimizin katındandır.” derler. İşte, ancak gerçek akıl ve idrak sahipleridir ki, düşünür ve gerekli dersi alırlar.
8 (Ve o gerçek akıl ve idrak sahipleri, şöyle yalvarırlar): “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi eğriltme ve (Rabbimiz, Sen’in rahmetin olmadan ayakta kalmamız mümkün değildir; o halde) bize Kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki Vehhâb (bağışı pek bol olan)’sın Sen.
9 “Rabbimiz, Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde mutlaka bir araya toplayacaksın. Hiç kuşkusuz Allah, verdiği sözden dönmez.”
10 O küfredenlerin malları da çocukları da Allah karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlardır Ateş’in yakıtı olanlar.
11 Tıpkı Firavun oligarşisiyle daha öncekilerin durumu gibi: âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah, günahları sebebiyle kendilerini kıskıvrak yakalayıvermişti. Allah, cezalandırması çok çetin olandır.
12 (Din’i tahrif etmek ve insanları saptırmak için Kitap’taki müteşabih âyetlerin peşine düşen ve onları keyiflerince yorumlamaya kalkan Kaynuka Oğulları Yahudilerinden) o küfredenlere de ki: “Yakında mağlûp edilecek ve topluca Cehennem’e sürüleceksiniz; ne fena yataktır o!”
13 (Bedir’de) karşı karşıya gelen o iki toplulukta sizin için hiç şüphesiz bir ibret vardı: bir topluluk Allah yolunda savaşırken, diğeri kâfirdi ve (savaş esnasında karşılarındaki mü’minleri) baş gözleriyle olduklarının iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.
14 İnsanlar, mahiyetleri itibariyle, (bilhassa erkekler için olmak üzere) kadınlardan, evlâttan, kantar kantar altın ve gümüşten (yığın yığın paradan), salma güzel atlardan, (davarlar ve sığır gibi) ehlî hayvanlardan, ekinler ve kazançtan yana şiddetli tutku ve beklentiler içindedirler. Oysa bunlar, dünya hayatının geçimliğinden ibaret olup, takip edilmesi gereken gerçek hedef ve gayenin güzel olanı Allah katındadır.
15 De ki: “Size (büyük bir ihtirasla bağlandığınız) bu şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girenler için Rabbileri katında (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah, kulları(nı) hakkıyla görendir.
16 Ki, (o kulların içinde takva dairesine girmiş olanlar), hep şöyle yalvarırlar: “Rabbimiz, biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve bizi Ateş’in azabından koru!”
17 (Başlarına gelen musibetler karşısında, ibadete devamda ve günahlardan sakınmada) sabırlıdırlar; (sözlerinde ve davranışlarında, iman ve ahdlerinde) sadıktırlar; (Allah’ın huzurunda) boyun eğip divan duranlardır; (Allah’ın kendilerine verdiği bütün nimetlerden O’nun yolunda) infakta bulunanlardır; seherlerde istiğfar edenlerdir.
18 Allah şahittir ki, başka ilâh yok, ancak O vardır; bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da, tam bir doğruluk, adalet ve hakkaniyet içinde (aynı gerçeğe şahittirler). Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
19 Allah katında (hak ve makbul) din ancak İslâm’dır. Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, (başka bir zaman değil,) ancak kendilerine hem de (doğru ile yanlışı, ne yaparlarsa ne ile karşılacaklarını bildiren vahyî) ilim geldikten sonra sadece aralarındaki bağy (haset ve rekabetten kaynaklanan karşılıklı tecavüz) sebebiyle ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini bile bile örtüp gizliyor ve inkâra yelteniyorsa, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20 (Bu gerçeğe rağmen) halâ inat edip seninle münakaşaya tutuşuyorlarsa, (onlara) de: “Ben, bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da (aynı şekilde teslim oldular.)” Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlarla, Kitap’tan habersiz, ilimden yoksun olup da yanlış yollarda gidenlere, “Siz de aynı şekilde teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim olmuşlarsa, şüphesiz hidayete ermişler, doğru yolu bulmuşlar demektir. Eğer yüz çeviriyorlarsa, sana düşen sadece tebliğ etmek (sözünle ve yaşayışınla Hak Din’i eksiksiz, kusursuz göstermektir). Zaten (ne söylüyorlar, ne yapıyorlarsa) Allah, kulları(nı) hakkıyla görmektedir.
21 Allah’ın âyetlerini bile bile gizleyip sonra da inkâra yeltenenler ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri hakhukuk gözetmeksizin öldürüp duranlar, bununla da kalmayarak, insanlar içinde tam doğruluk ve adaleti yayıp yerleştirmeye çalışanları da öldürenler var ya: işte onları pek acı bir azapla müjdele!
22 Onlar öyle kimselerdir ki, bütün yaptıkları dünyada da Âhiret’te de boşa gitmiştir ve (yaptıklarından kendilerine fayda temin edecek ve onları azaptan kurtaracak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
23 Bakmaz mısın şu kendilerine Kitap’tan bir pay verilenlere! Aralarında (baş gösteren meselelerde) hükmetmek üzere Allah’ın Kitabı’na davet edildikleri (ve onun hükümlerine göre muhakeme olundukları halde), sonra içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüp gitmektedir.
24 Şundan dolayı ki, onlar “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacak!” diye iddia etmekte (ve Kitabın hükmünden yüz çevirmekle azaba uğramayacaklarını zannetmektedirler). Uydurageldikleri bu türlü yalanlar, Allah’a attıkları bu türlü iftiralar, onları dinleri mevzuunda işte böyle aldatmaktadır.
25 Onları, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan, herkes dünyada ne kazanmışsa kendisine tastamam geri ödeneceği ve kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı (dehşetli) bir günde toplayıp bir araya getirdiğimizde halleri ne olacak (bir bilseler)!
26 De ki: “Allah’ım, ey mülk ve hakimiyetin yegâne mâliki! Sen, mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden çekip alırsın; kimi dilersen aziz eder, kimi de dilersen zelil edersin! Sen’in elindedir ancak hayır. Şüphesiz Sen, her şeye hakkıyla güç yetirensin.
27 “Geceyi gündüze katarsın ve gündüzü de geceye katarsın; ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve kimi dilersen ona hesapsız rızık verirsin.”
28 Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri (işlerine vekil, müsteşar, başlarında idareci ve küfürleri sebebiyle) dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa (bilsin ki o), kaynağı Allah olan bir yol, bir sistem üzerinde değildir ve Allah’tan göreceği bir yardım ve sahiplenme de yoktur; ancak (hakim konumda bulunan) o kâfirlerden (dininize, toplumunuza, mukaddeslerinize ve canınıza gelecek önemli bir tehlikeden) bir şekilde korunmanız hali müstesna. Her halükârda Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırır. (Başkasına değil,) ancak Allah’adır nihaî varış.
29 (Mü’minlere) de ki: “Sinelerinizdekini gizleseniz de, açığa da vursanız da Allah onu bilmektedir; O, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”
30 Gün gelir, her şahıs (dünyada iken) hayır adına ne işlemişse önünde hazır bulur; kötülük adına ne işlemişse de. İster ki, o kötülükle kendisi arasında upuzun bir mesafe olsun! Allah, sizi Kendisi’ne karşı gelmekten sakındırıyor. Allah, kullar(ın)a pek çok acıyandır.
31 (Ey Rasûlüm, onlara) de: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.
32 Yine, de: “Allah’a itaat edin ve (bu itaatın gereği olarak) Rasûl’e de.” (Senin bu çağrına rağmen) yüz çevirip giderlerse (bil ki, bu çağrıdan ancak kâfirler yüz çevirir ve onlar da bilsinler ki) Allah, kâfirleri sevmez.
33 (Eğer, sana ve peygamberlerden bazılarına inanmıyorlarsa, şu bir gerçek ki Allah, risaleti dilediğine verir ve) şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Ailesi’ni ve İmran Ailesini (insanlık içinde) bizzat süzüp tertemiz bir hülâsa kılmış ve bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştir
34 Birbirlerinden gelen (aynı inanç üzerinde) tek bir nesil olarak. (Bu bakımdan, peygamberlere inanmada onları birbirinden ayırmayın ve haklarında, ayrıca Allah’ın tercihi konusunda yanlış söz söylemeyin ve yanlış düşüncelere girmeyin). Allah, (her söyleneni) hakkıyla işitendir; her şeyi hakkıyla bilendir.
35 Hani bir zaman İmran’ın hanımı şöyle dua ve münacatta bulunmuştu: “Rabbim! Şu karnımdaki yavruyu her türlü bağdan, dünya iş ve meşgalesinden azade ve her şeyiyle Sana teslim bir kul olarak, (bilhassa Ma’bed’e hizmet etsin diye) Sana adadım; ne olur bu adağımı kabul buyur; şüphesiz ki Sen’sin Semîʽ (her şeyi hakkıyla işiten); Alîm (niyetlere ve kalbden geçenlere varıncaya kadar her şeyi hakkıyla bilen).”
36 Derken, vakti gelip de onu dünyaya getirince, (adağından dolayı erkek beklerken kız gelmesi karşısında,) “Rabbim, ben bir kız dünyaya getirdim!” deyiverdi. –Allah, dünyaya ne getirdiğini elbette daha iyi biliyordu! (Bu sebeple üzülmesine gerek yoktu, çünkü O’nun beklediği) erkek çocuğu, (O’na bahşettiğimiz ve nasıl bir nimete mazhar kılınacağını bilmediği) bu kız gibi olamazdı.– “Ben, O’nun adını Meryem koydum; O’nu ve O’ndan gelecek nesli, rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.”
37 Rabbisi onu, (annesinin adamasındaki samimi niyet ve güzel duygulara karşılık) iyilik ve güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir fidan gibi büyütüp yetiştirdi. O’nu Zekeriya’nın bakım, görüm ve himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman Ma’bed’e girip O’nun yanına varsa beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem, bunlar sana nereden geliyor?” diye sordu. “Allah katından!” dedi Meryem. Şüphesiz Allah, kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
38 İşte o noktada Zekeriya, dua ile hemen Rabbisine yöneldi ve şöyle dedi: “Rabbim, bana katından tertemiz, hayırlı bir nesil lütfet. Şüphesiz Sen, duaları hakkıyla işitensin.”
39 Derken, (bir gün) mihrapta namaza durmuştu ki, melekler kendisine seslendiler: “Allah, sana Yahya’yı müjdeliyor: Allah’tan bir Kelime’yi tasdik edecek, hem salihlerden bir efendi, hem gayet zahit ve bir nebî olacaktır.”
40 Zekeriya, (hayret içinde) “Rabbim, ihtiyarlık gelip çatmış, karım da kısırken benim nasıl, hangi yolla çocuğum olacak?!” diye sordu. (Allah, melek vasıtasıyla), “Olacak, Allah ne dilerse yapar!” buyurdu.
41 “Ya Rab,” dedi (Zekeriya), “Bana bir emare, bir alâmet lûtfet!” “Sana emare” buyurdu (Allah): “işaretleşme dışında, insanlarla üç gün süreyle konuşamamandır. Bu arada, Rabbini çok zikret ve ikindiakşam saatleriyle şafakişrak saatlerinde tesbihte bulun.”
42 Bir zaman da geldi, melekler, (Ma’bed’ de hizmete devam etmekte olan Meryem’e) seslendiler: “Meryem! Hiç şüphesiz Allah seni süzüp seçti; seni tertemiz ve her türlü günahtan, lekeden uzak kıldı ve sana bütün dünya kadınlarının üzerinde bir mevki verdi.
43 “Meryem! Rabbinin huzurunda O’nun için elpençe divan dur, secdeye kapan ve O’nun önünde baş eğip rükûa varanlarla birlikte rükûa var!”
44 (Ey Rasûlüm!) Bütün bunlar, (senin ve hiçbirinizin şahit olmadığı) gayb haberlerindendir ki, onları sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Meryem’in bakım ve himayesini hangisi üzerine alacak diye kalemleriyle kura çekerlerken elbette yanlarında değildin; bu konuda çekişirlerken de onlarla birlikte değildin.
45 Yine bir defasında melekler, “Ya Meryem!” dediler: “Allah sana Kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor: ismi Mesih, Meryem oğlu İsa’dır; dünyada da Âhiret’te de itibarlı, şerefli ve Allah’a en yakın kullardan olacaktır.”
46 “Ayrıca, beşikte iken de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşur ve salihlerdendir.”
47 “Ya Rab!” dedi (Meryem), bana hiçbir (erkek) insan eli dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” (Allah adına konuşan Ruh), cevap verdi: “Allah’tır O, ne dilerse yaratır. Bir şeyin olmasına hükmettiği zaman ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.”
48 “(Allah, o doğacak çocuğa) “Kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek;
49 “Ve onu İsrail Oğulları’na bir rasûl olarak gönderecektir.” (O da, kendisini onlara misyonunda tecelli eden ana hususiyetleriyle şöyle takdim eder:) “Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbinizden bir âyetle, apaçık bir delille geldim: Sizin için çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar ve içine üflerim de, Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Yine, Allah’ın izniyle, (anadan doğma) körü ve alacalıyı (cüzzamlı) iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ne yediğinizi ve evlerinizde neyi biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer şimdiye kadarki iman iddianızda samimi, gerçekten mü’minlerseniz, bütün bunlarda sizin için (benim peygamberliğimi ortaya koyan) apaçık bir delil vardır.
50 “(Ayrıca,) benden önce indirilen Tevrat’ı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik edici olarak ve üzerinize haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için (gönderildim); ve gerçekten ben, size Rabbinizden (peygamberliğime) apaçık bir delille geldim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının, takva dairesine girin ve bana itaat edin.
51 “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde O’na ibadet edin. Bu, (üzerinde yürünmesi gereken) doğru bir yoldur.”
52 İsa, (bu minval üzere tebliğine devam etti) ve onların gerçeği bile bile inkârlarını, (hattâ kendisine karşı düşmanlıklarını) kesinkes sezince, “Allah’a (giden bu yolda) bana kim yardım eder?” diyerek (umumî bir çağrıda bulundu). Havariler, “Biziz, Allah (yolunun) yardımcıları!” diyerek (ortaya atıldılar ve) “Allah’a iman ettik” dediler: “Sen de şahit ol: biz, Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız.”
53 “Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’a) iman ettik ve (gönderdiğin) Rasûl’e tâbi olduk; bizi (indirdiğin gerçeğe, gönderdiğin Rasûl’e ve o Rasûl’ün vazifesini yaptığına) şahit olanlardan yaz.”
54 Öbürleri ise tuzak kurup komplolar hazırladılar; Allah da Kendi iradesini uygulamaya koydu. Allah, tamamen hayra dayalı olarak Kendi iradesini hakim kılan, (mü’minlere karşı kurulan tuzakları, onu kuranlar aleyhinde bir tuzak olarak icra eden)’dir.
55 O zaman Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim; ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü’ne kadar küfredenlere üstün kılacağım.” Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
56 “Küfredenlere gelince, onlara dünyada ve Âhiret’te çok şiddetle azap edeceğim ve (bu azabım karşısında) onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
57 “Buna karşılık, iman edip imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, Allah onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah, (apaçık âyetlerini inkârla O’nu tanımayan veya O’na şirk koşan ve böylece en büyük haksızlığı yapan) zalimleri, haksızlıkta bulunanları asla sevmez (ve Kendisi de, asla haksızlık yapmaz).”
58 İşte (ey Rasûlüm,) bütün bu gerçekleri sana birer âyet ve o hikmet yüklü, doğruluğu açık ve kesin Zikr’e (Kur’ân’a) dahil olarak okuyoruz.
59 Allah katında (dünyaya gelmesi açısından) İsa’nın durumu aynen Âdem’in durumu gibidir. (İsa’yı babasız olarak Meryem’ in rahminde gıda halinde O’nun vücuduna giren unsurlardan şekillendirip yaratan) Allah, Âdem’i (yine babasız, hattâ annesiz de olarak) topraktan (toprakhavasu unsurlarından) meydana getirdi, sonra da ona “Ol!” dedi (ruh üfledi), o da oluverir.
60 Gerçek (nasıl her zaman) Rabbinin buyurduğu (ise, bu da Rabbinden öyle bir gerçektir). Bu konudaki şüpheden uzak kesin inancında sabit olmaya devam et.
61 Artık sana bu sağlam ve doğru bilgi geldikten sonra, kim halâ seninle (İsa hakkında) tartışmaya girerse onlara de: “Gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”
62 Meselenin aslı ve özü, sözün doğrusu budur. (Ne İsa, ne başkası,) ilâh olarak sadece Allah vardır; ve şüphesiz Allah, Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir; Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)dır.
63 Her şeye rağmen halâ yüz çeviriyorlarsa, muhakkak ki Allah, o bozguncuları hakkıyla bilmektedir.
64 De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle aramızda aynı olan bir kelimeye, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Senin bu çağrından sonra yine de yüz çevirirlerse, (ey Müslümanlar,) siz şunu ilân edin: “Şahit olun, şüphesiz ki biz, (Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş) Müslümanlarız.”
65 Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında (o Yahudi idi, yok Hıristiyan’dı diye) niye tartışıp iddialaşıyorsunuz?! (Siz de biliyorsunuz ki,) Tevrat da, İncil de O’ndan sonra indirildi. Bu kadarcık olsun akletmeyecek misiniz?
66 İşte siz böylesiniz: hakkında kesin bilgi sahibi olduğunuz bir konuda bile (hiç akletmez, doğruyu kabullenmez ve) böyle tartışıp iddialaşırken, hakkında sağlam hiçbir bilgiye sahip olmadığınız konularda ne diye tartışıp iddialaşırsınız? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67 İbrahim, Yahudi de değildi, Hıristiyan da değildi; selim bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancıyla Hak’ka yönelmiş bir Müslüman’dı O. Asla müşriklerden olmadı.
68 Dolayısıyla, insanlar içinde İbrahim’e en lâyık ve en yakın olanlar, (misyonunun devamı sürecince) O’na tâbi olanlarla, şu (şanı çok yüce) Peygamber ve (beraberinde bulunan) iman edenlerdir. Allah, bütün mü’minlerin velîsi, (koruyucusu, yâr ve yardımcısı)dır.
69 Kitap Ehli’nden bir grup arzu eder ki, keşke sizi saptırabilseler! (Tabiî ki, kursaklarında kalacak bir arzudur bu! Çünkü) onlar sadece kendilerini saptırmaktadırlar ama, farkında değillerdir.
70 Ey Kitap Ehli! (Yanınızdaki kitaplarda) doğruluğuna şahit olup dururken bile bile ne diye Allah’ın âyetlerini gizliyor ve inkâr cihetine gidiyorsunuz?
71 Ey Kitap Ehli! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?
72 Kitap Ehli’nden bir grup da (birbirlerine) şöyle demektedir: “Şu iman edenlere indirilene günün ilk bölümünde inanmış görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin: belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp, önceki hallerine ve inançlarına geri dönerler.
73 “Fakat siz siz olun, kendi dininize tâbi olandan başkasına inanmayın;” –(Ey Rasûlüm,) de ki: “Takip edilmesi gereken gerçek ve doğru yol, Allah’ın koyduğu yoldur.”– “(inanmayın ki,) size verilenin bir benzeri başkasına da verilmiş olmasın veya Rabbinizin katında aleyhinizde delil getirip sizi mağlûp etmesinler.” (Rasûlüm,) de ki: “Doğrusu, bütün lütuf Allah’ın elindedir; onu dilediğine verir.” Allah, rahmet ve lütfuyla her varlığı kucaklayan, merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir.
74 Rahmetini, (bu arada, vahiy ve peygamberliği kullarından) kimi dilerse ona has kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
75 Kitap Ehli içinde öylesi vardır ki, kendisine yük yük emanet bıraksan onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona tek bir dinar para emanet etsen, üzerine varıp da başında dikilip durmadıkça onu sana iade edecek değildir. (Bu ikincilerin tavrı şundandır): Onlar, “Dinimizden olmayan, hele bizim gibi bir kitaba sahip bulunmayanlar hakkında ne yapsak mübahtır; bundan dolayı sorumlu olmayız.” iddiasındadırlar. Halbuki, (bu iddialarının hiçbir temele dayanmadığını) bile bile Allah hakkında yalan uydurmaktadırlar.
76 Oysa (Allah’ın koyduğu hakikat şudur): Kim, (kime karşı olursa olsun) sözünde durur, ahdine sadık kalır ve (her hususta olduğu gibi, bu hususta da) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde hareket ederse, bilin ki Allah, müttakîleri sever.
77 Allah’ın bir ahd olarak kendilerine lütuf buyurduğu Din’i ve ona uyma hususunda Allah’a verdikleri sözü, bir de yeminlerini önemsiz bir fiyat karşılığı satanlara gelince, onların Âhiret’te hiçbir nasipleri yoktur: Kıyamet Günü (en çok ihtiyaç duydukları anda) Allah onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları günahlarından temizleyip paka çıkarmayacaktır. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
78 (Kitap Ehli’nin) içinde bir grup da vardır ki, Kitabı okurken aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye başka manâya gelecek şekilde kelimelerin telaffuzunu, vurguları ve okunuşu değiştirirler. Sonra da bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde, “Bunlar, Allah katındandır.” diye takdim ederler. Hayır, onlar, Allah hakkında bile bile yalan uydurmaktadırlar.
79 Allah, bir kişiye Kitap, hüküm (manevî ve misyonu çerçevesinde maddî sahada hakimiyet, doğru ve yerinde karar verebilme ve doğru ile yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti ile Allah’ın hükümlerini uygulama yetkisi) ve peygamberlik versin, sonra da bu kişi kalkıp insanlara, “Allah’ı bırakın ve bana kul olun!” desin, bu asla mümkün değildir ve olmamıştır. Oysa her peygambere şunu demek yaraşır ve nitekim her peygamber bunu demiştir: “Kitabı okuyor, öğretiyor ve üzerinde çalışıyorsunuz, o halde Hak’ kın öğrenip öğrettiğinizi uygulayan sadık ve ihlâslı kulları olun!”
80 O, size “Melekleri ve peygamberleri Rabler edinin!” diye de emretmez. Siz Allah’a boyun eğen Müslümanlar olduktan sonra kalkıp, size hiç küfrü emreder mi?
81 Hem Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Ne zaman size (rasûl olanlarınıza doğrudan, nebî olanlarınıza bir Rasûl’ün mirasçısı olarak) Kitap ve hikmet versem ve ardından, size verilmiş bulunan (Kitabı) tasdik edici bir Rasûl gelse, ona mutlak surette inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz.” diye söz almıştır. Allah, “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da, “Kabul ettik!” diye ikrar vermiş, bunun üzerine Allah, “Öyleyse şahit olun, (ümmetleriniz de şahit olsun); Ben de sizin gibi şahit oluyorum!” buyurmuştur.
82 Artık kim bundan sonra yüz çevirip başka türlü davranırsa, onlar (Din’den çıkmış) fasıklardır.
83 Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.
84 De ki: “Biz (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil’e) ve (bütün) nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş ve ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş Müslümanlarız.”
85 Kim, İslâm’dan başka bir din arzu eder ve ararsa, (bilsin ki) bu, ondan asla kabûl edilmeyecektir; o, Âhiret’te de kaybedenlerden olacaktır.
86 İman ettikten, O (şanı yüce) Rasûl’ün hak olduğuna (O’nda gördükleri risaletine delil sıfatlar sebebiyle) bizzat şahadet ettikten ve kendilerine (hem O’nun risaletini hem de getirdiği Kitabın Allah Kelâmı olduğunu ispat eden) o apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayet eder mi? Allah, (gerçeği gizleyerek, bile bile inkâr ederek bütün kâinata ve hakikatlara haksızlık yapan) zalimler güruhuna asla hidayet vermez.
87 Böylelerinin görecekleri karşılık, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 Hem de bu lânetin içinde sonsuzca kalmak üzere. Görecekleri azap hafifletilmeyecek, yüzlerine de bakılmayacaktır.
89 Ancak bilahare tevbe eden ve (içlerini küfürden temizleyerek, iman ve salih amelle) ıslahı halde bulunanlar müstesna. Şüphesiz Allah, günahları çok affedendir; (tevbe ve ıslahı hâl ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır.
90 Buna karşılık, iman ikrarından sonra küfre sapanlar ve sonra (davranışları, çıkardıkları fitneler ve kurdukları komplolarla) küfürde daha da ileri gidenler ise, (artık iman kabiliyetini yitirdikleri için öylelerinin bir daha geri dönüşleri olmaz; onlar, ölümü görmedikçe tevbeye de yanaşmazlar, ölüm ânında küfürden) yapacakları tevbe de artık kabul görmez. Onlardır tam manâsıyla sapmış, dalâlete yuvarlanıp gitmiş olanlar.
91 Küfredip de neticede kâfir olarak ölüp gidenler, içlerinden her biri kendini kurtarmak için yer dolusu altın verecek bile olsa bu, onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. Onların hakkı çok acı bir azaptır ve (bu azap karşısında) hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
92 Bizzat sevdiğiniz (mal, bilgi, eşya…)dan infak etmedikçe gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamaz, (ebrardan olamazsınız.) Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir.
93 Tevrat indirilmeden önce İsrail’in (Yakub’un) kendi nefsine haram kıldığı müstesna, (Kur’ân’da helâl kılınmış bulunan) bütün yiyecekler İsrail Oğulları için de helâl idi. (Ey Rasûlüm, onlara), “Eğer (Tevrat’ta nesih bulunmadığı iddiasında) samimi iseniz, getirin Tevrat’ı ve okuyun!” de.
94 Artık kim bundan sonra Allah’a yalan isnadıyla iftirada bulunursa, böyleleri zalimlerin ta kendileridir.
95 (Ey Rasûlüm,) sen, “Sadekallah: (Allah, sözün doğrusunu söyledi.)” de. O halde haydi, safî bir kalb ve dupduru bir Tevhid inancı içinde İbrahim’in milletine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.
96 İnsanlar için (ibadet maksadıyla yeryüzünde) ilk kondurulan ev, Mekke’deki (Kâbe) olup, feyiz ve bereket kaynağı, bütün insanlık için bir hidayet rehberi ve bir yönelme merkezidir.
97 Orada (Allah’ın dini ve O’na ibadet adına, ayrıca o Ev’in ibadet için merkez ve kıble olduğunu gösteren) apaçık alâmetler, deliller, İbrahim’in Makamı vardır. Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur. Ona yol bulup varmaya gücü yeten herkesin o Ev’i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim Hac’cı inkâr eder veya nankörlükte bulunup Allah’ın bu hakkını yerine getirmezse, (bilin ki) Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, kimseden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
98 De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah’ın (apaçık) âyetlerini ne diye gizleyip inkâr cihetine gidiyorsunuz? Halbuki Allah, yapıp durduğunuz her şeye bihakkın şahit bulunuyor.
99 De ki: “Ey Kitap Ehli! Doğruluğunun bizzat şahitleri olduğunuz halde, niçin Allah’ın yolunun eğri tanınmasını ve keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzu ederek iman edenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz? Oysa Allah, yapıp durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.”
100 Ey iman edenler! Şu kendilerine Kitap verilenlerden bazılarına itaat edecek, onların dediklerini dinleyecek olursanız, iyi bilin ki, imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yaparlar.
101 Ne diye küfre sapacaksınız ki, önünüzde Allah’ın âyetleri okunup duruyor ve aranızda da O’nun Rasûlü var. Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa, hiç şüphesiz doğru bir yola iletilmiş demektir.
102 Ey iman edenler! O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının ve ancak (O’na gönülden teslim olmuş) Müslümanlar olarak can vermeye bakın.
103 Hep birlikte Allah’ın İpi’ne sımsıkı sarılın ve asla ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz bölük pörçük birbirinize düşman idiniz; derken Allah kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki, (her hususta) doğruya ulaşıp onda sabitkadem olasınız.
104 İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk bulunsun. Onlardır gerçek mazhariyet sahipleri ve gerçekten kurtuluşa erenler.
105 Kendilerine apaçık hidayet delilleri geldikten sonra grup grup olanlar ve farklı farklı yollar tutanlar gibi olmayın. Onların payına düşen, pek büyük bir azaptır.
106 Gün gelecek, bazı yüzler ağaracak, bazı yüzler ise kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: “İmanınızdan sonra küfre sapmıştınız değil mi? Küfür üzerinde yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım şimdi (bu çok büyük) azabı!”
107 Yüzleri ak olanlara gelince: onlar, Allah’ın rahmetine garkolmuşlardır; hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
108 Bunlar Allah’ın âyetleridir ki, onları sana her türlü şüpheden uzak olarak ve bütün doğruluğuyla okuyoruz. Allah, herhangi bir varlık, herhangi bir kimse hakkında zulüm diliyor değildir.
109 Kaldı ki, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; (dolayısıyla O, sahip olduğu her şeyde dilediği gibi tasarruf eder ve esasen zulmetmiş olması asla mümkün değildir.) Bütün işler, neticede varır Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur.
110 (Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.
111 Ama onlar, size hiçbir şekilde asla zarar veremezler; ancak dilleriyle incitebilirler. Sizinle savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra hiçbir yardım da görmezler.
112 Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah’tan gelen bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (desteğe ve koruma altına almaya) tutunmaları hali müstesna; ayrıca Allah’tan (müthiş) bir gazaba (cezaya) uğradılar ve meskenet altında ezilmeye mahkûm oldular. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr edip duruyor ve hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürüyorlardı. Çünkü artık asi olmuşlardı ve haddi aşıp duruyorlardı.
113 Bununla birlikte, Kitap Ehli’nin hepsi aynı değildir. İçlerinde (sizin gibi iman etmiş olup) doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini hakkıyla okuyarak secdelere kapanırlar.
114 (Gerektiği şekilde) Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanır, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışır ve yarışırcasına hayırlı işlere koşarlar. Onlar, inanç, düşünce ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam ve bozgunculuktan uzak bulunanlardandır.
115 Hayır adına her ne işlerlerse, elbette onun mükâfatından mahrum bırakılacak değillerdir. Allah, içleri Kendine karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten kaçınanları çok iyi bilmektedir.
116 O küfredenlere gelince: sahip oldukları mallar da, evlâtları da Allah karşısında onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdır onlar, hem de orada sonsuzca kalacaklardır.
117 Onların (insanî veya dinî gayeli gibi görünse de, menfaatlerini tatmin veya yanlış inançları yolunda ya da sırf gösteriş için) bu dünya hayatında harcama yapmaları şuna benzer: Dondurucu bir rüzgâr çıkar ve bizzat kendi öz canlarına zulmeden bir topluluğun ürününe isabet edip onu yok ediverir. Allah onlara zulmetmedi, haksızlık yapmadı; fakat onlar, hep kendi kendilerine zulmetmektedirler.
118 Ey iman edenler! Kendinizden (her bakımdan sizin gibi olanlardan) başkasını sırdaş edinmeyin; çünkü (bilhassa o gayrı Müslimler içinde size gayz ve düşmanlık besleyenler), başınıza dert açmada ellerinden geleni arkalarına koymazlar; ayrıca üzerinizden dert ve sıkıntı hiç gitmesin isterler. Baksanıza, size olan buğzları ağızlarından taşıyor; içlerinde gizledikleri ise daha da öte. Eğer aklınızı kullanır ve gereğince davranırsanız, size apaçık gerçekleri açıklıyoruz.
119 Siz öylesine (safî, kalbleri dupduru ve herkesin iyiliğini isteyen) kimselersiniz ki, o (düşmanlarınızı) bile seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmezler; siz, (âyetleri arasında hiçbir ayırım yapmadan) Kitabın bütününe ve Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inanıyorsunuz. Onlar ise, ancak sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık!” deyip geçerler; fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise size olan kin ve düşmanlıklarından dolayı parmaklarını ısırır, dişlerini gıcırdatırlar. (Onlara), “Gayzınızda boğulun!” de! Şüphesiz ki Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilir.
120 Size küçük bir iyilik, bir ferahlık, bir nimet ulaşsa, bu onları tasaya sevk eder; bir belâya giriftar olsanız, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen sabreder ve (haktan, adaletten sapmadan) takva çizgisinde hareket ederseniz, onların hile ve tuzaklarının size hiçbir zararı dokunmayacaktır. Her ne yapıp ediyorlarsa, Allah (ilmi ve kudretiyle) hepsini kuşatmış durumdadır.
121 Hani (ey Rasûlüm,) bir sabah ailenden erkenden ayrılmıştın ve mü’minleri savaş için konuşlandırıyordun. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir; (nitekim o gün de olup biteni bihakkın işitiyor ve biliyordu).
122 İşte o anda içinizden iki grup gevşeklik gösterip geri dönmeye yeltenmişlerdi; oysa Allah, onların yardımcısı, koruyucusu ve destekçisiydi. Daima ve sadece Allah’a dayanıp güvenmelidir mü’minler.
123 Nasıl ki O, (hem sayı hem de kuvvet yönünden) çok az ve çok zayıf olduğunuz bir zamanda size Bedir’de yardım etmiş ve sizi muzaffer kılmıştı. Öyleyse, Allah’a karşı gelmekten sakınarak takva dairesinde hareket edin ki, böylece şükretmiş olasınız.
124 O (Bedir) günü mü’minlere, “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin size imdat göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 Evet, (niye yetmesin!) Hattâ, eğer sabreder, (cephede direnir) ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesinde kalarak O’nun koruması altına girerseniz, düşmanlarınız hemen şu dakikada üzerinize geliverecek olsalar, Rabbiniz beş bin formalı, nişanlı melekle size imdat edecektir.
126 Allah, (o zaman yaptığı bu yardımı) ancak sizin için bir muştu olsun ve onunla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. (Yoksa Allah dilemedikçe, yardımını size yar etmedikçe, meleklerin de kendiliklerinden yapabilecekleri bir şey yoktur.) Yardım ve zafer, ancak Azîz (izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler) bulunan Allah’ın katındandır.
127 Allah, (o yardımı ayrıca kimisinin katledilmesi, kimisinin esir alınmasıyla) küfredenlerin bir tarafını koparmak (sayılarını azaltıp, güçlerini kırmak) için, diğerleri de ümitsiz ve perişan bir halde dönüp gitsinler diye yaptı.
128 (Ey Rasûlüm, bütün bunları yapan Allah’tır;) gerçek tedbir ve idare ile işlerin sonuca ulaştırılmasında sana düşen bir şey yoktur; (bu sebeple, muvaffakiyetlerinizden kendinize övünme vesilesi olacak bir pay çıkarmayın. Ayrıca, sen vazifeli bir kulsun; kullarına karşı Allah’ın nasıl davranacağı) konusunda da sana düşen bir şey yoktur. Allah, ister onlara tevbe (ve iman) nasip edip günahlarını bağışlar, isterse (küfür, şirk ve kötülüklerde ısrar eden) zalimler olmaları hasebiyle onları azapla cezalandırır.
129 Çünkü göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ama Allah, (her şeyden önce, kullarını) çok fazla bağışlayandır, (bilhassa tevbe ve iman ile Kendisine yönelenlere karşı hususî) rahmeti pek çok olandır.
130 Ey iman edenler! (Hele bir de) öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, (dünyada da Âhiret’te de) felâh bulasınız.
131 (Dininizi koruma adına muamelelerinize dikkat edin ve) kâfirler için hazırlanmış olan Ateş’ten sakının.
132 Allah’a ve Rasûl’e itaat edin ki, rahmete, (dünyada helâl dairesinde güzel bir hayata, Âhiret’te de af ve Cennet’e) nail olasınız.
133 Rabbiniz’den (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış bir Cennet’e yarışırcasına koşuşun!
134 O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.
135 Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya (günahla) kendi öz canlarına zulmettiklerinde peşinden hemen Allah’ı hatırlar, O’nu anar ve günahlarının affedilmesini dilerler –zaten, günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki! Ayrıca, işledikleri (günah ve hatalarda) bile bile ısrar da etmezler.
136 (Parmakla gösterilmeye değer bu takva ve ihsan sahiplerinin) mükâfatları, Rabbilerinden (sürprizlerle yüklü) bir mağfiret ve içlerinde sonsuzca kalmak üzere girecekleri (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlerdir. Bildikleriyle gerektiği şekilde amel eden ve güzel işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137 Sizden önce, (toplumların hayatını ve tarihî süreci tanıma adına Allah’ın koymuş bulunduğu kanunları ve icraatını gösteren) nice yol olmuş vakalar geldi geçti. İsterseniz yeryüzünde şöyle bir gezip dolaşın da, (Allah’ın âyetlerini ve peygamberleri) yalanlayanların sonları ne oldu, görüp inceleyin!
138 (Sebep ve sonuçlarıyla) bütün bu olup bitenler, herkes için (görülmesi gereken) gerçeği gösteren bir izah, müttakîler için ise imanda ve Allah’a bağlılıkta pekişme ve ikaz, irşad adına bizatihî bir öğüttür.
139 Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.
140 (Uhud’da) size bir yara dokundu ise, biliyorsunuz, karşınızdaki o düşman topluluğuna da benzer bir yara (Bedir’de) dokunmuştu. Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz. Şurası bir gerçek ki, Allah zalimleri sevmez, (zulmü, yanlış davranışları tasvip etmez, cezalandırır ve neticede hakkı hakim kılar).
141 (O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.
142 Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan, bir de sabredenleri ayırt edip ortaya çıkarmadan hepiniz hemen Cennet’e girivereceğinizi mi sanıyordunuz?
143 Hani, onunla yüz yüze gelmeden ölümü temenni ediyordunuz! İşte o şimdi karşınızda, ama (seyirci gibi) bakıp duruyorsunuz!
144 (Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Muhammed ile kaim veya Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibariyle) Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye dönümüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.
145 Kimsenin Allah’ın izni olmadan, ezelde takdir edilmiş bulunan eceli gelmeden ölmesi söz konusu değildir. O bakımdan, kim yaptığının karşılığını dünyada bekliyorsa ona bir miktar dünyalık veririz; kim de mükâfatını Âhiret’te almak diliyorsa, ona da Âhiret mükâfatından veririz. Şükredenleri yakın bir gelecekte elbette mükâfatlandıracağız.
146 Nice peygamberler gelip geçti ki, beraberlerinde kendilerini Allah’a adamış çok sayıda hak eri olduğu halde (Allah yolunda) harbettiler. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı asla yılgınlığa düşmedikleri gibi, ne zaaf sergilediler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah, (böylesi) sabredenleri sever.
147 (Düşmanla karşılaştıklarında) ağızlarından dökülen söz, sadece şundan ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve vazifemizde, işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!”
148 Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel Âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.
149 Ey iman edenler! Eğer o küfür içindeki (münafıkların Uhud savaşı münasebetiyle söylediklerine kulak verir de onlara) uyacak olursanız, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye (dininizden) döndürürler de, neticede (hem dünyada hem de Âhiret’te) kaybedenlerden olursunuz.
150 Bilakis sizin yâriniz, yardımcınız, gerçek koruyucunuz Allah’tır. O, en hayırlı bir yardımcı ve zafere ulaştırıcıdır.
151 Allah’ın, (iddia ettikleri üzere güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında hiçbir delil indirmediği birtakım nesneleri O’na ortak koşmalarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların nihaî barınakları Ateş’tir. Zalimlerin varıp kalacakları o yer ne fena bir yerdir!
152 Esasen Allah, size verdiği sözde durdu: O’nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Fakat arzuladığınız galibiyeti bu şekilde size göstermesinin ardından (ganimet sevdasıyla) gevşeyiverdiniz ve (mevziinizden ayrılmamanız için) size verilmiş bulunan emir konusunda çekiştiniz, neticede de (Allah Rasûlü’nün bu emrine) isyan ettiniz. İçinizde dünyayı dileyen vardı, Âhiret’i dileyen vardı. Bunun üzerine Allah sizi denemek için, (üzerlerine yüklenmiş bulunduğunuz o kâfirler) karşısında sizi yüz geri etti. Bununla beraber, yine de sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı daima lütf u inayet sahibidir.
153 Savaş meydanından uzaklaştıkça uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. O esnada Rasûl de arkanızdan seslenip sizi geri çağırıyordu. İşte bu (en tehlikeli) hengâmede Allah size (biri öncekini unutturacak) gam üstüne gam verdi ki, (dünya adına) artık elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
154 Sonra (pişmanlıkla geri dönüp geldiniz, dağda Allah Rasûlü’nün etrafında toplandınız ve) Allah, sizi giriftar ettiği bunca gamın ardından üzerinize bir güven duygusu indirdi: tatlı bir uyku hali ki, içinizden (en samimi olan) bir kısmını bürüyordu; bir grup da canlarının derdine düşmüştü ve Allah hakkında cahiliyeye ait gerçek dışı zanlar besliyorlardı. “Bu idare ve emirkomuta işinde bizim bir yetkimiz var mı?” diye soruyorlar, –De ki: “Bütün iş, bütün yetki Allah’a aittir.”– içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şey gizliyorlardı. Şöyle söyleniyorlardı: “Bu idare ve emirkomuta işinde bize de bir pay düşmüş olsaydı, burada böyle öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde bile bulunmuş olsaydınız, haklarında öldürülme takdir edilmiş bulunanlar mutlaka çıkacak ve düşüp ölecekleri yere geleceklerdi.” Allah, sinelerinizdeki (düşünce, duygu, niyet ve yönelişleri) sınamak ve kalblerinizdeki (imanı) her türlü şüphe ve vesveseden arındırıp dupduru yapmak diliyor. Allah, sinelerin özünü, onlarda saklı tutulan bütün sırları hakkıyla bilendir.
155 İki ordunun karşı karşıya geldiği o gün içinizden arkasını dönüp kaçanlar var ya, işlemiş oldukları birtakım günahlar sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmaya yeltenmişti. Fakat Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır.
156 Ey iman edenler! Bizzat küfre batmış ve (onlarla aynı halka mensup olmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda bulunan insanlar) seferde veya herhangi bir gazada öldürüldükleri takdirde onlar hakkında, “Bizim yanımızda bulunsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi.” diyenler gibi olmayın. Allah, onların kalbinde bir hicran, bir yürek yarası bırakıyor. Oysa hayatı veren de, hayatı alan da Allah’tır. Allah, ne yapıp ediyorsanız hepsini hakkıyla görendir.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah katından (sürpriz mükâfatlarla yüklü) bir mağfiret ve bir rahmet, onların (hayatta kalıp da) toplayıp biriktirecekleri mallardan çok daha hayırlıdır.
158 Ölseniz de, öldürülseniz de, her halükârda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159 (Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olmuş olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, bağışla onları ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.
160 Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse çıkmaz. Şayet O sizi yardımsız ve yüzüstü bırakırsa, artık size kim yardım edebilir ki? O halde sadece Allah’a dayanıp güvensin mü’minler.
161 Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı iş değildir. Her kim emanete hıyanetle (ganimetten ya da kamuya ait hasılattan veya maldan bir şey çalar, bir de bunu gizlerse), Kıyamet Günü, yaptığı bu hıyanetin vebaliyle gelir. Sonra, herkese (dünyada iken) işleyip kazandığının karşılığı eksiksiz ödenir ve hiç kimseye zulmedilmez, haksızlık yapılmaz.
162 Allah’ın rızasını gözetip ona göre davranan kimse, hiç üzerine Allah’ın cezasını çekip de nihaî barınağı Cehennem olan kişi gibi midir? Ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son duraktır o Cehennem!
163 Bunların her birinin Allah katındaki dereceleri farklıdır; ve Allah, ne yapıp ediyorlar, hepsini çok iyi görmektedir.
164 Gerçekten Allah, içlerinden bir Rasûl seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lütufta bulundu. O Rasûl, onlara Allah’ın (Kur’ân cümleleri olarak gelen ve bir de kâinatta tecelli eden) âyetlerini okuyup açıklıyor, (zihinlerini yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerini bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.
165 Hâl böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet başınıza gelince, “Bu musibet de nereden?” mi diyorsunuz? (Ey Rasûlüm,) de ki: “Elbette kendi yüzünüzden!” Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
166 İki ordunun karşılaştığı o gün başınıza gelen musibet, (kendi yüzünüzden, fakat şüphesiz) Allah’ın izniyle ve (Allah, gerçek) mü’minleri belli etsin diye idi.
167 Ayrıca, münafıklık yapanları da belli etsin diye idi. O (münafıklara), “Haydi gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada kalın da (düşmanın şehre ve ailelerinize zarar vermesine engel olun)!” dendiği zaman, “Ah, bir vuruşma olacağını bilsek, mutlaka size katılırız, (ama bir savaş çıkacağını sanmıyoruz)!” diye cevap verdiler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler; ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Elbette Allah, neyi gizleyip durduklarını çok iyi bilmektedir.
168 Savaşa çıkmayıp, savunmaya da girişmeyerek evde oturup kalmaları yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış, (aynı halka mensup bulunmaları ve aynı coğrafyayı paylaşmaları sebebiyle) kardeşleri (konumunda) bulunan (şehitler) hakkında, “Bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi!” şeklinde konuşuyorlar. (Onlara) de ki: “Eğer şu söylediklerinizde tutarlı iseniz, elinizden de geliyorsa, haydi ölümü kendinizden savın da görelim!”
169 Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler olarak düşünmeyesin! Hayır, onlar diridirler ve Rabbileri katında rızıklanmaktadırlar.
170 Allah’ın lütf u kereminden kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerle kesintisiz ferahlanmakta ve henüz kendilerine katılmayan (dindaşlarının da Allah’a kavuştuklarında) onlar için korkulacak hiçbir şey olmayacağı ve hiçbir üzüntü, hiçbir keder hissetmeyecekleri müjdesiyle sevinmektedirler.
171 Sevinmektedirler Allah katından (gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve kimsenin aklından geçmemiş) nimetler ve fazladan bol bol ihsanla; ayrıca, mü’minlerin mükâfatını Allah’ın asla zayi etmeyeceği müjdesiyle.
172 Kendilerine o yara dokunduktan sonra Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyup (düşmanı takibe çıkanlara), özellikle Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde davranan ve takvaya dayalı olarak hareket eden o (mü’minlere) pek büyük bir mükâfat vardır.
173 O kimseler ki, bir kısım halk kendilerine, “Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!” dediklerinde, bu ancak onların imanını arttırdı da, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” mukabelesinde bulundular.
174 Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).
175 Size, (“Düşmanlarınız olan insanlar üzerinize gelmek için ordu topladılar; onlardan korkun ve geri durun!”) diyenler ancak şeytandır ki, sizi dostlarıyla korkutmak istiyor. Fakat siz, gerçekten mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, sadece Ben’den korkun.
176 Birbirleriyle yarışırcasına küfürde koşuşturanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah diliyor ki, Âhiret’te onların hiçbir nasibi olmasın. Onların hakkı, ancak pek büyük bir azaptır.
177 İmana karşılık küfrü satın alan (akıldan yoksun zavallı)lar, Allah’a, (O’nun davasına ve Rasûlü’ne) hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
178 O küfredenler, kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı zannetmesinler. Biz, onlara sadece günahları daha daha artsın (da, haklarında Allah’ın hükmü tamamlansın) diye mühlet veriyoruz. Onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır.
179 Zaten Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak (size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir. Ancak O, dilediği rasûllerini seçer (ve onları dilediği ölçülerde gaybe vâkıf, kalblere muttalî kılar ve sizi tâbi tuttuğu imtihanı onlarla tamamlar). Şu halde siz, Allah’a ve O’nun rasûllerine iman edin. Eğer gerçekten iman eder ve takva dairesi içinde yaşarsanız, sizin için (keyfiyetini burada idrakiniz mümkün bulunmayan) çok büyük bir mükâfat vardır.
180 Allah’ın tamamen karşılıksız olarak kendilerine bol bol lütfettiği (servet, ilim, güçkuvvet gibi nimetlerde) cimrilik yapanlar sakın zannetmesinler ki, böyle davranmaları haklarında hayırlıdır. Hayır bu, onların hakkında sadece şerdir. Cimrilik edip yanlarında tuttukları o nimetler, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. (Neden böyle davranırlar ki,) gökler ve yer mutlak manâda Allah’ın mülküdür ve (her canlı ölüp gitmekte, dolayısıyla) hep O’na ait kalmaya devam etmektedir. Sonra Allah, her ne yapıyorsanız hepsinden hakkıyla haberdardır.
181 (Kendilerine “Allah’a güzel bir borç verin!” dendiğinde,) “Demek Allah fakir, biz ise zenginiz!” şeklinde konuşanların sözlerini Allah elbette işitmiştir. Onların bu konuşmaları gibi, bile bile ve hakhukuk tanımadan o bir kısım peygamberleri öldürmelerini, (atalarının bu cinayetlerini tasvip etmelerini) de yazacak ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz.
182 “Düçar olduğunuz bu hâl, bizzat kendi ellerinizle Âhiret’e gönderdiğiniz suç ve günahlarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmedici değildir.”
183 Tutmuşlar bir de, “(Kabul edildiğinin alâmeti olarak gökten inecek bir) ateşin yakıp kor haline getirdiği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir rasûle inanmayacağımıza dair Allah bizden söz aldı.” diyorlar. (Onlara) de ki: “Benden önce size, (Allah’ın rasûlü olduklarını apaçık gösteren) deliller ve mucizelerle, hem o söylediğiniz kurban mucizesiyle de pek çok rasûller geldi. Eğer bu iddianızda doğru ve samimî iseniz, o zaman o rasûlleri neden hep öldürdünüz?”
184 (Ey Rasûlüm!) Şimdi seni yalanlıyor (Allah’ın rasûlü olduğunu kabûl etmiyor) larsa, (hiç üzülüp tasalanma!) Senden önce de, (rasûl olduklarını gösteren) apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu Sahifeler ve (insanların kalblerini, zihinlerini ve yollarını) aydınlatan (Tevrat ve İncil gibi) kitap(lar)la pek çok rasûller geldi ve onlar da, aynı şekilde ret ve yalanlanmaya maruz kaldılar.
185 (Kimse, yaptıklarıyla hayatta devamlı kalacak değildir. Çünkü) her nefis ölümlüdür (ve dolayısıyla bir gün) ölümü mutlaka tadacaktır. O bakımdan (ey insanlar, dünyada ne yapmışsanız), karşılığı Kıyamet Günü size mutlaka tastamam ödenecektir. Artık kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e konursa, hiç şüphesiz o kazanmış ve muradına ermiştir. (Bilin ki) dünya hayatı, insanı aldatan bir geçimlikten başka bir şey değildir.
186 (Öyleyse ey mü’minler, dünya hayatındaki gaye ve hikmetin gereği olarak fakirlik, hastalık ve daha başka musibetlere maruz kalma gibi sabır gerektiren ve zenginlik, sıhhat gibi şükür gerektiren hallerle) mallarınız ve canlarınız hususunda hiç şüphesiz imtihana tâbi tutulacak ve gerek sizden önce kendilerine Kitap verilmiş olanlardan, gerekse Allah’a şirk koşanlardan kırıcı, incitici pek çok sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve (hem Allah’a iman ve itaat, hem de karşınızdakilere davranış noktasında) yanlışa düşmeden takva dairesi içinde kalabilirseniz, bilin ki bu azim, sebat, metanet gerektiren çok değerli bir iştir.
187 Vaktiyle Allah, kendilerine Kitap verilmiş olanlardan: Kitap’taki gerçekleri mutlaka açıklayacak, (bu arada, geleceği müjdelenen Âhir Zaman Peygamberi’ni) insanlara duyuracak ve bu gerçekleri gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı. Ama onlar, bunu hiç önemsemeyerek hemen kulak ardı ettiler; onu (mal, makam, şöhret gibi) çok küçük bir fiyata sattılar. Hakikaten ne kötü, ne zararlı bir alışveriş içindeler!
188 Sakın zannetme ki, yaptıklarıyla ve ellerine geçen (o pek önemsiz dünyalıkla) sevinen, ayrıca (“samimi dindar, Allah’ın Kanunu’nun koruyucuları, Allah’ın gerçek dostları” olarak anılmak gibi) asla muvaffak olamadıkları payeler ve yapmadıkları hizmetlerle anılıp övülmeyi arzulayan bu kimseler, evet sakın zannetme ki onlar, azaptan yakayı kurtarabileceklerdir. Onların hakkı, pek acı bir azaptır.
189 Çünkü Allah’ındır göklerin ve yerin mülkü ve hakimiyeti; ve Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.
190 Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.
191 Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
192 “Rabbimiz, Sen kimi Ateş’e koyarsan, hiç şüphesiz onu rüsvay etmişsindir. (Göklerdeki ve yerdeki âyetleri görmeyerek veya onları bile bile görmezden gelerek itikadda şirke, düşüncede dalâlete ve davranışta yanlışlara dalan) zalimler için, (onları Ateş’e girmekten koruyacak) hiçbir yardımcı yoktur.
193 “Rabbimiz, hiç şüphesiz biz, ‘Rabbinize iman edin!’ diyerek, (durup dinlenmek bilmeden) gür bir davetle imana çağıran (çok şerefli) bir davetçiyi duyduk da, (davetine uyarak) hemen iman ettik. Rabbimiz, ne olur, artık Sen günahlarımızı bağışlayıver, kusurlarımızı örtüver ve vefatımızla bizi kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minlere (ebrar) dahil ediver!
194 “Rabbimiz! Ve rasûllerin vasıtasıyla bize va’dettiğin (mükâfatı, Cennet ve Cemalini) bize lütuf buyur ve bizi Kıyamet Günü’nde rüsvay etme. Şüphesiz ki Sen, asla sözünden dönmezsin.”
195 Onların, “Rabbimiz!” diyerek Kendisine el açıp dua ettikleri sonsuz lütuf, kerem ve merhamet sahibi) Rabbi, yaptıkları bu duayı şöyle kabul buyurdu: “Hiç şüphesiz Ben, erkek olsun kadın olsun, içinizde hep böyle hayırlı işlerle meşgul bulunan kimsenin yaptığını katiyen zayi etmem. (Erkeğinizle, kadınınızla) siz birbirinizdensiniz, (aynı yolun yolcusu ve yaptıklarının mükâfatını eksiksiz alacak kardeşlersiniz.) Öyle de, (Benim uğrumda) hicret eden, yurtlarından sürülen, yolumda her türlü eziyete katlanan, savaşan ve öldürülen her kim olursa olsun mutlaka kusurlarını örtecek ve hiç şüphesiz onları, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; (başkasından değil, size söz veren ve her şeye gücü yeten rahmeti sonsuz) Allah katından, (dolayısıyla şu anda hayal bile edemeyeceğiniz) bir karşılık olarak yapacağım bunu.” Elbette Allah katındadır mükâfatların en güzeli!
196 Sakın ola ki, o küfredenlerin (öyle küstahça, refah içinde ve) üstünmüşçesine memleket memleket dolaşıp durmaları seni aldatmasın.
197 Üzerinde durmaya bile değmez az bir geçimliktir o; hemen arkasından da, başlarını sokacakları yer olarak Cehennem gelir: ne de fena bir yatak!
198 Buna karşılık, (kendilerini yaratan, besleyip büyüten, terbiye eden ve hayatlarını tanzim adına en güzel kanunları Din olarak gönderen) Rabbilerine karşı gelmekten sakınıp takvaya riayet edenler için ise, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır, hem de içlerinde sonsuzca kalmak üzere ve Allah katından bir ağırlama, ikram ve ziyafet olarak. Allah katında olan her şey, o kâmil iyilik ve fazilet sahibi mü’minler için elbette daha hayırlıdır.
199 Kitap Ehli içinde de hiç kuşkusuz öyleleri var ki, Allah’a, size indirilen (Kur’ân)’a ve kendilerine indirilen (Tevrat’a, İncil’e) iman ederler, tam bir teslimiyet ve gönül ürpertisi içinde Allah’a boyun eğmişlerdir; ve Allah’ın âyetlerini az bir paha karşılığı satmazlar. Onlar da, mükâfatları Rabbileri katında olanlardır. Hiç şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
200 (Şimdi,) ey (bütün) iman edenler! (Allah yolunda başınıza gelenlere, ayrıca O’ nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma hususunda) sabredin; birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun ve sabırda yardımlaşın; Allah’a ibadet ve O’nun yolunda cihad mevzuunda sürekli uyanık, daima hazırlıklı ve tam bir dayanışma içinde bulunun; ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde kalın. Umulur ki, böylece (dünyada da Âhiret’te de) kurtuluşa ve gerçek mazhariyetlere erersiniz.
- الٓمٓۚ
- Elif lam mim
- اَللّٰهُ
- Allah ki
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- الْحَيُّ
- daima diri
- الْقَيُّومُۜ
- (yaratıklarını) koruyup yöneticidir
- نَزَّلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- بِالْحَقِّ
- hak ile
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
- kendinden öncekini
- وَاَنْزَلَ
- indirmişti
- التَّوْرٰيةَ
- Tevrat
- وَالْاِنْج۪يلَۙ
- ve İncil`i de
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- هُدًى
- yol gösterici olarak
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَاَنْزَلَ
- indirdi
- الْفُرْقَانَۜ
- Furkan`ı da
- اِنَّ
- muhakkak ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لَهُمْ
- onlara vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- شَد۪يدٌۜ
- çetin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَز۪يزٌ
- daima üstündür
- ذُوانْتِقَامٍ
- öc alandır
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah`a
- لَا يَخْفٰى
- gizli kalmaz
- عَلَيْهِ شَيْءٌ
- hiçbir şey
- فِي الْاَرْضِ
- yerde
- وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
- ve gökte
- هُوَ الَّذ۪ي
- O`dur
- يُصَوِّرُكُمْ
- sizi şekillendiren
- فِي الْاَرْحَامِ
- rahimlerde
- كَيْفَ
- gibi
- يَشَٓاءُۜ
- dilediği
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- هُوَ الَّـذ۪ٓي
- O
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكَ
- sana
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- مِنْهُ
- Onun
- اٰيَاتٌ
- bazı ayetleri
- مُحْكَمَاتٌ
- muhkemdir (ki)
- هُنَّ
- onlar
- اُمُّ
- anasıdır
- الْكِتَابِ
- Kitabın
- وَاُخَرُ
- diğerleri de
- مُتَشَابِهَاتٌۜ
- müteşabihdir
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ
- olanlar
- ف۪ي قُلُوبِهِمْ
- kalblerinde
- زَيْغٌ
- eğrilik
- فَيَتَّبِعُونَ
- ardına düşerler
- مَا تَشَابَهَ
- müteşabihlerinin
- ابْتِغَٓاءَ
- çıkarmak
- الْفِتْنَةِ
- fitne
- وَابْتِغَٓاءَ
- bulmak için
- تَأْو۪يلِه۪ۚ
- onun te`vilini
- وَمَا
- oysa
- يَعْلَمُ
- bilmez
- تَأْو۪يلَهُٓ
- onun te`vilini
- اِلَّا
- başka kimse
- اللّٰهُۢ
- Allah`tan
- وَالرَّاسِخُونَ
- ileri gidenler
- فِي الْعِلْمِ
- ilimde
- يَقُولُونَ
- derler
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِه۪ۙ
- Ona
- كُلٌّ
- hepsi
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- رَبِّنَاۚ
- Rabbimiz
- وَمَا يَذَّكَّرُ
- düşünüp öğüt almaz
- اِلَّٓا
- başkası
- اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
- sağduyu sahiplerinden
- رَبَّنَا
- (Onlar derler ki) Rabbimiz
- لَا تُزِغْ
- eğriltme
- قُلُوبَنَا
- kalblerimizi
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ هَدَيْتَنَا
- bizi doğru yola ilettikten
- وَهَبْ لَنَا
- bize ver
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- رَحْمَةًۚ
- bir rahmet
- اِنَّكَ
- kuşkusuz sen
- اَنْتَ
- yalnız sen
- الْوَهَّابُ
- çok bağış yapansın
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen mutlaka
- جَامِعُ
- toplayacaksın
- النَّاسِ
- insanları
- لِيَوْمٍ
- bir günde
- لَا رَيْبَ
- asla şüphe olmayan
- ف۪يهِۜ
- kendisinde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُخْلِفُ
- dönmez
- الْم۪يعَادَ۟
- sözünden
- اِنَّ
- şüphesiz var ya
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamaz
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de çocukları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمْ
- onlar
- وَقُودُ
- yakıtıdırlar
- النَّارِۙ
- ateşin
- كَدَأْبِ
- durumu gibi
- اٰلِ
- ailesinin
- فِرْعَوْنَۙ
- Fir`avn
- وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ
- ve onlardan öncekilerin
- كَذَّبُوا
- onlar da yalanladılar
- بِاٰيَاتِنَاۚ
- ayetlerimizi
- فَاَخَذَهُمُ
- onları yakaladı
- اللّٰهُ
- Allah da
- بِذُنُوبِهِمْۜ
- günahlarıyla
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- شَد۪يدُ
- çetindir
- الْعِقَابِ
- cezası
- قُلْ
- söyle
- لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- سَتُغْلَبُونَ
- yenileceksiniz
- وَتُحْشَرُونَ
- ve sürüleceksiniz
- اِلٰى جَهَنَّمَۜ
- cehenneme
- وَبِئْسَ
- (orası) ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir döşektir
- قَدْ
- muhakak
- كَانَ لَكُمْ
- sizin için vardır
- اٰيَةٌ
- bir ibret
- ف۪ي فِئَتَيْنِ
- şu iki toplulukta
- الْتَقَتَاۜ
- karşılaşan
- فِئَةٌ
- bir topluluk
- تُقَاتِلُ
- çarpışıyordu
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَاُخْرٰى
- öteki de
- كَافِرَةٌ
- nankördü
- يَرَوْنَهُمْ
- onları görüyorlardı
- مِثْلَيْهِمْ
- kendilerinin iki katı
- رَأْيَ الْعَيْنِۜ
- gözleriyle
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُؤَيِّدُ
- destekler
- بِنَصْرِه۪
- yardımıyle
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَعِبْرَةً
- bir ibret vardır
- لِاُو۬لِي
- olanlar için
- الْاَبْصَارِ
- gözleri
- زُيِّنَ
- süslü (cazip) gösterildi
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- حُبُّ
- aşırı düşkünlük
- الشَّهَوَاتِ
- zevklere
- مِنَ النِّسَٓاءِ
- kadınlardan
- وَالْبَن۪ينَ
- oğullardan
- وَالْقَنَاط۪يرِ
- kantarlarca
- الْمُقَنْطَرَةِ
- yığılmış
- مِنَ الذَّهَبِ
- altından
- وَالْفِضَّةِ
- ve gümüşten
- وَالْخَيْلِ
- atlardan
- الْمُسَوَّمَةِ
- salma
- وَالْاَنْعَامِ
- davarlardan
- وَالْحَرْثِۜ
- ve ekinlerden (gelen)
- ذٰلِكَ
- bunlar (sadece)
- مَتَاعُ
- geçimidir
- الْحَيٰوةِ
- hayatının
- الدُّنْيَاۚ
- dünya
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- عِنْدَهُ
- yanındadır
- حُسْنُ
- güzel
- الْمَاٰبِ
- varılacak yer
- قُلْ
- de ki
- اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ
- size söyleyeyim mi?
- بِخَيْرٍ
- daha iyisini
- مِنْ ذٰلِكُمْۜ
- bunlardan
- لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korunanlar için vardır
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَا
- içinde
- وَاَزْوَاجٌ
- ve eşler
- مُطَهَّرَةٌ
- tertemiz
- وَرِضْوَانٌ
- ve rızası
- مِنَ اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görür
- بِالْعِبَادِۚ
- kullarını
- الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ
- (onlar ki) derler
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَٓا
- gerçekten biz
- اٰمَنَّا
- inandık
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِۚ
- ateş
- اَلصَّابِر۪ينَ
- sabredenlerdir
- وَالصَّادِق۪ينَ
- sadık olanlardır
- وَالْقَانِت۪ينَ
- gönülden itaat edenlerdir
- وَالْمُنْفِق۪ينَ
- infak edenlerdir
- وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ
- istiğfar edenlerdir
- بِالْاَسْحَارِ
- ve seherlerde
- شَهِدَ
- şahiddir (ki)
- اللّٰهُ
- Allah
- اَنَّهُ
- şüphesiz
- لَٓا
- yoktur
- اِلٰهَ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- هُوَۙ
- O`ndan
- وَالْمَلٰٓئِكَةُ
- ve melekler
- وَاُو۬لُوا
- ve sahipleri
- الْعِلْمِ
- ilim
- قَٓائِماً
- gözeten
- بِالْقِسْطِۜ
- adaletle
- هُوَ
- O`ndan
- الْعَز۪يزُ
- azizdir
- الْحَك۪يمُۜ
- hakimdir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الدّ۪ينَ
- din
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِ
- Allah
- الْاِسْلَامُ۠
- İslamdır
- وَمَا اخْتَلَفَ
- ayrılığa düştüler
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanlar
- الْكِتَابَ
- Kitap
- اِلَّا
- (kendilerine) sadece
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- geldikten
- الْعِلْمُ
- ilim
- بَغْياً
- aşırılık yüzünden
- بَيْنَهُمْۜ
- aralarındaki
- وَمَنْ
- kim
- يَكْفُرْ
- inkar ederse
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- فَاِنَّ
- (bilsin ki) şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- فَاِنْ
- eğer
- حَٓاجُّوكَ
- seninle tartışmaya girişirlerse
- فَقُلْ
- de ki
- اَسْلَمْتُ
- ben teslim ettim
- وَجْهِيَ
- özümü
- لِلّٰهِ
- Allah`a
- وَمَنِ اتَّـبَعَنِۜ
- bana uyanlar da
- وَقُلْ
- ve de ki
- لِلَّذ۪ينَ
- kendilerine
- اُو۫تُوا
- verilenlere
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْاُمِّيّ۪نَ
- ve ümmilere
- ءَاَسْلَمْتُمْۜ
- Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?
- اَسْلَمُوا
- İslam olurlarsa
- فَقَدِ
- muhakkak
- اهْتَدَوْاۚ
- doğru yolu bulmuşlardır
- وَاِنْ
- yok eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّمَا
- artık
- عَلَيْكَ
- sana düşen
- الْبَلَاغُۜ
- sadece duyurmaktır
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulları(nın yaptıklarını)
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ
- inkar edenler
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürenler (var ya)
- الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ
- emredenleri
- بِالْقِسْطِ
- adaleti
- مِنَ النَّاسِۙ
- insanlar arasında
- فَبَشِّرْهُمْ
- onlara müjdele
- بِعَذَابٍ
- bir azabı
- اَل۪يمٍ
- acı
- اُو۬لٰٓئِكَ
- böylece
- الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
- boşa çıkmıştır
- اَعْمَالُهُمْ
- onların yaptıkları
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- hiçbir yardımcıları
- اَلَمْ تَرَ
- görmedin mi?
- اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilmiş olanları
- نَص۪يباً
- bir (nasip) pay
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- يُدْعَوْنَ
- çağırılıyorlar da
- اِلٰى كِتَابِ
- Kitabına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِيَحْكُمَ
- hüküm versin diye
- بَيْنَهُمْ
- aralarında
- ثُمَّ
- sonra
- يَتَوَلّٰى
- dönüyorlar
- فَر۪يقٌ
- bir topluluk
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَهُمْ مُعْرِضُونَ
- yüz çevirerek
- ذٰلِكَ
- bu (hareketleri)
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- demelerindendir
- لَنْ تَمَسَّنَا
- bize dokunmayacak
- النَّارُ
- ateş
- اِلَّٓا
- başka
- اَيَّاماً
- birkaç günden
- مَعْدُودَاتٍۖ
- sayılı
- وَغَرَّهُمْ
- onları yanıltmıştır
- ف۪ي د۪ينِهِمْ
- dinlerinde
- مَا كَانُوا
- şeyler
- يَفْتَرُونَ
- uydurdukları
- فَكَيْفَ
- peki nasıl (olacak)?
- اِذَا
- zaman
- جَمَعْنَاهُمْ
- topladığımız
- لِيَوْمٍ
- bir gün için
- لَا رَيْبَ
- hiç şüphe olmayan
- ف۪يهِ
- onda
- وَوُفِّيَتْ
- ve tastamam verilip
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkesin
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onların
- لَا يُظْلَمُونَ
- zulme uğratılmadığı
- قُلِ
- de ki
- اللّٰهُمَّ
- Allah`ım
- مَالِكَ
- sahibi
- الْمُلْكِ
- mülkün
- تُؤْتِي
- sen verirsin
- الْمُلْكَ
- mülkü
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğine
- وَتَنْزِعُ
- alırsın
- مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ
- dilediğinden
- وَتُعِزُّ
- yükseltirsin
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَتُذِلُّ
- alçaltırsın
- مَنْ تَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- بِيَدِكَ
- senin elindedir
- الْخَيْرُۜ
- Hayır (mal)
- اِنَّكَ
- şüphesiz sen
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirsin
- تُولِجُ
- sokarsın
- الَّيْلَ
- geceyi
- فِي النَّهَارِ
- gündüze
- وَتُولِجُ
- sokarsın
- النَّهَارَ
- gündüzü
- فِي الَّيْلِۘ
- geceye
- وَتُخْرِجُ
- çıkarırsın
- الْحَيَّ
- diri
- مِنَ الْمَيِّتِ
- ölüden
- الْمَيِّتَ
- ölü
- مِنَ الْحَيِّۘ
- diriden
- وَتَرْزُقُ
- rızıklandırırsın
- مَنْ تَشَٓاءُ
- dilediğini
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- لَا يَتَّخِذِ
- edinmesin
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اَوْلِيَٓاءَ
- dost
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- الْمُؤْمِن۪ينَۚ
- inananları
- وَمَنْ
- kim
- يَفْعَلْ
- yaparsa
- ذٰلِكَ
- böyle
- فَلَيْسَ
- kalmaz (değildir)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah ile
- ف۪ي شَيْءٍ
- bir dostluğu (şey)
- اِلَّٓا
- ancak başka
- اَنْ تَتَّقُوا
- korunmanız
- مِنْهُمْ
- onlardan
- تُقٰيةًۜ
- (gelebilecek) tehlikeden
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sizi sakındırır
- اللّٰهُ
- Allah
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`adır
- الْمَص۪يرُ
- dönüş
- قُلْ
- de ki
- اِنْ تُخْفُوا
- gizleseniz de
- مَا
- olanı
- ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizde
- اَوْ
- veya
- تُبْدُوهُ
- açığa vursanız da
- يَعْلَمْهُ
- onu bilir
- اللّٰهُۜ
- Allah
- وَيَعْلَمُ
- bilir
- فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا
- olanı
- فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- her şeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- يَوْمَ
- O gün
- تَجِدُ
- bulacaktır
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- nefis
- مَا عَمِلَتْ
- yaptığı
- مِنْ خَيْرٍ
- her hayrı
- مُحْضَراًۚۛ
- hazır
- وَمَا عَمِلَتْ
- işlediği
- مِنْ سُٓوءٍۚۛ
- her kötülüğü de
- تَوَدُّ
- ister
- لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا
- O kötülükle
- وَبَيْنَهُٓ
- kendisi arasında
- اَمَداً
- bir mesafe
- بَع۪يداًۜ
- uzak
- وَيُحَذِّرُكُمُ
- sakındırıyor
- اللّٰهُ
- Allah sizi
- نَفْسَهُۜ
- kendisin(in emirlerine karşı gelmek)den
- وَاللّٰهُ
- Allah
- رَؤُ۫فٌ
- şefkatlidir
- بِالْعِبَادِ۟
- kulllarına
- قُلْ
- de ki
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- siz
- تُحِبُّونَ
- seviyorsanız
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاتَّبِعُون۪ي
- bana uyun ki
- يُحْبِبْكُمُ
- sizi sevsin
- اللّٰهُ
- Allah da
- وَيَغْفِرْ
- ve bağışlasın
- لَكُمْ
- sizin
- ذُنُوبَكُمْۜ
- günahlarınızı
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- bağışlayandır
- رَح۪يمٌ
- esirgeyendir
- قُلْ
- de ki
- اَط۪يعُوا
- ita`at edin
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَۚ
- ve Elçiye
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰٓى
- seçip üstün kıldı
- اٰدَمَ
- Adem`i
- وَنُوحاً
- Nuh`u
- وَاٰلَ
- ailesini
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَاٰلَ
- ve ailesini
- عِمْرٰنَ
- İmran
- عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
- alemlere
- ذُرِّيَّةً
- (Bunlar) türeyen nesil(ler)dir
- بَعْضُهَا
- bazısı (birbirinden)
- مِنْ بَعْضٍۜ
- bazısından
- وَاللّٰهُ
- Allah
- سَم۪يعٌ
- işitendir
- عَل۪يمٌۚ
- bilendir
- اِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- امْرَاَتُ
- karısı
- عِمْرٰنَ
- İmran`ın
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- نَذَرْتُ
- adadım
- لَكَ
- sana
- مَا
- olanı
- ف۪ي بَطْن۪ي
- karnımda
- مُحَرَّراً
- tam hür olarak
- فَتَقَبَّلْ
- kabul buyur
- مِنّ۪يۚ
- benden
- اِنَّكَ
- şüphesiz
- اَنْتَ
- sen
- السَّم۪يعُ
- işitensin
- الْعَل۪يمُ
- bilensin
- فَلَمَّا وَضَعَتْهَا
- onu doğurunca
- قَالَتْ
- şöyle söyledi
- رَبِّ
- Rabbim
- اِنّ۪ي
- şüphesiz ben
- وَضَعْتُهَٓا
- onu doğurdum
- اُنْثٰىۜ
- kız
- وَاللّٰهُ
- Allah
- اَعْلَمُ
- bilirken
- بِمَا وَضَعَتْۜ
- onun ne doğurduğunu
- وَلَيْسَ
- değildir
- الذَّكَرُ
- erkek
- كَالْاُنْثٰىۚ
- kız gibi
- وَاِنّ۪ي
- doğrusu ben
- سَمَّيْتُهَا
- ona adını verdim
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَاِنّ۪ٓي
- şüphesiz ben
- اُع۪يذُهَا
- onu ısmarlıyorum
- بِكَ
- sana
- وَذُرِّيَّتَهَا
- ve soyunu
- مِنَ الشَّيْطَانِ
- şeytanın şerrinden
- الرَّج۪يمِ
- kovulmuş
- فَتَقَبَّلَهَا
- kabul buyurdu onu
- رَبُّهَا
- Rabbi
- بِقَبُولٍ
- kabulle (şekilde)
- حَسَنٍ
- güzel bir
- وَاَنْبَتَهَا
- ve onu yetiştirdi
- نَبَاتاً
- bir bitki gibi
- حَسَناًۙ
- güzel
- وَكَفَّلَهَا
- ve onun bakımını üstlendi
- زَكَرِيَّاۜ
- Zekeriyya da
- كُلَّمَا
- her
- دَخَلَ
- girdiğinde
- عَلَيْهَا
- onun yanına
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- الْمِحْرَابَۙ
- mihraba
- وَجَدَ
- bulurdu
- عِنْدَهَا
- yanında
- رِزْقاًۚ
- bir rızık
- قَالَ
- derdi
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اَنّٰى
- nereden?
- لَكِ
- sana
- هٰذَاۜ
- bu
- قَالَتْ
- (O da) derdi
- هُوَ
- Bu
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يَرْزُقُ
- rızık verir
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğine
- بِغَيْرِ حِسَابٍ
- hesapsız
- هُنَالِكَ
- orada
- دَعَا
- du`a etmiş
- زَكَرِيَّا
- Zekeriyya
- رَبَّهُۚ
- Rabbine
- قَالَ
- demişti
- رَبِّ
- Rabbim
- هَبْ
- ver
- ل۪ي
- bana
- مِنْ لَدُنْكَ
- katından
- ذُرِّيَّةً
- bir nesil
- طَيِّبَةًۚ
- temiz
- اِنَّكَ
- Sen
- سَم۪يعُ
- işitensin
- الدُّعَٓاءِ
- du`ayı
- فَنَادَتْهُ
- ona diye ünlediler
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- melekler
- وَهُوَ
- O (Zekeriyya)
- قَٓائِمٌ
- durmuş
- يُصَلّ۪ي
- namaz kılarken
- فِي الْمِحْرَابِۙ
- mabedde
- اَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكَ
- sana müjdeler
- بِيَحْيٰى
- Yahya`yı
- مُصَدِّقاً
- doğrulayıcı
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelimeyi
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَسَيِّداً
- efendi
- وَحَصُوراً
- nefsine hakim
- وَنَبِياًّ
- bir peygamber olacak
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden
- قَالَ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى يَكُونُ
- nasıl olur?
- ل۪ي
- benim
- غُلَامٌ
- oğlum
- وَقَدْ بَلَغَنِيَ
- bana gelip çatmış
- الْكِبَرُ
- ihtiyarlık
- وَامْرَاَت۪ي
- karım da
- عَاقِرٌۜ
- kısırken
- قَالَ
- (Allah) dedi
- كَذٰلِكَ
- öyle (ama)
- اللّٰهُ
- Allah
- يَفْعَلُ
- yapar
- مَا يَشَٓاءُ
- dilediğini
- قَالَ
- dedi
- رَبِّ
- Rabbim
- اجْعَلْ
- o halde (oğlum olacağına dair) ver
- ل۪ٓي
- bana
- اٰيَةًۜ
- bir alamet
- قَالَ
- (Allah) buyurdu ki
- اٰيَتُكَ
- senin alametin
- اَلَّا تُكَلِّمَ
- konuşamamandır
- النَّاسَ
- insanlarla
- ثَلٰثَةَ
- üç
- اَيَّامٍ
- gün
- اِلَّا
- başka
- رَمْزاًۜ
- işaretten
- وَاذْكُرْ
- an
- رَبَّكَ
- Rabbini
- كَث۪يراً
- çok
- وَسَبِّـحْ
- (O`nu) tesbih et
- بِالْعَشِيِّ
- akşam
- وَالْاِبْكَارِ۟
- sabah
- وَاِذْ قَالَتِ
- demişti ki
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- اصْطَفٰيكِ
- seni seçti
- وَطَهَّرَكِ
- temizledi
- وَاصْطَفٰيكِ
- ve seni üstün kıldı
- عَلٰى نِسَٓاءِ
- kadınlarına
- الْعَالَم۪ينَ
- dünyaların
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اقْنُت۪ي
- divan dur
- لِرَبِّكِ
- Rabbine
- وَاسْجُد۪ي
- secde et
- وَارْكَع۪ي
- ve (O`nun huzurunda) eğil
- مَعَ
- beraber
- الرَّاكِع۪ينَ
- eğilenlerle
- ذٰلِكَ
- (Ey Muhammed) Bunlar
- مِنْ اَنْـبَٓاءِ
- haberlerindendir
- الْغَيْبِ
- görünmez alemin
- نُوح۪يهِ
- vahyettiğimiz
- اِلَيْكَۜ
- sana
- وَمَا كُنْتَ
- sen değildin
- لَدَيْهِمْ
- onların yanında
- اِذْ يُلْقُونَ
- atarlarken
- اَقْلَامَهُمْ
- (kur`a) oklarını
- اَيُّهُمْ
- hangisi
- يَكْفُلُ
- kefil olacak diye
- مَرْيَمَۖ
- Meryem`e
- لَدَيْهِمْ
- yanlarında
- اِذْ يَخْتَصِمُونَ
- birbirleriyle çekiştikleri zaman da
- اِذْ
- hani
- قَالَتِ
- demişti
- الْمَلٰٓئِكَةُ
- Melekler
- يَا
- Ey
- مَرْيَمُ
- Meryem
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- يُبَشِّرُكِ
- seni müjdeliyor
- بِكَلِمَةٍ
- bir kelime ile
- مِنْهُۗ
- kendisinden
- اِسْمُهُ
- onun adı
- الْمَس۪يحُ
- Mesih`dir
- ع۪يسَى
- Îsa
- ابْنُ
- oğlu
- مَرْيَمَ
- Meryem
- وَج۪يهاً
- yüzde (şerefli)
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِ
- ahirette de
- وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
- ve (Allah`a) yakın olanlardandır
- وَيُكَلِّمُ
- konuşacak
- النَّاسَ
- insanlara
- فِي الْمَهْدِ
- beşikte
- وَكَهْلاً
- ve yetişkinlikte
- وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
- ve iyilerden olacaktır
- قَالَتْ
- dedi ki
- رَبِّ
- Rabbim
- اَنّٰى
- nasıl
- يَكُونُ
- olur
- ل۪ي
- benim
- وَلَدٌ
- çocuğum
- وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي
- bana dokunmamışken
- بَشَرٌۜ
- bir beşer
- قَالَ
- dedi
- كَذٰلِكِ
- böylece
- اللّٰهُ
- Allah
- يَخْلُقُ
- yaratır
- مَا يَشَٓاءُۜ
- dilediğini
- اِذَا
- zaman
- قَضٰٓى
- istediği
- اَمْراً
- bir şey(in olmasını)
- فَاِنَّمَا
- sadece
- يَقُولُ
- der
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- `ol`
- فَيَكُونُ
- o da oluverir
- وَيُعَلِّمُهُ
- ona öğretecek
- الْكِتَابَ
- Kitabı
- وَالْحِكْمَةَ
- Hikmeti
- وَالتَّوْرٰيةَ
- Tevrat`ı
- وَالْاِنْج۪يلَۚ
- ve İncil`i
- وَرَسُولاً
- Onu (şöyle diyen) bir elçi yapacak
- اِلٰى بَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اَنّ۪ي
- ben
- قَدْ
- doğrusu
- جِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْۙ
- Rabbinizden
- اَنّ۪ٓي
- ben
- اَخْلُقُ
- yaratırım
- لَكُمْ
- sizin için
- مِنَ الطّ۪ينِ
- çamurdan
- كَهَيْـَٔةِ
- şeklinde bir şey
- الطَّيْرِ
- kuş
- فَاَنْفُخُ
- üflerim
- ف۪يهِ
- ona
- فَيَكُونُ
- hemen oluverir
- طَيْراً
- bir kuş
- بِاِذْنِ
- izniyle
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- وَاُبْرِئُ
- iyileştiririm
- الْاَكْمَهَ
- körü
- وَالْاَبْرَصَ
- ve alacalıyı
- وَاُحْـيِ
- diriltirim
- الْمَوْتٰى
- ölüleri
- وَاُنَبِّئُكُمْ
- size haber veririm
- بِمَا تَأْكُلُونَ
- ne yeyip
- وَمَا تَدَّخِرُونَۙ
- ne biriktirdiğinizi
- ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ
- evlerinizde
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي ذٰلِكَ
- bunda
- لَاٰيَةً
- bir ibret vardır
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَۚ
- inanıyor
- وَمُصَدِّقاً
- (Ben) doğrulayıcı olarak
- لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ
- benden önce gelen
- مِنَ التَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- وَلِاُحِلَّ
- ve helal yapayım (diye gönderildim)
- لَكُمْ
- size
- بَعْضَ
- bazı şeyleri
- الَّذ۪ي حُرِّمَ
- haram kılınan
- عَلَيْكُمْ
- size
- وَجِئْتُكُمْ
- size getirdim
- بِاٰيَةٍ
- bir mu`cize
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- فَاتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَاَط۪يعُونِ
- bana ita`at edin
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- رَبّ۪ي
- benim de Rabbim
- وَرَبُّكُمْ
- sizin de Rabbinizdir
- فَاعْبُدُوهُۜ
- O`na kulluk edin
- هٰذَا
- budur
- صِرَاطٌ
- yol
- مُسْتَق۪يمٌ
- doğru
- فَلَمَّٓا اَحَسَّ
- sezince
- ع۪يسٰى
- Îsa
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْكُفْرَ
- inkarı
- قَالَ
- dedi
- مَنْ
- kimler
- اَنْصَار۪ٓي
- bana yardımcı olacak
- اِلَى
- yolunda
- اللّٰهِۜ
- Allah
- قَالَ
- dediler
- الْحَوَارِيُّونَ
- Havariler
- نَحْنُ
- Biz
- اَنْصَارُ
- yardımcılarıyız
- اللّٰهِۚ
- Allah(yolun)un
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِۚ
- Allah`a
- وَاشْهَدْ
- şahid ol
- بِاَنَّا
- biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِمَٓا اَنْزَلْتَ
- senin indirdiğine
- وَاتَّبَعْنَا
- uyduk
- الرَّسُولَ
- elçiye
- فَاكْتُبْنَا
- bizi yaz
- مَعَ
- beraber
- الشَّاهِد۪ينَ
- şahidlerle
- وَمَكَرُوا
- tuzak kurdular
- وَمَكَرَ
- onların tuzaklarına karşılık verdi
- اللّٰهُۜ
- Allah da
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- خَيْرُ
- en iyi
- الْمَاكِر۪ينَ۟
- tuzak kurandır
- اِذْ
- hani
- قَالَ
- demişti
- اللّٰهُ
- Allah
- يَا
- Ey
- ع۪يسٰٓى
- Îsa
- اِنّ۪ي
- ben
- مُتَوَفّ۪يكَ
- senin canını alacağım
- وَرَافِعُكَ
- seni yükselteceğim
- اِلَيَّ
- bana
- وَمُطَهِّرُكَ
- seni temizleyeceğim
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerden
- وَجَاعِلُ
- ve tutacağım
- الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ
- sana uyanları
- فَوْقَ
- üstünde
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerin
- اِلٰى
- kadar
- يَوْمِ
- gününe
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- اِلَيَّ
- bana olacaktır
- مَرْجِعُكُمْ
- dönüşünüz
- فَاَحْكُمُ
- ben hükmedeceğim
- بَيْنَكُمْ
- aranızda
- ف۪يمَا
- şeyler hakkında
- كُنْتُمْ
- sizin
- ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
- ayrılığa düştüğünüz
- فَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- فَاُعَذِّبُهُمْ
- onlara azabedeceğim
- عَذَاباً
- azapla
- شَد۪يداً
- şiddetli
- فِي الدُّنْيَا
- dünyada da
- وَالْاٰخِرَةِۘ
- ahirette de
- وَمَا
- olmayacaktır
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ
- yardımcıları da
- وَاَمَّا
- gelince
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- İnanıp
- وَعَمِلُوا
- yapanlara da
- الصَّالِحَاتِ
- iyi şeyler
- فَيُوَفّ۪يهِمْ
- (Allah) tam olarak verecektir
- اُجُورَهُمْۜ
- mükafatlarını
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimleri
- ذٰلِكَ
- işte bu
- نَتْلُوهُ
- okuduğumuz
- عَلَيْكَ
- sana
- مِنَ الْاٰيَاتِ
- o ayetlerden
- وَالذِّكْرِ
- ve Zikir(Kitap)dandır
- الْحَك۪يمِ
- o hikmetli
- اِنَّ
- şüphesiz
- مَثَلَ
- durumu
- ع۪يسٰى
- Îsa`nın
- عِنْدَ
- göre
- اللّٰهِ
- Allah`a
- كَمَثَلِ
- durumu gibidir
- اٰدَمَۜ
- Adem`in
- خَلَقَهُ
- Onu yarattı
- مِنْ تُرَابٍ
- topraktan
- ثُمَّ
- sonra
- قَالَ
- dedi
- لَهُ
- ona
- كُنْ
- Ol!
- فَيَكُونُ
- artık olur
- اَلْحَقُّ
- (Bu,) gerçektir
- مِنْ رَبِّكَ
- Rabbinden gelen
- فَلَا تَكُنْ
- öyle ise olma
- مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
- kuşkulananlardan
- فَمَنْ
- kim
- حَٓاجَّكَ
- seninle tartışmaya kalkarsa
- ف۪يهِ
- oun hakkında
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَكَ
- sana gelen
- مِنَ الْعِلْمِ
- ilimden
- فَقُلْ
- de ki
- تَعَالَوْا
- gelin
- نَدْعُ
- çağıralım
- اَبْنَٓاءَنَا
- oğullarımızı
- وَاَبْنَٓاءَكُمْ
- ve oğullarınızı
- وَنِسَٓاءَنَا
- kadınlarımızı
- وَنِسَٓاءَكُمْ
- ve kadınlarınızı
- وَاَنْفُسَنَا
- kendimizi
- وَاَنْفُسَكُمْ
- ve kendinizi
- ثُمَّ
- sonra
- نَبْتَهِلْ
- gönülden la`netle du`a edelim de
- فَنَجْعَلْ
- atalım (kılalım)
- لَعْنَتَ
- la`netini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- عَلَى
- üstüne
- الْكَاذِب۪ينَ
- yalancıların
- اِنَّ
- işte
- هٰذَا
- budur
- لَهُوَ
- (Îsa hakkındaki) o
- الْقَصَصُ
- kıssa (öykü)
- الْحَقُّۚ
- gerçek
- وَمَا
- yoktur
- مِنْ اِلٰهٍ
- tanrı
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۜ
- Allah`tan
- وَاِنَّ
- elbette
- اللّٰهَ
- Allah
- لَهُوَ الْعَز۪يزُ
- aziz (kesin galib)
- الْحَك۪يمُ
- hüküm ve hikmet sahibidir
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- dönerlerse
- فَاِنَّ
- muhakkak ki
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
- bozguncuları
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- تَعَالَوْا
- gelin
- اِلٰى كَلِمَةٍ
- bir kelimeye
- سَوَٓاءٍ
- eşit olan
- بَيْنَنَا
- bizim aramızda
- وَبَيْنَكُمْ
- ve sizin aranızda
- اَلَّا نَعْبُدَ
- ibadet etmeyelim
- اِلَّا
- başkasına
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- وَلَا نُشْرِكَ
- ortak koşmayalım
- بِه۪
- O`na
- شَيْـٔاً
- hiçbirşeyi
- وَلَا يَتَّخِذَ
- edinmeyelim
- بَعْضُنَا
- bazımız
- بَعْضاً
- bazımızı
- اَرْبَاباً
- tanrılar
- مِنْ دُونِ
- başka
- اللّٰهِۜ
- Allah`tan
- فَاِنْ
- eğer
- تَوَلَّوْا
- yüz çevirirlerse
- فَقُولُوا
- deyin
- اشْهَدُوا
- şahid olun
- بِاَنَّا
- şüphesiz biz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlarız
- يَٓا
- ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- neden
- تُحَٓاجُّونَ
- tartışıyorsunuz
- ف۪ٓي
- hakkında
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- وَمَٓا اُنْزِلَتِ
- oysa indirilmiştir
- التَّوْرٰيةُ
- Tevrat da
- وَالْاِنْج۪يلُ
- İncil de
- اِلَّا
- ancak
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- ondan sonra
- اَفَلَا تَعْقِلُونَ
- Düşünmüyor musunuz?
- هَٓا اَنْتُمْ
- haydi siz
- هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
- böylesiniz
- حَاجَجْتُمْ
- tartıştınız
- ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪
- olan şey hakkında
- عِلْمٌ
- biraz bilginiz
- فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ
- ama neden tartışıyorsunuz?
- ف۪يمَا
- hakkında
- لَيْسَ
- olmayan
- لَكُمْ بِه۪
- hiçbir
- عِلْمٌۜ
- bilginiz
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يَعْلَمُ
- bilir
- وَاَنْتُمْ
- siz
- لَا تَعْلَمُونَ
- bilmezsiniz
- مَا كَانَ
- değildi
- اِبْرٰه۪يمُ
- İbrahim
- يَهُودِياًّ
- ne yahudi
- وَلَا نَصْرَانِياًّ
- ne de hıristiyan
- وَلٰكِنْ
- fakat
- كَانَ
- idi
- حَن۪يفاً
- dosdoğru
- مُسْلِماًۜ
- bir müslüman
- وَمَا كَانَ
- değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- müşriklerden de
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوْلَى
- en yakın olanı
- النَّاسِ
- insanların
- بِاِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ
- ona uyanlar
- وَهٰذَا
- bu
- النَّبِيُّ
- peygamber
- وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
- ve mü`minlerdir
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- وَلِيُّ
- dostudur
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlerin
- وَدَّتْ
- istedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ
- sizi saptırsınlar
- وَمَا
- oysa
- يُضِلُّونَ
- saptırıyorlar
- اِلَّٓا
- sadece
- اَنْفُسَهُمْ
- kendilerini
- وَمَا يَشْعُرُونَ
- fakat farkında değiller
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- niçin inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
- (gerçeği) gördüğünüz halde
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ
- niçin
- تَلْبِسُونَ
- karıştırıyorsunuz
- الْحَقَّ
- hakkı
- بِالْبَاطِلِ
- batıla
- وَتَكْتُمُونَ
- ve gizliyorsunuz
- الْحَقَّ
- gerçeği
- وَاَنْتُمْ
- siz
- تَعْلَمُونَ۟
- bildiğiniz halde
- وَقَالَتْ
- dedi ki
- طَٓائِفَةٌ
- bir grup
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اٰمِنُوا
- inanın
- بِالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ
- indirilmiş olana
- عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlara
- وَجْهَ
- önünde
- النَّهَارِ
- günün
- وَاكْفُرُٓوا
- inkar edin
- اٰخِرَهُ
- sonunda da
- لَعَلَّهُمْ
- belki onlar
- يَرْجِعُونَۚ
- dönerler
- وَلَا تُؤْمِنُٓوا
- güvenmeyin (dediler)
- اِلَّا
- başkasına
- لِمَنْ تَبِـعَ
- uyandan
- د۪ينَكُمْۜ
- sizin dininize
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْهُدٰى
- Hidayet
- هُدَى
- hidayetidir
- اللّٰهِۙ
- Allah`ın
- اَنْ يُؤْتٰٓى
- verilmesinden (ötürü mü böyle söylüyorsunuz)
- اَحَدٌ
- birine
- مِثْلَ
- benzerinin
- مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ
- size verilenin
- اَوْ
- veya
- يُحَٓاجُّوكُمْ
- (aleyhinize) deliller getireceklerinden
- عِنْدَ
- huzurunda
- رَبِّكُمْۜ
- Rabbinizin
- الْفَضْلَ
- Lutuf
- بِيَدِ
- elindedir
- اللّٰهِۚ
- Allah`ın
- يُؤْت۪يهِ
- onu verir
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah`ın
- وَاسِعٌ
- (lutfu) geniştir
- عَل۪يمٌۚ
- (O her şeyi) bilendir
- يَخْتَصُّ
- has kılar
- بِرَحْمَتِه۪
- Rahmetini
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُو
- sahibidir
- الْفَضْلِ
- lutuf ve ikram
- الْعَظ۪يمِ
- büyük
- وَمِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- مَنْ
- öylesi vardır ki
- اِنْ
- eğer
- تَأْمَنْهُ
- ona emanet bıraksan
- بِقِنْطَارٍ
- yüklerle mal
- يُؤَدِّه۪ٓ
- onu öder
- اِلَيْكَۚ
- sana
- وَمِنْهُمْ
- onlardan
- مَنْ
- öylesi de vardır ki
- تَأْمَنْهُ
- ona versen
- بِد۪ينَارٍ
- bir dinar
- لَا يُؤَدِّه۪ٓ
- onu ödemez
- اِلَيْكَ
- sana
- اِلَّا مَا دُمْتَ
- devamlı olarak
- عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ
- başına dikilmeden
- ذٰلِكَ
- bu
- بِاَنَّهُمْ
- onların
- قَالُوا
- dedikleri içindir
- لَيْسَ
- yoktur
- عَلَيْنَا
- bize
- فِي الْاُمِّيّ۪نَ
- ümmilere karşı
- سَب۪يلٌۚ
- bir yol (sorumluluk)
- وَيَقُولُونَ
- ve söylüyorlar
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- بَلٰى
- Hayır
- مَنْ
- kim
- اَوْفٰى
- yerine getirir
- بِعَهْدِه۪
- sözünü
- وَاتَّقٰى
- ve (günahtan) korunursa
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَّق۪ينَ
- korunanları
- اِنَّ
- Fakat
- الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ
- satanlar var ya
- بِعَهْدِ
- verdikleri sözü
- اللّٰهِ
- Allah`a
- وَاَيْمَانِهِمْ
- ve yeminlerini
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاً
- az bir
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَا خَلَاقَ
- bir payı yoktur
- لَهُمْ
- onların
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- وَلَا يُكَلِّمُهُمُ
- onlara konuşmayacak
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلَا يَنْظُرُ
- bakmayacak
- اِلَيْهِمْ
- onlara
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِ
- kıyamet
- وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ
- ve onları yüceltmeyecektir
- وَلَهُمْ
- Onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَاِنَّ
- ve şüphesiz
- مِنْهُمْ
- onlardan
- لَفَر۪يقاً
- bir grup var ki
- يَلْوُ۫نَ
- eğip bükerler
- اَلْسِنَتَهُمْ
- dillerini
- بِالْكِتَابِ
- Kitapla
- لِتَحْسَبُوهُ
- siz sanasınız diye
- مِنَ الْكِتَابِ
- Kitaptan
- وَمَا هُوَ
- olmayan bir şeyi
- مِنَ الْكِتَابِۚ
- Kitapta
- وَيَقُولُونَ
- ve derler
- هُوَ
- o
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا هُوَ
- Oysa o değildir
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۚ
- Allah
- وَيَقُولُونَ
- söylerler
- عَلَى
- karşı
- اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- مَا كَانَ
- yakışmaz ki
- لِبَشَرٍ
- hiçbir insana
- اَنْ يُؤْتِيَهُ
- ona versin de
- اللّٰهُ
- Allah
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحُكْمَ
- hüküm (hikmet)
- وَالنُّبُوَّةَ
- ve peygamberlik
- ثُمَّ
- sonra (o kalksın)
- يَقُولَ
- desin
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- كُونُوا
- olun
- عِبَاداً
- kullar
- ل۪ي
- bana
- مِنْ دُونِ
- bırakıp
- اللّٰهِ
- Allah`ı
- وَلٰكِنْ
- fakat (der ki)
- رَبَّانِيّ۪نَ
- Rabba halis kullar
- بِمَا
- şeyler gereğince
- كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ
- okuduğunuz
- وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
- öğrettiğiniz
- وَلَا يَأْمُرَكُمْ
- Ve size emretmez
- اَنْ تَتَّخِذُوا
- edinin diye
- الْمَلٰٓئِكَةَ
- Melekleri
- وَالنَّبِيّ۪نَ
- ve peygamberleri
- اَرْبَاباًۜ
- tanrılar
- اَيَأْمُرُكُمْ
- size emreder mi?
- بِالْكُفْرِ
- inkarı
- بَعْدَ
- sonra
- اِذْ
- olduktan
- اَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ۟
- müslüman
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- şöyle söz
- النَّبِيّ۪نَ
- peygamberlerden
- لَـمَٓا
- bakın
- اٰتَيْتُكُمْ
- size verdim
- مِنْ كِتَابٍ
- Kitap
- وَحِكْمَةٍ
- ve hikmet
- ثُمَّ
- imdi
- جَٓاءَكُمْ
- geldiğinde
- رَسُولٌ
- bir peygamber
- مُصَدِّقٌ
- doğrulayıcı
- لِمَا مَعَكُمْ
- yanınızda bulunan(Kitap)ı
- لَتُؤْمِنُنَّ
- mutlaka inanacak
- بِه۪
- ona
- وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ
- ve ona mutlaka yardım edeceksiniz
- قَالَ
- demişti
- ءَاَقْرَرْتُمْ
- bunu kabul ettiniz mi?
- وَاَخَذْتُمْ
- ve aldınız mı?
- عَلٰى
- üzerinize
- ذٰلِكُمْ
- bu hususta
- اِصْر۪يۜ
- ağır ahdimi
- قَالُٓوا
- dediler
- اَقْرَرْنَاۜ
- kabul ettik
- قَالَ
- dedi
- فَاشْهَدُوا
- o halde tanık olun
- وَاَنَا۬
- ben de
- مَعَكُمْ
- sizinle beraber
- مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
- tanık olanlardanım
- فَمَنْ
- artık kim
- تَوَلّٰى
- dönerse
- بَعْدَ
- sonra
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْفَاسِقُونَ
- fasıklardır
- اَفَغَيْرَ
- başkasını mı
- د۪ينِ
- dininden
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- يَبْغُونَ
- arıyorlar
- وَلَهُٓ
- oysa O`na
- اَسْلَمَ
- teslim olmuştur
- مَنْ فِي
- olanların hepsi
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَالْاَرْضِ
- ve yerde
- طَوْعاً
- ister
- وَكَرْهاً
- istemez
- وَاِلَيْهِ
- ve O`na
- يُرْجَعُونَ
- döndürüleceklerdir
- قُلْ
- de ki
- اٰمَنَّا
- inandık
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- عَلَيْنَا
- bize
- وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى
- ve indirilene
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim`e
- وَاِسْمٰع۪يلَ
- İsma`il`e
- وَاِسْحٰقَ
- İshak`a
- وَيَعْقُوبَ
- Ya`kub`a
- وَالْاَسْبَاطِ
- ve sıbtlara
- وَمَٓا اُو۫تِيَ
- verilene
- مُوسٰى
- Musa`ya
- وَع۪يسٰى
- Îsa`ya
- وَالنَّبِيُّونَ
- ve peygamberlere
- مِنْ رَبِّهِمْۖ
- Rableri tarafından
- لَا نُفَرِّقُ
- ayırım yapmayız
- بَيْنَ
- arasında
- اَحَدٍ
- hiçbirinin
- مِنْهُمْۘ
- onlar
- وَنَحْنُ
- biz
- لَهُ
- O`na
- مُسْلِمُونَ
- teslim olanlarız
- وَمَنْ
- kim
- يَبْتَغِ
- ararsa
- غَيْرَ
- başka
- الْاِسْلَامِ
- İslam`dan
- د۪يناً
- bir din
- فَلَنْ
- bilsin ki
- يُقْبَلَ
- (o din) kabul edilmeyecek
- مِنْهُۚ
- ondan
- وَهُوَ
- ve o
- فِي الْاٰخِرَةِ
- ahirette
- مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
- kaybedenlerden olacaktır
- كَيْفَ
- nasıl
- يَهْدِي
- yol gösterir
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْماً
- bir topluma
- كَفَرُوا
- inkar eden
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- İman ettikten
- وَشَهِدُٓوا
- ve gördükten
- اَنَّ
- gerçekten
- الرَّسُولَ
- Resul`ün
- حَقٌّ
- hak olduğunu
- وَجَٓاءَهُمُ
- ve kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يَهْدِي
- doğru yola iletmez
- الْقَوْمَ
- toplumu
- الظَّالِم۪ينَ
- zalim
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların cezası
- اَنَّ
- gerçekten
- عَلَيْهِمْ
- onların üzerine olmasıdır
- لَعْنَةَ
- la`neti
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَالْمَلٰٓئِكَةِ
- meleklerin
- وَالنَّاسِ
- ve insanların
- اَجْمَع۪ينَۙ
- bütün
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklardır
- ف۪يهَاۚ
- O(la`net)in içinde
- لَا يُخَفَّفُ
- hafifletilmeyecek
- عَنْهُمُ
- onlardan
- الْعَذَابُ
- azab
- وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
- ve onlara asla fırsat verilmeyecektir
- اِلَّا
- ancak başka
- الَّذ۪ينَ تَابُوا
- tevbe edip
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- ذٰلِكَ
- ondan
- وَاَصْلَحُوا
- uslananlar
- فَاِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ
- çok esirgeyendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- onlar ki inkar ettiler
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِهِمْ
- inandıktan
- ثُمَّ
- sonra
- ازْدَادُوا
- arttı
- كُفْراً
- inkarları
- لَنْ تُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- تَوْبَتُهُمْۚ
- onların tevbeleri
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الضَّٓالُّونَ
- sapıkların ta kendileridir
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edip
- وَمَاتُوا
- ölenler
- وَهُمْ كُفَّارٌ
- kafir olarak
- فَلَنْ يُقْبَلَ
- kabul edilmeyecektir
- مِنْ اَحَدِهِمْ
- hiçbirinden
- مِلْءُ
- dolusu
- الْاَرْضِ
- dünya
- ذَهَباً
- altın
- وَلَوِ
- olsa dahi
- افْتَدٰى بِه۪ۜ
- fidye vermiş
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- لَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَمَا
- ve yoktur
- لَهُمْ
- onların
- مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
- hiçbir yardımcıları
- لَنْ تَنَالُوا
- asla eremezsiniz
- الْبِرَّ
- iyiliğe
- حَتّٰى
- kadar
- تُنْفِقُوا
- (Allah için) harcayıncaya
- مِمَّا
- şeylerden
- تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz
- وَمَا تُنْفِقُوا
- ne harcarsanız
- مِنْ شَيْءٍ
- herhangi bir şeyden
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِه۪
- onu
- عَل۪يمٌ
- bilir
- كُلُّ
- bütün
- الطَّعَامِ
- yiyecekler
- كَانَ
- idi
- حِلاًّ
- helal
- لِبَن۪ٓي
- oğullarına
- اِسْرَٓائ۪لَ
- İsrail
- اِلَّا
- dışında
- مَا
- şeyler
- حَرَّمَ
- haram kıldığı
- اِسْرَٓائ۪لُ
- İsrail`in
- عَلٰى نَفْسِه۪
- kendisine
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تُنَزَّلَ
- indirilmeden
- التَّوْرٰيةُۜ
- Tevrat
- قُلْ
- de ki
- فَأْتُوا
- getirip
- بِالتَّوْرٰيةِ
- Tevrat`ı
- فَاتْلُوهَٓا
- okuyun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَمَنِ
- artık kim
- افْتَرٰى
- uydurursa
- عَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- الْكَذِبَ
- yalan
- مِنْ بَعْدِ
- sonra da
- ذٰلِكَ
- bundan
- فَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الظَّالِمُونَ
- zalimlerdir
- قُلْ
- de ki
- صَدَقَ
- doğru söyledi
- اللّٰهُ
- Allah
- فَاتَّبِعُوا
- öyle ise uyun
- مِلَّةَ
- dinine
- اِبْرٰه۪يمَ
- İbrahim
- حَن۪يفاًۜ
- hanif (Allah`ı birleyici) olarak
- وَمَا كَانَ
- O değildi
- مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
- ortak koşanlardan
- اِنَّ
- doğrusu
- اَوَّلَ
- ilk
- بَيْتٍ
- ev
- وُضِعَ
- (ma`bed olarak) kurulan
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ
- Mekke`de olandır
- مُبَارَكاً
- uğur, bereket
- وَهُدًى
- ve hidayet kaynağıdır
- لِلْعَالَم۪ينَۚ
- alemlere
- ف۪يهِ
- onda vardır
- اٰيَاتٌ
- deliller
- بَيِّنَاتٌ
- açık açık
- مَقَامُ
- Makamı
- اِبْرٰه۪يمَۚ
- İbrahim`in
- وَمَنْ
- kimse
- دَخَلَهُ
- ona giren
- كَانَ اٰمِناًۜ
- güvene erer
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ın bir hakkıdır
- عَلَى
- üzerinde
- النَّاسِ
- insanlar
- حِجُّ
- (gidip) haccetmesi
- الْبَيْتِ
- Ev`e
- مَنِ
- herkesin
- اسْتَطَاعَ
- gücü yeten
- اِلَيْهِ سَب۪يلاًۜ
- yoluna
- وَمَنْ
- kim
- كَفَرَ
- nankörlük ederse
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- غَنِيٌّ
- zengindir
- عَنِ الْعَالَم۪ينَ
- bütün alemlerden
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَكْفُرُونَ
- neden inkar ediyorsunuz?
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِۗ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- شَه۪يدٌ
- tanık iken
- عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınıza
- قُلْ
- de ki
- يَٓا
- Ey
- اَهْلَ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لِمَ تَصُدُّونَ
- niçin çevirmeğe çalışıyorsunuz?
- عَنْ سَب۪يلِ
- yolundan
- اللّٰهِ
- Allah
- مَنْ
- kimseleri
- اٰمَنَ
- inanan
- تَبْغُونَهَا
- göstermeğe yeltenerek
- عِوَجاً
- eğri
- وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ
- gerçeğe tanık olduğunuz halde
- وَمَا
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- بِغَافِلٍ
- habersiz
- عَمَّا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ تُط۪يعُوا
- uyarsanız
- فَر۪يقاً
- gruba
- مِنَ
- herhangi bir
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi döndürüp
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- imanınızdan
- كَافِر۪ينَ
- kafir yaparlar
- وَكَيْفَ
- nasıl
- تَكْفُرُونَ
- inkar edersiniz
- وَاَنْتُمْ
- ve üstelik size
- تُتْلٰى
- okunmakta
- عَلَيْكُمْ
- size
- اٰيَاتُ
- ayetleri
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَف۪يكُمْ
- ve aranızda iken
- رَسُولُهُۜ
- O`nun Elçisi de
- وَمَنْ
- kim
- يَعْتَصِمْ
- sarılırsa
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- فَقَدْ
- muhakkak ki o
- هُدِيَ
- iletilmiştir
- اِلٰى صِرَاطٍ
- yola
- مُسْتَق۪يمٍ۟
- doğru
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اتَّقُوا
- korkun
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- حَقَّ
- hakkıyla
- تُقَاتِه۪
- O`na yaraşır biçimde
- وَلَا تَمُوتُنَّ
- ölmeyin
- اِلَّا
- dışında
- وَاَنْتُمْ
- siz
- مُسْلِمُونَ
- müslümanlar olmak
- وَاعْتَصِمُوا
- ve yapışın
- بِحَبْلِ
- ipine
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- جَم۪يعاً
- topluca
- وَلَا تَفَرَّقُواۖ
- ayrılmayın
- وَاذْكُرُوا
- hatırlayın
- نِعْمَتَ
- ni`metini
- عَلَيْكُمْ
- size olan
- اِذْ
- hani
- كُنْتُمْ
- siz idiniz
- اَعْدَٓاءً
- birbirinize düşman
- فَاَلَّفَ
- (Allah) uzlaştırdı
- بَيْنَ
- arasını
- قُلُوبِكُمْ
- kalblerinizin
- فَاَصْبَحْتُمْ
- haline geldiniz
- بِنِعْمَتِه۪ٓ
- O`un ni`metiyle
- اِخْوَاناًۚ
- kardeşler
- وَكُنْتُمْ
- siz bulunuyordunuz
- عَلٰى شَفَا
- kenarında
- حُفْرَةٍ
- bir çukurun
- مِنَ النَّارِ
- ateşten
- فَاَنْقَذَكُمْ
- (Allah) sizi kurtardı
- مِنْهَاۜ
- ondan
- كَذٰلِكَ
- böyle
- يُبَيِّنُ
- açıklıyor
- اللّٰهُ
- Allah
- لَكُمْ
- size
- اٰيَاتِه۪
- ayetlerini
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَهْتَدُونَ
- yola gelirsiniz
- وَلْتَكُنْ
- olsun
- مِنْكُمْ
- içinizden
- اُمَّةٌ
- bir topluluk
- يَدْعُونَ
- çağıran
- اِلَى الْخَيْرِ
- hayra
- وَيَأْمُرُونَ
- emredip
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`eden
- عَنِ الْمُنْكَرِۜ
- kötülükten
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- هُمُ
- onlar
- الْمُفْلِحُونَ
- kurtuluşa erenlerdir
- وَلَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ
- gibi
- تَفَرَّقُوا
- bölünüp
- وَاخْتَلَفُوا
- ihtilaf edenler
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَا جَٓاءَهُمُ
- kendilerine geldikten
- الْبَيِّنَاتُۜ
- açık deliller
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- İşte onlar
- لَهُمْ
- (evet) onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌۙ
- büyük
- يَوْمَ
- O gün
- تَبْيَضُّ
- ağarır
- وُجُوهٌ
- bazı yüzler
- وَتَسْوَدُّ
- kararır
- وُجُوهٌۚ
- bazı yüzler
- فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ
- kararanlara
- وُجُوهُهُمْ۠
- yüzleri
- اَكَفَرْتُمْ
- inkar ettiniz ha? (denilir)
- بَعْدَ
- sonra
- ا۪يمَانِكُمْ
- inanmanızdan
- فَذُوقُوا
- öyle ise tadın
- الْعَذَابَ
- azabı
- بِمَا كُنْتُمْ
- etmenize karşılık
- تَكْفُرُونَ
- inkar
- وَاَمَّا
- ise
- الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ
- ağaranlar
- وُجُوهُهُمْ
- yüzleri
- فَف۪ي
- içindedirler
- رَحْمَةِ
- rahmeti
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- تِلْكَ
- İşte onlar
- اٰيَاتُ
- ayetleridir
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- نَتْلُوهَا
- onları okuyoruz
- عَلَيْكَ
- sana
- بِالْحَقِّۜ
- gerçek ile
- وَمَا اللّٰهُ
- Allah
- يُر۪يدُ
- istemez
- ظُلْماً
- zulmetmek
- لِلْعَالَم۪ينَ
- alemlere
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
- ve yerde olanlar
- وَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُرْجَعُ
- döndürülür
- الْاُمُورُ۟
- bütün işler
- كُنْتُمْ
- siz oldunuz
- خَيْرَ
- en hayırlı
- اُمَّةٍ
- bir ümmet
- اُخْرِجَتْ
- çıkarılmış
- لِلنَّاسِ
- insanlar için
- تَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَتَنْهَوْنَ
- men`edersiniz
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَتُؤْمِنُونَ
- ve inanırsınız
- بِاللّٰهِۜ
- Allah`a
- وَلَوْ
- eğer
- اٰمَنَ
- inanmış olsaydı
- اَهْلُ
- ehli
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَكَانَ
- elbette olurdu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- مِنْهُمُ
- onlardan
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar da var
- وَاَكْثَرُهُمُ
- ama çokları
- الْفَاسِقُونَ
- yoldan çıkmışlardır
- لَنْ يَضُرُّوكُمْ
- size zarar veremezler
- اِلَّٓا
- başka bir
- اَذًىۜ
- eziyetten
- وَاِنْ
- ve eğer
- يُقَاتِلُوكُمْ
- sizinle savaşsalar bile
- يُوَلُّوكُمُ
- size dönüp kaçarlar
- الْاَدْبَارَ۠
- arkalarını
- ثُمَّ
- sonra
- لَا يُنْصَرُونَ
- onlara yardım da edilmez
- ضُرِبَتْ
- vurulmuştur
- عَلَيْهِمُ
- onlara
- الذِّلَّةُ
- alçaklık (damgası)
- اَيْنَ
- nerede
- مَا ثُقِفُٓوا
- olsalar
- اِلَّا
- meğer ki (sığınmış olsunlar)
- بِحَبْلٍ
- ahdine (ipine)
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَحَبْلٍ
- ve ahdine (ipine)
- مِنَ النَّاسِ
- (inanan) insanların
- وَبَٓاؤُ۫
- uğradılar
- بِغَضَبٍ
- gazabına
- وَضُرِبَتْ
- ve vuruldu
- عَلَيْهِمُ
- üzerlerine
- الْمَسْكَنَةُۜ
- miskinlik damgası
- ذٰلِكَ
- böyle oldu
- بِاَنَّهُمْ
- çünkü onlar
- كَانُوا
- idiler
- يَكْفُرُونَ
- inkar ediyorlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَيَقْتُلُونَ
- öldürüyorlardı
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۜ
- haksız yere
- ذٰلِكَ
- ve çünkü
- بِمَا عَصَوْا
- isyan etmişlerdi
- وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
- haddi aşıyorlardı
- لَيْسُوا
- ama hepsi değildir
- سَوَٓاءًۜ
- aynı
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- اُمَّةٌ
- bir topluluk da vardır
- قَٓائِمَةٌ
- ayakta durup
- يَتْلُونَ
- okuyarak
- اٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- اٰنَٓاءَ
- saatlerinde
- الَّيْلِ
- gece
- وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
- secdeye kapanan
- يُؤْمِنُونَ
- onlar inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَالْيَوْمِ
- ve gününe
- الْاٰخِرِ
- ahiret
- وَيَأْمُرُونَ
- emreder
- بِالْمَعْرُوفِ
- iyiliği
- وَيَنْهَوْنَ
- men`ederler
- عَنِ الْمُنْكَرِ
- kötülükten
- وَيُسَارِعُونَ
- koşarlar
- فِي الْخَيْرَاتِۜ
- hayır işlerine
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- işte onlar
- مِنَ الصَّالِح۪ينَ
- iyilerdendir
- وَمَا يَفْعَلُوا
- yapacakları
- مِنْ خَيْرٍ
- hiçbir iyilik
- فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ
- inkar edilmeyecektir
- وَاللّٰهُ
- Şüphesiz Allah
- عَل۪يمٌ
- bilmektedir
- بِالْمُتَّق۪ينَ
- (günahlardan) korunanları
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler
- لَنْ تُغْنِيَ
- yarar sağlamayacaktır
- عَنْهُمْ
- onlara
- اَمْوَالُهُمْ
- ne malları
- وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ
- ne de evladları
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`a karşı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şey
- وَاُو۬لٰٓئِكَ
- onlar
- اَصْحَابُ
- halkıdır
- النَّارِۚ
- ateş
- هُمْ
- onlar
- ف۪يهَا
- orada
- خَالِدُونَ
- sürekli kalacaklardır
- مَثَلُ
- durumu
- مَا يُنْفِقُونَ
- harcadıkları malların
- ف۪ي هٰذِهِ
- bu
- الْحَيٰوةِ
- dünya
- الدُّنْيَا
- hayatında
- كَمَثَلِ
- benzer
- ر۪يحٍ
- bir rüzgara
- ف۪يهَا
- kendisine
- صِرٌّ
- dondurucu
- اَصَابَتْ
- vurup
- حَرْثَ
- ekinine
- قَوْمٍ
- bir topluluğun
- ظَلَمُٓوا
- zulmeden
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- فَاَهْلَكَتْهُۜ
- onu mahveden
- وَمَا ظَلَمَهُمُ
- onlara zulmetmedi
- اللّٰهُ
- Allah
- وَلٰكِنْ
- fakat
- اَنْفُسَهُمْ
- onlar kendi kendilerine
- يَظْلِمُونَ
- zulmediyorlardı
- يَٓا اَيُّهَا
- ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَتَّخِذُوا
- edinmeyin
- بِطَانَةً
- kendinize dost
- مِنْ دُونِكُمْ
- kendinizden başkasını
- لَا يَأْلُونَكُمْ
- onlar sizi geri durmazlar
- خَبَالاًۜ
- bozmaktan
- وَدُّوا
- isterler
- مَا
- şeyleri
- عَنِتُّمْۚ
- size sıkıntı verecek
- قَدْ
- doğrusu
- بَدَتِ
- taşmaktadır
- الْبَغْضَٓاءُ
- öfke
- مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ
- onların ağızlarından
- وَمَا تُخْف۪ي
- gizledikleri (kin) ise
- صُدُورُهُمْ
- göğüslerinde
- اَكْـبَرُۜ
- daha büyüktür
- قَدْ
- elbette
- بَيَّنَّا
- açıkladık
- لَكُمُ
- size
- الْاٰيَاتِ
- ayetleri
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
- düşünürseniz
- هَٓا اَنْتُمْ
- İşte siz
- اُو۬لَٓاءِ
- öyle kimselersiniz ki
- تُحِبُّونَهُمْ
- onları seversiniz
- وَلَا يُحِبُّونَكُمْ
- halbuki onlar sizi sevmezler
- وَتُؤْمِنُونَ
- inanırsınız
- بِالْكِتَابِ
- Kitabın
- كُلِّه۪ۚ
- hepsine
- وَاِذَا
- zaman
- لَقُوكُمْ
- sizinle karşılaştıkları
- قَالُٓوا
- derler
- اٰمَنَّاۗ
- inandık
- خَلَوْا
- yalnız kaldıkları
- عَضُّوا
- ısırırlar
- عَلَيْكُمُ
- size karşı
- الْاَنَامِلَ
- parmak uçlarını
- مِنَ الْغَيْظِۜ
- öfkeden
- قُلْ
- de ki
- مُوتُوا
- ölün
- بِغَيْظِكُمْۜ
- öfkenizden
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنْ
- eğer
- تَمْسَسْكُمْ
- size dokunsa
- حَسَنَةٌ
- bir iyilik
- تَسُؤْهُمْۘ
- onları tasalandırır
- وَاِنْ
- ve eğer
- تُصِبْكُمْ
- size dokunsa
- سَيِّئَةٌ
- bir kötülük
- يَفْرَحُوا
- sevinirler
- بِهَاۜ
- ona
- وَاِنْ
- eğer
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- لَا يَضُرُّكُمْ
- size zarar vermez
- كَيْدُهُمْ
- onların tuzağı
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir şekilde
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- بِمَا يَعْمَلُونَ
- onların yaptıklarını
- مُح۪يطٌ۟
- kuşatmıştır
- وَاِذْ
- hani
- غَدَوْتَ
- sen erkenden
- مِنْ اَهْلِكَ
- ailenden
- تُبَوِّئُ
- ayrılmıştın
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- مَقَاعِدَ
- yerleştiriyordun (üslerine)
- لِلْقِتَالِۜ
- savaş için
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- سَم۪يعٌ
- işitendi
- عَل۪يمٌۙ
- bilendi
- اِذْ هَمَّتْ
- o vakit yüz tutmuştu
- طَٓائِفَتَانِ
- iki takım
- مِنْكُمْ
- sizden
- اَنْ تَفْشَلَاۙ
- korkup bozulmaya
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- وَلِيُّهُمَاۜ
- kendilerinin dostu idi
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- inananlar
- وَلَقَدْ
- nitekim
- نَصَرَكُمُ
- size yardım etmişti
- اللّٰهُ
- Allah
- بِبَدْرٍ
- Bedir`de de
- وَاَنْتُمْ
- sizler
- اَذِلَّةٌۚ
- zayıf durumdayken
- فَاتَّقُوا
- O halde korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تَشْكُرُونَ
- şükredersiniz
- اِذْ
- O zaman
- تَقُولُ
- sen diyordun
- لِلْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ
- size yetmez mi?
- اَنْ يُمِدَّكُمْ
- size yardım etmesi
- رَبُّكُمْ
- Rabbinizin
- بِثَلٰثَةِ
- üç
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melek ile
- مُنْزَل۪ينَۜ
- indirilmiş
- بَلٰٓىۙ
- Evet
- اِنْ تَصْبِرُوا
- sabrederseniz
- وَتَتَّقُوا
- ve korunursanız
- وَيَأْتُوكُمْ
- üzerinize gelseler
- مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا
- onlar hemen şu dakikada
- يُمْدِدْكُمْ
- size yardım eder
- رَبُّكُمْ
- Rabbiniz
- بِخَمْسَةِ
- beş
- اٰلَافٍ
- bin
- مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ
- melekle
- مُسَوِّم۪ينَ
- nişanlı
- وَمَا جَعَلَهُ
- bunu yaptı
- اللّٰهُ
- Allah
- اِلَّا
- sırf
- بُشْرٰى
- müjde olsun
- لَكُمْ
- size
- وَلِتَطْمَئِنَّ
- ve güven bulsun diye
- قُلُوبُكُمْ
- kalbleriniz
- بِه۪ۜ
- bununla
- وَمَا
- doğrusu
- النَّصْرُ
- yardım
- اِلَّا
- yalnız
- مِنْ عِنْدِ
- katındandır
- اللّٰهِ
- Allah
- الْعَز۪يزِ
- daima galib
- الْحَك۪يمِۙ
- hüküm ve hikmet sahibi
- لِيَقْطَعَ
- kessin
- طَرَفاً
- bir kısmını
- مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenlerden
- اَوْ يَكْبِتَهُمْ
- ve perişan etsin de
- فَيَنْقَلِبُوا
- dönüp gitsinler diye
- خَٓائِب۪ينَ
- umutsuz olarak
- لَيْسَ
- yoktur
- لَكَ
- senin
- مِنَ الْاَمْرِ
- o konuda
- شَيْءٌ
- yapacağın bir şey
- اَوْ
- ya
- يَتُوبَ
- (Allah) tevbelerini kabul eder
- عَلَيْهِمْ
- onların
- اَوْ
- ya da
- يُعَذِّبَهُمْ
- onlara azab eder
- فَاِنَّهُمْ
- olduklarından dolayı
- ظَالِمُونَ
- zalim
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مَا فِي
- olanlar
- السَّمٰوَاتِ
- göklerde
- وَمَا فِي
- ve olanlar
- الْاَرْضِۜ
- yerde
- يَغْفِرُ
- (O) bağışlar
- لِمَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- وَيُعَذِّبُ
- azabeder
- مَنْ يَشَٓاءُۜ
- dilediğine
- وَاللّٰهُ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayan
- رَح۪يمٌ۟
- çok esirgeyendir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَأْكُلُوا
- yemeyin
- الرِّبٰٓوا
- riba
- اَضْعَافاً
- kat kat
- مُضَاعَفَةًۖ
- arttırarak
- وَاتَّقُوا
- korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulur ki
- تُفْلِحُونَۚ
- kurtuluşa erersiniz
- وَاتَّقُوا
- sakının
- النَّارَ
- ateşten
- الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْكَافِر۪ينَۚ
- kafirler için
- وَاَط۪يعُوا
- ita`at edin ki
- اللّٰهَ
- Allah`a
- وَالرَّسُولَ
- ve Elçiye
- لَعَلَّكُمْ
- size edilsin
- تُرْحَمُونَۚ
- merhamet
- وَسَارِعُٓوا
- koşun
- اِلٰى مَغْفِرَةٍ
- bir bağışlanmaya
- مِنْ رَبِّكُمْ
- Rabbinizden
- وَجَنَّةٍ
- cennete
- عَرْضُهَا
- genişliği
- السَّمٰوَاتُ
- göklerle
- وَالْاَرْضُۙ
- ve yer kadar olan
- اُعِدَّتْ
- hazırlanmış
- لِلْمُتَّق۪ينَۙ
- korunanlar için
- الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ
- Onlar infak ederler
- فِي السَّرَّٓاءِ
- bollukta
- وَالضَّرَّٓاءِ
- ve darlıkta
- وَالْكَاظِم۪ينَ
- yutkunurlar
- الْغَيْظَ
- öfke(lerin)i
- وَالْعَاف۪ينَ
- affederler
- عَنِ النَّاسِۜ
- insanları
- وَاللّٰهُ
- Allah da
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَۚ
- güzel davrananları
- وَالَّذ۪ينَ
- Ve onlar
- اِذَا
- zaman
- فَعَلُوا
- yaptıkları
- فَاحِشَةً
- bir kötülük
- اَوْ
- ya da
- ظَلَمُٓوا
- zulmettikleri
- اَنْفُسَهُمْ
- nefislerine
- ذَكَرُوا
- hatırlayarak
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- فَاسْتَغْفَرُوا
- hemen bağışlanmasını dilerler
- لِذُنُوبِهِمْۖ
- günahlarının
- وَمَنْ
- kim
- يَغْفِرُ
- bağışlayabilir
- الذُّنُوبَ
- günahları da
- اِلَّا
- başka
- اللّٰهُۖ
- Allah`tan
- وَلَمْ يُصِرُّوا
- ve onlar ısrar etmezler
- عَلٰى مَا فَعَلُوا
- yaptıkları hatalarında
- وَهُمْ يَعْلَمُونَ
- bile bile
- اُو۬لٰٓئِكَ
- işte
- جَزَٓاؤُ۬هُمْ
- onların mükafatı
- مَغْفِرَةٌ
- bağışlanma
- مِنْ رَبِّهِمْ
- Rableri tarafından
- وَجَنَّاتٌ
- cennetlerdir
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- sürekli kalacakları
- ف۪يهَاۜ
- içinde
- وَنِعْمَ
- ne güzeldir
- اَجْرُ
- ücreti
- الْعَامِل۪ينَۜ
- çalışanların
- قَدْ
- şüphesiz
- خَلَتْ
- uygulanmıştır
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce de
- سُنَنٌۙ
- yasalar
- فَس۪يرُوا
- dolaşın da
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- فَانْظُرُوا
- görün
- كَيْفَ
- nasıl
- كَانَ
- olduğunu
- عَاقِبَةُ
- sonunun
- الْمُكَذِّب۪ينَ
- yalanlayıcıların
- هٰذَا
- Bu
- بَيَانٌ
- bir açıklama
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَهُدًى
- yol gösterme
- وَمَوْعِظَةٌ
- ve öğüttür
- لِلْمُتَّق۪ينَ
- korunanlara
- وَلَا تَهِنُوا
- gevşemeyin
- وَلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyin
- وَاَنْتُمُ
- mutlaka siz
- الْاَعْلَوْنَ
- üstün geleceksiniz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
- inanıyorsanız
- اِنْ
- Eğer
- يَمْسَسْكُمْ
- size dokunduysa
- قَرْحٌ
- bir yara
- فَقَدْ
- muhakkak
- مَسَّ
- dokunmuştu
- الْقَوْمَ
- o topluluğa da
- مِثْلُهُۜ
- benzeri
- وَتِلْكَ
- işte o
- الْاَيَّامُ
- günler
- نُدَاوِلُهَا
- biz onları çevirip dururuz
- بَيْنَ
- arasında
- النَّاسِۚ
- insanlar
- وَلِيَعْلَمَ
- (bu) ortaya çıkarması
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَتَّخِذَ
- ve edinmesi içindir
- مِنْكُمْ
- sizden
- شُهَدَٓاءَۜ
- şehidler (şahidler)
- وَاللّٰهُ
- Allah
- لَا يُحِبُّ
- sevmez
- الظَّالِم۪ينَۙ
- zalimleri
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve iyice özleştirmesi
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananları
- وَيَمْحَقَ
- mahvetmesi içindir
- الْكَافِر۪ينَ
- kafirleri de
- اَمْ حَسِبْتُمْ
- yoksa siz sandınız
- اَنْ تَدْخُلُوا
- gireceğinizi
- الْجَنَّةَ
- cennete
- وَلَمَّا يَعْلَمِ
- bilmeden
- اللّٰهُ
- Allah
- الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
- cihad edenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- وَيَعْلَمَ
- (sınayıp) bilmeden
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- كُنْتُمْ
- siz
- تَمَنَّوْنَ
- arzuluyordunuz
- الْمَوْتَ
- ölümü
- مِنْ قَبْلِ
- önce
- اَنْ تَلْقَوْهُۖ
- onunla karşılaşmadan
- فَقَدْ
- işte
- رَاَيْتُمُوهُ
- onu gördünüz
- وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
- ama bakıp duruyorsunuz
- وَمَا مُحَمَّدٌ
- Muhammed
- اِلَّا
- sadece
- رَسُولٌۚ
- bir elçidir
- قَدْ خَلَتْ
- gelip geçmiştir
- مِنْ قَبْلِهِ
- ondan önce de
- الرُّسُلُۜ
- elçiler
- اَفَا۬ئِنْ
- şimdi
- مَاتَ
- o ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلَ
- öldürülürse
- انْقَلَبْتُمْ
- geriye mi döneceksiniz?
- عَلٰٓى
- üzerinde
- اَعْقَابِكُمْۜ
- ökçelerinizin
- وَمَنْ
- kim
- يَنْقَلِبْ
- geriye dönerse
- عَلٰى
- üzerinde
- عَقِبَيْهِ
- ökçesi
- فَلَنْ يَضُرَّ
- ziyan veremez
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- وَسَيَجْزِي
- mükafatlandıracaktır
- اللّٰهُ
- Allah
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ
- hiçbir kişi için yoktur
- اَنْ تَمُوتَ
- ölmek
- اِلَّا
- olmadan
- بِاِذْنِ
- izni
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كِتَاباً
- yazılmıştır
- مُؤَجَّلاًۜ
- belirli bir süreye göre
- وَمَنْ
- kim
- يُرِدْ
- isterse
- ثَوَابَ
- sevabını (menfaatini)
- الدُّنْيَا
- dünya
- نُؤْتِه۪
- kendisine veririz
- مِنْهَاۚ
- ondan
- ثَوَابَ
- sevabını
- الْاٰخِرَةِ
- ahiret
- مِنْهَاۜ
- ondan
- وَسَنَجْزِي
- mükafatlandıracağız
- الشَّاكِر۪ينَ
- şükredenleri
- وَكَاَيِّنْ
- nice var ki
- مِنْ نَبِيٍّ
- peygamber
- قَاتَلَۙ
- çarpıştılar
- مَعَهُ
- kendileriyle beraber
- رِبِّيُّونَ
- Rabbani (erenler)
- كَث۪يرٌۚ
- birçok
- فَمَا وَهَنُوا
- yılmadılar
- لِمَٓا اَصَابَهُمْ
- başlarında gelenlerden
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- وَمَا ضَعُفُوا
- zayıflık göstermediler
- وَمَا اسْتَكَانُواۜ
- boyun eğmediler
- وَاللّٰهُ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الصَّابِر۪ينَ
- sabredenleri
- وَمَا كَانَ
- değildi
- قَوْلَهُمْ
- sözleri
- اِلَّٓا
- başka
- اَنْ قَالُوا
- demelerinden
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- اغْفِرْ
- bağışla
- لَنَا
- bizim
- ذُنُوبَنَا
- günahlarımızı
- وَاِسْرَافَنَا
- taşkınlığımızı
- ف۪ٓي اَمْرِنَا
- işimizde
- وَثَبِّتْ
- ve sağlam tut
- اَقْدَامَنَا
- ayaklarımızı
- وَانْصُرْنَا
- bize yardım eyle
- عَلَى
- karşı
- الْقَوْمِ
- topluma
- الْكَافِر۪ينَ
- kafir
- فَاٰتٰيهُمُ
- onlara verdi
- اللّٰهُ
- Allah da
- ثَوَابَ
- karşılığını
- الدُّنْيَا
- hem dünya
- وَحُسْنَ
- en güzelini
- ثَوَابِ
- karşılığının
- الْاٰخِرَةِۜ
- hem ahiret
- وَاللّٰهُ
- çünkü Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُحْسِن۪ينَ۟
- güzel davrananları
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
- inananlar
- اِنْ
- eğer
- تُط۪يعُوا
- ita`at ederseniz
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlere
- يَرُدُّوكُمْ
- sizi çevirirler
- عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ
- arkanıza (küfre)
- فَتَنْقَلِبُوا
- o zaman dönersiniz
- خَاسِر۪ينَ
- kaybedenlere
- بَلِ
- Hayır
- اللّٰهُ
- Allah`tır
- مَوْلٰيكُمْۚ
- Mevlanız
- وَهُوَ
- O`dur
- خَيْرُ
- en iyisi
- النَّاصِر۪ينَ
- yardımcıların
- سَنُلْق۪ي
- salacağız
- ف۪ي قُلُوبِ
- kalblerine
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- الرُّعْبَ
- korku
- بِمَٓا اَشْرَكُوا
- ortak koştuklarından dolayı
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- مَا لَمْ يُنَزِّلْ
- indirmediği şeyleri
- بِه۪
- kendilerine
- سُلْطَاناًۚ
- hiçbir güç
- وَمَأْوٰيهُمُ
- gidecekleri yer de
- النَّارُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötüdür
- مَثْوَى
- varacağı yer
- الظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- وَلَقَدْ
- elbette
- صَدَقَكُمُ
- size doğruladı
- اللّٰهُ
- Allah
- وَعْدَهُٓ
- (yardım) va`dini
- اِذْ
- sürece
- تَحُسُّونَهُمْ
- onları öldürdüğünüz
- بِاِذْنِه۪ۚ
- kendi izniyle
- حَتّٰٓى
- nihayet
- اِذَا فَشِلْتُمْ
- siz korktunuz
- وَتَنَازَعْتُمْ
- (birbirinizle) çekişip
- فِي الْاَمْرِ
- (verilen) emir hakkında
- وَعَصَيْتُمْ
- isyan ettiniz
- مِنْ بَعْدِ
- sonra
- مَٓا اَرٰيكُمْ
- size gösterdikten
- مَا تُحِبُّونَۜ
- sevdiğiniz(galibiyet)i
- مِنْكُمْ
- sizden
- مَنْ
- kiminiz
- يُر۪يدُ
- istiyordu
- الدُّنْيَا
- dünyayı
- وَمِنْكُمْ
- ve sizden
- الْاٰخِرَةَۚ
- ahireti
- ثُمَّ
- sonra
- صَرَفَكُمْ
- (Allah) geri çevirdi (yenilgiye uğrattı)
- عَنْهُمْ
- onlardan
- لِيَبْتَلِيَكُمْۚ
- sizi denemek için
- وَلَقَدْ
- andolsun ki
- عَفَا
- bağışladı
- عَنْكُمْۜ
- sizi
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- çok lutufkardır
- عَلَى
- karşı
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ تُصْعِدُونَ
- boyuna uzaklaşıyor
- وَلَا تَلْوُ۫نَ
- dönüp bakmıyordunuz
- عَلٰٓى اَحَدٍ
- hiç kimseye
- وَالرَّسُولُ
- Elçi
- يَدْعُوكُمْ
- sizi çağırırken
- ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ
- arkanızdan
- فَاَثَابَكُمْ
- bundan dolayı size verdi
- غَماًّ
- gam
- بِغَمٍّ
- gam üstüne
- لِكَيْلَا تَحْزَنُوا
- üzülmeyesiniz
- عَلٰى مَا فَاتَكُمْ
- ne elinizden gidene
- وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ
- ne de başınıza gelene
- وَاللّٰهُ
- Allah
- خَب۪يرٌ
- haberdardır
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızdan
- ثُمَّ
- sonra
- اَنْزَلَ
- indirdi
- عَلَيْكُمْ
- size
- مِنْ بَعْدِ
- ardından
- الْغَمِّ
- o üzüntünün
- اَمَنَةً
- bir güven
- نُعَاساً
- bir uyku
- يَغْشٰى
- bürüyen
- طَٓائِفَةً
- bir kısmınızı
- مِنْكُمْۙ
- sizden
- وَطَٓائِفَةٌ
- bir kısmınız da
- قَدْ
- doğrusu
- اَهَمَّتْهُمْ
- kaygısına düşmüştü
- اَنْفُسُهُمْ
- kendi canlarının
- يَظُنُّونَ
- bir zanda bulunuyorlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a karşı
- غَيْرَ الْحَقِّ
- haksız
- ظَنَّ
- zannı gibi
- الْجَاهِلِيَّةِۜ
- cahiliyye
- يَقُولُونَ
- diyorlardı
- هَلْ
- var mı
- لَنَا
- bize
- مِنَ الْاَمْرِ
- bu işten
- مِنْ شَيْءٍۜ
- bir şey
- قُلْ
- de ki
- اِنَّ
- şüphesiz
- الْاَمْرَ كُلَّهُ
- bütün iş
- لِلّٰهِۜ
- Allah`a aittir
- يُخْفُونَ
- onlar gizliyorlar
- ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ
- içlerinde
- مَا لَا يُبْدُونَ
- açıklayamadıklarını
- لَكَۜ
- sana
- يَقُولُونَ
- diyorlar ki
- لَوْ كَانَ
- olsaydı
- شَيْءٌ
- bir fayda
- مَا قُتِلْنَا
- öldürülmezdik
- هٰهُنَاۜ
- burada
- لَوْ كُنْتُمْ
- olsaydınız
- ف۪ي بُيُوتِكُمْ
- evlerinizde dahi
- لَبَرَزَ
- mutlaka boylardı
- الَّذ۪ينَ كُتِبَ
- yazılmış olanlar
- عَلَيْهِمُ
- üzerine
- الْقَتْلُ
- öldürülme(si)
- اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ
- yatacakları yeri
- وَلِيَبْتَلِيَ
- denemesi içindir
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ
- göğüslerinizdekini
- وَلِيُمَحِّصَ
- ve açığa çıkarması içindir
- مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ
- kalblerinizdekini
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَل۪يمٌ
- bilir
- بِذَاتِ
- özünü
- الصُّدُورِ
- göğüslerin
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا
- yüz çevirip gidenleri
- مِنْكُمْ
- içinizden
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِۙ
- iki topluluğun
- اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ
- (yoldan) kaydırmak istemişti
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- بِبَعْضِ
- bazı
- مَا كَسَبُواۚ
- yaptıkları işlerden dolayı
- وَلَقَدْ
- ama yine de
- عَفَا
- affetti
- اللّٰهُ
- Allah
- عَنْهُمْۜ
- onları
- اللّٰهَ
- Allah
- غَفُورٌ
- çok bağışlayandır
- حَل۪يمٌ۟
- halimdir
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- لَا تَكُونُوا
- olmayın
- كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenler gibi
- وَقَالُوا
- ve diyenler
- لِاِخْوَانِهِمْ
- gazi kardeşleri için
- اِذَا
- zaman
- ضَرَبُوا
- sefere çıktıkları
- فِي الْاَرْضِ
- yeryüzünde
- اَوْ
- ya da
- كَانُوا غُزًّى
- savaşa çıktıkları
- لَوْ
- eğer
- كَانُوا
- olsalardı
- عِنْدَنَا
- bizim yanımızda
- مَا مَاتُوا
- ölmezlerdi
- وَمَا قُتِلُواۚ
- ve vurulmazlardı
- لِيَجْعَلَ
- yapar
- اللّٰهُ
- Allah
- ذٰلِكَ
- bu (düşünce ve sözlerini)
- حَسْرَةً
- dert
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- Allahtır
- يُحْـي۪
- yaşatan da
- وَيُم۪يتُۜ
- öldüren de
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- وَلَئِنْ
- eğer
- قُتِلْتُمْ
- öldürülür
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوْ
- ya da
- مُتُّمْ
- ölürseniz
- لَمَغْفِرَةٌ
- bağışlaması
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَرَحْمَةٌ
- ve rahmeti
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- مِمَّا يَجْمَعُونَ
- onların topladıklarından
- وَلَئِنْ
- elbette
- مُتُّمْ
- ölür
- اَوْ
- veya
- قُتِلْتُمْ
- öldürülürseniz
- لَاِلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- تُحْشَرُونَ
- götürüleceksiniz
- فَبِمَا
- sebebiyledir ki
- رَحْمَةٍ
- rahmeti
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- لِنْتَ
- sen yumuşak davrandın
- لَهُمْۚ
- onlara
- وَلَوْ
- eğer
- كُنْتَ
- olsaydın
- فَظًّا
- kaba
- غَل۪يظَ
- katı
- الْقَلْبِ
- yürekli
- لَانْفَضُّوا
- dağılır, giderlerdi
- مِنْ حَوْلِكَۖ
- çevrenden
- فَاعْفُ
- öyleyse affet
- عَنْهُمْ
- onları
- وَاسْتَغْفِرْ
- ve mağfiret dile
- لَهُمْ
- onlar için
- وَشَاوِرْهُمْ
- onlara danış
- فِي الْاَمْرِۚ
- işini
- فَاِذَا
- zaman
- عَزَمْتَ
- karar verdiğin
- فَتَوَكَّلْ
- dayan
- عَلَى اللّٰهِۜ
- Allah`a
- اِنَّ
- çünkü
- اللّٰهَ
- Allah
- يُحِبُّ
- sever
- الْمُتَوَكِّل۪ينَ
- kendine dayanıp güvenenleri
- اِنْ
- eğer
- يَنْصُرْكُمُ
- size yardım ederse
- اللّٰهُ
- Allah
- فَلَا
- artık yoktur
- غَالِبَ
- yenecek
- لَكُمْۚ
- sizi
- وَاِنْ
- ve eğer
- يَخْذُلْكُمْ
- sizi yüz üstü bırakırsa
- فَمَنْ
- kim
- ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ
- size yardım edebilir
- مِنْ بَعْدِه۪ۜ
- O`ndan sonra
- وَعَلَى اللّٰهِ
- Allah`a
- فَلْيَتَوَكَّلِ
- dayansınlar
- الْمُؤْمِنُونَ
- Mü`minler
- وَمَا كَانَ
- olur şey değildir
- لِنَبِيٍّ
- bir peygamberin
- اَنْ يَغُلَّۜ
- hiyanet etmesi
- وَمَنْ
- kim
- يَغْلُلْ
- hıyanet ederse
- يَأْتِ
- boynuna yüklenip getirir
- بِمَا غَلَّ
- hıyanet ettiği şeyi
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۚ
- kıyamet
- ثُمَّ
- sonra
- تُوَفّٰى
- tastamam verilir
- كُلُّ نَفْسٍ
- herkese
- مَا كَسَبَتْ
- kazandığı
- وَهُمْ
- ve onlar
- لَا يُظْلَمُونَ
- hiçbir haksızlığa uğratılmazlar
- اَفَمَنِ
- hiç olur mu?
- اتَّبَعَ
- uyan
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- كَمَنْ
- adam gibi
- بَٓاءَ
- uğrayan
- بِسَخَطٍ
- hışmına
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَمَأْوٰيهُ
- yeri de
- جَهَنَّمُۜ
- cehennem olan
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمَص۪يرُ
- sonuçtur orası
- هُمْ
- O(insa)nlar
- دَرَجَاتٌ
- derece derecedirler
- عِنْدَ
- katında
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بَص۪يرٌ
- görmektedir
- بِمَا يَعْمَلُونَ۟
- onların yaptıklarını
- لَقَدْ
- andolsun ki
- مَنَّ
- büyük lutufta bulundu
- اللّٰهُ
- Allah
- عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minlere
- اِذْ بَعَثَ
- göndermekle
- ف۪يهِمْ
- kendilerine
- رَسُولاً
- bir elçi
- مِنْ اَنْفُسِهِمْ
- kendi içlerinden
- يَتْلُوا
- okuyan
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- اٰيَاتِه۪
- (Allah`ın) ayetlerini
- وَيُزَكّ۪يهِمْ
- kendilerini yücelten
- وَيُعَلِّمُهُمُ
- ve kendilerine öğreten
- الْكِتَابَ
- Kitap
- وَالْحِكْمَةَۚ
- ve hikmeti
- وَاِنْ كَانُوا
- bulunuyorlarken
- مِنْ قَبْلُ
- daha önce
- لَف۪ي
- içinde
- ضَلَالٍ
- bir sapıklık
- مُب۪ينٍ
- açık
- اَوَلَمَّٓا
- gelince mi
- اَصَابَتْكُمْ
- sizin başınıza
- مُص۪يبَةٌ
- bir bela
- قَدْ
- doğrusu
- اَصَبْتُمْ
- onların başlarına getirdiğiniz halde
- مِثْلَيْهَاۙ
- onun iki katını
- قُلْتُمْ
- dediniz
- اَنّٰى
- nereden (başımıza geldi)
- هٰذَاۜ
- bu
- قُلْ
- de ki
- هُوَ
- O (bela)
- مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ
- kendinizdendir
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ
- kadirdir
- وَمَٓا اَصَابَكُمْ
- sizin başınıza gelen
- يَوْمَ
- gün
- الْتَقَى
- karşılaştığı
- الْجَمْعَانِ
- iki topluluğun
- فَبِاِذْنِ
- ancak izniyle olmuştur
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَلِيَعْلَمَ
- bilmesi için
- الْمُؤْمِن۪ينَۙ
- inananları
- وَلِيَعْلَمَ
- ve bilmesi için
- الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ
- iki yüzlülük edenleri
- وَق۪يلَ
- dendiği halde
- لَهُمْ
- onlara
- تَعَالَوْا
- gelin
- قَاتِلُوا
- savaşın
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَوِ
- ya da
- ادْفَعُواۜ
- savunun
- قَالُوا
- dediler
- لَوْ
- eğer
- نَعْلَمُ
- bilseydik
- قِتَالاً
- savaş (olacağını)
- لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ
- sizinle gelirdik
- هُمْ
- onlar
- لِلْكُفْرِ
- küfre
- يَوْمَئِذٍ
- o gün
- اَقْرَبُ
- yakın idiler
- مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ
- imandan çok
- يَقُولُونَ
- söylüyorlar
- بِاَفْوَاهِهِمْ
- ağızlarıyla
- مَا لَيْسَ
- olmayanı
- ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
- kalblerinde
- وَاللّٰهُ
- halbuki Allah
- اَعْلَمُ
- çok iyi bilmektedir
- بِمَا
- şeyi
- يَكْتُمُونَۚ
- içlerinde sakladıkları
- الَّذ۪ينَ قَالُوا
- diyenlere
- لِاِخْوَانِهِمْ
- kardeşleri için
- وَقَعَدُوا
- (Savaştan geri kalıp) oturarak
- لَوْ
- eğer
- اَطَاعُونَا
- bizim sözümüzü tutsalardı
- مَا قُتِلُواۜ
- öldürülmezlerdi
- قُلْ
- de ki;
- فَادْرَؤُ۫ا
- savınız
- عَنْ اَنْفُسِكُمُ
- kendinizden
- الْمَوْتَ
- ölümü
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- وَلَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ قُتِلُوا
- öldürülenleri
- ف۪ي سَب۪يلِ
- yolunda
- اللّٰهِ
- Allah
- اَمْوَاتاًۜ
- ölüler
- بَلْ
- hayır
- اَحْيَٓاءٌ
- (onlar) diridirler
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْ
- Rableri
- يُرْزَقُونَۙ
- rızıklanmaktadırlar
- فَرِح۪ينَ
- sevinirler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiklerinden
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪ۙ
- keremiyle
- وَيَسْتَبْشِرُونَ
- ve müjdelemek isterler
- بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا
- henüz yetişemeyenlere de
- بِهِمْ
- kendilerine
- مِنْ خَلْفِهِمْۙ
- arkalarından
- اَلَّا خَوْفٌ
- korku olmadığına
- عَلَيْهِمْ
- onlara
- وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
- onların da üzüntüye uğramayacaklarına
- يَسْتَبْشِرُونَ
- sevinirler
- بِنِعْمَةٍ
- ni`metine
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`ın
- وَفَضْلٍۙ
- ve lutfuna
- وَاَنَّ
- ve muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah`ın
- لَا يُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğine
- اَجْرَ
- ecrini
- الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ
- mü`minlerin
- الَّذ۪ينَ
- O(mü`mi)nler ki
- اسْتَجَابُوا
- çağrısına uydular
- لِلّٰهِ
- Allah`ın
- وَالرَّسُولِ
- ve Elçinin
- مِنْ بَعْدِ
- sonra bile
- مَٓا اَصَابَهُمُ
- isabet ettikten
- الْقَرْحُۜۛ
- yara
- لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا
- güzel davrananlar
- مِنْهُمْ
- onlardan
- وَاتَّقَوْا
- ve korunanlar için
- اَجْرٌ
- ecir vardır
- عَظ۪يمٌۚ
- pek büyük
- الَّذ۪ينَ
- onlar ki
- قَالَ
- deyince
- لَهُمُ
- kendilerine
- النَّاسُ
- halk
- اِنَّ النَّاسَ
- (Düşman) İnsanlar
- قَدْ
- muhakkak
- جَمَعُوا
- (ordu) toplamışlar
- لَكُمْ
- size karşı
- فَاخْشَوْهُمْ
- onlardan korkun
- فَزَادَهُمْ
- (bu söz) onların artırdı
- ا۪يمَاناًۗ
- imanını
- وَقَالُوا
- ve dediler
- حَسْبُنَا
- bize yeter
- اللّٰهُ
- Allah
- وَنِعْمَ
- ne güzel
- الْوَك۪يلُ
- vekildir
- فَانْقَلَبُوا
- bundan dolayı geri döndüler
- بِنِعْمَةٍ
- bir ni`met
- مِنَ اللّٰهِ
- Allah`tan
- وَفَضْلٍ
- ve bollukla
- لَمْ يَمْسَسْهُمْ
- kendilerine dokunmadı
- سُٓوءٌۙ
- hiçbir kötülük
- وَاتَّبَعُوا
- ve uydular
- رِضْوَانَ
- rızasına
- اللّٰهِۜ
- Allah`ın
- وَاللّٰهُ
- Allah
- ذُوفَضْلٍ
- lutuf sahibidir
- عَظ۪يمٍ
- büyük
- اِنَّمَا
- Şüphesiz
- ذٰلِكُمُ
- işte o
- الشَّيْطَانُ
- şeytan
- يُخَوِّفُ
- sizi korkutuyor
- اَوْلِيَٓاءَهُۖ
- kendi dostlarından
- فَلَا تَخَافُوهُمْ
- onlardan korkmayın
- وَخَافُونِ
- benden korkun
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- iseniz
- مُؤْمِن۪ينَ
- inanmış
- وَلَا يَحْزُنْكَ
- seni üzmesin
- الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ
- koşanlar
- فِي الْكُفْرِۚ
- inkara
- اِنَّهُمْ
- onlar
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar veremezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۜ
- hiçbir
- يُر۪يدُ
- istiyor
- اللّٰهُ
- Allah
- اَلَّا يَجْعَلَ
- koymamak
- لَهُمْ
- onlara
- حَظًّا
- hiçbir nasip
- فِي الْاٰخِرَةِۚ
- ahirette
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- اِنَّ
- şüphesiz
- الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا
- satın alanlar
- الْكُفْرَ
- inkarı
- بِالْا۪يمَانِ
- iman karşılığında
- لَنْ يَضُرُّوا
- zarar vermezler
- اللّٰهَ
- Allah`a
- شَيْـٔاًۚ
- hiçbir
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar ki
- الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا
- inkar edenler
- اَنَّمَا نُمْل۪ي
- süre vermemiz
- لَهُمْ
- kendilerine
- خَيْرٌ
- hayırlıdır
- لِاَنْفُسِهِمْۜ
- kendileri için
- اِنَّمَا نُمْل۪ي
- biz süre veriyoruz ki
- لَهُمْ
- onlara
- لِيَزْدَادُٓوا
- artırsınlar
- اِثْماًۚ
- günahı
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- مُه۪ينٌ
- alçaltıcı
- مَا كَانَ
- değildir
- اللّٰهُ
- Allah
- لِيَذَرَ
- bırakacak
- الْمُؤْمِن۪ينَ
- mü`minleri
- عَلٰى
- (şu) üzerinde
- مَٓا اَنْتُمْ
- bulunduğunuz
- عَلَيْهِ
- hal üzere
- حَتّٰى
- kadar
- يَم۪يزَ
- ayırıncaya
- الْخَب۪يثَ
- pis olanı
- مِنَ الطَّيِّبِۜ
- temizden
- وَمَا كَانَ
- ve değildir
- لِيُطْلِعَكُمْ
- sizi vakıf kılacak
- عَلَى الْغَيْبِ
- gaybe
- وَلٰكِنَّ
- fakat
- اللّٰهَ
- Allah
- يَجْتَب۪ي
- seçer (onu gaybe vakıf kılar)
- مِنْ رُسُلِه۪
- elçilerinden
- مَنْ يَشَٓاءُ
- dilediğini
- فَاٰمِنُوا
- o halde inanın
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَرُسُلِه۪ۚ
- ve elçilerine
- وَاِنْ
- eğer
- تُؤْمِنُوا
- inanır
- وَتَتَّقُوا
- ve (günahlardan) korunursanız
- فَلَكُمْ
- sizin için vardır
- اَجْرٌ
- mükafat
- عَظ۪يمٌ
- büyük
- وَلَا يَحْسَبَنَّ
- sanmasınlar
- الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ
- cimrilik edenler
- بِمَٓا اٰتٰيهُمُ
- kendilerine verdiğine
- اللّٰهُ
- Allah`ın
- مِنْ فَضْلِه۪
- kereminden
- هُوَ
- onu
- خَيْراً
- hayırlı
- لَهُمْۜ
- kendileri için
- بَلْ
- (hayır) bilakis
- هُوَ
- o
- شَرٌّ
- şerlidir
- سَيُطَوَّقُونَ
- boyunlarına dolandırılacaktır
- مَا
- şeyler
- بَخِلُوا بِهِ
- cimrilik ettikleri
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- م۪يرَاثُ
- mirası
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- بِمَا تَعْمَلُونَ
- yaptıklarınızı
- خَب۪يرٌ۟
- haber alandır
- لَقَدْ
- doğrusu
- سَمِـعَ
- işitti
- اللّٰهُ
- Allah
- قَوْلَ
- sözünü
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- diyenlerin
- اِنَّ
- muhakkak
- اللّٰهَ
- Allah
- فَق۪يرٌ
- fakirdir
- وَنَحْنُ
- biz
- اَغْنِيَٓاءُۢ
- zenginiz
- سَنَكْتُبُ
- yazacağız
- مَا قَالُوا
- onların dediklerini
- وَقَتْلَهُمُ
- ve öldürmelerini
- الْاَنْبِيَٓاءَ
- peygamberleri
- بِغَيْرِ حَقٍّۙ
- haksız yere
- وَنَقُولُ
- ve diyeceğiz
- ذُوقُوا
- tadın
- عَذَابَ
- azabını
- الْحَر۪يقِ
- yangın
- ذٰلِكَ
- bu
- بِمَا قَدَّمَتْ
- yapıp öne sürdürdüğünün karşılığıdır
- اَيْد۪يكُمْ
- sizin ellerinizin
- وَاَنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- لَيْسَ
- asla değildir
- بِظَلَّامٍ
- zulmedici
- لِلْعَب۪يدِۚ
- kullara
- الَّذ۪ينَ قَالُٓوا
- onlar dediler
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- عَهِدَ
- and verdi ki
- اِلَيْنَٓا
- bize
- اَلَّا نُؤْمِنَ
- inanmayalım
- لِرَسُولٍ
- hiçbir elçiye
- حَتّٰى
- kadar
- يَأْتِيَنَا
- bize getirinceye
- بِقُرْبَانٍ
- bir kurban
- تَأْكُلُهُ
- yiyeceği
- النَّارُۜ
- ateşin
- قُلْ
- de ki
- قَدْ
- elbette
- جَٓاءَكُمْ
- size gelmişti
- رُسُلٌ
- elçiler
- مِنْ قَبْل۪ي
- benden önce
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller getiren
- وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ
- ve bu dediğinizi de
- فَلِمَ
- niçin
- قَتَلْتُمُوهُمْ
- onları öldürdünüz
- اِنْ
- eğer
- كُنْتُمْ
- idiyseniz
- صَادِق۪ينَ
- doğru
- فَاِنْ
- eğer
- كَذَّبُوكَ
- seni yalanladılarsa
- فَقَدْ
- doğrusu
- كُذِّبَ
- yalanlanmıştı
- رُسُلٌ
- peygamberler de
- مِنْ قَبْلِكَ
- senden önce
- جَٓاؤُ۫
- getiren
- بِالْبَيِّنَاتِ
- açık deliller
- وَالزُّبُرِ
- hikmetli sahifeler
- وَالْكِتَابِ
- ve Kitabı
- الْمُن۪يرِ
- aydınlatıcı
- كُلُّ
- her
- نَفْسٍ
- can
- ذَٓائِقَةُ
- tadacaktır
- الْمَوْتِۜ
- ölümü
- وَاِنَّمَا
- şüphesiz
- تُوَفَّوْنَ
- size eksiksiz verilecektir
- اُجُورَكُمْ
- ecirleriniz
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- فَمَنْ
- kim ki hemen
- زُحْزِحَ
- çekilip kurtarılır da
- عَنِ النَّارِ
- ateşin elinden
- وَاُدْخِلَ
- sokulursa
- الْجَنَّةَ
- cennete
- فَقَدْ
- işte o
- فَازَۜ
- kurtuluşa ermiştir
- وَمَا
- değildir
- الْحَيٰوةُ
- hayatı
- الدُّنْيَٓا
- dünya
- اِلَّا
- başka bir şey
- مَتَاعُ
- zevkten
- الْغُرُورِ
- aldatıcı
- لَتُبْلَوُنَّ
- deneneceksiniz
- ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ
- mallarınız hususunda
- وَاَنْفُسِكُمْ
- ve canlarınız
- وَلَتَسْمَعُنَّ
- (sözler) duyacaksınız
- مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- مِنْ قَبْلِكُمْ
- sizden önce
- وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا
- ve ortak koşanlardan
- اَذًى
- incitici
- كَث۪يراًۜ
- çok
- وَاِنْ
- ama
- تَصْبِرُوا
- sabreder
- وَتَتَّقُوا
- korunursanız
- فَاِنَّ
- şüphesiz
- ذٰلِكَ
- işte bunlar
- مِنْ عَزْمِ
- yapmağa değer
- الْاُمُورِ
- işlerdendir
- وَاِذْ
- hani
- اَخَذَ
- almıştı
- اللّٰهُ
- Allah
- م۪يثَاقَ
- diye söz
- الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا
- kendilerine verilenlerden
- الْكِتَابَ
- Kitap
- لَتُبَيِّنُنَّهُ
- onu mutlaka açıklayacaksınız
- لِلنَّاسِ
- insanlara
- وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ
- gizlemeyeceksiniz
- فَنَبَذُوهُ
- fakat onlar (verdikleri sözü) attılar
- وَرَٓاءَ
- ardına
- ظُهُورِهِمْ
- sırtlarının
- وَاشْتَرَوْا
- ve aldılar
- بِه۪
- karşılığında
- ثَمَناً
- para
- قَل۪يلاًۜ
- birkaç
- فَبِئْسَ
- ne kötü şey
- مَا يَشْتَرُونَ
- satın alıyorlar
- لَا تَحْسَبَنَّ
- sanma
- الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ
- sevinen
- بِمَٓا اَتَوْا
- o ettiklerine
- وَيُحِبُّونَ
- sevenlerin
- اَنْ يُحْمَدُوا
- övülmeyi
- بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
- yapmadıkları şeylerle
- فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ
- ve zannetme
- بِمَفَازَةٍ
- kurtulacaklarını
- مِنَ الْعَذَابِۚ
- azabdan
- وَلَهُمْ
- onlar için vardır
- عَذَابٌ
- bir azab
- اَل۪يمٌ
- acıklı
- وَلِلّٰهِ
- Allah`ındır
- مُلْكُ
- mülkü
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۜ
- ve yerin
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
- herşeye
- قَد۪يرٌ۟
- kadirdir
- اِنَّ
- elbette
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışında
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِ
- ve yerin
- وَاخْتِلَافِ
- gidip gelişinde
- الَّيْلِ
- gecenin
- وَالنَّهَارِ
- ve gündüzün
- لَاٰيَاتٍ
- ibretler vardır
- لِاُو۬لِي
- sahipleri için
- الْاَلْبَابِۚ
- sağduyu
- الَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ
- onlar anarlar
- اللّٰهَ
- Allah`ı
- قِيَاماً
- ayakta
- وَقُعُوداً
- oturarak
- وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
- ve yanları üzerine yatarken
- وَيَتَفَكَّرُونَ
- düşünürler
- ف۪ي خَلْقِ
- yaratılışı üzerinde
- السَّمٰوَاتِ
- göklerin
- وَالْاَرْضِۚ
- ve yerin
- رَبَّنَا
- Rabbimiz (derler)
- مَا خَلَقْتَ
- yaratmadın
- هٰذَا
- bunu
- بَاطِلاًۚ
- boş yere
- سُبْحَانَكَ
- sen yücesin
- فَقِنَا
- bizi koru
- عَذَابَ
- azabından
- النَّارِ
- ateş
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّكَ
- sen
- مَنْ
- birini
- تُدْخِلِ
- soktun mu
- النَّارَ
- ateşe
- فَقَدْ
- muhakkak
- اَخْزَيْتَهُۜ
- onu perişan etmişsindir
- وَمَا
- yoktur
- لِلظَّالِم۪ينَ
- zalimlerin
- مِنْ اَنْصَارٍ
- yardımcıları
- رَبَّنَٓا
- Rabbimiz
- اِنَّـنَا
- şüphesiz biz
- سَمِعْنَا
- işittik
- مُنَادِياً
- bir davetçi
- يُنَاد۪ي
- çağıran
- لِلْا۪يمَانِ
- imana
- اَنْ اٰمِنُوا
- inanın (diyerek)
- بِرَبِّكُمْ
- Rabbinize
- فَاٰمَنَّاۗ
- hemen inandık
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- فَاغْفِرْ لَنَا
- bağışla
- ذُنُوبَنَا
- bizim günahlarımızı
- وَكَفِّرْ عَنَّا
- ört
- سَيِّـَٔاتِنَا
- kötülüklerimizi
- وَتَوَفَّـنَا
- canımızı al
- مَعَ
- beraber
- الْاَبْرَارِۚ
- iyilerle
- رَبَّنَا
- Rabbimiz
- وَاٰتِنَا
- bize ver
- مَا وَعَدْتَنَا
- va`dettiğini
- عَلٰى رُسُلِكَ
- elçilerine
- وَلَا تُخْزِنَا
- bizi rezil, perişan etme
- يَوْمَ
- günü
- الْقِيٰمَةِۜ
- kıyamet
- اِنَّكَ
- zira sen
- لَا تُخْلِفُ
- caymazsın
- الْم۪يعَادَ
- verdiğin sözden
- فَاسْتَجَابَ
- karşılık verdi
- لَهُمْ
- onlara
- رَبُّهُمْ
- Rableri
- اَنّ۪ي
- Ben
- لَٓا اُض۪يعُ
- zayi etmeyeceğim
- عَمَلَ
- işini
- عَامِلٍ
- hiçbir çalışanın
- مِنْكُمْ
- sizden
- مِنْ ذَكَرٍ
- erkek
- اَوْ
- veya
- اُنْثٰىۚ
- kadın
- بَعْضُكُمْ
- hepiniz
- مِنْ بَعْضٍۚ
- birbirinizdensiniz
- فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا
- göç edenler
- وَاُخْرِجُوا
- çıkarılanlar
- مِنْ دِيَارِهِمْ
- yurtlarından
- وَاُو۫ذُوا
- işkence edilenler
- ف۪ي سَب۪يل۪ي
- benim yolumda
- وَقَاتَلُوا
- vuruşanlar
- وَقُتِلُوا
- ve öldürülenler…
- لَاُكَفِّرَنَّ
- elbette örteceğim
- عَنْهُمْ
- onların
- سَيِّـَٔاتِهِمْ
- kötülüklerini
- وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ
- ve onları sokacağım
- جَنَّاتٍ
- cennetlere
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُۚ
- ırmaklar
- ثَوَاباً
- bir karşılık olarak
- مِنْ عِنْدِ
- katından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَاللّٰهُ
- Allah
- عِنْدَهُ
- katındadır
- حُسْنُ
- en güzeli
- الثَّوَابِ
- karşılıkların
- لَا يَغُرَّنَّكَ
- seni aldatmasın
- تَقَلُّبُ
- gezip dolaşması
- الَّذ۪ينَ كَفَرُوا
- inkar edenlerin
- فِي الْبِلَادِۜ
- şehirlerde
- مَتَاعٌ
- bir geçimdir
- قَل۪يلٌ
- azıcık
- ثُمَّ
- sonra
- مَأْوٰيهُمْ
- gidecekleri yer
- جَهَنَّمُۜ
- cehennemdir
- وَبِئْسَ
- ne kötü
- الْمِهَادُ
- bir yataktır (orası)
- لٰكِنِ
- fakat
- الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا
- korkanlar için
- رَبَّهُمْ
- Rablerinden
- لَهُمْ
- vardır
- جَنَّاتٌ
- cennetler
- تَجْر۪ي
- akan
- مِنْ تَحْتِهَا
- altlarından
- الْاَنْهَارُ
- ırmaklar
- خَالِد۪ينَ
- ebedi kalacaklar
- ف۪يهَا
- orada
- نُزُلاً
- ağırlanacaklardır
- مِنْ عِنْدِ
- tarafından
- اللّٰهِۜ
- Allah
- وَمَا
- bulunan (ödüller) ise
- عِنْدَ
- yanında
- اللّٰهِ
- Allah
- خَيْرٌ
- daha hayırlıdır
- لِلْاَبْرَارِ
- iyiler için
- وَاِنَّ
- doğrusu
- مِنْ اَهْلِ
- ehlinden
- الْكِتَابِ
- Kitap
- لَمَنْ
- öyleleri var ki
- يُؤْمِنُ
- inanırlar
- بِاللّٰهِ
- Allah`a
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- indirilene
- اِلَيْكُمْ
- size
- وَمَٓا اُنْزِلَ
- ve indirilene
- اِلَيْهِمْ
- kendilerine
- خَاشِع۪ينَ
- saygılıdırlar
- لِلّٰهِۙ
- Allah`a karşı
- لَا يَشْتَرُونَ
- satmazlar
- بِاٰيَاتِ
- ayetlerini
- اللّٰهِ
- Allah`ın
- ثَمَناً
- paraya
- قَل۪يلاًۜ
- azıcık
- اُو۬لٰٓئِكَ
- onların da
- لَهُمْ
- vardır
- اَجْرُهُمْ
- ödülleri
- عِنْدَ
- katında
- رَبِّهِمْۜ
- Rableri
- اِنَّ
- şüphesiz
- اللّٰهَ
- Allah
- سَر۪يعُ
- çabuk görendir
- الْحِسَابِ
- hesabı
- يَٓا اَيُّهَا
- Ey
- الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
- inananlar
- اصْبِرُوا
- sabredin
- وَصَابِرُوا
- sabırda direnin
- وَرَابِطُوا
- savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun
- وَاتَّقُوا
- ve korkun ki
- اللّٰهَ
- Allah`tan
- لَعَلَّكُمْ
- umulurki
- تُفْلِحُونَ
- başarıya eresiniz
(97) فٖيهِ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرٰهٖيمَۚ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ اٰمِناًؕ وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبٖيلاًؕ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمٖينَ
Orada apaçık deliller, İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.
“Apaçık deliller” anlamına gelen “âyâtün beyyinât” tamlamasını müfessirler, Hz. İbrâhim’in makamı, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları, gitmeye gücü yetenlerin o evi ziyaret etmeleri, Hacerülesved, Safâ ile Merve, Zemzem ve diğer alâmetler gibi mânalarla açıklamışlardır (Kurtubî, IV, 139; Reşîd Rızâ, IV, 7 vd.). Bir kısmına âyetin devamında değinilen bu deliller, Kâbe’nin yeryüzünde yapılmış ilk mâbed olduğunu gösteren alâmetlerdir. Nitekim Hz. Peygamber’den binlerce sene önce yaşamış ve peygamberlerin babası olarak bilinen Hz. İbrâhim’in buradaki makamının bilinmesi ve bu bilginin nesilden nesile aktarılmış olması, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları geleneğinin Hz. İbrâhim’in zamanından beri kesintisiz devam etmiş olması, insanların Kâbe’yi tavaf etmelerinin onun zamanında başlamış olması, buranın ilk mâbed olduğunu gösteren delillerdir (âyetler). Kâbe’de tavafın başlangıç noktasını belirleyen Hacerülesved ile sa‘yin başlangıç ve bitiş yerlerini gösteren Safâ ve Merve tepeleri de Hz. İbrâhim’in zamanından beri bilinen alâmetlerdir. Zemzem ise Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’in ağlarken ayağını vurduğu yerden çıktığı rivayet edilen ve o günden beri var olan bir sudur.
İbrâhim’in makamı (makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kâbe’yi inşa ederken veya insanları hacca çağırırken üstüne bastığına ve üzerine ayak izlerinin çıktığına inanılan taş veya taşın bulunduğu yerdir (Râzî, IV, 48; Elmalılı, I, 493). Bundan maksat, “Mescid-i Harâm’ın tamamıdır” diyenler olduğu gibi, “Hacerülesved’dir” diyenler de vardır (İbn Kesîr, II, 65; bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125).
İçinde Kâbe’nin yer aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olma, genellikle, burada her türlü mal ve can güvenliğinin sağlanmış, bitki örtüsünün korunması dahil –ilke olarak– canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olması anlamıyla açıklanmıştır. Kâbe inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdikleri bir mâbed olagelmiştir. Mevdûdî’nin ifadesine göre İslâm’dan önce bütün Arabistan’da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kâbe ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür (I, 247). Kâbe’nin kutsiyeti insanlar üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki Câhiliye döneminin en karanlık günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düşmanlarına saldırmamışlardır. Nitekim başka âyetlerde bu hususa özel olarak değinilmiştir (krş. Kasas 28/57; Ankebût 29/67; Kureyş 106/4). Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle devam edeceğini bildirmiştir. Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi, hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik içindedir (Müslim, “Hac”, 445-448). Ancak akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kâbe’nin varlığı sebebiyle Arabistan’da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimseye saldırmamasına özen gösterilmiştir (Mâide 5/97; Tevbe 9/36; Mekke Haremi ve hükümleri hakkında bilgi için bk. Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127-132).
“Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kastetmek” anlamına gelen hac kelimesi dinî bir terim olarak “belirli bir zamanda Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen ibadet”i ifade eder. Bu âyet haccın müslümanlara farz olduğunun delilidir. “Yoluna gücü yetenler, hacca gitme imkânına sahip olanlar” demektir. Bu imkân ise “sağlığın elverişli olması, gidip gelmek için yetecek kadar para ve yol güvenliğinin bulunması” anlamına gelir. Hz. Peygamber de bu imkâna sahip olan kimseye ömründe bir defa Kâbe’yi ziyaret etmenin farz olduğunu bildirmiştir (bk. Müslim, “Hac”, 412).
“Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir” cümlesinin ilk kısmını “kim haccı inkâr ederse” şeklinde anlayanlar bulunmakla beraber, müfessirlerin çoğunluğu buradaki kefere fiilini “nankörlük etmek” anlamında alarak bu kısmı “kim gücü yettiği halde nankörlük edip hac ibadetini yerine getirmezse” şeklinde yorumlamıştır. Buna göre âyette imkân sahibi olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin çok büyük bir günah işlemiş, Allah’ın buyruğuna karşı isyankârlık etmiş olacağına işaret edilmektedir (Elmalılı, II, 1149). Yüce Allah insanların yardımına muhtaç olmadığı gibi ibadetlerine de muhtaç değildir. Aksine ibadetler insanları ruhen ve mânen yüceltmek, Allah katındaki değerini arttırmak için farz kılınmıştır. Hac ibadetinin de gerek dünyevî gerekse uhrevî faydaları kullara yöneliktir. Allah, kullarından yardım ve menfaat beklemekten yücedir (hac hakkında bilgi için bk. Bakara 2/196-203).
(98) قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِࣗ وَاللّٰهُ شَهٖيدٌ عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
(99) قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجاً وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُؕ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
De ki: “Ey Ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?”
De ki: “Ey Ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
İslâm’dan önce Medine’de bulunan Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi 120 sene birbirleriyle savaşmış, Buâs ismi verilen son savaşta Evs kabilesi Hazrec kabilesine galip gelmişti. Ancak İslâm dinini kabul ettikten sonra bu kabileler arasında kardeşlik duyguları gelişmiş ve eski düşmanlıklarından vazgeçmişlerdi. Aralarında kardeşlik, birlik ve beraberlik oluşmuş, İslâm düşmanlarına karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. İşte bu durumun kendi aleyhlerine bir sonuç doğuracağını anlayan yahudi ileri gelenlerinden Şemmâs (Şâs) b. Kays bir yahudi gencini göndererek iki müslüman kabilenin gençlerine Buâs Savaşı’nı hatırlatmasını ve aralarında fitne çıkarmasını istemiş, yahudi genci de bu görevi başarıyla yerine getirerek bunlar arasında fitne çıkarmış ve düşmanlık ateşini körüklemiş, sonunda her iki kabile de silâhlara sarılarak birbirleriyle savaş durumu almışlardı. Olayı haber alan Hz. Peygamber onları yatıştırmak üzere hemen yanlarına gelmiş, kendilerine nasihatte bulunmuş ve Şemmâs’ın tutuşturduğu fitne ateşini söndürmüştü. İşte 98-103. âyetler bu olay üzerine inmiştir (Taberî, IV, 23; Elmalılı, II, 1149).
Yahudilerin ve hıristiyanların kitaplarında Hz. Muhammed’in geleceğine, peygamberliğine ve şahsiyetine dair âyetler bulunduğu, onlar da onun peygamber olduğunu bildikleri halde bu gerçeği ve Kur’an’ı inkâr ettikleri, bu konuda insanların kalplerine şüphe düşürmeye ve müminleri İslâmiyet’ten soğutmaya çalıştıkları için yüce Allah bu âyetlerle onları kınamıştır.
(100) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُطٖيعُوا فَرٖيقاً مِنَ الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ كَافِرٖينَ
(101) وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَفٖيكُمْ رَسُولُهُؕ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍࣖ
Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir grubun sözünü dinlerseniz sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler.
Size Allah’ın âyetleri okunup dururken, üstelik Allah resulü de aranızda bulunurken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah’a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
Burada müminlere, Ehl-i kitaba gönderilen kitapları da –aslî şekliyle– onaylayan, gerçekleri apaçık ortaya koyan Kur’an gibi bir kitabın âyetleri okunup dururken, üstelik onların kitaplarında da geleceği haber verilen Hz. Muhammed gibi âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygambere iman etme şerefine erişmişken, bir grup Ehl-i kitabın kendilerini iman yolundan saptırmak için kurdukları tuzaklara aldanmamaları için güçlü bir uyarı yapılmaktadır.
(102) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهٖ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
Ey iman edenler! Allah’a karşı gereği gibi saygılı olun ve ancak Müslüman olarak can verin.
“Allah’a karşı gereği gibi saygılı olun” diye çevirdiğimiz cümlede hem fiil hem masdar kalıbında geçen takvâ kavramı dinî bir terim olarak “kişinin, kendisini günahkâr kılacak şeylerden koruması” veya “insanın ibadet ve güzel işler yaparak Allah’ın azabından korunması” şeklinde tarif edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vky” md.; Cürcânî, et-Ta‘rîfât, “Takvâ” md.). Bu tür korunma çabaları, temelinde Allah’a saygı ve itaat niyeti bulunması şartıyla değer kazanacağı için meâlinde bu saygı unsuru dikkate alınmıştır. Nitekim sahâbeden Abdullah b. Mes‘ûd bu ifadeyi, “Allah’a âsi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmak” şeklinde açıklamıştır (Hâkim, Müstedrek, II, 294; takvâ hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara 2/197).
Tefsirlerde anlatıldığına göre bu âyet indiğinde sahâbîler, Allah’a karşı gereği gibi saygılı olma konusunda endişeye kapılmışlar, bir yandan hiç kimsenin bunu hakkıyla yerine getiremeyeceğini söyleyip bir yandan da kendilerini aşırı derecede ibadete vermişler, bunun üzerine, “Gücünüz yettiğince Allah’a saygısızlıktan sakının” (Tegābün 64/16) meâlindeki âyet inmiştir. Tegābün sûresindeki âyetin, konumuz olan âyeti neshettiğini söyleyenler olmuşsa da gerçekte bu âyet neshedici değil, onu açıklayıcı mahiyettedir ve Allah’tan hakkıyla korkmanın, “kişinin gücü yettiği kadar Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmesi” anlamına geldiğini ifade eder. Tegābün sûresindeki âyet neshedici olarak kabul edildiği takdirde neshettiği âyetin insanlara güçlerinin üstünde bir sorumluluk yüklemiş olduğunu kabul etmek gerekir ki bu, Kur’an-ı Kerîm’in aynı konudaki açık ifadeleriyle bağdaşmaz.
Takvâ sahipleri Kur’an’da övgüyle anılmışlar ve kendilerine âhirette büyük nimetler verileceği bildirilmiştir. Buna göre Allah katında en değerli kimseler takvâ sahipleridir (Hucurât 49/13); yüce Allah takvâ sahiplerinin dostudur (Câsiye 45/19); Allah onları sever (Âl-i İmrân 3/76); onlarla beraberdir (Bakara 2/194); onlar için güzel bir gelecek vardır (Sâd 38/49); âhiret yurdu onlar için hazırlanmıştır (Zuhruf 43/35); onlar güvenli bir makamda bulunmaktadırlar (Duhân 44/51); cennetler ve her türlü nimet onlar içindir (Ra‘d 13/35; Nebe’ 78/31-36; takvâ hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/197; A‘râf, 7/26).
(103) وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهٖٓ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاؕ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهٖ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.
Müfessirlere göre “Allah’ın ipi”nden maksat, Kur’an ve İslâm’dır. “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışmak”, hep birlikte İslâm dinine inanmayı, onu kabul etmeyi ve gereklerini yerine getirmeyi ifade eder. Hz. Peygamber Kur’an’ı, “Allah’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir” diye tarif etmiştir (Müsned, III, 14, 17; İbn Kesîr, II, 73). Allah’a karşı gereği gibi saygılı olmak ve müslüman olarak ölebilmek için Allah’ın ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gerekir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir. Bunun içindir ki inanç alanında Allah’ın birliği ilkesini getirdiği gibi, ibadet alanında da hac ve namaz gibi insanları bir araya toplayarak müslümanların birliğini sağlayacak prensipler koymuş, amelî tedbirler almıştır. Fert olarak veya bölünmüş gruplar halinde yaşayanların dinlerini ve milliyetlerini korumaları kolay değildir. Bunların sosyal, maddî ve mânevî baskılar karşısında dayanma güçleri az olduğundan daima din ve milliyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunurlar. Bu tür baskılar peygamberleri bile zor durumlarda bırakmış, bu sebeple Allah’tan ve insanlardan yardım istemeye mecbur kalmışlardır (bk. Bakara 2/214; Âl-i İmrân 3/52).
Kur’an insanlar arasında düşünce ayrılıklarının bulunmasını, insanın yaratılış hikmetine ve özelliklerine bağlar (Hûd 11/118). İyi niyete dayalı olması ve mâkul çizgide kalması halinde bu ayrılıkların insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olacağı da açıktır. Ancak İslâm, düşünce ayrılığının düşmanlığa dönüşmesini, insanları çekişen ve vuruşan kamplara ayırmasını müsamaha ile karşılamaz. Nitekim bu âyet-i kerîmede müslümanların birliği Allah’ın bir nimeti olarak değerlendirilirken, toplumsal barışı tehdit eden –ve İslâm’dan önce örnekleri çokça görülen– çekişme hallerini her an içerisine düşüp yanabilecekleri ateşten bir çukurun kenarında bulunmaya benzetmiştir. Yüce Allah, insanların böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmamaları için toptan Allah’ın ipine (Kur’an) sarılmalarını, onun genel prensiplerinin dışına çıkmamalarını emretmektedir.
“O’nun (Allah’ın) nimeti sayesinde kardeş oldunuz” ifadesi, İslâm’ın insanlar arasında birlik ve beraberliği sağlama konusunda ne derece kaynaştırıcı önemli bir unsur olduğunu, hatta din kardeşliğinin, dolayısıyla inanç ve dava birliğinin soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunu gösterir. Zira soy, dil ve vatan birliğinin, aynı ırktan olan Araplar arasında meydana getiremediği barış, kardeşlik ve dayanışmayı İslâm, bu millet arasında başardığı gibi farklı ırklar ve soylar arasında da başarmıştır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur.
(104) وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Yüce Allah önceki âyetlerde inkâra sapmaları ve başkalarını da saptırmaları sebebiyle Ehl-i kitabı kınamıştı. Bu âyetlerde de müminlere iman ve takvâyı emrettikten sonra başkalarını da İslâm’a çağırmalarını emretmektedir.
Ümmet tabiri burada “topluma önderlik edecek olan grup” anlamına gelmektedir (bilgi için bk. Bakara 2/128, 213). Yüce Allah müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, onlara iyiliği emredecek, onları kötülükten sakındıracak, insanları İslâm’a çağıracak bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir. Müfessirler müslümanların böyle bir kurumu oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde, görevin özelliğine göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün müslümanlar bu ihmalden dolayı sorumlu olurlar (Elmalılı, II, 1155). Nitekim Tevbe sûresinin 122. âyetinde de her topluluktan bir grubun gerekiyorsa ilim yolculuğuna çıkıp dini iyice öğrenmeleri ve toplumlarına döndükleri zaman onları eğitip uyarmaları istenmektedir. Bu faaliyette görev alanlar: a) İnsanları iyiliğe, doğruluğa, güzel ve yararlı olan şeylere çağıracaklar, kötülüklerden sakındıracaklardır.
b) Toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayacaklar, onları bölünüp parçalanmaktan koruyacaklardır.
Sözlükte özellikle “iyi, iyilik” anlamına gelen hayır, İslâmî terminolojide bu anlamların yanı sıra “en iyi, (iki veya daha çok şeyden) daha iyi olanı; yararlı, değerli, üstün; akıl, adalet, fazilet; servet, malî yardım; Allah’ın insanlar için takdir ettiği iyi durum” gibi mânalarda kullanılan geniş kapsamlı bir kavramdır. Kelimenin Kur’an-ı Kerîm’de ve hadislerde gerek tekil gerekse çoğul şekliyle sık sık tekrar edildiği görülür. Âyetlerde genellikle Allah’ın rızâsına uygun düşen, insanların kendileri, aileleri ve toplumları hakkında faydalı olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlardan, fert ve kamu yararına olan servet, mülk, kurum ve düzenlemelerden hayır, bunların zıddı olan şeylerden de şer diye söz edilmiştir (hayır ve şer hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara 2/215).
Meâlinde “iyiliği emredip kötülüğü menetme” diye tercüme ettiğimiz emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker, dinî ve ahlâkî bütün buyruk ve yasakları kapsayan geniş kapsamlı bir deyimdir. Urf (örf) kökünden gelen ma‘rûf “iyi, iyi olarak bilinen, örf haline gelmiş olan tutum”; nükr kökünden türetilmiş olan münker ise “çirkin, kötü, aklın veya dinin kötü kabul ettiği davranış” demektir. İslâmî terminolojide genellikle mâruf “hayır”, münker de “şer” anlamında kullanılır. Buna göre emir bi’l-ma‘rûf “iyi olanı emretme, iyiliği ve güzelliği yaymaya çalışma”, nehiy ani’l-münker ise “kötülüğü yasaklama, kötülüğe karşı çıkma” anlamına gelir.
Kur’an-ı Kerîm’de sekiz âyette iyiliği emretme ifadesi yer alır. Bir âyette iyiliği yasaklayanlar kınanır (Tevbe 9/67). Ayrıca otuz âyette mâruf kelimesi “iyilik, iyi güzel, örf haline gelmiş tutum ve uygulama” gibi anlamlarda geçer. Bu âyetlerin birinde “Güzel (mâruf) bir söz, arkasından eziyet gelen sadakadan daha iyidir” (Bakara 2/263) buyurulmuştur. Münker kelimesi ise on altı âyette geçer. Bunların sekizinde mâruf kelimesiyle birlikte “iyiliği emretme, kötülüğe karşı çıkma” anlamını ifade edecek şekilde, diğerlerinde ise genel olarak “kötü, çirkin, kamu vicdanını rahatsız eden, meşruiyet sınırını aşan tutumlar” anlamında kullanılmıştır. Mâruf ve münker kelimelerinin Kur’an-ı Kerîm’deki bu kullanımları hadislerde de yer alır (meselâ bk. Buhârî, “Mezâlim”, 22; Müslim, “Libâs”, 114, “Îmân”, 78; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 12, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 9, 11; Nesâî, “Îmân”, 17).
İslâm ahlâkına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak sürdürülebilmesi ve iyiliğin hâkim kılınabilmesi için birtakım kurallara uymakla yükümlüdür. İslâm ahlâkında başlıca toplumsal kurallar dinî buyruk ve yasaklarla zaman ve mekâna göre değişmezlik kazanmış, her birey, iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün önlenmesine kendi ölçüsünde katkıda bulunmakla yükümlü kılınmıştır. İslâm toplumunun en önemli ilkelerinden olan emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker görevinin yerine getirilmesi, her müslümanın, toplum içindeki konumuna, maddî ve mânevî gücüne göre katıldığı bir sorumluluktur. Kur’an-ı Kerîm’deki ifadesiyle “yeryüzüne sâlih kulların hâkim olması” (Enbiyâ 21/105) idealine hizmet etme sorumluluğudur. Hz. Peygamber bu görevin önemini ve kapsamını şu şekilde belirtir: “Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrâiloğulları’na olduğu gibi size de lânet eder” (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17). Kur’an-ı Kerîm, savaş zamanlarında bile belli bir topluluğun savaşa katılmayıp, dini öğrenmelerini ve savaşa gidenler döndüklerinde onları uyarmalarını, iyiliği emretme kötülüğe karşı gelme faaliyetini sürdürmelerini öngörmüştür (Tevbe 9/122). Hz. Peygamber’in şu sözü bu konuyla ilgili olarak normal şartlarda her müslümana görev yüklemektedir: “Bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, artık bu da imanın en zayıf derecesidir” (Müslim, “Îmân”, 78; Tirmizî, “Fiten”, 11). Buna göre: a) “Kötülüğü el ile önleme” sorumluluğu, müslümanları toplumda iyiliğin kökleşmesini ve kötülüğün giderilmesini sağlayacak bir siyasî güç meydana getirmek ve sağlam bir toplumsal yapı oluşturmakla yükümlü kılar. Bu sağlam yapı vicdanı ve ahlâkı bozulmuş olduğu için kötülük işlemekten çekinmeyenleri, hiç olmazsa açıktan açığa kötülük işlemekten uzak tutar. Ancak hadisin “kötülüğü el ile önleme” kısmının rastgele kişilerin kaba kuvvet kullanmalarını, düzensizliği ve başı bozukluğu ifade etmediğini belirtmek gerekir. Çünkü bundan birçok âyet ve hadiste şiddetle yasaklanmış bulunan fitne doğar.
b) “Kötülüğe dille karşı çıkma” sorumluluğu genel olarak iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki gösterme bilincinin toplumda canlı tutulmasını, eğitim, öğretim, irşad, yazılı ve sözlü yayınlar gibi kurumsal çalışmaların önemini gösterir. Bunun için âyette “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun” buyurulmuştur.
c) “Kötülüğe kalben buğzetme” bütün müslümanlar için en düşük düzeyde bir sorumluluktur. Anılan hadiste Hz. Peygamber bunu “imanın en zayıf derecesi” saymıştır. Çünkü kalple buğz, –olumlu davranışlarla tamamlanamadığı sürece– “el” ve “dil” ile kötülüğe karşı koyma yollarına başvurmadaki âcizliği ve güçsüzlüğü gösteren pasif bir tavırdır.
İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koyma, ağır olduğu kadar da değerli bir ödevdir. Ancak insanları iyilik yapmaya ve kötülükten uzak durmaya çağıran kişinin, öncelikle kendisi bu görevi yerine getirmelidir. Bununla ilgili bir hadiste bildirildiğine göre böyle birini cehennemde görenler, “Ey filân, bu ne hal! Sen dünyada iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?” derler. Adam şu cevabı verir: “Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü yasaklar, ancak kendim kötülük yapardım” (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 10; Müslim, “Zühd”, 51; geniş bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker”, DİA, XI, 138-141).
Müfessirler bu görevi üstlenecek kimselerin, –görevi hakkaniyetle yerine getirebilmeleri için– bazı özelliklere sahip olmalarının şart olduğuna işaret etmişlerdir. Bu kimselerin her şeyden önce güç ve kudret sahibi olmaları; iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt edecek derecede ilim ehli olmaları ve beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek iyi ahlâka sahip olmaları gerekir. Güçsüz kişiler bu görevi yerine getiremeyecekleri gibi, cahiller de yerine getiremezler. Bunlar iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edemedikleri için bazan insanları hayır diye şerre çağırabilirler; kötülükten sakındırmak isterken iyiliği engelleyebilirler. Yumuşak davranılması gereken yerde sert, sert davranılması gereken yerde yumuşak davranabilirler. Bu görevlerin tatlı bir üslûpla yapılması, görev yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir. Nitekim Allah Hz. Peygamber’e kötülüğü en güzel davranışla savmasını emretmiş, böyle yaptığı takdirde düşmanların dahi dost olacağını bildirmiştir (bk. Fussılet 41/34).
(105) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌۙ
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayınız. İşte onlar için büyük bir azap vardır.
Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağmen insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuşlar ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlardır. İçine düştükleri ayrılık, toplumların bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Sonuçta insanlar hakkı ayakta tutamaz, iyilikleri tavsiye edemez, kötülükleri engelleyemez duruma gelmişlerdir. Fakirler, mazlumlar ve âcizler ezilmiş, güçlülerin, zenginlerin ve zalimlerin haksızlıkları karşısında bir şey yapılamamıştır. Neticede insanlar mutsuz olmuşlar, dünya onlar için bir zindan, hayat katlanılamaz bir işkence haline gelmiştir. Bu yüzden Allah müslümanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştükleri hataya düşmemelerini emretmektedir.
(106) يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ فَاَمَّا الَّذٖينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْࣞ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
(107) وَاَمَّا الَّذٖينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفٖي رَحْمَةِ اللّٰهِؕ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ
Bir gün ki nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacaktır; yüzleri kararanlara, “İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!” (denir).
Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah’ın rahmeti içindedirler; orada onlar ebedî kalacaklardır.
Kıyamet gününde bazı yüzlerin ağaracağını, bazı yüzlerin de kararacağını bildiren bu âyetlerde mecazi ifadelerle bazı kişilerin sevineceği ve bazılarının da üzüleceği anlatılmaktadır (benzeri ifadeler için bk. Kıyâme 74/22-25; Abese 80/38-42). Dünyada Allah’a ve Resûlü’ne inanan, emirlerine uygun hareket edip güzel işler yapanların âhirette Allah huzurunda yüzleri ak, alınları açık olacak, utanacak ve üzülecek durumları olmayacaktır. Allah’ın rahmetine erecekleri ve ebedî kalmak üzere cennetine girecekleri için sevinçli ve mutlu oldukları yüzlerinden belli olacaktır. Yüzleri kararanlara gelince onlar, dünyada Allah ve Resûlü’ne inanmadıkları veya inandıktan sonra inkâra saparak Allah’ın emirlerine aykırı davranışlarda bulundukları için âhirette Allah’ın huzurunda kendilerine “İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?” şeklindeki azarlama sorusuna muhatap olunca utanacak ve üzüleceklerdir. Tabii ki o gün utanma veya üzülme hiçbir fayda sağlamayacak ve dünyadaki inkârları yüzünden âhirette büyük bir azaba çarptırılacaklardır.
(108) تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّؕ وَمَا اللّٰهُ يُرٖيدُ ظُلْماً لِلْعَالَمٖينَ
(109) وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُࣖ
İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okumaktayız. Allah hiçbir varlığa zulmedilmesini istemez.
Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah’a varır.
Müminlere emir, nehiy ve tavsiyelerde bulunan ve bunların olumlu veya olumsuz yönde uygulanmalarının sonuçlarını bildiren açıklamalar, Allah’ın âyetleri ve delilleridir. Yüce Allah hiçbir varlığa zulmedilmesini istemediği için âhirette hesabını verecekleri şeyleri peygamberleri vasıtasıyla insanlara haber vermiştir. Artık bu delilleri gördükten sonra hâlâ doğru yolda yürümeyip yanlış yollara sapanlara verilecek ceza, Allah’ın bir zulmü değil, kendi yaptıklarının bir sonucu olmaktadır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun olduğu gibi, bu dünyadaki sınav sona erdiğinde her şey O’na dönecek, herkes O’nun şaşmaz adaleti önünde yargılanacaktır.
(110) كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِؕ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْؕ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır.
Ümmet kelimesi 104. âyette olduğu gibi burada da “topluma önderlik edecek olan grup anlamında kullanılmıştır (bilgi için bk. Bakara 2/128, 213). Bu âyet, iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanların başlıca niteliklerini göstermektedir. Buna göre onlar Allah’a iman ederler. Bunun gereği olarak peygambere, kitaba, âhiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman esaslarına inanırlar. İslâm’ın öğrettiği güzel ahlâka sahiptirler; iyiliği emreder, kötülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. Onlar iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mûtedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya hak kazanmışlardır. Nitekim bu ümmet hakkında Bakara sûresinin 143. âyetinde “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık” buyurulmuştur. Yani yüce Allah müminleri dengeli, uyumlu, mûtedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Hz. Peygamber güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamber olduğu gibi (el-Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 8), ümmeti de bu ahlâkı yaşamak ve insanlığa öğretmek için görevlendirilmiş en hayırlı ümmettir. Nitekim Hz. Peygamber de ümmetinin “en hayırlı ümmet” olduğunu vurgulamıştır (Müsned, IV, 408; V, 383; İbn Kesîr, II, 77-86). Bu âyetlerde anlatılan vasıfların en hayırlı ümmetin belirgin vasıfları olduğunda şüphe yoktur. Gerçek müminler de bu vasıfları taşımaktadırlar. Bu sebeple Allah, insanlığı hakka davet gibi önemli ve şerefli bir görevi onlara vermiştir. Bu görev daha önce İsrâiloğulları’na verilmişti. Ancak onlar zamanla bozulmuşlar, bu sebeple başarısızlığa uğramışlar ve bu emaneti koruma liyakatini kaybetmişlerdir. O halde müslümanlar, kendilerine verilmiş olan bu şerefli görevin sorumluluğunun bilincinde olmalı ve öncekilerin düştükleri hatalara düşmemelidirler. Âyette belirtilen vasıfları koruyamaz, verilen görevleri yerine getirmezlerse en hayırlı ümmet olma şerefini de yitirirler. Nitekim uzun zamandan beri müslümanlar imanlarının gereğini yerine getirmedikleri için insanlığa rehber olma liyakatini de gösterememişlerdir. Hatta İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğu XIX. asır boyunca ve XX. asrın ilk yarısında bağımsızlığını dahi yitirmiş ve gayri müslim milletlerin boyunduruğu altına girmiştir. Onların tekrar üstün konuma gelmeleri ise âyette ifade ve işaret buyurulduğu üzere, imanda, amelde, ahlâkta, ilim ve uygarlıkta ilerleyerek bu konumu hak etmelerine bağlıdır.
“Ehl-i kitap da inanmış olsalardı, elbette onlar için daha hayırlı olurdu” diye çevrilen cümledeki “iman”ın içeriği hakkında değişik yorumlar yapılmıştır (Kur’an-ı Kerîm’de Ehl-i kitaba nisbetle kullanılan iman kavramının açıklaması için bk. Bakara 2/62).
(111) لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىؕ وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَࣞ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
Onlar size incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle savaşırlarsa geri dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.
Müslümanlar, insanlık tarihinde ortaya çıkarılışlarındaki amaca uygun olarak yaşadıkları ve kendilerinde bulunması gereken vasıfları taşıdıkları sürece Ehl-i kitabın, özellikle yahudilerin onların aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ve faaliyetler, onlara herhangi bir zarar veremez. Ancak bu çirkin davranışa mâruz kaldıkları için üzülürler, canları sıkılır, bundan öte herhangi bir zararları olmaz; yahudiler onlarla savaşacak olsalar savaşı bırakıp kaçarlar. Yüce Allah bu durumu müslümanlara bildirerek onlara moral ve cesaret vermektedir. Nitekim müslümanlar belirtilen vasıfları taşıdıkları dönemlerde yahudi ve hırıstiyanlara karşı verdikleri mücadelelerde fevkalâde başarılı olmuşlar, onların yurtlarını fethederek oralara adalet ve hürriyeti götürmüşlerdir.
(112) ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُؕ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّؕ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَࣞ
Allah’tan bir ipe ve insanlardan bir ipe tutunmadıkça, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara alçaklık damgası vurulmuş; Allah’ın gazabına uğramışlar ve aşağılanmaya mahkûm olmuşlardır. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Bu (cüretleri de) onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır.
Kur’an’da “Ehl-i kitap” tabiriyle genel olarak yahudi ve hıristiyanlar kastedilmektedir. Ancak müfessirler bu âyette Ehl-i kitaba gönderilen zamirlerin sadece yahudilere ait olduğunu ifade ederler; yani Allah’ın gazabına uğrayıp kendilerine alçaklık (zillet) ve aşağılık damgası vurulanların yahudiler olduğu kanısındadırlar. Nitekim yahudiler (İsrâiloğulları) hakkında indiği açıkça bilinen Bakara sûresinin 61. âyetinde de aynı konu aynı ifadelerle vurgulanmıştır. Ancak burada yahudilerin böyle bir cezaya çarptırılmalarının sebebi olarak “Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberlere karşı hasmane duygular besleyip içlerinden bazılarını haksız yere öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve Allah’ın koyduğu sınırı aşmaları” gösterilirken, Bakara sûresinde bunlara ilâveten başka sebepler de zikredilmiştir.
“İp” anlamına gelen habl kelimesi, burada mecazen “güvence” mânasında kullanılmıştır. Râzî’ye göre burada Allah’ın ipinden maksat cizyedir; Ehl-i kitap cizye denilen vergiyi ödemeyi kabul ettikleri takdirde İslâm devletinin kendilerine sağlayacağı can ve mal güvenliğinden yararlanırlar. İnsanların ipinden maksat ise devlet başkanının görüşüne bırakılmış konularda onlara sağlanan güvencedir; devlet başkanının ictihadına göre bu güvencenin sınırları genişleyebilir ve daralabilir (VIII, 185).
Hz. Peygamber’den önceki yahudiler Allah’a verdikleri sözlerde durmadıkları, Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri ve kendilerinin haksız olduklarını bile bile peygamberlere karşı düşmanca duygular besleyip içlerinden bir kısmını yalanladıkları, bir kısmını da öldürdükleri için, bulundukları her yerde üzerlerine zillet (alçaklık) ve âcizlik damgası vurulmuştur. Daha sonra gelenler öncekilerin yaptıklarını benimseyip onayladıkları sürece aynı sonuç onlar için de geçerli olmuştur. Allah’ın kanunlarının korumasına sığınmadıkça ve Allah’ın kulları olan güçlü topluluklarla anlaşma ve işbirliği yapmadıkça can ve mal güvenliklerini sağlayamamışlardır. Yahudi tarihinde bu zilletin örnekleri pek çoktur. Meselâ yahudilerin Bâbil esareti (m.ö. 586-538), Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’ü uzun süre işgal altında tutması (F. Buhl, “Kudüs”, İA, VI, 953) ve Hz. Ömer zamanında (638) Kudüs’ün müslümanlar tarafından fethedilmesi (Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi, VII, 152) neticesinde yahudilerin 2000 yıl gibi uzun süre millî devletlerini kuramamış olmaları bu zilletin örnekleridir. Günümüzden 500 sene önce İspanya’da katliama uğrayan ve sürgün edilen yahudiler, Osmanlı Devleti’nin yardımı ve korumasıyla Türk yurduna yerleştirilmişler ve böylece yok olmaktan kurtarılmışlardır. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı’nda Nazi katliamına uğrayan Almanya yahudilerinin önemli bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmışlardır (Kitâb-ı Mukaddes’te yahudilere yöneltilen tehdit ve eleştirilere örnek için bk. Bakara 2/65-66, 74).
(113) لَيْسُوا سَوَٓاءًؕ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَࣞ
(114) يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِحٖينَ
(115) وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالْمُتَّقٖينَ
Hepsi bir değildir: Ehl-i kitap’tan öyle bir topluluk var ki, geceleri ibadete durup Allah’ın âyetlerini okur, secdeye kapanırlar.
Bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar iyi kimselerdendir.
Ne hayır yaparlarsa bilsinler ki karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kötülükten sakınanları bilir.
İlk âyette geçen “ümmetün kaimetün” tamlaması, “hakkı tanıyan, doğru davranan, dosdoğru olan ve adaleti yerine getiren topluluk” anlamlarına gelmektedir. Burada, Ehl-i kitap’tan olup Allah’ın dini üzere dosdoğru yürüyen kimseler kastedilmiştir (İbn Âşûr, IV, 58).
Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak bazı farklı rivayetler yer almış olmakla birlikte (Kurtubî, IV, 175; Elmalılı, II, 1160) konunun akışından üslûpta, mânada bütünlük bulunmasından bu âyetlerin öncekilerin devamı olduğu anlaşılmaktadır. Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i kitap kınandıktan sonra burada da hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Elmalılı bu âyetlerin 110. âyette geçen “İçlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır” meâlindeki cümlenin açıklaması mahiyetinde olduğu kanaatindedir (II, 1160).
Kur’an ölçülerine göre kim zerre kadar hayır işlerse âhirette onun karşılığını görür; kim de zerre kadar şer işlerse o da onun karşılığını görür (bk. Zilzâl 99/7-8). Nitekim yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i kitap’tan samimi olarak iman edip sâlih amel işleyenleri övdükten sonra 115. âyette onların yaptıkları hayırlı işlerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini, karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyurmaktadır. Âyetin “Allah kötülükten sakınanları bilir” meâlindeki son cümlesi riyakârlarla samimi müminlerin birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşteki imanlarının kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah’ın samimi olarak iman eden Ehl-i kitaba böyle lutufkâr muamelesi İslâm’ın evrenselliği açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri sayan (Mâide 5/18), âhiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini iddia eden (Bakara 2/111) Ehl-i kitabın egoizmine karşılık Kur’an, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir.
(116) اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ
İnkâr edenlerin malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır.
Müfessirler bu âyette kastedilen inkârcıların, “Ehl-i kitap’tan olup da Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e iman etmeyenler” olduğunu söylemişlerse de âyetleri tahsis edecek bir delil bulunmadığı takdirde genel anlamlarıyla değerlendirmek daha uygundur. Buna göre burada, mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şımarmış olan dolayısıyla kendilerine azap edilmeyeceğini iddia eden (bk. Sebe’ 34/35), asıl iman edilmesi gerekenleri inkâr ederek dinden uzaklaşan herkes uyarılmakta; mal ve evlât çokluğu gibi maddî ve geçici güçlerin insanları Allah’a yaklaştırıcı ve onun katında değerli kılıcı sebepler olmadığı, bu tür zenginliklerin Allah’tan gelecek olan cezaları önleyemeyeceği bildirilmektedir.
Bununla birlikte âyet öncekilerin devamı olarak değerlendirildiği takdirde, burada inkâr edenlerden maksadın “Allah’a ve âhirete şeksiz ve şirksiz iman etmeyen Ehl-i kitap” olduğunu söylemek de mümkündür.
(117) مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ فٖي هٰذِهِ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رٖيحٍ فٖيهَا صِرٌّ اَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَاَهْلَكَتْهُؕ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misali, kendilerine zulmeden halkın ekinine isabet edip onu helâk eden kavurucu bir rüzgârdır. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
“Kavurucu” diye tercüme ettiğimiz “sırr” kelimesi “şiddetli soğuk, sıcak zehir ve alevli ateş” anlamlarına gelmektedir. Âyette sahip oldukları nimetlerden dolayı şımaran ve Allah’a isyan eden kâfirlerin gösteriş yapmak, insanlar tarafından övülmek veya müslümanları mağlûp etmek için harcadıkları mallar, zalim bir topluluğun dondurucu rüzgârın kasıp kavurarak faydasız hale getirdiği ekinine benzetilmiştir. Müfessirler bu benzetmeyi farklı biçimlerde açıklamışlardır:
a) Kâfirlerin gösteriş yapmak ve övülmek için harcadıkları malların durumu, dondurucu bir kasırganın kasıp kavurduğu ve kupkuru sap haline getirdiği ekinin durumuna benzetilmiştir. Bu ekinden bir fayda sağlanamadığı gibi inkârcıların yaptıkları harcamalardan da herhangi bir fayda sağlanamaz (Şevkânî, I, 416-417).
b) İnkârcıların dünya hayatında insanlar tarafından övülmek ve şöhret kazanmak için yaptıkları harcamaların iyi amellerini yok etmesi, dondurucu kasırganın henüz yeşermekte olan ekini kasıp kavurarak yok etmesine benzer. Onların harcadıkları bu mallar, kendilerine bir iyilik getirmek şöyle dursun, aksine diğer iyi amellerini de yok eder ve âhiret hayatlarının mahvına sebep olur (Şevkânî, I, 416-417). Bu olay, gıda maddelerine karışan zehirin onları zehirleyip zararlı hale getirmesi gibidir.
c) Bu misalde ekin insan hayatını sembolize etmektedir. Çünkü insan hayatta iyi ve kötü işler yapar, âhirette de bunların karşılığını alır, yani dünyada ne ekerse âhirette onu biçer. Buna göre yüce Allah bu misalle şöyle bir ders vermektedir: Hava ekinlerin yetişmesi için yararlıdır. Ancak aşırı sıcak veya soğuk hava zararlı da olabilir hatta ekinleri yok edebilir. Bunun gibi sadaka verip yardım etmek de âhiretteki sevabın çoğalmasına yardımcı olabilir. Fakat bu sadaka inkârla zehirlenmişse o sevabı mahvedebilir de. Allah insanın ve onun etkinlikte bulunduğu alanların mutlak hâkimi olduğu gibi, sahip olduğu servetin de gerçek sahibidir. Eğer Allah’ın kulu, O’nun iradesinin üstünlüğünü kabul etmez veya O’nun nimetlerini kullanırken, O’nun kanunlarını çiğnerse suçlu duruma düşer, hatta bu harcamalarından dolayı cezalandırılır (Mevdûdî, I, 253).
Hakkın inkâr edilmesi ve kabul edeceklerin engellenmesi için yapılan harcamalar, bunu yapanların güzel vasıflarını da yok etmiştir. Bu harcamalarının karşılığı olarak âhirette hiçbir şey alamayacakları gibi dünyada da ziyana uğramışlardır. Nitekim bu sûrenin 22. âyetiyle Bakara sûresinin 217. âyetinde kâfirlerin amellerinin dünyada da âhirette de ziyan olduğu bildirilmektedir. Râzî, konumuz olan âyetle ilgili çeşitli yorumları verdikten sonra şöyle der: “Biz bu âyeti kâfirlerin âhiretteki kayıplarıyla yorumladık ama, aynı zamanda onların dünyadaki kayıplarıyla yorumlamak da uzak bir ihtimal değildir (VIII, 195). Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Dünya hayatını devam ettirebilmek için yaptıkları harcamalar boşa gitmiştir. Çünkü bu değerli ömür sermayesiyle ebedî saadeti kazanamamışlardır.
(118) يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالاًؕ وَدُّوا مَا عَنِتُّمْۚ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَٓاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ وَمَا تُخْفٖي صُدُورُهُمْ اَكْـبَرُؕ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
(119) هَٓا اَنْتُمْ اُو۬لَٓاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهٖۚ وَاِذَا لَقُوكُمْ قَالُٓوا اٰمَنَّاࣗ وَاِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ الْاَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِؕ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
(120) اِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْؗ وَاِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَاؕ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـٔاًؕ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحٖيطٌࣖ
Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız!
Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir.
Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
İslâm’dan önce Medine’de Araplar’la yahudiler arasında dostluk anlaşmaları vardı. Müminler İslâm’dan sonra da yahudilerle bu dostluğu devam ettirmek istediler. Fakat yahudiler ve münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta müminlerin aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah kâfirlerle münafıklara karşı müminleri uyararak onlardan sırlarını söyleyecek kadar samimi dostlar edinmemelerini, onlara karşı ihtiyatlı davranmalarını, gerçekte düşman oldukları halde dost görünenlere sırlarını açmamalarını emretti (Şevkânî, I, 418).
Kur’an-ı Kerîm, birçok âyette müminlerin birbirlerinin dostu ve kardeşi olduklarını (Hucurât 49/10), bunların dışındakilerin, ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun, müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek derecede dostları olamayacaklarını ifade buyurmuştur (Nisâ 4/144; Mâide 5/51). Çünkü genellikle onlar birbirlerinin dostu, müminlerin düşmanıdırlar. Kur’an’ın bu emrinde yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim âyetin akışında her iki tarafın birbirlerine karşı takındıkları psikolojik ve toplumsal tutum ve davranışları anlatılarak müslüman olmayanları sırdaş edinmeme buyruğunun gerekçeleri açıklanmıştır: a) Müslümanlardan olmayanların sürekli olarak müminler aleyhinde çalışmaları, onlara zarar vermeleri ve içlerinde fesat çıkarmaya gayret etmeleri; b) müminlerin sıkıntıya düşmelerinden memnun olmaları; c) müminlerin aleyhinde sürekli olarak propaganda yapmaları ve onlara karşı içlerinde kin beslemeleri; d) inançları gereği müminler, herkesin –bu arada kâfirlerin ve münafıkların dahi– iyiliğini istedikleri, onların hukukunu gözettikleri ve onlara sevgiyle yaklaştıkları halde onların müminleri sevmemeleri ve haklarında iyi davranmamaları; e) müminler ilâhî kitapların tamamına inandıkları ve bu kitapların mensuplarına saygılı davrandıkları halde kâfirlerin Kur’an’a inanmamaları, münafıkların da müslümanlara karşı ikiyüzlü davranmaları, görünüşte müslüman olduklarını söyleyip gerçekte inanmamış olmaları ve inananlara karşı kin gütmeleri; f) kâfirlerin ve münafıkların, müminlerin birlik ve beraberliklerine, başarılarına, zaferlerine ve refahlarına üzülmeleri; başarısızlıklarına, yenilgi, hastalık ve benzeri sıkıntılarına sevinmeleri.
119. âyetin ilk cümlesi bazı müfessirlerce şöyle de yorumlanmıştır: Siz onları seversiniz, yani onların müslüman olmalarını istersiniz. Çünkü İslâm her şeyden hayırlıdır. Oysa onlar sizi sevmezler, yani sizin kâfir olmanızı isterler, kâfir olmak ise her şeyden kötüdür (Âlûsî, IV, 39). “Yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar” cümlesi münafıkların müminlere karşı besledikleri kin ve nefretin şiddetini ifade eder. Bu sebeple onların görünüşte “inandık” demelerine ve sahte dostluk göstermelerine aldanmamak gerekir.
Şüphesiz ki mümin olmayanları sırdaş edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez. Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından devlet sırlarını onlara verecek derecede kendileriyle samimi olmak veya devletin sırlarını ya da menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek sakıncalı olmakla birlikte, onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sakınca yoktur. Kur’an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslimlerle beşerî ilişkilerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, haklarında adaletli davranılmasını tavsiye etmekte ve böyle yapanları yüce Allah’ın sevdiğini bildirmektedir (Mümtehine 60/8). Samimi dost edinilmeleri yasaklananlar ancak İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir. Bu tür gayri müslimlerle dostluk bağları kuranları yüce Allah zalimler olarak nitelemiştir (bk. Mümtehine 60/9).
İslâm, dinin temel ilke ve amaçlarına ters düşmeyecek ölçüler içinde gayri müslimlerle ilim, teknik ve sanat alışverişinde bulunmayı yasaklamaz. Çünkü ilmin vatanı ve milliyeti yoktur. Hadiste de buyurulduğu gibi (Tirmizî, “İlim”, 19) yararlı bilgi ve fikir müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa alır. Bu konularda müslümanlar din ayırımı yapmaksızın herkesten istifade edebilirler ve kendi birikimlerinden başkalarını yararlandırırlar. Nitekim tarihte de böyle yapmışlardır (gayri müslimlerin dost edinilmemesi hususunda bilgi için ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/28).
120. âyette, kâfirlerin ve münafıkların müslümanların en küçük başarılarına, birlik, beraberlik ve refahlarına tahammül edemedikleri; müminlerin başına gelecek kötülük ve sıkıntılara sevindikleri bildirilmiş; onların bu menfi tutumlarına rağmen müslümanlara sabırlı olmaları, onlarla samimi dost olmaktan kaçınmaları, ancak onların hukukunu çiğnemekten de sakınmaları tavsiye edilmiştir. Zira bu davranış düşmanlıkların ortadan kalkmasına, dostlukların gelişmesine sebep olur. Nitekim Fussılet sûresinin 34. âyetinde, “Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!” buyurulmuştur. Âyette, bu tedbirler alındığı takdirde onların tuzaklarının müminlere hiçbir zarar vermeyeceğine dikkat çekilmiştir. Allah’ın onların yaptıklarını hem bilgisiyle hem de kudretiyle kuşatmış olduğunun belirtilmesi, onların, Allah’ın bilgisi dışında ve izni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını ifade eder.
(121) وَاِذْ غَدَوْتَ مِنْ اَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنٖينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌۙ
(122) اِذْ هَمَّتْ طَٓائِفَتَانِ مِنْكُمْ اَنْ تَفْشَلَاۙ وَاللّٰهُ وَلِيُّهُمَاؕ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Hani sen sabah erkenden savaşmak için müminleri mevzilere yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.
O zaman sizden iki bölük, Allah onların velîsi olduğu halde bozulup çekilmeye yüz tutmuştu; müminler yalnız Allah’a güvensinler.
Bu âyetler, Uhud Savaşı’yla ilgili olup 120. âyette yer alan sabretme ve disiplinli davranma tavsiyelerine uyulmadığı takdirde neler olabileceğini müslümanlara göstermek ve bundan ders almalarını sağlamak için savaş günlerinde cereyan eden bazı önemli olayları hatırlatmaktadır.
Uhud, Medine’nin yaklaşık 7,5 km. kuzeyindeki meşhur dağın ismi olup savaş bu dağın eteklerinde meydana geldiği için bu adı almıştır. Uhud Savaşı, hicretin 3. yılında (625) ve Bedir Savaşı’ndan yaklaşık on beş ay sonra şevval ayının ortalarında cumartesi günü meydana gelmiştir. Kureyşliler Bedir Savaşı’ndaki (624) yenilginin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak maksadıyla Ebû Süfyân’ın kumandasında, çeşitli Arap kabilelerinden oluşan 3000 kişilik bir orduyla Medine üzerine yürüyerek şehrin kuzeyindeki Uhud dağı yakınlarında bir yerde mevzilendiler. Durumu haber alan Hz. Peygamber arkadaşlarını toplayıp şehrin içinde kalarak savunma savaşı veya dışarı çıkarak meydan muharebesi yapma konusunda onlarla istişare etti. Hz. Peygamber ve tecrübeli sahâbîler Medine içinde kalıp savunma savaşı yapma taraftarıydılar. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl de aynı kanaatte idi. Bu görüşü benimseyenler, Medine’nin tabii durumunun savunmaya elverişli olduğunu, şehir içerisinde düşmanı kuşatmanın daha kolay olacağını ve böyle bir savaşta kadın ve çocukların da yardım edebileceklerini söyleyerek tezlerini savundular. Fakat özellikle Bedir Savaşı’na katılmamış olan genç sahâbîler düşmanı Medine dışında karşılamak ve meydan savaşı yapmak istediler. Bunların ısrarlı istekleri üzerine Hz. Peygamber şehrin dışına çıkmaya karar verdi, 1000 kişilik bir ordu hazırladı, zırhını giyerek ordusunun başına geçti. Durumun ciddiyetini sonradan kavramış olan gençler Hz. Peygamber’in ictihadına aykırı bir görüşte ısrar edip onu istemediği bir işe razı ettikleri için pişman oldular, bu durumu Hz. Peygamber’e arzettilerse de Resûlullah, “Bir peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar savaşmadan onu çıkarması doğru değildir” buyurdu (Buhârî, “İ‘tisâm”, 28; Müsned, III, 351).
Hz. Peygamber ordusuyla düşmanı karşılamak üzere Medine dışına çıktı, Şavt denilen yere geldiklerinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey “Muhammed bizi dinlemedi, çoluk çocuğu dinledi, bizim görüşümüz bu değildi” diyerek 300 kişilik taraftarıyla birlikte ordu saflarından çekildi. Bu durum müslümanlar üzerinde olumsuz etkisini gösterdi, karışıklıklara sebep oldu. Nerede ise Harîseoğulları ile Selemeoğulları da bunların etkisinde kalıp ordu saflarını terkedeceklerdi. Ancak Allah’ın yardımı ve sahâbenin kararlılığı sayesinde bu düşünceden vazgeçtiler (122. âyette bozulup çekilmeye yüz tuttuğu bildirilen iki bölük bunlardır). Hz. Peygamber kalan 700 kişi ile yoluna devam etti. Uhud’a vardığında dağı arkalarına, düşmanı karşılarına alacak şekilde ordusunu düzenledi. Ancak burada düşmanın sızabileceği bir geçit daha vardı, oraya da Abdullah b. Cübeyr komutasında elli kişilik bir okçu birliğini yerleştirdi ve onlara şu tâlimatı verdi: “Oklarınızla bizi savunun, sakın arkamızdan gelmelerine izin vermeyiniz, yensek de yenilsek de hiçbir şekilde yerinizden ayrılmayınız, kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sakın yerinizi terketmeyiniz!” (Buhârî, “Cihâd”, 164; İbn Kesîr, II, 91).
Müslümanlar, gerek savaşçı sayısı gerekse silâh gücü bakımından kendilerinden kat kat üstün olan düşman ordusuyla savaşa tutuştular. Başlangıçta İslâm ordusu üstün duruma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Ancak bu başarıyı kesin zafere ulaşıncaya kadar devam ettirmeleri gerekirken askerler savaş sonuçlanmadan ganimet toplamaya başladılar. Hz. Peygamber’in geçidi korumakla görevlendirdiği okçular da arkadaşlarının kaçan düşmanın bıraktığı ganimeti topladıklarını görünce, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in ısrarlı uyarılarına ve Hz. Peygamber’in kesin emrini hatırlatmasına rağmen, ganimet toplayanlara katılmak üzere yerlerini terkettiler. Kumandanın yanında sadece birkaç kişi kalmıştı.
Böyle bir fırsatı yakalamak için pusuda bekleyen düşman süvarilerinin kumandanı Hâlid b. Velîd, derhal harekete geçip dağın çevresini dolaşarak bu geçitten saldırıya başladı, kendisine karşı geçidi savunmakta olan Abdullah b. Cübeyr’i yanındaki birkaç okçu ile birlikte kılıçtan geçirerek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. İki kuvvet arasında kalan İslâm ordusu şaşırıp neye uğradığını bilemedi, müminler Hz. Peygamber’in çevresinden dağılıp kaçmaya başladılar. Bu arada dağılmış olan Mekke ordusu toparlandı ve geri dönerek saldırıya geçti. Hz. Peygamber’in yanında düşmana karşı cesaretle savaşan çok az müslüman kalmıştı. Bu durum savaşın müslümanların aleyhine dönmesine sebep oldu. Hz. Peygamber’in yanındaki müslümanlar, onun hayatını korumak için her şeyi göze alıp ölüm kalım savaşı vermelerine rağmen Hz. Peygamber alnından ve yanağından yaralanmış, daha önce düşman tarafından kazılmış olan bir çukura düşmüş, bu arada dişi de kırılmıştı. Resûlullah yüzünden akan kanları silmeye çalışırken şöyle diyordu: “Peygamberlerini yaralayan bir kavim nasıl iflâh olur?” (Buhârî, “Megāzî”, 21; Müslim, “Cihâd”, 104). Bununla beraber o, düşmanlarını lânetlemiyor, aksine onların hidayete ermeleri için dua ediyordu. Tam bu esnada Resûlullah’ın şehit olduğu söylentisi yayılmaya başladı. Sahâbe bu söylentiden o derece etkilendi ki Hz. Peygamber’i kahramanca savunanlar bile cesaretlerini yitirdiler ve onun yanında sadece birkaç fedakâr müslüman kaldı. Sahâbeden biri Hz. Peygamber’in sağ olduğunu görünce “İşte Allah’ın resulü burada!” diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber’in yaşamakta olduğunu haber alan müslümanlar tekrar onun etrafında toplandılar ve dağın emin bir yerine çekildiler.
Ebû Süfyân kumandasındaki Kureyş ordusu Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberine aldanıp işin bittiğini zannettiği için bu fırsatı değerlendirerek müslümanları takip etmeyi düşünememişti. Düşmanın bu durumunu farketmiş olan Hz. Peygamber bunu, düşmanın kendisinden uzaklaştırılması için Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmiş ve kendisinin sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isteyen Kâ‘b b. Mâlik’i susturmuş, böylece düşmanın yeni bir saldırıya geçmesini önlemişti. Gerçekten müslümanlar perişan bir şekilde dağılmışlar, Kureyşliler’in önlerine çıkacak hiçbir engel kalmamıştı; kazandıkları zaferi sonuna kadar götürebilirlerdi. Fakat Allah peygamberini ve müslümanları korumuştu (Uhud Savaşı hakkında bilgi için bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, III, 64 vd.; İbn Kesîr, II, 90-91).
(123) وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ اَذِلَّةٌۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Andolsun ki Allah size, zayıf ve çaresiz iken Bedir’de de yardım etmişti. Allah’a isyandan sakının ki şükretmiş olasınız.
Bedir, Medine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke ticaret yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Müslümanlar hicretin 2. yılının (624) Ramazan ayında burada Mekkeli müşriklerle yaptıkları ilk savaşta yüce Allah’ın yardımıyla kendilerinden sayıca çok daha fazla, silâh bakımından daha üstün olan düşmanlarını yenmişlerdi. İşte bu âyette Allah’ın yardımıyla kazanılan o zafer hatırlatılarak müslümanların Allah’a şükretmeleri, O’nun emrinden çıkmamaları, savaşta korkaklık ve zaaf göstermemeleri gerektiğine işaret edilmiştir (Bedir Savaşı hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/5-19).
(124) اِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنٖينَ اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ اَنْ يُمِدَّ كُمْ رَبُّكُمْ بِثَلٰثَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُنْزَلٖينَؕ
(125) بَلٰٓىۙ اِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُسَوِّمٖينَ
O zaman inananlara şöyle diyordun: “Rabbinizin, indirilen üç bin melekle size yardım etmesi sizin için yeterli değil mi?”
Evet, eğer siz sabır gösterip itaatsizlikten sakınırsanız, onlar şu anda süratle üzerinize gelseler bile rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.
Rivayete göre müslümanlar Bedir Savaşı’nda Kürz b. Câbir el-Muhâribî adında bir Arap liderinin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklere yardıma geleceğini haber alınca kaygılanmışlar; bunun üzerine Hz. Peygamber aldığı vahye dayanarak bu âyetlerde belirtildiği şekilde müslümanlara müjde vermiş ve onların morallerini yükseltmiştir. Müşriklerin yenilgiye uğradıklarını haber alan Kürz ise yardıma gelmekten vazgeçmiştir (İbn Kesîr, II, 93).
Yüce Allah Bedir Savaşı’nda müslümanlara yardım etmek üzere önce bin melek göndermiş (bk. Enfâl 8/9), daha sonra bu Kürz haberi üzerine müslümanların mora