Evrim Teorisi ve İslam
Evrim teorisinin tanımı yapılırken görüldüğü üzere, onun en önemli iddialarından biri, rastgele meydana gelen genetik değişimlerin ve çevre koşullarının etkisiyle farklı türlerin oluşmasıdır. İşte evrimciler, gerek tür içindeki varyasyonların, gerekse türleşmenin oluşmasını bir kısım mekanizmalara bağlar. Böylece öne sürdükleri hipotezleri bilimsellik kılıfına sokmaya, onları belirli biyolojik prensiplerle ilişkilendirmeye çalışırlar.
Bu konuda ilk akla gelen mekanizma, Darwin tarafından geliştirilen doğal ayıklanmadır. Neo-Darwinizm’le birlikte genlerde veya kromozomlarda meydana gelen mutasyonlar da evrimin önemli mekanizmalarından biri hâline gelmiştir. Bunlar, evrimin en önemli iki mekanizması olarak kabul edilir. Bunların yanında adaptasyon ve izolasyon da ortak gen havuzunda önemli değişimlere sebebiyet verdiği için evrimin başlıca mekanizmaları arasında yerini alır. Evrimin mekanizmaları bunlarla sınırlı değildir. Bazı evrimciler bunların sayısını on beşe kadar çıkarır. Fakat diğerlerinin etkisi zikrettiklerimize nazaran daha sınırlıdır.
Evrim teorisinin geniş kitleler nazarında makuliyet kazanmasında ve ikna edici bir hüviyete kavuşmasında söz konusu mekanizmaların önemi büyüktür. Çünkü evrimciler, hipotezlerinin doğruluğunu göstermek için, Allah’ın tabiatta vaz etmiş olduğu biyolojik prensiplere dayanıyor ve bunları kendi iddialarını destekleyecek şekilde ustaca takdim ediyorlar. İnsanlar da bu mekanizmaların tabiattaki mevcudiyetlerine, işleyişlerine ve neticelerine bakarak evrimin gerçekleşebileceğini zannediyorlar.
Öte yandan, konu hakkında yeterince bilgisi olmayan bazı kimseler de, evrimle mücadele etme adına tabiat yasalarını ve biyolojik gerçekleri inkâr ediyor ve böylece hem yaptıkları haklı itirazları gölgede bırakıyor hem de alay konusu oluyorlar. Hâlbuki takdir etmek gerekir ki evrimciler tabiatı didik didik etmiş, çok önemli yasalar tespit etmiş ve canlı formların işleyişiyle ilgili biyolojik prensipleri ortaya çıkarmışlardır. Fakat elde ettikleri bu verileri, daha önceden zihinlerinde hazır bulunan evrim şablonuna uydurabilmek için işlerine geldiği gibi yorumlamış ve çarpıtmışlardır.
Bizim buradaki maksadımız, evrim mekanizmalarını tanıtmak değildir. Zira bugüne kadar evrimle ilgili binlerce eser kaleme alınmış ve söz konusu mekanizmalar tafsilatlı bir şekilde incelenmiştir. Biz, kısaca söz konusu mekanizmalar hakkında bilgi verdikten sonra, bunların, yeni hayvan türlerini ortaya çıkaracak bir potansiyele sahip olup olmadığını irdeleyeceğiz.
1) SONRADAN KAZANILAN ÖZELLİKLERİN DEVRİ
Daha önceki yazımızda da değindiğimiz üzere Lamarck’ın öne sürdüğü mekanizma, canlı yapıların sonradan kazandıkları özellikleri yavrularına aktarabilme özellikleriydi. O, organların kullanılıp kullanılmamasına göre her nesilde meydana gelecek küçük değişimlerin uzun devirler içinde birikerek yepyeni hayvan türlerini ortaya çıkarabileceğini iddia ediyordu. Günümüzde hâlâ bu görüşü savunan küçük bir azınlık olsa da, bu yaklaşım bilim camiası arasında güncelliğini kaybetmiştir. Çünkü canlıların yaşamları boyunca sonradan kazandıkları özelliklerin kalıtım yoluyla yavrulara aktarılamayacağı ispat edilmiştir.
Mesela August Weismann, 1887 yılında fareler üzerinde yaptığı bir deneyde bunu göstermiştir. O, 20 döl boyunca fare kuyruklarını kestiği hâlde, 21. dölde doğan farelerin yine uzun kuyruklu olduğu görülmüştür. Genetik bilimindeki gelişmelerle birlikte sonradan kazanılan özelliklerin (modifikasyonların) aktarılamayacağı da kesinlik kazandı ve Lamarck’ın hipotezi değerini yitirdi.
Aslında bu herkesin gözlemleyebileceği bir gerçekliktir. Halter çalışan bir insanın kol kasları gelişse de çocuğu güçlü kol kaslarıyla doğmaz. Müslümanlar ve Museviler nesillerdir sünnet olmalarına rağmen çocukları yine sünnetsiz doğuyor. Bu sebeple biz de bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız.
2) DOĞAL SELEKSİYON
Darwin’in evrim kuramının merkezinde doğal seleksiyon (doğal ayıklanma, tabii seçilim) vardır. Darwin’e göre bu, tüm evrim sürecinin itici gücü ve motoru gibidir. Richard Dawkins de bütün canlıların varlığının ve şeklinin doğal seleksiyonla açıklanabileceğini iddia etmiştir. Peki, nedir doğal seçilim?
Doğal seçilime göre daha güçlü olan, yani daha çok hayatta kalabilen ve daha çok üreyebilen biyolojik yapılar hayatta kalır. Sınırlı besin kaynaklarına ulaşma, düşmanlardan korunma, zor iklim şartlarına direnme gibi konularda müthiş bir mücadelenin sürüp gittiği tabiat, tür içinde mevcut olan sayısız genetik çeşitlilik arasından çevre şartlarına en uygun olanları seçer, diğerlerini ise eler. Farklı bir tabirle, fizikî ortama ve çevre koşullarına uyum sağlayabilen özellikler doğal seleksiyon tarafından ödüllendirilirken, uyum sağlayamayanlar ise cezalandırılır.
Bir türün varyasyonları arasından seçilen ve hâkim duruma gelen avantajlı organizmalar, kendilerine hayatta kalma şansını veren özellikleri kalıtım yoluyla yavrularına aktarırlar. Nesiller geçtikçe söz konusu avantajlı özellikler popülasyona ait üyelerde daha çok görülmeye başlar ve bunlarda önemli değişimler ortaya çıkar. Aslında burada gen havuzuna yeni bir bilgi eklenmediği gibi, var olan bilgiler de kaybolmamaktadır. Sadece çekinik genler baskın duruma geçmektedir. Darwin, bu evrimsel sürecin uzun yıllar işlemeye devam etmesi neticesinde, yani tabiata yeterli zaman verilmesi durumunda, yeni canlı formlarının (türlerin ve daha üst sınıfların) oluşabileceğini öne sürmüştür.
Doğal seçilimi birkaç örnekle zihne yaklaştırmaya çalışalım. Diyelim ki tavşan popülasyonu arasında bulunan bazı fertler diğerlerine oranla daha az suya ihtiyaç duyuyor. Şayet uzun süren bir kuraklık yaşanırsa, bunların hayatta kalma şansı daha fazla olacaktır. Çünkü susuzluğa dayanıklılık, onlara rekabet etmede ve hayatta kalmada avantaj sağlayacaktır. Hayatta kalan tavşanlar bu özelliklerini daha sonraki kuşaklara aktaracak ve bu özellikler git gide popülasyon içinde yayılmaya başlayacaktır. Dolayısıyla daha sonraki popülasyonları oluşturan tavşanlar daha az suya ihtiyaç duyan üyelerden oluşacaktır.
Aynı kural, kendi cinslerine göre daha hızlı koştuğu için yırtıcı hayvanlardan korunabilen ceylanlar için de, zirai ilaçlara karşı tür içindeki diğer fertlerden daha dirençli olduğu için hayatta kalabilen bakteriler için de geçerlidir.
Darwin’in doğal seçilim fikrini ortaya atmasında en önemli etki, yapay seçilim üzerinde yaptığı gözlemlerdir. Darwin’in, suni aşılama ve kültürleme yoluyla hayvan soylarının nasıl ıslah edildiğini, verimin nasıl artırıldığını ve yeni ırkların nasıl elde edildiğini görmesi, oldukça dikkatini çekmiştir. İnsanlar, belirli özelliklere sahip olan hayvanları birbiriyle çiftleştirmek suretiyle sadece onların üremesine izin veriyor ve böylece arzu ettikleri özelliklere sahip ırkları ortaya çıkarabiliyorlardı. Mesela bir çiftçi, daha çok süt veren inekleri elinde tutup sadece onların çoğalmasına izin vermek suretiyle, nesiller geçtikçe öncekilerden çok daha fazla süt veren ineklere sahip olabiliyordu.
Darwin, buradan hareketle tabiatın da çok daha uzun bir zaman dilimi içerisinde benzer seçimleri yapabileceğini iddia etti. Aslında, kendisi de bunun zorluğunun farkındaydı. Bu yüzden, “Eğer kompleks organlardan herhangi birinin teorimde ifade ettiğim, birbirini takip eden, küçük değişimlerle meydana gelmediği gösterilebilirse, teorim kesinlikle çürütülecektir.” diyordu.[1] Çünkü yeni bir türün ortaya çıktığına dair yaşanmış hiçbir tecrübe yoktu. Fakat bunun aksini gösteren bir kanıt da mevcut değildi. O hâlde niye olmasın, diyordu.
Ne var ki doğal seleksiyonun bir hedefi ve planı yoktur. Bir adım ötesini hesap edemez. Çünkü bir hedefi kavrayacak şuur ve akla sahip değildir. Bu yüzden geleceği planlayamaz, akıllı seçimler yapamaz. Sadece emsallerine göre daha avantajlı konumda olan fertlerin hayatta kalmalarını sağlar. Fakat ne yapay ne de doğal seçimde ortaya yeni ve farklı organlar, yapılar çıkmaz. Yapay seçimle yapılabilecek olan şey, en fazla aynı türe ait farklı ırkların elde edilmesidir. Fakat burada da sınırlar vardır.
Bir tavuğun vereceği yumurta sayısı, bir ineğin vereceği süt miktarı veya bir atın ulaşabileceği hız sınırı az çok bellidir. Edward S. Deevy’in ifadesiyle domuzlara kanat takamayız, tavuklara silindir şeklinde yumurta yumurtlatamayız.[2] Doğal seçimde gözlemlenen de aynı türe ait bireylerde meydana gelen bir kısım değişikliklerdir.
Ne yapay ne de doğal seleksiyonun yaptıklarına bakarak biyolojik formların uzun zamanlar içerisinde yepyeni türlere dönüşeceğini söylemek oldukça abartılı bir yorumdur. Hiçbir gözleme ve ikna edici bilimsel veriye dayanmaz. Balıklardan sürüngenlere, omurgasızlardan omurgalılara kadar canlılar arasındaki muazzam yapı farklılıklarına baktığımızda, bütün bunların doğal seleksiyonla yavaş yavaş nasıl oluştuğu konusunda hiçbir tatmin edici cevap bulamayız. Göz, beyin, kanat gibi oldukça kompleks organ ve yapıların doğal seleksiyon süreciyle nasıl meydana geleceğinin mantıklı bir açıklamasını yapamayız. Söyleyeceklerimiz bir kısım yanlış kıyaslardan ve usta bir hayal gücüyle ortaya konulmuş spekülasyonlardan öte geçmez.
Aynı şekilde Darwin’in tasvir ettiği üzere tabiatta canlılar arasında sürüp giden amansız mücadele ve kavga, daha güçlü ve çevre şartlarına daha uyumlu üyelerin hayatta kalmalarını kısmen açıklasa da, daha güzel ve sanatlı yapıların nasıl ortaya çıktığını ve hayatta kaldığını açıklamaktan acizdir. Hayvanların sahip oldukları dişleri, pençeleri, hızları, güçleri, dayanıklılıkları, yağları, tüyleri, savunma sistemleri, kabiliyetleri vs. bir şekilde doğal seleksiyonla irtibatlandırılabilir.
Fakat farklı hayvan türlerinin sahip olduğu rengarenk tüylerin, göz alıcı desenlerin, insanı büyüleyen nakışların, hayret verici sanat ve estetiğin, incelik ve zarafetin tabii seleksiyonla açıklanması hiç de kolay değildir. Bütün bu sanatlı yapıların ortaya çıkması, akıl ve şuur sahibi yüce bir Yaratıcı olmadığı sürece kör madde ve tesadüflerle açıklanamaz.
Darwinciler, doğal seçilimin sırtına kaldıramayacağı kadar büyük bir yük yükledikleri için, sürekli onu abartma ve büyük gösterme eğilimindedirler. Yazılan kitaplardaki “Doğal seçilim bizden şunu ister, şu tercihi yapar, şu komutu gönderir, şunu hayatta bırakır, şunu öldürür, şunu umursamaz, şunu düşünmez…” gibi ifadelere bakılacak olursa, âdeta onun her şeye gücü yeten akıl ve şuur sahibi bir Yaratıcı gibi takdim edildiği, tabiata vehmi bir rububiyet verildiği görülür.
Hatta Francisco Ayala ve Ernst Mayr gibi evrimciler onun yaratıcı bir güç olarak tanımlanabileceğini ifade ederler. Hâlbuki onun hiçbir yaratıcı gücü yoktur; yaptığı tek şey mevcut organizmalar arasından en uyumlusunu seçmekten ibarettir. Ne var ki bu, çoğu zaman gözden kaçırılan bir husustur.
İnanan bir mü’min nazarında doğal seleksiyon, oluşacak gıda zinciri ve besin piramidi vesilesiyle canlıların rızıklarını temin edebilmeleri ve bulundukları koşullara ayak uydurabilmeleri için Allah tarafından konulmuş bir yaratılış kanunundan veya tabiat yasasından başka bir şey değildir. Ayrıca doğal seçilim sayesinde canlı türlerinin başıboş ve sınırsız bir şekilde çoğalarak dünyayı kaplamalarının da önüne geçilmiş olur. Aslında “doğal seçilim” şeklindeki kullanım problemlidir. Çünkü seçim, şuurlu bir faaliyet olduğu için, seçici bir iradenin varlığını zorunlu kılar. Bu yüzden doğrusu, “ilahî seçim”dir.
Canlılar arasındaki mücadele ve rekabetin, doğadaki tek gerçeklik olmadığının da altını çizmek gerekir. Tabiat, her zaman güçlülerin zayıfları ezdiği, sadece güçlülere yaşama hakkının tanındığı acımasız bir mücadele arenası veya savaş alanı değildir. Farklı bir ifadeyle, mücadele, tabiatın ne tek ne de en baskın özelliğidir. Günümüzde çekilmiş belgesellerde de açıkça görüldüğü üzere, mücadelenin yanı başında müthiş bir yardımlaşma ve dayanışma, şefkat ve merhamet, koruma ve fedakârlık da hükmünü icra eder.
J, A. Thompson ve P. G. Geddes, Life: Outlines of General Biology isimli eserlerinde tabiatı şöyle resmederler: “Tabiatla ilgili olarak konuşulanlar, gerçeğin bir kısmının abartıldığı tam bir karikatürdür. Vahşi tabiatta şiddetli bir eleme olduğu, yavruların ve körpelerin öldüğü, dişlerin ve pençelerin kandan arınmadığı bir ortamın olduğu.. hatta bundan daha fazlası doğrudur. Kısıtlı imkânlar ve zorluklar karşısında bir organizma, yarışı yoğunlaştırırken, bir diğeri yavrularını korumayı artırır; birisi silahlarını sürekli yenilerken, bir diğeri, müşterek yardımlaşmayı tercih eder.
Gerçek şu ki, var olma mücadelesi, rekabete dayalı olmak zorunda değildir; bu mücadele sadece kendini zorla kabul ettirmekle değil, yavruların, arkadaşların, akrabaların korunmasıyla da gösterilebilir. Dünya sadece güçlünün değil, şefkatlinin de mekânıdır”. [3]
Tabiatta güçlülerle zayıfların birlikte yaşaması da doğal seleksiyonun etkisinin sınırlı ve muvakkat olduğunu gösteriyor. Çevresel şartların etkisiyle bir nesildeki zayıf hayvanların tamamının yok olması bile, bir sonraki neslin tüm üyelerinin sağlıklı olmasına yol açmıyor. Yeni popülasyon arasında yine zayıf, sakat ve hasta hayvanlar varlığını devam ettiriyor.
Darwincilerin doğal seleksiyonun mahiyet ve işleyişine dair yaptıkları açıklamalara sathi bir nazarla bakan kimse, onun tüm canlı türlerinin ortaya çıkışını izah ettiği vehmine kapılabilir. Ne var ki konuya daha derinlemesine bakıldığında, öne sürülen iddialar ile gözlemlenen gerçeklik arasındaki muazzam açıyı fark etmek hiç de zor olmayacaktır. Hemen herkesin gözlemleyebileceği “güçlülerin ayakta kalacağı” şeklindeki basit bir kuralın nasıl olup da tek bir ortak atadan milyonlarca farklı canlı formunu meydana getirebileceği, gerçekten izahı imkânsız bir hâdisedir.
Nobel ödüllü genetikçi T. H. Morgan’ın şu ifadeleri doğal seleksiyona biçilen rolün büyüklüğüne yapılmış bir itirazdır: “Hayata en uygun olanların, hayatta kalma şanslarının onlar kadar uygun olmayanlardan daha fazla olduğu, söylemeye bile ihtiyaç olmayan, herkesin bildiği bir gerçek olsa gerektir.” Gertrude Himmelfarb’ın şu sözleri de aynı gerçekliğin farklı bir ifadesidir: “Hayatta kalanların hayatta kaldığı görüldükten sonra, bunların hayatta kalmaya en uygun olanlar olduğu kararına varılmıştır.”[4]
Aslında, “en uygunun hayatta kalacağı” fikri üzerine oturan doğal seçilimde, totolojik bir önermenin gizlendiği veya bunun fasit bir daireye işaret ettiği gözden kaçmamaktadır. Çünkü hayatta kalanların kimler olduğu sorusuna verilen cevap, “en uygun olanlar”dır. En uygun olanların kimler olduğu sorusu da, “hayatta kalanlar” olarak açıklanır. Dolayısıyla tabii seleksiyon, bir yönüyle herkesçe bilinen bir gerçeğin farklı bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, doğal seçilimin iş görebilmesi için hâlihazırda varyasyonların bulunması gerekir. Darwin’in de ifade ettiği gibi, avantajlı varyasyonlar meydana gelmediği sürece tabii seleksiyon hiçbir şey yapamaz. Doğal seçim, en uygun olanın hayatta kalmasını izah etse de, bunun nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz.
3. ADAPTASYON
Tabii seleksiyon ile adaptasyon arasında oldukça yakın bir ilişki vardır, bu ikisi birlikte iş görür. Adaptasyon, canlıların içinde yaşadıkları ortama başarılı bir şekilde uyum sağlayabilmeleri için geçirmiş oldukları yapısal veya fizyolojik değişimlerdir. Farklı bir ifadeyle o, çevreyle sıkı bir ilişki içinde olan biyolojik yapıların, değişen çevre koşullarına verdikleri bir cevaptır. Canlı organizmalar adaptasyon sayesinde, hem hayatta kalma şanslarını artırmış hem de türün yok olma ihtimalini azaltmış olurlar. Dağ tepelerinde yaşamaya başlayan insanların zamanla renklerinin koyulaşması ve kandaki alyuvarlar sayısının artması adaptasyona misal olarak verilebilir.
Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların, içinde yaşadıkları ortamla oldukça uyumlu organlara, sistemlere ve özelliklere sahip oldukları görülür. Evrimciler bu durumu adaptasyonla açıklar. Yani onlara göre tek bir ortak atadan çoğalarak gelen her bir tür, içinde yaşadığı fizikî şartlara uygun vücut yapıları geliştirmiştir. Mesela ısı kaybetmeleri gerektiği için çöl tilkilerinin kulakları ve kuyrukları uzamış, yırtıcılardan kaçmaları gerektiği için otçul memeliler hızlı birer koşucu olmuş, çöllerde yaşayan develer kum fırtınalarından korunmak için kulak ve burun kılları geliştirmiş, kutup ayıları hayatta kalabilmek için diğer ayılara nispetle daha fazla yağa sahip olmuştur.
Ne var ki Allah’a inanan bir insan açısından bunun farklı bir izahı vardır. Farklı coğrafi ortamlarda yaşayan canlılara, hayatta kalabilmeleri için sahip olmaları gereken en elverişli organları ve sistemleri veren ne tabiattır ne de canlının kendisi. Bunlar adaptasyonla sonradan ortaya çıkmış şeyler değildir. Adaptasyon canlı organizmalarda kısmi bir kısım değişikliklere yol açsa da hiçbir zaman onlara yepyeni yapılar veremez.
Bilakis bunları var eden Allah’tır. Her bir türe, kendi ortamına ayak uydurabilecek özellikler yaratılıştan verilmiştir ki bu da ilahî hikmet ve rahmetin önemli bir tezahürüdür. Eğer adaptasyonu sağlayacak genler Yaratıcı tarafından onun DNA’sına konulmasaydı, yeni çevresel koşullara ayak uyduramaz ve yok olurdu.
Türlerin içinde yaşadıkları ortamlara adapte olabilecek yapılara sahip bir şekilde yaratıldıklarını reddeden evrimciler, bu yapıların uzun zaman içinde kademe kademe oluştuğunu iddia ederler. Ne var ki herhangi bir türe mensup olan üyelerin, hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları en uygun yapıya sahip oluncaya kadar nasıl ayakta kaldığının bir izahı yapılamaz. Her bir canlının bulunduğu ortama en iyi şekilde adapte olduğunu gören evrimciler, bunu hemen evrime verseler de, geçmiş asırlar boyunca bunun nasıl gerçekleştiğini çözemezler.
Evrimciler, adaptasyonun bizzat kendisini evrim olarak gördükleri gibi, doğal seleksiyon ve adaptasyonla meydana gelen değişimin yavaş yavaş türü başka bir türe dönüştüreceğini de iddia ederler. Oysaki somut hiçbir kanıt ve gözleme dayanmayan bu tür izahların varsayımdan öte bilimsel bir değeri yoktur. Çünkü tıpkı tabii seleksiyon gibi adaptasyon da türün ortak gen havuzundaki bilgiyi değiştiremez; onda herhangi bir artışa veya eksilmeye yol açamaz.
Sadece canlının genetik sisteminde var olan bilgiyi kullanır; gen frekanslarını değiştirir, genler arasında yeni kombinasyonlar meydana getirir, canlının fenotipinde (dış görünüşünde) etkisi görülmeyen çekinik karakterleri, dominant hâle getirir veya epigenetik faktörleri devreye sokar.
Yani adaptasyon neticesinde canlının kazandığı yeni özellikler, aslında onun genotipinde mevcut olan potansiyelin açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Adaptasyonun kendine özel sınırları vardır. Bu sınırları da onun genetik bilgisi belirler. Dolayısıyla adaptasyondan yola çıkarak bir türün başka bir türe dönüşeceğini savunmanın hiçbir tutarlı ve bilimsel açıklaması yoktur.
Gözlemlenen gerçeklik de bize bu iddianın tam aksini söylemektedir. Mesela günümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insan topluluklarının her birinin yüz şekillerinin, kafataslarının, boylarının, renklerinin vs. birbirinden oldukça farklı olduğu görülür. Çevresel koşullar onlar üzerinde etkili olmuştur. Fakat onların hiçbirisini insan olmaktan çıkararak başka bir türe dönüştürmemiştir. Görünen o ki, evrimciler de evrimi reddedenler de canlı bünyelerde meydana gelen değişim gerçeğini kabul ederler. Bütün ihtilaf, bunun sınırlarını tespitte ortaya çıkar.
Son olarak evrimi ispatlamak için bu konuda sıkça verilen misallerden biri olan güveler (kelebekler) üzerinde duralım. Kettlewell’in güveler üzerinde yaptığı deney, her tartışmada evrimin kesin deliliymiş gibi öne sürülür ve neredeyse bütün biyoloji kitaplarında buna yer verilir.
Kettlewell, İngiltere’de sanayinin kirlettiği bölgelerde koyu renkli güvelerin açık renkli olanlara nazaran daha fazla ürediğini tespit eder. Bunun sebebi ise açık renklilerin, kendilerini yiyen kuşlara daha kolay boy hedefi olmalarıdır. Koyu renklilerin, değişen çevre koşulları nedeniyle fark edilmesi kolay olmadığı için hayatta kalma ve üreme şansları da daha fazla olur. Dolayısıyla zamanla kelebek popülasyonunun renkleri koyulaşır.
Söz konusu deney doğru olabilir ve güvelerin renklerinde yaşanan bu değişim bir çeşit “evrim” olarak da isimlendirilebilir. Zaten kimsenin buna itirazı olmayacaktır. Fakat buradan yola çıkarak türlerin kökeni üzerine tahminde bulunulduğu veya bir türün başka bir türe dönüşebileceği iddia edildiği anda ihtilaf başlayacaktır. Çünkü söz konusu olay, en fazla türün kendi varlığını devam ettirmek için çevreye uyum sağlayabilme kabiliyetine sahip olduğuna delil olur. Unutmamak gerekir ki endüstri devriminden önce de hem beyaz hem siyah güveler zaten vardı. Adaptasyon neticesinde bunlardan birinin baskın duruma gelmesiyle güve popülasyonunun ortak gen havuzunda bulunan genetik bilgide bir değişme olmamıştır.
Kaldı ki moleküler biyoloji uzmanı Jonathan Wells, Icons of Evolution isimli eserinde, bu kelebek hikâyesinin gerçekleri yansıtmadığını, tam bir bilimsel skandal niteliğine sahip olduğunu uzun uzun anlatmıştır. Fakat biz bunun üzerinde durmayacağız.[5]
4. İZOLASYON (GENETİK SÜRÜKLENME, COĞRAFİ YALITIM)
Mevcut türlerden yeni tür canlıların oluşmasının diğer bir mekanizması olarak izolasyon gösterilir. Farklı izolasyon türlerinden bahsedilse de bunların en bilineni coğrafi izolasyondur. Bu, kısaca şöyle gerçekleşir. Herhangi bir türe ait popülasyondan ayrılan küçük bir grup, kendi aralarında çiftleşmeye ve üremeye başlar. Bunlar her ne kadar belirli bir türün üyeleri olsalar da geldikleri türün sadece bir bölümünü temsil ederler. Mensup oldukları popülasyonun gen havuzundaki bütün özellikleri taşımazlar. Yani genetik çeşitliliğin azalmasıyla birlikte genetik kombinasyonlar da sınırlanmış olur.
Büyük havuzdan ayrılan bu grupta hangi özellikler hâkim ve baskınsa, bunlar tekrar etmeye, buna karşılık bazı özellikler de daha az görülmeye ve zamanla kaybolmaya başlar. Nesilden nesile hep aynı özelliklerin tekrarlanmasıyla birlikte, bir süre sonra tür içinde yeni varyasyonlar (ırklar, alt türler) oluşur.
Evrimciler buradan yola çıkarak, bu tür küçük ölçekli mikro değişimlerin, uzun zaman dilimleri boyunca tekrar etmesi sonucunda büyük ölçekli makro değişimleri ortaya çıkarabileceğini, yani yeni hayvan türlerinin oluşabileceğini iddia ederler. Hatta onlara göre coğrafi izolasyon, türleşmeye sebep olan en güçlü bariyerlerden biridir.[6]
Ne var ki onların bu iddiası da hiçbir gözlem ve deneyle ispatlanmış değildir. Görünen gerçekliğin abartılı bir yorumundan ibarettir.
Görüldüğü gibi burada da meydana gelen değişiklikler yine türün temsil ettiği ortak gen havuzunun taşıdığı kapasiteyle sınırlıdır. Zira tabiatta genetik bilgiye eklemede bulunacak bir mekanizma mevcut değildir. Bu sebeple genetik sürüklenme neticesinde oluşan yeni varyantlar, yine mensup olduğu türün temel özelliklerini korurlar. Koyunsa koyun olarak, köpekse köpek olarak, kuşsa kuş olarak kalırlar. Yeni organlar veya yeni vücut yapıları meydana gelmez. Çünkü bunun için yeni genetik kod dizilerine ihtiyaç vardır ki bu da izolasyonun ortaya çıkarabileceği bir şey değildir.
İzolasyon sonucu meydana gelen olay ise sadece gen frekanslarının değişmesi, var olan genlerin yeniden karılıp düzenlenmesidir; yeni genlerin oluşması değil. Bırakalım yeni genetik bilginin ortaya çıkmasını, aslında genetik sürüklenme, ortak gen havuzunda mevcut bulunan genetik bilgide kayba sebep olan bir olaydır. Buradan yola çıkarak canlılar âlemindeki çeşitliliği izah etmeye çalışmak, gerçeklik dünyasında karşılığı bulunmayan ancak zihnî bir senaryo olabilir.
5. MUTASYONLAR (DNA’DAKİ KOPYALAMA HATALARI)
Şimdiye kadar ele aldığımız evrim mekanizmaları içerisinde yeni gen dizilimlerinin, yani yeni genetik bilgilerin ortaya çıkmasını sağlayan tek mekanizma mutasyonlardır. Darwin, mutasyon üzerinde durmamıştır. Çünkü Darwin zamanında bu bilinmiyordu. 1900’lü yılların başından itibaren mutasyonların varlığı ve oluşumu hakkında bilgi sahibi olunmuştur. Mutasyonların evrim teorisine eklenmesi ve evrimsel süreçlerin açıklanmasında önemli bir rol üstlenmesiyle birlikte Neo-Darwinizm dönemi başlamıştır.
Darwinistler, mutasyonlar yoluyla genetik çeşitlilik oluşacağını, doğal seleksiyonla da bunların uygun olanlarının seçilip eleneceğini, yavaş yavaş biriken ve elenen mutasyonların uzun zaman içerisinde yeni türleri ortaya çıkaracağını iddia ederler. Özellikle doğal seleksiyon, adaptasyon ve genetik sürüklenme gibi mekanizmaların büyük evrimsel süreçler üretebileceğinden ümidini kesen bilim adamları, bütün ümitlerini mutasyonlara bağlamış ve bu konuya aşırı vurguda bulunmuşlardır.
Ne var ki hiçbir akıl, şuur, plan ve hedeften söz edemeyeceğimiz, DNA’nın bölünmesi esnasında tamamıyla rastgele gerçekleşen ve büyük çoğunluğu itibarıyla zararlı ve öldürücü olan mutasyonları, evrim için elverişli bir mekanizma kabul etme de evrimcilerin zorlama tevil ve yorumlarından bir diğeridir.
Evrimi savunan bilim adamlarının, mutasyonlarla evrim arasındaki ilişkiyi gösterme adına sürekli gündeme getirdikleri örnek, bakterilerdir. Bütün evrim kitaplarında bakterilerin zamanla antibiyotiklere karşı dirençli hâle gelmeleri, evrimin en büyük delillerinden (!) biri olarak takdim edilir. Özellikle Richard Lenski ve arkadaşlarının uzun yıllar boyunca E. coli bakterisi üzerinde yaptıkları deney çok meşhurdur. Deney için bakterilerin seçilmesinin en önemli sebebi, çok hızlı bölünmeleridir (20 dk). “Lenski deneyi” yazılarak basit bir Google aramasıyla deneyin bütün detaylarına ulaşılabilir.
Güya bu deney vesilesiyle bilim insanları evrimi laboratuvar ortamında kendi gözleriyle görme şansını elde etmişlerdi. Çünkü 1988 yılında başlayan deneyde kullanılan bakteriler, 2014 yılına gelindiğinde 60 bininci neslini vermiş ve evrimleşmişlerdi! Çünkü üreme hızları, hücre hacimleri, glikozu ve sitrat moleküllerini sindirebilme özellikleri değişmişti.
Bazı bilim adamları her ne kadar bakteri hücresinde meydana gelen bu değişiklikleri, “evrim” olarak isimlendirse de en nihayetinde elimizdeki bakteri, yine bakteridir. Değil başka bir canlıya, farklı yeni bir bakteri türüne dahi dönüşmemiştir. Bakteriyolog Alan H. Linton da bakteriyoloji biliminde 150 yıldır devam etmekte olan çalışmalarda, bir bakterinin başka bir bakteri türüne dönüştüğünü gösteren hiçbir delil bulunamadığını açıkça ifade etmiştir.
Dolayısıyla bu tür deneylerden yola çıkarak, mutasyonları, var olan bütün canlı türlerinin oluşum mekanizması olarak sunmanın, yani rastgele oluşan mutasyonlar neticesinde balığın amfibi’ye, amfibi’nin sürüngene, sürüngenin kuşa dönüşeceğini iddia etmenin hiçbir makul ve bilimsel yönü olamaz.
Öte yandan tek hücreli bir canlıda meydana gelen ve sadece etkisi tek bir hücreyle sınırlı kalan bir değişimden yola çıkarak, çok daha kompleks yapılara sahip olan çok hücreli hayvanlarda meydana gelen mutasyonların organizmada köklü ve büyük çaplı değişiklikler yapacağını, yeni organları ve anatomik yapıları ortaya çıkaracağını, solunum ve dolaşım sistemlerini değiştireceğini ileri sürmek varsayımdan öte geçmez.
İster genlerdeki kopyalama hatalarından kaynaklanan nokta mutasyonlar olsun, isterse DNA parçasının bütününü içine alan kromozom mutasyonu olsun, genetik yapıda meydana gelen bu tür değişimlerin birikerek uzun zaman dilimi içerisinde mükemmel işleyen kompleks yapıları ortaya çıkaracağını beklemenin, bilimsel bir dayanağı yoktur. Bir kitapta yer alan bazı harflerin veya kelimelerin rastgele değişmesiyle mantıklı ve planlı yazılmış yeni bir kitap ortaya çıkması beklenemez.
Şimdiye kadar mutasyon neticesinde milyonlarca kez bozuk, kusurlu ve hastalıklı organ ve yapılar görülmüş olsa da bunun aksi müşahede edilmemiştir. Çünkü müthiş bir denge ve düzenin hâkim olduğu bir sistemde meydana gelen gelişigüzel müdahaleler, onu daha mükemmel bir yapı hâline getirmez; bilakis dengesizlik ve bozukluklar ortaya çıkarır. Nitekim X-ışınlarıyla mutasyon hızı 15 bin kez artırılarak uzun yıllar boyunca Drosophila melanogaster ismi verilen meyve sineği üzerinde yapılan deneyler de başarısızlıkla sonuçlanmış, başka tür bir sinek elde edilemediği gibi var olanlarda da anormallikler ve sakatlıklar oluşmuştur.
Bu durumu genetikçi Gordon Taylor şöyle ifade eder: “Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi ispatlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Fakat hâlâ bir türün hatta tek bir enzimin dahi ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.”[7]
Biyokimyacı Michael Pitman’ın şu ifadeleri de aynı başarısızlığa dikkat çeker: “Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktı. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim ortaya çıktı mı? Maalesef hayır. Genetikçilerin ürettikleri canavarlardan sadece çok azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler ya sakat kaldılar ya da kısır oldular.”[8]
Bu itibarladır ki ne gerçek dünyada ne de laboratuvar ortamında gözlenemeyen imkânsız ihtimallere bel bağlamak, bilimsellik olarak isimlendirilemez.
Sürekli mikro evrimden misaller vererek, “Bu oluyorsa daha büyüğü de olur.” mantığıyla makro evrimi (türleşmeyi) de mümkün görmek, kıyas-ı fasittir, önyargılı bir çıkarımdır. Çünkü değişimin sınırları vardır, canlı organizmalar ancak kendi sınırları içinde değişebilirler. Genetik bilgide gerçekleşen rastgele değişimlerin ve doğal seleksiyonla bunların seçiminin, uzun süreler içinde çevremizde gördüğümüz canlıların mükemmel yapılarını ortaya çıkarmasını hayal etmek dahi kolay değildir.
Evrimcilerin iddia ettiği üzere sudan çıkan bir deniz canlısının karada yaşayabilmesi veya denize giren bir kara memelisinin suda yaşamaya adapte olabilmesi için genetik, anatomik ve fizyolojik yapılarında milyonlarca mutasyonun sıralı, kontrollü, dengeli ve planlı bir şekilde meydana gelerek yepyeni dokular, organlar ve sistemler meydana getirmesi gerekir ki ihtimal hesapları içerisinde böyle bir olayın gerçekleşmesi imkânsızdır.
Prof. Dr. İrfan Yılmaz bu imkânsızlığı şu benzetmeyle anlatmıştır: “1930 model çok basit bir otomobil, makineli tüfekle kurşun yağmuruna tutulduğunda, mermilerin otomobilde yapacağı tesirle, basit otomobilin 2007 model bir Mercedes’e dönüşmesi ne kadar mümkünse, bir hayvanın da maruz kalacağı yıkıcı mutasyonlarla, düzenli çalışan yeni bir sisteme, nesil veren başka bir hayvana dönüşmesi o kadar mümkündür”[9]
O hâlde mutasyonların canlı organizmalarda bir kısım değişikliklere sebebiyet vereceğini kabul etsek de, bunların zamanla birikerek evrimi gerçekleştirmesi ve yeni türler meydana getirmesi mümkün değildir. Mutasyonlar ne yüzgeçleri ayağa, ne solungaçları akciğere, ne dinozorları kuşa, ne de primatları insana dönüştürebilir. Bırakalım bu tür köklü ve büyük çaptaki değişimleri, şimdiye kadar mutasyonlar yoluyla fonksiyonları bozulmadan bir türe ait üyelerin, küçük bir organlarının bile başka bir organa dönüştüğü gözlenmemiştir.
Özellikle bazı canlılara has olan muhteşem sistemleri ve özel yapıları ne mutasyonlarla ne de natürel seleksiyonla açıklamanın imkân ve ihtimali yoktur. Bombardıman böceğinin düşmanlarına karşı yakıcı sıvı fışkırttığı, ateş böceğinin ışık ürettiği, yarasaların radar olarak kullandığı, ipekböceğinin ipek salgıladığı, leylek ve yılanbalığı gibi hayvanların uzun göçler yapabildiği, örümceğin ağ ördüğü, arının bal yaptığı, sülüğün pıhtılaştırmadan kan emdiği, kuşların çok iyi tasarlanmış yuvalar yaptığı akıl almaz sistemlerin, gelişigüzel meydana gelen mutasyonlarla yavaş yavaş, kademe kademe ortaya çıkmasını beklemenin hiçbir makuliyeti yoktur.
Darwinistlerin, bu tip hayvan davranışlarını evrimle izah noktasında tam bir acziyet yaşadıklarını ifade etmek gerekir. İnce bir sanatın, müthiş bir şuurun, detaylı bir planlamanın bulunduğu aşikâr olan bu tür hayvan davranışlarını izah etme adına “içgüdü” diye bir isim vermek hiçbir şeyi halletmez. Önemli olan, bunun nasıl ve niçin meydana geldiğini açıklayabilmektir. Bu da evrimci mantığın üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Aslında problemin çözümü oldukça basittir; arıya vahyettiğini bildiren Yüce Allah (Nahl sûresi, 68), bütün hayvanlara da hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğini ilham etmiş, onlar da sevk-i ilâhî ile kendileri, yavruları ve türleri açısından en elverişli davranış kalıplarını ustaca yerine getirmektedirler.
6. ANİ SIÇRAMALAR
Evrimi ispat etme adına savundukları mekanizma ve kanıtların ikna edici olmadığının farkına varan evrimciler hemen yeni kuramlarını ve argümanlarını devreye sokuyorlar. Tabiatta görülen baş döndürücü canlı çeşitliliğinin ve mükemmel biyolojik mekanizmaların tesadüfi mutasyonların bir araya gelmesiyle açıklanamayacağının farkına varan ve ara tür fosillerinin yokluğunu gören Niles Eldredge, Stephen Jay Gould, Otto Schindewolf ve Richard Goldschmidt gibi meşhur Neo-Darwinciler (aralarında görüş farkları olsa da) “sıçramalı evrim” kuramını ortaya atmışlardır.
Bu kurama göre bir kattan diğerine çıkmak için tek tek merdivenler tırmanılmayacak, bunun yerine asansör vasıtasıyla hızlıca çıkılacaktır. Onlar, Darwin tarafından ortaya atılan “yavaş ve tedrici değişmeyle evrimleşme” hipotezinin gerçekleşmesinin zorluğu karşısında, yeni bir hipotez geliştirmiş ve mesela sürüngen yumurtasından kuş çıkması gibi, canlıların geçirecekleri büyük mutasyonlarla bir anda üst türe sıçrayıvereceğini iddia etmişlerdir.
Ne var ki onların bu görüşüne en büyük itirazlar ve en sert eleştiriler yine Darwinistlerden gelmiştir. Bir kitabında Richard Dawkins onları şu sözlerle eleştirir: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”[10]
Onlara yöneltilen sert eleştirilerin sebebi, bir problemi çözme adına ortaya attıkları kuramın, çözdüğü düşünülen problemden çok daha büyük problemler ortaya çıkarmasıdır. Genetik bilimiyle uğraşan bilim adamları, böyle ani değişimlerin imkânsız olduğunu ifade etmişlerdir. Aslında onların savundukları şey, tam olarak bir mucizenin gerçekleşmesidir ki bu da evrimcilerin ortaya attıkları iddiaları ispatlamada nasıl bir acziyet içerisine düştüklerinin, nasıl çıkmaz bir sokağa girdiklerinin farklı bir yansımasıdır.
Bunların yanında “Bencil Gen Kuramı”, “Kısıl Kraliçe Kuramı” gibi daha başka teorilerden de bahsedilir. Fakat evrimciler arasında yeterince meşhur olmayan ve kabul edilmeyen bu gibi kuramlar da önceki zikredilenlerden daha ikna edici değildir. Görünen o ki evrimcilere göre kuramlar, mekanizmalar, ispat vasıtaları değişse de değişmeyen ve değişmemesi gereken bir gerçek vardır: Canlıların evrimleşerek meydana geldikleri gerçeği.
Dipnotlar
Charles Darwin’in evrim teorisini ispatlama adına en fazla üzerinde durduğu delil, canlılar arasındaki benzerliklerdir. O gün için henüz DNA yapısı bilinmediği ve genetik bilimi ortaya çıkmadığı için, Darwin daha ziyade anatomik ve morfolojik benzerlikler üzerinde durmuştur. Ona göre çeşitli türler arasında görülen sayısız benzerlikler ayrı ayrı kazanılmış olamayacağına göre, bunların varlığı ortak atanın birliğine delalet eder.[1] Genetik bilimindeki ilerlemelerden sonra ise evrim teorisinin delili olarak canlılar arasındaki genetik yakınlıklar da kullanılmaya başlanmıştır.
Evrim teorisini ispatladığı iddia edilen diğer bir delil ise fosillerdir. Aslında fosillerin delil olarak kullanılmasının sebebi de onların yaşayan canlılarla olan benzerlikleridir. Yani fosillerdeki homolojiden yola çıkılarak bir kısım tahminler yapabilmektir. Darwin döneminden itibaren fosillerin varlığı bilinse de o gün için günümüzde elde edilen fosillerin henüz çok az bir kısmı sınıflandırılmıştı. Bu sebeple Darwin, fosiller üzerinde çok fazla durmamıştır. Fakat sonraki dönemlerde yeni bulunan fosiller sürekli evrimin ispatı adına öne sürülmüş ve canlılar arasındaki ara formların bulunduğu iddia edilmiştir.
Bunların dışında varlıktaki eksik ve kusurlar, insan ve hayvanlarda bulunduğu iddia edilen körelmiş organlar, embriyolardaki benzerlikler, DNA’nın içinde bulunduğu öne sürülen “hurda genler” de Darwinistlere göre evrimin varlığının kanıtları arasındadır. Sırayla bunları ele alarak evrime delil olup olamayacaklarını değerlendireceğiz.
1: CANLILAR ARASI BENZERLİKLER (HOMOLOJİ)
Darwin’in ilk dikkatini çeken şey, canlılar dünyasındaki baş döndürücü çeşitlilik ile farklı canlı formları arasındaki benzerliklerdir. Daha sonraki evrimciler de teorilerini ispatlama ve kanıtların sayısını artırma adına sürekli canlılar arasında daha çok benzerlik bulmaya çalışmışlardır. Çünkü onların anlayışına göre, yeryüzündeki canlılar arasındaki benzerliklerin tek mantıklı açıklaması, bunların aynı kökten gelmeleri ve birbirinden türemiş akrabalar olmalarıdır. İki tür arasındaki benzerlik derecesi ne kadar artarsa, bunların ortak ataya yakınlıkları da o kadar fazla olur. Çünkü bu benzerliklerin kaynağı, ortak atadan veraset yoluyla kendilerine aktarılan benzer genlerdir.
Mesela Rechard Dawkins şu ifadeleriyle insan ve yarasa iskeleti arasındaki benzerliği evrime bağlar: “Yarasa iskeletine bir bakın. Sizce de buradaki her kemiğin, insan iskeletinde tanımlanabilir bir karşılığının olması çok etkileyici değil mi? Tanımlanabilirdir, çünkü kemiklerin birbirine bağlanışları belli bir sıradadır. Sadece oranları farklıdır. Yarasanın elleri oldukça büyüktür ama kimse bizim parmaklarımızla, kanatlardaki o uzun kemiklerin arasındaki benzerliği fark etmekte sorun yaşamayacaktır.
İnsan eli ve yarasa kanadı açıkça aynı şeyin iki farklı versiyonudur. Bu tip bir benzerlik için kullanılan teknik terim ‘kökendeşlik (homoloji)’ dir. Paylaşılan ortak atanın elleri (ve iskeletin geri kalanı) alınmış, farklı nesiller boyunca, kısım kısım, farklı yönlerde ve miktarlarda çekilerek ya da sıkıştırılarak aktarılmıştır.”[2]
İnsanla maymunun aynı ortak atadan geldikleri yönündeki iddianın kaynağı da bu iki tür arasındaki benzerliklerdir. Maymunların diğer canlılara nazaran daha akıllı olmaları, dış görünüşlerinin ve kemik yapılarının insana yakın olması, insan DNA’sı ile benzerliklerinin çok yüksek olması (yüzde 96 ile yüzde 98 arası), birbirine yakın kromozomlara sahip olmaları, benzer protein ve hemoglobin yapılarının bulunması, her iki türün de bünyelerinde C vitamini üretemiyor olmaları, bu iki türün birbirine en yakın kuzenler olduğu noktasında evrimcilere teorilerini ispat için yeterli gelmektedir.
Bununla birlikte, benzerlikten yola çıkılarak yapılan bu izahlar basit bir mantıkla dahi ele alınsa, bunların, zan ve tahminden öteye geçemeyeceği ve bir ispat vasıtası olarak kullanılamayacağı anlaşılacaktır. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bakıldığında bütün binaların çimento, kum, demir, tuğla gibi neredeyse aynı maddelerden yapıldığı ve kapısı, penceresi, duvarları ve çatısıyla aralarında büyük benzerliklerin bulunduğu görülür.
Buradan yola çıkarak bunların birbirinden geldiği söylenebilir mi? Veya otomobilleri düşünelim. Neredeyse bütün otomobillerin yapımında benzer malzemeler kullanılır ve onlarda benzer yapı ve sistemler bulunur. Hatta görünüşleri de birbirine oldukça benzerdir. Fakat buradan yola çıkarak aklı başında hiç kimse otomobillerin birbirinden türediği şeklinde bir netice çıkarmaz. Bilakis binaların da evlerin de birbirine benzemesini, onları tasarlayan kimselerle açıklarız.
Evet, canlılar arasındaki benzerlikler gün gibi ortadadır. Kimsenin bunu inkâr etmesi mümkün değildir. Bütün canlılar neredeyse aynı atom ve moleküllerden, benzer protein ve hücrelerden, et ve kemikten oluşur. Aralarında önemli farklar olsa da canlıların çoğunda göz, kulak, burun gibi uzuvlar, solunum, dolaşım ve sindirim gibi sistemler mevcuttur.
Pek çok hayvanın iskelet ve kas yapıları, gebelik ve emzirme süreleri, doku ve organ şekilleri arasında da önemli benzerlikler vardır. Canlılar âleminden yavaş yavaş filumlara, sınıflara, takımlara, familyalara, cins ve türlere indiğimizde aradaki benzerlikler önemli oranda artmaya başlar. Zaten canlıların bu tür sınıflara ayrılmasının sebebi de yapı benzerlikleridir.
Peki, benzer yapılara sahip olan türlerin aynı ortak atadan geldiklerini nasıl biliyoruz? Tek başına benzerliklerin kendisi evrimin kesin kanıtı olabilir mi? Ya da şöyle soralım: Biz benzerliklerden yola çıkarak mı evrimi ispatlıyoruz; yoksa evrimi kabul ettiğimiz için mi kendimizce bir kısım homolojiler belirliyoruz? Burada da hem gizli bir totoloji göze çarpıyor, hem de iki bilinmeyeni birbiriyle açıklamaya çalışma şeklinde bir kısır döngü meydana geliyor.
Bu durum birçok felsefecinin ve biyoloğun dikkatinden kaçmamış ve eleştiriye yol açmıştır. Mesela filozof Ronald Brady evrimle ilgili şöyle der:
“Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inancı ifade etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.”[3]
Canlılar arasındaki yapı benzerliklerini izah etmenin gerçekten evrimden başka yolu yok mudur? Gerçekten bütün yollar evrime mi çıkar? Elbette böyle değildir. Canlılar arasındaki yapı benzerliklerini her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir yüce Kudret’in yaratmasıyla izah etmenin ne mahzuru var? Nitekim Allah’a inanan çok sayıda bilim adamı, bu benzerliklerin sebebini Yaratıcı birliğiyle açıklar. Yüce Yaratıcı bütün canlıları aynı hammaddeden, aynı kanunlarla, aynı ilâhî plâna göre yaratmıştır.[4]
Buna, bütün canlıların aynı yeryüzünde yaşamasını, aynı besin kaynaklarını kullanmasını, aynı havayı teneffüs etmesini de ekleyebiliriz. Hatta canlıların, hayatta kalmak, çoğalmak, enerji kullanmak ve hareket etmek gibi ortak vasıfları da vardır.
Biyolog Tim M. Berra, şu ifadeleriyle benzerlikten yola çıkarak evrimi savunmanın mantıksızlığına dikkat çeker: “Eğer 1953 model ve 54 model iki Corvette’i yan yana koyarsanız, sonra 54 ve 55 model ikisini yan yana koyarsanız ve bu şekilde devam ederseniz göreceksiniz ki ortada tartışılmaz bir değişerek türeme mevcuttur.”
Phillip Johnson, onun bu yaklaşımını şöyle değerlendirir: “Gelmek istediğim nokta şu; Berra aslında farkında olmadan bir şeyi anlatıyordu, benzer formların birbirini takip etmesinin izahı, onların kendisinde aranmaz. Bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Sözgelimi Corvettelerde bu mekanizma insanın üretimidir.”[5]
Peki, o hâlde canlılardaki benzerliğin mekanizması nedir? Genler mi? Benzer süreçlerden geçerek dünyaya gelmeleri mi? Kök birlikteliği mi? Asıl açıklanması gereken sorun budur. Çünkü benzerliğin bizatihi kendisi bizi kesin bir neticeye götürmez. Evrimcilerin de henüz bu mekanizma sorununu çözdükleri söylenemez. Fakat inançlı bir insan açısından sorunun çözümü bellidir:
Varlıklardaki belli noktalardaki benzerliğin yanında her birinin kendine özel özelliklere sahip olması, bütün bunları bilen ve yaratan bir Yaratıcı’yı gösterir. Bütün türleri var eden Yüce Yaratıcı hepsinin üzerine Kendi mührünü vurmuştur. Tek bir Yaratıcıya vermeden canlılar arasındaki benzerlikleri de, benzerlik içindeki farklılıkları da izah etmek mümkün değildir.
Elbette Allah, her canlı türüne, hatta bir türdeki bütün üyelere ayrı ayrı şekiller, muhtelif yapılar verebilirdi. Fakat bu takdirde ne besin zinciri, ne canlılar arasında yardımlaşma ve dayanışma, ne de yakınlaşma ve kaynaşma meydana gelmezdi. Böyle bir dünyada yaşamak hiç de kolay olmazdı. Yüce Allah, bunun gibi pek çok hikmete binaen canlılar arasında önemli benzerlikler var etmiştir.
Diğer taraftan, evrim teorisi ele alınırken sadece benzerliklerden hareket edilip farklılıkların yeterince ele alınmadığını da belirtmek gerekir. Oysaki değil bütünüyle ayrı yapı ve organların, zahiren birbirine benzediği düşünülenler dahi detaylı bir incelemeye tâbi tutulduğunda, aralarında nasıl önemli farklar olduğu ortaya çıkmaktadır.
En basitinden, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın hiç birinin yüzü ve parmak izi diğeriyle aynı değildir. Ayrıca şekil benzerlikleri bulunan çoğu organın da, tamamıyla birbirinden farklı vazife ve fonksiyonlar gördüğü unutulmamalıdır.
Sözün özü, peşinen evrim teorisinin doğruluğu kabul edilmediği sürece, biyolojik varlıklar arasındaki benzerliklerden yola çıkarak onların birbirinden evrimleştikleri şeklinde bir neticeye ulaşmak, ilmî ve mantıkî bir temele dayandırılamaz.
2: GENETİK YAKINLIK (MOLEKÜLER BENZERLİKLER)
Evrimcilerin iddiasına göre moleküler biyolojideki gelişmelerle birlikte canlıların ortak özelliklere sahip olduğu daha net görülmüş; daha doğrusu anatomik ve fizyolojik benzerliklerin genetik ve moleküler düzeyde de söz konusu olduğu saptanmıştır. Evrimci biyologlara göre, protein yapılarındaki, DNA’daki nükleotid bazların diziliminden oluşan genetik koddaki veya kromozom sayılarındaki benzerlikler ancak ortak atadan gelen genlerle açıklanabilir.
Mesela Amerikan Ulusal Bilimler Akademisinin yaptığı çalışmada şu bilgilere yer verilir: “Ortak atadan türeyiş temel ilkesi, çağdaş biyokimyada ve moleküler biyolojide yaşanan buluşlarla daha da sağlamlaşmaktadır. Nükleotid dizilerini aminoasit dizilerine çeviren şifre tüm canlılarda temelde aynıdır. Dahası, tüm canlıların proteinleri değişmeksizin aynı aminoasitten oluşurlar. Bu kompozisyon ve işlev birliği en farklı organizmaların bile aynı tek atadan türediğine güçlü bir kanıt oluşturur.”[6]
Richard Dawkins de kendinden gayet emin bir şekilde şöyle der: “Bugün biz bu gezegendeki tüm canlıların tek bir atadan türediklerinden oldukça eminiz. Bunun kanıtı, genetik kodun hayvan, bitki, mantar, bakteri, arke ve virüsler için ortak ve özdeş olmasıdır… Sanırım genetik kodları incelenmiş tüm canlıların tek bir ortak atadan türemiş oldukları kesindir. Çeşitli yaşam biçimlerinin altında yatan üst seviye programlar ne kadar ayrıntılı ve farklı olurlarsa olsunlar özünde hepsi aynı makine diliyle yazılmıştır.”[7]
Ne var ki genetikçi Steve Jones, The Language of the Genes isimli eserinde insan ve maymun genlerindeki büyük benzerliğe rağmen, bu iki türün birbiri arasındaki muazzam farklara dikkat çeker. Maymun genlerinin %98,4 insanla benzer olmasının, ne onu yüzde 98,4 oranında insan yaptığı ne de insanı bu oranda maymun yaptığı üzerinde durur. Beyinleri, davranışları, konuşma becerisi sayesinde insanların diğer hayvanlardan ayrıldığını, insan beyninin tipik bir maymuna oranla beş kat daha büyük olduğunu ifade eder.
Demek ki yüzdelik üzerinden ifade edildiğinde gen sayılarında küçük gibi görünen fark, fenotipte (gözlemlenebilen özelliklerde) büyük farklara yol açabiliyor. Çünkü insan vücudundaki gen sayılarını düşündüğümüzde, yüzde ikilik fark bile milyonlarca genetik bilginin farklı olması anlamına geliyor.
Sıradan bir insan dahi maymun ve insan genleri arasındaki büyük benzerliğe rağmen bu iki tür arasındaki muazzam farkları görebilir. Demek ki canlı organizmaların biyolojik yapıları sadece genlerle açıklanamaz. Biyologlar da, organizmada gerçekleşen bütün faaliyetleri genlerle izah etmenin sağlıklı bir yöntem olmadığı üzerinde dururlar.
Nitekim City University of New York’ta görev yapan Barry Commoner “Unravelling the DNA Myth” isimli makalesinde detaylı bir şekilde hayat için DNA’dan daha fazla şeyler gerektiğine ve insan olmak için genlerin sağladığı cevaptan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğuna, vücutta gerçekleşen biyolojik faaliyetlerde proteinlerin önemli rol aldığına dikkat çekmiştir.[8]
Bir önceki başlıkta da izah edildiği üzere bütün canlılarda DNA sarmalının dört çeşit nükleotid bazdan oluşması veya bütün proteinlerin 22 adet aminoasitin farklı kombinasyonlar kurmasıyla meydana gelmesi, evrensel ortak ataya delalet etmek zorunda değildir. Genetik bilgideki veya kromozom sayılarındaki yakınlıktan yola çıkarak ortak atalar bulma çabası da şartlanmışlığın evrimcileri mecbur bıraktığı bir neticedir.
Bir kütüphaneye giren kimse, binlerce, belki milyonlarca kitapla karşılaşır. Bunların her birinin konusu, manası ve mahiyeti farklı olsa da nihayetinde hepsi 29 harfle yazılmıştır; yani aynı malzemeden üretilmiştir. Hatta harflerin de ötesinde bu kitaplarda binlerce ortak kelime vardır. Kelimelerin de ötesinde benzer ifade kalıplarına veya cümlelere rastlamak da mümkündür. Bütün bunları görmemize ve bilmemize rağmen kalkıp da bu kitapların kendi kendine tek bir kaynaktan türediğini iddia etmeyiz.
Bilakis her bir kitabın akıl ve şuur sahibi bir müellif tarafından yazıldığını düşünürüz. Morfolojik ve anatomik benzerliklerde olduğu gibi moleküler seviyedeki benzerlikler de bize ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının birliğini gösterir. Zira O, aynı harfleri kullanarak birbirinden farklı milyonlarca farklı tür, milyarlarca farklı canlı organizma yaratmıştır.
3: FOSİLLER
Evrim düşüncesinin insanlık tarihinde belli ölçüde kendine yer bulmasının ve çokları tarafından benimsenmesinin başlıca sebebi fosillerdir. Onlar, diğer kanıtlara nazaran daha ikna edici gözükürler. Çünkü insanlar, duyduğuna değil, gördüğüne daha çok inanırlar. Evrimciler de fosillerin bu gücünün farkında olduğu için, evrimi ispatlama adına her kitaba çarşaf çarşaf onların resimlerini koyar, belgesellerde, programlarda sürekli onları gösterirler.
Gerçekten günümüzde bulunmuş milyonlarca fosil evrimin gerçekliğini ispat edebilir mi? Ara türlerin mevcut olmaması, fosillerin tamamıyla sübjektif yorumlarla evrim ağacına yerleştirilmesi, peşin hükümle hazırlanmış kurgusal bir senaryoya göre dizilmesi, hile ve sahtekârlıklara konu olması, evrimden ziyade biyolojik formların kararlılığını göstermesi gibi olgulara bakılırsa bunun hiç de kolay olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Fosillerle ilgili evrimciler açısından en büyük açmaz, ara geçiş türlerinin bulunamamasıdır. Şayet yeryüzündeki bütün canlı varlıklar tek bir ortak atadan türemiş olsaydı, milyonlarca yıl içerisinde şu anki yapılarını kazanıncaya kadar her iki türe ait özelliklere de sahip olan sayısız ara formların bulunması gerekirdi.
Günümüzde varlığı tahmin edilen canlı türlerinin on milyonun üzerinde olduğu ve daha önce yaşamış türlerin %90’ından fazlasının da nesli tükendiği göz önünde bulundurulursa, yerküremizin nasıl muazzam bir canlı çeşitliliğine misafirlik ettiği daha iyi anlaşılır. Şayet türler uzun zaman içerisinde yavaş yavaş bir başka türün evrimleşmesiyle meydana gelmiş olsaydı, tek bir türün bile şu anki yapısını elde edinceye kadar binlerce ara form geçirmiş olması gerekirdi.
Darwin’in şu sözlerine bakılacak olursa onun da bu durumun kendi teorisi açısından ciddi problem teşkil ettiğinin farkında olduğu görülür: “Eskiden var olmuş ara çeşitlerin sayısı gerçekten muazzam olmalı. Öyleyse bütün yer bilimsel oluşumlar ve bütün tabakalar geçişsel biçimlerle neden tıka basa dolu değildir? Yer bilim, organik yaratıkların böylesine kopuksuz bir zincirini asla gün ışığına çıkarmamıştır ve bu, belki de doğal seçme teorisine karşı çıkarılabilecek en açık ve en zorlu aykırılıktır.”[9]
Böyle bir problemle karşı karşıya gelen bazı evrimciler, fosilleşmenin çok zor şartlarda gerçekleştiği, bu yüzden de çoğu canlı türünün arkasında herhangi bir iz bırakmadan yok olup gittiği şeklinde cevap verir. Darwin de ara türlerin olmamasını yer bilimsel belgelerin aşırı eksikliğine bağlar.[10]
Ne var ki bugüne kadar bulunan fosillerin sayısı yüz milyonlarla ifade edilmektedir. Şayet mevcut türler evrimleşerek şu anki yapılarını kazanmış olsaydı, bu fosillerin önemli bir kısmının geçiş formu olması gerekirdi. Hâlbuki yapılan kazılarda, yaşayan veya nesli tükenen hayvanların fosilleri bulunmakta, bu durum da her geçen gün evrimcileri yeni arayışlara sevk etmektedir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi bazı Darwincileri, evrimleşmenin büyük sıçramalar şeklinde gerçekleştiği görüşüne sevk eden en önemli faktör, fosil kayıtlarından ümitlerini kesmeleridir.
Fosillerin, tam ve kusursuz olmaması da onlar üzerinde ideal çalışmalar yapılmasını zorlaştırmıştır. Birçok paleontologun da belirtiği üzere özellikle omurgalı büyük canlılara ait fosiller etrafa dağılmış küçük parçalar hâlinde bulunduğu, bunlar uzun yıllarca yapılan çalışmalarla bir araya getirildiği ve bir kısım parçalar eksik kalabildiği için, bu iskelet yapılarından yola çıkarak ara tür iddiasında bulunmak hiç de kolay değildir.
Mesela İngiliz fosil bilimci Henry Gee, bir taraftan fosil olarak korunan canlı kayıtlarının evrimin gerçekleşmiş olduğuna delil olduğunu söylerken, diğer yandan eldeki fosillerden hareketle bir türün diğerinden evrimleştiğinin izlenebilmesinin nadiren mümkün olduğunu belirtir. Dolayısıyla onlar tek başlarına evrim tarihi ve evrimsel gelişme hakkında hiçbir tutarlı bilgi veremezler.[11]
Pek çok parçasının eksik ve yıpranmış olmasının yanı sıra, fosiller yumuşak dokularını kaybettikleri için onlardan hareketle gerçek resimlerin çizilmesi de kolay değildir. Nitekim National Geographic Dergisi, aynı kafatasını dört sanatçıya vererek onun nasıl bir canlıya ait olabileceğini çizmelerini istemiş fakat birbirinden alakasız dört farklı çizim ortaya çıkmıştır. Bu da fosiller üzerine yapılacak yorumların ne kadar sübjektif olduğunu gösterir.
Fosillerin tam olarak hangi canlıya benzediğini dahi tahmin etmek bu kadar güç iken, onlardan hareketle hangi türün hangi türden geldiğini çıkarmaya çalışmak ancak evrim teorisinin kesinliğine “iman” eden bir bilim adamının işi olabilir.[12]
Dünyadaki en büyük fosil müzelerinden biri olan Chicago’daki Field Museum’un müdürlüğünü yapmış olan paleontolog David M. Raup, şu sözleriyle eldeki fosil kayıtlarının, canlıların adım adım evrimleştiği şeklindeki Darwin’in iddiasını hiçbir şekilde desteklemediğini ifade etmiştir:
“Çoğu kişi fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder. Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosillerle ilgili bilgilerimiz fevkalade genişledi. Ama gariptir ki bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.”[13]
Günümüzde geçiş formu olduğu iddia edilen fosil sayısının oldukça sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Ara form olduğu iddiasıyla sürekli gündemde tutulan az sayıdaki fosil de son derece tartışmalıdır. Birincisi, bunların bir kısmı üzerinde oynamalar yapılmıştır. Mesela bir zamanlar evrimin en büyük kanıtları olarak gösterilen Java Adamı, Pekin Adamı, Nebraska Adamı, Neanderthal Adamı ve Piltdown Adamı’nın uydurma fosiller olduğu ortaya konmuştur.
Mesela kamuoyuna Piltdown adamı (Eoanthropus Dawsoni) olarak takdim edilen, uzun yıllar bilim adamlarını meşgul eden ve üzerine çok sayıda akademik çalışma yapılan fosilin, sahte olduğu noktasında bugün bilim adamları müttefiktir. Çünkü yapılan araştırmalar neticesinde onun, insan ve maymuna ait parçaların birleştirilmesi ve suni bazı parçaların ilave edilmesiyle elde edildiği kesin olarak kanıtlanmıştır. Nebraska adamı ise sadece bir domuz dişi üzerinden kurgulanmıştır. Uzun süre onun insan ve maymun arası bir geçiş formu olduğu kabul edilse de 1927’de iskeletin kalan parçalarının bulunmasıyla bu dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşılmıştır.
İkincisi de bunların ara form olduğu, homolojiden yola çıkılarak mevcut türlere yakınlığına göre tespit edilmekte ve mücerret bir iddiadan öteye geçmemektedir. Evrimci paleontologlar (fosil bilimciler) buldukları fosillerden yola çıkarak bilimsel bir neticeye ulaşmak yerine, zihinlerinde hazır bulunan evrim senaryosunu “ete kemiğe bürüyebilecek” fosiller aramaktadırlar.
Kaldı ki fosiller üzerinden hareketle evrimleşmenin tespit edilebilmesi de mümkün gözükmemektedir. Çünkü “fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır.”[14]
Kuşların, sürüngenlerden mi yoksa dinozorlardan mı evrimleştiği evrimciler arasında tartışmalı bir konudur. Kuşların kökeni olarak dinozorları gösterenler, bunun en büyük delili olarak 1861 yılında keşfedilen Archaeopteryx isimli fosili öne sürerler. Bu fosilin 150 milyon yıl önce yaşayan bir canlıya ait olduğu tahmin edilir.
Evrimin ele alındığı hemen her ortam ve platformda kanıt olarak bu fosil gösterilir. Ne var ki evrime karşı çıkanlar söz konusu fosilin nesli tükenmiş bir kuşa ait olduğunu öne sürer ve daha sonraki yıllarda bulunan ve daha eski tarihlere ait olan Liaoningornis, Elolulavis ve Protoavis gibi kuş fosillerinin Archaeopteryx’un kuşların atası olduğu şeklindeki iddiaları çürüttüğünü ifade ederler.
İskoçyalı paleontolog William Elgin Swinton, Biology and Comparative Physiology of Birds isimli eserinin hemen girişinde kuşların kökeni hakkında oldukça indirgemeci bir yaklaşım sergilendiğini ifade ettikten sonra, çeşitli evreler içinde sürüngenlerden kuşa geçildiğini gösteren hiçbir fosil kaydına ulaşılamadığını itiraf etmiştir.(c. 1, s. 1)
Hatta evrimciler tarafından da söz konusu fosilin ara geçiş formu olamayacağına dair itirazlar yükselmiştir. Bunlardan biri olan Fransız jeofizikçi Pierre Lecomte du Noüy bu konuda şunları yazmıştır:
“Sıra dışı bir vaka olan Archaeopteryx’i, gerçek bir halka olarak kabul etme hakkına sahip değiliz. Halka ile sürüngenler ve kuşlar gibi sınıflar veya daha ufak gruplar arasında olması zorunlu dönüşüm evresini kastediyoruz. İki gruba ait karakterleri de bünyesinde barındıran bir hayvan, onunla öteki iki grup arasındaki ara formlar bulunmadan ve dönüşüm mekanizması bilinmeden, gerçek halka muamelesi göremez.”[15]
Birçok araştırmacı tarafından, hemen her evrim kitabında resimleri bulunan küçükten büyüğe doğru sıralanmış at fosillerinin de gerçeği yansıtmadığı, bunların gerçekte dünyanın farklı bölgelerinde yaşamış farklı tür memelilere ait fosillerin kurmaca bir senaryoya göre dizilmesiyle oluşturulduğu belirtilmiştir.
Mesela PBS televizyonunda yayımlanan “Darwin Yanlış mı Anladı?” isimli bir programda Darwin uzmanı Norman Macbeth yapılan sahtekârlığa şu sözleriyle işaret etmiştir: “1905 yılında Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi’nde bütün atları içine alan bir sergi düzenlendi. Bu sergide atlar büyüklüklerine göre dizilmişti. Herkes bu dizilimin nesillerin yaş sırasına göre yapıldığını zannetti. Ama böyle bir şey yoktu, atlar arasında bir nesil bağı bulunmuyordu.
Farklı zamanlarda, farklı yerlerde bulunan atlar sergide, sanki küçük boyludan büyük boyluya doğru evrimleşmişler intibaı verecek şekilde sıralanmışlardı. Ama artık bunları okul kitaplarından alıp çıkarmak mümkün değil.” Evrimci Boyce Rensberger ile British Museum’un Tabiat Tarihi bölümünde çalışan paleontolog Colin Patterson da atın evrimi adına ortaya konulan fosillerin hiçbir dayanağının olmadığını, atın yavaş yavaş büyüyerek bugünkü şekline geldiği şeklindeki anlayışın doğru olmadığını ifade etmiştir.[16]
İnsan ile ilk maymunsular arasında geçiş formu olarak takdim edilen fosillerin de bundan bir farkı yoktur. Sahte olanları bir tarafa bırakacak olursak, geri kalanların da geçmişte yaşamış fakat günümüzde nesli tükenmiş farklı maymun ve insan türlerine ait fosiller olduğunda şüphe yoktur. Muhtemelen evrim teorisinin gerçekliğine yönelik peşin kabuller olmasaydı, evrimci paleontologlar da bu fosilleri farklı maymun türlerinin altında sınıflandıracaklardı.
Antropoloji profesörü Robert Eckhardt, “Erken fosil hominidlerinin hayret verici dizilerinin arasında, morfolojisi onu insanın hominid atası olarak işaretleyen bir hominid var mıdır?” diye sorduktan sonra şu cevabı vermiştir: “Genetik değişkenlik faktörü dikkate alınırsa, cevap hayır gibi görünmektedir.”[17]
Ünlü paleontolojist Niles Eldredge, paleontolojistlerin uzun süredir evrimden uzak durmalarına şaşırılmaması gerektiğini söyler. Çünkü fosil kayıtlarında evrim sanki hiç gerçekleşmemiş gibidir. Ona göre evrimle ilgili yazılanları okuyan kimseler, her tarafta evrimi destekleyen fosil kayıtlarının bulunacağını zannetseler de durum hiç de öyle değildir. Fosil kayıtlarının, evrim hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan fosil bilimcileri şaşkına uğratmasının sebebi de budur.[18]
Bulunan fosillerin geçmişte yaşamış müstakil türler olduğuna delil olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Bilakis fosil kayıtları evrimden ziyade türlerin sabitliğini ispatlamaktadır. Yeni bulunan fosiller, Darwinistlerin beklediği gibi evrim ağacındaki boşluğu dolduracağına, yeni yeni boşluklar oluşturmaktadır.
200 ile 600 milyon yıl aralığında farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan Neoplina, Coelacanth, Crinoid, Limulus gibi fosillere sahip canlıların günümüzde hâlâ yaşamlarını devam ettirmeleri ve bulunan fosillerle bunlar arasında hiçbir fark bulunmaması evrimi çürüten önemli kanıtlardır. Aynı şekilde süngerler, eklem bacaklılar ve deniz akrepleri gibi canlı türlerinin 500 sene önceden kalan fosilleriyle günümüzdekiler tıpatıp aynıdır. 100 milyon senelik arı fosillerinin ve balların bulunması da canlı organizmaların o günden bugüne evrimleşmeden geldiğini göstermektedir.
4: EMBRİYONUN ANNE KARNINDA GEÇİRDİĞİ SAFHALAR
Evrimi ispatlamak için sıkça kullanılan argümanlardan bir diğeri de Haeckel’in çizdiği embriyo resimleridir. Fakat canlıların embriyolojik süreçlerde birbirine benzerliklerinden yola çıkarak evrime delil arama çabası Haeckel ile başlamamıştır.
Bilakis Türlerin Kökeni kitabında “Gelişim ve Embriyoloji” başlığına yer veren Darwin (s. 534), gelişmiş bireylerden farklı olarak türlerin embriyolarının birbirine çok benzer oldukları üzerinde durmuş, bir organizmanın embriyosunun onun daha az değişim geçirmiş halindeki atasının yapısını gösterdiğini iddia etmiştir. Darwin’e göre memelilerin, kuşların, balıkların ve sürüngenlerin embriyoları, eski bir atanın değişiklik geçirmiş formları olmalıydı. (s. 546)
Darwin, İnsanın Türeyişi isimli eserinde, insan embriyosunun da erken dönemde diğer omurgalı hayvanlarınkinden ayrılamayacağını öne sürmüştür. (s. 16) Gelişmenin ilk safhalarında canlı embriyolarındaki benzerliklerin evrimin en büyük delili olarak gösterilmesi Darwin’le başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzün Neo-Darwinistleri, Darwin’in fikirlerini biraz değiştirmiş olsalar da hâlâ embriyoların ortak ataya işaret ettiğini savunmaya devam ederler.
Bu delilin popüler hâle gelmesinde en önemli rol, Alman embriyolog Ernst Haeckel’e aittir. O, uzun süre embriyolor üzerinde araştırmalar yapmış ve farklı organizmalara ait embriyoların gelişim aşamalarını gösteren çizimler yapmıştır. Ne var ki 1997 yılında Michael Richardson tarafından kurulan bir bilim ekibi, Haeckel’in çizimlerini gerçek fotoğraflarla karşılaştırmış ve onun gerçeği nasıl çarpıttığını ortaya koymuşlardır.
Bunun üzerine Richardson, Nature dergisinde “Haeckel’s Embryos: Fraud Rediscovered” başlıklı bir makale kaleme alarak yapılan sahtekârlığı gözler önüne sermiş ve neticede şunu söylemiştir: “Bunun biyolojide yer alan en meşhur sahtekârlıklarından biri olduğu ortaya çıkmıştır.” (September 1997, vol. 277)
Natural History dergisinde “Abscheulich (Atrocious)” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde Haeckel’in yapmış olduğu sahtekârlığı ele alan Stephen Jay Gould da şu ifadeleri kullanmıştır: “Bence bir yüzyıl boyunca süren ve birçoğuna olmasa bile çok sayıda modern ders kitabına bu resimlerin girmesine sebep olan aptalca bir tekrarlamadan dolayı hepimizin hem şaşırması hem de utanması gerekir.” (March 2000, s. 42-49)
Birçok kitapta Haeckel’in çizimlerinde teorisini doğru gösterme adına iç içe nasıl birçok sahtekârlık yaptığının detayları anlatıldığı için burada bunlara yer vermeyeceğiz. (Bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, s. 81-111) İşin tuhaf tarafı şu ki, yapılan sahtekârlık ortaya çıkmasına rağmen günümüzde hâlâ birçok biyoloji ders kitabında söz konusu çizimlere yer verilmeye devam edilmektedir.
Günümüzde birçok bilim adamı, farklı canlı türlerine ait embriyolar arasında sanıldığı kadar benzerlik bulunmadığını, bilakis bunların önemli ölçüde birbirlerinden ayrıldıklarını ifade etmektedir. Mesela evrimcilerin iddia ettiği üzere insan embriyosunda hiçbir zaman solungaç yarıklarının görülmediği, insanın sürüngen veya maymuna benzer hâllerden geçmediği ifade edilir. Solungaç yaylarının kalıntısı olarak nitelendirilen yapılar, alt ve üst çene, hyoid (dil kemiği), kemiklerini, tiroid, paratiroid ve timüs bezlerini, yutak ve ses kutusuna ait kıkırdakları meydana getiren embriyonik yapılardır.
Bununla birlikte anne karnındaki embriyolar arasında benzerlik değil aynılık olsa dahi gerçekten bu evrimin kesin bir kanıtı olabilir mi? Buradan yola çıkarak canlılar için evrensel ortak ata tezi ileri sürülebilir mi? Embriyolar arasındaki benzerlik veya aynılık bunların birbirinden nasıl türediğine dair bize bilgi verir mi? Hepsinden öte embriyolar ne kadar birbirine benzer olursa olsun, doğumdan sonra ortaya çıkan canlı türlerindeki büyük farklılıkları nasıl izah edeceğiz? Özellikle Yaratıcıyı, ruhu, kaderi kabul etmeyen evrimcilerin bu ani değişimle ilgili öne sürebilecekleri bir açıklama modeli var mıdır?
Kısaca söylemek gerekirse zorlama bir kısım yollarla canlı embriyoları arasında benzerlikler bulmaya, sonra da bunlardan hareket ederek evrensel ortak ataya ulaşmaya çalışmanın tek mantıklı açıklaması, evrime duyulan sarılmaz inanç olabilir. Canlılar arasındaki morfolojik (görünüşsel), genetik, embriyolojik veya fosil kaynaklı benzerliklerden yola çıkarak evrimi ispatlama çabalarının, bütünüyle hayali ve spekülatif izahlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür benzerliklerin hiçbirisi, canlıların ne ortaya çıkış şekilleri ne de milyonlarca senedir geçirdikleri süreçler hakkında kesin bilgi vermez.
5: KÖRELMİŞ ORGANLAR
Evrimi savunan bilim adamlarının teorilerini ispat etme adına üzerinde durdukları kanıtlardan biri de canlılardaki körelmiş organlar veya yapılardır. Darwin, Türlerin Kökeni eserinde, insan da dâhil olmak üzere herhangi bir parçası güdük olmayan tek bir hayvan bile gösterilemeyeceğini iddia etmiştir.
Onun bazı organları “güdük” olarak isimlendirmesinin sebebi ise bunları, canlı açısından bütünüyle yararsız ya da çok az yararlı görmesidir. Darwin’e göre bu tür organlar ya kullanılmadığından ya da doğal seleksiyona uğradıklarından küçülür ve güdükleşirler. Evrimleşme sonucu bir türde güdükleşen organlar, bir başka türde kullanılmaya devam ediyor olabilir. (s. 20-22)
Darwin’den sonra “körelmiş organ tezi” evrimcilerin, teorilerinin doğruluğunu gösterme adına en çok kullandıkları argümanlardan biri olmuştur. Mesela günümüzün önde gelen evrimcilerinden biri olan Douglas Futuyma, önceleri başka türlerde fonksiyonel olduğu hâlde sonradan güdükleşmiş ve işe yaramaz hâle gelmiş organların sadece evrimsel tarihle açıklanabileceğini ifade eder. (Futuyma, Evolution, s. 22)
Darwin’den sonra bazı evrimciler insan vücudundaki körelmiş organ sayısını 180’e kadar çıkarmış; apandis, kuyruk sokumu kemiği, kıllar, kulak kasları, epifiz bezi, yirmilik dişler, plantaris kası, erkek memesi, ayak serçe parmağı, bademcikler gibi birçok organın işe yaramaz veya olması gerekenin çok altında fonksiyonel olduğunu iddia etmişlerdir.
Onlara göre bu organların varlığı insanın maymunsu canlılardan evrimleştiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Bize atalarımızdan miras kalmıştır. Onlarda işlev gören bu organlar, geçirdikleri mutasyonlar neticesinde güdükleşmişlerdir.
Mesela ayak serçe parmağı bir zamanlar ağaçların dallarını kavramak için etkinken, maymunların insana evrimleşmesi ve yerde yürümeye başlamasıyla birlikte körelme eğilimine girmiştir. Aynı şekilde kuyruksokumu kemiği de ağaçtan ağaca atlarken sahip olduğumuz kuyruğun, bize miras olarak verilmiş kalıntısından başka bir şey değildir.
Hatta evrimcilere göre üşüdüğümüzde veya çok korktuğumuzda tüylerimizin diken diken olmasının sebebi de atalarımızdan bize miras kalmış davranışlardır. Atalarımız, tüyleri olan normal memelilerdi. Havanın sıcak veya soğuk olmasına göre vücutlarındaki hassas termostatların emirleri doğrultusunda bu tüyler dikilir ya da indirilirdi. Richard Dawkins’e göre bu durum “evrimin gerçekleştiğine dair oldukça ikna edici bir kanıt teşkil eder. [19]
Evrimciler, insandaki körelmiş organların asıl yapılarını sadece hominidlerde ve primatlarda da değil, çok daha eski atalarda ararlar. Mesela insan elinde bulunan kılların dizilim ve konumlanmasını 250 milyon sene önce dünyaya egemen olan sürüngenlerin pullarındaki dağılımla irtibatlandırırlar.[20]
Darwincilere göre körelmiş organlara sahip olan tek canlı insan değildir. Bilakis Darwin’in dediği gibi her hayvanda bu tür işlevsiz organlar vardır. Mesela uçma alışkanlık ve ekipmanlarını kaybeden deve kuşlarının, penguenlerin ve emuların kanatları bunun güzel bir misalidir.
Aynı şekilde bit ve pire gibi böcekler de bir zamanlar atalarının sahip oldukları kanatları kaybeden hayvanlar arasındadır. Dawkins’in buradan ulaştığı netice şudur: “Hiçbir makul gözlemci bundan samimiyetle şüphe edemez ki bunun da anlamı, bu durum üzerine kafa yoran birisinin evrim gerçeğinden şüphe etmesinin çok zor (hatta imkânsız) olduğudur.” [21]
Bununla birlikte zaman geçtikçe evrimcilerin “körelmiş”, “güdükleşmiş” veya “arta kalan” olarak isimlendirdikleri organ ve yapıların vücut açısından ne kadar önemli fonksiyonlar eda ettikleri ve zannedildiği gibi bunların hiç de lüzumsuz olmadıkları çok daha iyi anlaşılmıştır. Günümüzde apandisin, kuyruk sokumu kemiğinin, tiroid bezinin, bademciklerin veya vücut kıllarının faydasız olduğunu iddia eden tek bir kimse bile kalmamıştır.
Zira bunların her birinin çok önemli vazifelere sahip olduğu anlaşılmıştır. İnternette yapılacak küçük bir araştırmayla bunların fayda ve fonksiyonları öğrenilebilir. İşin tuhaf tarafı şu ki hâlâ söz konusu organlar evrimin delili olarak gösterilmeye devam etmektedir.
Bilimin henüz faydasını keşfedemediği organların bünye açısından gereksiz ve işlevsiz olduğu da iddia edilemez. Çünkü yapılan yeni araştırmalarla pekâlâ bunların yararları tespit edilebilir. Daha önce yararsız denilip daha sonra faydalı olduğu tespit edilen organlar vardır.
Evrimcilerin, devekuşları veya penguenler gibi bir kısım hayvanlarla ilgili dile getirdikleri iddialar da ciddi tenkide uğramış, bu hayvanların sahip oldukları kanatların, içinde yaşadıkları koşullara en uygun organlar oldukları ifade edilmiştir. Mesela vakitlerinin önemli bir kısmını sularda geçiren penguenlerin kanatları âdeta birer yüzgeç gibi vazife görürler.
Aynı şekilde saatte 70-80 km. hıza ulaşabilen deve kuşları, sahip oldukları kanatları sayesinde dengelerini sağlayabilirler. Evrimcilerin bu hayvanlarla ilgili iddialarının temelinde, “kanatların sadece uçmada kullanılabileceği” şeklinde son derece dar bir bakış açısı vardır.
Diğer kanıtlarda olduğu gibi Darwincilerin körelmiş organ iddialarının temelinde de peşin kabule dayanan bir evrim görüşü vardır. Bu peşin kabulle varlığı inceleyen bilim adamları, karşılaştıkları her varlık ve olguyu bir şekilde evrime yormaya çalışır. Gözlemlenen gerçeklikten hareketle canlıların sahip oldukları organlar hakkında yukarıda geçen iddiaları dile getirmek kolay olsa da mücerret iddiaların ve kurgusal senaryoların ötesine geçerek bunların hiçbirinin bilimsel, mantıklı ve ikna edici açıklamasını yapamazlar.
6: CANLI ORGANİZMALARDAKİ EKSİKLİK VE KUSURLAR
Aslında bu konu bir önceki başlıkla alakalıdır. Evrimciler, varlığın hiçbir seviyesinde mükemmellik bulunmadığını iddia ederler. Ne zaman kemalden, nizamdan, dengeden bahsedilse hemen itiraz ederek kendilerince gördükleri kusur ve eksiklikleri saymaya başlarlar. Çünkü maddeye, sebeplere ve tesadüflere verilen bir oluşumun hâliyle mükemmel olmaması gerekir.
Dolayısıyla onlar, uzun zamanlar içerisinde evrimleşen canlı organizmalarda da birçok hata ve eksiklikler olduğunu öne sürerler. Bunun temel sebebi de çevrelerinde gördükleri bir kısım varlıkların evrimcilerin düşündükleri ve arzu ettikleri şekilde olmamasıdır.
Mesela pandaların başparmağı (altıncı parmak) ile zürafaların gırtlak siniri evrimcileri ciddi meşgul etmiştir. Evrimle ilgili kanıtlar sıralanırken sıklıkla bu ikisine de yer verilir. Pandanın parmağı meselesi, Stephen Jay Gould’un The Panda’s Thumb kitabıyla meşhur olmuştur. Ona göre etçiller sınıfından evrimleşen panda, bambu ile beslenmeye başladıktan sonra natürel seleksiyonla bu altıncı parmak oluşmuş fakat oldukça eksik, işlevsiz ve üstünkörü kalmıştır.
Ne var ki gerçekte bir parmak olmayan bu çıkıntının “tam bir parmak olması gerektiği” veya “işlevini yeterince yapamadığı” şeklindeki iddialar bilim adamları tarafından reddedilmiş ve bu çıkıntının panda açısından ne kadar işlevsel olduğu detaylı bir şekilde izah edilmiştir.[22]
Michael Behe’ye göre Gould, “fikirlerini desteklemek için bilimden faydalanmamıştır: pandanın bileğinden çıkan uzantının canlıya ne şekilde yardımcı olduğuna dair hiçbir hesaplama yapmamıştır; kemik şeklinde değişim olmasının hayvanın davranış biçimini nasıl etkileyeceğini düşünmemiştir; ve pandaların pençeleri olmadan önce nasıl beslendiklerinden de söz etmemiştir. Daha doğrusu, bir hikâye uydurmaktan başka bir şey yapmamıştır.”[23]
Evrimci biyologlara göre zürafaların gırtlak sinirleri de tam bir tasarım hatasıdır. Richard Dawkins’in sözlerine bakalım: “Boynun her iki yanındaki gırtlaksal sinirin kollarından biri, bir tasarımcının tercih edeceği gibi dümdüz bir rota izleyerek, doğrudan gırtlağa gider. Diğer kol ise gırtlağa, inanılmaz derecede dolambaçlı bir yol izleyerek ulaşır. Göğüsten içeri dalıp, ana atardamarların birinin (sağ ve solda farklı bir atardamarın, ama prensip aynı) etrafından dolaşır ve geri dönerek boyna doğru yoluna devam eder.
Bir tasarım ürünü olarak düşünüldüğünde, geri dönen gırtlak siniri tam bir rezalettir.” Dawkins’e göre bu problemin sebebini anlamak için yapmamız gereken, atalarımızın balık olduğu dönemlere gidip onların yapılarını incelemektir. [24]
Evrimcilerin, kusur ve eksiklik olarak gördükleri organlar, pandanın parmağı ve zürafanın siniri ile sınırlı değildir. Mesela birçok insan için sinüslerin ıstırap kaynağı olmasının sebebi, onların yanlış yere konulmasıdır. Günümüzde birçok insanın mustarip olduğu sırt ağrısının sebebi de insanın geçirdiği ani evrimleşme sonucunda iskeletinin yeterince mükemmel bir yapıya kavuşamamasıdır.
Keza birçok insanda problem oluşturan yirmilik dişlerinin çıkması da zikredilen kusurlardan bir diğeridir. Oysaki sırt ağrılarının sebebinin günümüz insanlarının aşırı pasif yaşam şeklinden; yirmilik dişlerin tam çıkamamasının ise yine yanlış beslenme tarzına bağlı olarak çene kemiğinin küçülmesinden kaynaklandığı uzmanlarca dile getirilmektedir.
Prof. Dr. Âdem Tatlı’nın ifadesiyle evrimciler kendilerini âdeta dünyanın ve canlı organizmaların yapısı ve şeklini tanzim etmeye memur edilmiş birer mühendis gibi görerek, kendi akıl ve mantıklarına uygun gelmeyen her düzenlemeyi lüzumsuz veya kusurlu sayarlar.[25]
Bir kısım organ ve yapıların henüz işlevlerinin tam olarak keşfedilememiş veya kusur gibi görülen bazı özelliklerin daha başka hikmetleri olabileceğini akıllarından dahi geçirmezler. Bilimin yaratılışla ilgili keşfedebildikleri henüz devede kulak bile olmamasına ve her yeni keşif keşfedilmeyi bekleyen ne kadar çok şey olduğunu göstermesine rağmen, bu konularda kesin yargılarda bulunmaktan çekinmezler.
Aslında canlıların sahip olduğu yapı ve organların güdük kalıp kalmaması veya kusurlu olup olmaması ayrı bir meseledir, bunların evrime delil olması ayrı. Velev ki canlı organizmalarda bir kısım eksik ve işlevsiz yapıların bulunduğunu kabul etsek bile, buradan yola çıkarak söz konusu canlıların başka türlerden evrimleştiğini iddia etmenin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur; yanlış kıyasların ve evrimci ön yargıların bilim adamlarını sevk ettiği çıkmaz bir sokaktır.
7: HURDA (FONKSİYONSUZ) GENLER
Evrimciler, DNA’nın protein kodlamada vazife yapmadığı tespit edilen bölümlerini yalancı gen (pseudo genler) veya hurda gen (junk genler) olarak isimlendirir ve bunların da eski atalardan kalma kalıntılar olduğunu iddia ederler. Söz konusu genlerin henüz vazifesini anlayamamış olmayı kabul etmezler. Mesela onlara göre maymunlarla insanların benzer genetik arızalara ve hurda genlere sahip olmaları evrim için en büyük delillerden birini oluşturur.
Ne var ki konu etrafında yapılan birçok çalışmada, evrimcilerin bu iddialarının da aceleyle verilmiş malul bir hüküm olduğu ortaya konulmuştur. Mesela Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nden Wojciech Makalowski tarafından yapılan Not Junk After All(Artık Hurda Değil) isimli araştırmada, kodlama yapmadığı iddia edilen genlerin, daha başka fonksiyonları bulunan çok önemli birimler olduğu ifade edilmiştir.
Aynı şekilde, Jonathan Wells, The Myth of Junk DNA (Hurda Gen Efsanesi) isimli çalışmasında, bahsi geçen genlerin tek tek işlevleri üzerinde durmuş, bunların hücre içerisinde nasıl önemli roller üstlendiğini izah etmiştir.
John Lennox da konuyla ilgili şu bilgileri vermiştir: “Artık çok iyi anlaşılıyor ki bu kısım, çöp olmak şöyle dursun, sadece genetik işlemleri düzenlemek, yürütmek ve tekrar programlamakla kalmayıp DNA’nın transpozon denilen oldukça hareketli bölümlerini de oluşturmaktadır.
Bu bölümler kendilerinin kopyasını üretebilir ve ardından genomun farklı yerlerine giderler, orada genleri etkisiz hâle getirebilir ve o zamana kadar aktif olmayan genleri harekete geçirirler. Kodlanmayan DNA ayrıca Alec Jeffreys’in 1986’da adli tıp alanında keşfettiği genetik parmak izi yönteminde de kullanılmaktadır.”[26]
Konuyla ilgili araştırmalar derinleştikçe bir kısım evrimciler de bu iddialarından vazgeçmeye başlamışlardır. Mesela Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi Genom Bilimi bölümünden evrimci bilim adamı Evan E. Eichler “Hurda DNA tabiri bizim bilgisizliğimizin dışa vurmasından başka bir şey değil” demiştir.[27]
DNA sarmalı üzerindeki gen denilen bölümlerin işlev ve faydalarını bulmak bilim adamlarının işidir. Fakat burada önemli olan şudur: Sözgelimi DNA’da hiçbir fonksiyonu bulunmayan genler bulunsa bile, bu durum gerçekten evrimin kesin bir ispatı olabilir mi?
Evrimi savunan biyologların, hurda genlerin niçin DNA’da bulunduğuna ve nasıl oluştuğuna dair tatminkâr açıklaması var mıdır? Maalesef diğer delillerde olduğu gibi evrimcilerin hurda gen adına söyledikleri de bilimsel bulguların tek taraflı ve çarpıtılmış bir yorumundan ibarettir.
8: DEĞİŞİM GERÇEĞİ
Değişim, diğer kanıtlara nazaran daha genel bir olgu olsa da, birçok bilim adamının evrime ikna olmasında ve evrimi savunmasında önemli bir yeri vardır. Aslında evrim veya evolüsyon kavramlarının delalet ettiği öncelikli mana da değişimdir. Tabiata bakan bir insan her şeyin değiştiğini görür. Bu gerçeği fark eden Herakleitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş ve aynı nehirde iki defa yıkanmanın mümkün olmadığına dikkat çekmiştir.
Kayalar, dağlar, denizler, sular, atmosfer her şey değişse de özellikle canlı organizmalarda müthiş değişim ve dönüşümler yaşanır. Tek bir saniyede insan vücudunda gerçekleşen işlemler gerçekten baş döndürücüdür. Her saniye hücrelerde binlerce, milyonlarca kimyevi reaksiyon meydana gelir; yeni proteinler oluşur, dışarıdan alınan besinler sentezlenir, enerji üretilir, bilgi nakledilir, DNA kopyalanır vs. Yaşayan canlılar yaşlanıp ölürken yerlerine de yenileri gelir.
Biyolojik yapılar, her zaman dışarıdan gelen uyarıcılara tepki verir, içinde bulundukları ortam ve şartlara uyum sağlarlar. Zamanla türler içinde varyasyonlar, yepyeni ırklar oluşur, çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkar. Kısacası her canlı her an çok farklı şekillerde değişim geçirir.
Evrimcilerin değişim gerçeğine bakışı şudur: Çok kısa zamanda bile canlı organizmalarda olağanüstü değişim ve dönüşümler yaşanıyorsa, çok uzun zaman dilimleri içerisinde niye yeni türler ortaya çıkmasın! Yani onların evrim iddiaları aslında gözlemledikleri gerçeklik üzerinden çıkarsadıkları bir yorumdur. Yoksa şimdiye kadar bir türün başka bir türe dönüştüğü gözlemlenmiş ve test edilmiş değildir.
Evrimcilerin buradaki en büyük yanılgısı, değişimin sınırlarını görememeleridir. Onlar tür içinde kalması gereken çeşitliliği tür dışına taşımakla hata etmişlerdir. Gerçekten de canlılar iç ve dış faktörlerin etkisiyle nesiller geçtikçe değişmekte, farklılaşmaktadır. Fakat kelamcıların tabiriyle ifade edecek olursak, değişen şey arazlardır, cevherler değil. Köpek ne kadar değişim geçirirse geçirsin köpek olmaya devam edecektir. Ondan ne koyun ne tavşan ne de kedi ortaya çıkmayacaktır. Tavuk tavuk olarak, kuş kuş olarak, sürüngen de sürüngen olarak hayatlarını sürdüreceklerdir.
9: ZAMANIN SİHİRLİ GÜCÜ
Bir türün başka bir türe dönüşmesinin kolay olmadığının, bunun için canlı yapılarda üst üste, çok büyük çaplı sayısız değişimlere ihtiyaç olduğunun evrimciler de farkındadırlar. Bu yüzden ne zaman onlara makro evrimin (türleşmenin) imkânsızlığı hatırlatılacak olsa, hemen zamanın sihirli gücüne sığınır ve bahsettikleri değişimin bizim anladığımız şekilde üç beş nesil içerisinde olamayacağını, bunun ancak milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl içinde gerçekleşeceğini iddia ederler.
Tabii kimsenin bu kadar uzun zaman diliminde olup biten hâdiseleri gözlemlemesi mümkün olmadığı için de işin içinde sıyrılmış olurlar.
Darwinciler, ilk canlılığın yeryüzünde 3,5 milyar yıl önce başlamış olmasını göz önünde bulundurarak, mutasyonlar ve doğal seçilim vasıtasıyla günümüzdeki canlılığın oluşması için yeterli vaktin bulunduğunu öne sürerler. Aralarındaki muazzam fizyolojik, anatomik ve mikrobiyolojik farklardan ötürü sudan çıkan bir canlının nasıl olup da karada yaşayabileceği veya bir sürüngenin nasıl olup da kuş olup uçabileceği ya da maymunsu canlıların nasıl olup da akıl ve şuur sahibi bir insana dönüşebileceği yönünde itirazlar yükselmeye başladığında hemen söyledikleri şey, bu tür büyük dönüşümlerin çok uzun zaman dilimleri içerisinde gerçekleştiği olur.
Evrimciler, bu tür yaklaşımlarıyla aslında farkında olmadan zamana sihirli bir güç verir ve zamanın bu büyük problemlerin üstesinden gelebileceğini düşünürler. Yani onlara göre oldukça kompleks ve mükemmel doku, organ ve sistemlerin kısa sürede evrimleşmesi mümkün olmasa da, binlerce, milyonlarca nesil boyunca devam edecek çok uzun zaman dilimleri içerisinde imkânsızın muhtemel, muhtemelin de gerçek olması mümkündür.
George Wald konuyla ilgili şöyle der: “Zaman aslında olay örgüsünün kahramanıdır. Başa çıkmak zorunda olduğumuz zaman iki milyar yıl civarındadır. Dolayısıyla bizim insanî tecrübeler açısından imkânsız gördüğümüz şey, bu kadar uzun bir zaman dilimi söz konusu olduğunda anlamını yitirir. Bu kadar zaman verildiğinde, imkânsız mümkün hâle gelir, mümkün muhtemel olur, muhtemel de hemen hemen kesin. İnsana düşen sadece beklemektir: zamanın kendisi mucizeleri gerçekleştirir.”[28]
Dawkins’in şu ifadelerinde de zamana biçtiği mucizevi rolü görmek mümkündür: “Yaşam, yüzyıllar değil milyarlarca yıl önce başlamıştır. Gezegenimizin ölçülmüş yaşı yaklaşık olarak 4,6 milyar yıl veya 46 milyon yüzyıldır. Günümüzdeki tüm memelilerin ortak atasının yeryüzünde yürümesinin üzerinden iki milyon yüzyıl geçmiştir. Yüzyıl bize oldukça uzun gibi görünür. Art arda dizilmiş iki milyon yüzyılı hayal edebiliyor musunuz? Balık atalarımızın sürünerek denizden karaya çıkmalarının üzerinden yaklaşık üç buçuk milyon yüzyıl geçmiştir.”[29]
Evrimcilerin sürekli olarak, dünya ve canlı organizmalar üzerinden geçen zamanın uzunluğuna vurguda bulunmalarını, somut ve bilimsel kanıt sunma noktasındaki acziyetlerinin bir neticesi olarak görebiliriz. Gerçekten zaman imkânsızı mümkün, mümkünü muhtemel, muhtemeli de gerçeğe dönüştürebilir mi?
İşin tuhaf tarafı, burada ihtimalinden bahsedilen husus, bir paranın üst üste bin defa tura gelmesi gibi tek bir olay da değildir. Söz konusu edilen olay, milyonlarca canlının tek bir evrensel ortak atadan çıkarak bugünkü yapılarını kazanmasıdır. Yani söz konusu edilen şey, rakamlara sığmayacak ölçüde üst üste olasılıkların meydana gelmesidir.
Öte yandan Darwinciler, evrimle açıklanamayacak ölçüde karmaşık, kompleks ve zor biyolojik yapı ve sistemlerle karşılaştıklarında, evrim adına ileri sürdükleri kanıtların yetersizliği ortaya çıktığında veya ilk yaratılış, ruh, şuur, cinsiyetler gibi meseleler sorulduğunda, henüz ortaya çıkarılmamış gelecek bilimsel keşiflerden medet ummaya başlarlar.
“Şu anda bilimin bu problemi çözememiş olması, ileride çözemeyeceği anlamına gelmez.” şeklindeki savunma, onların sıkça kullandıkları argümanlardan biridir. Onlar, evrimi zora ve hatta çıkmaza sokan ne tür olaylarla karşılaşırsa karşılaşsınlar, teorilerine “iman etmeyi” bırakmaz ve bu sefer de geleceğin sihirli dünyasına sığınırlar. Ne var ki körü körüne bir kurama inanıp ileride bir gün onun bütün boyutlarıyla ispat edileceğinin hayallerini kurmak bir bilim adamının yol ve metodu olmamalıdır. Ona düşen mevcut olgu ve bulguları incelemek suretiyle bunlardan bilimsel gerçeklere ulaşmaya çalışmaktır.
Dipnotlar
⇡1 | Darwin, İnsanın Türeyişi, s. 255 |
---|---|
⇡2 | Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 263 |
⇡3 | Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 174 |
⇡4 | Mustafa Mahmud, Hıvârun mea sadîki’l-mülhid, s. 124 |
⇡5 | Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 73-74 |
⇡6 | Bilim ve Yaratışçılık, s. 17 |
⇡7 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 369 |
⇡8 | https://www.ratical.org/co-globalize/UnrvlDNAmyth.pdf |
⇡9, ⇡10 | Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374 |
⇡11 | Gee, The Accidental Species, s. 15 |
⇡12 | Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 202 |
⇡13 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 138-139 |
⇡14 | Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 153 |
⇡15 | Stroble, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 80 |
⇡16 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 172-173 |
⇡17 | Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, 1972, sayı: 227 |
⇡18 | Eldredge, Reinvented Darwin, s. 95 |
⇡19 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 307 |
⇡20 | Ali Demirsoy, Evrim, s. 92 |
⇡21 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 312 |
⇡22 | W. Demski, J. Wells, The Design of Life, s. 120-123 |
⇡23 | Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 227 |
⇡24 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 322 |
⇡25 | Tatlı, İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim, s. 224 |
⇡26 | Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 188 |
⇡27 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 224 |
⇡28 | Wald, “The Origin of Life”, Scientific American, 1954, s. 48 |
⇡29 | Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 80 |
Bütün hayvan türlerinin müstakil olarak Allah tarafından yaratıldığını kabul eden, türler arası geçişin mümkün olmadığı görüşünde olan ve dolayısıyla evrimi reddeden bilim adamları sadece evrimcilerin ileri sürdükleri kanıtların zayıflığını ve geçersizliğini göstermekle kalmamış; aynı zamanda evrim teorisiyle cevaplanması mümkün olmayan çok önemli kanıtlar üzerinde durmuş, bunların evrim teorisini geçersiz kılacağını ifade etmişlerdir. Evrime yöneltilen en güçlü itirazlar yaratılışı ve tasarımı savunan Batılı bilim adamlarından gelmiştir. Özellikle Amerika’da evrim aleyhine önemli çalışmalar yapılmış; “Creation Research Society”, “Bible Science Association”, “Institute for Creation Research” ve “Discovery Institute” gibi kurumlar aracılığıyla evrimcilere önemli cevaplar verilmiştir.
Evrim, hiçbir zaman Batı’daki ölçüde Müslümanlar arasında kabul görmediği ve geniş çaplı bir çatışmaya dönüşmediği için, İslâm dünyasında evrime karşı yapılmış çalışmalar da oldukça sınırlıdır. Bunlar da büyük ölçüde Batılı çalışmalardan istifade edilerek hazırlanmıştır. Bazıları, Müslümanları, evrim aleyhine yapmış oldukları çalışmalarda, Hristiyan dünyanın üretmiş olduğu argümanları kullanmakla itham eder. Ne var ki böyle bir itham ve itirazın elle tutulur makul bir tarafı yoktur. Çünkü önemli olan, bir kanıtın kimin tarafından ortaya konulduğu değil; onun makuliyeti ve bilimsel değeridir.
Kimileri de yaratılışı savunan kanıtların yeterince bilimsel olmadığını, gözlem ve deney yoluyla ispat edilmesi mümkün olmayan argümanlardan oluştuğunu iddia ederler. Onların bu itirazlarının temel dayanağı, evrimi reddedenlerin alternatif olarak yaratmayı savunmalarıdır. Yaratma ise hiçbir zaman deney ve gözlem yoluyla kesin olarak ispat edilemez. Edilseydi, zaten bunun adı iman olmazdı. Çünkü herkes ister istemez Allah’ın varlığını kabul etmek zorunda kalırdı. Özellikle ilk yaratma, insanların şahit olmadığı gaybî bir mesele olduğu için, onun varlığı ancak vahiyle bilinebilir.
Aslında evrimcilerin büyük çoğunluğu kendi kanıtlarındaki zayıflıkların farkındadır. Fakat onlara göre “eldeki en iyi açıklama budur.” Tabi ki natüralist bilimin imkânları dâhilindeki en iyi açıklama. Yani evrimcileri, yaratılış etrafında dile getirilen argümanları reddetmeye sevk eden temel sebep, pozitivist ve natüralist metoda sıkı sıkıya bağlılıklarıdır.
Bununla birlikte aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere, yaratılış ve tasarımı savunanların ortaya koydukları argümanlar, evrimci argümanlara nazaran çok daha tutarlı, makul ve kabul edilebilirdir.
1: HAYATIN KÖKENİ
Bugüne kadar evrimcileri en çok zorlayan konu, hayatın kökeni olmuştur. Onlara göre canlılar âlemindeki bütün oluş ve değişimler tabiatın sınırları içinde izah edilmesi gerektiği için, ilk canlı varlığın da tabii güçlerin ve tesadüfün eseri olması gerekir. Evrimciler şimdiye kadar ilk canlı varlığın (biyogenez) nasıl oluştuğu etrafında birbirinden farklı çok sayıda hipotez ortaya atmış olsalar da olasılık ihtimalleri içerisinde bunların kabul edilebilmesi hiç de mümkün gözükmemektedir.
Evrimin en ateşli savunucularından biri olan Richard Dawkins bile bu konuda şunları yazar: “Evrimin başladığından beri nasıl işlediği konusunda pek çok şey biliyoruz, Darwin’in bildiklerinden çok daha fazlasını. Ama evrimin ilk olarak nasıl başladığı konusundaki bilgilerimiz Darwin’inkilerden pek fazla değil. Evrimin bu gezegende başladığı o tarihî olaya ışık tutan hiçbir kanıtımız yok. Bu olağanüstü nadirlikte bir olay olabilir. Yaşamın sadece bir kez ortaya çıkmış olması yeterlidir ve bildiğimiz kadarıyla gerçekten de bir kez çıktı.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 376)
Evrimciler, canlı bir organizmanın kendi kendine oluşmasının mümkün olduğunu göstermek için birçok deney yapmış olsalar da her deneyle birlikte ümitleri biraz daha tükenmiştir. Rus biyokimyacı Alexander I. Oparin ile İngiliz biyokimyacı J. B. S. Halden canlılığın başlangıcını materyalist bir yaklaşımla izah etmeye çalışan ilk bilim adamlarıdır.
Onlardan sonra ise Stanley L. Miller ile Harold Urey tarafından Chicago Üniversitesi’nde yapılan deney meşhur olmuştur. Bu deneyde Miller ve Urey oluşturdukları düzenekte proteinlerin yapı taşı olan bazı aminoasitlerin kendi kendine oluştuğunu söylemiş ve uygun atmosferik koşullar sağlandığı takdirde bazı organik moleküllerin kendiliğinden ortaya çıkabileceğini iddia etmişlerdir. Ne var ki onların bu deneyine birçok itiraz yöneltilmiştir. İlk atmosferik koşulların Miller’in simülasyonuyla hiç alakasının olmadığı, Miller’in yanlış gaz karışımı kullandığı ileri sürülmüştür.
Kaldı ki kendi kendine aminoasitlerin oluştuğunu ispat etmek de ilk canlılık adına hiçbir şey ifade etmez. Aminoasitlerin varlığı, hücrenin meydana gelmesi adına olağanüstü karmaşık bir sürecin daha ilk basamağıdır. Yüzlerce doğru tür aminoasitin doğru bağlar ile doğru sırada ve doğru bir şekilde bir araya gelerek protein molekülünü oluşturması gerekir. Özel bir görev için hazırlanmış enzimler ve dizilimin şifresini veren DNA kodu olmaksızın bunun ihtimali yoktur. İşe yarar tek bir proteinin oluşma şansı 10165 olarak hesaplanmıştır.
Glaskow Üniversitesi’nden Alexander G. Cairns-Smith kendi kendine bir proteinin oluşma zorluğunu şöyle anlatır: “Beş milyar yıl önce bütün dünya tamamen aminoasit dolu olsaydı ve üzerinde başka hiçbir şey bulunmasaydı ve dünyanın tarihi boyunca bu aminoasitler her saniyede 10 birleşme yapsaydı bile, tek bir protein molekülünün, mesela sadece bir insülin molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimali, sıfıra yakın derecede düşük olurdu.” (Sarsılmaz, Yaratılış Gerçeği, s. 367)
Ne var ki tek bir proteinin ortaya çıkması da canlılık adına hiçbir şey ifade etmez. Ardından aynı süreçlerle farklı vazifeleri görecek farklı yapılarda yüzlerce proteinin meydana gelmesi ve bunların her birinin hücrede rol alacak özel bir yapı ve biçime sahip organelleri oluşturması gerekir. Günümüzde bilinen en küçük hücre dahi 600 civarında proteine sahiptir.
Fakat bu da yeterli değildir. Çünkü hücrenin meydana gelebilmesi için nükeotitlerden meydana gelen DNA ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Her bir nükleotit, bir fosfat, beş karbonlu bir şeker ve bir azotlu organik bazdan oluşur. DNA’nın meydana gelmesi için milyonlarca nükleotitin yine uygun ve ölçülü bir şekilde bir araya gelmesine ihtiyaç vardır. Hücre içerisindeki organeller oluştuktan sonra hücrenin dış dünyadan müstakil bir yapı hâline gelebilmesi için oldukça özel bir yapıya sahip bir zarla çevrilmesi gerekir ki bunu sağlayan da yağlardır. Problem bir şekilde tesadüfen bir hücrenin oluşmasıyla da bitmiyor. Bu hücrenin dış etkilerden korunmasına, beslenmesine, enerji elde etmesine, çoğalmasına ihtiyaç vardır.
Yani belirli atomlar belirli sayılarda bir araya gelerek aynı anda aminoasit, şeker, yağ ve nükleotit gibi molekülleri oluşturacak, bunlar yine tesadüfen belirli sayı ve ölçülerde bir araya gelerek çok daha kompleks molekülleri oluşturacak, bunlar da bir araya gelerek âdeta kendi içerisinde büyük bir fabrika gibi çalışan, içinde harika bir işleyiş ve düzenin bulunduğu hücreyi oluşturacaklar. İşin tuhaf tarafı her biri ayrı bir imkânsızlığı içeren binlerce tesadüf aynı anda, aynı zamanda ve aynı mekânda gerçekleşecektir.
Kısacası bir hücrenin ortaya çıkabilmesi için binlerce (atomlar açısından meseleye bakarsak milyarlarca) doğru parçanın, doğru bir şekilde, doğru bir zamanda, doğru bir yerde bir araya gelmeleri gerekir ki aklı başında hiçbir kimsenin bunu muhtemel görmesi mümkün değildir. Amerikalı jeofizikçi Harold J. Morowitz’e göre tamamen doğru moleküllerin bulunduğu bir okyanus içinde en basit bir hücre yapmak için gerekli olan ihtimal 10399.999.866’da birdir. (Sarsılmaz, Yaratılış Gerçeği, s. 364) Matematikçilerin 1050 üzeri rakamları imkânsız kategorisinde değerlendirdiğini ifade etmek gerekir.
John Lennox, 1040 sayısının ifade ettiği olasılığın gerçekleşme şansını şöyle bir misalle anlatır: Bütün Amerika kıtasını bozuk parayla kaplayıp bunu (380.000 km uzaklıktaki) Ay’a kadar bir sütun şeklinde yükseltin, aynı şeyi eş büyüklükteki bir milyar tane kıta için daha yapın. Bir bozuk parayı alın ve kırmızıya boyadıktan sonra bu milyarlarca sütundan birinin içine koyun. Sonra da gözü bağlı bir arkadaşınıza onu bulmasını söyleyin. Bulma ihtimali, buradaki ihtimale (1040‘ta 1’e) ancak o zaman eşit olacaktır. (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 96)
Bırakalım hiçbir canlılık eserinin olmadığı bir zaman diliminde milyarlarca belirli cins atomun bir araya gelerek molekülleri ve hücreyi oluşturmasını; günümüzde her çeşit organik molekülü diğer canlılardan temin etme şansı olmasına ve her tür teknik ve teknolojik imkân bulunmasına rağmen yine de bilim adamlarının bir hücre yapmaktan aciz olduklarını ifade etmek gerekir. Yani evrimcilerin bizden beklediği, günümüzün son teknoloji bilgisayarlarıyla donattıkları laboratuvarlarda üretemedikleri canlıyı, akıl ve şuurdan yoksun tabiatın ürettiğine inanmamızdır.
Fred Hoyle, Miller-Urey deneyinin, yaşamın başlangıcını kanıtlamaktan çok uzak olduğunu, kompleks canlı varlıkların ortaya çıkışındaki büyük sıçramanın nasıl gerçekleştiğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını ve kendi fikrine göre bundan sonra da bulunamayacağını ifade ettikten sonra bunun zorluğunu şöyle bir misalle anlatır: Ona göre kendiliğinden canlılığın meydan gelme şansı, tüm parçaları birbirinden dağınık bir şekilde bir hurdalıkta bulunan Boeing 747’nin, avluda esen bir kasırgayla monte edilerek uçmaya hazır hâle gelme ihtimalinden bile çok küçüktür. (Hoyle, The Intelligent of the Universe, s. 18-19)
Yaşamın kökeni üzerine araştırmalar yapan biyokimyacı Klaus Dose da, uzun yıllardır bu alanda yapılan deneylerin çözüm getirmekten ziyade problemin ne kadar büyük olduğunun farkına varılmasına yol açtığını ifade eder. Ona göre bu alanda ortaya konulan teoriler ve yapılan deneyler üzerine yürütülen büyük tartışmalar ya bir çıkmaza saplanmakta ya da bilginin yetersiz olduğu itirafı ile neticelenmektedir. (Dose, “The Origin of Life”, Interdisciplinary Science Reviews, 1988, volume: 13, s. 348)
İnsan genom projesine başkanlık yapmış olan genetikçi Francis Collins de kendini kopyalayabilen organizmaların ilk defa nasıl ortaya çıktığını sorduktan sonra, “Dürüst olmak gerekirse henüz bunu bilmiyoruz.” demiş, ardından da şu andaki hiçbir hipotezin hayatın başlangıcını izah edemediğini, yapılan olasılık hesaplarının imkânsıza yakın sonuçlar vermeye devam ettiğini itiraf etmiştir. (Collins, The Language of God, s. 90)
The Mystery of Life’s Orgin isimli eserin yazarı Profesör Walter Bradley, kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemiştir: “Bilimin, hayatın nasıl başladığına dair en ufak bir fikri bile yok. Sanırım hayatın natüralistik bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcının olduğunu çıkarsayanlara nazaran çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar.” DNA’nın moleküler yapısını keşfeden Nobel ödüllü biyokimyacı Francis Crick ise hayatın kökeninin bir mucize olarak görünmeye devam ettiğini belirtmiştir. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 58-59)
İlk canlının maddî sebeplerle ortaya çıkışının izah edilemeyeceğini gören bazı evrimciler, canlılığın dünyaya bir meteor vasıtasıyla uzaydan geldiğini iddia etmişlerdir. Ne var ki bu sefer de uzayda canlılığın nasıl başladığı sorusu gündeme gelecektir. Biyogenezin maddi süreçlerle açıklanamayacağını gören bazı evrimciler ise, “Olanın olasılığı olmaz.” diyerek bu konu üzerinde konuşmanın gereksiz olacağını ileri sürerler. Onlara göre nasıl olduysa olmuş ve canlılık yeryüzünde meydana gelmiştir. Bunun izahını yapmak bilimin işi olmamalıdır.
Evrimcilerin işinin zorluğu sadece tek bir hücrenin oluşumunu izah etmekle de sınırlı değildir. Farklı özelliklere sahip milyonlarca/milyarlarca hücrenin bir araya gelerek dokuları, organları, sistemleri ve mükemmel canlı organizmalarını ortaya çıkarması gerekiyor. Kaldı ki burada söz konusu olan tek bir canlı organizma da değildir. Aralarında müthiş bir dengenin, iş bölümünün, yardımlaşmanın söz konusu olduğu milyonlarca farklı canlı türü söz konusudur. Bütün bu süreçlerin meydana gelmesini ne maddeyle ne tesadüflerle ne de tabiat yasalarıyla izah etmenin aklen mümkün bir tarafı yoktur.
Evrimciler, bir canlının kendi kendine oluşabileceğini akla yaklaştırmak için sürekli canlıyla cansız varlıklar arasındaki farkın sanıldığı kadar da büyük olmadığını anlatmaya çalışırlar. Mesela şu ifadelere bakalım: “Canlı ile cansız arasındaki tek fark, bu etiketleme farkıdır. Bilimsel temelde ise hiçbir farkları yoktur; sadece biz de bu tanıma uygun bir varlık olduğumuz için, “canlılık” tanımı bize özel anlamlar ifade etmektedir. Doğa açısından ise bir anlamı bulunmamaktadır… Her ne zaman oluşmuş olurlarsa olsunlar, günümüzde değerleri aşırı miktarda abartılan bu genetik materyalin tamamen doğal süreçlerle var olabileceği bilinmelidir.” (Bakırcı, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, s. 72)
Oysaki moleküler biyolojideki gelişmelerle birlikte hücrenin baş döndürücü muhteşem yapısı çok daha iyi keşfedilmiş, canlılık dediğimiz şeyin sanıldığı kadar basit olmadığı çok daha iyi anlaşılmıştır.
Sözün özü şu anda bilim adamları yaşamın nasıl başladığını bilmedikleri gibi, nasıl başlayabileceği noktasında da üzerinde ittifak edilmiş hipotezlere sahip değillerdir. Bunun sebebini şu âyet-i kerime çok güzel açıklar: “Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, kendi yaratılışlarına da şahit kılmadım.” (Kehf sûresi, 18/51)
Nobel ödüllü biyokimyacı Albert Szent-Gyorgyi’nin ifadesiyle süre ne kadar uzun olursa olsun, rastgele dizilen tuğlalar hiçbir zaman bir şato veya tapınak inşa edemez. Taştan tuğladan yapılmış bir binadan bin kat daha kompleks ve daha mükemmel olan bir hücrenin şuursuz atomların rastgele bir araya gelmesiyle oluşacağını iddia etmek ancak aklı gözüne inmiş materyalist bilim adamlarının iddia edeceği bir tez olabilir.
2: İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK
İndirgenemez komplekslik (irreducible complexity) kavramı mikrobiyolog Michael Behe ile ön plana çıkmıştır. İlk defa 1996 yılında neşredilen Darwin’s Black Box-The Biochemical Challenge To Evolution isimli eser, içerdiği kanıtlar ve entelektüel gücü itibarıyla evrim teorisine en ciddi meydan okumalardan biridir. Bu yüzden eser, yayınlandıktan kısa bir süre sonra bilim dünyasında ciddi yankı yapmış ve çok satanlar arasında yerini almıştır. Behe’nin bu çalışması National Review dergisi tarafından 20. yüzyılın en iyi yüz kitap listesinde yerini almıştır. (https://www.nationalreview.com/1999/05/non-fiction-100/)
İndirgenemez komplekslik, birbiriyle uyumlu farklı bileşenlerden oluşan temel bir sistemin, onu oluşturan parçalardan birinin çıkarılması durumunda bütünüyle işlevini yitirecek olmasını ifade eder. Behe, bu durumu fare kapanıyla misallendirir. Ona göre tahta platform, yay, yakalayıcı, metal çubuk gibi parçalardan oluşan fare kapanının işlevsel olabilmesi için bütün bu parçaların eksiksiz olarak bir arada bulunması ve uyumlu bir şekilde birbirine monte edilmiş olması gerekir. Bunlardan birinin bile eksik olması durumunda kapan çalışmaz.
Behe’ye göre hücre ve onun içerisinde yer alan biyolojik sistemler/moleküler makinalar insan eliyle yapılmış sistemlere nazaran çok daha kompleks yapılardır. Bunların vazife ve fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için sistemi oluşturan bütün parçalarının eksiksiz bir şekilde aynı anda mevcut olmaları, sırasıyla ve doğru bir şekilde bir araya gelmeleri gerekir. Behe şu ifadeleriyle birbirine bağlı moleküler makinaların evrim teorisiyle meydana gelemeyeceğini, yani küçük değişimlerle adım adım oluşamayacağını ifade eder:
“Eksiltilemez karmaşıklıktaki bir sistem, daha ilkel bir sistemin küçük, başarılı değişimleri ile doğrudan meydana gelemez. Çünkü değişime önayak olan bu başlangıç sisteminin eksik parçaları nedeniyle, fonksiyonunu devam ettirmesi mümkün değildir. Eksiltilemez karmaşıklıktaki kompleks bir biyolojik sistem, Darwinci evrime karşı güçlü bir meydan okumadır. Doğal seleksiyon, daha önceden çalışır hâlde olan sistemleri seçeceği için, eğer bir biyolojik sistem aşama aşama gelişemiyor ve fonksiyonunu gerçekleştiremiyorsa, bu durumda bütün bir ünite olarak oluşmuş olması gerekir. Bu durumda doğal seleksiyonun bir anlamı da olmayacaktır.” (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 48)
Behe, moleküler sistemlerin nasıl basitleştirilemez ve eksiltilemez karmaşık yapılar olduğunu, dolayısıyla evrimleşerek oluşamayacaklarını hücredeki tüycükler, bakteri kamçısı ve kanın pıhtılaşması gibi müşahhas örnekler üzerinden detaylı bir şekilde izah eder. Mesela kanın doğru zamanda ve doğru yerde pıhtılaşması için birbirinden bağımsız çok sayıda proteinin ortak bir çalışma yürütmesine ihtiyaç vardır. Bunlardan herhangi birinin eksilmesi veya zarar görmesi sistemin işleyişini durduracaktır.
Bir motor gibi vazife gören ve dönerek bakterinin suda hareket etmesini sağlayan bakteri kamçısı da oldukça kompleks bir yapıya sahiptir. Kürek, pervane ve motor olmak üzere üç temel parçadan oluşur. Bu parçaların her biri de belirli tip yüzlerce proteinin uygun bir şekilde birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Bu parçalardan birinin eksikliği dahi sistemi dumura uğratır. Dolayısıyla böyle bir sistemin evrimleşerek adım adım oluşması mümkün değildir.
Moleküler biyoloji sayesinde hücrenin yapısı aydınlatıldıkça bilim adamları, daha önce hayal bile edemeyecekleri nasıl karmaşık ve mükemmel bir sistemle karşı karşıya olduklarını daha iyi anlıyorlar. Zira içindeki organellerin her biri ayrı birer moleküler makine olan hücre, nakil sistemleri, üretim hatları, enerji santralleri, rafineleri, genetik bilgi bankası ve savunma mekanizmalarıyla en büyük şehirlerden bile daha kompleks bir yapıya sahiptir. İçerisinde saniyede üç bin kimyevi reaksiyon meydana gelir. Böyle muhteşem bir yapının düzen ve ahenginin bozulmadan uzun bir zaman içerisinde farklı parçaların kademe kademe bir araya gelmesiyle oluşabileceğini hayal etmek dahi mümkün değildir.
Behe bu durumu şöyle tasvir eder: “Biyokimyanın gelişmesiyle, aslında evrim teorisinin kesinlikle açıklayamadığı bir dünya ortaya çıkmıştır. Hücre içindeki iplikçikler, görme, kan pıhtılaşması, hücre içi nakil gibi pek çok sistem biyokimyasal dünyanın ince ince donatılmış, birbiriyle bağlantılı parçalardan oluşan kimyasal mekanizmaları içerdiğini göstermektedir. Bu gelişmelerle, evrim teorisinin mikrobiyolojik düzeyde hiçbir dayanağı kalmamıştır.” (Darwin’in Kara Kutusu, s. 5)
Filozof Anthony Flew, 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan sonra dine dönüşünün sebebini biyologların DNA araştırmalarına bağlar ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması için gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu işin içinde zekânın olması gerektiğini ispatlamışlardır.” Aynı şekilde kozmolog Allan Sandage, 50 yaşında dine dönüşünü şöyle izah eder: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantılar ile sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şekilde oluşturulduğuna ikna oldum.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 242)
İndirgenemez komplekslik sadece hücre seviyesinde ele alınacak bir mesele değildir; gözün yapısından, midenin gıdaları sindirme faaliyetine, kalbin kan pompalamasından böbreklerin kanı süzmesine, dolaşım sisteminden solunum sistemine kadar bütün doku, organ ve sistemleri aynı şekilde kompleks birer biyolojik makine olarak görebiliriz. Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Çok sayıda, ardışık ve küçük değişikliklerle oluşamayacak bileşik bir organın varlığı gösterilebilseydi, teorim kesinlikle çökerdi.” demiştir. (s. 216)
Günümüzde pek çok bilim adamı tarafından, hücredeki en küçük biyolojik makinelerin bile Darwin’in bahsettiği şekilde evrimleşerek tesadüfen meydana gelemeyeceği gösterilmiştir. Michael Behe, dünya kütüphanelerinin katalogları ve bilgisayar arşivleri üzerinde yaptığı araştırmalar neticesinde, karmaşık biyokimyasal sistemlerin evrimleşme sonucu nasıl oluştuğunu açıklayan herhangi bir eser ve çalışmaya rastlamadığını ifade etmiştir. (s. 183)
3: GENETİK BİLGİNİN ÜRETİMİ
Evrim teorisi açısından en büyük açmazlardan biri de DNA’da depolanan muazzam bilginin kaynağıdır. Hücredeki bilginin nereden geldiği sorusu, evrimciler açısından hâlâ gizemini korumaktır. Tek bir hücre çekirdeğinin taşıdığı bilginin 30 ciltlik Britannice Ansiklopedisi büyüklüğünde olduğu ifade edilmiştir. Prof. Dr. Âdem Tatlı, bütün insan hücrelerinde şifrelenen bilginin muazzam boyutunu şöyle bir temsille anlatır: “İnsanın DNA’sındaki bilgilerin tamamını tespit mümkün olsa ve bu bilgileri bir ansiklopedide toplamak istesiniz, bu ansiklopedilerin miktarının, buradan aya kadar 100 metre karelik bir alanı dolduracağını ifade etmektedirler.” (Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış, s. 283)
İşin tuhaf yanı âdeta bir bilgi dağını andıran DNA molekülü, vücudumuzda sadece altı mikrometrelik bir yer kaplar. Fakat o, üç milyar nükleotid diziliminden oluşur. DNA’daki bütün bilgiyi kodlayan sadece dört harftir (adenin, guanin, sitozin ve timin). Bu harflerin farklı dizilimleriyle farklı aminoasitler ve proteinler oluşur. Tek bir proteini inşa etmek için bile 1200-2000 arası harfe gereksinim vardır. Hücredeki 23 kromozoma yerleştirilmiş 30 bin civarındaki genin her biri, 20 binin üzerinde farklı protein çeşidi ortaya çıkarmaktadır. Bill Gates, “DNA bir bilgisayar programı gibidir fakat o şimdiye kadar yapılmış yazılımlardan çok daha ileri düzeydedir.” demiştir.
Evrimcilerin birçoğu şuur, akıl, bilgi gibi tamamıyla soyut ve metafizik gerçekliklerin kaynağını da hücredeki biyolojik süreçlerde arar. Fakat bir şey kendinde olmayan bir şeyi bir başkasına veremez. Hücre, akıl ve ilimden yoksun atom ve moleküllerden meydana gelir. Cansız ve şuursuz parçaların bir araya gelerek DNA’da şifrelenmiş bu baş döndürücü bilgi hazinesini ortaya çıkarmalarının hiçbir şekilde makul bir izahı yapılamaz. Yani DNA’yı oluşturan kimyasal maddelerin tamamı elimizde mevcut olsa bile, bunların belirli konfigürasyonlarla düzenlenmesi için müthiş bir ilme ihtiyaç olacaktır.
Bu konuda Amerikalı matematikçi Norbert Wiener şöyle der: “Bilgi, bilgidir; enerji veya madde değildir. Bunu kabul etmeyen hiçbir materyalist fikrin bugün ayakta kalması mümkün değildir.” (Wiener, Cybernetics, s. 182)
Meşhur fizikçi Paul Davies de bilginin fizikî ve kimyasal madde ve süreçlerden farklı bir şey olduğunu şöyle ifade eder: “Açıktır ki canlılık kimyevî bir görüngüdür; ancak ondaki ayırt edici özellik kimyada yatmamaktadır. Hayatın sırrı, üzerindeki ilmin özelliklerinden gelir. Yaşayan bir organizma bilgi işleten kompleks bir sistemdir.” (Davies, The Fifth Miracle, s. 19)
İlk canlılığın ortaya çıkışı da, gelişimi de, çoğalması da en temelde bilgiyle ilişkilidir. Bilginin kaynağı problemi çözülemediği sürece, canlı organizmaların oluşum ve gelişimleri de çözülemez. En küçük bir bakteri hücresinde dahi milyonlarca sayfayı bulan genetik bilginin, ne maddi sebeplerle, ne tesadüfi süreçlerle ne de doğa yasalarıyla izahı mümkün değildir. Bilgi, ancak akıl ve şuur sahibi varlıklar tarafından üretilebilir. Hele dünyadaki milyonlarca canlı türündeki bilginin toplamını göz önünde bulunduracak olursak (ki bu bilgi dünyadaki bütün kitaplardan çok daha fazladır), bunun, rastlantıların, atomların veya yasaların üstesinden gelemeyeceği muazzam bir iş olduğunu çok daha kolay anlarız. Bu, tabiri caizse Yüce Yaratıcının her hücreye kendi mührünü vurması, kendi imzasını atması demektir. (Bkz. Stephen C. Meyer, Signature In The Cell-DNA Evidence For Intelligent Design)
Nasıl ki kitaplardaki veya bilgisayar programlarındaki bilgiler arka planda işleyen bir akıl ve şuura işaret ediyorsa, tek bir kitap veya bilgisayar programından çok daha kompleks ve mükemmel olan DNA bilgisinin bir Yaratıcı olmaksızın vücuda gelmesi düşünülemez. Bırakalım bir kitabı, sahilde kum üzerine yazılmış anlamlı bir cümle gördüğümüzde dahi, bunun, dalgaların tesadüfi vuruşlarıyla meydana gelmediğini; bilakis zekâ sahibi bir varlık tarafından yazıldığını biliriz. Buna rağmen şayet bütün hücresel süreçleri kontrol eden, vücudun ihtiyaç duyduğu bütün proteinlerin üretim kodlarını sağlayan muazzam bir bilgi kaynağını tesadüfi süreçlerle açıklamaya çalışırsak kendimizle çelişmiş ve tutarsız davranmış oluruz.
Bu yüzden DNA sarmalının keşfedilmesi, canlı organizmaların ortaya çıkışlarıyla ilgili her tür natüralistik izaha indirilmiş büyük bir darbe olmuştur. Çünkü bir kâğıda yazılmış iki satırlık basit bir bilgi dahi bilinçli bir etkinliği akla getirirken, bilgiyle dopdolu olan bir hücrenin evrimle, rastlantısal süreçlerle açıklanması büyük bir çelişkidir. Evrim, hücreye ilk bilgi girdisinin nasıl gerçekleştiğini açıklayamadığı sürece, hayatın kökenini de açıklayamayacaktır.
4: İNSAN BİLİNCİ
Günümüzde evrimcileri en çok zorlayan konulardan bir diğeri de insan bilincidir. Burada bilinçle kastettiğimiz şey; ruh, irade, kalb, şuur, akıl ve benlik gibi insanı insan yapan, onun başta kendini, sonra da çevresini fark etmesini sağlayan, ona düşünme, akletme, hissetme ve duyumsama gibi yetileri kazandıran hususiyetlerin tamamıdır.
Bugün insanla hayvan arasındaki farkları bilmeyen yoktur. Her şeyden önce insan, olağanüstü kabiliyetlerle donatılmış bir akla sahiptir. Bu aklı sayesindedir ki o, bütün varlık üzerinde tasarrufta bulunmuş, konuşma becerisine sahip olmuş, medeniyetler kurmuş, teknik ve teknolojide olağanüstü keşifler ortaya koymuş, baş döndürücü bilimsel gelişmelere imza atmış ve kültürel faaliyetlerde bulunmuştur. 1.5 kg. ağırlığındaki beyni ile o, dünyanın çehresini değiştirmiştir.
Kaldı ki insanı hayvanlardan ayıran tek özelliği sadece zihinsel faaliyetleri de değildir. Bilakis o, kalbî, ruhî ve vicdanî mekanizmaları sayesinde zengin bir his ve duygu dünyasına sahiptir. Sanat ve estetik zevkleri vardır. Güzele ve güzelliğe karşı hayranlık duyar. Ahlâk dışı davranışlar sergilemekten hayâ eder, utanır. Ailesine ve yakın çevresine karşı sevgi ve muhabbet besler. Haksızlığa karşı öfke duyar. Bazen umutlanır bazen de hayal kırıklıkları yaşar. Çevresinde olup bitenlere karşı merak duyar. Hepsinden öte dünyadaki varlık gayesini düşünür, hayatın anlamını arar, inanma ihtiyacı duyar ve ebediyeti arzular.
İnsan, sahip olduğu bütün bu mümeyyiz vasıflar ve yüce hasletlerle hayvanlardan apayrı bir varlık ortaya koyar. Bunların fiziksel ve maddi kavramlarla izahı mümkün değildir. Çünkü temel yapıtaşlarında bulunmayan özellikler bütünde de bulunamaz.
Bununla birlikte Darwinistlere göre insanın sahip olduğu bütün bu olağanüstü özellikler de mutasyon ve tabii seleksiyonun birer ürünüdür. Maymunla aynı atadan gelen insan, evrimleşme neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Evrimciler, insanın sahip olduğu bu olağanüstü yetenek ve kabiliyetler ile beyin büyüklüğü arasında güçlü bir irtibat olduğunu ifade ederek, bütün kerameti burada ararlar. Zira evrimleşme sürecinde maymunla yolları ayrılan insanın beyni büyümeye başlamış, zekâ, şuur, dil, ahlak, din, kültür ve medeniyet gibi bütün değer ve birikimler de buna bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Marvin Minsky’nin ifadesiyle evrimciler insan beynini şuurlu düşünebilen etten yapılmış bir bilgisayar gibi görürler. Francis Crick de şöyle der: “Sevinçleriniz ve dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışından başka bir şey değildir.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 76)
Şayet his ve duygular, bilinç ve şuur, insan beyninin işlem gücü neticesinde ortaya çıkan tabii bir sonuç ise niçin ileri teknoloji bilgisayarlar veya robotlar insan beyninden daha ileri bir işlem gücüne ulaştıkları hâlde şuur sahibi olamıyorlar. Yoksa ileride şuur ve bilinç sahibi makineler üretebilecek miyiz? Uzmanlar bunun mümkün olamayacağını söylüyor. Çünkü bilgisayarların yapay zekâları olsa da gerçek bir zekâları yoktur.
Beynin nasıl olup da büyüme sürecine girdiğinin, büyüyen beyinde bütün bunların nasıl ortaya çıktığının makul ve bilimsel bir izahı yoktur. Birçok evrimci iddia gibi bu da salt bir spekülasyondan ibarettir. Çünkü bunun doğruluğunu gözlemleyip test edebilecek hiçbir imkâna sahip değiliz. Daha da önemlisi şuurun, beynin bir işlemi olmadığını gösteren önemli çalışmalar yapılmıştır. Zira beyin ölümü kesin olarak gerçekleşen ve tıbben ölü kabul edilen fakat daha sonra tekrar hayata dönen hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu süre zarfında şuurun devam ettiği tespit edilmiştir.
Benlik ve şuur bir yana, insanın akletme, düşünme, tefekkür ve tezekkürde bulunma gibi zihnî ve fikrî faaliyetlerinin dahi beyinle olan irtibatı yeterince ortaya konulmuş değildir. Zihin ve aklın, kafatasımızın içinde yer alan fiziksel beynimize ait bir meleke olup olmadığı, bunlar arasında nasıl bir irtibatın bulunduğu oldukça kompleks ve belirsiz bir meseledir. Beyindeki nöronların, nöronlar arasındaki bağlantı ve etkileşimin ne tür zihinsel sonuçlar doğurduğunu nedensellik ilişkisiyle açıklamak, bilim adamları açısından hiç de kolay değildir.
Fransız filozof Paul Ricoeur, “Beynim düşünmüyor (düşünen, beynim değil) ama ne zaman düşünsem, beynimde bir şeyler oluyor!” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 45); “Beynin yapısıyla ruhsal olaylar arasında bir ilişki olduğunu öğreniyoruz ama bütün bunlar bana bu ilişkinin ne olduğunu söylemiyor.” (s. 54) sözleriyle akletme ve beyin arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilmenin ne kadar zor olduğuna, hatta düşünmenin bütünüyle beyne verilemeyeceğine işaret eder. Kur’an-ı Kerim’in de, “Kalbleri vardır ama bu kalblerle idrak etmezler.” (A’râf sûresi, 7/179) âyetiyle akletme, düşünme ve anlama gibi zihnî faaliyetleri kalbî bir ameliye olarak ortaya koyduğunu hatırlatmakta fayda var.
Filozof Robert Augros ve fizikçi George Stanciu, ruh/beden ayrımı hakkında şu önemli tespiti yaparlar: “Fizik, nörobilim ve psikolojinin gelmeye başladıkları ortak nokta şu: Akıl maddeye indirgenemez. Maddenin bir gün akledeceğini düşünmek simyacının başka şeyleri altın yapmaya çalışması kadar boştur.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 367)
Netice itibarıyla hipotez ve teorileri değil de gözlem, tecrübe ve bilimsel verileri esas alacak olursak, insanın sahip olduğu benlik ve şuurun, materyalist temellere oturan evrimsel süreçlerle izah edilemeyeceğini anlarız. Zira bunların beynin fiziki birer işlemi olmadığını gösteren önemli deneyler yapılmış, bilimsel bulgular elde edilmiştir. (Bkz. Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 348-350) Dolayısıyla fiziki olan şeylerin metafiziğe ait sıçramalar yapabilmesini maddenin imkânları dâhilinde izah edemeyiz. Şuur, ancak şuur sahibi bir varlıktan gelebilir.
5: KAMBRİYEN PATLAMASI
Evrim teorisinin önündeki en büyük engellerden biri de 530 milyon yıl önce gerçekleşen ve ismine kambriyan patlaması (cambrian explosion) denilen zaman diliminde otuzun üzerinde filumun bir anda ortaya çıkmasıdır. Bulunan birçok fosil bunu net olarak kanıtlamıştır. Kambriyen dönemine ait faunanın bir anda ortaya çıkmasının anlamı ise ara geçiş formlarının olmaması demektir. (Stephen C. Meyer, “The Cambrian Information Explosion”, Debating Design, s. 373)
Kambriyen döneminde ortaya çıkan salyangozların, trilobitlerin, süngerlerin, solucanların, denizanalarının, deniz yıldızlarının, yüzücü kabukluların ve deniz zambaklarının her biri oldukça kompleks yapıya sahip canlılardır. Tek hücreli canlılar ile bunlar arasında geçiş formları bulunamamıştır. Yani Kambriyen dönemi canlılarının ortak ataları yoktur. Bu kompleks canlıların nasıl olup da bir anda evrimleştiğine dair elde hiçbir kanıt mevcut değildir.
Evrimin en meşhur savunucularından biri olan Richard Dawkins bile bu konuda şunu söyler: “Kambriyen kayaç katmanları, ana omurgasız gruplarının çoğunu bulduğumuz, en eski kayaçlardır. Bu fosillerin çoğunu ilk ortaya çıkışlarında ileri bir evrim düzeyinde buluyoruz; sanki hiç evrimsel tarihleri yokmuş ve oraya bırakılmışlar gibi… Söylemeye hacet yok, bu ani ortaya çıkış yaratılışçıları çok mutlu ediyor.” (Dawkins, Kör Saatçi, s. 263)
Darwin de bu problemin farkındadır. O, Kambriyen öncesi dönemlere ait çökeltilerin niçin fosil kayıtları açısından zengin olmadığı sorusuna doyurucu bir cevap veremediğini itiraf etmiştir. (Darwin, Türlerin Kökeni, s. 403) Fakat Darwin Kambriyen döneminin 60 milyon yıl önce yaşandığını tahmin eder. Şayet onun 530 milyon yıl öncesine ait bir olay olduğunu bilseydi belki teorisinden bile vazgeçerdi.
Darwin’in takipçileri Kambriyen dönemini çok uzun göstermeye çalışarak (30-40 milyon sene), o döneme ait fosil delillerini hafife alarak veya yeterince Kambriyen patlaması üzerinde durmayarak bu durumu maskelemeye çalışırlar. Ne var ki Afrika ve Avustralya’da üç milyar yıldan daha yaşlı tek hücreli organizmalar bulunmuştur. Çok az sayıdaki çok hücreli canlı fosilinin tarihi ise 600 milyonlu yıllara aittir. Fakat bunlarla Kambriyen canlıları arasında çok büyük farklar vardır. Yani evrimleşme yoluyla prekambriyenden Kambriyene nasıl geçildiğini göstermek mümkün değildir. Kambriyende muhteşem canlı organizmaların bir anda belirivermesi evrimciler açısından âdeta bir mucize gibidir.
İşin tuhaf tarafı Kambriyen patlaması bir anda ortaya çıktığı gibi bir anda da sona ermiştir. Kambriyen sonrası yaklaşık 500 milyon yıllık zaman dilimi boyunca ortaya çıkan canlı türü oldukça sınırlıdır.
Sonraki dönemlerde de canlıların ortaya çıkışında bir tedricilik görülmez. Mesela birçok memeli türü Paleosen döneminde (60-65 milyon yıl önce) dünyanın yaşına oranla çok kısa bir zaman aralığında ortaya çıkar. Yırtıcılar, yarasalar ve tek tırnaklılar gibi memeli sınıflarının bir anda ortaya çıkışı da evrimciler açısından en az Kambriyen patlaması kadar açıklanamaz bir vakıadır.
Paleontoloji uzmanı George Gaylord Simpson’un şu ifadeleri bu ani ortaya çıkışları çok güzel resmeder: “Yeryüzündeki canlı tarihinin en şaşırtıcı yönü, sürüngenlerin hâkim olduğu Mezozoik dönemden âni bir şekilde memeliler dönemine geçilmesidir. Sanki bütün oyuncularının çok sayıda ve türdeki sürüngenler olduğu bir tiyatro sahnesinin perdesi âniden inmiş ve perde tekrar açıldığında bu defa başrollerde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin azınlıkta kalarak kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Sahnede görülen memeliler ise bir önceki dönemden hiçbir iz taşımıyorlar gibidir.” (Simpson, Life Before Man, s. 42)
Böyle bir tablo ise Darwin’in çizdiği hayat ağacından oldukça farklıdır. Zira “biyolojik big-bang” de denilen Kambriyen olayı, canlıların adım adım evrimleşmediklerini gösteren en büyük kanıtlardan biridir.
6: ENTROPİ (DÜZENSİZLİK) YASASI
Meselenin teknik izahını bir kenara bırakacak olursak kısaca entropi, tabiattaki düzensizliğin arttığını, bütün varlıkların zamanla yıprandığını ifade eder. Mesela canlılar yaşlanır ve ölür, arabalar paslanır, binalar yıpranır, taşlar aşınıp ufalanır. Tabiattaki bütün varlıklar zamanla dağılır, bozulur ve değişirler. Çürüyüp parçalanma er ya da geç her varlığı bekleyen mukadder sondur. Yani kâinattaki entropi (düzensizlik) tek yönlü olarak ve tersine döndürülmez bir tarzda sürekli artar. Buna Termodinamiğin İkinci Yasası da denir.
Entropi yasasının ifade ettiği mana, enerjinin sürekli olarak daha çok kullanılabilir bir formdan daha az kullanılabilir bir yapıya doğru değişmesidir. Bunun yol açacağı sonuç ise kâinattaki düzensizliğin her geçen gün artmaya devam etmesidir. Eğer bir yerde oluşan bir düzen söz konusu olsa bile mutlaka başka bir yerde daha büyük çapta bir düzensizlik ortaya çıkacaktır. Albert Einstein’a göre bu yasa, “bütün bilimlerin birinci kanunudur.”
Şu ifadeler entropi yasasının bilim adamları arasındaki genel kabulüne işaret eder: “En ünlü fizikçilere göre fiziğin en temel yasası olan entropi; başarılı bilimsel bir teori olmak için farklı bilim felsefecilerince ortaya konmuş olan gözlem ve deneye dayanma, yanlışlanabilme, öngörü yeteneği, başarılı matematiksel açıklama gibi kriterlerin hepsini karşılar.” (Taslaman, “Din Felsefesi Açısından Entropi Yasası”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 30 (2006/1), s. 90)
Entropinin, evrimin önünde nasıl bir engel olduğu şöyle ifade edilir: “Kâinatta her şey, kendini minimum enerjiye ve maksimum düzensizliğe çekmek ister. Bu Termodinamiğin İkinci Kanunu olarak ifade edilir. Evrimcilerin iddiaları ise, bu ikinci kanuna terstir. Çünkü onlar, basitten mükemmele doğru bir gidişin olduğunu, basit yapılı canlılardan zamanla daha mükemmel ve yüksek yapılıların teşekkül ettiğini ileri sürerler. Hâlbuki bu entropi kanununa göre her şey komplekslikten basitliğe, karmaşıklıktan tekliğe doğru parçalanma ve gitme eğilimindedir.” (Âdem Atatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış, s. 59)
Modern yaratılışçı bilimin babası olarak kabul edilen Henry M. Morris’e göre evrimciler, bütün evreni kapsayan bu temel fizik kanununu yeterince önemsemez, mümkün olduğunca ondan söz etmez ve evrimi teşvik eden kitaplarında ona değinmezler. Bu ise yaratılışçılar açısından şaşkınlık verici bir durumdur. Bu konuda kendilerine soru yöneltildiğinde ve bir şeyler demek zorunda kaldıklarında da genellikle şu cevaplardan birini verirler:
(1) Termodinamiğin ikinci yasası canlı sistemlere uygulanamaz, (2) Termodinamik yalnızca istatistiksel bir ifadedir ve istisnaları mümkündür, (3) Belki İkinci Yasa eskiden işlemiyordu, (4) Belki evrenin başka bölgelerinde İkinci Yasa işlememektedir, (5) İkinci Yasa açık sistemlere uygulanmaz.
Morris, bu iddialara tek tek cevap verir, bunların akla ve bilime uygun olmadığını gösterir ve entropinin evrim modeli karşısında önemli bir sorun olarak durduğunu ifade eder. O, şöyle der: “Şimdi çok emin olarak, evrim olayının Termodinamiğin İkinci Yasası tarafından tümüyle olanaksız kılındığını söyleyebiliriz. Evrim modelinin bu İkinci Yasaya uydurulması olanaksızdır.” Morrise’e göre en temel tabiat yasaları karşısında evrimcileri yukarıdaki gerekçeleri öne sürmeye sevk eden sebep, evrimin sorgusuz sualsiz doğru olduğunu kabul etmeleridir. (Morris, Bilimsel Yaratılışçılık, s. 37-45)
7: CİNSİYET-ÇİFT VAROLUŞ
Evrimin önündeki en büyük bariyerlerden biri de canlılar dünyasındaki cinsiyettir. Farz edelim ki kendiliğinden bir canlı vücuda geldi, üremeye başladı ve uzun asırlar boyunca mutasyon ve doğal seçilim yoluyla farklı türleri meydana geldi. Her bir türün kusursuz, hatasız ve mükemmel yapıdaki dişi ve eril üyelerden oluşmasını ve bunların çiftleşebilmek için gerekli üreme organlarına sahip olmalarını tesadüflerle izaha çalışmak aklen kabul edilebilir bir ihtimal değildir.
Evrimi savunan bilim adamları arasında cinsiyetlerin neden ve nasıl evrimleştiği konusunda henüz kabul gören bir hipotez ve açıklama yoktur. Bazı evrimciler hiç bu konuya girmeyi istemez ve en fazla, “Bilim ileride bu sorunsalı çözecektir.” demekle yetinirler. Bir kısım tahmin ve öngörülerden yola çıkarak bu konuyu izah etmeye çalışan evrimciler olsa da, onların açıklamaları da tatmin edicilikten ve makuliyetten çok uzaktır.
Bölünerek çoğalma çok daha kolay olduğu hâlde tek hücreli canlıların niçin eşeyli üreyen canlılara evrildiği, bu evrimleşme sırasında niçin iki cinsiyetin ortaya çıktığı, çift varoluşun bütün türlerde kusursuz bir şekilde nasıl devam edip gittiği, bu iki cinsiyetin nasıl sürekli birlikte evrim geçirdiği, farklı cinsler arasındaki cazibe ve çekiciliğin nasıl ortaya çıktığı gibi yüzlerce soruya evrim içerisinde cevap aramanın hiçbir anlamı yoktur.
Nature dergisinin fahri editörü John Maddox konuyla ilgili şöyle der: “En önemli soru cinsel üremenin ne zaman ve nasıl geliştiğidir. On yıllardır yapılan bütün tahminlere rağmen bunu bilmiyoruz.” (Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, s. 111)
Bu sebepledir ki bazı araştırmacılar cinsiyetin ve çiftleşmenin modern evrim teorisi önündeki en büyük engellerden biri olduğunu ifade etmiş; cinsiyetin evrim için neden gerekli olduğunu anlamak için Darwinci olmayan açıklamalara ihtiyaç duyulduğunu ifade etmişlerdir. (Robber Wesson, Beyond Natural Selection, s. 139)
8: GÜNÜMÜZDE GÖZLENEN GERÇEKLİK
Richard Dawkins, evrim hakkında kanıt elde etmeyi şöyle bir analojiyle anlatır: “Bizler işlenen bir cinayetin ardından olay mahalline gelen dedektifler gibiyiz. Katilin davranışları çoktan tarihe karışmıştır. Dedektifin cinayete kendi gözleriyle tanık olma şansı yoktur. Dedektifin elinde olan, geride kalan izlerdir ve orada güvenilecek çokça şey vardır. Ayak izleri, parmak izleri (ve günümüzde DNA parmak izleri), kan lekeleri, mektuplar ve günlükler vardır.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 22)
Theodosius Dobzhansky de evrime ait vakıaların bir kereye mahsus olduğunu, tekrar edilemeyeceğini ve geri dönüştürülemeyeceğini belirtirken aynı noktaya dikkat çeker. Ona göre evrimsel süreçlerin geriye dönüşümünü sağlamak, karada yaşayan bir omurgalıyı bir balığa dönüştürmek kadar imkânsızdır. (Dobzhansky, “On Methods of Evolutionary Biology and Anthropology”, American Scientist, volume: 46, s. 388)
Bu anlatıya göre evrim, geçmişin karanlık asırlarında olup bitmiş bir vakıadır. Evrimin gerçekliğini öğrenmek isteyen bilim adamlarının yapması gereken tek iş, onun arkada bıraktığı izleri takip etmektir.
Evrimcilerin bu yaklaşım ve bakış açısındaki boşlukları ve çelişkileri nasıl olup da fark etmediklerini anlamak mümkün değil! Şayet evrim, hem günümüzde yaşayan hem de nesli tükenen milyonlarca farklı türdeki canlıyı ortaya çıkaran tek gerçeklik ise, onun mekanizmalarının günümüzde de faaliyetini sürdürüyor; yani hâlihazırda yaşamını devam ettiren bütün canlı türlerinin evrimleşme süreçlerinin devam ediyor olması gerekir. Daha da önemlisi tıpkı fosil kayıtlarında olduğu gibi günümüzde yaşamlarını devam ettiren canlıların önemli bir kısmının da yeni türleri oluşturmak üzere yola çıkmış ara formlar olması gerekir.
Oysaki canlılar âleminde gezinen bir insan evrimleşmeye dair hiçbir kanıt ve hiçbir belirti göremez. Tam tersine, türler arasında aşılması imkânsız muazzam farklar bulunduğunu, her bir türün sahip olduğu doku, organ ve yapıların yerli yerinde olduğunu, organizmanın yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmesi adına hayatî işler gördüğünü, hiçbir türün kendi sınırlarını aşarak yeni bir oluşuma girmediğini müşahede eder.
Ramazan el-Buti, var olan gerçekliğin evrimi yalanladığını şu sözleriyle izah eder: “Gözlemlediğimiz gerçeklik, Darwin’in doğal seçilim ve güçlü olanın hayatta kalacağı yasası ile keskin bir karşıtlık içindedir. Geçirdiği çok çok uzun yıllara rağmen yerküresi, denizanasından maymuna, ondan insana kadar en güçlü, güçlü ve zayıf olan canlılarla hâlâ dolup taşmaktadır. Eğer bu yasa doğru olsaydı, onun en basit ve en açık muhtemel sonucu şu olurdu: Evrim süreci ve seçilimin ne kadar yavaş olduğuna bakmaksızın, canlıların tekâmülü en azından başlangıç noktasından biraz ileride olurdu. Oysaki bu başlangıç noktası çeşitli zayıf canlılarla kaynamakta ve hâlâ kendilerine has yaşam biçimini, tıpkı atalarının yaptığı gibi sürdürmektedirler.” (Bûtî, Kübra’l-yakiniyyat, s. 260)
Darwin’in takipçileri evrimin nasıl iş başında olduğunu ispatlamak için atla eşeğin çiftleşmesinden doğan katırı, bakterilerin antibiyotiklere karşı kazandığı direnci veya melezleme ve kültürleme ile yeni ırkların elde edilmesi gibi vakaları gösterirler. Ne var ki zaten bu gibi konular “evrim teorisi” başlığı altında yapılan tartışmaların mevzusu değildir. Evrimi reddedenler de türün kendi sınırları içerisinde farklı varyasyonların ortaya çıkabileceğini kabul eder. Katırın varlığı ise türleşmenin bir örneği olamaz. Çünkü katır zaten kısır olup, üreme kabiliyetine sahip bir hayvan değildir.
Öte yandan evrimciler, türleşmenin birkaç nesilde değil, süresi milyonlarca yılı bulacak çok uzun zaman dilimlerinde gerçekleşeceğini söyler. Fakat bu da oldukça tuzak bir ifade şeklidir. Çünkü farz-ı muhal bunu doğru kabul etsek bile, günümüzde evrimleşmenin gözlenemiyor olmasını açıklamış olmayız. Zira tarihin farklı dönemlerinde evrimleşmeye başlamış milyonlarca canlının evrimleşme süreçlerinin günümüzü de kapsaması gerekirdi. Zaten evrime karşı çıkan insanlar da, sıfır noktadan başlayıp bitişine kadar bir türün dönüşümünün gözlemlenemeyeceğini bilir. Sadece “Milyonlarca yıl önce başlamış ve hâlâ devam eden örnekler niye yok?” diye sorar.
Söz gelimi evrim bakış açısıyla insanı ele alacak olursak, zihnimize onlarca soru hücum eder. Geçmiş asırlarda yaşadığı iddia edilen homo’ların bir kısmı niye günümüzde varlığını sürdürmüyor? Evrimleşme homo sapiens’le durdu mu, yoksa devam mı ediyor? Durduysa niye durdu; devam ediyorsa bu evrimleşme mükemmele doğru mu ilerliyor, yoksa gerilemesi de mümkün mü? Maymun veya daha başka hayvan türleri içerisinde insan olmaya doğru yol alan canlılar var mı? Bilimin sınırları içerisinde bütün bu sorulara cevap vermenin imkânı yoktur.
Aslında bütün bunlar kitap satırlarında okunduğunda kulağa hoş gelebilen evrim senaryolarının gerçek hayatta hiçbir karşılığının olmadığını gösterir. Yani evrimin gerçekleştiğini gösteren ne gözlenmiş bir numune vardır ne de bizi bunu kabul etmeye zorlayan mantıkî bir zaruret söz konusudur. Tabi ki natüralist izahlar yegâne izah modeli kabul edilmediği ve materyalist gözlük takılmadığı sürece.
9: EVRİME KARŞI ÇIKAN BİLİM ADAMLARI
Darwin, teorisini ortaya attığı günden itibaren bilim camiasının önemli bir kısmını etkisi altına almış olsa da, o günden bugüne itiraz ve eleştirilerin ardı arkasının kesilmediği de bir gerçektir. Mesela www.dissentfromdarwin.org isimli internet sitesinde “Hayatın karmaşıklığının açıklanması için kullanılan tabii seleksiyon ve tesadüfî mutasyon mekanizmalarının yeterlilikleri konusundaki iddialara şüpheyle yaklaşıyoruz. Darwin’in teorisi için delillerin dikkatli bir şekilde incelenmesi desteklenmelidir.” şeklindeki bir bildiriyle birlikte evrime karşı imza kampanyası başlatılmış ve dünyanın farklı yerlerinden 1200 civarında bilim adamı bu kampanyaya destek vermiştir. (İlgili siteden bilim adamlarının isimlerinin, branşlarının ve çalıştıkları kurum bilgilerinin yer aldığı liste indirilebilir)
Evrimciler de yer yer evrimin bilimsel olduğunu ifade etme adına benzer kampanyalar düzenliyor ve ortak bildiriler yayınlıyorlar. Mesela 2006 yılında 66 farklı ülkeden 68 bilim akademisinin iştirakiyle böyle bir bildiri yayınlanmıştır.
Aslında bilimsel olduğu ifade edilen bir meselenin bu tür yollarla insanlara benimsetilmeye, hatta dikte edilmeye çalışılması, onu bilimsel olmaktan çıkararak bir ideoloji hâline getirir. Dolayısıyla evrim aleyhinde düzenlenen imza kampanyaları onu reddetmek için makul bir sebep olmayacağı gibi, lehinde yapılanlar da onu ispatlamaz. Bilimsel bir konu ilmî yollarla ispat edilir, siyasetçi seçer gibi oy devşirerek olmaz. Muhtemelen bilimsel bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı yönünde “oy kullanılmasının” veya “imza atılmasının” bilim tarihinde başka bir misali yoktur.
Bilimi ilgilendiren bir mesele hakkında yapılması gereken, fikir ve teorilerin bilimsel veri ve kanıtlarıyla ortaya konulması, değerlendirmenin de kamuoyuna bırakılmasıdır. Kanıtları güçlü bulan kişiler bunu kabul eder, zayıf bulanlar ise reddeder. İleri sürülen aykırı fikirler, yorum ve değerlendirmeler de bir şans olarak görülür ve teorinin daha da geliştirilmesinde veya değiştirilmesinde ya da terk edilmesinde dikkate alınır. Bilimde oylama olmaz, olmamalıdır. Böyle bir zihniyetin Galile’yi mahkûm eden Engizisyon’dan bir farkı yoktur. Ne var ki evrim konusu bilimin çok ötesine geçtiği, bazılarınca bir ideoloji, din ve hayat görüşü hâline getirildiği için, bu tür tuhaflıkların yaşanması da kaçınılmaz oluyor.
Bizim böyle bir başlık atmamızın ve evrim fikrine karşı çıkan çok sayıda saygın bilim adamının da bulunduğunu söylememizin tek amacı, evrim savunusunun bir propagandaya dönüştürülerek kamuoyunda yanlış bir algı oluşturulmasıdır. Evrim, bir taraftan tıpkı dünyanın yuvarlak olması gibi doğruluğu ispatlanmış bir yasa gibi sunuluyor, diğer yandan da evrimi ancak “dar kafalı dindarların” reddedeceği ileri sürülüyor. Tartışma programlarında evrimi reddeden tek bir bilim adamının dahi olmadığı söylenebiliyor.
Hâlbuki yukarıdaki imza kampanyası bile tek başına bu tür iddiaların ne kadar asılsız olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Şayet evrim, yerçekimi kanunu veya suyun kaldırma kuvveti gibi kesin kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek olsaydı, bu kadar bilim adamının, kariyerini riske atma pahasına onun karşısında durması söz konusu olamazdı. Demek ki evrimin pozitif bilimin deney ve gözlem sınırlarını aşan, “yorum” ve “iman” gerektiren ayrı bir yönü var.
Kaldı ki evrimi kabul etmediği halde mahalle baskısından ötürü tarafsız görünmeyi tercih eden bilim adamlarının sayısı da az değildir. Everett C. Olson’un şu ifadeleri buna dikkat çeker: “Biyoloji ile meşgul olan yeni nesil arasında evrimle ilgili bugünkü düşüncelerimizin çoğuna katılmayan, bu konuyu çok önemsemeyen, çekişme ortamı doğurmanın fazla bir şey getirmeyeceğini düşünen, dolayısıyla da bu konularda fazla yazıp çizmeyen sessiz bir grup var. Bu sessiz kesimin nicelik ve niteliğini kestirmek elbette zordur. Ancak sayıların önemsiz olmadığında da şüphe yoktur.” (Olson, “Morphology, Paleontology, and Evolution”, Evolution Afer Darwin, 1/523)
Kısacası, ilk ortaya konulduğu günden itibaren her devirde evrimi kökten reddeden bilim adamları hep var olagelmiştir. Zannedildiği gibi evrim sadece dinî nedenlerle reddedilmediği gibi, ona karşı çıkanlar da sadece din adamları değildir. Bilakis bunlar arasında pek çok branşta uzmanlaşan önemli bilim adamları vardır. Özellikle son yarım asırdır Olson’un bahsettiği sessizlik bozulmuş, karşıt görüştekilerin sesi bir koroya dönüşmüş ve evrim teorisi aleyhine yazılan eserler büyük bir literatür oluşturmuştur.
Evrim teorisine yöneltilen kökten sorgulamalar her geçen gün daha da artmaktadır. Canlı organizmalar üzerinde yapılan araştırma ve keşifler ilerledikçe, evrim teorisinin önüne de çözümü mümkün olmayan büyük çaplı engeller çıkmaktadır. Hususiyle moleküler biyoloji, biyokimya ve genetik alanlarında sürdürülen araştırmalar, biyolojik yapıların kompleksliğini ve mükemmelliğini daha detaylı olarak önümüze sermekte, bu yapıların tesadüfler sonucu ortaya çıkmasının imkânsızlığını daha net göstermektedir.
Prof. Dr. İrfan Yılmaz, değişmeye başlayan tabloyu şu sözleriyle resmeder: “Darwinizm’e karşı geçmişte pek çok insan sadece dinî kaynaklara dayanan itirazlar öne sürerdi. Teorinin savunucuları ise, bugüne kadar bilimin kendi taraflarında olduğunu iddia ederlerdi. Oysa 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elde edilen şaşırtıcı ilmî tespitler, tabloyu tersine çeviriyor. Bugün Darwin’e karşı itirazımız, bilmediklerimizden değil, bildiklerimizden kaynaklanıyor. Dogmatik düşünce yolunu seçenler ise artık Darwinistler. Biz onlara, canlılığın plânlı ve programlı yaratıldığını gösteren ilmî deliller sunuyoruz, onlar ise bunları, sadece felsefî ve ideolojik dünya görüşleri sebebiyle reddediyorlar.” (110 Soruda Yaratılış ve Evrim Gerçeği, s. 388)
Fransız Bilimler Akademisi’nin (French Academy of Sciences) eski başkanlığını ve 28 ciltlik meşhur Traité Zoologie eserinin editörlüğünü yapan biyolog Pierre P. Grassé, yaptığı şu değerlendirmede evrime “sahte bilim” demekten kaçınmamıştır: “Biyologlar, sosyologlar ve filozoflar arasında tutunmasına rağmen biyolojik evrimin doktrinleri objektif ve kapsamlı bir eleştiriye karşı koyamaz. Bu doktrinler ya gerçekle çatışmakta ya da ilgilendiği temel problemleri çözememektedir. Gizli-saklı varsayımların, ham, hatta yanlış dayanaklı sonuçların bazen iyi, bazen kötü kullanımıyla sahte bir bilim meydana getirildi. Bu sahte bilim, biyolojinin tam kalbine kök salmakta ve temel kavramların kesinliğinin kanıtlandığına -ki kanıtlanmamıştır- samimiyetle inanan birçok biyokimyacı ve biyoloğu yanlış yöne sürüklemektedir.” (Grasse, Evolution of Living Organisms, s. 202)
Bu başlık altında öncelikle türleşmenin imkânını ele alacak ve tesadüflerin mahiyeti üzerinde duracağız. Sonrasında evrim teorisinin mekanizma ve kanıtlarının genel bir değerlendirmesini yapacak, evrimin bilimsel kriterleri ne ölçüde karşılayıp karşılamadığını ve evrim teorisinin ne ölçüde makul olduğunu masaya yatıracağız. Ardından da bilim adamlarının hiçbir bilimsel meselede olmadığı ölçüde evrim konusunda niye bu kadar ısrar ettikleri sorusuna cevap vermeye ve evrimin nasıl bu kadar taraftar bulduğunu anlamaya çalışacağız. Son olarak ise evrim teorisinin beşer hayatındaki psikolojik, sosyal ve siyasal yansımalarına kısaca temas edeceğiz.
1: MAKRO EVRİMİN (TÜRLEŞMENİN) İMKÂN(SIZLIĞ)I
Evrimin makro ve mikro olmak üzere ikili ayrıma tâbi tutulması uzun zaman önce Neo-Darwinizmin meşhur savunucularından biri olan Theodosius Dobzhansky tarafından literatüre dâhil edilmiştir. Daha önce de belirtildiği üzere evrimi savunanlarla ona karşı çıkanların anlaşamadığı temel tartışma noktası, makro evrim, yani türleşmedir. Türleşme ise bir türün uzun zaman dilimleri içerisinde geçirdiği değişimlerle yeni bir tür oluşturması demektir.
Darwin’in teorisinin asıl hedefi de mevcut türlerin nasıl meydana geldiğine dair bilimsel bir açıklama sunabilmektir. Şöyle de diyebiliriz: Darwin’in en büyük iddiası, hiçbir türün tek tek yaratılmadığı, bilakis tabii seleksiyon yoluyla daha önceleri yaşamış başka bir türden evrimleştiğidir. Darwin, bunun mücerret bir iddiadan ibaret kalmaması için bir taraftan evrimleşmenin mekanizması (doğal seleksiyon) olduğunu ileri sürmüş, diğer yandan da benzerlikler ve fosiller üzerinden bunu kanıtlamaya çalışmıştır.
Gerçi bazıları büyük morfolojik ve genetik değişimler anlamına gelen makro evrimin farklı çeşitlerinden bahseder ve türleşmenin bunlardan sadece biri olduğunu belirtirler. Dahası evrim hakkında böyle bir ayrım yapılmasına karşı çıkanlar da vardır. Onlar, gözlenmesi ve test edilmesi mümkün olmayan makro evrimi savunmanın zorluğunun farkında oldukları için, böyle bir ayrımın sonuçlarından korkarlar. İkisini tek bir torbaya doldurarak mikro evrim üzerinden verdikleri örneklerle her ikisini de kabul ettirmeye çalışırlar.
Fakat çoğu araştırmacı gibi biz de evrimi ikiye ayırarak ele alacak ve makro evrim ile türleşmeyi aynı anlamda kullanacağız. Çünkü böyle bir ayrım yapmadan sapla samanı birbirinden ayırmanın imkânı yoktur. Mikro evrim, gözlemlenebilen ve bilimsel olarak kanıtlanmış gerçeklere dayanırken, makro evrim spekülasyondan öte geçmeyen iddialardan ibarettir. Robber G. Wesson’un ifadesiyle “büyük evrimsel yeniliklerin” hiçbirisi gözlenemediği gibi, bunların şu anda devam edip etmediğine dair de hiçbir fikre sahip değiliz. Fosil kayıtları da bu konuda bize yardımcı olmaz. (Wesson, Beyond Natural Selection, s. 233)
John M. Smith ile Eörs Szathmary’ın şu ifadeleri de aynı tezi destekler: “Evrim geçiren nesillerin zaman içinde daha kompleks bir hâle gelmesi gerektiğini gösteren teorik bir gerekçe olmadığı gibi, bunun gerçekleştiğini gösteren ampirik bir delil de yoktur.” (“The Major Evolutionary Transitions”, Nature, volume: 374, 1995, s. 227)
Evrimcilerin mekanizma olarak ortaya koydukları mutasyon, doğal seleksiyon, adaptasyon, genetik sürüklenme gibi biyolojik prensipleri inkâr etmek mümkün olmasa da bunların meydana getirebileceği değişimler oldukça sınırlıdır. Doku, organ ve sistemlerindeki devasa yapı farklılıklarından ötürü balıkların sürüngenlere, sürüngenlerin memelilere, dinozorların kuşlara, omurgasızların omurgalılara dönüşmesi bu mekanizmaların üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Nitekim bu mekanizmaların yeni türler ortaya çıkarması şimdiye kadar tabiatta hiç gözlenmediği gibi; meyve sinekleri ve bakteriler üzerinde yapılan onca deneye ve ortaya konulan onca emeğe rağmen laboratuvar ortamında da böyle bir şeyin varlığı ispat edilememiştir. Uzun yıllar devam eden deneylerde bakteriler ve meyve sinekleri üzerinde bir kısım değişimler ortaya çıkmış olsa da asla yeni türler oluşmamıştır.
İki evrimci biyolog olan Lynn Margulis ile Dorion Sagan’ın Acquiring Genomes: A Theory of the Origins of Species isimli eserlerinde dile getirdikleri şu izahlar tam olarak bunu ifade eder: “Ne uzaklardaki Galapagos’ta, ne meyve sineklerinin laboratuvar kafeslerinde, ne de paleontologların (fosillerle) dopdolu çökelmiş kayaçlarında türleşme, şimdiye kadar hiçbir şekilde doğrudan gözlenmemiştir.” (s. 32)
Buna rağmen bazı evrimcilerin hâlâ yeni türlerin ortaya çıktığını iddia etmeleri gerçekten hayret vericidir. Onları böyle bir iddiaya sevk eden en önemli sebep ise türün tarifinde yaşanan ihtilaflardır. Bazıları türün üyelerinin, geçirdikleri değişimler neticesinde bir süre sonra birbiriyle çiftleşememeye başlamasını türleşme olarak görür. Ne var ki daha başkaları yeni bir tür olduğu iddia edilen canlıların yeni bir ırk olarak dahi görülemeyeceğini iddia eder. Meselenin teknik tartışmasını uzmanlarına bırakarak şunu söyleyebiliriz: Neticede bakteri yine bakteridir, meyve sineği de yine sinektir. Bunlar apayrı birer canlı çeşidine dönüşmemişlerdir.
Bu yüzden evrimcilerin türleşmenin olabileceği yönündeki iddiaları, delilsiz bir kıyasa ve varsayıma dayanır; bilimsel kanıtlara değil. Amerikalı genetikçi Richard Goldschmidt, The Material Basis of Evolution isimli eserini (Yale University Press) bütünüyle makro ve mikro evrim konusuna ayırmış ve girişte şunu söylemiştir: “Mikro evrimin gerçeklerinin makro evrimin anlaşılması için yeterli olmadığını göstermek, bu kitabın en önemli iddialarından biri olacaktır.” (s. 8) Goldschmidt, bu kitabında mikro evrimin, tür sınırlarının ötesine geçemeyeceğini, buradan yola çıkarak makro evrimin ispat edilemeyeceğini göstermiştir.
Bu konuda yapılmış diğer bir çalışmada ise şu bilgilere yer verilir: “Dürüst olmak gerekirse, türler içinde rastgele mutasyon ve doğal adaptasyonun meydana geldiğine ve bunların da gaga boyutu, deri pigmentasyonu veya antibiyotik direnci gibi alanlarda küçük değişikliklere yol açtığına yönelik ikna edici kanıtlar var. Bununla birlikte, güncel evrim verileri, bir balıktan amfibiye geçişi ikna edici bir şekilde desteklemiyor. Çünkü bu, yeni enzimlerin ortaya çıkması, protein ve organ sistemlerinin oluşumu, kromozom ve DNA yapılarının farklılaşması gibi geniş çaplı değişimleri gerektirir.
Deneyimler, trilyonlarca nesil boyunca dahi, organizmaya fayda verecek üst üste çok sayıda mutasyon gerektiren kompleks biyolojik özelliklerin, doğal seçilim ve rastgele mutasyonlarla ortaya çıkmadığını göstermiştir. Yeni genlerin gelişmesi çok zordur. Bakteriler başka türlere dönüşmez.” (Joseph A. Kuhn, “Dissecting Darwinism, Proc (Bayl Univ Med Cent). 2012 Jan; 25(1): 41–47)
Aslında evrimcilerin bütün problemi, pozitivizmin ve natüralizmin sınırları içinde kalarak yeryüzünde yaşayan milyonlarca canlı türünün kökeni hakkında açıklamalar yapmaya çalışmalarıdır. Şayet evrim teorisini kabul etmezlerse türlerin orijini problemi bilim açısından çözümsüz kalacaktır; daha doğrusu yaratma gerçeğini kabul etmekten başka alternatifleri kalmayacaktır. İşte bu alternatifsizliktir ki onları bilimsel verilerle gerçekliği ortaya konulamayan ve konulması da mümkün olmayan varsayımları kabul etmeye, yani mikro evrimden makro evrim çıkarmaya mecbur etmiştir.
Mesela Richard Dawkins, köpek cinslerinde meydana gelen farklılaşmayı anlattıktan sonra şöyle der: “Eğer bu kadar fazla sayıda evrimsel değişim sadece birkaç yüzyılda hatta on yılda elde edilebiliyorsa, on veya yüz milyon yılda nelerin elde edilebileceğini bir düşünsenize.” (Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 41) Ne var ki böyle bir mantıkla mikro evrimden makro evrim çıkarmak, boş bir şapkadan tavşan çıkarmaktan çok daha zordur.
Şimdiye kadar mevcut canlı türlerinden yeni türün ortaya çıktığı gözlemlenemediği ve test edilemediği için, evrimciler, melezleme ve kültürleme çalışmaları neticesinde ortaya çıkan tür içi çeşitlenmeyi abarta abarta anlatmayı çok severler. Ne var ki bunların hiçbirisi türleşmeyi gösteren örnekler değildir. Mesela şimdiye kadar köpekler üzerinde yoğun olarak yapılan ıslah çalışmaları neticesinde farklı fizyolojik özelliklere sahip çok farklı ırklar elde etmiş olsalar da bunların hiçbirisi köpeklikten çıkmamış, başka bir türe dönüşmemiştir.
Darwinistlerin evrimi ispatlama adına her fırsatta öne sürdükleri diğer bir örnek ise bakterilerdir. Onlar, yapılan deneyler neticesinde bakterilerin geçirdikleri değişimleri anlatmayı da çok severler. Fakat daha önce de ifade ettiğimiz üzere bakteriler ne kadar değişim geçirirse geçirsinler, farklı tür bir bakteriye dönüşmemişlerdir.
Bakteriyolog Alan H. Linton da, 150 yıllık bakteriyoloji bilimi boyunca bir bakteri türünün başka bir türe dönüştüğünü gösteren hiçbir kanıta rastlanmadığını belirtmiştir. Ona göre en küçük canlı formları olan tek hücreli bakterilerde bile türleşmeye rastlanmazken, çok daha kompleks yapılara sahip çok hücreli organizmalarda bunun varlığını ileri sürmenin bilimsel bir temeli olamaz. (Linton, “Scant Search fort the Maker”, The Times Higher Education Supplement (April 20, 2001), Book Section, 29)
Bu konuda Fred Hoyle şunları söyler: “Sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları ise hâlâ cevaplanmamış bir soru olarak öylece duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok soru gibi.” (Hoyle, The Mathematics of Evolution, s. 9)
Son olarak şunu belirtmek gerekir ki bazı araştırmacılar “evrim” lafzındaki muğlaklıktan ve konu etrafındaki tartışmalardan kurtulmak için mikro evrim yerine daha başka kavramlar teklif ederler ki bu oldukça yerinde bir yaklaşımdır. Yani onlara göre bir türün üyeleri arasında ortaya çıkan farklı varyasyonlar veya üyelerinde gözlemlenen fiziksel ve anatomik değişimleri “evrim” olarak isimlendirmekten uzak durulmalı, bunun yerine yeni kavram ve ıstılahlar üretilmelidir.
2: TESADÜFLER CANLI VARLIKLARI ORTAYA ÇIKARABİLİR Mİ?
Evrimi savunan bilim adamları şans, ihtimal ve tesadüf gibi kavramları teorilerinin içine ustaca gizlemiş olsalar da, bunların gerçekte neye tekabül ettiği üzerinde çok fazla durmazlar. Onlara göre big-bang patlamasından bugüne gelinceye kadar her şey tesadüfen oluşmuştur. Samanyolu galaksisinin ve Güneş sisteminin şekli, konumu ve yapısı, Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki ve yörüngesindeki dönüş hızı, eğimi, Ay’ın uzaklık ve çekim gücü, atmosferdeki gazların oranları, ozon tabakasının, topraktaki minarellerin, bulutların, suyun, bitkilerin oluşumu vs. hepsi kör bir tesadüften başka bir şey değildir.
Onlara göre uzay cisimleri arasındaki oldukça hassas ayarlandıklarında şüphe olmayan dengeler, mesafeler, etkiler, çekim güçleri sadece birer rastlantıdır. Aynı şekilde yerküremizin uzaydaki müstesna konumu, ekosistemi, tabiatı, besin zinciri de tesadüflerin eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde uygun şartlar oluştuktan sonra evrimcilere göre ilk canlı varlığın ortaya çıkışının da bütünüyle tesadüfi bir hâdise olduğunda şüphe yoktur. Aynı şekilde şimdiye kadar yaşamış olan bütün canlı türlerini ortaya çıkardığı iddia edilen mutasyon ve doğal seleksiyon gibi evrim mekanizmalarının temelinde de rastlantılar/tesadüfler vardır.
Her ne kadar bu mekanizmalar tabiat yasaları veya biyoloji prensipleri olarak görülse de, bu yasa ve prensiplerin canlı organizmalar üzerindeki etkileri tesadüfidir. Çünkü zekâ ve şuurdan yoksun olan bu mekanizmaların, bir canlıyı neye dönüştürmek istedikleri yönünde bir plan ve hedefleri söz konusu olamaz. Dolayısıyla buradaki tesadüften kastımız, canlılarda ortaya çıkacak değişikliklerin keyfiyet ve yönünün belirsizliğidir.
Bilim adamları, illiyet bağını bilemedikleri her olayı rastgelelik olarak isimlendirir ve bunun farklı çeşitleri üzerinde dururlar. Evrimleşmedeki rastgeleliğin de yaygın olarak bilinenden farklı olduğunu iddia ederler. Onlar, bu savunmalarında bir yere kadar haklı olsalar da en nihayetinde DNA’da meydana gelen mutasyonların yönünü bilemeyiz. Tabiatın yapacağı seçimlerin canlıyı neye dönüştüreceğini kestiremeyiz. Adaptasyon ve izolasyon neticesinde canlı organizmada ne tür değişimlerin ortaya çıkacağını tahmin edemeyiz. Bu sebeple bunların hepsini şans ve rastlantı olarak görmekten başka bir seçeneğimiz yoktur.
Bu mekanizmaların bir işleyiş düzeni ve çalışma mantığı olsa bile, biz, bunun bir türden yeni bir türü nasıl ortaya çıkarabileceği noktasında hiçbir fikre sahip değiliz. Darwinistlerin yaptığı tek şey, bugünkü var olan canlı türleriyle, tespit ettikleri mekanizmalar arasında bağ kurmaya ve tahminler yürütmeye çalışmaktır.
Oysaki diğer canlılardan apayrı organ ve sistemlere, kendine mahsus savunma mekanizmalarına, fiziki ve anatomik yapıya ve bütün bunları ortaya çıkaracak devasa bir genetik bilgi havuzuna sahip olan bir türün, başka bir türe dönüşmesi için üst üste, sıralı olarak, düzenli bir şekilde, dengeyi bozmadan ve birbirini tamamlayıcı bir tarzda milyarlarca mutasyonun gerçekleşmesi gerekir. En küçük detaylardan birinin bile ters gitmesi her şeyi alt üst edebilir.
Evrimciler bu tür olayların gerçekleşmesini ihtimal dâhilinde görse ve hemen oluşuverecekmiş gibi basit bir şekilde anlatsalar da, aslında kendileri de bunun zorluğunun farkındadırlar. Çünkü şans ve ihtimalin, sürekli biyolojik yapıların lehine olacak şekilde sürüp gitmesinin ancak hayali kurulabilir.
Bu açıdan evrim teorisindeki asıl problem, canlıların evrimleşmesinin aklen mümkün olup olmamasında değil, muhtemel olup olmamasındadır. Aklî ihtimaller ile gerçekleşmesi mümkün görülen olasılıkları birbirinden ayırmak gerekir. Madeni bir paranın üst üste bir milyar kez tura atılması aklen mümkündür; ama aklı başında hiç kimse bunun gerçekleşebileceğini iddia etmez. Gerek tesadüfen ilk canlının oluşumu, gerekse ondan diğer canlı türlerinin çıkması ise bundan milyar kat daha zor bir ihtimaldir. İşte evrimcilerin gerçekleşmesini umdukları veya iddia ettikleri olay, tam da budur.
Hâlbuki insan, çevresine baktığında tabii olayların tesadüfen meydana getirdikleriyle, bir akıl ve şuurdan sadır olanları kolaylıkla birbirinden ayırır. William A. Dembski’yle meşhur olan bir kavram vardır: belirginleştirilmiş komplekslik (specified complexity). Dembski’ye göre bu kavram sayesinde bizler rahatlıkla tasarım ürünü olan şeyleri belirleyebiliriz. Çünkü doğadaki görüngülerin bir akıl tarafından tasarlanmış olanlarıyla, doğal nedenler ve rastlantılar sonucu ortaya çıkmış olanlarının, olasılık teorisi açısından birbirinden ayırt edilmesi oldukça kolaydır. (Recep Alpyağıl, Evrim ve Tasarım, s. 602)
Robin Collins, bunu şöyle bir misalle açıklar: Diyelim ki dağlarda yürüyüşe çıktık ve kayaların, “Dağlara hoş geldin Robin Collins” yazısını oluşturacak şekilde yan yana sıralandığını gördük. Bunu izah etme iddiasındaki bir hipotez, bir deprem veya kayaların kayması sonucu bu yazının ortaya çıktığını söyleyebilir mi? Her ne kadar bu, aklen mümkün görünse de, bizden önce bu dağlarda dolaşan bir insanın bu kayaları bu şekilde dizdiğini söyleyen bir hipotez yanında hiç de ikna edici olmaz. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 180)
Kayaların yan yana dizilip basit bir cümle kurmasını dahi kabul etmeyen bir akıl, nasıl olur da müthiş bir düzenin, harika bir dengenin ve mükemmel bir dizaynın hâkim olduğu kâinatın, dünyanın ve yeryüzündeki canlı varlıkların tesadüfen ortaya çıktığını kabul edebilir? Gerçekten anlaşılır gibi değil! 29 alfabeden yapılacak rastgele çekilişlerle “evrim hipotezi” kelimesini yazma ihtimali 290 trilyonda birdir.
Saniyede bir defa rastgele daktilonun tuşlarına basan bir insanın “evrim hipotezi” yazabilmesi için 317 milyar yıl uğraşması gerekiyor. Bir insanın her saniye bir hareket yapacak şekilde akıl küpünü döndürdüğünü farz ettiğimizde, bütün yüzlerin aynı renkten olması için gereken süre 1.35 trilyon sene, yani dünyanın yaşının 300 misli! (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 359-365)
Olasılık hesapları bize bunları söylediği halde aklı başında bir insan nasıl olur da trilyonlarca atomun rastgele bir araya gelmesiyle canlı bir organizma vücuda getirebileceğine inanır! Hadi meydana geldi diyelim. Bu canlı organizmanın yaşayabilmesi, çoğalabilmesi, yeni yeni dokuları, yapıları, organları, sistemleri, türleri, cinsleri, familyaları vs. ortaya çıkarabilmesinin ihtimali nedir? Tek bir hücrede bulunması gereken 2.000 enzimin tesadüfen oluşma ihtimali bile 1040.000 rakamıyla ifade edilmiştir. Olasılık hesapları evrimcilerin önüne aşılmaz engeller koysa da, onlar evrime olan “güçlü imanları” sayesinde bu engelleri aşmayı başarırlar.
3: EVRİMİN KANITLARI NE KADAR GÜÇLÜDÜR?
“Büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir.” diye bir söz vardır. Evrimin iddiaları ölçüsünde büyük iddialara rastlamak çok zordur. Çünkü evrimciler, her tür metafiziksel açıklamayı reddederek, yeryüzünde hayatın tesadüfen başladığını ve evrimleşerek günümüzdeki bütün canlı türleri oluşturduğunu iddia ederler.
Şu açıklamalarda Darwin’in söylem ve iddialarının büyüklüğünü görebiliriz: “Bu önemli devrimin getirdiği sonuçlar, yüz elli yıl sonra bugün bile toplumlarımızca tam olarak özümsenebilmiş değildir. Kuramdan, inanç sistemleri ve etik açısından yapılabilecek çıkarımlar son derece büyük ve kapsamlıdır. Bu düpedüz, Tanrı’nın yaratmış olduğu sabit ve durağan bir dünyanın yerine, kozmik teleolojisi veya son hedefi bulunmayan, evrim halinde bir dünya koymaktır.
Sınırsız insanmerkezciliğin defteri dürülmüş olmakta, ilahi bir ‘ereğe’ gönderme yapan her türlü ‘özcülük’ yerini tamamen maddesel doğal ayıklanma sürecini temel alan ‘popülasyoncu’ bir düşünce tarzına bırakmaktadır.” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 167)
Elbette böyle bir devrimin, böyle büyük bir iddianın ikna edici ve kabul edilebilir olması için ondan beklenen şey, “iki kere iki dört eder” katiyetinde kanıtlar sunmaktır. Peki, gerçekten evrim teorisinin gerçekliğini ortaya koyan kanıtlar böyle midir?
Evrimi savunan bilim adamları, evrimi şüphe götürmez bir gerçek olarak kabul ederler. Mesela Richard Dawkins şöyle der: “Evrim bir gerçektir. Makul şüphenin ötesinde, ciddi şüphenin ötesinde, aklı başında, bilgili, zeki şüphenin ötesinde, her türlü şüphenin ötesinde evrim bir gerçektir. Evrimin kanıtları, en az Soykırımın kanıtları kadar kuvvetlidir, hem de Soykırımın görgü tanıkları olduğunu dikkate alsak bile.
Şempanzelerin kuzenleri olduğumuz, maymunların biraz daha uzak kuzenleri olduğumuz, yer domuzlarının ve denizineklerinin daha da uzak kuzenleri olduğumuz, muzların ve şalgamların çok daha uzak kuzenleri olduğumuz yalın gerçektir. Doğru olmak zorunda değildi, ama doğru. Bunu biliyoruz çünkü yükselen bir sel gibi akan kanıtlar evrimi destekliyor.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 16)
Her ne kadar Dawkins “sel gibi akan kanıtlardan” bahsetse de, evrimi savunan bütün kitaplarda hemen hemen aynı resimler gösterilir, aynı örnekler verilir, aynı deneylerden bahsedilir. Şayet evrim gerçek olmuş olsaydı, şimdiye kadar trilyonlarca defa çok farklı şekillerde gerçekleşmiş olan böyle bir hâdisenin hem fosil kayıtlarında hem de yaşayan canlı formları üzerinde milyonlarca kanıtının olması gerekirdi. Yani evrimcilerin bu konudaki abartılı beyanlarının olgusal kanıtlarda bir karşılığı yoktur.
Kaldı ki onların kanıt olarak ortaya sürdükleri şeyler oldukça zayıf ve yetersizdir; ikna edicilikten ve inandırıcılıktan yoksundur. Daha önce de detaylı olarak üzerinde durulduğu üzere evrimcilerin delil olarak ileri sürdükleri Miller deneyi, Haeckel’in embriyo çizimleri, Archaeopteryx fosili, yavaş yavaş büyüyen at fosilleri, rengi değişen güve deneyleri, ispinoz kuşları, Lenski’nin bakterileri, maymunla insan arası geçiş formu olduğu ileri sürülen fosiller gibi şeylerin hepsine farklı yönlerden itirazlar getirilmiş, güçlü eleştiriler yöneltilmiştir. Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, Neo-Darwinist görüşün teorik temellerinin ve deneysel delillerinin zayıf olduğunu ifade etmiştir. (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 37)
Aynı şekilde Southampton Üniversitesi’nden fizyoloji ve biyokimya profesörü Gerald A. Kerkut, teoriyi tenkit eden Implications of Evolution başlıklı kitabında şu sonuca varmıştır: “Bütün canlı türlerini tek bir kaynaktan gelen evrime dayandırmak, her ne kadar cesur ve mantıklı bir girişim olarak görünse de, bugünün delilleriyle desteklenmeyen ve de erken gerçekleştirilmiş bir teşebbüstür.” (Jeremy Rifkin, Darwinizm’in Çöküşü, s. 86-87)
Ünlü paleontolog David Pilbeam da şu itirafta bulunmuştur: “Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dâhil olmak üzere, kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyoruz. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersizdir. Geçmişteki teorilerimiz, elde olan gerçek bilgimizden çok, bizim o andaki ideolojimizi yansıtıyordu!” (Âdem Tatlı, “Evrimin Delili Olarak İleriye Sürülen Ara Formlar”, Yaratılış Kongresi, s. 759)
Evrimcilerin kitaplarında görülen “Şöyle evrimleşmiş olmalı, şununla ortak ata olduğu düşünülüyor, şununla aynı kökten geldiği varsayılıyor, şöyle evrimleştiği öngörülmektedir…” şeklindeki ihtimalli ifadeler de yine delillerin zayıflığının farklı bir ifadesidir. Evrimciler, “bilmiyoruz” demekten korkar ve geçmişe yönelik her olayı geniş hayal dünyalarını kullanarak kendi teorileri açısından kurgulamaya çalışırlar. Bugünden geriye bakarak ve zahiri bir kısım benzerliklerden yola çıkarak hayvanların nasıl değiştiği, hangi hayvanın hangisinden geldiği hakkında tahminler yürütürler. Ancak bazı olayların nasıl olması gerektiği hakkında varsayımlar ortaya koymak bilimsel açıdan pek bir şey ifade etmez.
Kimsenin geçmiş asırlarda ne olup bittiğini gözlemleme şansı olmadığından ve günümüzde gözlemlenen gerçeklik de evrime yol vermediğinden, evrimciler teorilerini en temelde üç farklı kanıta dayandırırlar: (1) Canlılardaki benzerlikler (morfolojik, genetik ve embriyolojik), (2) Fosiller, (3) Tür içi değişim ve çeşitlilikle, türden türe değişimler arasında analoji kurmak. Evrim teorisinin kanıtlarını incelerken bunların hiçbirinin evrimi ispatlayan birer olgu olmadığını izah etmeye çalıştık.
Kısaca tekrar edecek olursak, benzerliklerden yola çıkarak ortak ataya ulaşmak sadece bir varsayımdır. Şimdiye kadar kesin olarak ara geçiş formu olduğu ispatlanan hiçbir fosil bulunamamıştır. Tür içi varyasyonların ortaya çıkmasıyla farklı türlerin oluşması tamamen ayrı hâdiseler olduğu için bu ikisi arasında analoji kurulamaz. Yani pire, deve yapılamaz. Sabit türlerdeki döngüsel küçük değişimleri ortaya çıkaran mekanizmaların, yeni hayvan türlerini de “yaratacağı” şeklinde indirgemeci ve genellemeci yaklaşımlar ileri sürülemez.
Ne var ki Stephen J. Gould’un şu ifadelerine bakılacak olursa evrimcilerin yaptığı tam olarak budur: “Sentetik evrim teorisinin savunucuları, tüm evrimin, doğal seçilim tarafından yönlendirilen küçük genetik değişimlerin birikmesinden kaynaklandığını; türler arası geçişi öngören makro evrimin ise popülasyonlar ve türler içinde meydana gelen olayların büyütülmesinden ve genelleştirilmesinden başka bir şey olmadığını iddia ederler.” (Gould, “Is a new and general theory of evolution emerging?”, Evolution Now, s. 131)
Darwinistler, türlerin farklı jeolojik devirlerde yeryüzü sahnesine çıkmasını da evrimin kanıtı olarak görürler. Mesela neden 500 milyon yaşında bir memeli ya da 100 milyon yaşında bir insan iskeleti bulamadığımızı sorarlar. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 81) Aslında onların bu tür yaklaşımları, ellerinde evrimi desteleyecek güçlü kanıtlar olmadığının ayrı bir delilidir. Zira sathi bir nazarla dahi bakıldığında, bunların ne kadar zayıf argümanlar olduğu hemen anlaşılır. Çünkü türlerin farklı zaman dilimlerinde yeryüzüne çıkmasını illa ki evrime bağlamak zorunda değiliz. Bunun pek çok sebebi olabilir. İnanan bir mü’min açısından en makul sebep, Allah’ın yeryüzü şartlarının hazır olmasına göre canlı türlerini yaratmasıdır.
Aslında evrimcilerin yaptığı şey, biyolojideki her gelişmeyi, her deneyi, her yeni keşfi Darwinci bir bakış açısıyla yorumlamak, sonra da bunları evrime delil olarak sunmaktır. Oysaki yaratmaya inanan bir mü’min açısından bunların her birinin farklı şekillerde yorumlanması pekâlâ mümkündür. İş yoruma kaldığında, ortaya birçok izah türü çıkacaktır. Önemli olan ortada tartışma götürmez olgusal dayanakların bulunup bulunmadığıdır. Buradan hareket edilecek olursa Darwinizm’in çelişkili görüşlerini kabullenmek için gereken inanç miktarının, bilimsel kanıtların ortaya koyduğu gerçeklere inanmak için gereken miktardan kat be kat fazla olduğu görülür. (Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 379)
Darwinciler, genellikle kanıt talebinden veya kanıtlara yöneltilen itirazlardan rahatsız olur ve hemen bu teorinin bilim camiası içinde tartışmasız bir şekilde kabul gördüğünü öne sürerler. Bazen de “Bunu ben söylemiyorum, dünyanın en önde gelen otoriteleri söylüyor.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Daha doğrusu kanıtların ortaya çıkardığı boşluk ve zayıflıkları, otoritelere ve bilimin sihirli gücüne sığınarak telafi etmeye kalkarlar.
Ne var ki bunun bilimsel bir tavır olmadığında şüphe yoktur. Bir konunun bilim camiası içinde gördüğü kabul ve rağbet ölçü alınarak geçmiş asırlara bakılırsa, çoğunluğun yanıldığı konuların listesinin nasıl uzayıp gittiği hayretle görülür. Zira bir zamanlar gerçekliğinden şüphe dahi edilmeyen nice teoriler vardır ki bugün tek bir savunucusu dahi kalmamıştır. Bu sebeple ortaya atılan bir hipotez veya teorinin doğruluğu açısından asıl önemli olan onun, hangi bilimsel kanıtlara yaslandığıdır.
Eldeki kanıtların zayıflığı karşısında evrim savunucularının sığındığı diğer bir kale de, şimdiye kadar teorilerinin yanlışlanamadığını öne sürmeleridir. Farklı bir ifadeyle onlara göre evrim teorisi, eldeki en iyi izah şeklidir. Dolayısıyla daha sağlam bir teori ortaya atılıncaya kadar, bilimsel olarak alınması gereken tavır, bu teorinin arkasında durmaktır. Hakikatin peşinde olan bir insan için önemli olan, ortaya atılan bir teorinin yanlışlanıp yanlışlanamadığı değil, ispat edilip edilemediğidir.
Bazı evrimciler ise delillerin yokluğunun, evrimleşmenin olmadığını göstermeyeceğini ifade ederek farklı bir mantık oyunu ortaya koyarlar. Gerçekten de bir şeyin delilinin olmaması, onun olmadığı anlamına gelmez. Fakat böyle bir durumda hiçbir kimsenin kalkıp da başkalarını onu kabul etmeye davet etmesi ve hele zorlaması asla söz konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu durumda onun olmasıyla olmaması eşit duruma gelir ki, dileyen dilediği tarafı tercih eder.
Evrimcilerin en çok başvurdukları taktiklerden biri de, kendi kuramlarının kesin olarak kanıtlanmamış olmasının, yaratıcı kuramın doğruluğunu gerektirmeyeceğini söylemeleridir. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 40) Onlar, her fırsatta tasarım ve yaratılışı savunan bilim adamlarının da güçlü kanıtlara sahip olmadığını dile getirirler. Yani yaratma fikrinin evrime üstün gelecek bir yönünün bulunmadığını ima ederler.
Bazıları ise bilimin alanına girmediği gerekçesiyle yaratma üzerinde durma gereği dahi duymaz. Bütün bunlar da deney ve gözlemden başka bir metodu kabul etmeyen natüralist yöntemin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Hâlbuki yaratmanın doğru olduğunu gösteren şey, evrim fikrinin yanlışlığı değildir; vahiy bilgisidir. Nitekim vahyin bildirdiği ve bilimin yeni yeni keşfettiği pek çok ilmî hakikat bulunmaktadır.
Bu konuyu Jonathon Wells’in şu tespitiyle bitirelim: “Benim fikrime göre, Darwinci evrim iflas etmiştir. Darwinizm hakkındaki deliller sadece yetersiz olmakla kalmıyor, aynı zamanda sistematik olarak da çarpıtılmışlar. Çok uzak olmayan bir gelecekte, bilmiyorum belki yirmi, otuz yıl içerisinde, insanların geçmişe bakıp şaşkınlıkla, ‘Nasıl böyle bir şeye inanabilmişler!’ diyeceklerinden şüphem yok. Darwinizm bilim görüntüsü altında materyalist felsefeden ibarettir ve bu artık anlaşılmaya başlandı.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 91)
4: EVRİM BİLİMSEL BİR GERÇEK MİDİR?
Evrimciler, teorilerinin bilimselliğine ve gerçekliğine kesin olarak inanır ve her fırsatta bunu ifade ederler. Mesela Francisco J. Ayala, evrimin dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ve maddenin moleküler yapısı kadar kesin olduğunu söyler. Stephen J. Gould’a göre evrim sırf bir teori değil, belirlenmiş ve yerleşmiş bir gerçektir.
Bu sebeple de evrim delillerinden haberdar olan aklıselim sahibi hiç kimse ona itirazda bulunamaz. Michael Ruse, her fırsatta evrimin tartışmasız bir gerçek olduğunu haykırır. Richard Dawkins aynı kesinlikte konuşur, evrimin dünyanın güneş etrafında dönmesi kadar kesin olduğunu savunur ve evrime karşı çıkanları “aptal” ve “cahil” olarak yaftalar. (Bkz. Alvin Palantinga, “İman ve Akıl Çatıştığında”, Evrim ve Tasarım, s.771-772)
Benzer iddialar Yeni Darwinci sentezin ulu çınarı kabul edilen Ernst Mayr, genetikçi Richard Lewontin, biyolog Julian Huxley gibi daha birçok evrimci tarafından dile getirilmiştir.
Evrimcilerin bu iddialarını bir kenara bıkarak, bilim felsefecilerinin bilimle ilgili yaptıkları tanımlar ile bir hipotez veya teorinin bilimsel kriterleri karşılaması için getirdikleri ölçüleri esas alacak olursak, durumun hiç de resmedildiği gibi olmadığını, evrim teorisinin bilimselliğini savunmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Çünkü evrim teorisi, yapısı ve mahiyeti itibarıyla tabiatta gözlemlenemediği gibi, laboratuvarda bir deneyin konusu da olamaz.
Tekrarlanabilmeye ve test edilebilmeye açık değildir. Tümevarım ve olgusal yollarla elde edilmiş bir netice de değildir. Bilim adamlarına öngörüde bulunma imkânı vermez. Yanlışlanmaya da açık değildir. Yasaları yoktur. Kısaca Kuhn ve Popper gibi meşhur bilim felsefecileri tarafından ortaya konulan bilimsellik kriterlerinin hiçbirini karşılamaz.
Karl Popper, evrim teorisine her zaman ilgi duyduğunu ve ondan etkilendiğini, çoklarının da onu bir gerçek olarak kabul etmeye hazır olduklarını ifade ettikten sonra Darwinizm’in bilimsel statüsünü ele almış ve ulaştığı neticeyi şöyle özetlemiştir: “Darwinizm’in test edilebilir bir bilimsel teori değil, metafizik bir araştırma programı ve test edilebilir bilimsel teoriler için olası bir çerçeve olduğu sonucuna vardım.” (Popper, Unended Quest-An Intellectual Autobiography, s. 195)
Ünlü felsefeci Bernard Russell’ın tesbiti de buna yakındır: “Evrimcilik şu ya da bu biçim altında çağımızın ağır basan inancıdır. Siyasetimize ve yazınımıza egemen olduğu gibi felsefemize egemen olmakta da onlardan geri kalmaz… Evrimcilik, göstermeye çalışacağım gibi, gerek yöntemiyle gerekse ele aldığı sorunlarla gerçek bir bilim değildir.” (Russell, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, s. 18-19)
Prof. Dr. Caner Taslaman, evrim teorisinin niye bilimsel kriterleri karşılamadığını detaylı olarak şöyle açıklar: “Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa evrim teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Örneğin tamamen izole bir adaya kurbağa, kelebek, fare, timsah gibi birçok canlıyı alıp bıraktığımızı düşünelim.
Evrim teorisine dayanarak bu canlılardan hangi tür bir canlının türeyeceğine dair bir iddiada bulunulamamaktadır. Hiç kimse bu canlılardan şu kadar yıl sonra at, şu kadar yıl sonra insan, şu kadar yıl sonra bir kuş oluşur diyemez. Bazıları cevap olarak, evrim çok uzun sürede oluştuğu için, böyle bir öngörünün gerçekleştirilemeyeceğini söyleyebilir. Bu savunma, evrim teorisinin yanlışlanamayacağının bir ifadesi olabilir ama diğer yandan evrim teorisinin doğrulanmasının da mümkün olmadığı -klasik bilimsel kriterleri karşılamadığı- anlamına gelir. Buradaki sorun aslında bundan da fazladır.
Evrim teorisine dayanarak, adaya konulan canlılardan, bir milyon yıl sonra bir fil oluşacağı söylenirse, bu öngörü, gözlenerek doğrulanması mümkün olmayan bir niteliktedir; oysa evrim teorisine dayanarak gözlenmesi mümkün olmayan bu tip bir öngörüde bulunmak bile mümkün değildir. Çünkü evrim teorisinin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. (Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 144)
Darwin’s God-Evolution and the Problem of Evil (Darwin’in Tanrısı) kitabının yazarı Cornelius Hunter da bu kitabında Darwinizmin bilimsel olmadığını, bilim dışı savlara yaslandığını açıklamış, onun nasıl bir metafiziksel ön kabule dayandığını, Tanrı’yla ve dogmalarla ilişkili olduğunu göstermeye çalışmıştır.
British Natural History Museum’da çalışmış kıdemli bir fosilbilimci olan Colin Patterson’ın, 5 Kasım 1981’de Amerikan Tabiat Tarihi Müzesinin açılışında söylediği şu sözler oldukça ilginçtir: “Geçen yıl âniden bir şeyi kavradım. 20 yıldan fazla bir süredir evrim üzerine çalıştığımı düşünmüştüm. Bir sabah uyandım ve sanki gece bir şey olmuştu. Birden düşünmeye başladım. Bu evrim zırvası üzerine 20 yıldır çalışmaktaydım, ama bu konuda bildiğim tek bir şey bile yoktu. Bu kadar uzun bir süre yanlış yolda gidebileceğimi fark etmek tam bir şoktu…
Bu salonda bulunan birçok insan sanırım itiraf edecektir ki eğer son birkaç yıl içinde bu konu hakkında düşünmüşseniz, evrimi bir bilgi olarak görme noktasından bir inanç olarak kabul etme noktasına gelmişsinizdir. Biliyorum ki bu düşünce benim için geçerli olduğu kadar birçoğunuz için de geçerlidir… Evrim sadece hiçbir bilgi taşımamakla kalmaz, bir bakıma bilgi karşıtlığını da bünyesinde bulundurur.” (Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 83)
Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki evrime karşı gelenler iddia edildiği gibi olgularla ve gerçeklerle savaşmadıkları gibi, evrim teorisi de Dünya’nın yuvarlak olması ve Güneş’in etrafında dönmesi gibi ispatlanmış kesin bir gerçek değildir. (Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, s. 23) Evrim teorisi bilim değil, bilim felsefesidir. Çünkü bilimsel verilerin yorumuna dayanır. İçinde, ispatlanmamış ve ispatlanması da mümkün olmayan faraziyeler, spekülasyonlar ve hatta dogma ve inançlar barındırır. Bu sebeple bazı araştırmacılar evrim teorisinin, bilim derslerinde değil, bilim felsefesinde okutulması ve öğretilmesi gerektiğini savunurlar.
Bilimsel çalışmaların, bilim adamının önceden sahip olduğu kanaat ve inançlarından ayrılmasının hiç de kolay olmadığı sıklıkla ifade edilir. Evrim teorisi açısından bu iddianın doğruluğunda şüphe yoktur. Çünkü evrimciler, peşin hükümle araştırmaya başlar, bütün bilimsel bulguları kendi teorilerini destekleyecek şekilde yorumlar, abartır ve hatta bazen de çarpıtırlar. Evrime öyle güçlü bir inançları vardır ki teorilerinin bilimsel ve metodolojik bir süzgeçten geçirilmesi gerektiğini dahi düşünmezler.
Kesin bilgi ile yorumu birbirinden ayırmaya da yanaşmazlar. İdeoloji, felsefe ve dinlerde bu tür tavırlar bir yere kadar kabul edilebilir olsa da, bilimsellik iddiasındaki bir meselenin bağnazlık ölçüsünde savunulması ve seküler bir din haline getirilmesi anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir tavır değildir. Çünkü bu ölçüde taassubun yaşandığı bir konuda yeni kuram ve değerlendirmelere yer yoktur.
Phillip E. Johnson’ın evrimcilere yaptığı şu hatırlatmalar oldukça yerindedir: “Önemli konuları hesap dışı tutarak, muhaliflerle alay ederek ve halihazırda el üstünde tutulan teoremlerin lehinde ve aleyhindeki kanıtları öğrenmekten insanları men ederek bilimi savunamazsınız. Savunmayı hak eden bilim, kendi metotlarıyla eleştirilmekten korkmayan bilimdir. Bu metotlar, mantıklı savlama, açık ve kesin tanımlar, tekrarlanabilir deneyler ve tarafsız bilimsel sorgulamayla çözülecek tüm sorulara açık bir zihin. Bilimin gerçek metotlarından başka metotlarla kimi teoremleri ve kuramları savunabilirsiniz ama bu yolu tuttuğunuzda sonunda savunduğunuz şeyin bilim olmadığını görürsünüz.” (Johnson, Evrim Duruşması, s. 61)
Natüralizmin sınırlarında kalmayı bilimsel bir zorunluluk olarak gören bilim adamları, “doğaüstü bir müdahaleyi” bilimsel ve rasyonel görmezler. Bu yüzden, ne pahasına olursa olsun, tabiatta gördükleri bütün oluşumları, yine tabiatın içinde kalarak izah etmek zorunda olduklarını düşünür ve öyle yaparlar. Bu, bağlı kalınan metodolojinin bilim adamlarını mecbur bıraktığı peşin bir yargıdan başka bir şey değildir. Darwinistleri, makuliyetten yoksun olmasına, getirdiği izahlardaki tutarsızlıklara ve mantıksal kurgusundaki boşluklara bakmaksızın teorilerine sıkı sıkıya bağlı kalmaya sevk eden sebep de budur.
İnsan, evrimcilerin kendisine anlattığı etkileyici hikâyeyi bir kenara bırakarak, şartlanmamış bir zihinle yeryüzündeki hayatın, tek hücreli bir canlıdan başlayarak evrim yoluyla gelişimini hayal dünyasında canlandırmaya çalıştığında, bunun ikna edicilikten ne kadar uzak olduğunu kolaylıkla fark edecektir. Tek hücreli bir bakteriyle insan arasında, evrimin kapatamayacağı muazzam bir fark olduğunu veya denizden çıkan bir balığın ayaklanarak kara hayvanı hâline gelmesindeki imkânsızlığı rahatlıkla görecektir. Sürüngenlerin kanatlanarak kuş olup uçmalarını hayal dünyası bile almayacaktır. Her birisi olağanüstü becerilere sahip bin bir çeşit hayvanın, kör ve şuursuz doğa yasalarının ve maddi süreçlerin rastgele müdahaleleriyle ortaya çıkamayacağını akıl ve mantığı tasdik edecektir.
Dahası büyük ve kompleks olan şeylerin kendi kendine küçük ve basit olanlardan çıkmayacağı aklen müsellem olan bir gerçektir. Mantığın gereğine göre cüzlerde bulunmayan özellik ve kabiliyetler külde de olamaz. Bir şey kendinde bulunmayan özellikleri bir başkasına veremez. Cansızdan hayat, maddeden ruh, kaostan düzen, yokluktan varlık, tesadüften mükemmellik, akılsız olandan bilgi çıkmaz. Tesadüfün meydana getirdiği “eserlerle”, zekânın meydana getirdikleri arasında hemen anlaşılacak derecede büyük farklar vardır. Fakat evrim, bu söylediklerimizin zıddı şeyleri iddia eder. İşte tam bu yüzden evrim, akıl ve mantığın sınırlarını zorlayan bir teoridir.
Evrim teorisi açısından şu soruların da mantıklı bir cevabını bulma imkânı yoktur: Denizde yaşayan bir hayvan, kendisi için en uygun yaşam ortamını bırakarak gıda, solunum, barınak ve çevreye uyum gibi pek çok noktada bin bir zorlukla karşılaşacağı farklı bir ortamda (karada) yaşamayı niye tercih eder? Karada yaşayan balinalar nasıl bir ihtiyacın neticesi olarak denizde yaşamaya karar verdiler? Dinozorların uçma ihtiyacı nereden akıllarına geldi veya nasıl bir faktör bunu tetikledi de zamanla kanatları oluşmaya ve vücutları değişmeye başladı? Zamanında uçabilen deve kuşu ve penguen gibi hayvanlar nasıl bir ihtiyacın neticesinde uçmaktan ve kanatlarını kullanmaktan vazgeçtiler de zamanla kanatları körelmeye başladı?
Montreal Üniversitesi’nden psikiyatrist Karl Stern de önyargılarımızdan sıyrılmamızı ve Darwinci iddianın değerini şöyle bir düşünmemizi ister. Ona göre bu teorinin iddiası şudur: “Bir zamanlar dünyanın sıcaklık düzeyi karbon atomlarıyla oksijenin, nitrojen-hidrojen karışımıyla birleşmesi için uygun hâle geldi; gelişigüzel oluşumlardan da hayatın oluşması için en uygun yapı olan moleküller ortaya çıktı. Sonra uzunca bir zaman geçti ve doğal seleksiyon devrine gelindi. Nihayet, sevgiyle nefreti, doğruyla yanlışı ayırt edebilen, Dante gibi şiir yazabilen, Mozart gibi beste yapabilen, Leonardo gibi resim çizebilen bir varlık ortaya çıktı. Böyle bir evren oluşumuna inanmak çılgınlıktır. Burada çılgın kelimesini hakaret anlamında değil, kendi teknik anlamında, yani psikotik anlamda kullanıyorum. Gerçekten böyle bir görüş birçok bakımdan şizofrenik düşünceyle paralellik arz etmektedir.” (Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 84)
Aslında evrim teorisinin geniş halk kesimleri arasında kolay bir şekilde taraftar bulamamasının önemli bir sebebi dinî inançlar ise, ikinci sebebi de insanların evrimleşmeyi akıl ve mantıklarına sığdıramamalarıdır. Zira 2008 yılında ABD’de yapılmış bir ankete göre, insanoğlunun bir yaratma söz konusu olmaksızın, daha az gelişmiş yaşam biçimlerinden milyonlarca yılda gelişmesini kabul edenlerin oranı sadece %14’de kalmıştır. (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 387)
Özellikle hazır cevaplarla yetinmeyip düşünen ve sorgulayan insanlar açısından evrim teorisi tam bir açmaz ve çıkmazdır. Çünkü sorulan soruların çoğu cevapsız kalır. Verilen cevaplar hiçbir zaman, anlaşılır ve basit cevaplar olmaz. Bir Yaratıcı fikrini kabul etmek ve müşahede edilen harikulâde canlıların O’nun tarafından yaratıldığına inanmak evrime göre bin kat daha ikna edicidir, çok daha akla yatkındır.
Aslında evrimciler, akla ve bilime aykırı buldukları Yaratıcı fikrinden kaçarken, farkında olmadan maddeye, atoma veya yasalara ilahî bir güç atfediyorlar. Yaratılış teorisinden yani mucizeden kaçsalar da, öne sürdükleri iddialar iç içe birçok mucizeyi ihtiva ediyor. Canlılar dünyasında gözlemlenen muhteşem sanatların ve akıl almaz kabiliyetlerin tabiatın bir eseri olduğunu vehmediyorlar. Hakikat arayışını sadece deney ve gözleme indirgedikleri için, kâinattaki her tür oluşumu da bu zaviyeden çözmeye çalışıyorlar. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar.
Hâlbuki natüralist ve materyalist izahlarla yetinmek, aklın önemli bir yanını atıl bırakma demektir. Zira akıl, her zaman görünenden görünmeyene gidebilir, gözlemlediği gerçeklik üzerinden kıyas ve çıkarımlarda bulunabilir, doğru öncüllerden hareket ettiği takdirde bilinmeyenleri bilinir hâle getirebilir. Aslında eserden müessire gitme, günlük hayatta hemen herkesin yaptığı basit bir akıl yürütmedir. Bir kitabı gören insan, kâtibi hatırlamadan edemez. İnce sanatlarla yapılmış harika yapıları inceleyen herkes sanatkârın büyüklüğünü düşünür. Canlılar dünyasındaki ihtişam, sanat ve mükemmelliği görüp de “Sanatkârı” ve “Tasarımcıyı” düşünmemek aklın alacağı bir iş değildir.
Uzay bilimci Werner von Braun’un ifadesiyle söyleyecek olursak, “Bir bilim adamının kâinatın var oluşunun ardında yatan mükemmel zekâyı inkâr etmesi, en az bir teoloğun bilimsel gelişmelere sırtını çevirmesi kadar mantıksızdır.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 371) İşte bu sebeple şunu diyebiliriz ki, hiçbir inancı benimsemese bile, akıl, mantık ve muhakemesini kullanan bir insanın, Darwinizmi kabul etmesi kolay kolay mümkün değildir.
EVRİMDE NİYE BU KADAR ISRAR EDİLİYOR?
Kanıtlarının zayıflığına, bilimsellik kriterlerini yeterince karşılamamasına ve makuliyetten yoksun olmasına rağmen evrim teorisinin canhıraşane savunulmasının sebebi ne olabilir? Bir bilim adamı nasıl bir saikle, “Bilim biraz da evrimdir. Evrime sahip çıkmak bilime sahip çıkmaktır.” şeklinde bir cümle kurabilir. Bilim adamlarını, evrimi, biyolojinin ve hatta bütün bilimlerin temeli gibi göstermeye sevk eden motivasyonun kaynağı nedir? Evrimin; “kanıtların da, olguların da, bilimin de ötesinde bir gerçek” olarak savunulmasını nereye koyabiliriz? Bir bilim adamı savunduğu bir teoremin eleştirilmesinden niye aşırı bir rahatsızlık duyar? En nihayetinde bilimsel bir mesele olması gereken evrim teorisi nasıl oluyor da kabul edenler ve reddedenler arasında büyük tartışma ve kavgaların fitilini ateşleyebiliyor?
a) Din Karşıtlığı
Bunlar gerçekten sorulmaya değer sorulardır. Fakat daha baştan belirtmek gerekir ki bunlara bilim mantığı ve bilim ahlâkı içerisinde cevap bulmanın imkânı yoktur. Bilakis bu tür soruların cevabı, metafizikte yani inançlarda, ideolojilerde ve dünya görüşünde gizlidir. Maalesef evrim ortaya çıktığı günden bu yana din karşıtlığının en somut adresi olmuş ve en güvenli limanı olarak vazife görmüştür. Bazı bilim adamları açısından o, yaratılışı, dini ve Allah’ı inkâr etmenin rasyonel temellerini sağlamıştır.
Evrim konusu bir şekilde hem ateizm-teizm hem de din-bilim çatışmasının merkezine yerleşmiştir. Bu da meselenin ideolojiye dönüşmesinde oldukça etkili olmuştur. Kesin bir kategorik ayrıma gitmeden çok genel hatlarıyla ifade edecek olursak, evrimin ateşli savunucularının çoğunluğunu ateistler oluştururken, evrim aleyhine üretilen literatürün tamamına yakını da inançlı bilim adamlarının eserleridir. Dolayısıyla ister istemez evrimin varlığı veya yokluğu tartışmaları, çok defa ispat-ı ulûhiyet veya inkâr-ı ulûhiyet fikrine kaymakta veya bu tür imaları ihtiva etmektedir. Hatta evrim, yer yer Allah’ı inkârın bir dayanağı olarak kullanılmaktadır. Bu sebeple her tür inanç ve metafizik düşünceden sıyrılarak evrim teorisine yaklaşmak ve bu alanda çalışmalar yapmak sanıldığından çok daha zordur.
b) Din-Bilim Çatışması
Bu zorluğun önemli bir sebebi de çok defa meselenin din-bilim çatışması ekseninde götürülmesidir. Ortaçağ boyunca Kilisenin akıl ve bilim karşıtı tavırlarının da etkisiyle, dine karşı mesafeli duran bilim adamları, evrim savunusunu âdeta bilim taraftarlığı, aydınlanma ve ilericilik; evrim karşıtlığını ise gericilik, yobazlık ve bilim düşmanlığı gibi kavramlarla özdeşleştirmişlerdir. Pek çok bilim insanında gözlemlenen körü körüne evrim taraftarlığının önemli bir sebebi, bilim dünyasında oluşturulan bu suni algının güçlü tesiridir.
İslâm tarihinde hiçbir zaman bir problem olarak kendini hissettirmemiş olsa da, son iki üçü asırdır Batı’da yoğun olarak yaşanan din-bilim çatışması, bilimin aşırı yüceltilmesine ve bir tabu haline getirilmesine yol açmıştır. Çoğu bilim adamı, içindeki inanma ve bir varlığa bağlanma ihtiyacını bilimle tatmin etmeye çalışmıştır. Sanki bilim gelip dinin koltuğuna oturmuş ve dinden beklenen sadakat ve imanı da temsil etmeye başlamıştır. Evrimin bütün bilimlerin temeli gibi gösterilmesiyle birlikte bilime duyulan sonsuz güven ve bağlılık evrime gösterilmeye başlanmıştır.
c) Bilimsel Yobazlık
Aleyhteki her tür açıklama ve kanıtı küçümseyecek ve dikkate almayacak ölçüde evrime duyulan bağlılığın diğer bir sebebi de 19. yüzyılda bilim dünyasını etkisi altına alan pozitivist felsefedir. Onlar vahiy bilgisini reddederek canlı varlıkların, hayatın ve kâinatın açıklamasını sadece tabii faktörlerle sınırladıklarından, evrimi kabul etmekten başka ellerinde bir alternatif kalmamaktadır. Çünkü evrimi reddettikleri anda karşılarına çıkacak tek alternatif bütün canlı türlerinin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabuldür. Bu da evrimcilere göre konuyu bilimsel araştırma sahasının dışına çıkarma demektir. Natüralistler dinî bilgiyi itina ile bilimin alanından uzak tutmaya çalışırlar.
Bilimsel araştırmaların sonucu Allah’a varsa da onların ön yargıları ve peşin hükümleri bunu itiraf ve kabulden kaçınır. Onlara göre natüralist temellere dayalı en kötü teori dahi, vahiy bilgisine yaslanan en iyi teoriden daha makbuldür. Evrim üzerindeki gereksiz ve aşırı ısrarın bir sebebi de budur.
Allah’a inanan bir insan açısından çoğu sorunun cevabı bellidir. O, hiçbir zaman tabiatta görülen tüm bitki ve hayvan türlerinin nasıl meydana çıktığını ve nereden geldiğini düşünmez. Çünkü vahiy bilgisi sayesinde bunun cevabını bilir. Bunların tamamının Allah tarafından yaratıldığına inanır. Fakat inançsız biri açısından işler hiç de kolay değildir. O, canlılığın dünyada nasıl başladığına, bütün türlerin nasıl oluştuğuna tabiatın sınırlarını aşmadan pozitivist yöntemlerle cevap bulmak zorundadır. İşte bu cevabı da evrim teorisinden bekler.
Evrim teorisini reddettiği anda oluşacak boşluğu çok iyi bildiğinden, kolay kolay buna yanaşmaz. Bu da onu evrimi destekleyen en küçük delillere dahi sıkı sıkıya sarılmaya, fakat aleyhteki muazzam kanıtları görmezden gelmeye sevk eder. Ne var ki tek kelimeyle bunun adı “bilimsel yobazlıktır.” Çünkü bilim adamına düşen vazife, delilleri yönlendirmek değil, delillerin götürdüğü yere gitmektir.
EVRİM NASIL BU KADAR TARAFTAR BULUYOR?
Günümüzde akademi camiasının önemli bir kısmının evrimi kabul ettiği ifade ediliyor. Özellikle Avrupa devletlerinde yaşayan halkın kabaca yüzde elliden fazlası canlılar âlemindeki çeşitliliğin evrimleşmeyle gerçekleştiğine inanıyor. Bazı ülkelerde bu oran çok daha yukarılarda. Müslüman ülkelerde evrime inananların oranları Batıya nispetle oldukça düşük olsa da, göz ardı edilemeyecek kadar da yüksek. Peki, hiçbir kesin kanıt üzerine oturmayan ve varlığı ispatlanamamış böyle bir teoriyi kabul edenlerin oranı niçin bu kadar yüksektir?
Bu sorunun cevabı bir öncekiyle irtibatlıdır. Dolayısıyla orada ortaya konulan izahlar burada da geçerlidir. Fakat buna ilave olarak bazı hususların üzerinde durmak istiyoruz.
a) Otoriteye İtaat
Evrimin, gerek akademik dünyada gerekse halk kesimleri arasında belli ölçüde kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri, otoriteye itaattir. Çoğu bilim adamı, konu hakkında yaptığı derin ve detaylı araştırmalar neticesinde eldeki kanıt ve olgulara bakarak evrime ikna olmuş değildir. Aslında pek çok bilimsel meselenin durumu da bundan farklı değildir. Biz, okuduğumuz, öğrendiğimiz bilimsel kanunları ve teorileri, bizzat tecrübe edip doğruluğuna kani olduğumuz için değil, bilimsel otoritelere güvendiğimiz için kabul ederiz. Şimdiye kadar çoğumuz dünyanın ne kendi etrafındaki ne de Güneş etrafındaki dönüşünü gözlemlemişizdir. Fakat konu hakkında şahsi deneyimimiz olup olmadığına bakmaksızın bunları kabul etmekte tereddüt etmeyiz. Çünkü güvendiğimiz otoriterler bize bunu söylemektedir.
Bilim alanında yapılan çalışmalarda da otoriteye güvenmeden yol almanın imkânı yoktur. Çünkü herkesin her şeyi bizzat gözlem ve deney yaparak test etmesi çok zordur. Mesela bir doktora, verdiği ilaçların faydasını nereden bildiğini soracak olursanız, size bu alanda yazılmış bir kısım bilimsel kitapları referans verecektir, yani sizi otoritelere havale edecektir. Canlıların dünyasında yaşanan değişim ve gelişimlerle ilgili edinilen bilgiler de bundan farklı değildir. Bilim adamları, konunun uzmanlarının görüşüne dayanırlar. Özellikle Darwin’den sonra ortaya çıkan literatürün ortaya koyduğu açıklamalar, büyük oranda evrim etrafında döner. Fakat son onlu yıllarda tablonun yavaş yavaş değişmeye başladığını da ifade etmek gerekir.
b) Bilimsellik Vurgusu
Günümüzde bilimin tarihte hiç olmadığı kadar yüceltilmesinin bir neticesi olarak “bilimsellik kisvesine” bürünen her iddia ve açıklama inanılmaz bir güç kazanır ve çoğu durumda sorgusuz sualsiz kabul edilir. Evrim teorisinin de bir buçuk asırdır neredeyse bütün biyoloji kitaplarında tartışmasız tek gerçek olarak öğretilmesi, etrafında on binlerce akademik çalışma yapılması, çoklarınca onun kabul edilmesinin önemli sebeplerinden biri olsa gerektir. Tabii böyle bir durumda da pek çok kimse “bilime” karşı çıkan bir insan konumuna düşmemek için kolay kolay kendini riske atmak istememektedir.
c) Sistematik Propaganda
Evrimi geniş kitlelere kabul ettirebilme adına yürütülen sistematik propagandayı da unutmamak gerekir. Evet, yanlış duymadınız propaganda. Medya, okullar, ders kitapları ve süreli yayınlar bu konudaki en kullanışlı propaganda araçlarıdır. Mesela bulunmuş bir fosilin evrime delil olduğu öne sürülüyorsa, bu hemen gazete ve televizyonlarda ballandıra ballandıra anlatılır. Evrim ağacı, embriyo çizimleri, fosil resimleriyle süslenen ders kitaplarında, evrim teorisi, öğrencilere tek gerçek gibi sunulur. Büyüleyici evrim hikâyesiyle bir kere aşılanan çocukların, gerçekleri görüp kabullenmesi çok zordur. Çocuklar doğru bilgi ile zaman içinde rehabilite edilebilir.
d) Felsefe ve İdeolojiler
Bunların yanı sıra son yüzyıllarda dinin etkisinin yavaş yavaş zayıflaması, on yedinci yüzyıldan itibaren deizmin yükselişe geçmesi, bilimlerin felsefe ve metafizikle arasının açılması, ilerlemecilik fikrinin ortaya çıkışı, bilim dünyasına Kartezyen düşüncenin hâkim olması, kötülük problemine ve nedensellik ilkesine tatmin edici cevapların bulunamaması gibi daha başka faktörler üzerinde de durulabilir. Yani Darwinci görüşün yayılması, biraz da ortaya çıktığı zamanın felsefe ve ideolojileriyle uyumunda aranmalıdır.
Martin Lings, evrim teorisinin, felsefi ilerlemecilik fikrinin biyoloji alanına uygulanmasının bir meyvesi olduğunu şu sözleriyle izah eder: “Evrim ve ilerlemecilik teorileri, oyun kartlarından yapılmış bir evin temeline yerleştirilen birbiri üzerine yaslanmış iki karta benzetilebilir. Eğer bunlar bir birbirini desteklemeselerdi, her ikisi de çökerdi, yani modern dünyaya hâkim bu görünüm yıkılırdı. On dokuzuncu yüzyılda Avrupalı insanlar ilerleme konusunda ikna olmasalardı, evrim fikri ne bilim adamları ne de ‘sıradan insanlar’ tarafından kabul edilirdi. Oysa bu yüzyılda evrimcilik, tüm görünümler karşısında bir ilerlemenin garantisi olarak hizmet etti.” (Lings, “Signs of the times”, Studies in Comparative Religion, 1970, volume: 4)
e) Diğer Faktörler
İnançlı bilim adamlarının kendi tezlerini destekleyecek veya evrimin gerçek yüzünü ortaya koyacak güçlü çalışmalar yapamamış olmalarının da bu konuda önemli bir etken olduğunu unutmamak gerekir. Evrim teorisinin bazılarınca kabul edilmesinin sosyal, siyasal ve iktisadî şartlarla da irtibatlı olduğunu hatırlatıp geçelim. Kısacası evrimci görüşlerin yaygınlığının sebebi, bilimsel kanıtların ikna edici gücüne dayanmaz, bilakis bunun altında harici faktörler vardır.
Daha önceki yazılarımızda evrimin bilimsel ve felsefi yönü üzerinde durmaya çalıştık. Fakat bir ilahiyatçı olarak bizi ilgilendiren asıl konu, Kur’ân ve Sünnet’in canlı varlıkların yaratılışlarıyla ilgili nasıl bir izah getirdiği, evrim teorisinin lehinde veya aleyhinde bir kanıt içerip içermediğidir. Ne var ki bilimsel ve felsefi yönü irdelenmeden doğrudan dinden hareketle evrim teorisini ele almanın ve ona dair bir kısım itirazlar yöneltmenin çok ciddi handikapları vardır. Böyle bir yaklaşım, özellikle evrimi, kanıtlanmış bilimsel bir gerçek olarak gören insanlar nazarında din-bilim çatışmasını akla getirmekte ve onları bu ikisi arasında bir tercihe zorlamaktadır.
Daha da önemlisi, evrim teorisi hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı ilahiyatçılar, evrime karşı çıkacağım diye bilim dünyasında varlığı kesin olarak ispatlanmış yasa ve olguları reddedebiliyorlar ki bu da onların makul açıklamalarını ve yerinde tespitlerini dahi değersiz hâle getiriyor. Bazıları da Batılı akademik çevrelerde evrimin elde ettiği prestijli konuma bakarak, onun kanıtlanmış bir bilimsel hakikat olduğunu zannediyor ve kendi akıllarınca din-bilim çatışmasına sebep olmamak için oldukça tekellüflü tevillerle naslardan evrim teorisi çıkarmaya çalışıyorlar. Siyak-sibak bütünlüğü içerisinde Kur’ân’ın ne söylediğini anlamaya gayret etmek yerine, keyfî ve indî yorumlarıyla âyetlerin manasını zihinlerindeki hazır şablonlara uyduruyorlar.
Aşağıda yapacağımız detaylı izahlarda da açıkça görüleceği üzere Kur’ân ve Sünnet’ten evrim teorisi çıkarmanın imkân ve ihtimali yoktur. Kur’ân, pek çok âyet-i kerimede bir taraftan bütün safhalarıyla yaratmanın istisnasız ancak Allah’a mahsus bir fiil olduğunu vurgulayarak sebep ve tesadüflerin tesirini reddederken, diğer yandan da konu etrafındaki detaylı açıklamalarıyla evrim teorisinin iddialarının doğru olmadığını net olarak ortaya koymaktadır.
Doğrudan konuya girmeden evvel bazı hususları açıklığa kavuşturmak istiyoruz.
Din ve bilim birbiriyle çatışır mı?
Kur’an ve Sünnet perspektifinden bakan bir mü’min açısından din ile bilimin, ilgilendikleri alanların hiçbir noktasında çatışma yaşaması söz konusu olamaz. Çünkü bilimin çalışma alanı olan kâinat kitabı ile dinin temel dayanağı olan Kur’ân’ın her ikisi de Allah’ın âyetlerini ihtiva eder. Dini oluşturan teşrii emirler Allah’ın kelam sıfatından gelirken, bilimlerin çalışma sahası olan tekvini emirler de O’nun ilim ve kudret sıfatlarından gelir. Kur’ân’ı gönderen de, kâinatı yaratan da Allah olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeklik nasıl olur da birbiriyle çatışır?
Eğer bir çatışma varsa, burada iki ihtimal vardır: Ya Kur’ân âyetleri ya da tekvinî emirler yanlış anlaşılıyordur. Yani bu, gerçek bir çatışma değil; bizim algı ve anlayışımıza bağlı olan zahiri bir çatışmadır. Bu durumda yapılması gereken dinî ve bilimsel bilginin bir kere daha gözden geçirilmesidir. Fakat din ile bilimin arasını uzlaştırma düşüncesiyle dinin ruhuna dokunmamaya, âyetleri tahrif sayılabilecek tekellüflü yorumlara başvurmamaya ve bilimi dine koltuk değneği yapmamaya dikkat edilmelidir.
Özellikle müteşabih denilen ve manası kısmen veya tamamen kapalı ve belirsiz olan âyetler yorumlanırken kesin yargılardan ve iddialı ifadelerden uzak durulmalıdır. Âyetlerin genişliği daraltılmamalı, bir yorum ortaya konulurken bunun muhtemel yorumlardan sadece biri olabileceği mutlaka belirtilmelidir. Âyetlerin bilimsel tefsiri yapılırken her zaman ihtiyatlı bir dil tercih edilmeli, ileriki bir zamanda bilimsel görüşün değişebileceği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Yoksa bilimsel gelişmeler esas alınarak âyetler buna göre tevil ve tefsir edilirse, bilimsel teorilerin değişmesi karşısında âyetlerin sıhhatinin sorgulamasına kapı aralanmış olur.
Allah’tan gelen vahyin sıhhatine kesin olarak iman eden bir mü’minin, bilimsel gelişmelerden korkmasına veya bilimin dini zayıflatacağından endişe etmesine gerek yoktur. Çünkü, “İleride onlara âyetlerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak.” (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin de işaret ettiği üzere bilim ilerledikçe Kur’ân daha iyi anlaşılacak, bilim ulaştığı her burçta ilahî beyanın dalgalandığını müşahede edecektir.
Bir Müslüman için okumak, araştırmak, bilim yapmak korkulması değil, teşvik edilmesi gereken meselelerdir. Zira bunlar bütünüyle dinden bağımsız faaliyetler olarak görülemez. Çünkü Allah’ın teşri âyetlerini okuyup anlamak bir mü’minin vazifesi olduğu gibi, tekvini âyetlerini araştırma, anlamaya çalışma ve onlardan insanlık adına faydalı ürünler devşirme de onun sorumlulukları cümlesindendir. Pek çok Kur’ân âyetinin mü’minlere, kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunmayı emretmesi ve sürekli akletmeyi teşvik etmesi de bunu gösterir. Mesela bir âyette şöyle buyrulur: “Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın.” (Ankebût sûresi, 29/20)
Bunun yanında Kur’ân’ın, bilenlerin bilmeyenlerden üstün olacağına işaret etmesi (Zümer sûresi, 39/9), Allah’tan en çok âlimlerin korkacağını beyan buyurması (Fâtır sûresi, 35/28), Allah’tan ilim talep etmeyi (Tâhâ sûresi, 20/114) ve bilmediğimiz konuları bilenlere sormayı tavsiye etmesi (Nahl sûresi, 16/43), savaşa çıkılırken dahi bir grubun ilim öğrenmek üzere geride kalmasını emretmesi ve Allah’ın iman edenlerle ilim sahiplerinin derecelerini yükselteceğini bildirmesi de (Tevbe Sûresi, 9/122) ilme, öğrenmeye, araştırmaya verdiği önemi gösterir.
Aynı şekilde yüzlerce hadis-i şerifte de yoğun olarak ilim üzerinde durulur ve mü’minler buna teşvik edilir. Misal olması açısından şunları zikredebiliriz: “Âlimin âbide olan üstünlüğü, Benim, ümmetimin en alt seviyedeki bir ferdine olan üstünlüğüm gibidir.” (Tirmizî, İlim 19) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye Cennet’in yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39) “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim 2)
Bu sebepledir ki mü’min ilimden korkmaz, cehaletten medet ummaz; tam tersine bir hadiste ifade buyrulduğu üzere ölünceye kadar ömrünü ilim yolunda geçirir. Bir taraftan vahiy bilgisini elde etmeye, diğer yandan da varlık kitabını okumaya çalışır. Zira o bilir ki bu iki kitap birbirini şerh eder.
Dolayısıyla din ile bilim arasındaki ilişki ne bazılarının zannettiği üzere çelişkidir (conflict) ne de bağımsızlık (independence); bilakis uyumdur (consistence). Aynı kaynaktan gelen teşri ve tekvini âyetlerin birbiriyle çatışacağını veya birbirinden tamamıyla bağımsız iki gerçeklik alanı oluşturacağını düşünmek makul değildir. İşin doğrusu bunlar arasında uyum ve birlikteliğin olduğunu ifade etmektir. Hatta uyumun da ötesinde bu iki disiplinin birbirini desteklediğini ve tamamladığını söylemek daha doğru olacaktır.
Din ile bilimin arasını uzlaştırma adına önemli çabalarıyla bilinen İbn Rüşd de hikmet (felsefe ve bilim) ile dini iki samimi arkadaş ve sütkardeş olarak tanımlamıştır. (İbn Rüşd, Fasulü’l-makâl, s. 30) Bediüzzaman’ın şu ifadeleri de din-bilim arasında çatışma olamayacağını anlatır: “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir. Hâlbuki İslâmiyet, bilimlerin seyyid ve mürşidi, ulûm-u hakikiyenin de reis ve pederidir.” (Bediüzzaman, Muhakemat, s. 5)
Din ve bilimin birbirini tamamladığı yönündeki ifadeye özellikle dikkat edilmelidir. Zira daha önceki yazılarda da kısaca temas edildiği üzere, insan hayatında bilimin elinin uzanmadığı, onun ilgi sahasına girmeyen, dahası çözüm getiremeyeceği alanlar vardır. Bilim, bizim nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yönlendirmede bulunamaz. Nereden gelip nereye gittiğimizi söyleyemez. Hayatın anlamı ve varoluş gayemize yönelik izahlar yapamaz. Ahlâk ve faziletin kaynağını açıklayamadığı gibi, niçin ahlâklı olmamız gerektiği konusunda da bir gerekçe sunamaz.
Bilakis onun vazifesi, tekvini emirleri okumak, varlığın sırlarını çözmek, tabiata hâkim olan yasaları bulup çıkarmaktır. Fakat bilimsel araştırmalarla elde edilen verilerin doğru yorumlanması ve onlardan doğru neticeler çıkarılması konusunda da yine dinî bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira insan, varlık ve Allah arasındaki ilişki yerli yerine konulmayınca, bilimsel bulguların isabetli yorumlanması çok zordur. Bu ilişki ve dengenin nasıl kurulacağını bize öğreten yegâne hakikat ise vahiy bilgisidir.
Aynı şekilde hangi maksatla bilim yapacağımızı, teknolojiyi nasıl ve nerede kullanacağımızı da bilim bize öğretmez, öğretemez. Günümüzde de bu gibi konularda bilim adamlarının tercihlerini belirleyen bilimin bizzat kendisi değildir; bilakis felsefe, ideoloji ve hayat görüşleridir. Dolayısıyla bir dine inanmak ve bir Yaratıcının varlığını kabul etmek hiçbir şekilde bilimsel araştırmalardan vazgeçmek anlamına gelmez; bilakis onlara yön verir, anlam katar, motivasyon sağlar.
Rousseau’nun sorduğu şu sorular gerçekten üzerinde düşünmeye değerdir: “Bilimsel araştırmalarda ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Hakikate ulaşmak için, ondan gelecek hayırdan bin kere daha zararlı nice hatalardan geçmek lazım gelir! Bu işte zararlı olduğumuz meydanda. Çünkü yanlış, sonsuz şekillere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten hakikati gerçekten ve yürekten arayan nerede? En iyi niyetlerle yola çıksak bile, bulduğumuz şeyin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? Bütün bu karışık duygularımız arasında, doğruyu kestirecek olan kriter ne olacak? İşimiz rast gidip sonunda hakikati bulsak bile onu hayır yolunda kullanmasını bilecek miyiz?” (Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, s. 28-29)
Kısacası, doğayı, hayatı, canlı varlıkları anlama ve anlamlandırma çabası tek başına bilimin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Burada mutlaka teolojik açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilim kendi yöntemi, yasaları ve disiplinleriyle tabiatı didik didik etmeli, canlı ve cansız varlıkların dilini çözme adına bütün imkânlarını kullanmalı fakat insan, varlık ve Allah hakkında bütüncül açıklamalar ortaya koymak için vahiy bilgisinden istifade etmesini bilmelidir.
Öte yandan Batılıların gördükleri veya vehmettikleri çatışmanın din ile bilim arasında değil; din ile pozitivizm ve materyalizm arasında cereyan ettiğini de vurgulamak gerekir. Günümüzde yaşanan problemin asıl sebebi, modern bilimin materyalist felsefeyle pozitivist yöntem üzerinde gelişmesi ve bütün çalışmalarını bu bakış açısıyla sürdürülmesidir. Ne var ki bu, bilimin bizatihi kendisi olarak görülemez, sadece onun farklı tezahürlerinden biridir. Nitekim günümüzde cılız da olsa inançlı bilim adamları tarafından alternatif yöntemler, araştırmalar, değerlendirmeler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Evrim teorisinin din-bilim çatışması ekseninde götürülmesinin sebebi de, bilimin onu desteklemesine rağmen dinlerin reddettiğinin iddia edilmesidir. İşte burada öncelikle “Hangi bilim?” sorusunu sormak, arkasından da evrimin gerçekten bilimsel delillerinin bulunup bulunmadığını araştırmak önem arz ediyor. Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere evrim hiç de güçlü kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek değildir. Dolayısıyla dinin, evrim teorisiyle çatışması, bilimle çatışması demek değildir. Evrimle bilimi özdeşleştirmek bir önyargının ve varsayımın sonucudur. Daha sonra ele alacağımız konular okunurken bu hususun hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gerekir.
Dinî inanç bilimsel çalışmanın önünde engel midir?
Bazılarının zannettiğinin aksine bir insanın Allah’a inanması, bütün varlığın onun tarafından yaratıldığını düşünmesi hiçbir şekilde bilimsel çalışmaların önünde engel oluşturmaz. Bazılarını böyle yanlış bir kanaate sevk eden en önemli sebep, Hıristiyan Ortaçağ’da Kilise babaları ile bilim adamları arasında yaşanan gerginlik ve çatışmadır. Ne var ki bunun sebebi din değildir. Bunun birinci sebebi, İncil’in ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş ve aslından uzaklaştırılmış olması, ikinci sebebi de dinî, siyasi ve iktisadi gücü ele geçiren Kilise’nin halka karşı baskı kurması, dini yorumlamada taassup göstermesi, akıl ve bilime karşı düşmanca tavır alması gibi farklı şekillerde tezahür eden yanlış tutumlarıdır.
Ateist bilim adamları, Allah’ı kabul etmenin ve her şeyi O’nun yarattığına inanmanın bilimin gerilemesine ve hatta ölümüne sebep olmasından korkarlar. Kendi tarihî tecrübeleri açısından bütünüyle haksız da sayılmazlar. Çünkü onların bilimsel devrimlerinin altında yatan faktörlerden biri de Kilise karşısında kazandıkları zaferdir. Fakat İslâm tarihinde yaşanan tecrübeler açısından meseleye baktığımızda söz konusu endişe ve korkuların ne kadar yersiz olduğunu net olarak görebiliriz. Çünkü İslâm dünyasında din ile bilimin gelişmesi hep birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. En güçlü İslâm âlimleri ile en güçlü bilim adamları aynı dönemde yetişmiştir.
İslâm’ın ilk beş asrına bakıldığında bir taraftan fıkıh, hadis, tefsir ve akaid gibi dinî ilimlerde devasa kametlerin yetiştiği ve ölümsüz eserlerin kaleme alındığı; diğer yandan da matematik, tıp, astronomi ve coğrafya gibi farklı bilimsel disiplinlerde baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı ve keşiflerin yapıldığı görülür. Yani İslâm’ın özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır.
Aslında son birkaç yüzyılı istisna edecek olursak, Batı’da yetişen en meşhur ilim adamları da, dindarlığı ve Allah’a imanı hiçbir şekilde bilimin önünde engel olarak görmemişlerdir. Zira Francis Bacon, Galileo, Kepler, Kopernik, Pascal, Boyle, Newton, Mendel, Pasteur, Kelvin, Decartes, Kant gibi en meşhur ilim adamları hep dindar Hristiyanlar arasından çıkmıştır.
Kilisenin tasallut ve baskıları neticesinde bilim adamlarıyla Kilise babaları arasında yaşanan çatışmalar ayrı bir mevzudur. Fakat bu bilim adamlarının hiçbir zaman Allah inancıyla ve metafizik kabullerle bir problemleri olmamıştır. İnançları, bilimsel araştırma yapmalarının önünde bir engel oluşturmamıştır. Engel olma bir yana, imanları onlar için teşvik edici bir güç ve ilham kaynağı olmuştur. Bunlar bir taraftan bilimsel çalışmalarına devam ederken, diğer yandan da imanın ispatı, önemi ve gücü üzerinde durmuşlardır. Hatta bilimin verilerini imanî bakış açısıyla yorumlamış, bunları imanı ispat adına kullanmışlardır. İmanlarını açığa vurmaktan hiçbir zaman utanmamış, korkmamışlardır.
Mesela Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle izah etmiştir: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 27)
Dinî inançların ve metafizik düşüncelerin, bilimsel çalışmalara engel olması bir yana onları motive edici bir etkisinin olduğunu ve onlara anlam kazandırdığını ifade etmiştik. Bunun yanında imanın diğer önemli bir faydası da bilim adamlarını hapsoldukları fizikî dünyanın dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Dahası, onları sabit fikirlerden ve dar görüşlerden kurtardığını da söyleyebiliriz.
Öte yandan materyalist bakış açısının bir neticesi olarak hiçbir plan ve gayenin bulunmadığı, maddenin ve tesadüflerin bir ürünü olarak görülen varlık âlemini incelemektense, müthiş bir düzen ve ince bir tasarımın bulunduğu düşünülen varlığı incelemek çok daha kolay olacak ve bilim adamlarını çok daha tutarlı, mantıklı ve verimli neticelere ulaştıracaktır.
Varlığı, mutlak bir ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının eseri olarak kabul eden ve bu gözle inceleyen bilim adamlarının gördükleri ve bulduklarıyla, onu şuursuz maddenin ve kör tesadüflerin ürünü olarak kabul eden bilim adamlarının elde ettikleri arasında muazzam farklar olacaktır. Selimiye Camiini tabiatın bir eseri olarak kabul edip inceleyen bir sanatçıyla, onun Mimar Sinan’ın eseri olduğunu kabul edip inceleyen bir sanatçının ulaşacakları sonuçlar ve yorumlar aynı olamaz.
Asıl hedefleri hakikati araştırmak ve bulmak olan bilim adamlarının çalışmalarını sadece tabiat içinde kalarak sürdürmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Çünkü hakikat, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar engindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik izahların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim adamının vazifesi en iyi natüralistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 330)
Son olarak insanın fıtratı icabı sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Son asırda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, gayesiz, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi.
Evrimin dini ilgilendiren bir yönü var mıdır?
Bazı araştırmacılar evrim teorisinin bilimsel bir mesele olduğu gerekçesiyle ilahiyatçıların bu alanda konuşmasının doğru olmadığını, bunun faydadan çok zarar getireceğini ileri sürer. Böyle bir yaklaşım kısmen doğru olsa da bunun eksik ve yanlış yönleri vardır. Doğru olan yönü şudur: Gerçekten de evrim adı altında ele alınan meselelerin büyük çoğunluğu biyoloji, biyokimya, genetik, paleontoloji gibi disiplinleri ilgilendiren bilimsel meselelerdir. Bilimin diliyle ve bilimsel argümanlarla konuşan bilim adamlarının karşısına dinle çıkmanın, âyet ve hadislerle cevap vermeye çalışmanın usulen çok yanlış, strateji açısından da çok riskli bir hareket tarzı olduğunu ifade etmek gerekir.
İlahiyatçıların bu alanda konuşmalarının faydadan çok zarar getireceği meselesi de görecelidir. Birçok televizyon programında müşahede edildiği üzere gerçekten de konuşacakları mevzuun üzerine oturduğu bilimsel çerçeveden habersiz olan ilahiyatçılar, yorum, itiraz ve eleştirileriyle din-bilim çatışmasını körükleyebiliyor, daha da kötüsü çoklarının dinden soğumasına sebep olabiliyor. Fakat konu etrafında yapılan bilgili ve bilinçli konuşmalar için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Evrimin, dini ilgilendirip ilgilendirmemesine gelince şunu söyleyebiliriz ki evrim teorisinin iddialarının önemli bir kısmı doğrudan dini de ilgilendirir. Çünkü bunların önemli bir kısmı hayatla, yaratmayla ve insanla ilgilidir. Yeryüzünde canlılığın tesadüfen başladığı, günümüzdeki canlı organizmaların tabiat dışı hiçbir müdahale olmaksızın bazı mekanizmalarla kendi kendine çoğaldığı ve çeşitlendiği, insanın maymunsu canlılardan geldiği gibi iddialar tabii ki de doğrudan dinin alanına girer. Daha da önemlisi bu tür izahlar dinin üzerinde durduğu en temel ilkelerle ters düştüğü ve evrim teorisi pek çok bilim adamı tarafından dinin alternatifi gibi takdim edildiği için, mutlaka dinden hareketle makul ve mukni cevapların verilmesi ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesi gerekir.
Bu konudaki bazı araştırmacılar da İslâm’ın evrim karşısında nötr bir tavır takındığını, evrimi ne reddettiğini ne de kabul ettiğini ifade ederler. Prof. Dr. Caner Taslaman’ın şu ifadeleri bu yaklaşımın güzel bir özetini sunar: “Canlıların ve insanın, evrim süreciyle veya birbirlerinden bağımsız olarak (evrimsiz) oluştuğu iddialarının hiçbiri İslâm ile çelişmez. Çünkü Kur’ân, Allah’ın canlı türlerini ve insanı yarattığını açıkça beyan etmiş olmasına karşın bu yaratmanın nasıl olduğunu anlatmamıştır. Bu yüzden ‘bir Müslüman evrimci olabilir’ ama bu iddia ‘bir Müslüman evrimci olmak zorundadır’ anlamını taşımaz.” (Taslaman, Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi, s. 41)
Şu izah şeklinde de benzer bir yaklaşım dile getirilir: “Bir yandan İslâm ile diğer öğretiler arasında, bir yandan da İslâm ile biyolojik evrim arasında herhangi bir uyuşmazlık görülemez. İslâm, evrimi savunmadığı gibi, onu eleştirmez de. Kutsal kitapta, evrim veya onunla çatışacak alternatif bir süreç için açık bir değini yoktur. Aynı şekilde, evrimsel biyoloji de İslâmî inançları doğrulayan ya da onlarla çatışan bir şey ortaya koymaz veya Müslümanları çetrefilli teolojik sorunlara sevk etmez. Evrimin bilimsel olarak doğru olup olmamasının -veya evrim hakkındaki bir teorinin geçerli olup olmamasının- şu veya bu şekilde Müslümanın inancıyla ilgisi yoktur.” (Recep Alpyağ, Evrim ve Tasarım, s. 147)
Evrim ve din arasındaki gerilimi düşürme ve yaşanan çatışmaları hafifletme adına bu tür yaklaşımların nisbî bir faydası olsa da, Kur’ân ve Sünnet’in yaratılışla ilgili ortaya koyduğu izahlar açısından meseleye bakıldığında, bu tür tespitlere katılmanın hiç de kolay olmadığı görülür. Daha sonra bu konuyu âyet ve hadislerden getireceğimiz delillerle geniş olarak izah edeceğimiz için şimdilik buna girmiyoruz.
Son olarak bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Evrim hakkında konuşan din âlimlerinin kendi alanlarının dışına çıkmaları ve bilimsel konularda ahkâm kesmeleri ne kadar yanlışsa, evrimi savunan bilim adamlarının hiçbir somut ve ikna edici kanıt olmaksızın spekülasyona dayalı bilgilerle ve vahyi anlama metodolojisinden habersiz olarak ilk yaratılış ve türlerin ortaya çıkışı hakkında din namına kesin ve net hükümler vermeleri de en az bu kadar yanlıştır. Zira pozitif bilimde yöntem olduğu gibi nasları anlamada da bir yöntem vardır.
Evrim, Din için bir tehdit midir?
Hem evrim teorisinin temel iddiaları ve savunusu, hem büyük çoğunluğu itibarıyla evrimci bilim adamlarının dine karşı takındığı düşmanca tavır, hem de bir buçuk asırdır yaşanan acı tecrübeler açısından bu soruya yaklaşacak olursak, cevabı tahmin etmek hiç de güç olmayacaktır. Marx ve Engels’in evrim teorisini ideolojik amaçlarına alet etmeleri, Batılı biyologların önemli bir kesiminin ateist olması, bilimsel ahlâkla açıklanamayacak ölçüde evrimde ısrar edilmesi, evrim teorisi yüzünden çoklarının ateizme kayması, evrimci izahların ateist argümanların temelini oluşturması gibi olaylar bir tesadüf olarak görülemez.
Pek çok Darwinci de evrim teorisinin din karşıtı oluşunu, dine alternatif bir açıklama ortaya koyduğunu ve hatta dine büyük bir darbe indirdiğini hiç çekinmeden ifade etmişlerdir. Mesela en önce gelen ateist evrimcilerden biri olan Richard Dawkins’e göre, ateistlerin kendi tezlerini rasyonel ve entelektüel bir şekilde ortaya koyabilmelerinin dayanaklarını Darwin sağlamıştır. (Dawkins, The Blind Watchmaker, s. 6). Ona göre insanın varoluşu ve anlam arayışıyla ilgili derin soru ve sorgulamalara, bâtıl inançlara (yani dinlere) başvurmadan tutarlı ve inandırıcı cevaplar verebilmeyi mümkün hâle getiren kişi de Darwin’dir. (Dawkins, The Selfish Gene, s. 1)
Amerikalı felsefeci Daniel Dennet’in şu tespitleri de evrimin din üzerindeki yıkıcı tesirine işaret eder: “Darvinci teori, bilimsel bir teoridir ve gerçekten harikadır. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Evrime şiddetle karşı çıkan yaratılışçılar bir konuda haklılar: Darwin’in tehlikeli fikri, en temel inançlarımızın dokusunu, birçok sofistike savunucunun henüz kendilerine bile itiraf edemedikleri bir şekilde çok daha derinden bozuyor.” (Dennet, Darwin’s Dangerous Idea, s. 18)
Darwinizm tarihinin öncülerinden William Provine’nin şu sözleri de aynı gerçeğin farklı bir ifadesidir: “Evrimsel biyolojinin yıkıcı sonuçları, örgütlü dinin varsayımlarının çok ötesine geçerek, insanların çoğunluğu tarafından kabul edilen ve biyolojik evrenin, insan ahlâkının ve biyolojik organizmaların görünür düzeninden sorumlu olan çok daha derin ve yaygın bir inanca etki eder.” (Robert T. Pennock, Intelligent Design Creationism and Its Critics, s. 69)
Kaliforniya Üniversitesi’nde ekoloji ve evrimsel biyoloji profesörü olan Michael R. Rose da, Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisinin din üzerindeki etkisini şu sözleriyle açıklamıştır: “Charles Darwin’in fikirleri, pek çok kişiyi, tüm canlıları Tanrı’ın yaratmadığına, bunun yerine canlı düzenin oluşumunun kör ve maddî nedensellik ilkesiyle açıklanacağına ikna etti. Genel halk için asıl önemli olan, (Darwin’den sonra) kendi türümüzün kökeninin de materyalist terimlerle açıklanabileceğinin kabul edilmesidir. Bu fikirler, birçok inanç krizine ve bazı dindarların Darwin’i yermesine yol açtı. Darwin’in kendisi de bir ateist olduğu için, Newton’dan farklı olarak, Batı Hıristiyan âleminin tüm yerleşik düzenine karşı çıktı. Neticede Darwin’in çalışması, Hıristiyanlığın, Batı’nın bilim düşüncesinin merkezinden kalkmasına yol açtı.” (Rose, Darwin’s Spectre, s. 203)
Bugüne kadar evrim teorisinin İslâm dünyasında karşılaştığı sert tepkinin sebebi de onun dinsizliğin savunusu gibi algılanmasıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşayan ulemanın onun hakkındaki kanaatini şu cümle güzel özetler: “Darvinizm muhit-i İslâmiyette dinsizliğe doğru atılmış bir hatve, ilk ve geniş bir hatvedir.” (Reşat Macit, “Subhi Edhem’in Darwinizm Kitabı”, Tasarım ve Evrim, s. 453)
Bu açıdan evrimi tamamıyla bilimsel bir mesele olarak gören veya dinle arasını uzlaştırmaya çalışan ya da İslâm’dan ve İslâm tarihinden hareketle evrime dinî temeller arayan bilim adamlarının yaklaşımları her ne kadar iyi niyetli olsa da ilmi, mantıki ve realist değildir. Onların Darwinizm hakkındaki sübjektif kanaatleri gerçeği değiştirmeye yetmez. Neticede bir buçuk asırdır ortaya konulan ciddi bir literatür ve birikim vardır. Darwinizm denildiğinde herkesin zihninde canlanan tanımlar, izahlar, mekanizmalar ve sonuçlar vardır.
Nancy Pearcey, evrim düşüncesinin dinî inanışlarla mezcedilmesinin imkânsızlığını, “Ya Tanrı inancına ya da doğal seleksiyona sahip olabilirsiniz ama ikisine birden asla” sözüyle ifade etmiştir. Evrimci biyolog Ernst Mayr da, Darwinizmin gerçek özünün doğal seleksiyona dayandığını, bunun da ‘ilâhi müdahaleyle’ değil ancak doğal araçlarla gerçekleştiğini vurgulamıştır. (Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 34-35)
Peki, evrim düşüncesini din açısından bu ölçüde tehlikeli kılan nedir? Çünkü evrim, kâinatın veya canlı varlıkların ortaya çıkışında hiçbir şekilde yaratmaya, tasarıma, hikmetli ve şuurluca yaratılışa yer vermez. Her tür teolojik ve metafizik izahı itina ile teorisinin dışına iter. İdeolojiye dönüşen Darwinizmin tüm çabası ve hedefi, ilahî bir güce gerek kalmadan tabiatın kendi kendini yarattığını göstermekten ibarettir. Dolayısıyla ateizm, evrim teorisinin mantıksal, hatta zorunlu bir sonucudur. Evrim teorisini tabulaştıran ve ne pahasına olursa olsun savunan bilim adamlarının asıl ilgisi de onun bilimsel mahiyetinden ziyade, felsefi ve mantıksal sonuçlarına yöneliktir.
Evrimin sadece din değil, ahlâk açısından da önemli bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Çünkü canlılar dünyasına evrim açısından bakıldığında, insanın, ahlâklı olmak için hiçbir nedeni yoktur. Evrimciler, insanda var olan bütün ahlâkî davranışların kökenini hayvanlarda ararlar. Daha da kötüsü evrimin üzerine oturduğu doğal seleksiyonun işleyişi ve mantığı; fedakârlık, iyilik, yardımseverlik gibi ahlâkî değerlerin tam tersi neticelere işaret eder. “Doğal ayıklanma körü körüne ve amansız bir yarışmayla eşanlamlıdır: ‘İnsan, insanın kurdudur.’, doğadaki yaşam bir ‘gladyatör dövüşüdür.’ Böyle savlar izlenecek olursa, gerek doğal ayıklanmadan gerekse şansın hâkim olduğu ‘yansız’ bir evrimden, bir iyilikseverlik ve dostluk, hatta bir sevgi ahlâkının nasıl türeyebileceğini anlamak doğrusu güçtür.” (J. P. Cihangeux, P. Ricoeur, Neden Nasıl Düşünürüz, s. 173)
Evrim teorisini kabul eden ve İslâm’da ona aykırı bir hüküm bulunmadığını iddia eden modern araştırmacılar, bu görüşlerini seleften bazı âlimlere dayandırır ve İslâm tarihinden verdikleri örneklerle evrimin ilk defa İslâm kültür havzasında ortaya çıktığını savunurlar. Mesela İslâm’da Evrimci Yaratılış Teorisi ismiyle bir kitap kaleme alan Prof. Dr. Mehmet Bayraktar şöyle der: “Gerçek manada bir evrim düşüncesi ilk defa 9. yüzyılda İslâm kültüründe doğmuş ve müteakip yıllarda geliştirilerek çeşitli şekiller almıştır. Hatta Batı kültüründe evrimci düşüncenin doğuşunun sebebi de İslâm kültüründeki bu evrim düşüncesidir.” (s. 16)
Bu konuda verilen örnekleri ve ileri sürülen iddiaları çok genel hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz: İlk evrimci düşünceler, “kumun” ve “zuhur” teorileri adı altında mutezili bir âlim olan Nazzam (ö. 219/835) tarafından ortaya atılmıştır. Nazzam’a göre Allah, bütün türlerin özü ve nüvesi mahiyetinde olan ve onlara ait bütün hususiyetleri bi’l-kuvve kendinde barındıran ilk canlı varlığı yaratmış, sonrasında da bütün ana türler birbirinden bağımsız olarak bu ilk çekirdek varlıktan ortaya çıkmıştır. Nazzam, hiçbir ana türün değişerek yeni bir tür oluşturacağını kabul etmez, yani türlerin sabitliği fikrini savunur. Dolayısıyla ona göre insan da hayvan türlerinin evrimleşmesi sonucunda dünyaya gelmemiştir. (Mehmet Bayraktar, İslâm’da Evrimci Yaratılış Teorisi, s. 40-47)
Evrimin öncüsü olarak gösterilen diğer bir İslâm âlimi de Câhız’dır (ö. 255/869). Nazzam’ın talebesi olan ve üç yüz civarında eserinin yanında yedi ciltlik bir biyoloji ansiklopedisi de (Kitâbü’l-hayavân) yazmış olan Cahız, hocasından aldığı evrimci görüşleri daha da geliştirmiştir. O da canlı türlerinin oluşumunu hocası gibi Allah’ın çekirdek mahiyetinde yarattığı ilk canlı varlığa bağlar. Fakat o, hocasından farklı olarak canlı türlerinin zamanla değişiklik geçirerek yeni türler oluşturabileceğini kabul eder. Fakat Cahız’a göre bu değişiklik, tabii seleksiyon ve mutasyon gibi mekanizmalarla değil, Allah’ın yaratmasıyla ortaya çıkar.
Cahız, buna benzer görüşlerinden ötürü meşhur Ehl-i Sünnet kelamcıları tarafından materyalist ve dehri olmakla suçlanmıştır. (Ahmet Özdemir, “Kur’ân ve Bazı İslâm Âlimleri Açısından Yaratılış ve Evrimci Görüş”, Bitlis İslâmiyat Dergisi, Haziran 2020, s. 68-69)
Evrimci İslâm âlimleri zikredilirken, Farabî (ö. 338/950), Birûnî (ö. 453/1061) ve İbn Tufeyl’e (ö. 581/1185) de yer verilir ve bunların bazı görüşleriyle Darwinizm arasında bir kısım irtibatlar kurulur. Ne var ki bunların hiçbiri, açıkça bir türün başka bir türe dönüşebileceğini ifade etmemiştir. Bilakis yaratmanın ancak Allah’a mahsus olduğunu belirtmişler ve türlerin sabitliğine kail olmuşlardır.
Cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, onlardan da insana kadar yeryüzünde mevcut olan varlık hiyerarşisi üzerinde duran bir kısım İslâm filozoflarıyla İslâm ahlakçılarının da evrimi kabul ettikleri ileri sürülür ve İhvanüs’s-sava, İbn Miskeveyh, İbn Haldun, Nasiruddin et-Tusi, Kazvini, Kınalızade Ali Efendi, Molla Sadra, Erzurumlu İsmail Hakkı gibi bir dizi âlimin ismine yer verilir. Hatta Râgıb el-İsfehanî, İbnü’l-Heysem, el-Kazvinî, Sadruddin Şîrâzî, Mevlânâ ve İbn Arabî gibi daha birçok İslâm âliminin isimleri zikredilir. (Bkz. İsmail Yakıt, “Darwin’den Önce İslâm Düşünürlerinde Evrimle İlgili Fikirler”, Felseve Arkivi, 1984, sayı: 24, s. 101-122; Muhammed Hasan, el-İnsân beyne’l-halki ve’t-tatavvur, s. 42-58)
İsmi geçen âlimlerin tek tek görüşlerinin ele alınıp detaylı bir şekilde incelenmesi müstakil çalışmaları gerektirir. İslâm ulemasının evrime delil olarak gösterilen görüşlerinin, evrim teorisi açısından çok genel bir değerlendirmesini yapacak olursak şunları söyleyebiliriz:
İslâm tarihindeki evrimciler olarak gösterilen ulemanın görüşleri ile Darwin tarafından ortaya konulan evrim teorisi arasında, yüzeysel ve kısmi benzerliklerin ötesinde bir bağ kurmak mümkün değildir. Konu etrafında yapılan çalışmalar incelendiğinde, İslâm âlimleri tarafından öne sürülen görüşlerle Darwin tarafından ortaya konulan teori arasında çok büyük farklar olduğu görülür.
En başta şunu ifade etmek gerekir ki, Darwin’in ana hedefi, yeryüzünde görülen bütün türlerin kökenine dair natüralist ve pozitivist bir izah getirebilmektir. Hâlbuki İslâm ulemasının kâinat veya canlı türleri hakkında yaptıkları bütün izahların merkezinde hep Allah vardır. İlk canlılık, Allah’ın yaratmasıyla başladığı gibi, bütün türler de O’nun yaratmasıyla oluşmuştur. Cahız’ın dışında hiçbir İslâm âlimi açıkça bir canlı türünün başka bir türe dönüşebileceğini iddia etmemiştir. Şu önemli noktayı da ilave etmeliyiz ki konu etrafındaki açıklamaları çok net olmayan Cahız, bu dönüşümün de Allah’ın fiil ve eseri olarak vücut bulduğunu belirtmiştir.
Cahızın konuyla ilgili fikirlerini araştıran bilim tarihçisi Profesör Gillian Beer’in şu tespitleri önemlidir: “Cahız’ın Darwin’den bin yıl önce evrim üzerine yazmış ve doğal seçilimi keşfetmiş olduğunu ileri süren kimi tarihçiler yanılgıya düşmüşlerdir. Cahız’ın anlamaya çalıştığı şey dünyanın nasıl meydana geldiği veya türlerin nasıl oluştuğu değildi. Her şeyi Tanrı’nın yarattığına ve bunu en mükemmel biçimiyle yapmış olduğuna inanıyordu. İlahi yaratımı ve dahiyane tasarımı doğru kabul ediyordu. Ona göre başka bir açıklama düşünülemezdi.” (Gillian Beer, Darwin’in Hayaletleri, s. 93)
Nitekim Câhız, Kitâbu’l-hayavân isimli kitabını yazma amacını şöyle açıklar: “Akıl sahibi her kişi, Allah’ın yarattığı her şeyin bir amacı olduğunu ve Allah’ın yarattıklarını kaderlerine terk etmediğini; atladığı, alamet-i farikasından yoksun, karmaşa içinde ya da korumasız bıraktığı hiçbir şey olmadığını; eşi benzeri olmayan öngörülerinde asla yanılgıya düşmediğini ve ne kurduğu düzenin herhangi bir detayının, ne bilgeliğin güzelliğinin ne de güçlü kanıtların görkeminin onu yanılttığını bilecektir. Tüm bu etkinlik bitten ve kelebekten yedi gök küreye ve dünyanın yedi iklimine kadar her şeyi kapsamaktadır.” (Gillian Beer, Darwin’in Hayaletleri, s. 98)
İslâm âlimleri, canlı varlıklar ve yaratılış etrafında ortaya koydukları açıklamalarla Allah’ın vaz etmiş olduğu kanunlara dikkat çekmiş; mesela tabiatta ve canlı organizmalarda gözlemlenen değişim ve tekâmül üzerinde durmuş; bu değişime sebep olan çevre şartları, yiyecekler, iklim ve atmosfer gibi faktörleri ele almışlardır. Bazılarının evrime benzeyen görüşlerinin merkezinde ise Allah’ın ilk varlığı ve türlerin ilk üyelerini yoktan var etmesi fakat daha sonraki yaratmaları bir vesile ve sebep ile gerçekleştirdiğini izah etme maksadı vardır. Kimileri de bütün varlığın aynı özden yaratıldığına dikkat çekmiştir.
Evrim şeklinde anlaşılan veya evrimle alakası kurulan bir kısım görüşlerin maksadı ise kâinattaki atom ve moleküllerin nasıl bir devir-daim içerisinde olduğunu, nasıl hâlden hâle geçtiğini, Allah’ın aynı cins maddelerden nasıl olup da muazzam çeşitlilikte varlıklar yarattığını göstermektir. Mesela cansız durumdaki atom ve moleküller sürekli canlı organizmaların yapı taşlarında kullanılmakta, bitkileri hayvanlar yemekte, hayvanları da insanlar. Bir açıdan bitkiler hayvanlara, hayvanlar da insanlara dönüşmekte. Element ve moleküller farklı kademelerden geçerek insan vücudunda yer almakta.
İbn Arabi ve Mevlânâ gibi zatlara ait olan ve evrim olarak takdim edilen bazı görüşler ise insanın; psikolojik, ruhî ve manevî değişim ve terakkisiyle ilgilidir. Onlar, insanın, ahlâkî ve manevî açıdan terakki ve tedenni edebileceği mertebelere dikkat çekmiş; yapacağı kötülük ve fenalıklarla insanın bitki ve hayvanların hayat seviyesine düşebileceğini, iyilik ve hayırlarıyla da melekî seviyeye çıkabileceğini ifade etmişlerdir.
İbn Miskeveyh, İbn Haldun ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi şahıslar ise silsilevi yaratılış düzeninden bahsetmiş, yaratılıştaki birlik, bütünlük ve hiyerarşiyi göstermek istemişlerdir. Kainattaki yaratılışın nasıl basitten başlayarak kompleks varlıklara doğru sıralandığını açıklamış, farklı varlık cinsleri arasındaki üstünlükten bahsetmiş, yani bir yönüyle Allah’ın yaratmadaki âdet ve sünnetine dikkat çekmişlerdir. İnsanın, diğer varlıklar arasındaki müstesna konumuna işarette bulunmuşlardır.
Her ne kadar cansız varlıklar arasındaki mercanın en düşük hayat seviyesindeki bitkilere, hurmanın en düşük hayat seviyesindeki hayvanlara, at, fil ve maymun gibi bir kısım hayvanların da zekâ ve kabiliyet açısından bir kısım insanlara yakınlığından bahsetseler de, ne bunların “ara türler” olduğunu ne de birbirine dönüştüğünü söylemişlerdir. “Varlık mertebelerini” veya “küllî varlık zincirini” açıklama adına kullanılan bu tür ifadelerden evrim görüşü çıkarmak oldukça abartılı, aşırı ve yanlış bir yorumdur. Onların benzerlikler üzerinden yaptıkları yakınlık yorumlarını evrim teorisini destekler şeklinde yorumlamak bilimsel bir yaklaşım değildir. Onlar da zaten böyle bir iddiada bulunmamışlardır.
Cahız, Nazzam, Farabi ve İbn Haldun gibi İslam âlimlerinin konu etrafındaki görüşlerinin incelendiği akademik bir makalede şu değerlendirmelere yer verilir: “Bu görüşlerin, modern evrim görüşüyle uzaktan bir alakasının olmadığı kesindir. Burada kademeli olarak canlılar arasındaki özellik farkından bahsedilmektedir. Canlıların kademeli ve birikimli bir evrimsel sürecin ürünleri olduğunu değil; aksine statik, değişmez, son halleriyle mükemmel yaratılışları ileri sürülmektedir…
Evrim konusunda, özellikle Müslüman bilim adamları tarafından evrimi savunma pozisyonunun ortaya çıkması, aynı mana ve mefhumların ve aynı kelimelerin farklı kimseler tarafından değişik manalarda kullanılmasından kaynaklanmaktadır… İslam âlimlerinin evrim diye bir problemi yoktur. Çünkü onların çalışmaları incelendiğinde, kâinatın oluşumunun ve canlıların yaratılmasının Yüce Allah tarafından gerçekleştirildiğinin çok iyi ifade edildiği görülür.” (Ahmet Özdemir, “Kur’ân ve Bazı İslâm Âlimleri Açısından Yaratılış ve Evrimci Görüş”, Bitlis İslâmiyat Dergisi, Haziran 2020, s. 61-76)
Bu tür konularda sebeplere aşırı vurgu yapan, Kur’ân’da ortaya konulan yaratma düşüncesine ters açıklamalar ileri süren âlimlerin sert tepkiyle karşılaştığını, onlar hakkında reddiyeler yazıldığını ve hatta tekfire gidildiğini de hatırlatmak gerekir. Bu tür düşüncelerin ortaya atılmasında Yunan felsefesi ciddi etkili olmuştur. İslâmcı evrime misal olarak verilen görüşler, delilden yoksun oldukları için hiçbir zaman İslâm düşüncesi ve kültürü içerisinde ana bir akım hâline gelmemiş, genelin nazarında meşruiyet kazanamamıştır. Bütün türlerin Allah tarafından ve müstakil olarak yaratıldığı konusunda Sünni kelamcılar arasında bir ihtilaf yoktur.
Allah kâinatı evrim ile yaratmış olamaz mı?
Batı’da son onlu yıllarda ismine “teistik evrim” denilen yeni bir akım ortaya çıktı. Bu akımın amacı evrim ile dini uzlaştırmak. En temel iddiaları ise “Allah’ın kâinatı evrim ile yarattığıdır.” Teistik evrimin öncülerinden biri olan Francis S. Collins bu görüşü şöyle açıklar:
“Uzayla ve zamanla sınırlanmamış olan Allah, evreni ve ona egemen olan tabiat yasalarını yaratmıştır. Bu kısır evreni canlılarla doldurmayı amaçlayan Allah, mikropları, bitkileri ve her türden canlıyı yaratmak için zarif evrim mekanizmasını seçmiştir. Daha da önemlisi O, akıllı, doğru ve yanlış bilgisine, özgür iradeye ve Kendisiyle paydaşlığa girme arzusuna sahip özel canlıları yaratmak için de aynı mekanizmayı seçmiştir… Bu görüş, bilimin bize doğayla ilgili öğrettiği her şeyle tamamen bağdaşmaktadır. Ayrıca bu dünyadaki büyük tek tanrılı dinlerle de tamamen uyumludur…
Bu bağlamda teist evrim ya da BioLogos’u açık farkla bilimsel açıdan en tutarlı ve ruhsal olarak en tatmin edici seçenek olarak görüyorum. Bu yaklaşımın modası geçmez ve gelecekteki bilimsel buluşlarla çürütülemez. Entelektüel olarak katı bir yaklaşımdır ve birçok zor soruya yanıt verebildiği gibi bilim ile inancın birbirini sarsılmaz iki direk gibi güçlendirmesini sağlar.” (Collins, The Language of God, s. 200-206)
Batı’da savunulan bu düşünce tarzı yavaş yavaş İslâm dünyasında da yayılmaktadır. Teistik evrim görüşünü benimseyen bilim adamları, evrimcilerden farklı olarak ilk canlının Allah tarafından yaratıldığını savunurlar. Onlara göre bu ilk canlı Allah’ın onun mahiyetine koyduğu kabiliyetler sayesinde evrimleşmiş ve yeni türleri ortaya çıkarmıştır.
Bir çalışmada teistik evrimi savunan İslâm âlimlerinin durumu şöyle resmedilir:
“Bazıları İslâm adına evrim teorisine karşı çıkmanın, bu teoriyi benimseyen kimseleri dinden uzaklaştıracağı vehmiyle, hakikatte materyalist temeller üzerine oturtulmuş olan bu teoriyle mücadele etmek yerine, bu teoriyi İslâmîleştirmeye ve Kur’ânîleştirmeye çalışmışlar, bu teorinin Kur’ân’a, İslâm filozof veya âlimlerinin görüşlerine aykırı olmadığını iddia etmişlerdir.
Böylece ateist evrimcilerin yanında bir de canlıların çeşitli oluşunun evrimleşme yoluyla olabileceğini hatta olduğunu iddia eden inançlı bir grup daha ortaya çıkmıştır. Bunlar canlıları Allah’ın yarattığını kabul ettikleri için yaratılışçı, öte yandan canlıların çeşitliliğinin evrimleşme yoluyla olduğunu savundukları için evrimcidirler. Bu anlayışa kısaca “evrimci yaratılış” da denmektedir.” (Veysel Güllüce, “Kur’ân Işığında Yaratılış Görüşünün Değerlendirilmesi”, Yaratılış Kongresi, s. 342)
Yakın dönemde yaşamış veya muasır olan İslâm âlimlerin büyük çoğunluğu İslâm’a aykırı olduğu gerekçesiyle evrimi reddeder. Çoğunluğu evrime ihtimal dahi vermez, onun hakkında konuşmayı veya çalışma yapmayı dahi gereksiz bulur. Fakat bazıları evrimin gerçek olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak biraz daha ihtiyatlı bir dil kullanmayı, hafif de olsa kapıyı evrime karşı aralık bırakmayı veya evrimcilerin bir kısım görüşlerine mümaşatta bulunmayı tercih eder. Bütün bunlarla birlikte evrim teorisi etrafında yapılan çalışmaların bir hayli az olduğunu da ifade etmek gerekir.
Diğer yandan Edip Yüksel, Mustafa İslâmoğlu, Mehmet Bayraktar, Süleyman Ateş, İsmail Yakıt, Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Cisr, Seyyid Ahmet Han, Muhammed Abduh, Fazlurrahman gibi evrimi kabul edenler de vardır. Mesela Süleyman Ateş şöyle der: “Hayatın, ilkel hücreden evrimleşe evrimleşe önce basit canlıların, sonra daha üstün yapılı canlıların ve en sonunda da insanın meydana geldiği, kesin kanıtlarla ortaya konmuştur. İnsanın maymundan türediği doğru değildir. Fakat insanlarla maymunlar müşterek bir kökten türemiş olabilirler.” (Süleyman Ateş, “Kur’ân-ı Kerim’e Göre Evrim Teorisi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 20, s. 131)
Süleyman Ateş ve diğer ilahiyatçıların evrimi kabul etmelerinin en önemli sebebi, evrimin kesin bir bilimsel gerçek olduğunu düşünmeleri ve evrime aykırı olan Kur’ân âyetlerini de bu bakış açısıyla tevil etmeleridir. Ne var ki daha önce yapılan açıklamalarda da açıkça görüldüğü üzere bu, doğru bir tespit değildir.
Elbette Allah, murat buyurursa kâinatı evrimle de yaratabilir. Fakat burada önemli olan meseleyi zihnî ihtimaller üzerinden götürmek yerine, Allah’ın Yüce Kitabı’na bakmaktır. Sanki ortada hiçbir vahiy ve nas yokmuş gibi Allah’ın kâinatı evrimle mi evrimsiz mi yaratmış olduğunu konuşmak doğru bir metot olamaz.
“Şöyle de olabilir, böyle de olabilir, şu da mümkündür, bu da mümkündür…” diyerek sürekli ihtimaller üzerinden mantık yürütmek ve tartışma yapmak bizi hiçbir neticeye götürmez. Güçlü kanıtlara yaslanmadığı sürece zihnî spekülasyonlar şahsi birer mülahaza olmaktan öte geçemez. Bu yüzden Allah’ın yaratma kanununu anlama adına yapılması gereken şey, öncelikle dönüp Kur’ân’a bakmak, sonra da ulemanın yorum ve tefsirlerine müracaat etmektir.
Daha sonraki yazılarımızda tek tek ilgili ayetleri ele alarak detaylı olarak izah edeceğimiz üzere Kur’ân’dan yola çıkarak teistik bir evrim görüşü geliştirmenin imkân ve ihtimali yoktur. Bunu yapmaya çalışanlar, Kur’ân âyetlerini kendi ön kabullerine göre tevil etmektedirler.
Teistik evrimi savunan ilahiyatçılar, evrimin önündeki tek engelin din olduğunu veya evrimin sadece dinî sebep ve endişelerle reddedildiğini zannediyorlar. Dolayısıyla da bilimi karşılarına almaktan korkuyorlar. Halbuki daha önceki yazılarımızda bilimsel delillerin de kesin olarak evrimin gerçekliğini göstermediğini, bu konuda ileri sürülen kanıtların ne kadar zayıf ve sübjektif olduğunu ve hatta yer yer çarpıtıldığını ortaya koymuştuk.
Dolayısıyla Kur’an naslarından teistik evrim görüşü çıkarmak mümkün olmadığı gibi, ortada İslâm alimlerini açık nasları tevil etmeye mecbur bırakacak bilimsel gerçekler de yoktur. İslâmî düşünce açısından böyle bir şeyin olması zaten tahayyül edilemez. Zira teşri emirler Allah’tan geldiği gibi, tekvini emirleri yaratan ve kullarının emrine amade kılan da O’dur.
Bu sebeple bir kere daha tekrar edecek olursak, evrime karşı çıkmak demek, nedensellik ilkesine karşı çıkmak ve sebepleri görmezden gelmek demek değildir. Aynı şekilde evrime karşı çıkmak, hiçbir şekilde varlık ve canlı organizmalar hakkında araştırma yapmanın önünde bir engel olarak görülemez. Evrimi reddetmeyi, ilim düşmanlığıyla ve bağnazlıkla izaha kalkışmak ise asıl bağnazlıktır.
Bir çalışmada evrimci teizmi savunan İslâm âlimleri şöyle eleştirilir: “Evrimci teistlerin, evrimci biyoloji için ne yaptıkları ise oldukça basittir: ateist evrimci teorilere dayanan tüm bulguları ve önermeleri kabul edip onların içlerine Tanrı’yı koydular. Böylece kendi inançlarını bilim ile uyumlu hâle getirdiler. Aralarında Katolik Kilise’sinin ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin de bulunduğu hemen hemen bütün Hıristiyan mezhepler, yenilikçi Yahudilerin çok büyük bir kısmı, metinlerdeki yaratılış kıssalarını alegorik olarak yorumlamak suretiyle teist evrimi kabul etmektedirler.
Bunlarla aynı gemiye binmek isteyen Müslümanlar da aynı şeyi yapmaktadırlar. Müslümanlar bunu yaparken de Kur’ân ve Kitab-ı Mukaddes arasındaki temel farklılıkları göz ardı ettikleri gibi Nebevî geleneği ve bin dört yüz yıllık İslâm ilim geleneğini paranteze almaktadırlar.
Bu paranteze alınan gelenek, dünyada var olan çeşitli yaşam formlarının iyi bir açıklamasını veren Kur’ân’ın tanımlarına, Nebevî geleneğe, aralarında sahabenin de bulunduğu tefsir çalışmalarına, Müslüman bilgin, bilim adamı ve felsefecilerin derin düşüncelerine dayanmaktadır. ‘İslâmi teist evrimi’ desteklemek için, kaynaklardaki malzemeyi yetersiz ve seçici bir okumayla elde ettikleri bulgularla Müslümanlar ortaya bazı çabalar koymuşlardır.” (Muzaffer İkbal, “İslâmi Bakış Açısından Teistik Evrim”, Tasarım ve Evrim, s. 591)
Bediüzzaman Said Nursi de şu izahlarıyla her tür evrimci görüşe karşı bütün kapıları ardına kadar kapatır: “Her bir türün bir âdemi ve bir büyük pederi (yani ilk atası) olduğundan, silsilelerdeki tenasülden doğan bâtıl vehim, o âdemlerde ve ilk pederlerinde tevehhüm olunmaz. (Yani türlerin soy zincirinin ebedi olduğu vehmine kapılmamak gerekir. Her türün âdemlerini Allah yaratmıştır.)
Evet, hikmet, jeoloji, zooloji ve botanik lisanı ile iki yüz bini geçen türlerin âdemleri hükmünde olan ilk başlangıçlarının her birinin müstakillen sonradan yaratıldığına şehadet ettiği gibi, mevhum ve itibarî olan kanunlar ve şuursuz olan tabiî sebepler ise: Bu kadar hayret veren silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve fertler denilen dehşet verici hadsiz harika makinanın sanat güzelliği içinde yaratılmasına kabiliyetsizlikleri cihetiyle her bir fert ve her bir tür, tek başlarına hikmet sahibi Yaradan’ın kudret elinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni-i Zülcelâl, her şeyin alnına hudûs ve imkân damgasını koymuştur.” (Bediüzzaman, Muhakemat, s. 90)
Başka bir eserinde aynı konuyu şu ifadeleriyle izah eder: “Fenn-i hayvanât (zooloji), fenn-i nebâbât (botanik), iki yüz bini aşkın türün büyük peder ve âdemleri hükmünde olan başlangıçlarının her birinin hudûsuna (yaratılmasına, varlık kazanmasına) şehâdet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kanunlar, kör ve şuursuz olan tabii sebepler ise bu kadar hayret verici silsileler (zincirler) ve bu silsileleri teşkil eden ve “efrâd” denilen dehşet ve hayret verici ilahî makinelerin (canlı organizmaların) îcad ve inşasına kabiliyetlerinin olmaması cihetiyle her bir ferd, her bir tür müstakillen Sâni-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıktıklarını ilân ve izhar ediyorlar.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 234)
Fethullah Gülen Hocaefendi de Allah’ın kâinatı evrimle yaratmış olabileceği şeklindeki görüşün yanlışlığını şu şekilde ifade eder: “Darvin’in evrime ait düşünceleri ve evrim teorisi, hiçbir zaman Kur’ân âyetleriyle tevfik edilemeyecektir. Edilemeyecektir, zira o, hayatı birtakım sebeplerin tesadüfi neticesi olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ihya ve imâte (hayat verme ve hayatı alma), Allah’a ait iki fiildir. Her ikisi için de başlangıç itibarıyla birtakım maddî sebeplerden söz edilebilse de, netice, bilhassa hayat noktasında tamamen sebepler üstüdür. Hayatı vermede Cenâb-ı Allah’ın hiçbir sebebe bağlı olmayan, perdesiz icraatı söz konusudur. Dolayısıyla hayat hiçbir maddî sebeple izah edilemeyeceği için, ne Darvin teorisi teori olmaktan öte bir gerçektir, ne de onun Kur’ân âyetleri ve hadis-i şeriflerle tevfik ve telifi mümkün olabilecektir.” (Fethullah Gülen, Yaratılış Gerçeği ve Evrim, s. 15)
Netice itibarıyla teistik veya yaratılışçı evrim denilen yaklaşımın, ne bilimden ve genel kabul gören evrim teorisinden ne de dinî naslardan vize alabilmesi mümkün değildir. Bu yaklaşımın temelinde, evrimi, kesin ispatı yapılmış bilimsel bir kanun olarak görüp dinle bilimi çatıştırmama veya bilim dünyasında yaşanan çatışmanın tansiyonunu düşürme ya da evrimi kabul eden Müslümanları dinden soğutmama gibi gayeler vardır.
Bunlar, anlaşılabilir ve kısmen kabul edilebilir hedefler olsa da tablonun tamamını yansıtmaz. İslâm’ın yaratılışla ilgili görüşlerini objektif, tarafsız, bütüncül ve ilmî bir bakış açısıyla ele almaz. Evrimi kabul etmenin handikaplarını göz ardı eder. Kur’ân’ı ispatı yapılmamış hipotez ve kuramların arkasından koşturur. Murad-ı ilahiyi kavramak yerine, metne kendi anlayışını söyletir. Evrimin, bir kısım ateistik ve materyalistik izahlarını dolaylı yönden dinî düşüncenin içine dâhil eder. Bu yüzden Seyyid Hüseyin Nasr, teistik evrimin, Darwinci düşünceden daha kötü ve tehlikeli olduğunu ileri sürer. (Nidhal Guessoum, “Müslüman Yaratışçılık, Evrim ve Tasarım, s. 690)
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Allah’ın kâinatı evrimle yarattığına inanan bir insan dinden çıkar mı?” Bir insan, Kur’ân’ın bütün âyetlerine iman ettiği ve yaratmayı Allah’a vererek O’na şirk koşmadığı sürece dinden çıkmaz. Fakat Kur’ân âyetlerine yaklaşımına, onlardan hareketle ortaya koyduğu görüşlere ve yaratma hakkındaki yaklaşımına göre böyle bir insanın günah işlemesi, bid’at çıkarması veya dalalete düşmesi söz konusu olabilir. Burada iki yanlış söz konusudur: Birincisi, bilimin kriterlerine tam uymadan aceleyle evrimi doğru kabul etmek; ikincisi ise nasları, ispatlanmamış bir teori üzerinden zorlama yoruma tâbi tutmak.
Her ne olursa olsun Allah’ın varlığını, iman esaslarını ve Kur’an ayetlerini reddetmediği sürece evrimi savunduğu gerekçesiyle insanları tekfir etmek çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Evrim teorisini savunanları din düşmanı gibi görmek kesinlikle kabul edilemez. Bunların pek çoğunun bilim yaptığı, hakikati aradığı ve gerçek peşinde koştuğu unutulmamalıdır. Fakat bunların pek çoğu kâinata küllî bakamadıklarından, metafizik izahlara kapalı yaşadıklarından, kâinattaki müthiş nizam ve gayeyi göremediklerinden ve bir kısmı itibarıyla ideolojilere kurban gittiklerinden ötürü ulaştıkları bilimsel gerçeklerin yorumunda hataya düşüyorlar.
Burada bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var: Evrim, evrimdir. Bilim adamlarının tamamının evrimin tanımına, mahiyetine, hakikatine, gerçekleşme şekline ve mekanizmalarına dair ortak kabulleri vardır. Mesela Darwinizmi anlatan kitapların hiçbirisinde Yaratıcıya, yaratmaya, ruha, metafizik kabullere, mucizelere, tabiatüstü açıklamalara yer verilmez ve gerek duyulmaz. Çünkü onlara göre her şey tabiatın, maddenin, yasaların ve tesadüflerin işidir. Evrim konusundaki ihtilaf, sadece detaylardadır.
Bu sebeple evrime dinî bir libas giydirmek ve onu yaratmayla uzlaştırmaya çalışmak çok da mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım, evrimin en temel iddialarıyla çelişeceği için evrimi evrim olmaktan çıkarır. Eğer mesele Allah’ın yaratmasına verilerek izah ediliyorsa, canlı türlerinin kökenleri ve ortaya çıkışlarıyla ilgili farklı bir teori ortaya konuluyor demektir. Bunun adına artık evrim teorisi dememek gerekir.
Son olarak şunun altını çizmek istiyoruz: Evrim teorisi etrafında yapılan hararetli tartışmaların, şiddetli kavgaların önemli sebeplerinden birisi, kavram kargaşasıdır. Bazen evrim teorisi hakkında aynı düşüncelere sahip olan iki kişi bile, kullandıkları kavramlara farklı anlamlar yükledikleri için münakaşa yapıyorlar. Evrim teorisinin mahiyet ve hakikatinin tam olarak anlaşılmamış olması, evrimi kabul eden birinin gerçekte neyi kabul ettiğinin, reddeden birinin de neyi reddettiğinin yeterince belirgin olmaması uzlaşma ve anlaşmayı zorlaştırıyor.
Daha da ilginci, evrim teorisi etrafında görüş dile getiren insanların yer yer evrime farklı anlamlar yükledikleri görülüyor. Elbette herkesin düşünce ve ifade özgürlüğü vardır. Dilediği gibi düşünüp konuşabilir. Fakat bir buçuk asırdır tartışılan, bilimsel bir teori hüviyetine sokulan, belli bir noktaya getirilen ve etrafında devasa bir literatür oluşan bir meseleyle ilgili sübjektif yaklaşımlara çok da itibar edilmiyor.
Teistik evrim kavramı, evrimden çok daha kapalı ve belirsiz bir kavramdır. Evrim teorisini merak eden bir insan, konu etrafında yazılan eserleri okuduğunda, dile getirilen görüşleri ve yapılan izahları kabul etmese de anlayabilir. Fakat Allah’ın kâinatı evrimle yaratmış olmasının ne demek olduğu yeterince belirgin değildir. Teistik evrimi savunan araştırmacılar bugüne kadar birbirine zıt iki kavram olarak kullanılan “yaratma” ile “evrimi” uzlaştırmaya, bu ikisinin birlikte gerçekleşebileceğini izah etmeye çalışıyorlar. Fakat onların bu yaklaşımının klasik evrim görüşünden ne farkının olduğu, evrimleşme sürecinde Yaratıcı’nın nasıl bir “rolünün” ve “müdahalesinin” bulunduğu açık değildir.
Evrim teorisi, en temelde canlılar âlemindeki muazzam çeşitliliği izah getirme adına geliştirilen bir teoridir. “Nasıl oldu da milyonlarca tür canlı vücut buldu?” sorusuna tabiatın sınırları içinde kalarak aranan bir cevabın ürünüdür. Kendiliğinden oluşan bir canlının evrimleşerek bütün türleri oluşturduğunu savunan bir izah şeklidir. Bir kısım bilimsel yasaların ve biyolojik ilkelerin taraflı, şartlı ve yanlış yorumuna dayanan bir teoridir. Allah’ın varlığını, O’nun sonsuz ilim, kudret ve iradesini kabul eden ve dolayısıyla da bütün türlerin ilk örneklerinin anne-babasız bir şekilde O’nun tarafından yaratıldığına inanan bir mü’min açısından hiç de eldeki tek alternatif değildir.
Bazı araştırmacılar, Kur’ân’daki evrime ters yaratılış âyetlerini zahiri manalarının dışına çıkararak tevile tâbi tutmakla kalmaz, bir de zorlama yorumlarla Kur’ân’dan evrim teorisi çıkarmaya çalışırlar. Delil getirdikleri bazı âyetlerle Kur’ân’ın da evrimi desteklediğini iddia ederler. Bambaşka konulardan bahseden âyetlerden dahi zorlama yorumlarla evrimci manalar çıkarmaya çalışırlar.
Evrimle alakası kurulan çok sayıda âyet vardır. Fakat biz bunların tamamını vermeyeceğiz. Çünkü bunların birçoğunun evrimle uzaktan yakından alakası yoktur. Biz, daha ziyade en çok atıf yapılan ve nispeten evrimle alakası kurulabilecek âyetler üzerinde duracağız.
a) İnsan Sûresinin İlk Âyeti
هَلْ أَتَى عَلَى الإِنْسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا “Dehrin akışı içinde insanın üzerinden öyle zaman geçti ki, o dönemde onun adı bile anılmazdı.” (İnsan sûresi, 76/1)
Bazı ilahiyatçılar, “hînun mine’d-dehr” ifadesini “uzun bir zaman dilimi” şeklinde tercüme eder, bu uzun zaman dilimini, maymunsu canlıların evrimleşmesi sonucu ilk insan ortaya çıkıncaya kadar geçen zaman olarak açıklar ve dolayısıyla bu âyeti evrimin başlıca delillerinden biri olarak gösterirler. Ne var ki böyle bir izah şekli ne âyette zikredilen kelimelerin anlamlarına, ne âyetin bir bütün olarak ifade ettiği manaya, ne de siyak-sibak bütünlüğüne uygundur. Aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere âyetin evrimle hiçbir alakası yoktur.
İlk olarak “hînun mine’d-dehr” tabirinin “uzun bir zaman dilimi” olarak tercüme edilmesi doğru değildir. Maalesef bazı meallerde de aynı tercüme hatasını görmek mümkündür. Dehr lafzının ilk manası “mutlak zaman” demektir. (DİA, “Dehriyye”) وَقَالُوا مَا هِيَ إِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلاَّ الدَّهْرُ “Hayat, sadece bu dünyada yaşadığımız hayattan ibarettir: Ölürüz, yaşarız. Bizi yalnız dehr helâk eder.” (Câsiye, 45/24) âyetiyle, لاَ تَسُبُّوا الدَّهْرَ “Dehr’e sövmeyin.” hadisinde de dehr mutlak olarak zaman (veya zamanın akışı) anlamında kullanılmıştır.
Gerçi dehr dünya için kullanıldığında, onun yaratılışından yok oluşuna kadar geçen süreyi kapsar. “Dehru fulân” denildiğinde de bir insanın hayat süresini kapsar. Demek ki mutlak olarak zaman ve zamanın akışı anlamına gelen dehr kelimesi, kullanıldığı yere göre anlam kazanır. (Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 319)
Kaldı ki âyet-i kerimede insan üzerinden geçen zaman “dehr” de değildir, dehr’den bir hîn’dir. Hîn lafzı ise hiçbir şekilde “uzun bir zaman dilimine” delalet etmez. Mesela Bakara sûresi 36, Âraf sûresi 24 ve Yunus sûresi 98’inci âyetlerde geçen “ilâ hîn”in manası “belirlenmiş bir süreye kadar” demektir. Hûd sûresi 5, Yusuf sûresi 35, Mü’minun sûresi 25, Rum sûresi 17 ve Zümer sûresi 42’inci âyetlerinde ise “hîn” lafzının belirli bir müddeti kapsadığı ve bunun çok da uzun bir zaman olmadığı oldukça açıktır. Dolayısıyla âyetin ifade ettiği mana, insan üzerinden “belirli bir zamanın” geçmiş olduğudur; bu zaman diliminin ne kadar uzun veya kısa olduğunu bilmiyoruz.
Öte yandan “ale’l-insân” lafzından anlaşılacağı üzere âyette ifade edilen bu zaman dilimi hayvanın, maymunun veya maymunsu daha başka canlıların değil, bizzat insanın üzerinden geçmiştir. Arapça’da “insan” denildiğinde bundan anlaşılan mana bellidir. Evrimcilerin anlayışına göre âyette geçen, “hînum mine’d-dehr” ibaresini, “ilk canlının oluşumundan insanın oluşumuna kadar geçen süre” olarak aldığımızda, bu süre insanın değil çeşit çeşit canlıların üzerinden geçmiş olur ki bu mana âyetin açık lafzına ters düşer. Çünkü âyet, henüz zikre değer bir varlık olarak görülmese de, insan üzerinden geçen bir zaman diliminden bahsetmektedir.
Bir sonraki âyet-i kerimede bunun hangi zaman dilimi olabileceğine işaret vardır: “Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten ve gören bir varlık yaptık.” (İnsan sûresi, 76/2) Allahu a’lem, âyette zikredilen zaman dilimi, insanın anne karnında geçirdiği veya henüz anne karnına düşmeden element ve molekül hâlde tabiatta yer aldığı süredir. Gerek anne karnına düşmeden gerekse anne karnına düştükten sonra gerçekten de onun bir ismi yoktur ve henüz o, zikre değer bir varlık değildir. Çünkü onun bidayeti sadece elementlerden veya bir damla sudan ibarettir.
Anne karnına düşüp üzerinden haftalar, aylar geçtikçe yavaş yavaş “nutfe, alaka, mudga, kemik, et” (Mü’minûn sûresi, 14) safhalarından geçerek insan olma seviyesine doğru ilerler. Dolayısıyla evrimcilerin çıkardığı mana, âyetin siyakına da uygun değildir. (Bkz. Kurtubi, el-Câmi, 19/78)
Farz-ı muhal âyette geçen ifadeyi “çok uzun bir zaman dilimi” olarak anlasak bile yine de burada evrime işarette bulunulduğu iddia edilemez. Bu takdirde âyet, insan cinsinin evrenin yaratılışından çok sonra yaratıldığına ve bu uzun zaman dilimi boyunca, insanın biyolojik varlığı itibarıyla ne isminden ne de cisminden söz edilmediğine, onun sadece ilmî vücut olarak Allah’ın ilminde ve kader planında var oluşuna işaret etmiş olur. Hasan-ı Basri de bu âyetten yola çıkarak Allah’ın altı günde (devirde) karada ve denizdeki her şeyi yarattığını, Âdem’in yaratılışını ise sona bıraktığını ifade etmiştir.
Son olarak müfessirlerin bir çoğunun âyette geçen “insan” lafzını Hz. Âdem, insan üzerinden geçen süreyi de Hz. Âdem’in topraktan yaratılış aşaması olarak anladığını ifade etmek gerekir. Hz. Âdem’in çamurdan yaratıldıktan sonra kendisine ruh üfleninceye kadar kırk veya yüz yirmi yıl çamur hâlinde beklediği şeklinde bilgiler nakledilmiştir. (Bkz. Mustafa Öztürk, Kur’ân ve Yaratılış, s. 229)
Aslında İnsan sûresindeki ilk iki âyetin asıl maksadı, insana varlık sahasına çıkmadan önceki hiçliğini ve yokluğunu hatırlatmak, sonrasında da Allah’ın onu tek bir damla sudan nasıl yarattığına ve onu nimetleriyle nasıl serfiraz kıldığına işaret etmek suretiyle onun ders ve ibret almasını sağlamak ve onu şükre yöneltmektir. Meryem sûresindeki şu âyet de insanın dünyaya gelmeden önce mevcudiyetinin dahi bulunmadığını ve onun Allah tarafından varlık âlemine çıkarıldığını gösterir: “O insan hiç düşünmüyor mu ki, o hiçbir şey değilken Biz onu yaratıp var ettik?” (19/67)
b) Nûh Sûresinin 14. Âyeti
مَا لَكُمْ لاَ تَرْجُونَ لِلَّهِ وَقَارًا وَقَدْ خَلَقَكُمْ أَطْوَارًا “Neden acaba siz, sizi tavırdan tavıra yaratan Allah’ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz?” (Nuh sûresi, 71/13-14)
İslâm açısından evrimin meşruiyetini savunan araştırmacıların en çok atıf yaptıkları âyetlerden biri de budur. Mesela Edip Yüksel 14. âyete, “Oysa sizi evrimler hâlinde yaratan O’dur.” şeklinde meal verir. Evrimciler âyette geçen “etvârâ” lafzını, “evrim merhalelerinden geçirerek” şeklinde yorumlar. Arapça’da evrimin karşılığı olarak kullanılan “tatavvur” kelimesinin âyette yer alan “tavır-etvâr” lafzıyla aynı kökten türemesini de buna delil gösterirler. Dolayısıyla onlara göre âyetin anlatmak istediği mana, Allah’ın, insanı, farklı canlıların kademe kademe evrimleşmesi neticesinde yarattığıdır.
Hâlbuki bütün müfessirlerin ittifakıyla âyette bahsedilen yaratma aşamaları, bir nutfeden (spermden) başlayan embriyonun, tam bir insan hüviyetini elde edinceye kadar anne karnında geçirdiği süreçlerdir. Nitekim başka bir âyette bu yaratılış aşamaları daha detaylı olarak şöyle açıklanır: “Şu bir gerçektir ki Biz insanı süzme çamurdan yaratırız. Sonra onu nutfe (sperm) hâlinde sağlam bir yere yerleştiririz. Sonra nutfeyi (rahim cidarına) yapışan bir hücreye, bunu da mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün!” (Mü’minûn sûresi, 23/12-14)
Elmalılı Hamdi Yazır, şu izahlarıyla bu yaratılış aşamalarının inorganik maddelerden başlayıp tam bir insan şeklini kazanıncaya kadar nasıl devam ettiğine dikkat çeker: “Burada insan yaratılışının ferden ve cem’an geçirmiş olduğu tekâmül mertebelerine işaret buyurulmuştur ki, Ebussuud’un yazdığı üzere önce inorganik hâlde, sonra gıdalar hâlinde, sonra karışımlar hâlinde, sonra nutfe (sperm) hâlinde, sonra alaka (rahim cidarına yapışan hücre) hâlinde, sonra mudğa (et parçası) hâlinde, sonra izam (kemikler) ve lühum (etler) hâlinde, sonra da bambaşka bir hilkatte inşa etmiştir.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 8/269)
Bediüzzaman Hazretleri de bu âyeti şöyle yorumlar: “İnsan vücudu, hâlden hâle girdikçe hayret verici ve muntazam değişimler geçiriyor. Onun spermden kan pıhtısına, kan pıhtısından bir çiğnem ete, ardından ete-kemiğe, daha sonra da insan suretine dönüşmesi, gayet ince kanunların neticesidir. O safhalardan her birinde öyle hususi kanunlar, belli kaideler ve birbirini izleyen öyle hareketler vardır ki, ardındaki kasd, irade ve hikmetin cilvelerini cam gibi apaçık gösterir. İşte insan vücudunu bu şekilde yapan Hakîm Yaratıcı, onu her sene bir elbise gibi değiştirir.
O vücudun değiştirilmesi ve hayatının devamı için bozulup dağılan kısımların yerini dolduracak ve orada çalışacak yeni zerrelerin gelmesini sağlayan bir terkibe ihtiyaç vardır. İşte o beden hücreleri düzenli, ilahî bir kanunla öldüğünden, yine Cenâb-ı Hakk’ın muntazam bir kanunuyla tamir için rızıkları olan latif bir maddeyi isterler. Bedendeki uzuvların ayrı ayrı ihtiyaçları ölçüsünde, rızkın gerçek sahibi Allah da hususi bir kanunla onu bölüştürüp dağıtır.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 569)
c) Nûh Sûresi 17. Âyet
وَاللَّهُ أَنبَتَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ نَبَاتًا “Allah sizi yerden nebat bitirircesine bitirip yetiştirdi.” (Nûh sûresi, 71/17)
Evrimci Müslümanların, kendi görüşlerine dayanak olarak kullandıkları âyetlerden biri de budur. Onlara göre bu âyet, canlılığın insandan önceki evresinin bitkiler olduğunu, insanın nebati hayata sahip bir dönem geçirdiğini ve bitkiler âlemiyle bir akrabalığının söz konusu olduğunu söyler. Yani insanın, nebatî ve hayvanî etaplardan geçerek aşama aşama yaratıldığına işaret eder. Dolayısıyla da evrimin Kur’ânî delillerinden birini oluşturur. (Bkz. Abdülmecit Okcu, “Kur’ân ve Evrim Açısından Canlıların Oluşumu, Ekev Akademi Dergisi, 2013, sayı: 56, s. 165)
Oysaki bu âyetin de evrim teorisiyle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Cenab-ı Hak, pek çok âyet-i kerimede olduğu gibi burada da ya Hz. Âdem’in ya da bütün insanların topraktan yaratıldığını ifade buyuruyor. Her iki manayı anlamak da mümkündür. Bir sonraki âyet-i kerime bu manayı tekit eder: “Sonra sizi tekrar oraya gönderip, yine sizi oradan çıkaracaktır.” Yani Allah, insanı ölümle birlikte tekrar yarattığı toprağa iade edeceğini ve ardından onu topraktan ikinci kez çıkaracağını ifade buyuruyor.
Bu âyetlerin bir benzeri de Tâhâ sûresinde geçer: “Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (Tâhâ sûresi, 20/55) Aynı şekilde Hûd sûresindeki şu âyet-i kerimede de insanın yerden yaratıldığı anlatılır: “Sizi topraktan yetiştirip yaratan, sizi orada yaşatan O’dur.” (Hûd sûresi, 11/61)
Nûh sûresindeki “enbete (yetiştirdi, bitirdi)” fiili yerine bu iki âyette “halaka (yarattı)” ve “enşee (inşa etti, yarattı)” filleri kullanılmıştır. Esasında tefsirciler enbete fiiline de yaratma manasını vermişlerdir. Burada enbete fiilinin tercih edilmesinin sebebi, yaratmanın güzelliğine ve kemaline dikkat çekmektir.
Âyetin sonunda geçen “nebâtâ” ifadesi için iki farklı mana verilmiştir. Bazıları bunun “inbâtâ” manasına delalet eden bir mef’ul-ü mutlak (fiilin manasına kuvvet kazandıran bir mef’ul) olduğunu belirtmiş, bazıları da “bitki” manası vermiştir. Bu ifadeyi, Hz. Meryem’in yaratılışını anlatan, وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا “Rabbi onu pek güzel bir tarzda yetiştirdi.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/37) âyetiyle birlikte düşünecek olursak, burada bir bitkiden değil, yaratmanın güzelliğinden bahsedildiğinin açık olduğu görülür. Çünkü Hz. Meryem’in bitkiden insana evrimleşmediği kesindir.
d) Kasas Sûresi 68. Âyet
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ “Senin Rabbin dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Onların ise seçme hakları yoktur. Allah, onların uydurdukları şeriklerden münezzehtir, yücedir.” (Kasas sûresi, 28/68)
Evrimciler bu âyette geçen “seçme” ile doğal seleksiyon arasında bir irtibat kurar ve seleksiyonun Kur’ânî bir tabir olduğunu söylerler. Fakat onlara göre bu seçimi yapan tabiat değil, Allah’tır. Yani canlılar, doğal bir seçimle değil, ilahî bir seçimle evrimleşmektedir. Bazıları ise doğal seçilimi kabul eder ve bunu Allah’ın tabiata koyduğu bir yasa olarak görür.
Evrimciler bu âyetin yanı sıra Fâtır sûresinde geçen şu âyeti de doğal seleksiyona delil getirirler: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah’ındır; O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Fâtır sûresi, 35/1) Evrimcilere göre bu âyette Allah’ın yaratmada dilediğini arttırmasının anlamı da canlıların evrimleşmesiyle ilgilidir.
Kasas sûresinde geçen âyetin sebeb-i nüzulü olarak Velid b. Muğire’nin şu sözü gösterilir: “Bu Kur’ân’ın, iki şehrin birindeki büyük bir adama indirilmesi gerekmez miydi?” (Zuhruf sûresi, 43/31) Yüce Allah, bu âyet-i kerimede Velid b. Muğire ve onunla aynı düşüncede olan müşriklerin göz ardı ettikleri bir gerçeğe dikkat çekiyor: O da peygamber seçiminin tamamıyla Allah’ın elinde olmasıdır. Zalim yöneticiler ve despotlar değişik makam ve mevkileri ele geçirebilir ve bunları haksızca diledikleri kişilere verebilirler. Fakat nübüvvet tamamıyla Allah’ın takdirindedir. Allah dilediğini yarattığı gibi, dilediklerini de -mutlak bir ilim ve hikmete binaen- peygamber seçer. Kimsenin bu konuda O’na ortak olma şansı ve yetkisi yoktur.
Fâtır sûresinde yer alan, Allah’ın yaratmada dilediği arttırmayı yapması şeklinde meal verilen يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ lafzı da çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Ali Bulaç, ilgili âyetin tefsirinde şu bilgileri verir: “Ayetin mutlak olduğunu söyleyen Zemahşeri, ‘Yaratılıştaki her artış buna dâhildir.’ der.
Endamlı boy, orantılı yüz, vücut bütünlüğü, güç, iyi çalışan akıl, sağlam görüş-sağduyu, cesaret, müsamaha/hoşgörü, geniş yürek, ufku açık zihin, etkili üslup, akıcı dil, pratik zekâ vs. Kısaca şanı Yüce Allah dilediğinde yarattığı bütün nimetleri, lütuf ve ihsanları, maddi ve tabii zenginlikleri, refah ve mutluluğu, güvenlik ve özgürlüğü, adalet ve ahlâkî erdemleri arttırır, bunları birer rahmet olarak varlıkların ve insanların üstüne yayar.” (Ali Bulaç, Kur’ân Dersleri, 4/533)
Bütün bu manaları bir kenara bırakarak, delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde söz konusu âyetlerden evrim teorisi çıkarmaya çalışmak fazlasıyla zorlama yorumlardır.
e) Bakara Sûresi 30. Âyet
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Hani Rabbin, Meleklere, ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.’ demişti. Onlar da, ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim.’ dedi.” (Bakara sûresi, 2/30)
Evrimi kabul edenlerin evrime delil sadedinde zikrettikleri diğer bir âyet de budur. Onlara göre meleklerin, “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” demelerinin sebebi, Hz. Âdem’in vahşi atalarının yani hominid denilen insansı yaratıkların yeryüzünde yaptıkları bozgunculuk ve fesattır. Yani evrimcilere göre bu âyet, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde yaşayan insansı varlıklara işaret eder. Güya melekler, onların hayatlarını bildikleri için, Hz. Âdem’in de onlar gibi olacağından endişe etmişlerdir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki “bozgunculuk yapma” ve “kan dökme” gibi yıkıcı fiiller, Hz. Âdem’den önce yaşamış ve henüz yeterince evrimleşememiş yarı vahşî varlıklara mahsus değildir. Zira insanoğlu Hz. Âdem’den bu yana meleklerin endişesini haklı çıkarak dünya kadar zulüm ve vahşetler işlemiştir. Hatta günümüzde yaşayan insanların hayatına bakıldığında da fitne, fesat, bozgunculuk, cinayet, soykırım ve işkence gibi insanlık dışı bütün kötü fiillerin hâlâ devam edip gittiği görülür. İnsanlığın onca ilerlemesi ve medenileşmesi de maalesef onun tahrip edici yönünü değiştirememiştir. Dolayısıyla fesat sadece maymunsu veya insansı varlıklara değil, bilakis insana has bir özelliktir.
Burada, meleklerin insanoğlunun bu negatif özelliklerini nasıl bildikleri şeklinde bir soru akla gelebilir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki icaz, yani az kelimeyle çok şey anlatma Kur’ân âyetlerinin genel bir özelliğidir. Pek çok Kur’ân kıssası anlatılırken konunun özü açısından çok da önemli olmayan detayların atlandığı ve bunların insan zihnine havale edildiği görülür. Dolayısıyla bu kıssada da Allah’la melekler arasında geçen daha başka konuşmalar olabilir. Allah, meleklere, insanoğlunun yapacağı zulüm ve fesadı bildirmiş ve bunu işiten melekler de şaşkınlıkla yukarıdaki soruyu sormuş olabilirler.
Nitekim İbn Kesir’in, İbn Abbas ve İbn Mes’ud gibi sahabenin önde gelenlerinden naklettiği şu rivayette meleklerin, yeryüzünde yaratılacak varlık hakkında önceden bilgilendirildikleri anlaşılmaktadır: “Allah, meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi.’ Melekler de, ‘Ey Rabbimiz bu halife ne olacak?’ dediler. Bunun üzerine Allah şöyle cevap verdi: Onun yeryüzünde fesat çıkaran, birbirini kıskanan ve birbirini öldüren evlâtları olacak.” (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/217-218)
Kur’ân Yolu tefsirinde şöyle bir ihtimal üzerinde de durulur: “Âdem’in yaratılışını müşahede etmişler, onun maddî ve mânevî özelliklerini görüp bilmişler ve bu özellikleri taşıyan bir varlığın hem iyi hem kötü işler yapabileceğini, onun yapısından ve tabiatından çıkarmışlar, buna dayanarak sorularını sormuşlardır.” (1/104)
Müfessirlerin bu konuda üzerinde durdukları diğer bir açıklama da, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde cinlerin yaşadığı ve meleklerin de onlar hakkında elde ettikleri bilgiden yola çıkarak böyle bir soru sorduklarıdır. Hicr sûresinde geçen şu ayet-i kerime de cinlerin insanlardan daha önce yaratıldıklarını gösterir:
“Andolsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de (insanlardan) daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.” (Hicr sûresi, 15/26-27)
İbn Atıyye, İbn Abbas’tan şöyle bir nakilde bulunur: “Âdemoğlundan önce yeryüzünde cinler vardı. Orada fesat çıkardılar, kan döktüler. Allah da onların üzerinde meleklerden bir taife gönderdi. Melekler onları öldürmeye başladılar. Kalanlar dağ başlarına, denizlerdeki adalara kaçtılar. Onlardan sonra Âdem ve nesli onların yerine geçti.” (İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, 1/117)
Bu konuda üzerinde durulan diğer bir ihtimal de meleklerin insanoğlunun yeryüzünde işleyecekleri kötülükler hakkındaki bilgiyi Levh-i Mahfuz’dan öğrendikleri şeklindedir. Zira,
- “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid sûresi, 57/22);
- “Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yer almasın.” (Neml sûresi, 27/75);
- “Biz her şeyi, apaçık bir kitapta tespit edip korumuşuz.” (Yâsin sûresi, 36/12) âyetlerinin de açıkça beyan ettiği üzere, insanoğlu yaratılmadan önce onunla ilgili bütün bilgiler Levh-i Mahfuz’da kaydedilmiştir.
Allah’ın, “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.” sözünden anlaşılan mana da o güne kadar yeryüzünde böyle bir canlının bulunmadığıdır. Meleklerin, bu olayı hayretle karşılayıp hikmetini anlamaya çalışmaları da o güne kadar insan türü hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olmadıklarını göstermektedir. Sırf meleklerin bu sorusundan yola çıkarak, âyette geçen Allah’ın halife yaratma fiilini, insanın maymunsu canlılardan evrimleşmesi şeklinde tevil etmek delilden yoksun bir yorumdur.
f) İnsanoğlunun Hilafeti
Evrimciler yukarıda geçen Bakara sûresindeki âyette ve daha başka âyetlerde (En’âm sûresi, 6/165, A’râf sûresi, 7/69, Yunus sûresi, 10/14; Sa’d sûresi, 38/26;) Hz. Âdem ve insan türü için kullanılan “halife” lafzından da kendi teorileri adına pay çıkarır ve insanoğlunun hominidlerin halifesi olarak yaratıldığını iddia ederler. Ne var ki insanın hilafet sahibi olması, sürekli medih ve minnet makamında zikredilir. Bu, insanoğlu için büyük bir şeref kaynağı olarak takdim edilir.
Maymunsu canlıların halifesi olmayı, aklı başında hiç kimse bir övgü ve şeref vesilesi olarak görmeyecektir. Bu sebeple insan, maymunsu varlıkların değil, Allah’ın halifesidir. O, yeryüzünde, Allah adına tasarrufta bulunacak bir varlıktır.
Görüldüğü üzere buradaki hilafetten kastedilen mana, sadece bir başkasının yerine geçerek onun halefi olma değildir; bilakis yeryüzünde egemen olma ve hüküm sürme yetkisine sahip olmadır. İslâm Ansiklopedisinde de Hz. Âdem’in halife olması şöyle izah edilir: “Daha tutarlı ve genel kabul gören bir görüşe göre bu kelime, ‘daha önceki bir insan topluluğunun halefi, onların yerini alan’ mânasında değil, ‘Allah’ın vekili, yeryüzünde O’nun hükümlerini yaşatan, uygulayan, dünyayı imar, insanları idare ve terbiye eden, dünyadaki diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri altına alan’ anlamında kullanılmıştır.” (DİA, “Âdem”)
Hâsıl-ı kelam insanın halife olarak yaratılmasıyla evrim teorisi arasında bağ kurmanın hiçbir meşru temeli yoktur.
Hz. Âdem’in ilk insan oluşuna Kur’ân’da delil var mıdır?
Kur’ân’a göre evrimin mümkün olup olmadığını anlamanın en başta gelen yolu, Hz. Âdem’in yaratılışını anlatan naslara yoğunlaşarak, onun ilk insan olarak mı yoksa önceki varlıkların bir devamı olarak mı takdim edildiğine bakmaktır.
Öncelikle şu hususun altını çizmekte fayda var: Hz. Âdem’in yaratılış kıssası, Kur’ân’ın farklı sûrelerinde zikredilen, en çok üzerinde durulan ve en detaylı anlatılan kıssalardan biridir. Kur’ân’ın, Hz. Âdem’in yaratılışı hakkında verdiği bilgiler bir bütün olarak göz önünde bulundurulduğunda, onun ilk insan olduğunda ve topraktan yaratıldığında hiç bir şüphe bulunmadığı açıkça görülecektir. Buna karşılık Hz. Âdem kıssasına yer verilen onlarca âyette, onun yeryüzünde yaşayan hominidlerden veya maymunsu canlılardan evrimleştiğine dair değil açık bir beyan, ima ve işaret dahi bulunmaz.
Konuyla ilgili nasları verip bunların açıklamalarını yaptığımızda, insanlığın Hz. Âdem’den başladığına yönelik tespitin, şüpheye mahal kalmayacak ölçüde açık olduğu görülecektir.
a) Hz. Âdem’in Yaratıldığı Madde
Farklı âyetlerde, Hz. Âdem’in yaratıldığı madde, değişik terimlerle ifade edilmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Türab (toprak), mâ (su), tîn (çamur), sülâle min tîn (süzme çamur), tîn lâzib (yapışkan çamur), hamein mesnûn (şekillendirilmiş balçık), salsâl (kurumuş çamur), salsalin ke’l-fehhâr (pişirilmiş çamur). Kullanılan bu farklı kelimeler, yaratılış sürecinin farklı aşamalarına işarette bulunur. Yani bütün bunlar aslında aynı maddenin farklı aşamalardaki durumunu tanımlar. (Detaylı bilgi için bkz. Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/243-244)
Konuyla ilgili âyetler ilk olarak bize mükemmel bir varlık olan insanın, nasıl basit maddelerden yaratıldığını ifade eder. Özellikle inkârcıların nazarlarını su, toprak ve çamur gibi son derece önemsiz ve değersiz maddelere çevirerek, bunların bir canlı vücuda getirmede tek başlarına bir tesirlerinin olamayacağını düşündürür. Böylece Allah’ın irade ve kudretinin üstünlüğüne, yaratmasındaki büyüklük ve ihtişama, O’nun emriyle en basit sebeplerin dahi nasıl muhteşem varlıkları meydana getirebileceğine dikkat çekilir. Ayrıca insana, biyolojik kökenini hatırlatarak, onu tevazu ve mahviyete; Allah’ın nimetlerini hatırlatarak da onu şükür ve ibadete davet eder.
Hz. Âdem’in yaratılış aşamalarıyla, insanın anne karnında geçirdiği aşamalar arasında ciddi bir benzerlik vardır. Allah, Hz. Âdem’i hiçbir ham madde ve süreç olmaksızın yokluktan bir anda da yaratabilirdi. Çünkü birçok âyette bildirildiği üzere O, bir şeyi yaratmayı murat buyurduğunda “Ol!” der ve o da oluverir. (Bakara sûresi, 2/117) Fakat Allah’ın yaratması her zaman yokluktan varlığa çıkarma şeklinde olmaz. Bazen de var olan maddelere yeni bir şekil ve kıvam vererek yaratır. İşte Hz. Âdem’in yaratılması da bu şekilde gerçekleşmiştir. Hiç şüphesiz insanoğlunun, sebeplere riayet etme adına bu ilahî fiilden çıkaracağı önemli dersler vardır.
Hz. Âdem’in yaratıldığı madde üzerinde duran âyetlerin konumuz açısından asıl önemi, ilk insanın topraktan yaratılmasının ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmesine rağmen, hiçbir şekilde evrime imada bulunulmamış olmasıdır. Bu sebeple İslâm Ansiklopedisinin konuyla ilgili yaptığı şu izah önemlidir: “Âdem’in herhangi bir başka canlıdan tekâmül sûretiyle değil, topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün ilk atası, yeryüzünde, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli mânevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır.
Bu sebepledir ki insanın yaratılışının bu özel yanını bütünüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inançları ile bağdaştırmak mümkün değildir.” (Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, DİA, 1/358-363)
b) Hz. İsa ve Hz. Âdem’in Yaratılışlarındaki Benzerlik
Âl-i İmrân sûresinde geçen şu âyet de Hz. Âdem’in anne-babasız bir şekilde yaratıldığını sarih olarak beyan eder: “Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp ‘ol’ dedi, o da derhal oluverdi.” (3/59)
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında şu bilgiler verilir: “Necran heyetiyle Hz. Peygamber arasında Hıristiyanların inanç esasları konusunda bir tartışma cereyan etmiş, bu tartışma sırasında heyettekilerden kimi Hz. İsa’dan “Tanrı’nın oğlu” kimi de “üçün üçüncüsü” şeklinde söz etmişlerdi. Burada, Hz. İsa’nın bir insan olduğuna ve ilâhî iradenin bu yönde olduğu bilindikten sonra onun babasız dünyaya gelmesinin yadırganacak bir husus olmaktan çıkması gerektiğine, Hz. Âdem örneğine değinilerek dikkat çekilmektedir.” (Kur’ân Yolu, 1/586)
Bu âyette Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini dillerine dolayan veya aklen mümkün görmeyen kişilere Hz. Âdem misal gösterilir. Hz. Âdem’in hem anasız hem de babasız dünyaya geldiği kabul edildiği takdirde, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesini kabul etmek çok daha kolay hale gelecektir. Nesefi, âyeti şöyle yorumlar: “O, Âdem’i topraktan herhangi bir ana babanın aracılığı olmaksızın yarattı. İsa’da da durum böyledir. Hem ana hem de baba olmaksızın dünyaya gelmek, bir baba olmadan dünyaya gelmekten daha garip ve mucizedir. Garip bir şey daha garip bir şeyle kıyaslanmıştır ki muhalifler için kesin bir delil olsun ve onların şüphelerini kökünden kesip atsın.” (Nesefî, Medârikü’t-tenzîl, 1/260)
Hz. Âdem’in ilk insan olması ise başta semavî din mensupları olmak üzere insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir gerçektir. Böyle olmasaydı Kur’ân, Hz. İsa’nın mucizevi yaratılışını insanlara kabul ettirmek için Hz. Âdem’i misal vermez, yani bilinmeyen bir gerçeği başka bir bilinmeyenle açıklamaya çalışmazdı. Darwin’e kadar insanlık Hz. Âdem’i “baba” olarak tanımış ve bu yüzden ona insanlığın babası manasına “ebu’l-beşer” demişlerdir. Darwin’den sonra ise insanlığın babası olarak maymunsu varlıklar gösterilmeye başlanmıştır.
Bu âyet, evrimi reddeden en önemli naslardan biridir. Çünkü burada Hz. İsa gibi Hz. Âdem’in de mucize eseri dünyaya getirildiği açıkça beyan edilir. Şayet Hz. Âdem’in kendisinden geldiği anne-babası ve ataları bulunsaydı, onun Hz. İsa ile kıyaslanması tamamıyla anlamsız hâle gelirdi. Hâlbuki âyetin anlatmak istediği mana şudur: Âdem’i anne-babasız yaratan Allah, İsa’yı da sadece babasız yaratmıştır. Ne diye bunu inkâr ediyorsunuz?
Öte yandan Allah, Hz. İsa ile insanlığa ilk yaratılışı bir kere daha hatırlatmış, kudretinin üstünlüğünü ve yaratma fiili için sebeplere ihtiyaç duymadığını göstermiştir.
c) Hz. Âdem’e Ruhundan Üflemesi
Üç farklı âyet-i kerimede nefha-i ilâhîden bahsedilir. Bunların ilki şu âyettir: “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben, demişti, kuru çamurdan, şekillenmiş bir çamurdan bir beşer yaratacağım. Bu itibarla, Ben onu düzenlediğim, insan şekline koyduğum ve içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun önünde secdeye kapanınız.” (Hicr sûresi, 15/28-29)
İkinci âyet-i kerime şöyledir: “(Allah), yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp, insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden (meni) üretti. Sonra ona en uygun şeklini verdi, ona ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz!” (Secde sûresi, 32/7-9)
Üçüncü âyet ise şu şekildedir: “Bir vakit Rabbin meleklere, ‘Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu iyice biçimlendirip ona Ruhumdan üfleyince, hep birden ona (inkıyad) secdesi ediniz.’ Meleklerin hepsi secde ettiler. Lâkin İblis secde etmedi. O kibirlendi ve kâfirlerden oldu. Allah buyurdu: ‘İblis! Benim ellerimle yarattığım mahlûkuma neden secde etmedin? Gururlandın mı, yoksa kendini çok yükseklerde mi görüyorsun?” (Sâd sûresi, 38/71-75)
Bu âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’i çamurdan yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini bildirilmesi de onun ilk insan olduğunu gösterir. Çünkü müfessirlerin de belirttiği üzere bu ibareden anlaşılan açık ve öncelikli mana, inorganik maddelerden yaratılan insana ruhun verilmesi, yani onun cansız bir varlıktan canlıya döndürülmesidir. Cenab-ı Hakk’ın ruhu kendine nispet etmesinin birinci sebebi, yaratmanın ve hayat vermenin sadece Allah’a has olduğunu beyan etmek, ikinci olarak da insanoğlunu şereflendirmektir (izafet-i teşrif). Bu tıpkı beytullah (Allah’ın evi), nâkatullah (Allah’ın devesi) veya halîfetullah (Allah’ın halifesi) demek gibidir. (Ebu Hayyân, el-Bahru’l-muhtît, 6/476-477)
Ayrıca Secde sûresindeki âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden (meni) üretti.” buyurmak suretiyle, Hz. Âdem’le diğer insanların yaratılışını net olarak birbirinden ayırmış, Hz. Âdem’i topraktan, onun neslini ise insanlarca önemsiz görülen bir sudan, yani spermle yumurtanın birleşmesinden yarattığını haber vermiştir. (Taberî, Câmiu’l-beyân, 20/172)
Şu âyet-i kerimede de Hz. Âdem ile diğer insanlar arasındaki yaratılış farkına işaret edilir: “Konuşma esnasında arkadaşı bu şahsa şöyle dedi: ‘Ne o, yoksa sen, senin aslını topraktan, sonra da bir damla meniden yaratan, bilahare de seni böyle tam mükemmel bir insan şekline getiren Rabbini mi inkâr ediyorsun?” (Kehf sûresi, 18/37; Ayrıca bkz. Mü’min sûresi, 40/67; Hac sûresi, 22/4) Müfessirlere göre topraktan yaratılan Hz. Âdem, nutfeden yaratılan ise onun neslidir. Diğer bir yoruma göre ise ayet-i kerime her bir insanın aslının da topraktan geldiğine işaret eder.
Secde sûresinde geçen, “Sizin için kulaklar, gözler, gönüller var etti.” ifadesi de, bütün bu organların ilk yaratılışla birlikte oluştuğunu gösterir. Şayet insan, maymundan veya maymunsu daha başka canlılardan gelmiş olsaydı, Cenab-ı Hakk’ın böyle bir makamda bu organları zikretmesi uygun düşmezdi. Çünkü zaten diğer hayvanlar da bu gibi organlara sahip bulunuyorlardı.
Burada “İnsanın yaratmasına başladı.” ifadesi de dikkat çekicidir. İlk insanın öncüsünün olmadığına işaret eder. Aynı şekilde ilk âyette geçen, “Ben, kuru çamurdan, şekillenmiş bir çamurdan bir beşer yaratacağım.” ifadesi de o güne kadar yeryüzünde beşer adına bir varlığın bulunmadığını, Allah’ın ilk insanı yaratacağını ve onu da daha başka canlıların sülbunden değil, topraktan var edeceğini açıkça ortaya koyar.
Her iki âyet-i kerime de Hz. Âdem’in menşeinin sürüngen, kuş, maymun gibi herhangi bir hayvana veya daha başka bir insansı varlığa dayanmadığını, bilakis onun herhangi bir anne-baba olmaksızın doğrudan inorganik maddelerden süzülen bir özden yaratıldığını ve sonrasında da Allah tarafından kendisine canlılık verildiğini şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte izah eder.
Sâd sûresinde geçen, “Benim ellerimle yarattığım mahlûkuma neden secde etmedin?”ifadesi de üzerinde durulmaya değer. Zira Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’i “iki eliyle” yarattığını beyan etmek suretiyle onu bizzat kendisinin yoktan var ettiğini vurgulamıştır. Beydâvî, Cenab-ı Hakk’ın “İki elimle yarattım” ifadesini şöyle açıklar: “Onu, anne-baba gibi herhangi bir vasıta olmaksızın doğrudan kendim yarattım. İki elden söz edilmesi ise Âdem’in yaratılışındaki ek çabayı ve diğer varlıkların yaratılışından farklı ve benzersiz olmayı ifade etmek içindir.” (Beydavî, Evnâru’t-tenzîl, 5/34)
d) İnsanlığın Tek Bir Anne-Babadan Gelmesi
Birçok âyet-i kerimede insanlığın tek bir anne-babadan geldiğinin belirtilmesi de, insanoğlunun yarı maymun yarı insan diyebileceğimiz hominidlerden gelmediğinin ayrı bir delilidir. Konuyla ilgili âyet-i kerimeler şu şekildedir:
“Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” (Nisâ sûresi, 4/1)
“O’dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini inşa etti.” (A’râf sûresi, 7/189)
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık.” (Hucurât sûresi, 49/13)
“O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri: Sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra dünyaya yayılmış beşeriyet haline geldiniz.” (Rûm sûresi, 30/20)
“İnsanı bir parça sudan yaratıp, soy ve evlilik bağından oluşan bir sülale hâline getiren de O’dur. Senin Rabbin her şeye kadirdir.” (Furkan sûresi, 25/54)
Bütün insanlığın kendisinden geldiği “ortak atanın” ilk iki âyette “tek bir nefis”, üçüncü âyette “tek bir erkek ile kadın çifti”, dördüncü âyette “toprak”, beşinci âyette de sudan yaratılan bir beşer olduğu belirtilmiştir. Aslında dört ifade tarzı da bütün insanlığın ilk erkek ve ilk kadın olan Âdem ile Havva’dan geldiğine işaret etmektedir. Yani evrimcilerin iddia ettiği gibi insanlık yeryüzünde yaşayan farklı hominidlerin sulbünden değil; kendisi topraktan eşi de ondan yaratılan Âdem ile Havva’dan gelmektedir. Burada geçen “tek bir nefis” ifadesi, açıkça atalar silsilesini reddetmektedir. Dolayısıyla Hz. Âdem ve Hz. Havva, farklı canlıların evrimleşmeleri neticesinde ortaya çıkan bir teselsül ve zincirin halkaları değil; başlı başına yaratılmış müstakil bir nevin ilk örnekleridir.
e) Hz. Âdem’in Cennet’te Yaratılması
Hz. Âdem’in yaratılış süreci ve şekliyle ilgili verilen bilgiler bunlarla sınırlı değildir. Bunların yanı sıra âyetlerde daha birçok detaya yer verilir. Bunlardan biri de Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Cennet’te yaratıldıklarını bildiren âyetlerdir. Mesela Bakara sûresinde şöyle buyrulur: “Ve dedik ki: Âdem! Eşinle birlikte Cennet’e yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz.” (Bakara sûresi, 2/35) Benzer ifadeler A’raf sûresine de tekrar edilir. (A’raf sûresi, 7/19)
Bazıları âyetlerde zikredilen Cennet’in, “dünyada bulunan bir bahçe” olduğunu iddia etmişlerse de, bu görüş ulemanın genel kabulüne mazhar olmamıştır. Cumhura göre Hz. Âdem’in yaratıldığı madde yeryüzünden alınmış olsa da (Tâhâ sûresi, 20/55), onun yaratıldığı ve ilk ikâmet ettiği yer Cennet olmuştur. Tâhâ sûresinde Hz. Âdem’e hitap eden şu âyetler de bu kanaati güçlendirmektedir: “Sen Cennet’te asla açlık çekmeyecek, asla çıplak kalmayacaksın. Orada asla susuzluk çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına maruz kalmayacaksın.” (Tâhâ sûresi, 20/118-119) Acıkmama ve susamama gibi özellikler dünyanın mahiyetine terstir.
Hadis kitaplarında da Hz. Âdem’in Cennet’te yaratıldığını gösteren rivayetler vardır. Mesela Buhari ve Müslim’de geçen Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Musa ile Hz. Âdem, berzahî vücutlarıyla karşılaştığı ve selâmlaştıklarında, ülü’l-azm bir peygamber olan Hz. Musa kemal-i hikmetle Hz. Âdem’e, “Ey Âdem, sen ki bizim atamızsın. Fakat bizi Cennet’ten çıkartmak suretiyle bize mahrumiyet yaşattın!” der. Bunun üzerine Hz. Âdem ona şöyle cevap verir: “Yâ Musa! Allah’ın, kelamı ile seçkin kıldığı bir kimsesin. Allah senin için eliyle (Tevrat’ı) yazdı. Öyle iken sen, Allah’ın beni yaratmasından kırk sene evvel üzerime takdir buyurduğu bir işten dolayı mı beni kınıyorsun?” (Buhârî, tefsîru sûre (20) 3; Müslim, kader 13)
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Cennet’te yaratılmış ve oraya yerleştirilmiş olmaları bütünüyle evrimci görüşleri boşa çıkarır.
f) Meleklerin Secdesi ve Şeytanın İtirazı
Allah, bütün meleklere ve şeytana Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmesine rağmen, şeytan bu emre uymamış ve bunun gerekçesini de şöyle izah etmiştir: “Allah buyurdu: “Söyle bakayım, Sana emrettiğim hâlde, secde etmene mâni nedir?” İblis: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.” (A’raf sûresi, 7/12)
İsrâ sûresinde de şeytanın öne sürdüğü mazeret benzer ifadelerle nakledilir: “Bir zaman meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ dedik, onlar da hemen secdeye kapandılar. Yalnız İblis secde etmeyip, ‘Çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim!’ dedi.”(İsrâ sûresi, 17/61)
Âyetlerde açıkça ifade edildiği üzere İblis’in Hz. Âdem’e secde etmemesinin sebebi, onun doğrudan topraktan yaratılmış olmasıdır. Şayet insan, maymunsu hayvanlardan yaratılmış veya başka canlı safhalarından geçmiş olsaydı, böyle bir pozisyonda İblis mutlaka secde emrine karşı gelmesinin mazereti olarak bunları da dile getirirdi. Çünkü onun asıl maksadı, kendisinin üstünlüğünü dile getirmekti. İblis’in öne sürdüğü tek mazeretin Hz. Âdem’in topraktan yaratılmış olması da Kur’ân’ın hiçbir şekilde evrim düşüncesine kapı aralamadığının ayrı bir delilidir.
g) Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Yalnızlığı
Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakıldığında, bütün peygamberlerin karşısında onları yürüdükleri yoldan alıkoymaya çalışan müşrik ve kâfirlerin zikredildiği görülür. Bunun yanında bir de peygamberlere iman eden ve sahip çıkan inanmışlardan söz edilir. Hz. Âdem kıssasında ise oğulları dışında ne onun davasına sahip çıkan ne de onunla mücadele eden bir insan grubundan bahsedilir. Hz. Âdem’le uğraşan tek varlık şeytandır. Bu da Hz. Âdem’le birlikte başka insanların mevcut olmadığını gösterir.
İlk işlenen cinayet kıssasında kardeşi Habil’i öldüren Kabil’in onun cesedini ne yapacağını bilememesi ve Allah tarafından gönderilen bir kargadan bunu öğrenmesi de onun daha önce hiçbir ceset görmediğine ve defin olayına şahit olmadığına delalet eder. (Mâide sûresi, 5/30-31)
Aynı şekilde Hz. Âdem’e Cennet’e girmesi, oradaki nimetlerden istifade etmesi ve yasak olan ağaca yaklaşmaması gibi konularda hitapta bulunulurken hep müsenna (iki kişiye hitap) sigası kullanılır; hiçbir zaman çoğul bir siga kullanılmaz. Bu da aynı şekilde Hz. Âdem ile Havva’nın yanında başka birisinin bulunmadığını gösterir.
h) Hz. Âdem’e İsimlerin Öğretilmesi
Bakara sûresinde, “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara sûresi, 2/31) buyrulurken, Rahman sûresinde de şöyle buyrulur: “Rahman, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.” (Rahmân sûresi, 55/1-4)
Bu âyetler de ilk yaratılan insana eşyanın isimlerinin, bu isimlerin delalet ettiği ilimlerin ve konuşma kabiliyetinin Allah tarafından öğretildiğini ve ilk insanın bunlarla mücehhez/donanımlı bir şekilde yaratıldığını gösterir. Dolayısıyla insanın, binlerce yıl içerisinde evrimleşe evrimleşe dil, konuşma, ilim gibi kabiliyetleri elde etmediğini, bilakis bunların ilk yaratılan insanla birlikte mevcut olduğunu bildirir. Allah Teâlâ, ilk insanı öğrenme ve konuşma kabiliyetiyle donatmıştır.
i) Hadislerde Hz. Adem’in Yaratılışı
Kur’ân âyetlerinin yanı sıra birçok hadis-i şerifte de Hz. Âdem’le ve onun yaratılış kıssasıyla ilgili bilgiler verilmiştir. Hadislerde geçen ifadelerin de genel itibarıyla âyetlerde bildirilenlerin tekid ve tafsilinden ibaret olduğu görülür. Yani âyetlerde olduğu gibi hadis-i şeriflerde de Hz. Âdem insanlığın ilk babası olarak takdim edilir ve hiçbir şekilde onun başka canlılardan geldiği yönünde bir ifade yer almaz.
Mesela Allah Resûlü (s.a.s), Mekke’nin fethi günü verdiği bir hutbede şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır, Âdem ise topraktan yaratılmıştır.”(Tirmizî, Menâkıb 74)
Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin, Ebû Musa el-Eş’arî’den rivayet ettikleri şu hadiste ise mesele daha detaylı anlatılır: “Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir miktar topraktan yarattı. Bu sebeple Âdemoğulları (renk ve tabiat yönünden) yeryüzü kadar değişik şekillerde vücuda geldiler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi de bunların karışımı (melez), kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, kimi de iyi huylu olarak (dünyaya) geldi.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsîr 1-2)
Başka bir hadiste ise Hz. Âdem’in bir nefha-i ilahî olduğu, yani Allah’ın kendi ruhundan üflemesiyle onun hayat bulduğu belirtilir: “Allah, Âdem’e Kendi ruhundan nefhettiği zaman Âdem aksırıverdi. Ve arkasından, ‘El-hamdülillâhi Rabbilâlemin!’ dedi. Allah da ona, ‘Yerhamukellah!’ diye mukabelede bulundu.” (İbn Hibban, Sahih, 14/36)
Müslim’de geçen diğer bir hadiste de yine Hz. Âdem’in topraktan yaratılmasına işaret edilir: “Melekler nurdan yaratıldılar. Cinler yalın ateşten (alevden) yaratıldılar. Âdem ise (Kur’ân’da) size anlatılandan (topraktan) yaratıldı.” (Müslim, Zühd ve Rekâik 60)
NETİCE
Görüldüğü gibi Kur’ân ve Sünnet, Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili oldukça detaylı bilgiler verir. Şayet o, ortak atalardan gelen bir varlık olsaydı, yani Allah insanı evrimle yaratmış olsaydı, Kur’ân mutlaka buna da işarette bulunurdu. Hatta işarette bulunmakla da kalmaz, böyle önemli bir olayı defalarca zikrederdi. Fakat âyetlerin hiçbirinde böyle bir konuda en küçük bir ima dahi yer almaz. Bilakis Kur’ân, ilk insanın varlık sahasına çıkışının Âdem ve Havva ile olduğunu pek çok ayette vurgular.
Evrimi kabul eden birisinin, burada zikredilen onlarca âyeti hakiki manalarının dışına çıkarmaksızın ve onları mecazi, iş’arî ve bâtınî manalarla tevile tâbi tutmaksızın onu savunması mümkün değildir. Ne var ki bir delil ve karineye dayanmaksızın âyetleri bu şekilde yorumlamak meşru bir tefsir metodu olarak kabul edilemez. Bu tür bir yaklaşım ile herkes Kur’an’a istediğini söyletmeye kalkışır. Lafzın manasında, hakikatten mecaze gidebilmek için karine ve alaka gerekir. Usûl-i fıkıh ilminde bunun kuralları verilir. Söz konusu durumda hakikatten mecaza geçebilmek için yeterli karine ve alaka yoktur. (Bkz. Ferhat Koca, “Mecaz”, DİA)
Netice itibarıyla Hz. Âdem’in yaratılış keyfiyetiyle ilgili verilen bilgilerin her biri evrimin karşısında önemli bir engel olarak durur ve ona geçit vermez. Bütün âyetler, ilk insanın yaratılışının, yani insanlığın başlangıcının, anne-baba gibi bütün vasıtaları devre dışı bırakarak tamamen mucizevi bir keyfiyette gerçekleştiğini anlatır. Hz. Âdem’in, daha önce yaşadığı iddia edilen maymunsu varlıklardan evrimleşerek insana dönüştüğüne dair Kur’ân’da hiçbir delil olmadığı gibi, bunun aksini gösteren onlarca âyet vardır.
Hz. Âdem’in yaratmasında olduğu gibi yeryüzündeki bütün canlı varlıkların yaratılışlarında da yegâne söz sahibi olan Allah’tır. İnsanın bilemediği, test edemediği ilk yaratılış hakkında en güvenli bilgi kaynağı vahiydir. Pek çok âyet-i kerimede farklı cins ve türden hayvanların yaratılışlarının doğrudan Allah’a ait olduğuna dikkat çekilir. Yaratılıştan bahseden hiçbir âyette evrim üzerinde durulmaz.
Mesela kâinattaki yaratılışa dair detaylı bilgilerin verildiği şu âyet-i kerimede yeryüzündeki canlı varlıkları yaratan ve yayanın Allah olduğu vurgulanır: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Bakara sûresi, 2/164)
Benzer ifadeler Lokman sûresinde de tekrar edilir: “O gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yarattı. Yere de sizi sarsmaması için ağır baskılar, yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik.” (Lokman sûresi, 31/10)
Şu âyet-i kerimelerde de yeryüzünde hareket hâlinde bulunan tüm canlıları yaratan ve çoğaltanın Allah olduğu vurgulanır:
- “Gökleri ve yeri yaratması ve oraları her türlü canlı ile doldurması, O’nun (kudretinin ve hikmetinin) delillerindendir.” (Şûrâ sûresi, 42/29)
- “Siz insanların yaratılışınızda ve Allah’ın dünyanın her tarafında yaydığı canlılarda kesin bilgiye ulaşıp gerçekleri tasdik edecek kimseler için deliller vardır.”(Câsiye sûresi, 45/4)
Şu âyet-i kerimede ise insanların dışındaki canlıların da ümmetlerden, yani kendilerine göre özellikleri olan müstakil cins ve türlerden oluştuklarına dikkat çekilir: “Yeryüzünde hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki sizin gibi ümmetler olmasın.” (En’âm sûresi, 6/38) Peygamber Efendimiz (s.a.s) de bir hadislerinde köpeklerin (Ebû Dâvud, Edâhî 22), başka bir rivayette ise karıncaların müstakil bir ümmet olduklarını ifade buyurmuştur. (Müslim, Selâm 148) Bu âyet ve hadisler de yeryüzündeki bütün canlı türlerinin Allah tarfından müstakil bir sınıf olarak yaratıldıklarına delalet eder.
Nûr sûresinde geçen şu âyet-i kerimede de her bir canlının bizzat Allah tarafından yaratıldığı ifade buyrularak farklı canlı çeşitlerine dikkat çekilir: “Allah her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” (Nûr sûresi, 24/45)
Bu âyet, insanın balık, kuş, sürüngen ve maymun yoluyla evrim geçirerek mükemmelleştiğini iddia edenlere bir cevap niteliğindedir. Zira bu âyete göre Allah insana, sürüngenlere ve kuşlara ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız birer yaratma bahşetmiş ve her bir türü kendi içinde mükemmel bir şekilde yaratmıştır. (Musa Kazım Yılmaz, “Kur’ân’a Göre İnsanın Yaratılış Mucizesi”, Yaratılış Kongresi, s. 520)
Bütün bunların yanında Kur’ân’ın örümcek, arı, deve, sinek, at, eşek, davar, inek gibi farklı farklı hayvanların yaratılışına dikkat çekmesi, her canlı türünü çift yarattığını beyan etmesi, bütün canlı varlıkların Allah tarafından rızıklandırıldığını ifade etmesi, Allah’ın her şeyi belli bir ölçü ve düzen içerisinde yarattığını bildirmesi, yaratmanın halaka, ebdea, enşee, ceale, zerae, savvara, berae ve fatara gibi aralarında nüans bulunan çok farklı fiillerle ifade edilmesi de yaratmanın bütünüyle Allah tarafından gerçekleştirildiğini, Allah’ın azamet ve büyüklüğüne delalet ettiğini ve maddenin, sebeplerin ve tesadüfün bunda bir tesirinin olmadığını gösterir.
Kur’an niçin yaratma üzerinde durur?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kur’ân’da, bütün zaman ve kâinatı kuşatan şekliyle yaratmanın istisnasız bir şekilde Allah’a ait olduğu belirtilir. Birçok âyette farklı vesilelerle yaratılış üzerinde durulur, yaratmadaki sanat ve mükemmelliğe dikkat çekilir ve her fırsatta yaratmanın sadece Allah’a has bir fiil olduğu beyan edilir. Zira hakkıyla inanabilmek, yegâne Yaratıcının ancak Allah olduğu gerçeğinin anlaşılmasına bağlıdır. Sebepler, yaratmanın önünde sadece birer perdedir. Kur’ân, sürekli bu perdenin arkasında işleyen ilahî tecellilere dikkatleri çeker.
Mesela اللهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ buyrularak, zerreden galaksilere kadar büyük küçük her şeyin bizzat Allah tarafından yaratıldığı bir çok âyet-i kerimede takrar tekrar vurgulanır. (Ra’d sûresi, 13/16; Zümer sûresi, 39/62; Mü’min sûresi, 40/62; En’âm sûresi, 6/102)
Allah Resûlü’ne ilk inen şu âyetlerde Cenab-ı Hak, Kendisini “Yaratıcı” sıfatıyla tanıtır:
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ خَلَقَ الإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı alâk’tan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı.” (Alâk sûresi, 96/1-2)
Rûm sûresinde yer alan şu âyette ise Allah’ın yaratma fiilindeki mutlak irade ve kudretine dikkat çekilir:
يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ
“O dilediğini yaratır. Her şeyi bilen, her şeye kadir olan, yalnız O’dur.” (Rûm sûresi, 30/54)
Başka bir âyet-i kerimede ise şöyle buyrulur:
أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بَل لاَ يُوقِنُونَ
“Onlar bir Yaratan olmaksızın (kendiliğinden ve tesadüfen mi) yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiye ulaşmaya gitmezler.” (Tûr sûresi, 52/35-36) Bu âyetlerde yokluktan bir şeyin var olamayacağı, şuursuz maddenin ve kör tesadüflerin yaratmada hiçbir dahlinin bulunmadığı, gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki bütün varlıkları yaratanın ancak Allah olduğu beliğ bir üslûpla ifade edilir.
Vâkıa sûresinde yer alan şu âyet-i kerimelerde aynı şekilde yaratma ve var etmenin mutlak anlamda Allah’a ait fiiller olduğu çok net ifade edilir: “Sizi yaratan Biz’iz, hâlâ bu gerçeği ikrar ve tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan hâline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz? Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mâni olacak hiçbir güç yoktur. Siz ilk yaratmayı pek iyi biliyorsunuz, artık düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (Vâkıa sûresi, 56/57-62)
Cenab-ı Hak bir çok âyette yaratmanın Kendine mahsus bir fiil olduğu üzerinde dursa da, yaratılışın keyfiyeti, Kur’ân’da detaylarıyla ele alınan müstakil bir konu değildir. Yaratılış konusu genellikle Allah’ın varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi ispat için kullanılan fer’i bir meseledir. İnsanın, canlı ve cansız varlıkların yaratılış ve niteliklerinin anlatıldığı âyetlerin asıl amacı, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin üstünlüğünü göstermek, yaratma ve var etmenin ancak Allah’a has bir fiil olduğunu vurgulamak, O’nun ibadete lâyık tek İlâh olduğunu açıklamak, esma-i ilâhiyenin varlık âlemindeki baş döndürücü tecellilerine dikkat çekmek, kullarına ihsan ettiği nimetlerin bolluğunu hatırlatmak, onları şükür ve kulluğa teşvik etmek gibi hikmetlerdir.
Bununla birlikte Kur’ân’ın yaratılışla ilgili âyetlerinin çok önemli bilimsel hakikatlere işaret ettiğinde, nazarları varlık ve tabiata çekerek Müslümanları araştırmaya sevk ettiğinde, bilimsel merakları celb ederek insanlığın önüne ulaşılması gereken büyük hedefler koyduğunda da şüphe yoktur.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki Allah’ın pek çok yaratma çeşidi vardır. Bunlardan biri yokluktan âni ve def’î yaratma demek olan ibda’dır. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yâsin sûresi, 36/82); “Bizim (olmasını dilediğimiz bir şey için) emrimiz sadece bir kere, hem de göz açıp kapama gibi pek hızlıdır.” (Kamer sûresi, 54/50) âyetlerinde bu yaratma çeşidinden bahsedilir.
Bir diğer yaratması ise yeryüzünde bulunan maddelerin yeniden terkip edilmesiyle meydana gelen tedrici (merhaleler şeklindeki) yaratmadır. Buna da inşa denir. Hz. Âdem’in farklı maddelerden tedrici olarak yaratılmasını veya semaların altın günde yaratılmasını buna misal verebiliriz. Cenab-ı Hak, fevri yaratmasıyla güç ve kudretinin nihayetsizliğine, tedrici yaratmayla ise âdetullahın nasıl gerçekleştiğine dikkat çeker. Allah’ın yaratması ibda’, ber’, zer’, fatr, sun’, inşâ’, ihdâs, îcâd, tasvîr, tekvîn, ihtirâ ve ca’l gibi daha başka kavramlarla da ifade edilir ki bunların her biri yaratmanın farklı boyutlarına işaret eder.
Kâinatın ve canlı varlıkların yaratılışında mükemmellik var mıdır?
Evrim teorisinin, Kur’ân âyetlerine muhalif düştüğü önemli noktalardan birisi de kâinat ve canlı varlıkları eksik, kusurlu ve düzensiz görmesidir. Hâlbuki Kur’ân pek çok âyetiyle kâinattaki bütün varlıkların hassas bir denge, müthiş bir düzen ve fevkalade bir mükemmellik içerisinde yaratıldıklarını haber verir. Evrimcilerin zannettiği üzere en küçüğünden en büyüğüne kadar canlı organizmalar kademe kademe basitten kompleks varlıklar hâline gelmemiştir. Hiçbir canlı varlık, başlangıçta kusurlu olup, eksikliklerin sonraki safhalarda tamamlanmasıyla yavaş yavaş değişerek bugünkü şeklini kazanmış değildir. Bilakis bunlar başlangıçta kompleks ve mükemmel yapılara sahip olarak yaratılmışlardır.
Buna delalet eden pek çok âyet-i kerime vardır. Mesela, “Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk sûresi, 67/3-4) âyetleri varlıktaki kusursuzluğa ve mükemmelliğe dikkat çeker.
Aynı şekilde şu âyetler de Allah’ın yaratmasındaki kemali, güzelliği ve sağlamlığı gösterir:
- “O her şeyi, en mükemmel, en güzel surette yaratandır.” (Secde sûresi, 32/7);
- “Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?” (Kâf sûresi, 50/6);
- “İşte bu, her şeyi mükemmel ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.”(Neml sûresi, 27/88)
Şu âyette de insanın fiziksel ve anatomik yapısındaki harikulade güzelliğe dikkat çekilir: “Allah o yüce Zattır ki sizin için yeryüzünü yerleşme yeri, göğü de kubbeli bir çatı yapmış, size sûret verip sûretlerinizi de en güzel şekilde yaratmış ve sizi helâl hoş nimetlerle rızıklandırmıştır. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir.” (Mü’min sûresi, 40/64)
Şu âyetler de varlıktaki yaratılışın, nizamın, yasaların değişmediğini, varlık âleminin bidayetinden nihayetine kadar aynı kaldığını gösterir: “Allah’ın nizamında/âdetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb sûresi, 33/62); “Allah’ın yaratışında değişme yoktur.” (Rûm sûresi, 30/30)
Bediüzzaman Said Nursî, şu yaklaşımıyla kâinattaki güzelliği ikiye ayırır: “Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde bile hakiki bir güzellik tarafı vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzat güzeldir; buna “hüsn-ü bizzat” (zâtına ait güzellik) denir. Ya da neticeleri yönüyle güzeldir, buna da “hüsn-ü bilgayr” (dolaylı güzellik) denir. Bir kısım hadiseler var ki, görünüşte çirkin ve karmakarışıktır. Fakat o görünen perdenin arkasında gayet parlak güzellikler ve intizam bulunur.”
Daha sonra hüsn-ü bilgayr dediği güzelliklere şu misalleri verir: “Mesela insan, Fâtır’ın kudretinin büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları zararlı, mânâsız görür. Hâlbuki onlar, ot ve ağaç türlerinin dikenlerle donatılmış kahramanlarıdır. Mesela, atmacanın serçelere musallat olması, görünüşte rahmete uygun düşmez. Hâlbuki serçenin kabiliyeti bu şekilde gelişir. Mesela, karın yağmasının pek soğuk ve tatsız olduğu düşünülür. Hâlbuki onun soğuk, tatsız perdesi altında o kadar sıcak gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilemez.”
İnsanların, varlık ve olayların arkasına gizlenen saklı güzellikleri niçin göremeyip yanlış hükümlere vardıklarını da şöyle açıklar: “Fakat insan, hem görünüşe aldandığından hem de bencil olduğundan, dış yüzlerine bakıp bu hadiselerin çirkinliğine hükmeder. Sadece kendini düşündüğünden, yalnız kendine bakan neticeleriyle değerlendirerek onların şer olduğu hükmüne varır. Hâlbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise Sâni’inin isimlerine ait gayeleri binlercedir.” (Bediüzaman, Sözler, s. 244)
Yukarıdaki âyetlerden ve Bediüzzaman’ın bu izahlarından da anlaşılacağı üzere canlı cansız bütün varlıklar mükemmel, ölçülü ve en güzel bir surette dünya sahnesinde yerlerini almışlardır. Bu da evrimcilerin iddialarının aleyhine bir delildir. Çünkü onlara göre canlı organizmaların gelişmesi evrimsel mekanizmalar sayesinde kademeli bir şekilde gerçekleşmiştir.
Kur’ân şöyle buyurur: “Rabbimiz her şeyi yaratan, sonra da onu yaratılış gayesine uygun yola koyandır.” (Tâhâ sûresi, 20/50) Allah, yarattığı her varlığı içinde bulunduğu şartlarda hayatını devam ettirecek bir donanımla yaratmıştır. Yoksa onlar, bu fizikî özelliklerini evrimleşerek elde etmiş değillerdir.
Ayrıca evrimciler, akıllarını mutlak ölçü olarak aldıkları, varlığın tasarımında kendilerini mühendis gibi gördükleri, değerlendirmelerinde indirgemecilik ve sathilikten kurtulamadıkları için, inceledikleri canlı organizmaların yapısında birçok kusur ve eksiklik olduğunu iddia ederler. Aslında gelişen bilim sayesinde bir zamanlar gereksiz veya hatalı görülen nice organ ve yapının gerçekte nasıl işlevsel ve faydalı oldukları anlaşılmış olsa da evrimciler acele hüküm vermeyi terk etmezler.
Allah, şu âyetiyle dünyanın gezilip görülmesini, yaratmadaki mucizevi güzelliklerin fark edilip bunlardan ibret alınmasını emreder: “De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da, Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir.”(Ankebut sûresi, 29/20)
Şayet evrimcilerin iddia ettikleri gibi, kâinat evrimle yaratılmış, canlı varlıklar mutasyon ve tabii seleksiyon sayesinde ortaya çıkmış olsalardı, Allah böyle bir emir vermezdi. Zira bu takdirde canlılar dünyasında görülen bütün ihtişam ve güzellik tabiatın ve tesadüflerin bir eseri olmuş olurdu.
Yaratmanın mahiyet ve keyfiyeti akılla anlaşılabilir mi?
Daha önce de ifade edildiği üzere en temelde Allah’ın iki tür yaratması vardır. Bunlardan biri, yoktan yaratma, diğeri ise var olan maddelere yeni bir şekil ve yapı kazandırma şeklinde gerçekleşir. İnsan aklı, var olan maddelerin bir araya getirilerek ve farklı terkiplere tâbi tutularak yeni varlıkların oluşmasını anlasa da; yoktan var etmeyi anlayamaz. Hiçlikten, ademden yeni varlıklar yaratmanın keyfiyet ve hakikati hakkında hiçbir fikir yürütemez.
Bu yüzden Cenab-ı Hak, yaratmanın keyfiyet ve hakikatini akla yaklaştırmak için sürekli sebeplere dikkat çeker. Kudret ve iradesinin nihayetsizliğini ve yaratmasındaki harikulâde kolaylık ve sürati gösterme adına “Ol” demesiyle bir şeyin hemen vücuda gelivereceğini beyan buyursa da, çoğu âyette yaratmanın hep sebepler dairesinde anlatıldığı görülür. Mesela gökleri ve yerleri “duhan”dan, insanı topraktan, canlıları sudan yarattığını beyan buyurur. Çünkü dünya, daru’l-hikmettir. Allah, âdeti gereği burada her şeyi sebeplere bağlamıştır.
Aslında bir damla sudan yaratılan her insan, her canlı varlık bir mucize olsa da, insan sebep-sonuç münasebeti içerisinde gerçekleşen olayları âdiyattan (sıradan) görür. Onlardaki mucizevi yönü yeterince kavrayamaz. Ülfet ve ünsiyete yenik düşer. Hatta yaratmayı anlayamayan ve kabul etmeyen bazı insanlar, öldükten sonra dirilmeyi de reddeder. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak, insanların yaratma fiilini anlayabilmeleri adına peygamberleri eliyle sebepleri kaldırarak mucizeler gösterir ve Yüce Kitabında da bunları bize nakleder.
Mesela Hz. İsa, çamurdan kuşlar yapıp Allah’ın izniyle onlara hayat verir. (Âl-i İmran sûresi, 3/49) Hz. İbrahim’in, parça parça yapıp her bir parçasını ayrı bir dağ başına bıraktığı kuşlar, çağrısıyla birlikte tekrar uçarak ona gelirler. (Bakara sûresi, 2/260) Hz. Musa’nın yere attığı asası bir anda canlı bir yılan oluverir ve hareket etmeye başlar. (Tâhâ sûresi, 20/20) Ölen bir insana, kesilen sığırdan alınan bir parçayla vurulunca tekrar hayata döner. (Bakara sûresi, 2/73) Ölümden sonra insanların nasıl dirilteceğini merak eden biri yüz sene ölü bırakıldıktan sonra tekrar diriltilir. (Bakara sûresi, 2/259)
Allah, bütün bu misallerle canlıları nasıl yarattığına dair bizlere ipuçları verir. Evrimcilerin iddia ettiği gibi insanın, insan olabilmesi için milyonlarca sene evrim geçirmesine ihtiyaç yoktur. Çünkü Yaratan, Allah’tır ve O’nun kudreti mutlaktır, sonsuzdur, sınırsızdır. Değil milyonlarca, milyarlarca sene de geçse ilahî bir fiil olmaksızın en küçük bir canlının dahi kendi kendine vücuda gelmesi mümkün değildir. Şu âyet de buna işaret eder: “İyi bilesiniz ki yaratmak da, emretmek yetkisi de Allah’a mahsustur. Rabbülâlemin olan Allah ne yücedir!” (A’raf sûresi, 7/54)
Bu sebeple bütün varlıkların ilk türlerini anne-baba olmaksızın yeryüzündeki element ve bileşiklerden Allah yarattığı gibi, onların yavrularını da bir damla sudan Allah yaratmaya devam etmektedir. Öldükten, çürüyüp dağıldıktan sonra bütün insanları yeniden kabirlerinden dirilterek mahşer meydanında toplayacak olan da Allah’tır. Çünkü yaratma fiili bütünüyle O’na mahsustur, bu konuda hiçbir sebep O’na ortak olamaz.
Kur’ân’a göre insanın maymunsu canlılardan gelme ihtimali var mıdır?
Evrim teorisinin en çok tepkiye sebep olan iddiası, insanın maymundan veya maymunsu canlılardan geldiğidir. Teistik evrimi savunan bazı Müslümanlar da, bazı kavimlerin maymuna çevrildiğini anlatan âyetleri bu iddialarına delil getirirler. Gerçekten de iki âyette bazı insan topluluklarının aşağılık maymunlara (Bakara sûresi, 2/65; A’raf sûresi, 7/166), bir âyette de maymun ve domuzlara çevrildiği anlatılır (Mâide sûresi, 5/60).
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki burada maymundan insana bir dönüşüm değil, insandan maymuna bir dönüşümden bahsedilir. Yani evrimcilerin savundukları iddiaların tam tersi bir durum söz konusudur. İkinci olarak, buradaki “mesh” (maymuna döndürme), Allah tarafından verilen bir ceza çeşididir. Üçüncü olarak, cezalandırılan insanların suret ve şekil olarak maymun olup olmadıkları müfessirler arasında ihtilaflıdır. Zira bazılarına göre bu âyetlerde bahsedilen mesh, manevi bir hâdisedir. Yani söz konusu toplulukların ahlâk ve karakter itibarıyla maymunlaşmalarından bahsedilir. Dolayısıyla bu âyetlerden yola çıkarak evrime delil çıkarılamaz.
Öte yandan Kur’ân’ın insana verdiği konum ve değer açısından meseleye bakıldığında da onun balık, sürüngen ve maymun gibi hayvanlardan evrimleşmesinin asla söz konusu olamayacağı anlaşılır. Çünkü Kur’ân, birçok âyette insanın nasıl müstesna bir varlık olduğunu anlatmak suretiyle onunla hayvanlar arasını kesin hatlarla ayırmıştır.
Kur’ân’da insanla ilgili verilen şu bilgiler onun bu müstesna konumuna dikkat çeker: İnsan, mükerrem, yani çok şerefli, izzetli ve saygıdeğer bir varlıktır. (İsrâ sûresi, 17/70) Ahsen-i takvim üzere (en güzel ve en mükemmel bir biçimde) yaratılmıştır. (Tîn sûresi, 95/4) Yeryüzünün halifesi (hükümdarı) kılınmıştır. (Neml sûresi, 27/62) Allah, bütün varlığı ona musahhar kılmış, yani onun istifadesine sunmuş ve emrine vermiştir. (İbrahim sûresi, 14/32-34) Allah, ilk insanı “iki eliyle” yarattığını ve ona kendi ruhundan üflediğini bildirmek suretiyle onun yaratılışındaki eşsizliği ve özel statüyü vurgulamıştır. (Sâd sûresi, 38/72-75) Melekleri kendisine secde ettirmiştir. (Bakara sûresi, 2/34) Ona akıl, şuur ve irade vermiş, eşyanın isimlerini ve hakikatini öğretmiş ve onu beyan kabiliyetiyle donatmıştır. Dağların taşımaktan imtina ettiği emanetini insana yüklemiştir. (Ahzab sûresi, 33/72)
Bunca nimetlerle donatılan bir varlığı, hayvanların bir devamı olarak gören bir anlayış, kesinlikle Kur’ân’la telif edilemez. Evrimcilerin iddia ettiği üzere insanın ne maymunlarla bir akrabalığı vardır, ne de köpeklerle. Hiçbir hayvan, hiçbir canlı türü insanın kuzeni değildir. Çünkü o, hayvanlardan ayrı müstakil bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsanın, Kur’ân’ın iki farklı âyetinde “hâsiîn (aşağılık)” olarak nitelediği bir hayvandan geldiğini veya onunla aynı ortak ataya sahip olduğunu iddia etmek, ona karşı yapılmış en büyük saygısızlık ve en büyük hakarettir. Hatta böyle bir anlayış, bir açıdan nefha-i ilâhî ve eşref-i mahlûkat olan insanı, hayvan derekesine düşürmek demektir.
Şu âyet-i kerimelerde, insanın sahip olduğu yapı, şekil ve suretin bizzat Allah tarafından ona verildiği, Allah’ın irade ve tercihiyle belirlendiği açıkça beyan edilir: “Ey insan, nedir seni o kerim Rabbin hakkında aldatan? O değil mi seni yaratan, bütün vücud sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren, Ve seni dilediği bir surette terkip eden?” (İnfitâr sûresi, 82/6-8)
Dolayısıyla insan, kör ve şuursuz evrimsel mekanizmaların tesadüf zincirleri içerisinde ortaya çıkardığı, maymunsu varlıklardan gelen sıradan ve basit bir varlık değil; bizzat ilâhî irade, ilâhî ilim ve ilâhî kudret tarafından mükemmel ve müstesna bir şekilde yaratılan bir yeryüzü halifesidir.
Daha önceki yazılarımızda detaylı olarak ortaya konulan izahlardan anlaşılacağı üzere evrim teorisi ne kesin kanıt ve bulgularla ispat edilmiş bilimsel bir gerçektir, ne makul ve rasyonel temelleri olan bir açıklama şeklidir, ne de dinî argümanlara dayanan meşru bir teoridir. Her ne kadar evrimciler, gözlem ve deneye dayalı bir kısım olgulardan, tabiat yasalarından ve biyolojik ilkelerden yola çıksalar da, bunların yorumundan hareketle ortaya koydukları evrim teorisinin olgusal ve bilimsel bir yönü yoktur. Burada bahsettiğimiz evrimin makro evrim, yani bir türün başka bir türe dönüşmesi anlamındaki büyük değişiklikler olduğunu bir kere daha hatırlatmakta fayda var. Zira mikro evrim denilen tür içi çeşitlilik ve zenginliğin oluşması zaten gözlemlenebilen ve Allah’ın canlı varlıkların DNA’sına koymuş olduğu bir gerçektir.
Darwinistlerin en büyük dayanakları, bilimsel kanıtlardan ziyade evrim teorisine duydukları sarsılmaz inanç ve kabulleridir. Mesela medya programlarında evrime yöneltilen itirazlar karşısında onu savunan Darwinistler hemen bilim adamlarının bu konudaki genel kabulüne ve konu etrafında yapılan bilimsel çalışmaların çokluğuna atıfta bulunurlar. Zira onların anlayışına göre dünyada bu kadar genel kabul görmüş bir teori elbette doğru olmalıdır. Hem doğru olmasa, on binlerce bilim adamı bugüne kadar evrimi destekleyici akademik çalışmalar yaparlar mıydı?
Oysaki onların unuttukları bir gerçek vardır: Aristotales’in fikirleri ve bilimsel kabulleri uzun asırlar boyunca Batı’da tartışmasız gerçek kabul edilmişti. Hatta Galileo gibi bilim adamlarının yargılanmalarının ve cezalandırılmalarının sebebi de ona zıt şeyler söylemeleriydi. Aynı şekilde Kepler’in, Kopernik’in ve hatta Newton’un ortaya attıkları teoriler de ilk zamanlar bilim adamları arasında tartışmasız birer gerçekti. Ne var ki bunların ömürleri sınırlı olmuş, bilim dünyasındaki yeni gelişmelerle hepsi yerlerini bir bir yenilerine terk etmiştir. Bu sebeple bir teoriyi savunanların sayısından ziyade, asıl önemli olan, ortaya koydukları iddia ve kanıtların gerçekle ilişkisi, tutarlılığı, makuliyeti ve bilimsel gücüdür. Evrim teorisi ise bütün bu açılardan objektif ve yeterli desteğe sahip değildir.
Bazı Müslüman âlimlerin iddia ettikleri üzere Darwinizm, bütünüyle dinden ayrı müstakil bir konu değildir. Çünkü onun en temel iddiaları doğrudan yaratılışla ilgilidir. Evrimciler sadece gözlemledikleri gerçekler üzerinde durmaz, var olan canlı organizmaları ve onlardaki değişim ve dönüşümleri incelemekle yetinmez, bunlardan hareketle bütün canlı türlerinin ortaya çıkışıyla ilgili varsayımlar ortaya atarlar. İşte dinle çelişen de bilim adamlarının gözlem ve deney yoluyla elde ettikleri veriler değildir; bilakis bunlar üzerinden geliştirdikleri felsefedir, varsayımlardır. Dolayısıyla buradan yola çıkarak din-bilim çatışması ortaya atmanın makul bir gerekçesi yoktur. Eğer bir çatışma varsa bu, pozitivist ve natüralist temellere dayalı biyoloji felsefesiyle din arasındadır.
Evrimci Müslümanların, Kur’ân ve Sünnet’ten yola çıkarak evrime delil arama çabalarının da neticesiz olduğunu görmüş olduk. Zira İslâm’da evrim teorisini destekleyen tek bir nas dahi yoktur. Evrimin İslam’a uygun olduğunu iddia edenlerin yaptıkları, nasları zahiri anlamlarının dışına çıkararak zorlama tevillerle onlara istediklerini söyletmektir. Bunun ise meşru bir metot olduğu söylenemez. Çünkü nasların tefsirinde asıl olan, hakiki manayı vermeye mani bir delil, bir karine olmadıkça mecazi yorumlara gitmemek, hakikî manalarını esas almaktır. Aksi takdirde herkes her istediğini Kur’an’a mâl etmeye kalkışır. Evrim teorisinin dinden vize alması mümkün değildir.
Kur’ân ve Sünnet’te evrimin meşruiyetini gösteren bir delil bulunmadığı gibi, tam tersine evrimi çürüten onlarca delil vardır. Başta Hz. Âdem’in yaratılışı olmak üzere Kur’ân’ın yaratılışla ilgili âyetlerinin tamamı evrim teorisinin iddialarını reddeder. Çünkü Kur’ân’a göre canlı cansız bütün varlıkları yaratan Allah’tır. Tabii süreçlerin, sebeplerin, rastlantıların yaratmada bir tesiri yoktur. Onlar, Allah’ın icraat ve tasarruflarının önünde sadece birer perdedir. Özellikle Hz. Âdem’in yaratılışının oldukça detaylı bir şekilde anlatıldığı âyetler, evrimi kökten reddeder.
Evrimcilere göre, “yaratılışçılar” tarafından ortaya konulan yaratma teorisi, üzerinde durulmayı dahi hak etmez. Çünkü bu, gözlemlenemeyen, laboratuvara sokulamayan, test edilemeyen, tekrarlanamayan ve yanlışlanamayan teolojik ve metafizik bir izahtır. Dolayısıyla da bilimsel yönteme zıttır. Bugünün bilimsel metodunda vahiy bilgisine yer yoktur. Ne var ki bu, son birkaç asırdır materyalist felsefenin bilim dünyasına armağan ettiği sakat bir anlayış ve yanlış bir metottur. 19. yüzyıla kadar ne Doğu ne de Batı dünyasında böyle bir metot kullanılmamıştır. Dolayısıyla bilim dünyasının natüralist anlayışı devam ettirme konusundaki ısrarlarını bilim ahlakı ve hakikat arayışı açısından tasvip etmek mümkün değildir.
Bu konuda yapılan şu değerlendirmeler oldukça yerindedir: “Bizim bir “Yaratılış Modeli” ortaya koyma gibi bir mecburiyetimiz ve ihtiyacımız yoktur. Zira yaratılış, sebep-netice bağlantıları gibi perdelerin ardında gizlenmiş bir mucizedir. Mucizeleri ise normal tabiat kanunları sınırları içinde izah etmemiz mümkün değildir. Diğer taraftan, “Yaratılış Modeli” adı altında, herhangi bir sistem veya mekanizma ortaya koyabilmemiz için, mantıken bizim Yaratıcımız kadar ilim ve kudretimizin olması gerekir. Zira hayat verme veya yaratma gibi benzersiz bir fiili yapacak olanın da, benzersiz olması gerekir. Hâlbuki sonsuz bir ilim ve kudret gibi sıfatlar ancak Allah’a mahsustur. İnsan olarak bizler yaratılışa şahit olmadığımız gibi, böyle bir mucizeyi anlamaktan da âciz durumdayız.” (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 110)
Her şeye rağmen günümüz dünyasında evrim reddedilecekse, doğrudan İslâm adına reddedilmemelidir. Bilakis bu konuda öncelikle ilmî metotlar ve rasyonel düşünce kullanılmalıdır. Son birkaç asırdır Batı dünyasında tavan yapan din-bilim çatışmasını alevlendirmeme adına en uygun yöntem budur. Fakat birilerinin dinden evrime delil bulmaya çalıştığı veya evrimi ateizm savunusunun güçlü bir argümanı olarak takdim ettiği bir yerde sessiz kalmak da doğru olmaz. Çünkü bunun zararı, diğerinden daha büyüktür.
Evrimi savunan bilim adamları, kendi teorilerini kabul ettirmek için ne kadar etkileyici hikâyeler ortaya koyarsa koysunlar, ne kadar büyük bir propaganda yürütürlerse yürütsünler, kanaatimizce hâkim paradigmanın tesirinden sıyrılarak doğru sorular sorabilen ve kendisine dikte edilen fikirlere eleştirel bakabilen bir insan açısından evrimin kabul edilmesi hiç de kolay değildir. Özellikle de akıl ve şuurdan yoksun olan tabiatın, maddenin ve tesadüflerin kendi kendine yapabilecekleri işlerin sınırlı olduğunu, bunların hiçbir şekilde mükemmel bir tasarım, harikulade bir düzen ve oldukça hassas dengeler gerektiren canlı organizmaların ortaya çıkması üzerinde etkisinin olamayacağını fark eden biri, kendisine anlatılan hikâyeyi baştan sonra yeniden gözden geçirme zorunluluğunu hissedecektir.
Öyle inanıyoruz ki bilim adamları din ve bilimi kesin hatlarla birbirinden ayırmaktan vazgeçerek teşri ve tekvini emirleri birlikte okumaya başladıkları zaman, ilahî vahyin bilime engel değil destek olduğunu görecek, Kur’ân âyetlerine insafla ve önyargısız yaklaştıkları takdirde onun kendileri için nasıl yol gösterici olduğunu fark edecek, onun sayesinde yeni bakış açıları kazanacak ve farklı ufuklara açılacaklardır. Bilemiyoruz belki de uzun asırlardır birbirinden ayrı düşmüş bilim ve dinin yeniden barışması, uzlaşması ve iş birliği yapması insanlık adına çok önemli açılımlara vesile olacaktır.
Canlı cansız bütün varlığa Allah’ın sanatları olarak bakabilen bilim adamları en azından araştırma ve çalışmalarına doğru bir yerden ve doğru bir bakış açısıyla başlayacak ve böylece evrim gibi hipotezleri ispatlama yolunda zamanlarını ve enerjilerini israf etmeyeceklerdir. Canlılığın ilk defa yeryüzünde nasıl başladığı gibi çözümü mümkün olmayan, daha doğrusu naslarda zaten cevabı bulunan meseleler arkasında ömür tüketmeyecek, himmetlerini acil çözüm bekleyen çok daha önemli sorunlara yoğunlaştıracaklardır.
Allah’ın abes bir fiil işlemeyeceğinin, kâinatta gereksiz ve hikmetsiz bir şey olmadığının bilinciyle, varlık ve olayların dilini çözmeye, onların arkasında saklı bulunan hikmetleri ve sırları bulmaya çalışacaklardır. Dünyanın ve canlı varlıkların; maddenin ve tesadüflerin insafına bırakılmadığını bilecek, Allah’ın kayyumiyetini, hıfz u riayetini her zaman üzerlerinde hissedecek ve dolayısıyla çalışmalarını çok daha güven ve huzur içerisinde sürdüreceklerdir.
Son olarak buraya kadar evrim teorisi etrafında yaptığımız değerlendirme ve eleştirilerin genel bir özetini sunmak istersek şunları söyleyebiliriz:
Evrim…
Bazı bilimsel gerçeklerin maksadını aşar bir tarzda yanlış ve yanıltıcı bir yorumudur.
İkna edici kanıtlardan yoksun seküler bir dünya görüşüdür.
Madde ile manayı, ruh ile cesedi, akıl ile kalbi birbirinden ayıran indirgemeci bir yaklaşımdır.
Önce iman edilip sonra delil aranılan kanıtlanmamış bir hipotezdir.
Cevapsız sorular karşısında zamanın sihirli gücüne sığınılan mesnetsiz bir kurgudur.
Yaratılışa dair can alıcı sorular karşısında geleceğe bel bağlanan gizemli bir bilmecedir.
Alternatifsizliğin araştırmacıları mecbur bıraktığı spekülasyonlar yumağıdır.
İspatı adına ortaya konulan bütün hummalı çalışmalara rağmen bir türlü etrafındaki muğlaklığın ve şüphelerin giderilemediği netameli bir kavramdır.
Boşlukları ve çelişkileri geniş hayal dünyasıyla doldurulan etkileyici bir hikâyedir.
Bilimsellik zırhıyla bütün soru ve sorgulamalara kapalı tutulan mukaddes bir tabudur.
Natüralist anlayışın bilim adamlarını mecbur bıraktığı makul olmayan bir açıklama biçimidir.
Bilimin, bilim adamlarının ve bilimsel çalışmaların otoritesiyle kabul ettirilmeye çalışılan bir tezdir.
Metafizik açıklamalardan kaçmanın ustaca ve kurnazca bir yoludur.
“Eldeki en iyi açıklama bu” denilerek müteselli olunan bir teoridir.
İkna edici delillerden ziyade varsayımlara dayalı bir ön kabuldür.
Madde, yasa ve tesadüfe kaldıramayacağı kadar yük yükleyen pozitivist bir izah denemesidir.
Hayatın başlangıcını ve biyolojik çeşitliliği izah etme adına ortaya atılmış iddialar bütünüdür.
Kesin bilimsel gerçeklerden dahi daha fazla savunma ihtiyacı duyulan modern bir dogmadır.
Emprik bilim maskesi ardına saklanmış materyalist bir felsefedir.
Bilimsel teorilerde aranan sıkı şartlar kendisinden esirgenen seküler bir inançtır.
Natüralist bakış açısının tabiat yasalarını nasıl çarpıttığının güzel bir örneğidir.
Söz kendisine geldiğinde savunanların da reddedenlerin de kolay kolay taassuptan kurtulamadığı büyük bir mücadele alanıdır.
Yaratıcı fikrini reddeden ateistlerin başlıca dayanağı ve en güvenli sığınağıdır.
Bir nefha-i ilâhî olan insanın müstesna konumunu biyolojik bir canlı seviyesine düşüren yaklaşım şeklidir.
Ön kabulleri ispatlama derdiyle sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir ideolojidir.
İlâhî dinlere, selim akla, müşahedeye ve vakıaya zıt bir izah şeklidir.
Bütün metafizik izahları reddeden ve her şeyi maddede arayan bilimin, kaçınılmaz bir sonucudur.
Objektif bilimsel çalışmalar karşısında her geçen gün kan kaybeden yıkılmaya yüz tutmuş bir akımdır.
Bilimi mutlaklaştırmanın ne tür açmazlara sebep olacağını gösteren ibretlik bir tecrübedir.
Aleyhteki her tür delilin/açıklamanın ya inkâr edildiği ya da görmezden gelindiği bir tür saplantıdır.
Karşı tarafı ikna etme adına yer yer bilimsel ahlâkın dahi hiçe sayıldığı bitmeyen bir kavgadır.
Kanıt bulma adına nice emeğin ve zamanın israf edildiği yaman bir aldatmacadır.
Test edilmesi ve gözlenmesi mümkün olmasa da sıkı sıkıya bağlı kalınan örtük bir dindir.
“Büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir” sözünün kötü bir örneğidir.
Tabiattaki baş döndürücü nizam ve intizamı tesadüfi fiziksel süreçlerle izah etmeye çalışan bir faraziyedir.
Karışık terminoloji ve teknik terimlerle şüphelerin üzeri örtülmeye çalışılan tılsımlı bir güçtür.
Metodolojik ve bilimsel bir süzgeçten geçirilmeyen, geçirilmesi de mümkün olmayan salt bir tasavvurdur.
Veri ve olguların, evrimi tümüyle kabul edilmiş bir gerçekmiş gibi gösterecek şekilde kurgulandığı bir mugalatadır.
Mikro evrimi gösteren bilimsel kanıtlardan yola çıkarak makro evrimin gerçekliğine inanılan gerçekliğin bir kısmının abartılmış hâlidir.
Onca laboratuvar deneyine rağmen kendi kendine varoluşun ve türleşmenin bir türlü ispat edilemediği peşin bir yargıdır.
Değil inkâr edenlerin, kuşkusunu dile getirme cüreti gösterenlerin dahi “cahil”, “ahmak” ve “yobaz” olmakla yaftalandığı bir çeşit “turnusol testidir”.
Kuramlar, izahlar, kanıtlar, mekanizmalar, yorumlar değişse de kendisinin asla değişmeyeceği peşinen kabul edilen modern bir dayatmadır.
DNA’daki devasa bilginin, muazzam akıl gücünün ve insan bilincinin ortaya çıkışını genlerle, hücreyle yani maddeyle izah etmeye çalışan yetersiz bir yorumdur.
Cansızdan canlının, kaostan düzenin, kör tesadüflerden mükemmelliğin ortaya çıktığını savunan zorlama bir savdır.
Bilimin yanı sıra felsefe, din, ideoloji ve hatta siyasetin rol aldığı anlaşılması zor modern bir sentezdir.
Uzun bir geçmişin arkasında bıraktığı izler ve ipuçları üzerinde akıl yürütülerek elde edilen bir kanıdır.
Daha baştan kendini metafizik izahlara kapattığı için, canlı âlemdeki baş döndürücü çeşitliliğin kaynağını maddenin sınırlı dünyasında arayan bilimsel faaliyetler toplamıdır.
Akılsız ve şuursuz tabiatın dâhiyane seçimler yapabileceğine, tesadüfi gerçekleşen mutasyonların mükemmel canlılar oluşturabileceğine inanılan modern bir mittir.
Olasılık hesaplarını ve bilimsel verileri hiçe sayma pahasına -alternatifsizlikten ötürü- biyogenezin varlığından bahseden tarihsel bir öyküdür.
En başta maymun olmak üzere yeryüzündeki bütün canlıların; insanın farklı yakınlıklarda kuzenleri olduğunu öne süren uçuk bir izah şeklidir.
Ara formaların yokluğundan ötürü kurgulanan evrim ağacının bir türlü tamamlanamadığı hayali bir mekanizmadır.
Canlı vücutlarındaki indirgenemez kompleksliğin ve eksiltilemez karmaşıklığın kendisi yoluyla izahı mümkün olmayan düzmece bir senaryodur.
Boşlukları tesadüflerle ve faraziyelerle doldurulan öngörülemez olaylar bütünüdür.
530 milyon yıl önce dünyanın yaşına nispeten çok kısa bir sürede ortaya çıktığı tespit edilen canlıların varlığını (Kambriyan patlaması) izahta yetersiz kalan zayıf bir kuramdır.
Asıl gücünü pozitivist ve natüralist ön kabullerden alan bilimsel bir hokkabazlıktır.
Evrim ağacı çizimleriyle, embriyo resimleriyle, rengi değişen güvelerle, mutasyon geçiren bakterilerle, Miller deneyleriyle vs. çoklarının ikna edildiği bir algı çalışmasıdır.
Bilimsel olmadığı gerekçesiyle Yaratıcı fikrinin daha baştan denklem dışı bırakıldığı fakat her tür spekülasyonun rahatlıkla denkleme dâhil edilebildiği tuhaf bir yöntemdir.
Canlılar arasındaki genetik benzerlikleri, Yaratıcının ve içinde yaşanılan tabiatın birliğiyle izah etme yerine “evrensel ortak ata”ya bağlayan hayali bir ağaçtır.
Uğruna nicelerinin kariyerinden, işinden, itibarından edildiği güya bilimselliğin başlıca simgelerinden biridir.
Yeryüzündeki bütün canlıların nasıl olup da çift yaratıldığını, niçin tamamının dişi ve erkekten oluştuğunu mantıklı bir şekilde izah etmekten aciz kalan peşin bir hükümdür.
Ateist, pozitivist, natüralist ve materyalistler için makul ve bilimsel bir teori gözükse de, meseleye akıl, vahiy ve bilim penceresinden bakanlar için sadece materyalist felsefenin bilimsel bir dayanağıdır.
Muhtemelen kıyamete kadar sürecek olan insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir.