Asrın Getirdiği Tereddütler 1-2-3-4

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Dünyaya Gelen Peygamberlerin Sayısı Ne Kadardır? Hepsi Erkek midir?

Dünyanın her yerine peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin sayısını bilemiyoruz. Yalnız hadis kitaplarında, bir rivayette 124 bin,[1] diğer bir rivayette de 224 bin[2] peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Hadis usûlü açısından bu rivayetlerin hepsi tenkit edilebilir. Ancak, ister 124 bin, ister 224 bin olsun, sayı mühim değildir. Mühim olan husus şudur: Allah, hiçbir devri boş bırakmamış, hemen her devirde peygamber göndermiştir.

Peygamberler bir bölgeye ve belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişlerdir. Nass-ı kat’î ile: “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi zuhur etmiş olmasın.”[3] buyrulmaktadır. Kur’ân’ın bu kat’î nassı gösteriyor ki, yeryüzünde hemen her topluluk içinde peygamber zuhur etmiştir. Bunun böyle olması kat’îdir.

Başka bir âyette, Allah şöyle ferman etmiştir:

“Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz.”[4] Yani Allah’ın peygamber göndermedikten sonra, bir cemaati hesaba, sigaya çekmesi ve azap etmesi, O’nun rahmetinin şümulüne muvafık değildir. Zira O: “Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir.”[5] kat’î fermanıyla, hayrın, şerrin karşılıksız bırakılmayacağını ifade etmektedir. Oysaki, kendilerine peygamber gönderilmemiş kimseler, hayrı-şerri bilmediklerine göre, azap olacakları da söylenemez. Binaenaleyh Allah (celle celâluhu), hayrın-şerrin hesabını soracağına göre, demek ki, herkese peygamber gönderilmiştir. Herkese peygamber gönderen Allah, bu hükmü: “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi gönderilmiş olmasın.”[6] şeklinde ifade etmiştir.

Şu birbirine bağlı mantık silsilesi içindeki üç kanuna dikkati çektikten sonra, şimdi esas meseleyi arz etmeye çalışayım: Yeryüzünün hemen her tarafına Allah, muhtelif devirlerde, ayrı ayrı peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, bir kısım kimselerin zannettikleri gibi, sadece Arap Yarımadası’nda da zuhur etmemiştir. Hiçbir delile dayanmadan, bütün peygamberlerin Arap Yarımadası’nda zuhur ettiğini iddia etmek, Kur’ân’ın nasslarına aykırıdır. Aslında biz, ne Arap Yarımadası’nda zuhur eden peygamberlerin bütününü, ne de dünyanın başka yerlerinde zuhur eden peygamberleri bilmiyoruz. İster peygamberlerin sayısı 224 bin, ister 124 bin olsun, biz bunların içinde ancak, üçü şüpheli olmak kaydıyla, 28 tanesini bilebiliyoruz.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesiyle, Hazreti Âdem’den Efendimiz’e (aleyhimüssalâtü vesselâm) kadar ancak 28 tanesini bildiğimizi söyleyebiliriz. Bunların da, nerelerde zuhur ettiklerini göstermek mümkün değildir. Hazreti Âdem’in türbesinin Cidde’de olduğu kanaati kavidir. Ancak bunların hiçbiri de sıhhatli değildir. Hazreti Havva ile Hazreti Âdem’in Cidde’de buluştuklarına dair rivayetler de kuvvetli değildir. Binaenaleyh, biz, daha başta, Hazreti Âdem’in nerede peygamberlik yaptığını bilmiyoruz. Birazcık Hazreti İbrahim’i bildiğimizi söyleyebiliriz. Evet, Bâbil ve Anadolu dolaylarında dolaşmış, Suriye’ye gitmiştir. Lut Peygamberin de, Sodom, Gomore ve Lut Gölü çevresinde vazife yaptığını zannediyoruz. Medyen’de bulunan Hazreti Şuayb’ı, Mısır’da neş’et eden Hazreti Musa’yı tanıdığımızı söyleyebiliriz. Hz. Yahya ve Zekeriya’nın da Akdeniz memleketlerinde bulunduklarını kabul edebiliriz. Muhtemelen Anadolu’ya da geçmiş olabilirler… Meselâ, Efes’in Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’le alâkası, bu mevzuda fikir verebilir, ama, bunların hiçbiri müdellel ve kat’î değildir.

Bu yirmi sekiz nebinin dışındaki peygamberlerin pek çoğunun, nerede neş’et ettiğini ise hiç bilemiyoruz. Bundan anlaşılıyor ki, bizim bu mevzuda bir hükme varabilmemiz kat’iyen mümkün değildir. Hele bir de bu dinlerin aslı kaybolmuş, peygamberliğin izi, âsârı kalmamış ise… Bu itibarla, peygamber gelmiş midir, gelmemiş midir? Herhangi bir hükme varmamız tamamen imkânsızdır.

Meselâ Hıristiyanlık ele alınacak olursa, ilk Hıristiyanlık anlayışına ters olarak, tarihî süreç içerisinde meseleye ayrı bir veche verildi. Tevhid anlayışı bütün bütün terk edilerek, onun yerine “ekânim-i selâse” anlayışı yerleştirildi ve Hıristiyanlık bazı mensupları tarafından en büyük ihanete uğradı. Evet, onun, gökten inmiş kitabı, doğrudan doğruya Hazreti İsa’nın arkasından gelenler tarafından tahrif edildi.. ilâhî iken, beşerîleştirildi. Tevhidle gelmişken teslise alet edildi: Kimisi peygamberlerine “Allah’ın oğlu” dedi ve o mübareklerden mübarek zatın mübarek annesine de -hâşâ ve kellâ- ulûhiyet gerçeğinin bir parçası nazarıyla baktı. Kimisi de, Allah’ı cisimlerle birleştirdi, cisimlere hulûl ettirdi ve sapıklığın en ürperticilerini irtikâb etti. İşte bu şekilde bir mânâda vesenîleştirilmiş Hıristiyanlık akidesi ile Yunanlıların Zeus ve Afrodit anlayışı arasında esas itibarıyla hiçbir fark yoktur. Kitaplarını tahrif edenler de, tıpkı Yunanlılar gibi, büyüklerini ilâh kabul etti ve şirke girdiler.

İnsanlık tarihindeki bütün inhiraflar hep böyle başlamış, sonra da bu yanlışlıklar, bu tahrifler sürüp gitmiştir. Şayet Kur’ân-ı Kerim, Hazreti İsa’nın, Allah’ın peygamberi olduğunu, Hazreti Meryem’in de çok azize bir kadın bulunduğunu[7] söylemeseydi, kim bilir belki de, Hazreti Mesih’e de Hazreti Meryem’e de, Zeus ve Afrodit’e bakıldığı gibi bakılacaktı…

Demek ki, pek çok dinler var ki, insanlar tarafından tahrip edildiğinden bunların ilâhîlik yanı da tamamen silinip gitmiştir. Onun için bugün; şu ülkeye, şu mıntıkaya, şu topluluğa bir peygamber gitmiş midir, gitmemiş midir; kat’î hüküm vermek oldukça zordur. Kim bilir, (kat’î bir şey söylenemez ama) belki de, Konfüçyüs nübüvvetten hissedardı. Dinler tarihinin bu mevzudaki beyanı tatmin edici değildir. Hakkında yazılıp çizilenler de, derleme-toplama malumattan ibarettir. Ama biz, tarihte bir Konfüçyüs, bir Buda’nın var olduk larını ve bunların birer dinlerinin bulunduğunu ve bu dinlerin çok kalabalık cemaatler içinde hükümferma olduklarını.. şu andaki hüviyetleriyle, ilâhî, fıtrî, tabiî olmadıklarını, içlerinde yanlışlıkların, tahriflerin mevcut olduğunu biliyor, bundan dolayı da, sığıra tapma, kendini yakma, altı ay bir şey yemeden girip mağarada yatma gibi acayiplikleriyle bunları din olarak kabul edemiyoruz. Belki, bunlar da, birer hak kaynağa bağlı idiler; ama, daha sonra tahrif edilen diğer dinler gibi bunlar da değişikliğe uğradılar ve bir yönüyle din görünümlü beşerî bir sistem hâline geldiler.

Eğer Müslümanlar, dinlerinin kaynaklarını hassasiyetle korumamış olsalardı, aynı akıbet Müslümanlığın da başına getirilmek istenecekti. Aslında, dünden-bugüne böyle bir gayretin yok olduğu da söylenemez. Bir taraftan kasıtlı kimseler, diğer taraftan da gafil Müslümanlar, yakıştırma tevil leriyle aynı şeyleri yapmak istemektedirler. Meselâ bir kişinin içki içerken, zina irtikâp ederken yine de, kendini bütünüyle Müslümanlığı yaşıyor gibi görmesi, amelî sahada böyle bir tahribin ifadesidir. Hırsızlığı, kumarı, faizi de buna kıyas edebiliriz.

Konfüçyüs’e “peygamber” diyemeyiz, çünkü peygamber olmayana “peygamberdir” demek küfür olduğu gibi, peygamber olana da “değildir” demek yine küfürdür. Konfüçyüs ve ülkesi için düşündüğümüz aynı şeyler, Avrupa için de bahis mevzuudur. Ama kat’î bir şey söyleyemeyiz. Zira, bir şey bilemiyoruz.

Sokrates için söylentiler vardır, ama, Sokrates’in hayatı da bize tam intikal etmemiştir. Yahudiliğin tesirinde bir feylesof mudur, başka bir fikir adamı mıdır? Tam bir şey bilemiyoruz. Bazı düşünürler, onun Yahudilik tesirinde bir feylesof olduğuna hükmederler. Ancak tarihî vesikalar, Sokrates’in böyle olduğu mevzuunda, herhangi bir kanaat serdetmemektedirler. Eflâtun’un, kendisinden naklettiği şeylere bakılırsa, Sokrates diyor ki: “Benim gözüme bazı şeyler görünüyordu – Halüsi nasyon olabilir-. Bana insanlığın irşadı için bir şeyler telkin ediyorlardı. Çocukluğumdan beri, bütün insanlara, Allah fikrini telkin etmek, onları Allah’a tevcih etmek için vazifeli bir insan olacağımı biliyordum…” Binaenaleyh, Sokrates’in söylediklerinde şayet bir hakikat payı olsaydı fikre, felsefeye daha yakın ve daha uyumlu Avrupa topluluğu için zuhur etmiş bir peygamber olduğu söylenebilirdi. Dikkat buyurun “Sokrates peygamberdir.” demiyorum. Çünkü değilse küfre girerim. Ama bir ihtimal ile sadece “olabilir” diyoruz…

Hadisin beyanına göre 124 bin veya 224 bin peygamber gelmiş. Biz bunların nerede zuhur ettiğini bilemiyoruz; ancak dört tanesinin yerini bilebiliyoruz. Muhbir-i Sadık Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), her yerde bunların zuhur edebileceğini söylüyor. O’nun bu irşadına binaen size, dünyanın çeşitli yerlerinde, adını ve sayısını bilemediğimiz bu peygamberlerin zuhur ettiğine dair bir kısım emareler arz edeceğim:

Bunlardan birisini bugün Riyad Üniversitesi’nde matematik profesörü, Kerkük Türklerinden Adil Bey’den nakledeceğim. Hoca diyor ki: “Amerika’da doktoramı yaptığım sırada, yer yer Amerika yerlileri ve zencilerle görüştüğüm oluyordu. Bu kabileler arasında bazen öyle dinî prensiplerle karşı karşıya kaldım ki, bu prensipler aynen bizdeki ulûhiyet akidesine uyuyordu. Meselâ: “Allah’ın eşi ortağı yoktur. Çünkü iki ilâh olsa idare karışır…” diyorlardı ki, bu, hemen hemen “Eğer yerde, gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de gök de) bozulup gitmişti.”[8] âyetinin mânâsını ifade ediyordu. Eğer bu hakikati zencilere bir peygamber fısıldamasaydı, bunu kendi kendilerine bilmeleri mümkün değildi. Yine bu zenciler “Allah doğmaz, doğurmaz.” diyorlardı ki; bu da ancak aydınlanmış bir zihnin ifadesi olabilirdi. Çünkü doğmak, doğurmak beşere ait bir hassadır ve ihtiyaçtan ileri gelir. Allah böyle şeylerden müstağnidir. Eğer bir peygamber onların kulaklarına bu meseleyi üflemeseydi bunu nereden bileceklerdi? Binaenaleyh, hâlâ ateş dansları, yaşlıların kesilip yenmesi ve daha değişik telakkileriyle bu iptidaî cemaatlerde, böylesine derin, köklü ve ancak mütekâmil milletlerde rastlayabileceğimiz bir ulûhiyet akidesinin bulunması mümkün değildir. Olsa olsa bu onlara, dıştan bir nebi diliyle üflenmiş, telkin edilmiş bir hakikat olabilir.

Asrımızın fikir adamlarından, ateizmden dönmüş Pro fesör Mustafa Mahmud, daha evvel günümüzün modası olarak materyalizmin hayranı iken, Kur’ân-ı Kerim’i tetkik edip, İslâmiyet’i inceledikten sonra, 180 derece bir dönüşle küfürden uzaklaşmış ve füze hızı ile mescide ulaşmış birisidir. Mustafa Mahmud bir seyahatinden bahsederken diyor ki: Afrika’da, Neyam-Neyam ve Maw-Maw kabileleriyle karşılaştım. Neye inandıklarını sordum. Dediler ki; “Biz öyle bir Mâbud’a inanıyoruz ki, gökte durur, yerdekileri idare eder.” Allah gerçi gökte durmaz ama, öteden beri “O Rahmân, Arş’a istiva etmiştir (oturmuş).”[9] âyet-i kerimesiyle ifade edildiği gibi, ilâhî emir ve hükümler gökten gelir. Onun için nazarlar ve eller göklere doğru kaldırılır.. ve gördüm ki, İhlâs sûresinin mânâsını söylüyorlar: “Allah, her şey kendisine dayanan ve kendisi hiçbir şeye dayanmayan bir varlıktır. O bir ana ve babadan doğmamıştır. O’nun eşi benzeri yoktur…” Başka bir kabileye gittim. Hâlâ, yaşlı ve hastaları kesip-yiyor olmalarına rağmen, bu vahşiler, Allah’a tıpkı bizler gibi inanıyorlardı. Kur’ân’ın anlattığına yakın bir tevhid anlayışları vardı. Şayet bu hususlar onların kulaklarına bir nebi tarafından fısıldanmış olmasaydı, bunları bilmeleri düşünülemezdi. Evet bu gerçekleri onlara nebiler fısıldadı. Sonra da âbâ an-ced, bu asra kadar gelip ulaştı…

Evet, ister Kur’ân-ı Kerim, ister realite, isterse tarihî gerçekler, bizlere, sayısını tam bilmesek bile, dünyanın hemen her yanına pek çok peygamberin gelmiş olduğunu göstermektedir.

Bu arada kadından peygamberler gelip gelmeyeceğini arz etmekte de yarar var. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten, ulemâ, fukahâ ve cumhur-u muhaddisîn derler ki, kadından peygamber gelmemiştir. Şaz olarak rivayet edilen, Hazreti Meryem ve Hazreti Âsiye’nin peygamberliği meselesi ise, kuvvetli değildir. Neticede de şu hükme varırlar: Kadınlardan peygamber geldiğine dair kat’î bir hüküm yoktur. Esas itibarıyla kadından bir peygamberin gelip-gelmeyişi de bir eksiklik değildir. Cenâb-ı Hak bütün eşyayı yaratırken zâid (+) nâkıs (-) esası üzerine yaratıyor. Müsavi şeyler arasında birbirini itme vardır. Madde parça ve parçacıkları dahi eğer sırlı bir izolasyona tâbi tutulmasalardı, aynı yükleri taşıyanlar birbirlerini iterlerdi ve çekirdek de dağılıverirdi. Esasen patlama işi de bundan ileri gelmektedir. Bunlar öyle bir hesapla yapılmıştır ki, kimi zâid, kimi nâkıs bu zıtlar, en küçük âlem olan atomlardan tutun da, ta nebülözlere kadar hepsinde aynı kanun cereyan etmektedir. Atomların teşkil ettiği insan ise, mikro âlem ile makro âlem arasında muvazene kuracak yapıdadır ve normo âlemin efendisidir. Ve insanda da, aynı kanunlar hükümfermadır. Yani insanda da, artı ve eksi olacak ki, birbirini celp etsin. Birinin şefkati, zaafı; öbürünün gücü, kuvveti bunları bir araya getirsin ve böylece atomdaki, nebülözlerdeki vahdet gibi bunların aralarında bir aile vahdeti teşekkül etsin.

Kadını sun’î olarak erkekleştirmek, artık günümüzde, herkesin gülüp geçtiği ve zaman zaman da içini çekip üzüldüğü mevzulardan biri olmuştur. Zamanla kadın kadınlıktan çıkarılıp bütün bütün erkekleştirilince, bu sefer o kendini farklı şekillerde ifade etme arayışlarına girmiş, ailede âhenk kalmayınca da, ailenin huzuru kaçmış, derken çocuklar ana okullarına, kreşlere bırakılmış, anne baba da kendilerine yeni muhitler aramaya başlamışlardır.

Allah’ın kadın mevzuundaki bu umumî kanunu, bir kadının peygamber olup olmama meselesinde de üzerinde durulmaya değer önemli bir husustur.

Ayrıca kadın çocuk doğuruyor. Bu çocuğu erkek dahi doğursaydı her hâlde erkekten peygamber gelmemesi lâzımdı. Çünkü, nübüvvet vazifesini ayda 15 gün hayızdan dolayı yapamayacak, imamete geçemeyecek, orucunu tutamayacaktı. Tabiî bir de lohusalık durumu var… ve hele hamile olunca, işleri yürütmesi bütün bütün zorlaşacaktı. Zira çocuğu karnında veya kucağında taşırken, sevkülceyş yapacak; insanları idare edecek; strateji tespitinde bulunacak ve fizikî durumunun gereği, bütün boşluklara rağmen, en önde bulunması gerekli olan bir insan kadar çelik-çavak hareket edecek… Bütün bunlar, kadının peygamberliğini imkânsız kılan şeylerdir. Evet, bunların kadınlar tarafından, kadınlara has arızalarla birlikte yürütülmesinin imkânı yoktur. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu hususa dikkati çekmiş ve onları: “Yani dine ait meseleleri tam yerine getiremeyen ve o günkü sosyal hayat itibarıyla bazı şeyleri idrak edemeyenler.”[10] diye anlatmıştır. Evet, dediğimiz gibi, neredeyse, ayın yarısı arızalı… Keza, çocuğu olduğu dönemde de ibadetleri noksan ve bazı vazifeleri açısından eksik… sonra da peygamberlik..! Hâlbuki peygamber, muktedâ bih, rehber ve kusursuz bir önderdir. Çünkü, herkes onun vaziyetine bakıp durumunu ayarlayacaktır. Herkes kadınlığa ait keyfiyetleri de, peygamberin saadet hanesindeki kadınlardan öğrenecektir.

İrtikâb: Kötü bir fiilde bulunma, yanlış
Muktedâ bih: Kendisine tâbi olunan, uyulan
Serdetmek:
 İleri sürmek
Nass-ı kat’î:
 Kur’ân’ın kesin ifadesi, hükmü
Vesenîleştirmek:
 Putperest yapmak

[1] 124 bin nebi olduğuna dair bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/652; et- Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/95
[2] Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsiru Ruhu’l-Beyan, 2/323; 6/49; 8/215
[3] Fâtır sûresi, 35/24
[4] İsrâ sûresi, 17/15
[5] Zilzâl sûresi, 99/7-8
[6] Fâtır sûresi, 35/24
[7] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/171; Mâide sûresi, 5/75; Tevbe sûresi, 10/30-31
[8] Enbiyâ sûresi, 21/22
[9] Tâhâ sûresi, 20/5
[10] Buhârî, hayz 6, zekât 44, iman 21, küsûf 9, nikâh 88; Müslim, küsûf 17, iman 132; Nesâî, küsûf 17, Muvatta, küsûf 2


29 Ekim 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

"İslamiyet Akıl ve Mantığa Uygundur Diyorlar. Halbuki İslamiyet Nasslara Dayanmaktadır ve Dolayısıyla Teslimiyet Gerekmektedir" Sözü Nasıl Anlaşılmalıdır?

Evet, öyledir. İslâmiyet hem akıl ve mantığa uygundur hem de teslimiyeti gerektirir. Zira akıl ve mantıkla teslimiyet birbirine zıt mânâya gelen kelimeler değildir. Bir şey hem mantıklı olur hem de teslimiyeti gerektirir. Yani hiç kimse teslimiyet gerektiren bir husus karşısında, “Öyleyse bu mantıkî değildir.” gibi bir hüküm veremez ve mantık böyle bir hükmü kabul etmez. Şimdi de bu meseleyi yine akıl ve mantık çerçevesinde izaha çalışalım.

İslâmiyet evvelâ, inanılması gerekli olan hususları, kâinatı okuyan kitabıyla ele alıp aklî ve mantıkî olarak bizlere izah etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyeti bu şekilde ispat edildikten sonra, telâzum ifade eder mahiyette peygamberlik ele alınmış ve bunun zarureti üzerinde gayet muknî delillerle durulmuştur. “Böyle bir ulûhiyete, dellâllık yapacak peygamberler lâzımdır.” hükmünü netice veren bütün bu deliller gayet aklî ve mantıkî delillerdir.

Öldükten sonra insanlar tekrar dirilip ebedî bir hayata mazhar olmalılar ki, onlara verilen ebed hissi abes olmasın. Cenâb-ı Hak abesten münezzeh olduğuna göre insanlara böyle ebedî bir hayat bahşedecektir. Hem varlığı ilk defa kim yarattı ise, bu ikinci yaratılışı da yine O yapacaktır.[1]

Kur’ân kelâmullahtır. Bütün cin ve insanlar toplansa onun tek bir âyetine dahi nazîre getiremezler.[2] Madem o, Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdır, öyleyse Tevrat, İncil, Zebur ve diğer O’nun tasdikinden geçen bütün suhuflar da aslî hüviyetleriyle Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdırlar…

Teker teker her birini mevzu ile alâkalı yerlerde arîz ve amîk anlattığımız bu meseleleri burada tafsil edecek değiliz. Sadece bir fikir vermek için temas etmiş oldum. Şimdi, inanılması gereken akideye ait bütün meseleleri böyle aklî ve mantıkî delillerle ispat ettikten sonra, iş bir yere varır ki, insan orada deliller ayağıyla yürüyemez. Vicdanında duyduğu, gönlünde hissettiği hakikate ait mânâlar o denli kuvvetlidir ki, deliller orada çok sönük kalır. Bu bir seviye meselesidir ve gayet normaldir. Şu kadar var ki İmam Rabbânî gibi büyük zatlar “seyr minallah” tamamlandıktan sonra yine insanın delillere ihtiyaç duyacağını ifade etmişlerdir ki, bu o seviyede miracını tamamlayan insanlara mahsus bir keyfiyettir ve çoğumuz itibarıyla bizimle alâkası yoktur.

Cenâb-ı Hakk’ın her işi ve icraatı akla ve mantığa müstenittir. Nasıl olmasın ki, O, Alîm ve Hakîm’dir.. abes iş yapmaz.[3] Nitekim biz, fiziğin, kimyanın, astronomi ve astrofiziğin kanunlarıyla bir kısım sabit prensiplere ulaşıyor ve görüyoruz ki, şu icraat karşısında en mahir insanların yaptıkları dahi çok sönük kalmaktadır. Öyleyse Allah’ın (celle celâluhu) her işte bir hikmeti vardır. Bu hikmet ise aklî ve mantıkîdir; tamamen o çizgide cereyan eder.

İşte tekvînî âyetleri böylece âfâkî ve enfüsî delillerle bir araya getirmemiz bizi azamet ve kibriyasına uygun bir inançla Cenâb-ı Hakk’a inanmaya zorluyor. Bu iman da bizi O’na teslim olmaya sevk ediyor. İşin başında akıl, mantık sonunda da böyle bir teslimiyet söz konusudur. Mademki O’na teslim olduk ve oluyoruz, o zaman O’nun dediklerini yapmamız gerekiyor. Tabiî burada da karşımıza ibadete müteallik meseleler çıkıyor: Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ubûdiyetle ilgili bütün hususlar…

Bunların yerine getirilmesi bir bakıma teslimiyettir. Fakat bunlar arasında da yine akıl ve mantık ayağıyla yürümemiz, hikmet açısından bunları bir değerlendirmeye tâbi tutmamız da her zaman mümkündür.

Beş vakit namazın bu vakitlerde farz olup başka vakitlere kaydırılmamasının elbette birçok hikmeti vardır. Namaz hareketlerinin bu şekilde ayarlanmış olması hiç şüphesiz gelişigüzel değildir. Abdestte yıkadığımız uzuvların yıkanma emri elbette bir faydaya müstenittir. Cemaatle namaz kılmanın cemiyet hayatını tesiste de büyük rolü vardır. Zekâtın farziyeti fakir-zengin arasındaki dengeyi muhafaza açısından nice faydaları omuzlamıştır. Orucun insan sağlığına getirdiği faydalar sayılamayacak kadar çoktur. Aslında, İslâm’ın bütün emir ve yasaklarının baş döndürücü mucizeliği hikmet, akıl ve mantık zaviyesinden tetkik edilip incelenirse, bu inceleme bizi yine aynı noktaya getirir ki, o da teslimiyettir.

Bir misal olsun diye haccı ele alalım. Biz baştan haccın farziyetini kabul etmişiz, diyelim. Çünkü Cenâb-ı Hak “Ve lillâhi ale’n-nâsi hıccu’l-beyti…”[4] demekte ve kadın-erkek her gücü yeten Müslüman’a haccı farz kılmaktadır. Böyle bir bakış, işe teslimiyetten başlamadır. Biz teslimiyet adına buna “Lebbeyk!” diyor ve hacca koşuyoruz. Daha sonra da haccın âlem-i İslâm çapında bize vaad ettiklerini incelemeye koyuluyoruz. Bu, her seviyede insanın katıldığı İslâm âlemi çapında bir kongredir. Ve Müslümanların yekvücut hâline gelebilmelerine en kısa ve en garantili bir zemin durumundadır. Bir de içtimaî adalet cephesinden meseleye bakacak olursak zengin-fakir, âlim-avam herkesin aynı şart ve seviyede sadece kulluk yapma düşüncesiyle burada bir araya gelişleri, İslâm’ın nasıl âlemşümul bir din olduğu mevzuunda yakînimizi kuvvetlendirecek ve itminanımıza esas olacaktır.

İster başlangıcı akıl ve mantık ayağıyla yürüme şeklinde eda edip, neticede teslimiyet noktasında karar kılmış olalım, isterse başta teslimiyetle yola çıkıp akıl ve mantığı birer vasıta olarak kullanalım sonra da yine aynı noktaya gelmiş olalım, bunlar neticeye tesir eden faktörler değildir.

Binaenaleyh, İslâm bir yönüyle aklî ve mantıkîdir. Bir yönüyle de esası teslimiyettir. Yerinde aklîlik ve mantıkîlikten başlar teslimiyete ulaşır; yerinde teslimiyetten hareketle aklîliğe ve mantıkîliğe gider ve onlar da onu yine teslimiyete götürür. Zaten şu kâinatı bir kitap şeklinde karşımıza koyan Allah’ın (celle celâluhu) nizam ve sistemi de başka türlü olamaz…

Âfâkî ve enfüsî delil: İç ve dış âleme ait deliller.
Âlemşümul: Evrensel.
Arîz ve amîk: Enine boyuna, etraflıca, genişliğine, derinliğine.
İtminan: Tam tamına emin olma, tatmin olma.
Muknî: İkna edici, doyurucu.
Telâzum: Birbirini gerektirme.
Tekvînî âyetler: Yaratılış delilleri, kâinat kitabının âyetleri.
Yakîn: Kuvvetli, tam iman, kesin bilgi.

[1] Haşir ve kıyamet için bkz.: Rûm sûresi, 30/50; Yâsîn sûresi, 36/78-79; Hac sûresi, 22/1-2; Nisâ sûresi, 4/87; İnfitâr sûresi, 82/13-14; Zilzâl sûresi, 99/1-8; Kâria sûresi, 101/1-11; Nahl sûresi, 16/77.
[2] Kur’ân’ın benzerinin getirilemeyeceğini beyan eden tahaddi (meydan okuma) âyetleri ile ilgili bkz.: Bakara sûresi, 2/23-24; Mü’minûn sûresi, 10/38; Hûd sûresi 11/13-14; İsrâ sûresi, 17/88; Tûr sûresi, 52/33-34.
[3] Cenâb- Hakk’ın Azîz ve Hakîm olduğuna dair bkz.: Bakara sûresi, 2/32; Nisâ sûresi, 4/26; En’âm sûresi, 6/73, 83; Yusuf sûresi, 12/100; İnsan sûresi, 76/30.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/97.


29 Ekim 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Beş Vakit Namaz Farzdır. Kutuplarda İse, Bazen Altı Ay Gece, Altı Ay da Gündüz Olur. Burada Nasıl Namaz Kılınacak?

Bu soruyu soranların samimî olup olmadığını bilmiyoruz. Zira şimdiye kadar bu soru hep İslâmiyet’in âlem şümul bir din olduğunu inkâr eden mülhitler tarafından soruldu. Ve demek istendi ki: Siz İslâmiyet’i âlemşümul kabul ediyorsunuz ama, altı ay gece ve altı ay gündüz olan bazı yerlerde namazıyla, orucuyla bunu yaşamak acaba mümkün olacak mıdır?

Hemen arz edeyim ki, dünyada hiçbir sistem hatta, bu sistem sadece iktisadî bir sistem dahi olsa, kat’iyen, İslâm’ın ulaştığı âlemşümul hüviyete ulaşamaz. İşte günümüzdeki binarıza sistemler ki, insan bunlara sistem demeye sıkılır. Hatta bunların içinde, daha sistemin nazariyecisi hayatta iken, birkaç defa revizyona tâbi tutulanları da var… Meselâ, Marks’ın iktisadî sistemi, Engels’le beraber birkaç defa gözden geçirilip düzeltilmiş olmasına rağmen, birbirini takip eden enternasyonellerde, yer yer yine tadilâta girilmiş, rötuşlar yapılmış ve her defasında ayrı bir kılığa sokulmuştur.

Bu husus, günümüzdeki her iktisadî sistemde böyle olduğu gibi, bütün zamanlarda ve çeşit çeşit sistemlerde de, sık sık göze çarpan tabiî kusur ve beşerîliğe ait bir arızadır.

Şunu da hemen ilâve edeyim ki, ben böyle mukayese ile işi örtbas edip hafife almak niyetinde değilim. Ne var ki, bazılarının meslek ve meşrebi diyalektik olduğundan bizim için de muvakkat bir tenezzül ve çocuk edasına girmeye sebep oluyor…

Sâniyen, acaba dünya nüfusunun kaçta kaçı bu türlü yerlerde yaşıyor ki, onların biraz da hususiyet arz eden durumlarıyla, öyle âlemşümul bir din tenkide tâbi tutuluyor. Evet, o buzullar ve karanlıklar diyarında yaşayanlar, insanlığın kaçta kaçıdır? Belki de milyonda biri bile değil. Öyle ise, küre-i arzın her tarafını ve bütün beşeri bir tarafa bırakarak, üç-beş gayri medeni ve zavallı kimselerin durumlarını mevzu kanunlara menat gibi gösterip tereddüt imal etmeye çalışmak, nasıl samimiyetle ve ilmîlikle telif edilecek ki!..

Sâlisen, acaba kutuplar da Müslüman var mıdır ki, Müslümanların namaz meselesi dert ediliyor da, kutuplarda yaşayan insanların namaz kılacakları soruluyor. Eğer bir gün insanlık kutuplarda yerleştikten sonra, bazı kimseler ibadet ü taatı sormaya gelirlerse o zaman böyle bir soru irad etmenin de mânâsı olur. Yoksa şimdilik öyle bir soruyu sırf masum gönüllere şüphe atmak için uydurulmuş kabul edeceğiz. Materyalistlerle konuşurken, gönül istemediği hâlde dil, diyalektik yapıyor, affola!

Şimdi de İslâm’ın bu hususta bir şey deyip demediğini kısaca arz edelim. Şurası muhakkak ki, hiçbir noktada açıklık bırakmayan İslâm bu mevzuu da ihmal etmemiştir. Evet bu husus bir hâdise münasebetiyle, ta ilk asırda vuzuha kavuşturulmuştur. İmam Müslim’in Sahih’i ile, Ahmed b. Han bel’in Müsned’inde, Efendimiz’le ashabı arasında şöyle bir müzakerenin cereyan ettiğini görüyoruz. Peygamberimiz: “Dinden dönüldüğü zaman, Deccal çıkar.” başka bir riva yette: “O, şarktan zuhur eder ve kırk günde, yeri bir baştan bir başa dolaşır. Onun bir günü sizin bir seneniz… Ve bir günü de vardır ki, bir ayınız; diğer bir günü bir haftanız; sair günleri ise sizin günleriniz gibidir.” buyurur. Sahabi sorar: “Miktarı bir sene olan o günde, bir günlük namaz yeter mi?” O cevap verir: “Hayır, takdir ve hesap edersiniz.”[1] Yani, bütün bir gece ve gündüz olan ayları ve haftaları yirmi dört saatlik günlere böler, ibadetinizi ona göre yaparsınız.

Mesele fukahânın eline geçince, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde, Şafiî’nin “el-Ümm” kitabından, mezhebindeki “Minhac”a kadar ve Hanefîler in ka dim kitaplarından “Tahtâvî” hâşiyesine kadar, üzerinde du rulmuş ve işlene işlene herkesin bileceği bir mesele hâline getirilmiştir. Bu mevzu, vakitlerin namaza sebep olması bahsinde ele alınır ve izah edilir. Biz bu mevzuda sadece meselemizle alâkalı kısma temas edeceğiz.

Vakitler, namazların sebepleridir. Vakit bulamayınca, namaz da farz olmaz. Meselâ, bir yerde yatsının vakti tahak kuk etmiyorsa, yatsı namazı da farz olmaz. Ama bu, günün bir vaktinin bulunmadığı yerler içindir; yoksa Deccal hadisin de anlatıldığı gibi, senenin büyük bir kısmı gece veya gündüz olduğu yerlerde, o uzun gün veya geceyi, günlerimiz ve gece lerimiz ölçüsüne göre bölüp, hesap ve takdir etmekle vazifele rimizi yerine getiririz. Yani o mıntıkaya en yakın yerin imsa kiye sini kullanarak, mevcut gece ve gündüzü, belli bölümlere ayırıp, geceleri, gecede yapılan ibadeti, gündüzleri de, gün düz yapılan ibadeti eda ederiz. Tıpkı yeme, içme, yat ma ve kalkmada, tabiî ve fıtrî olarak bu parçalama işini yaptığımız gibi…

Evet aylarca güneşin batmadığı ve doğmadığı yerlerde, fıtrat kanunlarına karşı nasıl iki büklüm isek, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerde de, yaşadığımız hayata hemâhenk olarak, aynı âhengi muhafaza etme mecburiyetindeyiz.

Hâsılı, diyebiliriz ki, İslâm, bu hususu da kat’iyen ihmal etmemiş, kutuplara en yakın yerlerden, beş vaktin tahakkuk ettiği bir daireye ait evkat cetveli nin kullanılması prensibini getirmiştir.

Burada diğer bir meselenin de ele alınması uygun olacaktır. O da vaktin bulunmadığı yerde namazın da tahakkuk etmeyeceği hususudur. Evet, gerçi vakitler namazlara sebep gösterilmiş ise de, namazın hakikî sebebi Allah’ın emridir. Binaenaleyh, vaktin tahakkuk etmediği yerlerde dahi başka bir vakit içinde o namazın kaza edilmesi ihtiyata muvafıktır.

İşin doğrusunu O bilir.

Âlemşümul: Evrensel
Îrâd etmek: Ortaya getirmek, söylemek
Menat: Sebep, bir hükme mesnet teşkil eden illet
Vuzuha kavuşturmak: Açığa çıkarmak

[1] Müslim, fiten 110; Tirmizi, fiten 59; Ebû Dâvud, melâhim 14; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/181

5 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Ehl-i Tasavvufun Kıdem Anlayışı İslâm Akidesiyle Telif Edilebilir mi?

Ehl-i tasavvuf, âlemin kıdemine kâil değildir. Hele bütünü hakkında böyle düşünmek tamamıyla hatalıdır. Mutasavvıflar içinde, âlemin kıdemine değil de, “vahdet-i vücud” hatta biraz daha ileri götürerek “vahdet-i mevcud” faraziyelerine saplananlar olmuştur; ama bu, âlemin kıdemine kâil olma demek değildir. Zâhiren, âlemin kıdemine kâil oluyor gibi görünseler de, aslında öyle olmadığı muhakkaktır.

İlk önce mutasavvifîni ve sofîliği anlamak lâzım. Mutasavvıfîn, büyük ölçüde, tasavvufun nazariyatçılarıdırlar. Bu sahanın gerçek erleri olan sofiyyûn ise daha çok hâl üzerinde dururlar.. ve mesleklerini dayandırdıkları bir kısım noktalar da yok değildir. Sevr Mağarası’nda Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Bekir’in mânen bir şeyler aldığı veya Hz. Ali ile baş başa kaldığı zaman, Hz. Ali’nin O’ndan bir şeyler aldığı kanaati bu meslek erbabı arasında çok yaygındır. Vâkıa, Kitap, Sünnet, İcmâ esaslarına göre hareket eden bir insanın, bu kanaatte olması zor görünse de, yolun sâliklerince bu mevzudaki inanç tamdır. “Men lem yezuk lem ya’rif – Tatmayan bilmez…”

Günümüzde olduğu gibi, o devirde de bu mesele hakkında şüphe ve kuşkuda bulunanlar vardı. Hatta, Hz. Ali’ye soranlar da oldu: “Yâ Ali, senin yanında, Resûl-i Ekrem’den sana intikal eden gizli bir şey var mıdır?” O, kılıcının kabzasında, diyete, âkile ve zimmîler hukukuna ait üç husustan başka bir şey olmadığını söyledi.[1] Bunun dışında Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî mahiyette bir şeyler aldığına dair herhangi bir nakil bilmiyoruz.

Sevr Mağarası’nda Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen sırlı muhaverelere gelince, o hususu da ispat etmek oldukça zor. Evet, Kur’ân ve hadisin dışında böyle gaybî bir şey varsa, yani kitaba yazılmayan, ama sahabe ve tâbiînin, Sevr Mağarası’ndaki muhavereye dair anlattıkları şeyler içinde, Resûl-i Ekrem’in gizliden gizliye Hz. Ebû Bekir’e bir şey öğrettiğine dair herhangi bir hususa rastlamadığımızı da söyleyebiliriz. Bence, böyle yapılacağına, doğrudan doğruya, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde elçisi ve beşerin en büyük mümessili olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesayası altında bulunulduğu anlatılmalı ve tekellüflere girilmemelidir. Kanaatimce bu daha samimî, daha inandırıcı olur.

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok vazifeleri vardı. Müslümanların, İslâmiyet’in bütün icaplarını rahatlıkla yerine getirme imkânlarına kavuşturulmaları; keza, Müslümanların, yeryüzünde mahkûm değil, hâkim olarak yaşayabilmeleri için, maddî-mânevî bir kısım dinamiklere sahip olmaları gibi pek çok şeylerle donatılmaları icap ediyordu. Bu noktada, gönül hayatının, her şey üzerinde hâkimiyet tesis etmesi çok önemliydi. Binaenaleyh, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), farzlardan âdâba kadar, din adına ne varsa hepsini yaşıyor, yaşanmasını teşvik ediyor ve her şeyde Allah’ın isteklerini ve hoşnutluğunu arıyordu. Meselâ O’nun hayatında, her sabah 100 defa “Lâ ilâhe illallah vahdehu lâ şerîke leh” vardı. Diğer dua ve münacatlar da öyle… Biz sabah-akşam namazlarında sadece, O’nun okuduklarının onda birini okuyabiliyoruz. Keşke hepimiz okuyabilseydik! Demek, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeylerden ancak çok az bir şey yapabiliyoruz. İnşâallah, yaptıklarımızla, vazifemizi yapmış sayılırız. Gerçek sofîlik ve vilâyet ise, ihlâsla O’nun yaptıklarını yapmaktan geçer. Vâkıa, kulluk vazifemizi zirvede eda etsek dahi, Hakk’a karşı şükür, Efendimiz’e karşı da minnet borcumuzu yerine getirmiş olamayız.

Bir gün ashabdan biri gelir der ki: “Yâ Resûlallah, ben günün dörtte birini salât ü selâmla geçiriyorum.” “Güzel, daha fazla yapsan daha iyi olur.” Adam yükseltir. Efendimiz “Daha fazla yapsan daha iyi olur.” demeye devam eder…[2] İşte, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu cevabı, ibadet ü taati, altından kalkamayacak hâle getirmedikten sonra, yapabildiğin kadar yap demektir. Evet, götüreceğin kadar al! Zira; “İnne’d-dine yüsr” yani, din ona ait mükellefiyetleri herkesin yerine getireceği kadar kolaydır.[3] Onu ağırlaştırıp yaşanmaz hâle getiren, altında kalır-ezilir. Sonra götüremeyecek hâle gelir ve mağlup olur.

Mükellef, farzları terk edemez; müekked sünnetlerin terkinde de itap var. Sair şeylerde, artırabildiği kadar artırabilir. Bir de bunu sonuna kadar da götürmeye azimli olursa, artık ona, Allah’a yaklaşma ve dost olma yolları açılmış demektir. İşte Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönüllerde inkişaf hâsıl eden, bu bâtın tarafına “Bâtın-ı Muhammedî” diyoruz. Bu yola giren kimse -inşâallah- hakikî mü’min, gerçek müttaki mânâsına uygun sofî ve tam mânâsıyla vilâyete namzet sayılır.

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mesleği, bir iki asır sonra perdelendi. Kur’ân okunuyordu, ama gırtlaklardan aşağıya inmiyordu. Hadis okuyorlardı; ama, muktezası gönüllerde mâkes bulmuyordu. Şunu bunu ilzam etmek için güzel laflar söylüyorlardı; ama, sözler gönüllerin derinliğinde heyecan uyarmıyordu. Bunun için mücedditler, yani dini aslına irca etmek ve yeniden Müslümanlarda eski aşk, eski heyecanı meydana getirmek isteyen kimseler zuhur etti. Meselâ Ebû Hanife, İmam Şafiî, Ahmed İbn Hanbel’i bunlardan sayabiliriz. (Ömer İbn Abdülaziz, ondan sonra Şafiî’dir, diyenler de var.) Aslında, bunlar, çeşitli sahaların mücedditleridirler. Bu büyük zatlar, kitlelerde heyecanın sönmüş ve ölmüş olduğunu görünce, buna bir çare aradılar. Sünnet’e dikkati çekmek için medreseler, tekyeler kurdular. Bu müesseselere fertleri davet ettiler. Bunlara, seviye, idrak ve anlayışlarına göre nasihat etmeye başladılar. Bunlar, samimî, hasbî kimselerdi… Eğri büğrü hâlleri ve yanları yoktu. Söyledikleri sözler, derhal cemaat arasında heyecan uyarıyordu. Onlar konuşurken âdeta mescit kandilleri dahi harekete geçiyordu. Bunlar, bulundukları yerlerde manyetik alanlar meydana getiren güçlü kimselerdi. İbrahim İbn Edhem, Fudayl İbn İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişr-i Hafî, Ahmed İbn Hanbel bu zahid zatlardandı. Böyle güçlü zevât, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evrâd ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı.

Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah’a teveccüh etti. Derken onların etrafında herkes müridler gibi toplanmaya durdu; arkasından da birer birer tasavvuf ekolleri meydana gelmeye başladı. İşte ondan sonradır ki, müteakip dönemlerde, Kâdirî, Rifâî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve bunlar, o dönem itibarıyla tarihsel olarak İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler.

Bunlar arasında Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet’ine uymayı esas alan ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen İmam Rabbânî gibi mürşitler, hep bu esası işlemiş ve: “Ancak Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen sahil-i selâmete çıkar.”[4] diye ısrarla Peygamber yolunu tavsiye etmişlerdir.

Sünnet mizanlarına göre hareket etmeyen insanın, dış âlemle alâkası kesildiği nispette, ölçüler alt üst olur. Evet, tasavvuf berzahında yaşamanın insanî buudları değiştirdiği, insanı âdeta başkalaştırdığı içindir ki, zaman zaman bir kısım dinî ve tabiî prensipler hafife alınır olmuş ve şer’-i şerifteki muvazene de bozulmuştur. Böyle bir muvazenesizlikle, evliliğin gereksizliğine inananlar, insanlardan kaçıp kendi iç dünyalarına kapananlar, “Bana kalbim yeter.” deyip sadece kalbî ve ruhî hayatla meşgul olanlar hiç de az değildir. Zaman gelmiş böyleleri, bütün bütün zâhirî duygulara sırtını dönerek beden ve cismaniyete ait her şeyi inkâr etmişlerdir.

İşte böyle bir istiğrak ve vecd içinde bulunanın gözünde, bütün dünya ve içindekiler silinir gider de, çevresinde sadece ve sadece Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîleri parıldamaya başlar. Artık O’nun tecellîlerinden başka her şey yok olur. O da: “Allah’tan başka mevcut yoktur.” demeye başlar. Vâkıa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat “Hakâiku’l-eşya sâbitetün – Allah var, Allah’ın yarattığı eşya da var.” diyerek, eşyanın varlığını kabul etmişlerdir; ama vecd insanına göre, bunda hiçbir beis yoktur. Zira, eşya O’nunla kâimdir. O var olduğu için eşya da vardır.

Ehl-i Sünnet’in bu mevzudaki değiştirilmez, sabit hükümlerine rağmen veli, vecd ve istiğrak hâlinde verdiği bu hükmü, bu durumdan ayıldıktan sonra “sahve” haline de tatbik eder. Meselâ, Muhyiddin İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiye ve Fûsusu’l-Hikem‘inde; Sühreverdî, Heyâkilu’n-Nur‘da ve daha başkaları pek çok kitapta, “Sen, ben her şey hayalât, sadece Allah var.” gibi sözleri ve benzerlerini tekrar eder dururlar. Ancak, bu büyük zatların bu mevzudaki düşünceleri vahdet-i mevcudcuların (monist) mütalâalarıyla karıştırılmamalıdır. Evet bunlar, “vahdet-i vücud” erbabıdır, “vahdet-i mevcud” değil. Vahdet-i mevcud bir bakıma, Epikür’le başlamış, Hegel’le geliştirilmiş, tarihî maddeciliğin elinde ayrı bir şekil almış “ruh-i küllî” esasına dayanan, istismara müsait bir nazariyedir. Vahdet-i vücud bir hâl ve istiğrak ifadesidir. Maddecilikle de hiçbir alâkası yoktur. Aksine, o, Allah adına, bütün kâinatın nefyi ve inkârıdır. Bundaki kusur, sadece sünnet mizanları ile ölçülüp biçilmeden, müşâhede ve duyuşa göre hüküm vermekten ileri gelmektedir. Bu kusuru niçin yaptılar diye aklınıza gelebilir. Evet, “Muhyiddin İbn Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklarını yazdı. Keşke kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman bunları tashih etseydi. Neden iltibasa müsait bu mülâhazaları olduğu gibi bıraktı?” diyebilirsiniz. Bence, evvelâ, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşni yerine daha dikkatli olmak icap eder.

Evet bunların, şeriatın ruhuna muhalif beyanları karşısında insanın “Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?” diyesi gelebilir. Ancak, onlar, asıl âlemi, vücud olarak, kendi sekir ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabul ediyor, bizim âlemimize döndükleri veya diğer tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıkları zaman, onu uykuya dönmek kabul ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki?

Onun için Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri gibi zatlar, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleriyle baş başa kaldıkları zaman, müncezip oluyor, o âlemi hakikî âlem olarak görüyor; bize göre rüya, onlara göre hakikat sayılan bu âlemde kalemi ellerine alıyor, o âlemde düşünüyor, o âlemin ölçü ve kıstasları içinde yazıyor; yazdıkları şeyleri biçimlendiriyor ve kat’iyen bu âleme ait hususiyetlerle telif etmeyi düşünmüyorlardı. Şayet onlar bu âlemi hakikî âlem olarak bilselerdi, herhâlde o âlemdeki hataları, bu âlemde tashih edeceklerdi. Etmediklerine göre, demek ki, bizim âlemimize hiçbir zaman hakikî âlem nazarı ile bakmadılar.

Mevzuu böylece icmal ettikten sonra diyebiliriz ki, hiçbir mutasavvıfa, maddeci demenin imkânı yoktur. Aksine maddeciler ile vahdet-i vücudcular arasında tam bir zıddiyet vardır. Maddeciler, madde ve kâinat hesabına Allah’ı inkâr ederler. “Sadece madde ve atom vardır; her atom parça ve parçacığı da şuurlu olarak hareket etmektedir.” demelerine mukabil, mutasavvifînden vahdet-i vücudcular Allah hesabına kâinatı nefyeder, “Her şey O’na dayalıdır, O’ndan başka her şey fânidir. Öyleyse biz de bunların fâniliğine hükmetmeliyiz ki, huzurumuzu ihlâl etmesinler. Çünkü O’ndan ayrı olan her şey fânidir.” derler. Aradaki bunca zıddiyete rağmen, hâlâ da ikisini “bir” görüp göstermek, doğrusu anlaşılır gibi değildir.

Bazı tenkitçiler, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri’nin eserlerinin içine, bir kısım Batılı panteistlerin fikirlerinin sokulduğunu iddia ederler. Bu arada Afzal-i Kâşî’ye ait olduğu söylenen, pek çok panteistçe düşüncenin, İslâm ruhunu tahrif niyetiyle, İslâm düşmanları tarafından bu eserlere karıştırıldığını ileri sürerler.

Evvelâ, Hz. Mevlâna’ya isnat edilen bütün eserlerin ve onun eserleri içindeki her parçanın ona ait olduğu söylenemez. Günümüzde Mevlâna’ya ait olduğu söylenen eserlerden bazılarının başkalarına ait olduğu şimdiye kadar çokları tarafından ortaya kondu.

Bunlardan, “Fîhi Mâ Fîh”i için, Afzal-i Kâşî’nin adından bahsedilmektedir. Afzal-i Kâşî’nin kendisi Neoplatonisttir ve hayatı boyunca Eflatunculuğu tekrar ihya etmeyi düşünmüştür. Hatta bu hususu, hayatına gaye edinmiş olduğu da söylenebilir. Bu zat aynı zamanda, Hurûfî’dir. Harfleri kâinatın atomları gibi telâkki eden Fazlullahi’l-Hurûfî’nin mezhebinden…

Hadis-i şeriflerin bile arasına bir sürü şeylerin sokulmak istenilmesi yanında, Mevlâna ve Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların sözleri arasına bir kısım yalan ve uydurma şeylerin sokulması mevzuunda -kanaatimce- biraz müsamahalı düşünmek lâzımdır. Yani, girebilir demek iktiza eder.

Buhârî gibi, yüzlerce hadis imamı, önünden hadisler geçerken, o söz Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mi, değil mi, onu bilebiliyordu. Bu mevzuun mütehassısı olan bu zatlar, tahkik ettikleri sözlerde, âdeta, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri kokuyor mu, kokmuyor mu, bunu hissedebiliyordu. Onun için hadisler, sağlam mihenklere vurulup ayıklandı; ama tasavvuf büyüklerinin sözleri için böyle bir garantiden bahsedilemez

Ayrıca Muhyiddin İbn Arabî: “Bizim durumumuzda olmayanın ve hâlimizi bilmeyenin, bizim kitaplarımızı okuması haramdır.” demiştir.

Sâlik: Bir yola giren, bir yolda giden.
Âkile: Diyet ödemeyi yüklenen kimse veya kimseler.
Zimmî: İslâm Devletinin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslim.
Muhavere: Karşılıklı konuşmak, diyalog.
Tekellüf: Zorlama, külfet.
Müekked sünnet: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ara vermeden, devamlı yaptıkları, bir mücbir sebep olmadıkça terk etmedikleri sünnet.
İtab: Azarlama.
Müttaki: Takva sahibi. Dinin emir, yasak ve tavsiyelerine titizlikle uyan kimse.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
İstiğrak: Kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.
Vecd: İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, mantık ve muhakemenin önüne geçmesi.
Teşnî:
 Kötüleme, ayıplama.
Sekir: Basiret ve şuurunu, yaşadığı hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında geçici olarak kaybetme hâli.
Müncezip: Kendini ilâhî cezbeye bırakmış, cezbeye salmış.
İcmal etmek: Özetlemek
Panteist: “Her şey Tanrı’dır.” diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî görüşü benimseyen kimse.

[1] Buhâri, diyât 31; ilim 39; cihad 171; Tirmizî, diyât 16; Nesâî, kasâme 12.
[2] Tirmizî, sıfatü’l-kıyame 23.
[3] Buhârî, iman 29; Nesâî, iman 28.
[4] İmam Rabbânî, el-Mektûbat, 1/240 (260. Mektup).


05 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah Her Şeyi Yarattı, O'nu Kim Yarattı?

Bu soru da çok sorulan sorulardan biridir.

Ben bu soruyu, Resûl-i Ekrem’in (sav) Peygamberliğinin bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbârın tahakkuku karşısında boynumu büküp “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah.” diyerek şehâdet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (sav) Allah’ın şerefli elçisidir. Kıyâmete kadar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından görüyor gibi seyretmiş ve söylediği her şeyi dosdoğru söylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkında verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynı aynına doğru çıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) “Bir gün gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her meseleyi halletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah’ı kimi yarattı?” diyecekler.[1] Ben, bu soru tevcîh edildiği zaman kendi kendime düşündüm ve “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah.” dedim. Nasıl da görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!… Şu, nefisleri ve enâniyetleri firavunlaşan, sebeplere ulûhiyet isnat eden ve her şeyi sebepler içinde izaha kalkışan insanların idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı…

Asıl meseleye gelince, bu da, inkârcıların ortaya attıkları sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar, nâmütenâhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini kat’iyen değerlendiremezler.

Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi… Ve Allah’ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbeptir (sonuçtur). Bu, bir yanlış kanaatin neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, Müsebbibü’l-Esbâb’tır ve varlığının evveli yoktur.

Bugüne kadar kelâmcılar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak “Müsebbibü’l-Esbâb” olan Allah’ın varlığını isbâta çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hulâsasını, bir iki misalle anlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı’dan gaflet etmenin ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek doğru değildir. Böyle bir şeyi mümkün görüp ihtimal vermek sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ, yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; oksijen, hidrojen, karbon, azot… vs. gibi.. bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere… Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın bu yolla izah edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalâtadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa… Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..

Evet, “Şu şundan, şu şundan, şu da şundan…” demek, herhangi bir meseleyi halletmesi şöyle dursun, bilâkis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı “Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan…” düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimal verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zât’a vereceğimiz âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı’ya isnat edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.

Bunu böyle kabul etmeyip de “O ondan, o da ondan…” demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham ortaya çıkacaktır. Meselâ, yağmur, buluta bağlı; bulut, zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine, o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara… Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine “Şöyle de olabilir, böyle de” diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir âhenk ve birbiriyle münasebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye yeltenmekten başka, bir de ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysaki, her netice için mutlaka mâkul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i mâkul ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerâmeti olarak mâkul hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.

Şimdi bir misalle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına… İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.

Bir başka numune, meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltılması kat’iyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifade etmektedir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhâl farz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre, sebeple netice arasında mâkul bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsait hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de mâkul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.

Oysaki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, Güneş’e olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüz binlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın kendi kendini nakzetmesi ve çürütmesi demektir.

Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların “devir ve teselsül” yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müsebbibü’l-esbâp olan Allah’a ulaştırıp sonra da her şeye “mümkinü’l-vücûd” demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O’na dayandığı zâta “Vâcibü’l-Vücûd” diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, Yüce Yaratıcı’nın her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O’nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. İlimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle O’nun varlığını ilân etmekte ve O’nu haykırmaktadır.

Bu mevzuda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlere iktifâ ederek sadede dönüyorum.

Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Allah’tır. Allah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i Ale’l-Itlak’tır. Her şey gidip O’na dayanmakta; bütün karanlıklar, izah edilemeyecek gibi görünen şeyler, O’nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de O’dur. Artık, O’ndan öte bir şey yoktur ki, O’na da bir sebep aransın!..

Bunu da yine bir-iki basit misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ, vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle mâkul bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle “Kendi kendine hareket ediyor.” deriz. Verilen bu misaller, Allah’ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misallerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya “İşte sebeplerin bitişi.” deyip suratlarına çarpacağız.

Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.

Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa “kentrilyon” seneleriyle, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysaki, sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilen bir mevzudur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden Güneş’teki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesâmetinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihîdir.

Binâenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle, Yaradan’dan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de O’nun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, âhiri olmayacağı da zarurîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedricî olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar, bir gün büzüle-çekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:

Farz ediniz ki, İzmir’den kalkan bir tren, “50-55” km ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte “55” kilometredir. Buna göre, trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz kat edilmedik 27.5 kilometrelik mesafesi kalmıştır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 kilometrenin ancak yarısını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte kat edebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, âdeta hiçbir zaman Turgutlu’ya ulaşamayacaktır: ‘Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.

Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında her şey fenâ ve zevâl bulup gidecek, sadece O kalacaktır.

Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O’na yaratılmışlık isnadı, Yaratıcı’yı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.

Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfûz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mânâ ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.

İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Ulûhiyet bilir.


Âşire: Saniyenin onda biri
Fena: Yokluk, yok olma
Ganiyy-i Ale’l-Itlak: Kayıtsız, sınırsız zenginlik sahibi Allah (cc)
Gayr-i mâkul: Akla uygun olmayan, saçma
Gayr-i mantıkî: Mantıksız
Habbe: Tohum, tane
Hezeyan: Saçmalama
Muhal farz: Olabileceğini kabul ederek, varsayarak
Nakzetmek: Hükmü bozmak, yok saymak
Müsebbibü’l-Esbab: Sebepleri birbirine bağlı icad eden, yaratan Allah (cc)
Nâmütenâhi: Nihayetsiz, sonsuz
Tedrici: Yavaş yavaş, azar azar
Tenâsüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu
Termodinamik: Isı enerjisi ile kinetik enerji arasındaki olayları inceleyen fizik kolu
Teselsül: Art arda gelme, birbirini takip etme, zincirleme
Zeval: Zail olma, sona erme

[1] Buharî, Bed’ul-Halk, 11; Müslim, İman, 2/4

12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Hazreti Havva'nın, Hazreti Âdem'in (aleyhisselâm) Eğe Kemiğinden Yaratıldığı Söyleniyor, Ne dersiniz?

İnsan, tekâmül neticesi şu hâli iktisap etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev’i olarak yaratılmıştır. Yoksa, nev’ilerin değişmesi neticesinde bir şeyler iktisap ede ede bu hâle gelmemiştir. Istıfa-i tabiîye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hâle gelmiş değildir. İnsan, nev’i olarak, Allah tarafından yaratılmıştır. Hazreti Âdem de bir bakıma, Hazreti Mesih gibi mucize olarak yaratılmıştır. Sebepler âlemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkân yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekâmülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar… Yapılan haklı tenkitler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususta yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir…

Sebepler âlemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malûl (sebep-netice) dengesi içinde “tenasüb-ü illiyet prensibi”ne göre ele alırız. Meselâ diyoruz ki bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah’ın (celle celâluhu) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsait olması gibi şartlar lâzımdır. İşte bu sebepler, omuz omuza verince “illet-i tâmme” dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebep), malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah’ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir rüşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur.

İnsanın ilk yaratılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz: Diyelim ki, bir canlıdan diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleştirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmeyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani “tenasüb-ü illiyet” prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve her şey mükemmeldir. O zaman Allah’ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vâkıa, harikulâde kabîlinden Allah (celle celâluhu) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir…

Evet bu, işin esbap içinde izahıdır. Mesele, illetle-malûller, sebepler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, natürel seleksiyonla değil, Allah’ın (celle celâluhu) ve Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder.

Allah diyor ki: Sizin izah edemediğiniz noktayı Ben size anlatayım; bu bir mucizedir. Hazreti Âdem annesiz babasız; Hazreti Mesih ise babasız bir mucizedir.[1] Allah, herhangi bir varlığı bazen anasız, bazen babasız meydana getirdiği gibi, bazen de hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hazreti Âdem’in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye imkân yoktur. Kur’ân-ı Kerim meydan okuyor. “Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler.”[2] Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler?

Bunun gibi, Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da izah edemiyoruz. Tabiî, edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da safdillik olur. Çünkü aynı şey Hazreti Âdem ve Hazreti Mesih için de bahis mevzuudur.

Hazreti Âdem ve Havva’nın yaratılışı unutulduğu için, Hazreti Mesih’in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hazreti Mesih’in dünyaya gelişini soranlara; Kur’ân “Allah’ın nezdinde Hazreti İsa’nın durumu, Hazreti Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.”[3] buyurmaktadır..

Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hazreti Mesih’le Allah (celle celâluhu) onu yeniden hatırlatıverdi.

Şimdi serrişte edilmek istenen Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden yaratılması meselesine gelelim. Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalektiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hazreti Âdem’in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hazreti Havva yaratılıyor… Niye eğe kemiği ve niye Hazreti Âdem’den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim: İnsanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah’ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensipleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsî hüviyeti, iç âlemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah’ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah’ın varlığına kat’î şahit olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylesof, mütefekkir, kelâmcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selâmete çıkmaya çalışıyor. Hele bunların bin tanesi bir araya getirilince, Allah’ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil.

Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden Hazreti Havva’nın yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşid şöyle bir misalle dile getiriyor: “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşâhede ile sabittir ki bir mimar elinden çıktığını gösteren kat’î, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede, küçük bir taşta, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.”[4]

Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikten başka bir şey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah’ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikati ilân ettiği hâlde, her şeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?

Eğe kemiği meselesi, Buhârî, Müslim ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde anlatılıyor.[5] Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerim de Nisâ sûresinde “Ey insanlar o Allah’a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı.”[6] şeklinde meseleye temas ediyor. Burada Arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler “hâ” şeklinde, erkeğe râci zamirler “hû” şeklindedir. Bunu aşağıdaki âyette açık olarak görmek mümkündür: “Sizi bir nefisten yarattı; eşinizi de ondan yarattı.”[7]

Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenâb-ı Hak evvelâ Hazreti Havva’yı, zat-ı Âdem’den değil de mahiyet-i Âdem’den yarattı. Çok dakik bir husustur bu… Nefs-i Âdem, mahiyet-i Âdem’den başkadır. Meselâ, bir insanın, “Zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir.” denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah’a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mahiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibarıyla başka, cesedi itibarıyla başkadır. Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Havva’nın hilkatini ele alırken “minhâ” sözüyle “o nefisten” diyor, Âdem’den değil.

Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp ahâdî olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icap eder. Bu husus âyet ve hadislerin izahında önemli bir usûldür. Âyet burada mütevatir ve Allah’ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi âyete irca etmek ve müphem noktaları âyetle aydınlatmak gerekir. Evvelâ, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadis-i şerifi ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lâzım gelir. Buyuruyor ki: “Kadınlara hayır tavsiye edin.” Yani, onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçi olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; ihmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün îradına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, “menat” kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır.

Allah’ın Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunu anlatmak için bir husus tespit ediyor. O da, erkeğe nispeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılganlığı… Demek ki, esasen hadis-i şerifte anlatılmak istenilen şey, Hazreti Havva’nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi hâline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur.

Tabiî burada ifadenin bu şekilde îrâd edilmesi ne hikmete binaendir, o da ayrı bir mesele…

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu ifade ederken, “min dal’ihî: eğe kemiğinden” demiş. Buradaki “min” Türkçemizde, “-den” karşılığıdır. Ama bu bazen “teb’îz” içindir, bir şeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen “beyan” mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binaenaleyh, burada Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu türden pek çok ifadeleri vardır… Meselâ, buyuruyor ki, “Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur.” Kaçan bir deve münasebeti ile bunu söylüyor. Ve devam ediyor: “Deve, şeytandan yaratılmıştır.”[8] Şeytanın artığından gibi bir şey… Esasen, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerinde nasıl insanların şeytanları var, öyle de, hayvanlar içinde de şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır, diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama “Bu adam odundandır.” deriz. Elbette ki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyeti yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi “Falan insan şeytandır.” dendiği zaman iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kastedilmiştir.

Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin “eğe kemiği”nden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onunki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü âyetin sonunda şöyle diyor:

“Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi.” (Nisâ sûresi, 4/1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lâzım…

Hadiste “dalâa” kelimesinin kullanılması, kök itibarıyla eğrilik tabirinden daha çok, eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hâl-i âlem buna şahittir. Evet, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet bazı dönemlerde kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmak istemişlerdir. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklâmlar müessir olsun diye en âdi reklâmlarda dahi onun alet edilmesi, hadiste işaret buyrulduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde mânidâr olur.. Tekerleklerin üzerine, helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir…? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), erkeğin en eğri tarafından alınmış, diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhâlde bu hususu ifade etmek için bundan daha güzel ve tatlı bir tabir seçilemezdi.

Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat’ın Tekvin bölümünde Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir.[9] Esasen Hazreti Âdem’in herhangi bir tarafından Hazreti Havva’nın alınmasında hiçbir beis yoktur. Allah’ın mucize olarak yarattığı Hazreti Âdem, daha su-toprak arası bir hâlde iken o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp ondan da Hazreti Havva’nın yaratılması, hiç de istiğrap edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hazreti Âdem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için bir şey söyleyememekte, mâkul bir tefsir getirememektedir. Binaenaleyh biz ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah’ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffelkalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan kâinata, her şeyde Allah’ın ilim, irade ve kudretinin Kahhâr hâkimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz.

Doğruyu O bilir ve doğru, O’nun dediklerinde aranmalıdır.

Ceffelkalem: Hiç düşünüp taşınmadan, körü körüne.
Evolüsyon: Evrim.
İktisâp etmek: Kazanmak, edinmek.
İllet-i tâmme: Bir neticenin meydana gelmesi için gerekli sebeplerin tamamı.
Îrâd: İfade etme, söyleme.
Mütevatir: Yalanda ittifak etmeleri aklen imkân ve ihtimali bulunmayan birçok kişi tarafından nakledilen kesin bilgi.
Menat: Bir hükme mesnet teşkil eden şey.
Mualece: Teşebbüs, girişim.
Pâyimâl olmak: Çiğnenmek, ayaklar altında kalmak.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.
Tenasüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu, uyumu.

[1] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/59.
[2] Ankebût sûresi, 29/20.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/59.
[4] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye, s. 82 (Katre’nin Zeyli).
[5] Buhârî, nikâh 80; Müslim, radâ 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/497, 5/8.
[6] Nisâ sûresi, 4/1.
[7] Zümer sûresi, 39/6.
[8] Ebû Dâvûd, salât 25.
[9] Kitab-ı Mukaddes (Eski Ahid), Tekvin, Bab: 2, Âyet: 21-23.


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Kur'ân-ı Kerim'in 23 Senede İnmesinin Hikmeti Nedir?

Kur’ân-ı Kerim 23 yılda inmeseydi de, bir anda inseydi, o zaman da “Niçin Kur’ân-ı Kerim birdenbire indi de, ceste ceste inmedi?” derlerdi…

Bu gibi meselelerde esas, teslimiyet ve Hakk’ın takdirini yerinde bulma olmalıdır. Yoksa, her meselede sorular sorulmaya başlar: “Öğle namazı niçin on rekâttır? Cuma namazı neden cuma günü; zekât neden kırkta bir de, kırk birde bir değil? ilh…” soruların arkası kesilmez, gider. Onun için bunların bir ubûdiyet sırrı olduğunu bilmemiz lâzımdır. Zatî olarak namazın bir kısım hikmetleri olabilir. Evet, ferdin günde beş defa, Mevlâsının huzuruna gelmesinin, elbette birtakım maslahatları ve faydaları vardır. Ama, rekâtların adetlerine gelince, vitir üç rekât, akşamın farzı üç rekât, ikindinin dört rekâttır. Ve bu sayılar Allah tarafından vaz’edilmiştir. Eğer bize denilseydi ki: “Günde beş defa ibadetle mükellefsiniz, fakat ibadet şekillerini siz tespit ediniz.” Biz rekât sayıları üzerinde çeşitli fikirler yürütebilirdik… Ve tabiî günlük işlerimize, yaşayış şartlarımıza göre bir program düşünürdük. Adedi tayin keyfiyetinde aklın yolu başka, vahyin yolu başka… Vahiyde, senin mâneviyatın, ledünniyâtın hesabına ayrı bir kalem oynamakta, ayrı bir hikmet nescedilmektedir. Binaenaleyh burada namazın hikmetleri araştırılır, rekât sayılarınınki değil…

Kur’ân-ı Kerim’in 23 senede nüzulünde de bu türlü hikmetler vardır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu dönem, beşerin kemale yüz tuttuğu bir dönemdir. Onun için en kâmil ve en mütekâmil Nebi gelmişti. Evet, yeryüzüne, Allah’ın matmah-ı nazarı, kâinatın, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmişti. O’nun cemaatinin yapacağı şey, o gün için en müterakki, en mütekâmil olma, tekâmülün merdivenlerini son basamağına kadar katetme, medenî milletlere muallimlik yapma işi idi. Hâlbuki o güne kadar onların iktisap ettikleri kötü ahlâk ve fena huylar ruh ve damarlarına öylesine işlemişti ki, bunları teker teker söküp atmak ayrıca yerlerine ahlâk-ı âliyeyi getirip vaz’etmek, fıtratlarına güzel huyları yerleştirmek, ayrı ayrı işlerdi. Kur’ân bir anda bütün emirleri ile birden gelip onların karşılarına dikilseydi, altından kalkamazlardı. Aslında, böyle bir durum, insanlığın tekemmülünde takip ettiği seyre de aykırı olurdu.

Günümüzden misal verecek olursak bir kısım sigara, içki müptelâsı veya sokaklarda gezme hastası, yahut kahvehanede oturma alışkanlığı olan kimseler düşünelim. Bunların başlarını kesseniz ve “Arkadaş kahvehaneye gidersen öleceksin.” deseniz, o yine birtakım bahaneler ileri sürerek gidecektir. Eğer bir gün kahvehaneye gitmeyip evde kalsa, evinde bir köşeye oturacak, üf üf edecek ve fırsat bulunca da kahvehanenin yolunu tutacaktır. Çünkü alışageldiği hayat şekli değişmiştir. Hâlbuki o, lüzumlu olmayan basit bir âdetini terk etmiştir.

Şimdi bir de sigara tiryakisini ele alalım: Nikotik olmuş bir adama diyorsunuz ki: “Vücuduna zararlı olan bu sigarayı terk et. Çünkü senin sigara içmen tedricî bir intihardır. Sanki elindeki hançeri birdenbire değil de, yavaş yavaş sinene saplıyor ve âheste âheste intiharı tamamlamış oluyorsun.” Hatta bunu bir hekime anlattırsanız, yani doktor dese ki: “Sigarada, hiçbir fayda olmadığı gibi, şöyle şöyle zararları da var.” Bu adam sigarayı terk etmek için bir hayli tereddüt geçirecektir. Bırakın onu, bildiği hâlde doktorun kendisi de vazgeçmiyor ya!

Bir de alkolik kimseyi ele alınız; adam mesh olmuş, sîreti değişmiş, iç âlemi başkalaşmış. O kadar ki, bir adım daha atsa kendinden aşağı tabakadaki mahluklara benzeyecek. Şimdi bu kimseye birden “İçkiyi bırak!” demek “Fıtratını değiştir!” demek gibi olacaktır.

Böylesine, insanların dem ve damarlarına işlemiş âdetleri, ahlâk-ı seyyieyi binlerceye çıkarınız ve sonra Kur’ân’ın inişindeki tedriciliği düşününüz…

Evet, dikenleri kesip evvelâ çapa yapıyor, kötü şeyleri tahliye edip temizliyor. Sonra tezyin ediyor. Yani kötü huyları onların ruhlarından çıkararak, âlî huyları getirip yerleştiriyor ve kısa denecek bir zamanda binlerce iş yapıyor. Buna göre biz, Kur’ân-ı Kerim’in 23 senede nüzulünü çok süratli buluyoruz. Nur Mürşid’in dediği gibi: “Acaba şu asrın filozofları Ceziretü’l-Arab’a gitseler, çalışsalar, o zamana nispeten, o zatın bir senede yaptığının yüzde birini yüz senede yapabilirler mi?”[1] İşte, hodri meydan! İçkiden binlerce yuvanın yıkıldığı meydandadır. Yeşilay Cemiyeti her sene konferanslar vermektedir. Bu işi genişleterek orta, lise mekteplerine kadar götürmektedir. Buna karşılık acaba kaç kişi içkiyi terk etmektedir? Buyurun üniversite, bütün profesörleriyle seferber olsun, bir sene çalışsınlar acaba yirmi adama içkiyi terk ettirebilecekler mi? Şayet başarabilirlerse, bunu onlar hesabına çok büyük muvaffakiyet sayacak ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) icraatının yanına altın yazılarla yazıp asıvereceğiz… Heyhat, o bir kere olmuştu! Dost-düşman, o surette ikincisini muhal görüyor.

Evet, 23 sene çok seridir; bu yüzden de, Kur’ân’ın yaptıkları mucizedir. Beşer, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 senede katettiği mesafeyi binlerce senede katedememiş; katedemez de…

Kur’ân-ı Kerim bir taraftan böyle kötü huyların binlercesinin kaldırılmasını hedef almış, diğer taraftan da kaldırılan bu kötü huyların yerini ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye ile donatmak, tezyin etmek vazifesini hedeflemiş ve bütün bunları kimseyi örselemeden, törpülemeden, ürkütmeden, ruhlarını rencide etmeden onlara kabul ettirmiş… Ortaya attığı birçok meseleyi o kadar çeşitli safhalardan geçirip tatbikat sahasına getirmiştir ki bugün onların birkaçının pratik hayata hâkim olması için dahi, bilmem ne kadar 23 seneye ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu 23 sene, süreye ihtiyaç duyulan bir kısım emir ve yasakların, o günün insanının kabullenip benimsemesi için gerekli olan bir zamandı ve belli şeylerin tedricen kaldırılması, belli şeylerin de vaz’edilmesi için bu süreye ihtiyaç vardı. Meselâ bu süre zarfında üç dört devrede içki yasaklanmış,[2] iki devrede kız çocuklarının diri diri gömülmesi kaldırılmış,[3] darmadağınık kabile hayatı, bir iki hamlede halledilmiş ve kabileler arasında vahdet temin edilerek kitleler içtimaî şuura yükseltilmiş, böylece kendilerine bir cemiyet teşkil etme liyâkati kazandırılmıştır ki bu, bütün kötü huyların atılması, onların yerlerine ahlâk-ı âliyenin getirilip ikame edilmesi gibi çok çetin icraatlarla mümkün olabilmiştir. Bundan dolayı da daha uzun zamana ve mehile ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Ayrıca görüyoruz ki, bizim hayatımızda, şu sene şartlar şöyle gitti, binaenaleyh şöyle bir içtimaî denge ve düzen iktiza ediyor. Buna göre gelecek sene şartların değişeceği hesap edilerek, plân elastikiyeti ona göre ayarlanıyor; daha sonraki senelerin şartlarına göre, teferruattaki değişmelerin dizaynı yapılıyor, derken zamanın akıcılığı ve eşyanın tabiatına uygunluk aranarak yaptığımız şeylerin sürekliliğini temine çalışıyoruz. Bunun gibi, Saadet Devri’nde de, Müslümanlar tıpkı bir ağaç gibi büyüyor, âheste âheste yeni şartlara adapte oluyor ve fıtrî olarak gelişiyorlardı. Müslümanlığa her gün iltihaklar, ısınmalar oluyor, her gün yeni yeni fikirler, şuurlar kazanılıyor; onlara alıştırmalar yapılıyor ve derken fertler, içtimaî fertler hâline geliyordu. Bunlar yavaş yavaş oluyordu ama; bütün olmalar âhenk içinde birbirini takip ediyordu. İşte, bu seyir içindeki çeşitli safhalar, ebedlere kadar devam edecek olan İslâm hakikatinin mikro plânda, zaman buuduna ait bütün hususiyetlerini aksettiren bir ayna oluyordu…

Bu, 23 senede değil de, birdenbire yapılmak istenseydi, bir ölçüde o bedevî cemiyet bu işe dayanamayacak ve ölecekti. Bunu, şuna benzetebiliriz: Meselâ bir insan güneşe maruz kaldığı zaman, cildinde değişmeler olur. Soğuk memleketlere götürüldüğü zaman da bu defa ona göre birtakım küçük küçük değişmeler meydana gelir, ama kat’iyen 20 mutasyon ağırlığında ciddî bir değişiklik birden olamaz. Olsa, bu türlü seri fizikî değişmelerde canlı öldüğü gibi, bunda da öyle olur. Bu, tıpkı (bir) atmosfer basınç altında duran birinin birdenbire 20 bin fitlik bir irtifaya çıkması gibi bir şey olur ki, insan orada hemen ölüverir. O noktaya uçaklar dahi çıkarken, oksijen maskeleri vesaire ile sizi ihtiyatla çıkarıyorlar.

İşte böyle birden 20 bin fit irtifaa yükselmek nasıl öldürüyor; öyle de hayat anlayışı, aile anlayışı, fert anlayışı sıfır derecede olan bir cemiyete, birdenbire, Kur’ân inip aynı günde hemen “İşte ahkâmı tatbik edin. Bu kitaptaki hükümlerin hepsini eksiksiz yaşayın.” diye karşılarına çıksaydı, o cemiyetten hiç kimse bunu kabul etmezdi. Çünkü bu, birdenbire cemiyetin 20 bin fite yükselmesi demekti ki o cemiyet buna dayanamayacaktı. Öyleyse Kur’ân-ı Kerim’in, ahkâmını insanlara 23 senede getirmesi, ceste ceste, peyderpey telkin etmesi, insan fıtratına riayetin iktizasıdır ve tabiat-ı beşere de en uygun olanıdır.

İnsanı kâinattan ayıramayacağımıza göre, onu kâinatın içindeki hâdiselerin seyrine göre ele alma mecburiyetinde olduğumuzu ve onu kâinattaki gelişmelerin dışında mütalâa edemeyeceğimizi kabullenme mecburiyetindeyiz. Kâinatta nasıl ki tedricî gelişme oluyor ve kanunlar o istikamette hareket ediyor, insanın tekâmül ve terakkisi de, aynı şekilde olacaktır. O terakkinin zembereği, esası ve prensipler mecmuası olan Kur’ân-ı Kerim de, işte bu esasa binaen 23 senede nazil olmuştur.

Allah’ın hikmeti bu süreyi 23 yapmış… Bu 24 de olabilirdi, 25 de. Nebiler Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mukaddes hayatları 63 yıl olacakmış. 23 sene sonra hayatına, nübüvvetten hâtime verilecekmiş, vahiy de sona erecekmiş. Ama 64 sene olurdu, vahiy de 24 seneye çıkardı. Biz de onu, aynı hikmet çerçevesi içinde kabul ederdik…

Gerçeği yalnız Allah bilir.

Nescedilmek: Dokunmak, örülmek, işlenmek.
Ceste ceste: Azar azar, parça parça.
Matmah-ı nazar: Gözde.
Ledünniyât: İnsanın iç âlemi.

[1] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 311 (On Dokuzuncu Söz, Sekizinci Reşha).
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/219; Nisâ sûresi, 4/43; Mâide sûresi, 5/90-91.
[3] Bkz.: En’âm sûresi, 6/140, 151; İsrâ sûresi, 17/31.


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Vefat Etmiş Evliyâdan, Sağ Olan Evliyâya Nazaran Daha Çok Yardım Görüldüğü İddia Ediliyor; Bu Doğru mudur?

İnsana Allah’tan başka kimse yardım edemez. Yardım, medet, inayet Allah’tan gelir. Veli de Allah’ın dostu demektir. Herkes derecesine göre Allah’ın dostudur; bilhassa mü’minler… Fakat dostluğu ileri götürerek tam kurbiyet kazanmış bir kısım kimseler vardır ki, hadis-i şerifin ifadesiyle, nafile ibadetlere gönül vererek Allah’a yaklaşırlar.. yaklaşırlar da, Allah, gören gözleri, işiten kulakları, söyleyen ağızları olur.[1]

Yani Cenâb-ı Hak onlara basiret verir. Onlar da artık doğruyu görür, doğru değerlendirir ve doğru konuşurlar. Onların gönülleri “mehbet-i ilham-ı ilâhî” olur ve Allah (celle celâluhu), ilhamlarıyla bunları serfirâz kılar. Bu insanlar, Allah’a biraz daha yaklaşıp kurbiyet kazanınca, tam Hak dostluğuna erer. O’nun inayet ve desteğine mazhar olurlar. “Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur.”[2] Evet mü’minlerin mevlâsı yani velisi Allah’tır. Mü’minler de, Allah nazarında velidirler. Kâfirlere gelince, onlarda vilâyet yoktur. Allah (celle celâluhu) onların ne gören gözleri, ne işiten kulakları ne de söyleyen ağızları olur. Onlar hizlân ve hüsrandadırlar.

Öyleyse velilik için bir sınır tespit edemeyiz. Veliliğin mü’minlerin en küçüğünden, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar mertebeleri vardır. Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşâhede eder. Bu, veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, vilâyetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi; başına gelecek şeyleri, Allah’ın ona bildirmesiyle bilmesi, farkında olarak veya olmayarak onları başkalarına anlatması, ayrı bir kademesidir. Çünkü Allah, onun konuşan dili olmuştur. Bunlar, vilâyetin bir kısım tezahürleri. Sonra veli öyle bir noktaya gelir ki, bunları da, işin fâkihesi olarak görür ve bu çerezlerle meşgul olmayı nakîse bilir; Yunus’un dediği gibi “Bana Seni gerek Seni!” diyecek bir makama yükselir. Artık keşif, keramet yoktur ve işte sahabenin veliliği budur. Bazı kimseleri Allah (celle celâluhu) vilâyetin bir kısım sıkıntılı yollarından geçirmeden de sahabenin veliliğine getirebilir.

Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslâm’a sahip çıkan delikanlıları sahabenin vilâyetine mazhar görüyorum. Keşifleri, kerametleri, kabirleri müşâhedeleri, hatta kalbî müşâhedeleri olmayabilir ama, makamlarının büyük olduğu muhakkak. Çünkü, Allah onları çok kudsî işlerde istihdam ediyor. Büyük kimselere, mânevî âlemin paşalarına, mareşallerine yaptırdığı işi bunlara yaptırıyor. Yani dinini onlarla ihya ediyor… İnşâallah bunlar da velidirler.

Fakat ister öyle veli olsun, ister böyle, Allah’ı hatıra getirmeden, “İnayet, meded!” diye velinin kapısına gitmek, hatalıdır. İmam Birgivî, “Bir insanın ‘Meded yâ Resûlallah!’ demesi dahi tehlikelidir.” der; vâkıa biz bunu biraz yumuşatarak diyoruz ki: İnsan hiç olmazsa Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu diyebilmelidir. Çünkü, Hak sarayının söz götürmez sultanıdır O. Allah indinde yaratılmışların en eşrefidir. İmam Birgivî’nin büyük bir insan olduğu muhakkak ve müsellem. Bununla beraber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendisine büyük salâhiyetler bahşettiğini, bizzat kendileri anlatır.[3]

Evet, o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hak sarayının kapısına vurmadan içeriye giren mahremlerdendir. Ona kaç defa nazla gitmiş, niyazla dönmüştür. Evet O, bir insanın varamayacağı noktalara varmış, imkân ve vücub âlemiyle dudak dudağa gelmiş,[4] sonra da niyazla geri dönmüştür.[5]

Sadede dönelim: Efendimiz gibi, O’nun ümmetinden bazı kimselerin insanlara inayeti, el uzatması, teveccühü olabilir. Fakat bunların hepsi vesile ve vasıtadır. Esas her şeyi yaratan Allah’tır. Ehl-i Sünnet akidesi böyledir. Allah bir kısım kimseleri affedecektir de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatini ona vesile yapar. Evet mü’min, inayet ehlinin inayetini düşünürken böyle düşünmeli, böyle inanmalıdır.

Burada kendi mülâhazamı da şöyle anlatayım: Hiçbir zaman nefsimin muhasebesini yaparken, doğrudan doğruya Mevlâ’nın huzuruna kendi kendime gitmeyi düşünmedim. Kademe kademe önce, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisiyle bağlı bulunduğum zatın arkasına düştüm. Yani, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine getirdiği nuru, feyzi, esrarı bana intikal ettiren, doğruyu gösteren, Kur’ân’ın âyetlerini gökteki yıldızlar gibi tanıtan, içimde iz’an hâsıl olmasına yardımcı olan, Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) göklerde kanat çırpıp uçan bir tavus gibi bana gösteren ve bir hurma ağacı gibi en tatlı, en leziz meyvelerini kalbimin dudaklarıyla vicdanıma duyuran, evet bütün bunları bana iş’ar ve işaret eden hangi zat ise, evvelâ onun vesâyâsı altına giriverir, sonra onunla Huzur-u Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) varırız. Orada beni mahcup etmemek için “Bu da bizdendir, yâ Resûlallah!” dediğini tahayyül etmeye, duymaya çalışır ve Resûl-i Ekrem’e dehalet etmiş olurum. Ama nazarı daha ilerilerde olanlar bu sefer Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peşine düşer ve Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Bu da bizdendir yâ Rabbi!” der, gönlüm ve gönüller, huzur ve itminana kavuşur.

Evet, çoğumuz muhasebemizi yapıp Huzur-u Hazret-i Kibriyâ’ya sığınırken hep böyle bir râbıta, bir ittisal ile gideriz. Böyle bir ittisalde de şirk ve şirki işmam eden şeyler yoktur. Çünkü, neticede her şey Allah’a dayanıyor. İşin esası, tek başımıza kendimizi bu kapıları çalmaya, kapı tokmaklarına dokunmaya liyakatli görmüyor, hatta utanıyor ve birinin arkasına takılıyoruz.

Bu asrın âfâkında, büyük feyizler, büyük nur ve sırlarla tulû’ eden zat dahi, kendi muhasebesini yaparken “Günahlarım beni mahcup etti. İsyanlar altında eziliyorum. Senin kapına geldim, ama, Efendim Abdülkadir Geylânî’nin sesiyle Senin kapının tokmağına dokunuyorum.”[6] diyor ve onun söylediği sözlerle müracaat ediyor; âdeta yukarıya gidecek dilekçesinin altına imzayı, o salâhiyetli zata attırıyor. Böyle bir dehalet, bir sığınma, şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, aynı zamanda cüret ve suiedepten de uzaktır. Abdülkadir Geylânî kendisine dehalet eden bu zatı Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdim edecektir. Abdülkadir Geylânî ki, vilâyet dünyasının zirvesini tutmuş çok yukarılarda bir velidir. “Benim ayağım kıyamete kadar gelecek bütün velilerin omzundadır.” demiştir. Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki yönle bağlıdır; hem Hasanî, hem Hüseynî. Sahib-i salâhiyet büyük bir imamdır ve onun vesileliği, yolda kalmışlara Hakk’ın büyük bir rahmeti ve inayetidir.

Fâkihe: Yemiş, meyve.
İş’ar: Anlatma, bildirme.
İşmam etmek: Hissettirmek, duyurmak.
İttisal: Birleşme, bağlanma.
Mehbet-i ilham-ı ilâhî: İlâhî ilhamın indiği yer.
Nakîse: Eksiklik, kusur.
Râbıta: Bağ, bağlantı.
Serfirâz: Üstün, seçkin.

[1] Bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[2] Muhammed sûresi, 47/11.
[3] Meselâ Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinden günah işleyenlere şefaat edeceğini haber vermiş (Ebû Dâvûd, sünnet 21; Tirmizî, kıyamet 11; İbn Mâce, zühd 37); her peygamberin kendisine has ve kabul olunan bir duasının bulunduğunu, kendisinin ise bu duasını ahirette ümmetine şefaat etmek için yapacağını bildirmiş (Buhârî, daavât 21; Müslim, iman 86); mahşerde insanlar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, Allah’a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını isteyeceğini (Buhârî, tevhid 36; Müslim, iman 326-327; Tirmizi, kıyamet 10) buyurmuşlardır.
[4] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/1; Necm sûresi, 53/4-18.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/285-286.
[6] Bediüzzaman, Said Nursî, Hizbu hakâiki’n-nûriyye, s. 227 (Hulâsatu’l-hulâsa’da).


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Cin Nedir? Nasıl Çağrılır? Tedavide ve Kayıp Bulmakta Kullanılabilir mi? Cincilik Yapan Hocaların İslâm'da Yeri Nedir? Mahzuru Var mıdır? Uğraşan İlim Adamları Var mıdır?

Cin, “cenne” kökünden gelen bir kelimedir. “Cennet” ve “cinnet” de aynı kökten gelir. “Mecnun” kelimesi ise, ism-i mef’uldür ve cine tutulmuş gibi bir mânâya gelmektedir. Biz ona, delirmiş deriz. Cinin lügat mânâsına gelince, “mestur” demektir. Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun” diyoruz.

“Cennet” de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu a’lem- bütün bu işler için esbap plânında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.

Cinlerin varlığı, öteden beri münakaşası yapılagelmiş bir husustur. Tabiî, ruhla, melekle beraber. Aslında, enbiyâ-i izâm, onları görüp müşâhede ettikten, asfiyâ ile onların mülâkatları olduktan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka bir şey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki… Bilhassa, görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insafsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka bir şey olmasa gerek…

Hele cinin, dünyanın dört bir yanında, milyonların iştigal mevzuu hâline geldiği günümüzde… Ve hele hele, erbab-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!…

Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tespit etmeye çalışıyoruz. Meselâ makro âleme müteallik olanları teleskopla, mikro âleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır…

Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gayb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhanîler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir… Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, küre-i arzı etrafında döndürüyor. Dünya da ta’cilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu ta’cilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilelmerkeze karşılık, bir de anilmerkez var. Bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…

Şimdi ortada hiçbir şey yok o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte… derseniz. Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstein’a göre hayyiz olsun, netice değişmez…

Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu, itibarî, izafî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşv ü nema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz…

İşte bunlar Allah’ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabîl kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe (çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakikî birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: “Ruh, zîşuur bir kanun-u emrîdir.” “De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir.'”[1] hakikatini, bu kadar veciz takdim etme âdeta imkânsızdır. “Ruh, zîyahat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş câmi, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u haricî giydirse, her biri bir ruh olur. Eğer ruh, vücut libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.” [2] Aslında bununla her şey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar, çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşâhede edilmiştir. Ağaçlarda da öyle…

Size, bir dergide, bu mevzu ile alâkalı kaleme alınmış yazılardan birinin hulâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki: “Benim kanaatim buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vesairede bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden bu hareketleri izah etmeye imkân yoktur.” Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfi, güneş şuaları da besleyici mahiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Üç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsait görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim.” der gibidir… Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için meyvelerini döküverir. Ziraatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yani, ağaç “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibarıyla kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım.” demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebatların içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.

Hem nasıl hücrenin içinde DNA molekülüne aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, DNA şifre gönderiyor, RNA da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.

Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhî ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında da, yine, Allah (celle celâluhu) vardır. Evet her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada inkâr edemeyeceğiniz Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir… Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “Galiba cinnet getirmişler.” diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Meselâ, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz… Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Cinni mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.” [3] diyor… Fotonlarla ve partiküllerle izah edilebilecek gibi bir şey… Amma, ne foton ne de partikül, mâric u nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatîf varlıklar… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükâbere ve mantıksızca bir iddiadır.

Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Meselâ, insanın “fahhar” gibi “salsal”dan yaratıldığını[4] anlattıktan sonra cin taifesinin üzerinde durur ve “Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.” [5] ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek, cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda bu kadar malumat veriyor. Nebiler dahil, sahabe-i kiram ve ehl-i keşif arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyorlardı. Evet, temessüllerle görüşüyor-konuşuyor ve münasebet kuruyorlardı. Evet, cinler, latîf bir madde ile zîşuur bir ruha sahip bulunup bu iki hususun bir araya gelmesiyle hâsıl olan ayrı bir buudu ihraz eder ve buudlarının hususiyetine göre temessül ederler. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin değişik temessüllere şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulak ardı edilmemelidir.

Latîf şeyler olan cinler, madde âlemine ait “nâr ve mâric”ten birtakım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrakliler, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak zekât vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı âlemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun… keza, berzah âleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir, göründükleri insanların mir’ât-ı ruhlarına aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Onun için, cinleri, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) başka, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) başka, Ebû Zer (radıyallâhu anh) de başka şekilde müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn Mesud, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hazreti Ömer, zayıf nahif bir insan şeklinde, Ebû Zer ise daha başka surette… Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.

Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve unvanlarla bu işle iştigal eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapsişik cemiyetler, daha ziyade cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri “Ruh ve Madde” daha sonra “Ruh Dünyası” dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddia ediyorlar. “Cinler ve ruhlar bizim hâkimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değil mi?” Bunların her zaman münakaşası yapılabilir…

Cinleri çağırıp teshîr etme meselesine gelince, ahir zamanda cinlerin içine girme çok daha ileri seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yani, âlem-i şehadete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezler- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme, cinlerle alâkalı istihbarat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.

Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele hâline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle alâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa “O kitabı kabul etmememi istiyorlar.” diye bağırıyor. Keza hasta, kitabın içinde ne olduğunu bilmediği hâlde kitabı koynuna koyarken “Hazreti Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?” diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hazreti Hamza’nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabı’nın isimlerini ihtiva ediyordu…)

Keza, hayır müesseselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın kaldığı binada, zaman zaman eşyanın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşâhedeler olmuştu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pek çok hâdiseye şahit olmuştu… Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken bir zamanlar şahit olduğu bir vak’ayı bana şöyle anlatmıştı: “Bir yerde, fincan kullanarak ruh çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. “Kimsin?” dedik. “Şeytan!” diye yazdı ve ürperdik. Hazreti Âdem’den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi, dedim:

“Sana Meyve’nin Altıncı Meselesi’ni[6] okusam dinler misin?”

“Dinlerim.” dedi ve okumaya başladım:

“Hem nasıl ki bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir.”

“Nasıl buldun?”

“Evet, güzel.”

Ben okumaya devam ettim:

“Aynen öyle de; bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri hâlde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i rahmâniyede bir lamba ve soba olan Güneş’imizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı Kâinatın Sultanı’nı, Münevviri’ni, Müdebbiri’ni, Sânii’ni, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.”

Buna karşı çok şiddetli şekilde:

“Hayır! Hayır!” yazdı.

Şimdi iyi dinle:

“Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.”

Tamam mı?

“Tamam.”

“Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”

Bir şey sormama lüzum kalmadan itirazı bastı:

“Hayır! Hayır!”

Ben okurken, misallere “Evet.”, misallerin gösterdikleri hakikatlere “Hayır.” çekip durdu. Ve sonra, kendisine:

“Cevşen’i okuyayım mı?” diye teklif ettim.

“Oku” dedi.

Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zaptedemiyordum. Bir aralık düştü. Bir ara da:

“Bırak şu gırgırı!” diye yazıverdi… Bu hususta büyük bir zat diyor ki:

“Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar.” [7]

İnsan ve cin şeytanlarının -dikkat edildiği zaman- tabirleri, ifadeleri, idyumları hep aynıdır. “Bırak şu gırgırı.” Ne kadar da suretâ insan olanlarınkine benziyor!..

Bazıları “Ruh çağırıyoruz.” diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cine, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddî, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum.

Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka bir şey değil…

İdyum: Deyim.
Lâyemut: Ölmez, ölümsüz.
Mâric u nâr: Hâlis ateş.
Perestiş etme: Tapma, kul olma, çok sevme.
Nimlatîf: Yarı latif, nüfuz edebilir, maddî-nuranî.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.

[1] İsrâ sûresi, 17/85.
[2] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 696, 697, 975, 976 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat, Üçüncü Menba ve Lemeât).
[3] Rahmân sûresi, 55/15.
[4] Rahmân sûresi, 55/14.
[5] Rahmân sûresi, 55/15.
[6] Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 193-277 (On Birinci Şua).
[7] Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 121-122 (13. Lem’a, Onuncu İşaret).


19 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlılar Hakkındaki Söylentilere Ne Dersiniz? Türkler Müslümanlığı Niçin Kabul Etmişlerdir?

Bilhassa son zamanlarda Osmanlılar için akla hayale gelmedik isnatlar, iftiralar yapıldı. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabında çok ciddî bir hususa temas ediyor. Mealen diyor ki:

“Bizim milletimiz kadar, kendi âbâ u ecdâdına düşman, beşer tarihinde ikinci bir millet gösteremezsiniz. Her milletin sonradan gelenleri (halefler), evvel gelmiş olanları (selefler), -ister ilim adamı, ister içtimaiyatçı, ister veli, ister edip olsun- alkışlamış ve tebrik etmiştir. Meselâ daha evvel, Batlamyus coğrafya ve kozmografyaya dair bir şeyler yazmıştı. Kopernic geldi, onun bir kısım yazdıklarına yanlış dedi. Ama, şu mânâda dedi: ‘Batlamyus ruhun şâd olsun! Gerçi söylediğin şeylerde eksikler var ama ne yapacaksın, devrinin kültürü o kadardı, o kadar söyleyebildin.’ Kopernic’ten az sonra Galileo, arkadan da Einstein geldi. Einstein, Kopernic’i de Galileo’yi de alkışladı; temellerini attıkları sistemden dolayı onlara teşekkür etti; tabiî yanlışlarını da düzeltti ve kat’iyen onları lânetlemedi. Evet, Batılı böyle düşünür…”

Sekiz asır evvel “sıfır”, Hindistan’dan Anadolu’ya, oradan da Müslümanların eliyle Avrupa’ya gitti. O gün Avrupalı, Roma rakamlarını kullanıyordu. Aslında, bu rakamlarla ne matematik, ne de hendese yapılabilirdi. Anadolu Müslüman’ı Avrupa’ya “sıfır”ı ulaştırdı. Sıfır oraya ulaşır ulaşmaz, âdeta rakamlara hayat geldi. Avrupalı bir ölçüde, bizim ilim adamlarımıza karşı nankörlük yaptı. Ama sıfırı kullanma meselesinde ve matematikle gelen yeni prensipler karşısında da, Müslümanların mesailerini takdirle karşıladı ve değerlendirdi. Sıfır olmasaydı, ciddî hiçbir mesele çözülemez ve feza fethedilemezdi. Bahşedilen bir sıfırdı ama; netice çok mühimdi.

Bizim millete gelince -bir fikir vermek için anlatıyorum- İmam Gazzâlî Hazretleri 1058’de dünyaya teşrif etmiş. Yaklaşık bin senelik bir zaman… Kendi devrinin kültürüne göre, meselâ astronomi, tıp ve hendese ilimlerine dair çok ileri şeyler söylemiş. Söylediği şeylerin çoğu devrini aşkındır. Onun hakkında Gibb, aynen şöyle der: “Ben insanlık âleminde böylesine kendi devrinin kültürünü çok iyi bilen ve kendinden sonrakilere intikal ettiren ikinci bir adam tanımıyorum.” Yani, Gazzâlî gibisini tanımıyorum, demektedir. Fahruddin Râzî’nin yazdığı kitapları yığsak, başımızı aşar. Ben, kendi hesabıma “Bu kadar şey yazılmaz.” diyorum. Sadece tefsire dair yazdığı eser aşağı yukarı altı bin yaprak… Hesap ediyorlar, çocukluğu dahil, hayatının her gününe 15-20 sayfa düşüyor. Size basit gelir ama; bir sayfayı yazmaya kalksanız, yarım saat, kırk dakikadan evvel yazamazsınız ve hele bunlar tenkit ve araştırma eseri ise…

Bu zatlar kendi devirlerinin kültürünü çok aşmışlar. Bir asır, iki asır, üç asır… Nazarlarını ötelerde, ötelerin de ötesinde gezdirmiş ve nazarlarının ulaşabildiği yere ayaklarını da koyabilmişlerdir. Ne acıdır ki, sonra gelen mirasyediler, bu muhteşem serveti daha ileriye götürememişlerdir. Meselâ, Benû Musa gelmiş, o güne göre Bağdat’ta en büyük rasathaneyi kurmuş; Avrupalının, şeytanlar Ay’dan, yıldızdan haber getiriyor zannettiği bir zamanda, onlar keşif üstüne keşifler yapmışlardır. Müslümanlar Endülüs’e gittiklerinde, orayı da ilim adına aynı şekilde feth ve keşfetmişlerdir.

Ama sonra, bazı zalim ülkeler değişik bahanelerle, hatta dinlerinin, diyanetlerinin tehdit altında olduğunu ileri sürerek üzerimize yürümüş, iflâhımızı kesmiş ve bizlere düşünme, çalışma, üretme fırsatı vermemişlerdir. Daha sonra ise, Avrupa kafalı kimseler, her şeyi Batıdan görerek, kendi kökünden kopmuş, kültüründen, mazisinden, kitabından, kütüphanesinden uzaklaşmış ve ortada kalmışlardır.

Her kültür, bir evvelki kültürün neticesi ve kendinden sonra gelecek kültürün de mukaddimesidir. Kültürlerin telâhuku, tıpkı bina gibidir. Sen o binanın yapısına bir şey koyacaksın, bir başkası gelecek, o da onun üstüne bir şey koyacak; derken böyle öze bağlı tabiî gelişme, iç içe sürüp gidecek… Nasıl ki, ilim ve felsefede Kopernic’ten, Galileo’ye, Newton’a, Einstein’a kadar böyle olmuştu…

Evet ben, bütün bu karmakarışık şeylerle sözü, Osmanlı düşmanlığına getirmek istiyorum.

Efendim, Osmanlılar minare yapacaklarına, neden ülkeyi fabrika bacalarıyla süslememişler? Bu maskaraca iddiaya gülmek lâzım… O devirde fabrika da, bacaları da henüz rüyalara bile girmemişti. O devirde yapılacak şeyin en büyüğü oydu ve onlar da onu yaptılar. Kaldı ki -düşmanların dahi itirafıyla- yeniçeri, milletten aldığı gücü, millete karşı kullanmasaydı Batılılardan hiç de geri kalmayacaktık. Osmanlı, kendi devrinin beyi, paşasıydı. Sözü o söylüyor, devletler arası dengeyi elinde o tutuyor, dünya çapında huzuru o temin ediyordu. İnkâr edenler etseler bile, bu işin mütehassısı olan Batılı münsif ilim adamları artık bunu itiraf ediyorlar.

Osmanlı düşmanlığı, Avrupalıların iğfali ve körü körüne onları taklitle yapılmaktadır. Meselâ bir zamanlar Fransızlar, Sultan İkinci Abdulhamid için “Le Sultan Rouge” demişler. Bizim gazeteler, bunu oradan alıp serlevha yaparak “Kızıl Sultan” diye hemen neşredivermişlerdir. Evet, bugün atalarımıza, soyumuza ait ne kadar sövmeler, küfürler varsa bütünüyle Avrupa’dan tercüme edilmiştir. Yani kaynak Avrupa’dır. Onun için, içimizde büyüklerimize karşı kullanılan hemen bütün uygunsuz laflar, neseb-i gayr-i sahih ve Avrupa menşeli kelimelerdir. Keşke, bu millet de en azından, Avrupalılar kadar kendi atalarına karşı saygılı olabilseydi!

Ayrıca biz, Osmanlı’nın, Müslümanlığı istismar ettiğini asla düşünemeyiz. Çünkü o, kuvvetli iken de, zayıf iken de Müslümanlığa sımsıkı sarılmıştı.

Sadece Osmanlılar değil, Alparslan’ın amcası Tuğrul Bey, Abbasî devleti başındaki Halife el-Kâim hilâfetin şahs-ı mânevîsini muhafaza ve müdafaa edemeyecek hâle gelince, Halife el-Kâim’in huzuruna edeple girdi. Aslında, buna hiç de mecbur değildi, ama karşısındaki zat, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait vazifeyi temsil ediyordu. Bel kırıp boyun bükerek makamında onu ziyaret etti. “Ben size dehalet ediyorum. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait büyük mânâların müdafaası hususunda bize düşen bir vazife varsa, emre âmâdeyiz.” dedi ve teslim oldu. Halife yine el-Kâim’di ama, hilâfeti muhafaza eden, onun bayraktar kumandanı Tuğrul Bey’di. O devirde Türklerden bin çadır birden Müslüman olmuştu. Tuğrul Bey de bunların idarecisiydi. Az bir tasarrufla, İsmail Hami Danişmend Bey’den naklettiğim bu satırlar, yüce milletimizin İslâm’a karşı tavrını göstermesi bakımından çok önemlidir. Şimdi rica ederim, Tuğrul Bey’in şu asil davranışının istismarla ne alâkası var? Tuğrul Bey’in bu asil davranışını istismarla alâkalı göstermek, şanlı milletimizi tanıyamama bahtsızlığından başka bir şey değildir.

Osmanlı’nın temelinde de işte bu ruh vardı. Ertuğrul Gazi de, baştan başa Anadolu’yu katedip Söğüt civarında bir yere yerleştiğinde, yine İslâm bayraktarı olarak yerleşmiş veya yerleştirilmişti. Müslümanlara karşı hiçbir menfi tavır ve vaziyeti olmadığı gibi, Halifeye de fevkalâde saygılıydı. Kayıboyu Söğüt’e yerleştiğinde, Anadolu’da başka beyler ve beylikler de vardı ve bunlar arasında kavgalar sürüp gidiyordu. Önce Ertuğrul Bey, sonra da Osman Gazi bu umumî kargaşa içinde sadece ve sadece nazarını Bizans’a dikmiş, onunla hesaplaşma yolları araştırıyordu. Bu öyle erkân-ı harpçe bir şeydi ki, bir taraftan Müslüman’a asıl hedefi gösteriliyor, diğer taraftan da Müslümanların kuşkulanmalarına meydan verilmiyordu. Osman Gazi ilk iş olarak Anadolu’daki beylikleri bir araya getirmeye çalışabilirdi. Fakat babasından aldığı vasiyet, sahip olduğu müthiş dirayet ve kiyaset, sonra da kayınpederi şeyhinden (Edebâlî) aldığı dersle fevkalâde itinalı, temkinli hareket ediyor ve “Müslümanların karşısında alternatif olarak küfür bulunursa, onlar benimle birleşirler, böylece kefere ve fecereyi ezeriz.” diyordu.

Bunun için, hedef olarak Bizans’ı seçmiş, onunla uğraşıyor ve mü’minlere kat’iyen sataşmıyor, onların arasındaki sürtüşmelere, vuruşmalara karışmıyordu. “Benim hedefim Bizans’tır ve bir gün Konstantin mutlaka fethedilecektir.” diyordu. Bu kadar coşkun bir insanın, Müslümanlığını istismarcılık ve jeopolitik olarak görüp göstermek kasıtlı değilse, akılsızlıktır. Osmanlı bütün samimiyetiyle altı asır, dünyanın en uzun ömürlü devletlerinden biri olarak, hiçbir aileye nasip olmamış bir lütfa mazhardır ve Kur’ân’ın bayraktarı bir millettir. Kim bilir, içteki ve dıştaki bir kısım hainler ona darbe vurmasalardı, bir, bir buçuk asır evvel, belki cihanın daha pek çok yerleri İslâm’ın gülen yüzüyle tanışmış olacaktı…

Osmanlılar en zayıf oldukları dönemde bile dinlerine sımsıkı bağlı idiler. Voltaire’in yüz kızartıcı bir eseri vardır. O, bu eseriyle, doğrudan doğruya gözümüzün nuru Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedef alıyordu. Tam devletin hasta olduğu devirde, Fransa, bu eserin sahnede temsil edilmesini kararlaştırıyor. Ama, yaralı ve hasta aslan, Efendisine (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan böyle bir hakaret karşısında kükrüyor. Kızıl Sultan dedikleri adam -yüz bin defa hâşâ!- Fransızlara ültimatom gönderiyor: “Benim ve bütün Müslümanların Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakaret eden bu piyesi oynatırsanız, Hindistan, Arabistan ve bütün İslâm âlemini aleyhinize ayaklandırırım.” -Keşke İslâm dünyasında o şuur olsaydı!Bu hasta aslanın kükreyişi, Fransa’da öyle bir sarsıntı meydana getirir ki, Fransızlar Voltaire’in piyesini temsile cesaret edemezler. Bu sefer, İngilizler sahneye koymak isterler; bizim yaralı aslan bir ültimatom da onlara gönderir; derken onlar da oynatamazlar. İşte şanlı ecdadımız budur!

Evet, hasta devrinde dahi Peygamberinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sakalına konacak bir gubar karşısında tir tir titreyen Osmanlı’ya uzatılan dil koparılmalı. Osmanlı, tarihte devlet olarak sahabeden sonra en muallâ mevkii işgal etmiş ve altı asır Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) adını bayraklaştırmış üstün bir millettir.

Allah’ın binlerce rahmet ve mağfireti üzerlerine olsun!

Gubar: Toz.
Telâhuk: Birbirine eklenme, katılma, birikim.

19 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Günümüzde Fen ve Tekniğe Ait Meselelerle İslâm'ı Anlatmak Yaygın Haldedir. Bunu Nasıl Görürsünüz?

Evet, günümüzde, çeşitli ilim dallarını ele alıyor ve onları birer adese yaparak, eşya ve hâdiselere, hatta dinî meselelere o adese ile bakıyor.. anlatırken de aynı usûle riayet ediyoruz. Meselâ “Cenâb-ı Hak vardır.” derken, diyoruz ki: Fizik ilmi mevzu olarak ele aldığı şu sahalarla Allah’ın varlığına delâlet ediyor. Kimya esrarengiz hâl ve hüviyetiyle, şu kanun ve yollarla aynı noktaya parmak basıyor. Astrofizik şu meselelerle Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ilân ediyor… vs.

Bazen de toplu olarak bunların hepsini nazara alıyor ve kâinat içinde cereyan eden, makro ve mikro plânda hâdiselerle O’nun varlığına ve birliğine dair deliller araştırıyoruz.

Bir kitap var, adı: “et-Tıb Mihrabü’l-İman.” Mânâsı: “Tıp ilmi imanın mihrabıdır.” Bu isim bana çok tonlu gelir. Bir insanın tıp tahsili yapıp da Allah’a inanmaması düşünülemez. Evet, o mihrapta hep imana dair meseleler okunur.

Çünkü insan anatomisi öyle baş döndürücü mahiyette yaratılmıştır ki, insanın hangi yanına bakarsanız bakınız, gördüğünüz âhenk karşısında kendinizden geçecek ve “Allahu Ekber” diyeceksiniz. Tıp işte böyle bir mihraptır!

Günümüzde umumiyet itibarıyla çeşitli ilimlere müracaat ederek dinimizi anlatmaya çalışıyoruz. Kur’ân’a bakarken ve baktırmaya çalışırken, onun mucizeliğini anlatma sadedinde bu ilimleri birer vasıta olarak kullanıyoruz. Meselâ, anne karnında ceninin geçirdiği embriyolojik safhalarda, çocuğun uğradığı kademelerin hepsi, Kur’ân’da, sırasıyla bugün tespit edilen ve ileride tespit edilecek olan keyfiyete göre ifade ediliyor.[1] Bugünün ileri tekniğiyle ve röntgen şuaları yardımıyla tespit edilen bu safhalar nasıl olmuştur da on dört asır evvel, ümmî bir Zât (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarafından tespit edilmiştir. Bir insana isnat edilmesi itibarıyla bu mümkün değildir. Öyle ise Kur’ân, Efendimiz’e ait bir söz olamaz. Bu kadar tahşidattan sonra da şu neticeye varıyoruz: Kur’ân Allah kelâmıdır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ispat, aynı zamanda onu bize tebliğ edenin risaletini de kabullenme demektir. Bunun ötesinde, imana ait hemen her meseleyi bu silsile içinde ele almak mümkündür.

Kur’ân’ın mucize oluşunu ispat sadedinde, müstakil olarak ve tafsilatıyla üzerinde durduğumuzdan, misallendirmeyi daha fazla uzatmak istemiyoruz.[2] Burada anlatmak istediğimiz husus şudur:

Biz, çeşitli ilimlere müracaat ediyoruz ve dinimizi onlarla anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü insanlığın kafa yapısı o noktaya gelip dayanmış bulunuyor. Maddeperest anlayış ve materyalist düşünce, ilim ve tekniğe ait meseleleri inkâr ve küfrüne birer malzeme olarak kullanma gayretindedir. Bu iğfal sebebiyle kafaları bulanmış ve bakışları kararmış insanımıza, aynı malzemeleri kullanarak, ilim ve tekniğin dine zıt ve düşman olmadığını ispat etmek zorundayız. Diğer bir tabirle, Marks, Engels ve Lenin gibi maddecilerin maddeyi değerlendirerek, inkâra gitmelerine karşılık, bizim de aynı maddeyi değerlendirerek imana yürümemiz âdeta bir vecibe hâline gelmiştir. Ben şahsen bunca tahşidatta hiçbir mahzur görmediğim gibi, günümüzün inanmış ilim adamlarının, bu gibi meseleleri çok daha rahat anlatabilecek seviyede kendilerini hazırlamaları gerektiğine de inanıyorum. Zira Kur’ân âyetleri yer yer elimizden tutarak bizleri, semalara çıkarır, yıldızların, galaksilerin, sistemlerin içinde gezdirir, seyrettirir ve kâinat çapında o muhteşemlerden muhteşem Cenâb-ı Hakk’ın saltanatının haşmetini tanıttırır. Sonra bizi insanlar arasında dolaştırır. İnsan azalarına dikkatimizi çeker ve bidayetten nihayete kadar, varlığı gözler önüne serer.. insanın teşrîhî durumunu ele alıp bu upuzun yolculuğu zerreler âlemine kadar sürdürür.[3] Bazen Allah’a karşı en saygılı insanın âlimler olacağını söyler[4] ve benzeri beyanlarıyla ilme teşvikte bulunur; daha birçok ilmî ve fennî meselelere parmak basar, muhataplarına araştırma ve düşünmeyi tavsiye eder. Ne var ki, bu mevzuda anlatılan hususların, Kur’ân’ın ruhuna uygun olmasını ilk şart olarak göz önünde bulundurmak lâzımdır. Yoksa Kur’ân adına Kur’ân tahrif edilmiş olur.

Bu arada usûl bakımından bir iki hususa dikkati çekmekte yarar görüyoruz:

Birincisi: İslâm’a ait hakikatleri anlatmaya sadece bir vesile ve vasıta olarak kullanılması gereken bu gibi mevzuları, kendi kendimizi göstermeye ve ilmimizi ispat etmeye vasıta olarak kullanmaya kalkınca, her şey değişir ve anlattıklarımızın hiçbiri muhataba tesir etmez hâle gelir. Ağzımızdan çıkarken apaydın ve nurlu olarak çıkan bu hakikatler, kalbteki niyetle orantılı olarak nurunu ve aydınlığını kaybeder ve kapkaranlık bir hâlde bize geri döner. Konuştuklarımızın iknaya yönelik olması gerekirken, ilzâmı hedefler ve ona göre bir şeyler söylemeye çalışırsak, aksi düşüncedeki muhatabımızın gönlüne girme yollarımızı tıkadığımızdan dolayı hiçbir zaman müessir olamayız. Hâlbuki bunun aksine davrandığımız zamanlarda, biz farkında olmasak bile dinleyenler arasında mevzua ihtiyaç duyanlar, hisselerini alır ve istifade ederler. Çünkü artık kendimizi değil, bizzat hakikatin kendisini göstermek niyetini taşıyoruz. Hatta bazen öyle olur ki, sizin herhangi bir meseleyi çapına uygun anlatamadığınızı düşündüğünüz bir sohbetiniz, talâkat-ı lisaniyenizin fevkalâde olduğuna inandığınız bir başka konuşmanızdan daha tesirli ve daha istifadeli olmuştur. Demek ki bu mevzuları anlatmada en birinci gaye ve hedef, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil ve bize ait hakikatleri, muhatabın seviyesine göre takdim olmalıdır.

İkincisi: Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzuları anlatma gayretine girmek kat’iyen doğru değildir. Hele, kendi meselelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehâlükle bu mevzulardan bahsedip meselelerimize itibar ve güç kazandırmayı hedeflemek, kabul ettiğimiz hakikatlere karşı saygısızlığın ifadesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin söylediğini esas kabul edip, kendi meselelerimizi onlara tasdik ettirmek, hiçbir yönüyle tecviz edilecek gibi değildir.

Arzu edilirse mevzuu şöyle toparlayabiliriz:

İlimler, vicdanlarımızda meknî hakikate konan, toz ve toprağı süpürmek için birer vasıta, birer süpürgeden ibarettir. Yoksa Allah korusun ilimlerin gösterdiğinin doğruluğundan hareket etmeye başlarsak, âyet ve hadisleri onlara uydurmaya çalışır ve uymadığı yerde de hem kendimiz hem de muhatabımızı şüphe ve tereddüde düşürmüş oluruz. Hâlbuki bizim hareket noktamız şu olmalıdır:

Allah’ın ve Resûlü’nün beyanları doğrudur. İlimlerin söyledikleri de bu beyanlara uyduğu sürece doğru sayılır. İnhirafları ölçüsünde de yanlıştır. Aynı zamanda ilimlerin doğru olan kısmı dahi, imanî hakikatleri ayakta tutucu kaideler değillerdir. Bunlar imanî meselelerde ancak fikir verici ve düşündürücü mahiyette kabul edilebilirler. İmanî hakikatleri vicdanımıza yerleştirip tespit edene gelince o, doğrudan doğruya Rabbimizin hidayet elidir. Cenâb-ı Hakk’ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünkü o, bütün bir hayat, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bile olmadan kendisi de hep bir natüralist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdanında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emaresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyetini hissedemeyecek; zâhiren tabiatperestlikten kurtulacak ama hayatının sonuna kadar bir natüralist olarak ömür sürecektir.

Onun içindir ki, ilimlere tebeî bir nazarla bakmalıdır. Ve insan bütün ilimlere ait delillere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vesvese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakikatler o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu meseleyi ışık cümbüşü içinde destanlaştıranlar dahi bir yere gelince benim vicdanımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilave edemeyeceklerdir.

İnsan kalbindeki imanıyla mü’mindir, kafasındaki malumat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan, âfakî veya enfüsî delillerle sıçrayabileceği mesafeye çıktıktan sonra eğer bunların zâhirî keyfiyetlerinden sıyrılmazsa, terakki adına bir adım dahi atamaz; o, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atacak ve doğrudan doğruya, Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında, kalb ve vicdanının nurlu yolunda yürüyecektir ki, o zaman aradığı aydınlığa ulaşabilsin.

Bir Batılı düşünür, “Allah’a lâyıkıyla inanabilmek için okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum.” der. Şüphesiz, kâinat kitabının, insanın kendi mahiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri vardır. Fakat bunlar vazifelerini tamamladıktan sonra, insan, onlardan sıyrılmalı ve imanıyla baş başa kalmalıdır. Bütün bu anlattıklarımız biraz tecrübeye dayanan meselelerdir. Vicdanî tecrübeleriyle derinleşemeyenlere bu dediklerimiz nazarî gelebilir. Fakat geceleri aydın ve Rabb’e iştiyak içinde kanatlanmış ruhlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar…!

Talâkat-ı lisaniye: Düzgün, akıcı ve güzel konuşabilme hâli.
Meknî: Gizli, saklı.
Tebeî: Aslî olmayan, başka bir asla tâbi olan, dolaylı.

[1] Bkz.: Hac sûresi, 22/5; Zümer sûresi, 39/6.
[2] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/9-25. (“Kur’ân, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı olamaz mı? Değilse nasıl ispat edilir?” sorusuna verilen cevap.)
[3] Bkz.: Mü’minûn sûresi, 23/13-14.
[4] Bkz.: Fâtır sûresi, 35/28.

24 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

İmama İtaatın Hükmü Nedir? Kur'an, Ulü'l-Emre İtaat Edin, Buyuruyor?

Evet, Kur’an Ulu’l Emre itaatı emrediyor: “Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin.” (Nisa/59) diyor. Yani, “Ey iman edenler, Allah’a itaat ve inkıyad dairesi içine girin. O’na karşı başkaldırıp serkeşlik etmeyin. Allah’ın Rasûlü’ne -harf-i tarifle anlatılan o belli Rasûle- de itaat edin.” (Biz, diğer peygam-berleri de sever ve kabulleniriz. Zira biz, onlara itaat ve sevgiyi, o belli Rasûl ile öğrendik. Peygamberlerin kadr-u kıymetini, O’nun elimize uzattığı ölçü ile ölçüp anladık. Mesih, O’nun nûrlu beyanı içinde, bizim gözümüzün önünde büyük bir peygamber olarak abideleşti, yoksa O, teslisle karartılmış ve kilisede, evet o karanlık zeminde tamamen tanınmaz hale gelmişti. Hz. Mesih’ten Hz. Adem’e kadar bütün peygamberleri O’nun sayesinde tanıdık. Öyleyse, diğerlerini tanımak istiyorsanız, evvela o belli Rasûl’ü tanıyınız, O’na itaat ve inkiyad ediniz!. Ve yine O’nun aydınlık ikliminde ışıktan birer yumak haline geliniz. İşte o zamanı her şey aydınlığa kavuşacaktır.

“Medyun O’na cemiyyeti, medyûn O’ne ferdi;
Medyundur O masuma bütün bir beşeriyyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”

“Ve uli’l emri minküm” Yani “Rasûl’ün aydınlık yolunda, O’nun yürüdüğü şehrahı bulmuş, sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz.” Üç-beş kişiyi idare edenden, binlercesini, milyonlarcasını idare edenlere kadar, Allah’ın gös-terdiği, Rasûl’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli, kararlı olan bütün önderlere, bütün liderlere tabi olunuz! Yerinde ve belli ölçüler içinde. Öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da başkaldırılmasa hatta bir ölçüde müdârat ve mümâşat yapılsa bile; mutlak itaat edileceklerin peygamber çizgisinde olmaları şarttır.

Âyet, birbirine bağlı, Allah’a, Rasûl’e ve ulu’l emre olmak üzere üç itaattan bahsediyor. Peygamber, bütün büyüklüğünü, ihtişam ve celadetini, Allah’ın elçisi olmada kazanmıştır. O bir insandır, fakat bizim Allah’a ulaşmamız yolunda, gaye çapında bir vesiledir. Biz de bu vesileye tutunmuş gidiyoruz. Efendimizin elinde bulunan vesile öyle bir iptir ki, biz o ipe tutunduğumuz zaman Allah’a ulaşırız. Zira bu ipin öbür ucu Allah’ın elindedir. Efendimiz (sav) Kur’an’ı anlatırken öyle buyuruyor: “Kur’an öyle bir iptir ki bir ucu Allah’ın elindedir, kim ona tutunursa, Allah’a yükselir.” İşte, Nebi Cenab-ı Hakk’ın emirleriyle ve bizim Allah’a karşı vazifelerimizle böyle içli dışlı olmuş ve böyle bütünleşmiştir. Nebi, Allah değildir. Hıristiyanların Hz.Mesih için dedikleri gibi, Allah’ın tahtının bir yanına oturmuş da değildir. Fakat yeryüzünde O, “Bir Mir’at-ı mücella dır ki, O’nda Allah görünür daim.”

Zatıma mir’at edindim zatını,
Bile yazdım adım ile adını.

diyen Süleyman Çelebi’nin ifadesi içinde, O’na bakmadan Allah’ı görmek imkansızdır.

Şimdi, bu yol buraya kadar aydın olduğu gibi O’ndan sonra da aydın olarak devam edecektir. “Ve uli’l emri minküm” Rasûl nasıl Allah hesabına hükmeder, karar verir ve itaat ister, aynen öyle de “Ulu’l emr” dediğimiz kimseler de evvelâ, Rasûlullah’ın yolunda olacak, O’nu dinleyecek, O’na itaat edeceklerdir.. İşte Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir, işte Faruk-u Âzam Ömer, işte Zinnûreyn Osman, işte Haydar-i Kerrar, Şah-ı merdan Hz.Ali (ra). Bunlar, bir göz açıp kapayacak kadar dahi Efendimiz’e (sav) muhalefet etmemişlerdir. Muhalefettense, yerin dibine girmeyi yeğlemişlerdir. Sonra da mü’minler bu türlü emirlere itaat ve inkıyad edeceklerdir. Aksine çok büyük hizmetler yapsalar da Allah Rasûlü’ne muhalefetleri nisbetinde inkıyad edilme hakkını kaybederler. Onun için emir olma mutlaka itaatı gerektirmez. Emir, emirliğinin yanında eğer Rasûlullah’a sımsıkı bağlı ise ona da itaat edilir. Hem de ibadet neşvesi içinde. Şimdi eğer mü’minler, yukarıdaki ölçülere uygun hareket etmiyorlarsa, bildikleri şer’î maslahatlar, ve mecbûr oldukları zarûretler vardır. Dine hizmet, ve “i’lâ-i kelimetullah” sulholmayı, inkıyadı ve müsbet hareket etmeyi emrediyorsa, bütün dünya toplansa, onlara menfî hareketin en küçüğünü dahi yaptırtamaz.

İkincisi; itaat dairesi, çok geniş ve mütedahildir. Efendimiz (sav) buyururlar ki: “Eğer bir yerde üç kişi bulunursa, bir tanesi onlara emîr olsun.” Üç kişinin birisi emîr olacak ve diğer iki kişi onu dinleyip ona itaat edecekdir. Bir yolculuğa çıkarken, içlerinden biri emîr seçilecek; oturma-kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme veya durma, hepsi ona sorulacaktır. İşte, itaat dairesi ta buradan başlar!

Namaz bize itaatı talim eder. Çünkü imam, “yat” der yatarız, “kalk” der kalkarız. Böylece bir askerin talim ve terbiye ile disipline edilişi gibi, namaz da temel hedefinin yanında bizi disipline eder. Esasen cemaatle namaz kılarken de söz dinlemeye alışırız.

Bilhassa yüce bir davaya gönül vermiş olan mü’minler, Müslümanlığı alakadar eden mevzularda, kat’iyyen kendi başlarına hareket edemezler. Görüşürler, konuşurlar, meşveret ederler; gerekirse, meşveret söz kesen birine götürülür, iş onun tesbitiyle bağlanır ve ondan sonra ortaya konan her ne ise, herkes o hususta itaat ve inkıyad eder. Hadd-i zatında, meşveretle hareket eden bir ulu’l emrin arkasındaki mü’minler onu kabullenme içinde Hakk’a itaat etmiş olurlar.

Evet, Hakk’ın hatırı için, Efendimiz’in beyanıyla “saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahi bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” “İsmeû ve etîû velev üstü’mile aleyküm abdün habeşiyyün keenne re’sehû zebîbetün”le anlatılan kimselere dahî itaat edeceğiz. Tarihi gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi için, siyahi bir köleye itaat mümkün değildi. Ama Efendimiz bütün cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ve O’nun bu ifadeleri aynı zamanda; “İmam mutlaka Kureyş’den mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine de beraberinde getirmişti. Demek ki Habeşli bir köle imam olabilecekti…

Hülâsa, mü’minler, iman ve Kur’an hizmeti adına yapacakları her meseleyi meşveret edecek, neticede meseleyi bir hükme bağlayacaklar ve bir söz kesen de bu hükmü noktalayacaktır. Bundan sonra ise artık itaat ve inkıyad faslı başlar. Aksi takdirde herkes kendi kafasına göre hareket ederse, ondan anarşi doğar. Kalbler bir noktada ittihad ve ittifak edemediğinden dolayı da Cenab-ı Hak, cemaate lûtfedeceği şeylerden onları mahrum bırakır. Ferd hususi meziyet ve fazîletleriyle belli şeylere taliptir ve Allah onları verir. Ama cemaate Allah’ın vereceği bazı şeyler vardır ki, onlar ancak cemaat halinde istendiği zaman verilir. İnsanlar şayet cemaat yapısını bozmuş ve parçalamışlarsa, teker teker ve münferit hareket ediyorlarsa, Allah’ın, cemaata terettüp eden lütûflarından mahrum kalırlar. Bir istiska duası, bir hüsuf ve küsuf namazı, bir bayram namazı, bir Arafat’ta toplanma vazifesi.. evet bütün bunlar, cemaatle yapılır, cemaatle eda edilir. Zaten bu mükellefiyetler de Müslümanların cemaat olma seviyesine ulaşmalarından sonra bahismevzuu olmuştur.

Namaz Mekke’de farz kılınmış olmasına rağmen, Cuma namazı Medine’de farz kılınmıştır. Zira Mekke’de henüz bir cemaat teşekkül etmiş değildi. Ne zaman ki mü’minler hicretle cemaatleşti, işte o zaman Cuma namazının farziyeti söz konusu edildi.

Halbuki Medine’de bu merhale daha önce katedilmişti. Gerçi Cuma farz değildi; ama Es’ad b. Zürare, cuma günleri, Medine Müslümanlarını toplar ve onlara cuma namazı kıldırırdı. Çünki Medine cemaatleşme adına, o gün için Mekke’den daha müsaitti.

Belki de kader, Es’ad b. Zürare, Allah Rasûlü’nün arkasında cuma namazı kılamayacak diye onu bu nasipten mahrum bırakmak istememiştir! Zira Allah Rasûlü’nün şeref kudüm buyurduğu dakikalarda, Esad b. Zürare ebedî yolculuğa çıkmış bulunuyordu. Seniye-i Veda’da söylenen türküleri o, berzahtan dinleyecekti. Bera bin Azib (ra) ne zaman Esad b. Zürare’yi hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da bunları anlatırdı.

İtaat, cemaat olmaya has bir hal ve keyfiyettir. İnsanlar cemaat halinde hareket etmeye başladıkları andan itibaren büyük veya küçük her dairede itaat ve inkıyad da önem kazanmıştır.

Bir mü’min, itaatın ne demek olduğunu bilmeli ve mutlaka etmelidir. Efendimiz, kemal-i hassasiyetle bu iş üzerinde durmuş ve bu duygunun gelişmesi için lazım gelen her şeyi yapmıştır. Biz bu mevzuda sadece bir-iki misal arz edeceğiz.

Ammar b. Yasir ve Halid İbn-i Velid beraberce bir birlikte bulunuyorlardı. Bunların aralarında bir huzursuzluk çıktı. Halid, Ammar’a biraz sert konuştu. Bunun üzerine Efendimiz (sav) ikisinin de hakkını verdi: (Ammar Sabikûn-u evvelinden yani ilk Müslüman olanlardandı. Fakat Halid de o birliğin başında kumandandı.) Ammar’a “Kumandanınıza itaat edeceksiniz.” dedi. Fakat beri taraftan da Halid’e: “Sakın sakın Ashabıma ilişmeyin” dedi. Çünkü o daha önce iman etmişti.

Allah Rasûlü bir seriyye gönderiyordu. Onlara, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Daha sonra yolda seriyye kumandanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Rasûlü mutlak itaatı emretti” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için Müslüman olduk. Gidip Rasûl-i Ekrem’e (sav) soralım. Eğer bu hususta da kumandana itaat edilecekse o zaman kendimizi ateşe atalım” karşılığını verdiler. Medine’ye dönüldüğünde durum Allah Rasûlü’ne intikal ettirildi. Efendimiz: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyyen ondan çıkamazdınız” buyurdu. Yani Cehenneme giderdiniz. Allah’a isyanda mahluka itaat olmaz. Demek ki, Allah’la isyanın dışında her şeyde Emîre itaat edilecek..!

İtaat anlayışını kuvvetlendirmek için, Efendimiz (sav), Hudeybiye’den sonra, Mu’te’ye gönderdiği ordunun başına azadlı kölesi ve evlatlığı Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etti. Oysa ki, ordunun içinde Cafer İbn-i Ebu Talib vardı. Cafer çok büyük bir insandı. O, yaptığı işler itibariyle eşsizdir ve ona hayranlık duymamak mümkün değildir. O, Hz.Ali Efendimiz’den tam 8 yaş büyüktü. Müslümanlığı önceden tanıyanlardandı. Habeşistan’a hicret etmiş ve orada Necaşi’nin karşısında Kur’an okumuş, konuşmuş ve ona te’sir etmişti.

Zaten nâfiz’ül kelâmdı, tesirli konuşurdu. Şimdi de kılıcını kullanma zamanı gelmişti. Doğrusu o, bu mevzuda da hatırı sayılırdı. Ama Efendimiz, bütün bu meziyetlerine rağmen Cafer’in başına Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Mute’de düşman ordusunu hesap eden mağazi yazarları, üçyüzbin kişi olduklarını söylüyorlar. O kadar olmasa bile, zannediyorum yüzbin olduğunda şüphe yoktu. Bu yüzbinlik ordunun karşısında da sadece üçbin Müslüman vardı. Bir insanın kaç kişiyle dövüştüğünü lütfen bir düşünün. İşte Cafer’i adım adım takip edenler derler ki, başına, gözüne, kulağına inen her kılıç darbesi, ağaç buduyor gibi onu budarken, bir an olsun yüzünü düşmandan çevirmedi. Bu manzarayı mânevî bir ekranda seyrediyor gibi seyreden Efendimiz, Medine Mescidinde oturmuş ve olanları teferruatıyla Ashabına anlatıyordu. Bir ara, Cafer’i cennette gördüğünü, diğerlerinin boynunda birer tasma olduğu halde, onun kayıtsız, dümdüz yürüyüp gittiğini haber verdi ve tablonun diğer yüzündeki durumu da şöyle izah etti: Diğer komutanlar sıkışdıklarında, başlarını hafif sağa-sola çevirdiler. Cafer işte, yaşama endişesine hiç düşmeden dosdoğru yürüyüp gitti… İşte Cafer buydu. Ama yine de ordunun başında Cafer değil de Zeyd İbn-i Hârise vardı. Bu azatlı köleye herkes itaat etti ve dinledi. Hatta bir aralık, “Bu kadar düşman karşımıza çıkınca Efendimiz’e haber versek de sonra yapacağımızı yapsak” diyenler oldu. O zaman Zeyd İbn-i Hârise öne atıldı ve dinleyip, itaat etmelerini söyledi ve “ne olursa olsun Efendimiz bize geri gelin diye bir şey söylemedi. Öyleyse dayanacak ve burada hepimiz şehid olacağız!” dedi. Mute’de üç kumandan şehid olmuştu. Ondan sonradır ki, Halid zuhûr etti. Âdeta o ana kadar akan kanlar Halid’i yiyip bitiriyordu. Şimdi artık O konuşacaktı. Müslümanların ilelebed iftihar edecekleri Halid bin Velid’in Müslümanlığı kabullenmesinin üzerinden henüz bir kaç ay geçmemişdi ki, kendini bu çetinlerden çetin muharebenin ortasında buldu. Buldu ve savaşa iştirak için adetâ yanıp tutuşuyordu. Bazı meğazi yazarlarına göre, Efendimiz önce Halid’in savaşa iştirakını istememiş, fakat, sonra bu düşüncesinden vazgeçip izin vermişti. Şimdi soralım acaba Halid, Kur’an’dan 60 gün içinde ne öğrenmişti? Efendimiz’i ne kadar tanımıştı? Tanımıştı ki, içtimaî mevkiine rağmen, kendinden evvelki zatların emrine girip çalışmış ve bilmeyerek kaderin kendi hakkındaki hükmünü beklemişti. Birinci kumandan şehid olduktan sonra sıra ile Cafer İbn-i Ebu Talib ve dili kadar kılıcı da keskin Abdullah İbn-i Revaha da şehid düşmüş ve peşipeşine cereyan eden hadiseler adetâ, şanlı bir geleceğe namzet olan büyük kumandanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.

Şimdi bir de meseleye cemaat ruhu ve itaat açısından bakalım: Efendimiz (sav) bir azatlı köleye itaat ve inkıyadı, onu kumandan nasbederek öğretmiş oluyordu. Tabii böyle bir operasyonu günümüzün şartlarına görede değerlendirmemek icab eder. Zira o gün, köle hayvan muamelesi görüyor, efendileriyle beraber oturup yemek yiyemiyor, üçüncü sınıf bir insan olarak kabul ediliyordu. İşte Efendimiz (sav) öyle birisini, onların başına getirdi; “itaat ve inkıyad edin” buyurdu. Bu mevzuda Efendimiz (sav), o kadar ısrarlıydı ki, vefat etmeden bir kaç gün evvel babasının intikamını almak ve düşmanlara ders vermek üzere, Bizans’a teşkil buyurdukları bir ordunun başına, 20 yaşını henüz doldurmuş, Üsame İbn-i Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Halbuki bu orduda Ebu Bekirler, Ömerler birer nefer olarak bulunuyordu. Bununla da Efendimiz, yine bir cahiliye düşüncesini yıkmak; itaat ve inkıyad ruhunu oturtmak istiyordu. Çünkü Üsame, bir kölenin evladı ve fakirlerden fakir bir insan idi. Efendimiz (sav) de işte böyle fakir, genç ve bir köleden doğma birisine itaat ettirmek suretiyle, itaatin ne demek olduğuna dikkat çekiyordu. Allah Rasûlü, bütün hayatı seniyeleri boyunca itaat ve inkıyada çok ehemmiyet vermişti…

Yeniden onun düşünce dünyasında hizmet-i imaniye ve İslâmiye ile gerilen ve yeni bir diriliş hazırlayan günümüzün kudsileri, evet bu güzideler kadrosu da -inşallah- aynı şuurla meseleye sahip çıkarlar. Aksi taktirde her türlü perişanlık, dağınıklık, itaatsızlık, Müslümanları uzun zaman tünelde iki büklüm yürümeye mecbur ve mahkum edecektir.

Halbuki, insanımızın uzun süre beklemeye tahammül ve gücü yoktur. Kudsiler doğrulmak ve bu tüneli en kısa zamanda geçmek zorundadırlar. Ta ki, itaat ve inkıyatları bereketiyle, canı dudağına gelmiş insanların gönüllerine biraz ümit üflemiş olsunlar!

31 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

"Ruhlar Mütegayyir Olmadığına Göre Hâdis de Olamaz" Sualine Nasıl Cevap Verebiliriz?

Bu da kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar var: Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmaktadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimî bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh “Bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberra birisi dizmiş, tanzim etmiştir.” diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir Zât’ın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden her şey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberra olan bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya (celle celâluhu) delâlet eder ki, O da Allah’tır, Vâcibü’l-Vücud’dur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, arızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte Zât-ı Ulûhiyet için serdedilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.

Allah, mütegayyir değildir; Allah değişmez, O yemez, içmez, israfâtı, vâridâtı yoktur. Ezelîdir; varlığı Zâtî ve Kendindendir, aynı zamanda da ebedîdir.

Öbür taraftan, ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkep değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur’ân’ın beyanıyla, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hâsıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah’ın emriyle meydana gelen, zîşuur nuranî kanunlardan ibarettir. Tohumdaki nemalanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile -hâşâ- bazılarının aklına, Allah’a benziyor gibi bir şey gelmekte. Yani, Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?

Allah’ın tebeddülden, tegayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberra olması Zât’ındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kaim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil her şey O’nunla kaimdir. Her şey elini O’na uzatmış istiane etmekte, O ise, “iyyâke nestaîn”[1] sözü ile yapılan bütün istianelere iane etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah’ın yardım elini uzattığı mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kaimdir. Evet, ruh da Allah’a dayandığı sürece vardır. Allah’a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.

Bir misalle arz edecek olursak, Güneş’te şua, ışık ve renkler vardır. Ay’da da bunu müşâhede ederiz. Fakat Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’da o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ay’ın üzerindeki o arazî ışıklar, Güneş’te zatî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneş’i bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur’ân Ay için “nur”[2] veya “münîr”[3] tabirini, Güneş için ise “parıl parıl yanan bir lamba”[4] ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenâb-ı Hak için pek uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.

Ahirette de Allah, ruh ile beraber cesetleri de bâkî kılacaktır. Allah bâkî, onlar da bâkî, ama onların bekâsı Allah ile kaim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat O’nun varlığı kendi Zât’ı ile kaim. Onlar yok olabilirler ama Zât-ı Ecell-i A’lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberradır.

Besâtet: Basitlik, sadelik.
Elvan u eşkâl: Renkler ve şekiller. Kevnî: Varlık âlemiyle ilgili. Müberra: Uzak, beri.
Mütegayyir: Değişen. Bir hâlden başka bir hâle geçen.
Tebeddül-tegayyür: Değişme, başkalaşma.

[1] “Yalnız Senden medet umarız.” (Fatiha sûresi, 1/5)
[2] Yûnus sûresi, 10/5; Nuh sûresi, 71/1.
[3] Furkân sûresi, 25/61.
[4] Furkân sûresi, 25/61; Nuh sûresi, 71/16; Nebe’ sûresi, 78/13.

07 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Yoktan Var Olmaz, Vardan da Yok Olamaz Diyorlar. Zamanımızda Geçerli midir?

Lavoisier’e dayandırılan bu söz sadece bir iddiadır. Diyorlar ki: ‘Madde enerjiden mürekkeb ve enerjinin şekillenmiş halidir. Madde-enerji, enerji-madde bir devr-i daim halinde sürer gider. Demek ki, var yok olmaz, yok da var olmaz. Meselâ, yeryüzünde insanlar var olurlar, öldüklerinde çürür ve bu sefer de toprak olurlar. Ve varlıklarını toprak şeklinde devam ettirirler. Güneşteki hidrojen helyuma çevrilir, ondan çıkan şua, radyasyon ve çeşitli boydaki dalgalar, dünyanın yedi bucağına yayılır hatta birçok sistemlere kadar gider, ve onlar da kendilerine göre bunlardan istifade ederler. Yani, değişen sadece varlığın keyfiyetidir; yoksa bizzat varlık hep devam etmektedir.’

Evvela, Lavoisier ‘Var yok olmaz, yok da var olmaz’ derken bunu eşyanın kendisine nispet ederek söylemektedir. Yani, hiçbir varlık kendi kendine yok olmaz. Yok olan da yine kendi kendine var olamaz. Aynı zamanda, var ve yok etme gücüne sahip olamayan, sebepler, tesadüfler; hatta varlık içinde en kabiliyetli olan insanlar dahi, bu hükme dahildirler.. onlar da bir varı yok, bir yoku da var edemezler. Onların eliyle sadece terkipler değişir; varlık varlığını devam ettirirken, yok da ebediyyen yok olarak kalır. Ancak, mes’ele Cenâb-ı Hakk’a (cc) isnat edildiğinde bu hüküm tamamen tersine çevrilir. Allah (cc) varı yok eder, yoku da var eder. Her baharda binlerce, yüz binlerce, yoktan ve hiçten yaratılan bunca nebâtatı gördüğü halde, yok var olmaz diyen muannid evvelâ kendisi yok olmalıdır. Evet, Allah (cc) varı yok eder yoku da var eder. Zaten Lavoisier’nin de buna bir itirazı yoktur.

İkincisi: Varlık veya yokluk bizim mâlumatımızın dar mahbesine sıkıştırdığımız şeylerden mi ibarettir ki böyle bir iddiada bulunmak doğru olsun!

Epikür ve Tales’ten bu yana maddenin en küçük parçası olarak bilinen atom bugün daha küçük parçalara ayrılmış olarak bilinmektedir. Atom, kendi çekirdeğinin etrafında dönen, eksi yüklü elektronlar, artı yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan müteşekkildir. Dün bilinmeyen bu husus bugün herkesin malumudur; ve bugün yine her kesin malumudur ki, bunlar durmadan dalga neşretmektedirler. Görülüyor ki, bilgilerimiz daima yenileniyor ve bilgi dağarcımıza her an yeni bilgiler ilâve oluyor. Atom nazariyesi bir çok değişikliğe uğraya dursun, belli bir dönemde foton nazariyesi ortaya atıldı ve ilim adamları artık bütün mesâilerini partiküller üzerine teksif etmeye başladılar. Biz çok şey bildiğimizi zannediyoruz; halbuki çok şey bilmiyoruz. Varlık hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nisbetle deryada katre kalır…

Biz yine düne kadar, her şeyin atomdan meydana geldiğini kabul ediyorduk. Ancak bugün anti-madde nazariyesiyle atomun karşısında da bir anti-atom olduğu söylenmektedir ki, ‘Daha bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı’ (Yasin/36) manâsına gelen âyetin içinde bu manâyı düşünmek de mümkündür.

Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu ilmî gerçeklere ve telkin ettiği îmana bakınız ki, ‘Atomdan seyyarata kadar, her şeyi Cenâb-ı Hakk (cc) çift olarak yarattı. Tek olan birisi vardır o da Allah’tır (cc).’ Sadece O tek olan Zât’tır ki, parçalanmaz, bölünmez, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez, kemmî ve keyfî olarak ele alınmaz. O zâtında vardır ve bir Zât-ı ecell-i âlâdır. Tebeddülden, tağayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberrâdır.

Anderson’dan Asimov’a kadar, fizik ve astrofizik dünyasında yeni bir görüş olarak üzerinde durulan, anti-madde, anti-atom, anti-proton ve anti-nötron hususu bilgi sınırımızı tesbitte ve bilgi kapasitemizin azlığı mevzûunda düşüncelerimize bir buud daha kazandıracak mahiyettedir. Çok şey bildiğini zanneden insan, hiçbir şey bilmediğini bu yeni gelişmelerle daha iyi anlamış durumdadır. Zaten okudukça insanın, bir taraftan ilmi, diğer taraftan da cehâleti artmaktadır.

Anderson, pozitronu bulduktan sonra, elektron yerinde dönen başka bir şey buldu. Çünkü bu bulduğu artı yüklüydü. Halbuki elektron eksi yüklü olması gerekiyordu. Bu, maddenin karşısında zıt bir maddenin olduğunu ispat ediyordu. İlim dünyası şimdi bu sırrı çözmekle meşgul ve yoğun bir faaliyet içinde çalışıp durmaktadır. Bir de sıralamayı devam ettirirsek, bakın iş nereye kadar uzayacakdır: Anti-x, anti-partikül, anti-proton, anti-nötron, anti-elektron, anti-molekül. Ondan sonra da canlılara gelelim. (Yalnız şimdilik böyle bir tabir bilinmiyor) anti-bitki, anti hayvan, anti-insan ve anti-dünya…vs.

Çok sözleri kehânet derecesine varan Einstein demiştir ki, ‘Görünen üç buudlu mekanın dördüncü bir buudu daha vardır; o da zamandır.’ Tabii ki bu sezip görebilmeye bağlıdır. Siz o mekanın içinde bulunsanız, eşyaya bakışınız başka türlü olacaktır. Öyleyse, içinde bulunduğumuz mekânın dışında bu mekandan başka bir mekân vardır. Ve bu mekan hiçbir zaman başka bir maddenin değişmesinden teşekkül etmiş değildir.

Madde ile anti-madde arasındaki münasebet nedir? Bu sorunun cevabında deniliyor ki, bunlar birbirini yok edebilecek bir mahiyette yaratılmışlardır.

Ve yine ilim adamları, bir gün bütün kâinatta, maddenin anti-maddeye galebe edeceğinden bahsetmektedirler. Halbuki onların sözlerini te’yid eden hiçbir delilleri de yoktur. Bunu şunun için söylüyorum; acaba ilim adamları her şeyi biliyorlar mı ki, böyle bir neticeyi hemen kestirip atıyorlar.

Haydi onların bazı dediklerini kabul edelim. Yeryüzünde madde daha çoktur, anti-madde ise daha azdır. Ama bir de ileri sürdükleri hususlar üzerinde düşünelim. Meselâ onlar diyorlar ki, kâinat yaratılırken madde ve anti-madde birbirine mukâbil yaratıldı. Diyelim ki madde tarafında ikibin iki tane madde vardı; anti-madde tarafında ise bu oran ikibin taneydi. Sonra madde anti-maddeyi yedi, tüketti. Sonunda madde, anti-maddeden sadece iki tane fazla kaldı ve bu fazlalıktan dolayı, kalan iki fazla maddeden bu âlem vücuda geldi. Böylece de, madde anti-maddeye galebe çalmış oldu. Aslında hiç de böyle bir durum yoktur. Çünkü, eğer böyle bir şey olsaydı, yeryüzünde anti-maddeden bahsetmeye imkân olmazdı. Zira, iddiaya göre anti-madde baştan bütünüyle yok edilmiş sayılıyordu.

Bir de şöyle düşünelim. Anti-madde düşüncesi maddenin karşısında; anti-atom düşüncesi atomun karşısında bize sırlı bir âlemden bahsetmektedir. Biz maddî ve görünen varlıklarız. Niçin acaba cinler, anti-maddeye yakın bir şeyden yaratılmış olmasınlar? Neden meleklerin nurdan yaratıldığını kabul etmeyelim? Neden onlar bizi yokedebilecek güçte olmasınlar?

Acaba geçmiş peygamberlerin serencamesi arasında bu tür hâdiseleri görmek mümkün değil midir? Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Hıcr Sûresinde meleklerin bir yerde madde adına görünmelerinin orayı mahvettiği anlatılmaktadır. Demek ki Allah’ın (cc) emir ve müsaadesi olsa, melekler zincirleme reaksiyonlarla, kâinatı yok edebileceklerdir. Binaenaleyh, bir yerde madde bir nesic, bir kaneviçe meydana getirirken, bir yerde de anti-madde, meselâ; cinler ve ruhânîler gibi bir kaneviçe meydana getirmektedir. Madde-anti madde; mekân-anti mekan, zaman-anti zaman çarpışması neyse, dünya da âhiretin karşısında aynı durumdadır. Onun içindir ki Efendimiz (sav), gerçekten Cenneti görüyor, üzüm salkımına elini uzatıyor, Cehennemi müşâhede ediyor ve gördüğü o dehşetli manzaralardan irkiliyordu. Evet O, madde âlemindeyken de anti-madde âlemiyle münâsebet içindeydi…

İşte âlemin varlığı, maddesiyle anti-maddesiyle bu kadar karmaşıklık arz ederken, kalkıp birisinin, yüz sene önce söylenmiş bir söze dayanarak, ‘var yok, yok da var olmaz’ gibi laflar etmesi ilmî hiçbir mesnede dayanmayacağı gibi, tutarlı da olmayacaktır.

Burada, âlem hakkında çok şey bilmediğimizi bir kere daha tekrar etmek durumundayım. Bir zamanlar, esir maddesi etrafında da fırtınalar koptu. Var diyenleriyle bir grup, esir maddesinin mevcudiyetini çeşitli delillere istinad ederek ispat ederken, Michaelson ve daha başka bazı ilim adamları araştırmalarının neticesini, esir denen bir madde yok diye noktaladılar. Bu sefer Lorenz devreye girdi ve hayır, yok diyemezsiniz dedi: Bunların hepsi de söylediklerini, araştırmalarının onlara verdiği malumata dayandırıyorlardı. Durum böyle olunca ve bu bilinemeyenlere bir de insanın kendisi eklenince, varlık veya yokluk hakkında hüküm mâhiyetinde sözler söylenmesi biraz tuhaf değil mi?

Bir gün gelecek, İsrafil sûra üfleyecek madde veya anti-maddeden bir tarafı yok edecektir. Bu defa beriki diğerine göre belki gelişecek ve siz öyle varlıklarla karşılaşacaksınız ki, sizin gibi insan görünecek, ama elinizi vurduğunuzda bir tarafından öbür tarafına geçiverecektir. Siz ona, ister cin, ister melek, isterse ruhânî deyin. Ancak denmesi gereken bir şey daha vardır; o da varlığın maddeden ibâret olmadığı hakîkatıdır. ‘her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir; göz ise manâya karşı kördür.’ Maddenin ötesinde, bütün ihtişamıyla maddeye zıt ayrı bir varlık sahası vardır ki, gerçek manâ, İlahî nûr ve Cenâb-ı Hakk’ın (cc) tecelli ettiği âlem de işte bunun ötesindedir.Bu mevzûda hiç bir şey bilmiyoruz. Çünkü ilmin eli oralara uzanmaktan henüz uzaktır.

Üçüncüsü: Hepimiz müşâhede ediyoruz ki, var yok olmakta, yok da var olmaktadır. İşte gözümüz önünde Allah (cc) bir anda ışığı var ediyor, sonra onu yok ediyor ve onun yerine karanlığı var ediyor. Sonra karanlığı yok edip ışığı var ediyor. Biz de gözümüz önünde cereyan eden bu hâdiseleri müşâhede edip duruyoruz. Her mevsim yoktan varlık sahasına çıkarılan bunca nebatat ve hayvanat bize yoktan nasıl var edildiğini gösterip dururken bir gün de gelecek bütün bunlar yok olmakla, bu sefer de varın nasıl yok edildiğini yine görmüş olacağız. ‘Küllü men aleyhâ fân’ (Rahman, 55/26) sırrı zuhur edecek ve dünya üzerinde ne varsa maddelerine ait yönleriyle yok olacaklardır.

Evet, her şey fânîdir; ancak bir Bâkî vardır. O da hiç şüphesiz Allah’tır (cc). Ve o Allah (cc), varı yok; yoku da var etmeye muktedirdir.

Hasılı; maddeciler, varı yok, yoku da var eden ve kâinattaki baş döndürücü icraatıyla varlığını hissettiren yüce Yaratıcı yerine maddî bir ilâh, daha açık ifadesiyle de, bir (İlâh-Madde) ikâme ederek bir kısım bulanık düşüncelere sığınmak istemekteler. Zira, iddialarına nazaran âlemi idare eden sadece maddedir. Kimyevî ve mihanikî kuvvetler ise, maddenin vasıfları ve hususiyetlerinden başka bir şey değildir.

Ne var ki, onlara göre bu her şey olan maddenin hakikati meçhuldür. Ne acıdır ki, idrak edilemediğinden ötürü hakikat ve künhünü bilemedikleri Allah’ı (cc) inkâr eden materyalistler, hakikatını bilemedikleri maddeyi her şeye esas kabul etmekte hiçbir beis görmemekteler..? Onların bu gibi pek çok tenakuzları üzerinde durmayacak sadece sistemleriyle alâkalı bir-iki söz edeceğiz:

Materyalistler, yaratılış ve varoluşta en birinci âmil olarak maddeyi görürler. Onlara göre madde her şey üzerinde hâkim, kuvvet de onun esiridir. Âlemin idaresini, kâinattaki nizam ve âhengin muhafazasını, her şeyin esası sayılan bu kör ve şuursuz zerrelere, ilimsiz, idraksiz atomlara havale ederek varlık hakikatını izah etmeye çalışırlar.

Bu utandırıcı ve gayr-i ilmî hurâfeleri kabul etmek için insanın hakikaten kör ve şuursuz olması lazımdır.

İşte, maddecilerle aramızdaki en bâriz farklılık da burada ortaya çıkar. Maddeciler güya tecrübe ve müşahedeye dayanarak, maddenin, her şeyin esası, hareket ve şekillenmesinin de kendinden olduğunu iddia ederler. Bizse, yine ilim, fen ve müşahedeye dayanarak, maddenin kör, âtıl, şuursuz bir mevcut olduğunu, hareket ve değişik terkipler içindeki hizmet ve gücünü varlığı kendinden, her şeyi ilim ve Kudretiyle idâre eden bir Zât’tan (cc) aldığına inanırız. Günümüzdeki temsilcileriyle beraber bütün materyalistler tamamen doğmatisttirler. Henüz ispat edilememiş ve bedihî olmayan şeyleri, ispat edilmiş ilmî mes’eleler gibi gösterir ve göz boyamaya çalışırlar. Hıristiyanlıktaki doğmatizme başkaldırarak her şeyi inkâr eden maddeciler neticede bir başka yoldan aynı girdaba kapıldı ve aynı gayyâlara sürüklendiler.

Materyalistlerin, bin bir tantana ile ilân ettikleri esasların hemen hepsi de bir kısım fasit kıyas ve yakıştırmalara dayanmaktadır.

Varın yok, yokun var olması iddiası da yine onların bu yakıştırmalarından biridir. Bir gün ilim adamları onların bu iddialarını da iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispat etseler; onlar, inkâra esas teşkil edebilecek yeni yeni iddialar üreteceklerdir.

07 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur. Bu mevzuda bizi aydınlatır mısınız?

Türk haremi bir mübarek mânâdır. Batının insan harası haremlerini incelemek yerine, bizim gül kokulu, ahlâk mektebi olan haremlerimizi onlara kıyaslamışızdır. Aile çökmüştür. Tanzimat kafasının tarif ettiği harem, yoktur. Yoktur ama biz İslâm tohumu ile yetişen çocuklarımıza, harem düşmanlığı verirken kendimizi kurşunlamışızdır.

Biz hanımlarımızı, kalabalık önünde teşhir etmeyecek kadar Türk-İslâm muhafazakârlığının güzelliğine vurgunuz. Ama olmaz diyenler, hani şu pek önemli ilerici devrimcilerimiz için, kadın hâlâ harem dedikodularının malzemesidir. Peki, harem nedir? Onlara sorarsanız, Avrupa’nın bize kindârlığının hikâyeleri doğrudur. Harem bir insan harası örneğidir. Milyon kere estağfirullah..

Biz Tanzimat’tan sonra haremimizin ne olduğunu kendi kaynaklarımızdan değil, Batı’nın dağarcığından öğrenmeye merak salmışızdır. Ne hata..

Geçenlerde, bir Alman’a dediğimi hatırlıyorum: Çıkın piyasaya ve kitapçılara, Fransız, Alman, İtalyan ve hatta Asya ülkelerinin haremlerinin pislik ve ter kokan romanlarını, piyeslerini, filmlerini bulacaksınız… Ama eskisini bir kenara bırakınız, fetihten sonra kurulan saray haremimizin, yıkılışa kadar beş yüz yıllık akışı içinde, bir tek, evet, bir tek dışarıya sızmış cıvık aşk ve beden söylentisine rastlayamazsınız. Haber sızmasın diye alınan tedbirden değil. Haremde, sefahat ve yatak kokan maceralar olmadığı için.

Sadece saray hareminde değil, konak, ev ve hatta kulübe haremlerimizde bile, bir başka asâlet, bir başka fazilet, bir başka “Kadının gölge hâkimiyeti” vardır. İnkârcılığımız, güzelliklerimizi idrakimize mâni olmuştur. Aslında harem-selâmlık ayırımı, ev hayatının; kadın ve erkek bünyesinin güçlülük ve zayıflığına göre meydana gelmiş harikulâde bir dengesidir. Harem sadece kutsal makam, gizlilik değil, ama ailenin soysuzlaşmasının önlendiği, Türk-İslâm ihtişamı demektir.

Hayır, bizim haremlerimiz gül kokulu, fesleğen râyihalı, fazilet köşelerimizdir…

İlhan Murat

Bizde yatak odası çok muallâ ve mukaddestir. Zira soy orada mayalanır ve gelişir. Aile en has mahremiyetiyle orada teşekkül eder. Onun içindir ki, bizde yatak odası açılmaz ve misafir buyur edilmez. Değil bir yabancı, oraya evdeki diğer fertler dahi istedikleri zaman giremez. Oranın o kadar hususiyeti vardır ki, aldığımız terbiye gereği, biri bizi alsa, tekrim ve teşrif gayesiyle orada yatırmak istese biz yine yatmayız. Hâlbuki ne olur? O da diğer yatak odaları gibi bir yatak odasıdır. Bizde işte her şey bu denli farklıdır ve edep bu denli gelişmiştir. Bu mânâda harem sadece Osmanlı’ya mahsus değildir. Hepimizin hanesinde böyle bir harem vardır. Bundan dolayı atalarına taş atan adam ise, başına çalacağı taşı yanlışlıkla başka tarafa atmaktadır.

Osmanlı’daki harem biraz daha özel bir mânâ taşımaktadır. O da haremin herkese açık olmaması, bir kısım saraylarda görüldüğü üzere âdeta surlarla çevrilmiş bulunması gibi hususiyetlerdir. İşte Topkapı Sarayı: Harem, saray sakinlerinden olan kadın ve cariyelerin, meşru dairede eğlenebilecekleri, tenezzüh edebilecekleri ve dinlenebilecekleri bir boşluğa açılan ve dış dünyaya, oraya has mahremiyeti muhafaza için, kapalı duran büyük bir bina. Bu şekildeki tanzimden gaye, kadınefendi ve cariyelerin bakışlarına uygunsuz herhangi bir şeyin ilişmemesi ve dıştan gelecek şeylerden korunmaları içindir. Haremdeki kadınlar, İslâmî ölçüler içinde, meşru dairedeki zevk ve safalarını orada yaşıyor ve yine orada meşru zevk ve lezzetlerden istifade ediyorlardı. Dışa bakmıyor ve erkek olarak sadece kendi efendilerini ve mahremlerini görüyorlardı. Esasen bu, saraya mensup erkekler için de geçerliydi. Onlar da, bu yüksek surların arkasında, helâl dairesindeki zevk ve lezzetlerle iktifa ediyor; eğer surlar arkasında yaşamak kalebentlik ise, eşleriyle böyle bir hayatı paylaşıyorlardı. İşte harem, işte siz, gidip görebilirsiniz. Eğer bunu tenkit ediyorlarsa, yine tenkit edecek şeyi bilmiyorlar demektir.

Haremde çok kadın bulunduğunu tenkit ediyorlarsa, o babta da diyeceklerimiz var:

Evet, Osmanlı padişahlarından, iki veya üç kadınla evlenenler olmuştur, bu doğrudur. Diyeceğimiz bir şey de yoktur, olamaz da. Batılı ve onun düşüncesi ne bir esas, ne de her şeydir. Bir zamanlar başka türlü düşünmüştür. Şimdi, çok evliliği “poligami” deyip ayıplamaktadır. Yarın da, bugününü ayıplayacaktır.

Sonra, bu mevzuda sözü kim söylemesi gerekiyorsa o söylemiştir. Cenâb-ı Hak bir erkeğin -şartlarını haiz olduktan sonra- dört kadınla evlenebilmesine ruhsat vermiştir. Bu ruhsatı kullananlar yalnız Osmanlı padişahları değildir ki, tenkit edilsinler. Başta Efendimiz, sahabe-i kiram ve dinde en büyük saydığımız kimseler ve daha niceleri… Bunlar arasında gecelerinde iki yüz rekât namaz kılan, gündüzlerinde de savm-ı visalle ömrünü geçiren pek çok kimse var idi ki iki üç kadınla evli bulunuyorlardı. Demek ki dinin ruhsat verdiği bu mevzuu dile dolamaya kimsenin hakkı yok. Meselenin bu yönünü, kısmen de olsa, Allah Resûlü’nün çok kadınla evlenmesi hususunu arz ederken ifadeye çalıştığım için bu kadarla iktifa edeceğim.[1] Ancak iktiza ederse, dine ait bu hükmü müstakil bir mevzu olarak tahlil etmeyi de düşünüyorum.

Harem derken akıllara takılan ve tenkit gören hususlardan biri de, cariyeler mevzuudur. İslâm’da kölelik müessesesinin açık bırakılma hikmetini bir soru münasebetiyle tafsilatıyla anlattığımı zannediyorum.[2] Onun için burada gayet kısa ve sırf bir fikir vermek açısından şunları söyleyip geçeceğim:

Cariyeler, harplerde esir alınan kadınlardır. Müslümanlar bunları evlerine alıyor, terbiye ediyor, onlara, insanlığın kemaline giden yolları gösteriyor ve yine onları aziz birer misafir gibi koruyorlardı. Maddî ihtiyaçlarını tekeffül etmenin yanında mânen de görüp gözetiyorlardı; eğer Müslüman olursa, çoğu kere onu salıveriyordu, dilerse onu istifraş ediyor ve eğer ondan bir çocuğu olursa, zaten “ümmü’l-veled” (beyin çocuğuna ana olma) hâline geliyor ve hürriyete kavuşma yollarından biriyle hürriyete kavuşuyordu. İstifraş meselesine gelince, bu durumun da kendine göre şartları vardır. Önce kendi cariyesi olacaktır. Sonra bu cariye evli bulunmayacaktır. Ayrıca onda başkasının da hissesi olmayacaktır gibi birçok kayıtlarla bağlandıktan sonra istifraş edilebiliyordu.

Meseleyi kendi nezaketi içinde ele almak gerekirse: Cariyenin bir ortak mal olma yönü vardır ve işte efendi onun bu yönünü kaldırarak ona kısmî bir hususiyet verir. Yani onu bir cihetle orta malı olmaktan sıyanetle saygı değer hâle getirir. Bir cihetle de onun için hürriyete giden kapıları açar. Düşünün bir de bunlar saraylara alınır ve kendi evlerinde bulunmayan bir izzetle tekrim edilirse buna hangi akıl sahibi itiraz edebilir.

Günümüzde esirlere yapılan muameleleri görüyoruz. Bir hayvan sürüsü gibi ahırlara doldurulan bu insanlar en bed ve iğrenç muamelelere tâbi tutulmakta ve arşa yükselen feryatlarından sadistçe zevk alınmaktadır. Daha geçenlerde, bir İsrail askerinin Filistinli bir gence nasıl muamele ettiğini bütün dünya gördü. Batılının toplu katliamları ise hepimizin malumudur. Onların bu hunharca davranışlarını bilip gördükten sonra, tenkit ettikleri hususa bakıyor ve şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: Bu insanlar, insanlığın ne demek olduğunu, insanca muamelenin nasıl yapıldığını bir türlü hafsalalarına sığdıramadıklarından, İslâm’ın insanca muamele emrini anlayamıyorlar. Anlayamadıklarından dolayı da bilmeden “İnsanlığı, insanca davranmayı” tenkit ediyorlar. Doğrusu böyle bir cehalet urbası, Batılıya tepeden tırnağa yakışsa da ben, onların içimizdeki uzantılarına bunu bir türlü yakıştıramıyorum. Biraz da hayretim bundan kaynaklanıyor…

Onlar harpte bizden esir alırken biz ne yapacağız? Onları geldikleri gibi bir daha silâhlansınlar, semirsinler ve bize hücum etsinler diye geriye mi göndereceğiz? Yoksa onlar istedikleri kadar bizi esir etsinler, bizim mürüvvet anlayışımız buna mânidir mi, diyeceğiz. Bu biraz fazla aptallık olmaz mı? Hem, karşı tarafa caydırıcı hiçbir müeyyide tatbik edilmeyecekse, niçin harp edilsin? Niçin binlerce insan öldürülsün? Kimisi dul, kimisi yetim kalsın. Mademki baştan bütün bunlar göze alınıp harbe giriliyor, herkes neticeyi işin başında kabul etmiş demektir. Ve esir düşmek de bunlardan biridir. Esire yapılan muamele İslâmî prensiplere göre olursa, daha insanî bir yaklaşım olmaz mı? Öyleyse onlar bizden esir aldıkları gibi biz de onlardan esir alacağız. Şimdi, aldığımız bu esirleri ne yapacağız? Onları salıverecek miyiz, yoksa öldürecek miyiz? Hayır; onları Müslümanlar arasında taksim edeceğiz. Böylece Müslümanların evlerindeki mânevî atmosfer, onları İslâm’a karşı yumuşatacak. Arada ferdî dostluklar olacak ve hiç zorlanmadan bir müddet sonra hepsi bu insanî muamele karşısında eriyecek ve İslâm’a dehalet edecekler. İşte o zaman Müslüman’ın mürüvveti ortaya çıkacak. Kendi dinini din olarak seçmiş bir Müslüman kardeşini esaretten kurtarmanın yollarını araştıracak. Köle azat etmenin İslâm’a ait değer ve kıymeti bir taraftan ona teşvikçi olacak, bir taraftan da işlenen suçlarda ceza olarak ön görülen birinci şart köle azat etmek olduğu yerlerde meselenin o yönü işlettirilecek ve ardı arkası kesilmeyen yollarla köleler hürriyete kavuşturulacak.

Biz esirlerimize insanca muamele eder ve onları insanlığa giden yolda eğitmeye çalışırız. Dünya ve ukbâ muvazenesini korumasına yardımcı oluruz. İslâm’a girmesi için elimizden geldiğince birer şefkat havarisi olur ve onu koruruz. Zaten sarayda da yapılanlar bunlardı. Onlara, bir taraftan insanlık aşılanıyor, diğer taraftan da birer kadınefendi muamelesi gösteriliyordu. Orada bulunup da, saraydan memnun olmadığı için kaçmaya yeltenen kaç misal gösterilebilir? Hayır, böyle bir misal göstermek mümkün değildir.

Bir de böyle bir davranışın ve hareket tarzının neler kazandırdığını tarihteki misalleriyle görmeye çalışalım.

İslâm literatüründe “mevâlî” diye bir tabir vardır. Bunlar sonradan hürriyetlerini elde eden insanlardır. Ve bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyamete kadar da anacak olduğumuz deha çapında büyükler vardır.

Allah Resûlü’nün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsame İbn Zeyd (radıyallâhu anh) bizzat Allah Resûlü tarafından Bizans’a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak verilmişti. Asker arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi insanlar vardı. Ve Üsame o gün ancak 18 yaşlarında bulunan mevâlîden bir insandı. Zaten babası Zeyd İbn Hârise de Mute’de orduya kumanda etmiş ve orada şehit düşmüştü. İmam Malik gibi birisini yetiştiren Nâfi, mevâlîdendi. Abdullah İbn Ömer’in çok sevdiği cariyesi Mercâne, “En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etmedikçe hakikî takvaya ulaşamazsınız.”[3] mânâsına gelen âyetin tesiri ve coşturuculuğuyla sahibi tarafından hürriyete kavuşturulmuştu. Hâlbuki efendisi, Abdullah İbn Ömer onu çok seviyordu. Ancak takvaya erme arzusuyla Mercâne’yi, Allah için hürriyete kavuşturmuştu. İşte bu Mercâne daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi olmuştu. Abdullah İbn Ömer, Nâfi’yi alır sever ve bağrına basardı. Ümmetin allâmesi daha sonra onu elinden tutup ilmin zirvelerine çıkardı. İslâm dünyasının en parlak yıldızlarından biri olan Nâfi, bir mevâliydi.

İmam A’zam, Mesrûk, Tâvus İbn Keysân ve daha niceleri hep mevâlîdendi. Hatta Emeviler devrinde iki âlim kendi aralarında konuşurken elli kadar büyük saydılar da, ancak, elli birinci şahıs mevâlî olmayanlardan çıktı.

Eğer o saraylarda böyle insanlar yetişecekse -ki, yetişiyordu- gelin hep beraber evvelâ şu hürriyetimizden vazgeçelim, sonra oralarda kendimizi yetiştirelim ve daha sonra da hürriyetimize tekrar kavuşalım.

Bütün şu anlatılanlarda insaflı bir insanın tenkit edeceği tek nokta dahi yoktur. Yeter ki beyni yıkanmamış ve şartlanmışlıktan vazgeçmiş olsun…

Tekrim etmek: Yüceltmek, şereflendirmek, daha saygın bir konuma yükseltmek.
Savm-ı visal: İftar etmeksizin peş peşe birkaç gün tutulan oruç.
Tekeffül etmek: Kefil olmak, üstlenmek.
İstifraş etmek: Odalık olarak almak, yatağına alıp beraber yatmak.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.

[1] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/89-101 (“Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kadınla evlenmesindeki hikmetleri izah eder misiniz?” sorusuna verilen cevap).
[2] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/103-116 (“Bir din ki, Allah tarafından geldiğinden ve beşeriyetin hayrı için gönderildiğinden şüphe yoktur. Hâl böyle iken nasıl oluyor da bu din köleliği mübah kılıyor?” sorusuna verilen cevap).
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

21 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bazıları, Akraba Evliliklerinin Zararlı Olduğunu İddia Ediyor. Bu Hususu İzah Eder misiniz?

Evvelâ, akraba evlilikleriyle ortaya çıkması muhtemel hastalıklara bir göz atalım:

İrsî hastalıklar: Ana babadan çocuğa “irsî” olarak geçen hastalıklara verilen addır. İrsî hastalıklara, yakın akraba olan ana babanın çocuklarında, diğer çocuklara oranla daha çok rastlanır. Akrabalar arasında yapılan evliliklerden doğan çocuklarda, ortak atadan aktarılan ve irsî hastalığın taşıyıcısı olan genlerden iki tane bulunması ihtimali büyüktür.

Az rastlanan irsî hastalıklardan birisi akşınlık (albinizm)’dir. Akşınların gözlerinde ve saçlarında boya maddesi (pigment) yoktur. Bu hastalık sadece görünüşü bozmakla kalmaz, yarı körlüğe de yol açar.

Verâseti, DNA adı verilen ve gen adlı birimlerde toplanmış olan bir madde gerçekleştirir. Genler organizmanın gelişmesini düzenleyen bilgiyi taşırlar.

Bazı hastalıklar irsîdir ve bu hastalıklara bir enzim yetersizliği yol açar. Vücutta meydana gelen bütün “biyokimyevî” hâdiseler, enzimlerin kontrolü altında gerçekleşir. Bütün “bileşimler” ve “çözülmeler” belli bir sıra izlerler. Yani bir madde doğrudan doğruya son ürüne dönüşmez, daha önce çeşitli bileşik dizilerinden geçer. İstenilen son ürünü meydana getirmek için bu dizilerdeki bileşiklerin her birine yeni maddeler eklenir ya da çıkarılır.

Zekâ geriliğine yol açtığı sanılan mongolizm, fenikletonüri gibi 28 kadar irsî hastalık bilinmektedir. Bunlarda yetersiz enzim tespit edilmiştir.

Orak hücreli anemi, talessemi gibi bazı kan hastalıkları, ayrıca sistinüri ve galaktosemi de irsî hastalıklardır.

Sâniyen, İslâm, akraba evliliklerini teşvik etmemiş, belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerini tecviz etmiştir. Sâlisen, İslâm’ın yasaklar çerçevesi içine aldığı akrabalar da küçümsenmeyecek kadar bir yekün teşkil etmektedir. Mamafih, aslında zararlı olan akraba evliliği değil, anne-babada meknî bulunup, evlenince katlanıp çocukta ortaya çıkan hastalıklardır. Bir aile, bir sülâle, bir oymak ve bir kabilede bu hastalıklardan biri varsa, aynı oymak içinde aynı hastalığı taşıyan iki kişi izdivaçla bir araya gelince, hastalık ortaya çıkıyor. Yani çocuk annesinde ve babasında meknî bulunan bu hastalığı tevârüs edinmiş oluyor.

Şimdi, eğer böyle bir hastalık taşıyan aile, kabile içinde değil de dıştan olsa, hatta evlenenlerin biri Çin’den biri de Maçin’den gelse hastalık olmayacak mı? Aksine, kimden ve nereden olursa olsun, çocuğun kaderi olarak ortaya çıkan, anne-baba hastalığı akrabadan olmuş, uzaktan olmuş fark etmez. Binaenaleyh, asıl mahzurlu olan, iki hastanın bir araya gelmesi; çocukta, kâmil mânâda ortaya çıkan bu tür hastalıkla hasta olanların evlenmesidir.

Bu tür hastaların evlenmesiyle çocuklarda bir kısım arızalar oluyorsa, hekimler bunu araştırmalı; şayet böyle bir hastalık varsa, bunların evlenmeleri tecviz edilmemelidir. Böyle, aynı kabile, aynı oymak içinde, izdivaçla ortaya çıkan hastalıklarda hassasiyet gösterildiği gibi, dünyanın ta öbür ucundan alıp evlendireceğimiz kimseler hakkında da titiz davranılmalıdır. Zira aynı hastalık onlarda da olabilir, dolayısıyla aynı vahim netice, onlar için de bahis mevzuudur. Binaenaleyh böyle bir meselede belli çerçevenin dışında akraba evliliklerine cephe almak bir haksızlıktır ve ilim adına faraziyecilerin işine de çok yaramayacaktır…

Şayan-ı teessüftür, bir kısım dindar ilim adamları da meseleyi faraziyecilerin aceleciliği içinde ele alarak tıbbî hükme menat teşkil eden hususu tamamen kulak ardı edip, “Zaten Kur’ân da bütün bütün akraba evliliklerini yasak etmiştir.” diyerek Kur’ân’la tenakuza düşmektedirler. Bir kere Kur’ân-ı Kerim: “Ey peygamber, Biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği (savaş esir)lerinden elinin altında bulunan (cariye)leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye)leri hakkında mü’minlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Ahzâb sûresi, 33/50) buyurmaktadır.

Pratikte de, ne Peygamberimiz ne de ashab efendilerimiz, muharremat âyetiyle çerçevesi belirlenenlerin dışındakilerle evlenmede beis görmemiş ve bu mübahı kullanmışlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) halasının kızı Zeyneb binti Cahş’la Hazreti Ali amca torunu Hazreti Fatıma’yla ve daha yüzlercesi yüzlercesiyle evlenmişti… Hem sıhhatli bir oymak içinde niçin kız alınıp verilmesin ki? Hatta, o oymak ve o sülâlenin sıhhat, ruh, karakter ve fizikî yapısının korunması için bunda fayda bile olabilir. Meselâ, Dağıstan halkının umumiyet itibarıyla bu mevzudaki hassasiyetleri sayesinde, sağlam nesiller olarak bugünlere kadar gelip ulaştıkları söylenmektedir. Denilebilir ki, bunlar daha sıhhatli, daha zinde, Allah’ın bir lütfu, ihsanı, takdiri olarak daha uzun ömürlü olabilmişler.

Şanlı Osmanlı Devleti’nde de bu mübah kullanılıyordu ama, endişe edilen rahatsızlıkların pek çoğu yoktu. Hatta, bizzat Âl-i Osman Hânedanı bu mübaha karşı açıktı ve bizim korkulu rüyalarımız sayılan hastalıklardan hiçbiri de bilinmiyordu. Hem bir insan kendi soyunun, sopunun sıhhatini, güçlü, kuvvetli ve zinde olmasını düşünüyorsa, tabiî ki, en sıhhatli ailelerden kız alacaktır. Kendi kabilesi en sıhhatli ise neden ondan almasın ki…?

Hâsılı, çiftlerin bir araya gelmesinde mahzur teşkil eden şey uzak ve yakın olmaktan daha ziyade eşlerin bir araya geldiklerinde, çocuğun acı kaderi olabilecek hastalıklardır. Ve zannımca üzerinde durulması gerekli olan da budur. Yoksa, insanlara faydalı olan şeylerin en küçüğünü dahi ihmal etmeyip gösteren ve bir yudum içki gibi, zararın en küçüğünün üzerinde hassasiyetle durup onları sakındıran Kur’ân-ı Kerim, çok önemli şeyleri önemsememiş çok önemsiz şeyler üzerinde de fazlaca durmuş sayılırdı ki, bu da onun herkesçe kabul edilen “muvazene kitabı” olma ruhuna aykırı demektir.

Kur’ân-ı Kerim “Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız -eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hariç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Nisâ sûresi, 4/23) âyetiyle haram olanların çerçevesini belirledikten sonra, yukarıda temas edip geçtiğimiz Ahzâb sûresinin 50. âyetiyle de şöyle buyurarak: “Ey Peygamber, Biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği (savaş esir)lerinden elinin altında bulunan (cariye)leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye)leri hakkında mü’minlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Ahzâb sûresi, 33/50) herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde, neyin yasak olup neyin olmadığını apaçık göstermektedir.

Bununla beraber, evlenmeyi, sağlık prensiplerine riayet ölçüsü içinde mübah kılmak başka, izdivaca zorlamak başkadır. Belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerine yollar açık ve herhangi bir mâni yoktur. Ama, aynı zamanda, evleneceklerin sağlık açısından bir araya gelip gelemeyeceklerinin tetkik ve araştırılması neticesinde, şayet bir mahzur bahis mevzuu ise böyle bir izdivacın engellenmesinde de sakınca yoktur. Hatta, engellemek, yararlı ve insanîdir.

Her şeyin en iyisini Allah bilir.

Meknî: Gizli, örtülü.
Şâyân-ı teessüf: Üzüntü verici.
Tecviz etmek: İzin vermek, müsaade etmek.
Tenakuza düşmek: Çelişmek, zıtlığa düşmek.
Tevârüs: Irsiyet, soya çekim yoluyla elde etme.


4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah Bilinebilir mi, Tarif Edilebilir mi?

Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzuda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:

Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vurulu yordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar: “Efendim kapıyı vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır.” ilh… Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vu rulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdik; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle ken dini bize tanıttırmak isteyen zata bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul (akletme), anlama diyoruz.

Bu misali, mevzumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah’ı (celle celâluhu) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecellî-i Zât’a yükselerek tanımağa çalışırız.

Yani, eserlerinde tecellîden isimleriyle tecellî etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecellî ufkuna ulaşır; gayptan şuhûda yükseliriz ve müşâhede zevkimiz arttıkça, tecellî-i Zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemal ve şefkat esintileriyle inbisat eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra’şedâr olup ürpeririz.

Görülüyor ki; Zât-ı Bârî hakkında, bizim “mârufumuz” ve “malumumuz” ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O’nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehadet ve gayp âleminin birleşme noktası olan vicdana bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk ‘ın ifadesiyle: O’nu idrak , idrakten acz ifadesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnat edilen bir söz deki itirafla, “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf.”[1] ölçüsüyle bir Mâruf ve Malum’dur.

Kur’ân-ı Kerim ‘in, O’nun ef’âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O’nu ef’âl ve sıfatlarıyla bir Mâbud-u Mutlak tanır; kemal sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemal de (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemalini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.

Öyle ise, ahd ü peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Mâbud-u Mutlak!… Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğun ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semavatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında vaz’et tiğin şiirimsi âhengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul yüz binlerce menzilde Sana ait eserlerle Zât’ını tecellîlerinle bütünleşiyor ve itminana eriyoruz.

Bîhûş – Sermest: Aklı başından gitmiş, kendinden geçmiş.
Gayb: Alâmet ve emare ile bilinme yen, his ve akıl ötesi âlem.
İnbisat: Açılma, ferahlama.
Mâbud-u Mutlak: İbadete lâyık tek ve yektâ Zât.
Ra’şedâr: Titreyen, ürperen.
Mehâbet: Heybet, ihtişam; saygıyla ka rışık çekinme, ürperme.
Muhât: Kavranan, ihata edilen.
Şehadet: Görünen âlem, duyu organları ile kavranılan varlıkların, gerçeklerin, hâdiselerin âlemi.
Şühûd: O’na ait emarelerin sezilip duyulduğu âlem.
Tecellî-i Zât: Hazreti Zât’ın hiçbir isim ve sıfatı mülâhazaya alınmaksızın, keyfiyet ve kemiyet olmaksızın Zâtî tecellîsi.

[1] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 2/410.

4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah'ın Özü ve Nitelikleri Nelerdir?

Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izafisinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan , şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.

Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nispetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, saniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizazı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nispette bir şeydir. Onun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın ” Allah niçin görülmüyor? Nasıldır?” demesi -hâşâ- O’na kemmiyet ve keyfiyet izafe ederek, O’nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah’ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzeh tir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muallâdır. Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O’nun varlığına nispetle mikroskobik bir şey bile o lamaz. Bizler daha Antarktika kıtasını bilemezken, bütün kevn ü mekânları evirip çeviren Allah’ın -hâşâ ve kellâ- ” nitelik” ve “niceliği” hakkında nereden bilgimiz olacak! Allah, Allah ol duğu için, O’nun tabiriyle ” nitelik” ve ” nicelik”ten de mu kaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurları mızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir…

Kelâmcı : “Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır.” der. Tasavvufçu ise: “Aklına ne gelirse, onun verâsının verâsının verâsındadır. Ve sen, daima seni saran perdelerle âdeta bir fanus içindesin…”

Descartes der ki: “İnsan, her şeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey, sınırsızı düşünemez.” Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhîdir. Binaenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O’nu ihata edemez.

Alman edibi Goethe : “Seni bin bir isminle anıyorlar, ey Mevcud-u Meçhul! Bin değil, Seni binlerce isminle ansam, yine de Seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü Sen, her türlü tavsi fin verâsındasın.” sözüyle, bu Mevcud-u Meçhulü anlatır bize…

Mütefekkirler; Allah’ı, mevcut fakat idrak edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O’nu göremez, kulak O’nu işitemez. Öyle ise, sen, O’nun hakkında sadece nebilerin talimine uyup öylece inanmalısın!..

Allah nasıl bilinir ki! O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O’nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O’nun muhît olan ilm-i ilâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah’ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır… Yanlış yolla O’nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; ” Allah’ı aradım da bulamadım.” hezeyanıyla fen ve felsefe namına dalâlet lerini izhar ederler.

Allah öyle bir Allah’tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun miracında seyr-i ruhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarurî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinlik lerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdanî duygu; bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zühul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.

Kâinat , bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur’ân , belâgatli lisanıyla en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.

“Sığmam dedi Hak, arz u semaya
Kenzen bilindi, dil madeninden.” (Hazreti İbrahim Hakkı)

Afakî: Haricî, dış âleme ait.
Enfüsî: Dahilî, iç âleme ait.
Hezeyan: Saçmalama, saçmalık.
İzafî: Göreli, göreceli, nisbî, rölatif.
Kelâm: İslâm inanç esaslarını konu edinen ilim dalı.
Kemiyet – Keyfiyet: Nicelik – nitelik.
Kenzen: Sırlı bir hazine, define şeklinde.
Kevn ü mekân: Varlık, kâinat.
Mebde: Başlangıç.
Mevcud-u Meçhul: Varlığı isim, sıfat ve eserleriyle bilinip Zât’ı dünya gözüyle görülemeyen Hz. Allah (celle celâluhu).
Muallâ: Yüce, uzak.
Nakıs kıstas: Noksan, eksik, kusurlu ölçü.
Senâ etmek: Methetmek, övmek.
Şemme: En küçük miktar, az bir koku.
Tasavvuf: Belirli bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî yörüngeli yaşama disiplini.

4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bizim Salavât Getirmemizle Cenâb-ı Allah, Peygamberimiz Üzerine Rahmeti ve Selâmı İndirir mi? Zaten Cenâb-ı Allah, O’nun Üzerine Rahmetini İndiriyor. Bizim Salavât Getirmemizin Hikmeti Nedir?

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük hayırların, yümünlerin, bereketlerin temelinde bir nüve gibidir. O size, doğru yolu gösteren, dosdoğru çığırı açan, sırat-ı müstakîme delâlet eden, yanılmaz, yanıltmaz bir rehber, bir Muktedâ-yı Küll’dür.

Bu nurlu yolda, insanları zulmetten nura çıkarmaya vesile olan o Zât’a, bu nurlu yolda yürüyen herkesin sevabından bir hisse verilecektir. “es-Sebebu ke’l-fâil”[1] sırrınca ümmetinin işlediği hasenatın bir misli O’nun defterine kaydedilecektir.

Makam-ı Mahmud’un sahibi olan Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatıyla defteri kapanmayacak, yığın yığın hasenat, salih amel devamlı O’nun defterine kaydolacak; makamı büyüdükçe büyüyecek, salâhiyet sınırları genişledikçe genişleyecek ve -inşâallah- her gün, ümmetinden daha geniş kitlelere şefaat etme hakkını kazanacaktır. Binaenaleyh, bu meseleyi değişik iki zaviyede ele almak icap eder:

Birincisi: Bizler Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât ü selâm okumakla ahd ü peymânımızı yeniliyor ümmet olma isteği ile kendisine müracaat ediyoruz. Yani “Seni andık, seni düşündük; Hakk’ın senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk.” diyor ve dehalet ediyoruz. İşin bu yönüyle bizim dualarımız, “Makam-ı Mahmud”un Sahibi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) makamını yükseltmesi niyetiyle yapıldığından, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaat dairesi genişlemiş oluyor.[2] Böylece daha çok kimse o şefaat dairesinden istifade edebiliyor.

İkincisi: Bir kişinin Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, O’nun kadir ve kıymetinin yükselmesi istikametinde yapacağı dua, kendisinin, O’nun himayesi altına girmesine vesile olması içindir. Böylece, o kişi hakkında şefaat dairesi vüs’at kazanmış oluyor. Binaenaleyh, salât ü selâma Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilân etmiş oluyoruz. Devletini büyük tanıyıp yardım için ona müracaat eden kimse gibi, biz de aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle şimdiden sarsılmışlık içinde, melce ve menca olarak Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dehalet ediyor, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı hâlde bulunuyoruz.

Cenâb-ı Hak, Şefaat-i Uzmâ sahibi Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatine bizi mazhar eylesin.

Bu işin bişaretini de arz edeyim. Deniliyor ki, her peygamberin kendi ümmetine verdiği bir şey vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Ben, ümmetime vereceğimi, ahirete sakladım. O da şefaatimdir.”[3]

Muktedâ-yı küll: Bütün bir varlığın rehberi, her yönüyle kendisine uyulan Zât.
Vüs’at: Genişlik.
Yümün: Bereket.

[1] “Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir.” (Bkz.: Müslim, imare 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edep 115.)
[2] Buhârî, ezan 8; Ebû Dâvûd, salât 38.
[3] Buhârî, tefsir (17) 5; teyemmüm 1; Müslim, iman 326-327; mesacid 3.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

İslâm'da Meşrepçilik Var mıdır? Sahabe-i Kiram Arasında Böyle Ayrılıklar Oluyor muydu? Birleştirici Bir Fikir Ne Olabilir?

Meşrep kelimesi Arapça’dır ve içmek mânâsına gelen “şurb” kökünden gelir.

Halk arasındaki mânâsı ile insanların, aynı hakikatleri teferruatta değişik anlaması demektir.

Hususiyle bugün, İslâm, iman ve Kur’ân’a hizmet etme davasında, maksatta hedefte bir olmakla beraber, vesile ve yollarda farklı mülâhaza ve farklı düşüncelere “meşrep” nazarıyla bakabiliriz.

Dünyanın şarkında ve garbında, kim dine, imana hizmet eder; kim âli olan İslâm dinini âli gösterirse, meşrebi ne olursa olsun o kabul edilmeli, takdir görmeli ve alkışlanmalıdır. Yollar, metotlar bir olmayabilir. Önemli olan hedef ve maksat birliğidir.

Bu yolların değişik değişik olmasına tesir eden çeşitli sebepler vardır. İnsanın yetiştiği muhitin, aldığı kültürün, onun üzerinde tesiri olduğu gibi, aynı zamanda, Esmâ-i İlâhiye’ye mazhariyet keyfiyetinin de tesiri vardır. Buna göre, ayrı ayrı meşreplerin zuhur etmesi normaldir ve öteden beri de zuhur edegelmiştir.

Hazreti Ali’nin meşrebi hiçbir zaman Hazreti Ebû Bekir’le kabil-i kıyas değildi. Faruk-u A’zam Hazreti Ömer’le Ebû Zerr’in meşrepleri de tamamen birbirinden farklıydı. Hâlbuki ikisi de aynı celâdet ve şehamet içinde idi. Fakat Hazreti Ömer’de fevkalâde bir devlet ve idare anlayışı, mükemmel bir teşkilâtçılık bulunmasına mukabil, Hazreti Ebû Zer, daha çok ferdî bir insandı…

Bundan anlaşılıyor ki, bütün dinleri tevhid, bütün meşrepleri telif eden ve bütün mizaç ve mezakları aşan Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde dahi, meşrepler ve mizaçlar tamamen ortadan kalkmadı; meşreplerin tevhidine gidilemedi ve gidilmedi…

Aslında bunları tevhid etmek fıtrata da aykırıdır. Zira farklı farklı yaratılan kimselerin aynı şekilde düşünmesine imkân yoktur. Tabiî, zorlamanın da çeşitli komplikasyonları olma ihtimali vardır.

Denebilir ki, mezhepleri telif etmek isteyenler, fıtrattaki bu ince hususu kavrayamamış, insanın mahiyetini tanıyamamış ve dolayısıyla beşeri ve beşerdeki istidatları görmezlikten gelen veya göremeyen kimselerdir. Allah’ın yarattığı kabiliyetler, eğer O’nun hikmetlerinin iktizasına göre faaliyet gösterecek ve fonksiyonlarını tam ifa edeceklerse, elbette ayrı ayrı mezhepler de olacaktır.

Binaenaleyh, istidatlardaki bu farklılık fıkıhta, Hanefî, Şâfiî, Malikî, Hanbelî, Evzâî, Sevrî ve Zührî… -ilâ maşâallahmezhepler hâlinde zuhur edecektir. İnsanların gönlüne, hissiyatına, kalbine, vicdanına hitap eden ve şeriat-ı garrâ, din-i mübin-i İslâm’a hizmet etme maksadıyla, ta Devr-i Risaletpenâhî’den, bugüne kadar kurulmuş, kalb ve ruhun inkişafının hedeflendiği sistemlerde de değişik tarikatlar şeklinde ortaya çıkacaktır.

İlk sofîler Süfyan-ı Sevrî, İbrahim İbn Edhem bilhassa hemen her sofînin itimat ettiği Bayezid-i Bistâmî, daha sonraları Cüneyd-i Bağdadî.. hususiyle açtığı çığırla dev bir insan olarak, bütün ehl-i hak tarafından sevilip sayılan Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylânî ve şahlar şahı Şah-ı Nakşibend Hazretleri ayrı ayrı meşrepleri, ayrı ayrı mizaçları temsil ederek, hep aynı rengin değişik tonlarında, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikatini canlandırmaya çalışmışlardır.

Muhyiddin İbn Arabî’nin tarikatını, İmam Rabbânî Hazretlerininki ile yan yana koyacak olursanız, birbirinden çok uzak oldukları görülecektir. Büyük veli İmam Rabbânî, sahabe mesleğinin büyük temsilcisi ve fark mezhebinin de kutbudur. Herkesin ittifakıyla Hakikat-i Ahmediye’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi anlamıştır. Zâhir ve bâtın-ı Ahmediye’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) telif etmiş ve O’nun iç-dış bütünlüğünü en mükemmel şekilde anlatanlardan birisi, belki de birincisi olmuştur. Dört yüz seneden bu yana neşrettiği envarın aydınlığını hâlâ kalblerimizde hissetmekteyiz…

İşte bu dev insan, yer yer Muhyiddin İbn Arabî’ye karşı “Fütûhât-ı Mekkiye değil, Fütûhât-ı Medeniye…” diyerek peygamber yolu ve sahabe mesleğini nazara verir ki, bu yol Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolu ve bu cemaat da Hakikat-i Ahmediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsilcileridirler. Haddizatında bu mesele, bir meşrep meselesidir. İbn Arabî “vahdet-i vücud”a kâil ama, bu, bir ölçüde, “Allah’ta Allah’tan başka varlık yok.” mânâsına değil de, “Allah’ta Allah’tan başka varlıkların bizzat vücutları yok.” mânâsına “vahdet-i şühud”u işmam eden bir vahdet-i vücud demektir.

Ben, bu dolambaçlı ve karmakarışık yollara, meşreplerin ittihat edemediğini anlatmak için sizleri çektim ve dolaştırdım.

Soruya esas teşkil eden meseleye gelince, dünya durdukça, meşrepler ve mezhepler de ihtilaf edecek ve kimse bunun önüne geçemeyecektir. Ama, vesilelerde ayrılmalara rağmen, maksatta birleşilebileceği de her zaman mümkün olabilecektir. Diller ayrı ayrı da olsa, anlattıkları hakikat tektir ve tek olacaktır. Arap şairin dediği gibi:

“Bizim ifadelerimiz çok çeşitli ve dağınıktır.
Ama senin güzelliğin birdir.
Hepsi senin o güzelliğine işaret etmektedir.”
 [1]

Sözler başka başka, ibareler değişik; edalar, havalar hepsi ayrı ayrı ama, hepsinin anlattığı da o biricik güzellik… Evet, ruhlarda Allah’ın rızası, gönüllerde Şeriat-ı Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi ve ruh bu esasa pervane olduktan sonra ihtilaflar, sürtüşmeler bulunsa bile, anlaşıp ittihat etme her zaman mümkün olacaktır.

Bugün, gerçek İslâm anlayışı ile bir ittihat ve vifakın meydana gelmesi için lâzım gelen bir kısım şeyler varsa, -ki bence vardır- onların üzerinde durmamız icap edecektir.

İttihat ve ittifak, birleşip bütünleşme ve meşrep anlayışını aşabilme, ya hissî plânda veya fikrî ve mantıkî plânda olur. Bir seviyede hissî plândaki bu ittihat ve ittifak anlayışı, çeşitli cemaatlerin bir araya gelmelerine, sûrî dahi olsa bir vahdet tesis etmelerine kâfi gelebilir. Ama, insanlar belli bir seviyede sabit kalmadıkları, daima fikir ve ruh plânında inkişaf ettikleri için, çok zayıf ve pamuktan bir iplik mesabesinde olan bu hissî vahdet ve bu vahdeti meydana getiren bağ, bazen kâfi gelmeyebilir. Onun için insanlar hissî bağın kâfi geleceği noktaya kadar hissî bağlarla bağlansalar da, onun kâfi gelmediği noktada, bir masanın etrafında oturup fikrî ve mantıkî bir vahdet temin etmeleri şarttır. Evet, hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak; zalimler karşısında zilletten kurtulmak; Ümmet-i Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın sükun ve huzuru için bir misal olmasını temin etmek ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkı olan bir saygın ufukta kabul görmesini sağlamak için, fikir ve mantık plânında anlaşma mecburiyetindedirler.

Meseleyi bir ölçüde misallerle müşahhaslandıracak olursak, insanlarımız arasında, 20-30 sene öncesine kadar hissî bir ittifak ve ittihat vardı. Bu ittihat ve ittifak, Müslümanların karşısında alternatif olarak komünizm ve inkârcılık gibi cereyanlar bulunduğundan dolayı idi… Yani karşı tarafta, -hâşâ- Allah ve Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabul etmeyen, Kur’ân-ı Kerim’i kökten inkâr eden bir zümre; beride de ne kadar antikomünist varsa -komünizm karşısında hür devletlerin ittifakı gibi- bir araya gelip birleşmişlerdi. Meselâ, milliyetçilik esaslarıyla yürüyen, yeniden doğuş ve diriliş felsefesiyle yürüyen, iman esaslarının neşrini prensip olarak benimseyip öyle hareket eden, siyasî sahada işe vaziyet etmeyi düşünüp ve bu plâna göre hizmet veren ne kadar siyasî ve gayri siyasî klik varsa, hemen hepsi antikomünist bir birlik teşkiliyle ittihat ve ittifak etmişlerdi. Onun için ateizme karşı olan herhangi bir kişi, Sebilürreşad okuduğu gibi, Yeni İstanbul, Hür Adam, Büyük Doğu, hatta Orkun ve Millî Yol da okuyordu. O günlerde inananlar cephesi adına münteşir gazete ve mecmuaların marufları bunlardı. Ama bunlardan birisi daha çok Altaylar ve Sübhandağı etrafında dolaşıyor, diğeri, Gâr-ı Hira’dan, Sevr Mağarası’ndan ve mukaddes şehir Medine’den bahsediyordu. Birisi gönülden, bir diğeri de dimağdan bahisler açıyordu. Bu hissî hava içinde, hemen pek çok kimse diyordu ki: “Ne olursa olsun, karşımızda Allah’ı inkâr edenlerin teraküm ettiği bir zamanda, vahdetimizi zedelememeliyiz.”

Görüldüğü gibi, ittifak o sıralarda böyle tamamen hissîlik üzerine müessesti. Bu itibarla, bir an geldi ki, artık, mevcut uhuvvet anlayışı kâfi gelmez oldu. Müslümanlar fikir plânında, kalb plânında ilerlediler. Düşünüp, araştırıp, okuyup terakki ettiler. Neyin ve hangi fikirlerin İslâm’a zıt olduğunu görüp öğrendiler veya büyük bir kısmı itibarıyla öyle zannettiler. Bir müşterek müdafaa, müşterek mülâhaza, müşterek hamle o güne kadar onları bir araya getirmişti; ve uzun zaman da beraber yatıp-kalkmış, aynı çatının altında beraber bulunmuş.. tıpkı, Allah’a, Peygamber’e küfredenlerin bir çatı altında toplandığı gibi bunlar da hissî müttefikleriyle yan yana gelmişlerdi. Kim bilir, belki de işte o zaman, akı-karayı, iyiyi-kötüyü enine boyuna görme imkânı elde ettiler ve her şeyi anladılar. Evet, görüp anladılar ki, kendileri, bütün efkâr ve kalbleriyle Medine medeniyetine doğru ve her plânda Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ilâhî gerçekleri hâkim kılmak istikametinde hareket ederken, başkaları başka sevdada ve bu düşüncelerden fersah fersah uzak… Derken, o zamana kadar bağlandıkları hissî bağlar çatır çatır kopmaya başladı.. derken, bütün bütün duygu ve hislerin başka başka olduğu ortaya çıktı.

İşte, bu dönemden sonradır ki, hissî bağlar da yetmemeye başlamıştı. Bundan böyle, birbirinden kopup biri Çin’e biri Maçin’e doğru, ayrı ayrı istikametlere giden kimseleri, fikir ve mantık plânında bir araya getirecek esaslara, umdelere ve dinamiklere ihtiyaç vardı…

Biz kendi açımızdan, önce Türkiye, sonra da topyekün âlem-i İslâm’da yeniden varoluş ve diriliş tablolarını müşâhede edip herkesin kendine düşeni yaparak, istikbal örfânesine bir şeyler hazırladığı inanç ve kanaatini muhafaza etsek bile, riayetinde zaruret olan bir kısım esasların kulak ardı edilmemesi gerektiğini hatırlatmakta da fayda mülâhaza ediyoruz:

Evvelâ, bugün herkesin, başkalarını kendi meşrebine sokmaya çalışmadan vazgeçerek, Hak yolundaki her hizmeti alkışlaması şarttır. Nasıl ki, değişik meslek erbabı, sanatkâr ve zanaatkârlar birbirlerini kabullenip, semere-i sa’ylerini, çalışmalarının neticelerini mübadele edip değiştiriyorlar ve umumî maksat istikametinde birbirlerine destek oluyorlar. Öyle de, değişik meşrep ve mezhep mensupları arasında aynı anlayışın yolları araştırılmalı, maksat ve neticenin yumuşatıcılığıyla, sebep ve vesilelerin sertliği mutlaka kırılmalıdır. Bunun için de yapılması gerekli olan tek şey, herkesi kendi hizmet sahası içinde alkışlamak ve “Benim Allah’ımın adını anan, Peygamberim’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdir ve tebcil eden herkes kardeşimdir.” diyerek başkalarını kabullenmektir. Kabullenip, kapitalizm ve komünizme yutulmamak, ateistlerin meydana getirdiği korkunç vakuma kapılmamak için, sûrî dahi olsa bir ittihat ve ittifak temin edilmelidir. İngiltere insanı, kendi kader ve kendi geleceği için “Anglo-Sakson ve Galli” olarak bir vahdet temin etmişlerdir.

Bu iki ayrı ırk, birbirlerinden öyle nefret eder, öyle tiksinirler ki, bir Anglo-Sakson’a “Galli” desen ağzına bir yumruk indirir. Galliye de “Anglo-Sakson” desen o da sana bir yumruk savuruverir. Bununla beraber, bu iki zümre arasında, zâhir plânda bugüne kadar en ufak bir çekişme, bir mücadele hissedilmemiştir. Çünkü bir masa başında oturmuş, aralarındaki farklı noktaları görüşmüş, asgarî müşterekleri tespit etmiş, İngiltere’nin kaderi ve istikbali adına bir kısım fedakârlıkları göze alarak anlaşma noktalarını bulmuş ve anlaşmışlardır.

Bunun bizim davamız açısından mânâsı şudur: Her birimiz hangi meşrepten olursak olalım, Allah’ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir, yolumuz bir, yöntemimiz birdir. Evet işte, böyle bir anlayışla vahdetimizi hissîlikten çıkarıp bu “bir bir”ler üzerine kurmak mecburiyetindeyiz. Zira bütün bu “birler” birliği iktiza etmekte ve vicdanlarımızı birlik ruhuna çağırmaktadır. Aksini iddia, nefsin mazeret mırıltılarından başka bir şey değildir.

Şimdilerde, kıymetli bir hazineyi belli bir noktaya götürmeye azmetmiş olan bizler, onu yerine ulaştırdıktan sonra ille de bir düello gerekiyorsa, o mel’un işi, emaneti sahiplerine devrettikten sonra yapalım. Fakat önce mutlaka, bu mübarek milletin bugününü-yarınını düşünelim. Ve şu memleketin, dinsizlere, inkârcılara peşkeş çekilmesine fırsat vermeyelim ve buna imkân hazırlamayalım…

Bu mevzuda ikinci yol da şudur: Hiç kimse, başkalarını kendi yol ve sistemine girmeye zorlamamalıdır. Varsın herkes kendi anlayışı içinde hizmet etsin. Şurası unutulmamalıdır ki, bir kısım kimselerin, içine düştükleri fikirlerden vazgeçmeleri zor, hatta çok defa imkânsızdır. Zor kullanmak ise kat’iyen çıkar yol olmadığı gibi, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara da sebebiyet verebilir. Müsamaha ve tolerans ise, Kur’ân’ın tavsiyesidir. Toleranslı hareket edip müsamahalı davrananlar, yarınlara ait önemli bir meseleyi halletmiş sayılırlar.

Üzerinde durulması gerekli olan diğer bir husus da şudur: Meşrepler, mizaçlar ittihat etmediği için, herkes kendi meşrebi içinde, Kur’ân ve imana hizmet ederken oldukça mühim şeyler de yapmaktadır. Bir kısım büyük kalemler, hayat-ı içtimaiyemizle alâkalı meseleleri, problemleri halletmektedirler ki, İslâm’ın bu türlü problemlerinin halledilmesine de ihtiyaç vardır. Binaenaleyh, bırakalım, bazıları içtimaî ve iktisadî meseleleri halletsinler. Bizler de yapabileceğimiz şeylerle meşgul olalım. Abbasîler devrinde olduğu gibi, şimdilik onların adaptasyonlarını yapalım. Ehl-i Sünnet kıstaslarıyla ölçüp biçelim, atacağımızı atıp tutacağımızı tutalım ve yeni terkiplerle, yepyeni bir dünyanın kurucuları ve hazırlayıcıları olmaya çalışalım.

Bir başka grup düşünelim ki, Ehl-i Sünnet açısından tenkit edilecek bazı yanları olabilir. Ama, böyle bir araştırma ve tetkik mevzuunda, değil onların, Batının bile alınacak müsbet yönleri olduğunu kat’iyen hatırdan çıkarmayalım. Bizim izzet ve onurumuz, onların da düşmanlık ve nefretleri hesaba katılarak, alınabilecek şeylerini almada ne zarar var! Aslında her bâtıl mezhep içinde dahi, bir dâne-i hakikat vardır ve o mezhep, hayatiyet ve mevcudiyetini ona borçludur. İşte, o tek dâne-i hakikat her zaman alınabilir ve alınmalıdır da…

Bu meseleyi izah için bir misal arz edeyim: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten ayrı Müslümanlar içinde, öteden beri devam edegelen birbirine zıt iki kutbun temsilcisi iki mezhep vardır: Mutezile ve Cebriye. Mutezile mezhebi, “Kul fiilinin hâlıkıdır.” prensibine göre hareket eder.. Cebriye mezhebi ise “Her şeyi Allah yaratır, kul robot gibidir.” düşüncesiyle hareket eder. Bunlar, insanın iradesi ve Allah’ın yaratması mevzuunda birbirine zıt kutuplarda bulunmaktadırlar.

Mutezile “İnsan kendi fiilini kendi yaratır, Allah müdahale etmez.” şeklinde düşünmüştü. Günümüzde, rasyonalistlerin çoğu da Mutezile gibi düşünmektedir.

Cebriye ise, bunun aksine, insana hiçbir pay ayırmamakta, hiçbir irade tanımamaktadır. Onlara göre mükellefiyetleri ve iradesizliğiyle insan, eli kolu bağlı, sırtından yediği bir tekme ile suya düşürülmüş ve kendisine “Sakın ıslanma!” denmiş gibi bir durum arz etmektedir.

Ehl-i Sünnet, ondan aldığı bir dâne-i hakikatle öbüründen aldığı başka bir hakikati birbirine mezcetmiş ve bir sentez yapmıştır. Mutezile’ye demiştir ki: Evet insanın iradesi vardır. Kur’ân’ın pek çok âyeti buna delâlet eder. İnsanın iradesi vardır ki, insan iradesiyle amel-i salih yapacak ve Cennet’e girecektir. Vardır ki, Kur’ân-ı Kerim “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” [2] demektedir. Fakat “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” [3] fehvasınca, Allah’ın dilediğinin, bir esas olduğu da kat’iyen hatırdan çıkarılmamalıdır. Evet, sizin irade dediğiniz şeyin tasarruf dairesi o kadar dardır ki, âdeta varlığı ile yokluğu müsavidir. Ama, şart-ı âdi olarak o irade vardır ve günah-sevap, ceza-mükâfat gibi hususlara da bir esastır.

Ben bütün bunlarla şunu anlatmaya çalıştım: Kapitalist bir sistem içinde de bir dâne-i hakikat vardır, komünist sistem içinde de. Ama, komünizma onu istismar ediyor. Devletçiliği, fakiri koruyup kollamayı istismar ediyor ve münafıklık yapıyor. İşte bunlar kitleleri, cemaatleri sürükleyip götürüyorlar. İslâm’a gelince, onun bütün meseleleri, bütün prensipleri hak, hakikat, istikamet ve adalettir. O, her yönüyle birleştirici prensipler mecmuasıdır.

Meşreplere gelince, her meşrep içinde bir dâne-i hakikat vardır. Cenâb-ı Hakk’ın, farklı mizaç, meşrep ve mezaklarda yarattığı şeyleri görmezlikten gelerek, fıtrat hakikatine karşı çıkıp, ayrı ayrı cetvellerden fışkıran suları karıştırarak, hayalî vahdet yolları araştırmayalım. Herkes kendi sahasında envâr-ı Kur’ân ve imanı neşretsin ve başkaları ile uğraşmasın.. ittifak edemiyorsa da hiç olmazsa ihtilafa düşmesin. En azından Müslümanları çekiştirip durmasın. Her Müslümanı alkışlamasını bilsin. Her “Allah” diyenin arkasında olsun. -İnşâallahü Teâlâ- o takdirde, kısa zaman sonra, ittihat ve ittifak teessüs edebilir.

Celâdet: Yiğitlik, kahramanlık, metanet.
Fehvasınca: Uyarınca, gereğince.
Şehamet: Akıl ve zekâ ile birlikte olan cesaret.
Teraküm etmek: Birikmek, yığılmak.
Vifak: Anlaşma, uyum içinde olmak.

[1] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, 2/160.
[2] Necm sûresi, 53/39.
[3] Tekvîr sûresi, 81/29.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Lut Kavmi, Nuh Kavmi Gibi Bazı Kavimler Belli Suçlardan Helâk Edilmişlerdir. Bugün Bütün Ahlâksızlıklar Yapıldığı Hâlde, Neden Toplu Olarak Milletler Helâk Edilmiyor?

Öteden beri ilâhî bir kanun olarak Cenâb-ı Hak, âsî ve tâğî kavimlere -ahirette ceza vermesi muhakkak ve mukadder olmakla beraber- terbiye ve tedip için çok defa, dünyada da ceza vermiştir. Hakikaten, Hazreti Lut kavmi hakkındaki ceza, ürpertici ve ibret verici mahiyettedir. Hazreti Lut’un vazifeli olduğu Sodom ve Gomore, Lut Gölü çevresindedir. Bu birkaç belde, bir gecede tek bir sayha ile yerle bir edilmişlerdir. Hazreti Lut’un kavmini, utandırıcı günahları ve suiakıbetleriyle en ince teferruatına kadar anlatan Kur’ân-ı Kerim,[1] Hazreti Nuh’un kavmini de tafsilâtıyla nakleder.[2] Tûfan hâdisesi zuhur eder. O günkü dünya karala rı suların altında kalır; denizler buharlaşır; gökten yağmurlar yağar; yerden sular fışkırır ve bütün o âsi cemaat helâk olur… Ancak, sefine-i Nuh’a (aleyhisselâm) binen az bir grup, bir kısım zayıf hadislere göre 60-70 insan, Allah’ın tevfikiyle kurtulur. Sonra da insanlık, yeniden, bunlardan üreyip çoğalır. Bu mevzuda, arkeoloji uzmanları, birtakım emarelerle bu hâdisenin cereyan ettiği yer ve cereyan keyfiyetini araştıradursun, biz, kudsîler topluluğu üzerinde duralım.

Evet, Ümmet-i Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelince, hakikaten ister ümmet-i davet (Müslüman olmayanlar), isterse ümmet-i icabet (Müslümanlar) olsun, bugün hepsi de pek çok melaneti birden işlemektedir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davetini duyan Avrupa, Amerika ve sair yerlerde öyle kötülükler irtikâp edilmektedir ki, hakikaten ne Hazreti Lut ne Hazreti Salih ne de Hazreti Hud devrinde bu melanetlerden hiçbirisi irtikâp edilmemiştir.

Ancak, O’nun ümmetinden olma hususiyeti, âdeta bu ümmete paratoner olmuştur. Bu hususiyeti teyit eden Kur’ân-ı Kerim’den bir âyetin işaretini ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bişaretini zikretmek yerinde olur.

Enfâl sûresindeki bir âyette: “Sen onların içinde bulundukça, Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azap edecek değildir.”[3] buyrulmaktadır.

Hatta burada Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mukayeselere gelmeyen büyüklüğünü mukayese için, şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz. Hazreti Mesih’in şöyle dediğini Kur’ân-ı Kerim nakleder:

“… Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mâide sûresi, 5/118)



Evet, Hazreti Mesih, azan, sapan cemaatinin durumunu Allah’a karşı ifade ederken: “Eğer Sen onlara azap edersen onlar Senin kulların. Eğer mağfiret edersen, Azîz ve Hakîm Sensin.” der.

Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için Kur’ân’ın ifadesi şöyledir: “Habibim, sen onların içindeyken Ben onlara azap edecek değilim. Aynı zamanda istiğfar ettikleri, (Bana döndükleri) müddetçe onlara azap etmeyeceğim…”[4]

Âyetten anlaşılıyor ki, Ümmet-i Muhammed’in iki mühim paratoner ve iki mühim seddi var. Belâlar, bu paratonerlerle tesirsiz hâle gelecek ve azaplar bu sedleri aşamayacaktır.

Birincisi: Maddî ve mânevî şahsiyet-i mâneviye-i Ahmediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizde bulunması -İlâ yevmi’l-kıyame Allah devam ettirsin!-

İkincisi: Ümmet-i Muhammed içinde hakka, hakikate sahip çıkan ve daima Allah’a yönelen ehl-i hizmet ve ehl-i istiğfar bir zümrenin bulunması… Bundan dolayı rahmetinden bekleriz. Allah bize, bilhassa toplu olarak azap etmeyecektir…

Hadis-i şerife gelince, sahih hadis kitaplarında gördüğümüz şekliyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin helâk olmaması için Allah’a (celle celâluhu) çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en mühimi de Veda Haccı’nda, Arafat ve Müzdelife’de oldu. Bu iki mübarek yerde O, Allah’ın ilham ettiği ölçüde pek çok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı-yakardı.[5] Ancak, bu husus kabul edildi mi edilmedi mi bir şey diyemeyeceğim!

Evet O Sultanlar Sultanı’nın, Ümmet-i Muhammed’in helâk olmaması mevzuunda pek çok yalvarış ve yakarışları olmuştu. Bunu sahabe-i kirama şöyle anlatıyor:

“Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman Ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim bunu kaldırmadı.”[6]

Evet, iradeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı… Başka kavimler günah işledikçe semavî ve arzî afetler onları kırıp geçirecek; ama, Ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek, ittihat ve ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar. İşte, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunun kalkmasını Rabbisinden çok diledi; ancak, Cenâb-ı Hak -hikmetini Kendi bilir- bunu kaldırmadı.

Bir de şu hususu, bir âyetin işareti, ehl-i keşif ve tahkikin beyanı olarak arz edeceğim. Bir yerde az dahi olsa, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a, dine ve diyanete samimî hizmet varsa ve orada ehl-i hakkın mağlup olma endişe ve tehlikesi de bulunmuyorsa, bu işi yapan topluluk, paratoner gibi belâların def u ref’ine vesile olacaktır. Evet bu şekilde dine hizmet eden, on tane samimî adam olsa, bunlar paratoner gibi belâları kırıp def u ref’ine vesile olacaktır. Ama; ehl-i hak mağlup ise, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onları da sarsacaktır.

İşin doğrusunu Allah bilir.

İrtikâp: Kötü bir fiilde bulunma, suç işleme.
Tâgi: Azgın, âsi, yoldan çıkmış.
Tedip: Ceza verme, haddini bildirme.

[1] Bkz.: Hicr sûresi, 15/58-79; Şuarâ sûresi, 26/170-175; Ankebût sûresi, 29/26-37; Zâriyât sûresi, 51/31-37.
[2] Kur’ân’da 71. sûre olan Nûh sûresine bakınız. Ayrıca bkz.: Hûd sûresi, 11/25-49; Şuarâ sûresi, 26/105-121.
[3] Enfâl sûresi, 8/33.
[4] Enfâl sûresi, 8/33.
[5] İbn Mâce, menâsik 56; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/14.
[6] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 11/374; el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 1/117; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 8/292.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bir Müslüman'ın Müsamaha Ölçüsü Ne Olmalıdır?

Müsamaha bir Müslüman sıfatıdır. Her Müslüman bu sıfatla muttasıf olmalıdır. Müsamaha gönülleri yumuşatıcı bir unsurdur; hakikatları kabul ettirme de ancak onunla olur. Maamafih, müsamaha ne kadar güzel bir haslet olursa olsun, ifrata-tefrite düşülmeden dengeli ve belli bir ölçü içinde olmalıdır.

Allah Rasûlü kendi şahsına yapılan her türlü bed muameleye karşı alabildiğine müsamahalı davranırdı. Ancak bir başkasının hakkı veya dinin esaslarına saldırı söz konusu olduğunda, kükremiş arslanlara döner ve o hak yerine gelinceye veya o bela defedilinceye kadar da yerinde duramazdı.

Uhud’ta emri dinleme nezaketini tam kavrayamamış ve geçici dahi olsa bir bozguna sebep olmuş sahabiye karşı tek kelime söylememiş ve kat’iyyen sert davranmamıştı.. yakasına sarılıp hak isteyene, tebessümle mukabelede bulunup ve yanındakilere, “buna hakkını verin,” demişti ki; bunlar O’nun müsamaha ikliminin genişliğini ispat etmesi bakımından, ibretle seyredilmesi gereken tablolar arasından sadece bir-iki misâldir. Mekke fethinde ilan ettiği umumî af ise, bugünün insanının henüz hayâl edemeyeceği kadar derin ve baş döndürücüdür. Evet, Allah Rasûlü’nün müsamahası bu kadar geniştir.

İffeti gökteki melekleri dahi gıptaya sevk edecek kadar temiz ve pâk olan anamız.. evet, binlerce yüzbinlerce anayı uğruna feda edeceğimiz ve bastığı toprağı gözümüze sürme diye çekeceğimiz anamız Hz. Aişe’ye, iftira atan ve o muallâ dâmene çamur sıçratanlar arasında, kandırılmış Müslümanlar da vardı. Bunlardan biri de Hassan b. Sâbit’ti. Allah Rasûlü’nün bu mübarek şairi nasılsa bir münafık tarafından iğfal edilmiş, kandırılmış ve O da onların sözüne inanarak iftira şebekesinin arasına girmişti. Daha sonra âyet nazil olup da; anamızın iffeti vahiyle tesbit edilince bunlara iftira sopası (Haddi kazif) tatbik edildi. Ve aradan seneler geçti. Hassan b. Sabit iyice yaşlanmış ve gözleri görmez hâle gelmişti. Hz. Aişe validemizin yanında methiye okuyordu. Orada bulunanlar arasında Hz. Aişe’nin yeğeni Urve de vardı. Hâdiseyi bildiği için de Hassan b. Sabit’e karşı içinde gizli bir nefret taşıyor ve teyzesine çıkışıyordu: “Ne diye bu adamı huzuruna kabul edip dinliyorsun?” Ve anamız cevap veriyordu: “Sus Ya Urve! Ben Allah Rasûlü’nün O’na duâda bulunup: “Ya Rabbi O’nu Ruhu’l-Kudüs ile teyid et” dediğini duydum.”

Bu şebekeye girenlerden biri de Mistah’dı. Halbuki Hz. Ebu Bekir O’nun bakım ve görümünü üzerine almış ve o aileye her türlü yardımını aralıksız sürdürüyordu. İftira hâdisesine onun da ismi karışınca, Hz. Ebu Bekir, bir daha asla Mistah’a yardım etmeyeceğini söyledi. Canı iyice yanmıştı. Fakat derhal gökten bir mesaj geldi. Âyet şöyle diyordu: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah (cc) yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın (cc) sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah (cc) Gafûr’dur, Rahîmdir”. (Nur,24/22)

O yeminle Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğini söyleyen insan, bu hitap karşısında derhal dediğinden vaz geçiyor; yemin keffaretini ödüyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi Mistah’ı himayeye devam ediyor..

Bunlar, şahsa karşı yapılan en çirkin muamelelere karşı bir mü’minin verdiği müsamaha örnekleridir. Hakikaten çok zor olan böyle bir imtihanı onlar en muvaffak bir şekilde atlatmışlardır. Ve hakkı neşir vazifesini omuzlayan insanlara onlarda nice ibretler ve dersler vardır.

Günümüzün davâ adamları da kalblerinin yumuşaklığı ile vicdanlara girip hakikatı anlatacak ve kalbleri fethedeceklerdir. Huşûnet, sertlik ve kabalık hiç bir devirde faydalı olmadığı gibi günümüzde de faydalı olacağı düşünülemez. Müsamahanın sıcak iklimi ise, nice buzdan dağlar eritmiştir. Allah Resûlünü öldürmek için yola çıkan nice düşman, O’nun müsamahası ile hayat bulmuş, İslâm’a girmiş ve Allah Rasûlü’nün en sadık dostu olmuştur. Ömer’i dize getiren Allah Rasûlü’nün bu müsamahası değil midir? Ya Halid’i bitirip tüketen ve gönlündeki karanlıkları gideren bütün bunlar Efendimiz (sav) in müsamaha dünyasından esip gelen aydınlık tûfanı değil midir?

Zaten Cenab-ı Hakk (cc) da kendi dinini neşredenlerden bunu talep etmekte ve bunu istemektedir. O, Firavunun hidayete gelmeyeceğini ezelî ilminde bildiği halde Hz. Musa ve Harun’u (as) ona gönderirken, Firavuna karşı yumuşak bir dil kullanmalarını emretmekte ve “Ona tatlı dille konuşun. Belki o aklını başına alır veya korkar” (Tâhâ, 20/44) demektedir.

Evet, biz bize karşı bağnazca, fanatikçe ve küfür hesabına mürteciyane hareket edenlere, müsâmahalı, esnek ve bir mümine yakışır mürüvvet edebini takınarak mukabele etmek zorundayız. Kur’ân’ın bize öğrettiği ahlâk anlayışı böyle olmamızı gerektirmektedir. “Onlar (mü’minler) ki, boş bir şeyle karşılaştıklarında oradan vakarla geçip giderler”. (Furkan, 25/72)

Bir mü’minin ferdî plânda daima göz önünde bulundurması gereken düstur Rabb’imizin şu ifadeleri olmalıdır: “Eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız bilin ki Allah (cc) Gafûrdur, Rahîmdir”. (Teğâbûn, 64/14)

Cenab-ı Hakk (cc)’ı kendisine karşı Gafûr ve Rahîm bulmak isteyen, O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanmalı ve müsamahayı, karakterinin ayrılmaz bir parçası kılmalıdır.

Müsâmahalı insan, hayatın her safhasında daima kazanır ve hiçbir zaman kaybetmez. Bugününü yaşarken aynı zamanda yarın olmak, ancak müsamahalı insanlara mahsus bir ilâhî mevhibe ve hikmet buududur.. buna mazhar olanlar da geleceğin dünyasının biricik mirasçılarıdırlar.

4 Mayıs 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Şefaat Hak mıdır? Kimler Ne Ölçüde Şefaat Edebilirler?

Evet, şefaat haktır. Birçok âyet ve hadîste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu âyet ve hadîsleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzûa başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliyâ asfiyâ ve şehitler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzûda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i âzama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu âhirete saklamıştır.. ve âhirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdûn”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mahmûd”un sahibi ünvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara keffâreti sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Rasulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” manâsına “şefaat-ı uzmâ’sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” (Bakara, 2/255) mealindeki âyet de bize bunu anlatmaktadır.

Bunun böyle olması da gayet tabiî ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilâhîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (cc) bir mîzan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, âhirette vereceği şefâat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdit ve sınır konulmuş olmasaydı,bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek meselâ, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimâli vardır. Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir.

Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzûda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadîsi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebîler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi…

Evet, belki de Hallacın dediği gibi, Allah Rasulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı. Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu manâ ile alâkalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır.

Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi muttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve muttakîler önünde bize, imamlık pâyesi ihsan eyle!

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (cc) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, muttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz…

Efendimiz bir hadîslerinde, âhiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (cc), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’tan şahit ister. O da Ümmet-i Muhammedi şahit gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahit kıldın.. onlar da ellerindeki Kitapta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahit olarak gösteriyorum.”

Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasulün de sizin üzerinize bir şahit olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143).

Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahit olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu manâda bütünüyle şefaat edecektir.

Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (cc) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir..

6 Mayıs 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah (celle celâluhu), Neden Bana Sormadan, İşin Başında İrademe Danışmadan Beni Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? Sonra, Benim Kaderim Neden Zengin ve Müreffeh Olmak Değil de, Belâ ve Musibetlere Maruz Kalmak Şeklinde Tecellî Ediyor?

Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.

Şimdiye kadar yaptığımız izahattan anlaşıldığı üzere, insanın iradesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (celle celâluhu) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.

İnsan bir işe iradesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle iradesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hatta ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi suiistimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, “Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?” diyebilir mi? “Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu.” gibi tamamen iradî hatalarımızdan kaynaklanan cüz’î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?

Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. İrademizi hesaba katmadan birtakım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.

Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, iradesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre alet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz… Şu kadar ki, insanın suiistimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.

Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam mânâsıyla anlayamadığından, ancak zâhirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İleride dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir tedibe tevessül etmiştir… Ama, siz zâhire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Hâlbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakikî, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adaletli verir.

Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibarıyla o suçsuzdur; fakat, hâkim zâhirî sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, “Hâkim zulmetti.” dersiniz ama, o kimse hakkında kader, hakikî sebebe bakarak adaletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir.

Yeri gelmişken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Hz. Musa (aleyhisselâm), “Yâ Rabbi, bana adaletini göster.” diye dua eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, “Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle.” diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü fark eden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adaleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hak’tan sorar ve şu cevabı alır:

“Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iade etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık.”

Evet, hakikî sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serapa zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakikî sebepleriyle serapa adalet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahzâ adalet ve mahzâ güzelliktir.

İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.[1] Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifadesiyle[2] ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibarıyla pek çok lütuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (celle celâluhu) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin sırat-ı müstakîmden sapmasına vesile olacaktı. Kul dua eder, fakat duada istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa ya istediği aleyhinedir ya da ileride veya ahirette çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.

Öyleyse, Allah’ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (celle celâluhu), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık’tır ve Alîm’dir, aynı şekilde Hakîm’dir de; hiçbir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef’âlindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O hâlde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olmak ve O’na teveccüh etmek, “lütfun da hoş, kahrın da hoş” anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.

[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/216.
[2] Bakara sûresi, 2/216.


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Cenâb-ı Hak Bir Âyetinde "Ben İstediğim Kulumu Hidayete Erdiririm" Diyor. Bu Durumda Cenâb-ı Hak Kulları Arasında Bir Ayrım Yapıyor mu?

Evvelâ, Allah bir ayrım yapsa, kimin hakkı var ki, O’na “Niçin ayrım yaptın?” desin. Allah, mülk sahibidir[1]. Hepimizi belli şeyler içinde evirip çeviriyor; ama, kimsenin, herhangi bir hak iddia etmeye de hakkı yoktur. “O Mülk Sahibi, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” Hakikatinin sahibidir. Ayrıca, O’nunla alâkalı sual sorulurken, çok nezihane, edibane sormak lâzımdır. Allah, her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan Mâlikü’l-Mülk’tür.[2] Kimsenin böyle, bu tarzda soru sormaya hakkı yoktur ve edebe münafidir.

Ancak şöyle denebilir: “Cenâb-ı Hak beni hidayete veya dalâlete atıyorsa sonra acaba beni hangi esas, hangi prensip ve hangi hikmete binaen muaheze edecektir? Zira, O, Hakîm-i Mutlak’tır. Acaba bu husustaki hikmeti nedir?”

Evet, Allah dilediğini hidayete, dilediğini de dalâlete götürür. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’in mükerrer yerlerinde hep böyle zikredilmiştir.[3] Meşîet-i ilâhiye esastır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gerekli olan husus da şudur: Hidayet ve dalâlet Allah’ın yaratmasıyladır. Ama sebebiyet, kulun mübaşeretidir. Kulun mübaşereti o kadar zayıftır ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya bütün kâinatların yaratılması, kendisine ait olan Allah’ın (celle celâluhu) Zât’ı zikredilmektedir.

Bir misal ile meseleyi tavzih edelim: Meselâ bizler, yemek yeme, su içme ameliyesini yapıyoruz. Bu yeme ve içmenin neticesinde içimize giren çeşitli proteinler, vitaminler, demirler, bakırlar yerlerini alıyor ve bedende, kendilerine has fonksiyonları ifa ediyorlar. Bütün bu meseleler öyle hassas hesaplarla yapılıyor ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işlerin halli için yetmiyor. Yettiği farz edilse bile, insanın ağzına lokmayı koyması için gerekli olan elindeki kuvvet, kafasındaki dirayet, ta baştan Allah tarafından verilmiş. İnsan lokmayı ağzına koyar-koymaz, Allah tükürük bezlerini harekete geçiriyor, ağzı sulandırıyor ve yemek daha ağızda ıslanırken, hemen beyne haber gidiyor; oradan da mideye şifreler çekiliyor ve ona “Dikkatli ol!” deniliyor. “Hangi çeşit usare ve asidi ifraz edeceksen et; çünkü şu cinsten, şu çeşit yemek geliyor.” Derken, midedeki bütün fakülteler faaliyete geçiyor. Sadece buraya kadar olanları dahi, insan, kafasıyla düşünmeye kalkışsa, bunların pek azını bile yapamaz. Kaldı ki onun, bazen yanlışlıkla dilini çiğnediği de oluyor.

Mide kendine ait fonksiyonu ifa ediyor. Kendi eriteceği şeyleri, meselâ nişastalı, glikozlu şeyleri eritiyor. Ve iş bununla bitmiyor; bağırsağa giderken ona da bir şifre gönderiliyor:

“Şunlar geliyor.” Yani sert ve ancak asitli şeylerle halledilebilir cinsten nesneler. İnsanın bundan sonraki safhada hiç dahli yoktur. Sonra selülozlu şeyler bağırsaklara giriyor, derken onlar faaliyete geçiyor. Bunların bir kısmı, meselâ elma kabuğu gibi şeylerse -insan vücudunda bu gibi enzimler olmadığından- erimiyor ve dışarıya atılıyorlar. Bütün bunların hepsi fevkalâde hassasiyet içinde ve haberli olarak cereyan ediyor. Evet, midede ne erir, ne erimez bunların hepsi de haberli oluyor. Sonra sıra karaciğere geliyor ve karaciğer de kendisine ait yüzlerce vazifeyi yapıyor…

Görüyoruz ki, bir lokma, insanın midesine girdikten sonra, onun vücuduna faydalı hâle gelinceye kadar, bin ameliye görüp-geçiriyor. Ve bu bin ameliyenin hiçbirinde insanın dahli olmuyor.

Şimdi, bu nankör insan kalkıp dese ki “Ben, lokmayı ağzıma koydum, vücuduma demiri, kömürü gönderdim, stok yaptırdım. Hangi hücrelerin nelere ihtiyacı varsa, onları onlara tevdi ettim. Vitamin isteyene vitamin, protein isteyene protein gönderdim. Hararetlerini de ayarlayıp hepsini faaliyete geçirdim.” Allah’ın bu icraatına şerik olduğunu iddia etmiş olmaz mı?

Belki, bu mevzuda düşünülmesi ve söylenmesi gerekli olan şey şudur: “Bu esrarengiz mekanizma, gaybî bir el ile çalıştırılıyor. Ben lokmayı ağzıma koyunca, birdenbire esrarengiz şeyler olmaya başlıyor. Binaenaleyh, bu lokmanın halledilmesi mevzuunda benim bir dahlim yoktur. Bu işi yaratan Allah’tır (celle celâluhu). Hazım ve sonrasını yaratan da O’dur.” Böyle demekle insana ait iş, Allah’a isnat edilmiş olmaz. Belki Allah’ın işi, Allah’a isnat edilmiş olur. İnsanın bu mevzuda o kadar cüz’î bir mübaşereti vardır ki, bunca işi kendisine isnat etmeye asla hakkı yoktur.

Gelelim hidayete. Hidayet, öyle mühim bir meseledir ki, insanın onu elde etmedeki iradesi, çok küçük bir izhâr-ı liyakattan ibarettir. Meselâ çok defa isterim ki, kalbî bir inşirah, bir inbisat içinde bütün hissiyatımla içimi cemaate dökeyim. Hâlbuki “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz”in[4] sahibi olduğundan, bütün içimi, hissiyatımı ifade edemiyorum; ancak alâkaderilimkân bir şeyler söyleyebiliyorum. İstiyorum ki, nâfizülkelim ve alabildiğine muhlis olarak, ahkâm-ı ilâhiyeyi, ahkâm-ı Kur’âniye’yi nakledeyim. Hâlbuki her şey bir noktada takılıp kalıyor. Ne kadar arzu ediyorum, namaza durduğum zaman kendimden geçeyim; vecd ve istiğraklarla kendimi unutayım, dünya ve mâfîhâdan bütün bütün sıyrılayım. Hâlbuki bu arzumun binde birine dahi muvaffak olamıyorum. Demek ki, elimde samimî isem sırf bir istek var. Geri kalanları tamamen Yaratan’a ait… Ey Rab, göz açıp-kapayıncaya kadar dahi olsa bizi bize bırakma!..[5]

Dikkat buyurulsun; iman zevki, iman aşkı, iman hazzı, Cennet iştiyakı ve Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi almaya, kabul etmeye teşne olma keyfiyeti, bütün bunlar öyle ilâhî mevhibelerdir ki, bunları insanın sinesine ancak Allah yerleştirebilir. İnsan, sadece mübaşeret eder. Onun için Saduddin-i Teftâzânî bu mevzuda “İman, insanın cüz’î iradesini kullanması suretiyle, Allah’ın onun ruhunda yaktığı bir şem’adır.” der. -Şem’ayı yakana ruhlar feda olsun!Böyle büyük bir neticede senin cüz’î iradeni kullanmaktan başka bir dahlin yoktur. Sanki düğmeye dokunuyorsun ve hayatın tenvir ediliyor. Binler avizenin, bir tek düğmeye dokunmakla etrafı aydınlatması gibi, iman tarafına, cüz’î iradenin o kadarcık yönelişi, hidayet nurunun yakılmasına vesile oluyor.

Evet, bu meseleyi de ağızdaki lokma gibi anlama mecburiyetindeyiz. “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.”[6] “Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.”[7] fehvasınca kimse, O’nun dilediğinden başkasını dileyemez… O’nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O’nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz.

Netice olarak işin çoğu O’na aittir. Bize ait olan o kadar cüz’î, o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah’a karşı suiedeb ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir.

Alâ kaderilimkân: İmkân nispetinde, mümkün olduğu kadar.
Mâfîhâ: İçindekiler.
İfraz: Salgılama.
İstiğrak: Basiret ve şuurun, yaşanan hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında kalıp, kendinden geçmesi.
Meşîet-i ilâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi.
Mübaşeret: Bir işe başlama, girişme.
Nâfizül-kelim: Sözü tesirli.
Vecd: Coşku (ilâhî aşkın insan benliğini bütünüyle sarması).

[1] Bkz.: Fâtır sûresi, 35/13; Zümer sûresi, 39/6; Şûrâ sûresi, 42/39; Zuhruf sûresi, 43/51; Mülk sûresi, 67/1.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/26. Arıca bkz.: Mâide sûresi, 5/1; İbrahim sûresi, 14/27; Burûc sûresi, 85/16.
[3] Bkz.: A’râf sûresi, 7/186; Kehf sûresi, 17/17; Zümer sûresi, 39/37.
[5] İnsan sûresi, 76/30.
[5] Bkz.: Tirmizî, daavât 99.
[6] İnsân sûresi, 76/30.
[7] Müddessir sûresi, 74/31.


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

İrade-i Külliye ve İrade-i Cüz'iyye Ne Demektir?

İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’ân-ı Kerim’de beyan olunmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’î iradenin insana verildiği de malumdur. Hâl böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın İrade-i Külliyesi mi günah işletir?

Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..”[1] Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlıkı yalnız Allah’tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (c.c.) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, “kesb” veya “Cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:

A) Küllî irade, B) Cüz’î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.”[2] Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da “Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (c.c.) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (c.c.) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: “Beni niye buraya getirdin!” diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin… Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız.”

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.

Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz’i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk’ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu’tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu’tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur’un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme

[1] Sâffât sûresi, 37/96
[2] İnsan sûresi, 76/30


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Hızır (aleyhisselâm) İle Görüşülebilir mi?

İnsan, düşünce ile alâkalı meseleler üzerinde durup, o meseleleri ihtiva eden kitapları tetkik ettiği nispette derinleşir. Kalbî hayatı ile ilgili meseleler üzerinde durup, onlara inhimak ettiği zaman, kalbî hayat açısından buud kazanır. İlmî meseleler üzerinde ısrarla durup, bu mevzuda her gün yeni yeni terkiplere ulaşabildiği, yeni yeni komprimelere varabildiği nispette de ilmî derinliklere erer. Bütün bunları aşarak sırf rızâ-i ilâhî ve Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etme üzerinde ısrarla duran bir insan da Allah’la olan münasebetlerinde derinleşir (Hâlık-mahluk, kul-Mâbud münasebetlerinde).

Aslında, Allah’la münasebette derinleşen bir insan, netice ve encam itibarıyla, diğer yollarla elde edilebilecek her şeyi de elde edebilir. Belki çok az bir çalışma, cüz’î bir malumat ile Cenâb-ı Hak, onun ilmine keramet-i ilmiye lütfetmek suretiyle, birini bin yapar ve onu yılların gayretiyle elde edilemeyecek neticelere ulaştırır. Artık böyleleri bir defa okur ama, ondan binlerce terkibe varabilir.

Zâhirî ilimler, öğrenildiği kadar insanın dimağ ve kalbinde yer işgal eder ve insanın sa’yi nispetinde bir arzı (eni) bir de tûlu (boyu) olur. İnsanın, Allah ile münasebetlerinde derinleşmesi sayesinde ise, hem bâtın âlemine ait mârifet, hem de zâhir âlemiyle alâkalı müktesebat elde edilir. Evet beriki sadece zâhirde kalırken, bu, bâtın âlemin sınırlarını aşar, zâhiri de kavrayabilecek noktaya ulaşır.

Maddeciliğin esas alındığı bir asırda yaşadığımız için, her şey maddî kıstas ve maddî kriterlerle ele alınır oldu. Bu itibarla da pek çoğumuz mâneviyata karşı yabancılaştık ve ruhî değerlerden yoksun kaldık. Bu hızlı maddîleşme, dimağımızdan mâneviyatı silip süpürüp götürdü. Rahmet-i ilâhiyeden ümit ve recâ ediyoruz bizleri yeniden, mânâ ve ruh insanları hâline getirsin…

Allah’la münasebette derinleşen bir insan, gayb âlemine muttali olur, melâike-i kiramla görüşebilir, cinlerle münasebete geçer, ruhanîlerle muhabereye girişebilir, Hızır’ı (aleyhisselâm) görür, hatta onun makamına yükselir.. Hazreti Mesih’le hemdem olur; Hazreti Mehdi ile tecdit musahabesinde bulunur… Evet, insan Allah ile münasebette derinleşir, şekilden, suretten kurtulup ruhun bütün dinamiklerini Allah’a vâsıl olmada kullanabilirse, olur bütün bunlar…

Binaenaleyh, bazı kimselerin “Hızır (aleyhisselâm) ile görüşüyorlarmış, nasıl olur? Biz de görüşebilir miyiz?” gibi mülâhaza ve düşünceleri, biraz işin dışında olma ve yabancılıktan kaynaklanıyor. Hızır’ı (aleyhisselâm) görmek herkes için mümkündür. Kim bilir, belki camide, saflarınızın arasında bile bulunabilir. En azından, camilerde, Hızır’ın (aleyhisselâm) mübarek gölgesinde, seyr u sülûk eden birisi mutlaka vardır. İçinizde melâike-i kiram da vardır. Belki âlem-i cismaniyette, âlem-i cismaniyeti seyre dalan yani sizin bakışlarınızda fâni olan ve sizin bakışlarınızla âlem-i şehadeti seyre dalan ruhanîler de vardır. Sizin içinizde, kalb ve hissiyatınızla bütünleşen latîf mahluklar da vardır. Ama hissedemezsiniz bunları… Cenâb-ı Hak maddî sahada beşerin inkişafına muhâzi olarak, mânevî sahada da bizleri inkişafa muktedir kılsın!…

Sıdkına, sadakatine, sadık ve masduk olduğuna inandığımız Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem), devrimize kadar pek büyük sâfi kimseler, ruh-u sâfiyeye mazhar olan kişiler, Hızır’la (aleyhisselâm) da, melâike-i kiramla da, ruhanîlerle de görüştüklerini ifade ediyorlar.

Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayarak, devrimize kadar temâdi edip gelen bu büyük kimselerin evet, Allah’tan çok korkan, kalbleri haşyetle tir tir titreyen bu zatların, böyle bâlâ-pervâzâne iddialarda bulunmaları mümkün değildir. Bunlar kat’iyen doğru söylemektedirler. Biz de aksine ihtimal vermeyecek şekilde buna inanıyoruz.

Ehl-i keşif ve ehl-i müşâhede, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğuna kâildirler. Muhaddisîn-i kiram devrinde, Buhârî ve emsali bazı kimseler “Vefat etmiş.” diye hükmetseler bile, başta müçtehitlerden dört imam ve sair fukahâ, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğu kanaatindedirler. Binaenaleyh, ister zıllinde olsun, isterse bizzat kendisiyle olsun, bazı kimseler onunla mülâkat temin edebilirler veya o, onlarla görüşebilir…

Hızır’la görüşebilecek kimseler, Hızır makamına yükselmiş kimselerdir. Kısacası kendini aşmış, benliğini yenmiş kimseler. Bir misalle arz edeyim. Malum, Yunus Emre, Taptuk’un evine hep düz odun taşırmış. “Niçin hep düz; ormanda hiç eğri odun yok mu?” demişler. “Taptuk’un evine, odunun bile eğrisi giremez.” demiş. Evet düz gidecek ve hedefe varacaksın..! Ok gibi düz ol ki, dosdoğru hedefe varasın…

Taptuk denemiş. (Bunu Belhli İbrahim Edhem, Mevlâna, Şibli ve Şems-i Tebrizî için de söylerler…) Müridlerinden bir başkası, eline kovaları almış çeşmeden geliyor. Bu arada âdeta, mahmuzlu çizmelerle atı mahmuzlar gibi, varıp Yunus’un ayaklarına ve kalçalarına dürtüyor ve kanatıyor. Kapının önüne kadar hiçbir şey demiyor. Kapının önünde: “Biz o meseleyi çoktan Sarıköy’de bıraktık.” diyor. Yani nefsimizi düşünmeyi, bu acıları kâle almamayı, biz çoktan köyümüzde bıraktık, demek istiyor. Mürid şeyhine geliyor. Şeyh: “Ne dedi?” diyor. Mürid: “Sarıköy’de bıraktık.” diyor. Şeyh: “Hâlâ kendini düşünüyor. Olmamış, daha çekmesi lâzım.” cevabını veriyor.

Yunus ne güzel der:

“Vurana elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın.”

Devrin mürşidleri, mübelliğleri de böyle olmalı.. yani, vurana elsiz, sövene dilsiz, Kur’ân talebesi gönülsüz gerek. Kırılan, darılan Kur’ân talebesi olamaz. Hızır’la görüşmek için kendini düşünmemek lâzım. Nakşibendîlerin

“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”

diye, dört esasları vardır. Bu devirde Hızır’ı görme maksadını da terk lâzım geldiğinden, bizim yolumuzda da dört şey vardır. “Acz-i mutlak, şevk-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.”

Bâlâ-pervâzâne: Yüksekten uçarcasına, haddini aşarcasına.
Ehl-i keşif ve müşâhede: Eşyanın perde arkasına, gaybî âlemlere ait bilinmezleri Allah’ın izni ölçüsünde keşfedip, görebilen kişiler.
İnhimak etmek: Bir konuda yoğunlaşmak, derinleşmek.
Muhaddisîn-i kiram: Değerli hadis âlimleri.
Mübelliğ: Allah’ın dinini insanlara anlatan, bildiren kimse.
Müktesebat: Elde edilmiş, kazanılmış bilgiler.
Seyr u sülûk: Belli bir usûl dairesinde kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümek.
Zıll: Gölge.


28 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

"Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim?" Sualine "Evet Rabbimizsin!" İle Cevap Verildiğine Aklî Delil Var mıdır?

Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izah etmek çok zordur. Ancak bu gibi şeylerin imkânı anlatılabilir.

Aslında, Allah (celle celâluhu) böyle bir şeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmaz. Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:

1) Böyle bir şey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun ispatı nasıl yapılır?

2) Mü’min fert bu işten haberdar olmuş mudur?

Evvelâ, “Cenâb-ı Hakk’ın, bir âlemde, ruhlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onların da: ‘Evet Rabbimizsin.’ demesi, kat’î midir?” suali vârid oluyor.

Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: “Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti)…”[1] denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bü tün tefsirciler bu söz alınma meselesinin zamanı hakkında ihtilaf içindedirler.

Bir kısmı “Zerrat âleminde daha atomlar hâlindeyken, ileride terkip hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır.” demektedir.

Bazı tefsirciler ise “Bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür.” derler.

Bir hadis-i şerifin de teyidine dayanarak, bazı müdakkik müfessirler de derler ki, “Hayat nefh edildiği anda o, insandan alınmış bir sözdür.”[2]

Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç ve dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lâfzî konuşma tarzlarımız var… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara bir şeyler anlatırız.

Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle?” Biz de: “Şunu, şunu dedik.” diye anlatırız. Kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu, nefsî bir konuşmadır.

Bazen olur ki, rüyalarımızda bir şeyler konuşuruz. Başkalarından da bir şeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.

Bazı kimseler uyanıkken dahi, misal âleminden nazarlarına arz edilen misalî levhaları görür ve misalî şahıslarla konuşurlar. Belki çok maddeciler bunlara inanmaz ve “halüsinasyon” derler; varsın desinler… Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi. Âlem-i misale, âlem-i berzaha ait misalî levhalar, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Vahiy ise, başka bir konuşma tarzıdır. Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geliyordu. Efendimiz de şuuru açık olarak duyuyor ve hissediyordu; ama, buudlar âdeta başkaydı. Efendimiz’in dışında kimse bir şey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek bir şey idiyse yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysaki, bazen zevcelerinden bir tanesinin dizine başını koyup yatarken, bazen bir sahabinin göğsüne başını dayayıp otururken, mübarek dizini birinin dizine koyduğu hâlde vahiy gelirdi de, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyardı ama, öbürleri ne bir şey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-i Ekrem, vahyi, harfiyen beller ve onlara anlatırdı: Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzı.

Velinin kalbine ilham geliyor, âdeta onun içine fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi bir şey… Morsta nasıl “di..di..dit; dâ..dâ..dit” = …, —., denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de, bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ, veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı, bakarlar o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.

Bir de telepati var… Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla muhabereleşmeyi hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhabereleşmesi. Bu da bir başka beyan.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu) “lâ yuad velâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.

Şimdi gelelim meselemize. Allah (celle celâluhu) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde söyledi, bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhâlde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olmaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise ruha hitap nev’inden değildir…

Şu nokta çok önemlidir, insanlar, misal âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sadık (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize diyor ki:

“Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar.”[3] Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile onun yanında bulunan kimseler bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tespit edemezler. Çünkü, artık mükâleme başka buudlarda oluyor; sizin buudlarınızda değil. Tıpkı Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.

Binaenaleyh, bu “Elestü bi-Rabbiküm”[4], Allah’ın (celle celâluhu) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım hıfzedeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceğini intizar etmek gerektir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarla bunu hissedebiliriz.

Bir keresinde bu meselenin izahını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum.” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa, içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum hâlde nâmütenâhî arzularımla duydum bu sesi. Evet, esasen ben nâmütenâhî olan Zât-ı Ulûhiyeti bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrak edeyim. İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhîyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; Cennet ve Cemalullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “Onu duydum.” diyorum.

Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için latîfe-i rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim, “Dikkat edin, kalbler, ancak Allah’ı anış ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.”[5] buyuruyor.

Bir diğer husus da şudur: Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Bir noktada Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” diyor. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette gidiyor; tek delil de vicdanı…

Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdariptir. Vicdan, Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan, vicdanının sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Mâbud arzusunu onun içinde duyacaktır. İşte bu hava, bu eda, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah Teâlâ’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına verilen “Evet Rabbimizsin.”[6] cevabıdır ki, dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu, kafada, cesette aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, ispatı, kendi sahasında yapılabilir bir husustur. Ehl-i tahkik, ehl-i şühud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık ve seçik, görmüş ve göstermişlerdir.

Ama, aklî ispatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusâtı ispat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.

Hâhişkârlık: İstekli, arzulu olma.
Mütenâhî: Sonlu, sınırlı.
Nâmütenâhî: Sonsuz, sınırsız.
Mahsusât: Duyularla hissedilen şeyler.

[1] A’râf sûresi, 7/172-173.
[2] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kurân Dili, 4/167-175 (sadeleştirilmiş baskı).
[3] Buhârî, cenâiz 87.
[4] “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
[5] Ra’d sûresi, 13/28.
[6] A’râf sûresi, 7/172.


24 Mart 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

"Bir Saat Tefekkür, Bir Sene Nafile İbadet Hükmüne Geçer" Mealindeki Tefekkürün Yolu, Usûlü, Metodu Nasıldır? Belli Bir Vird veya Zikri Var mıdır? En Çok Tefekküre Sevk Eden Âyetler Hangileridir? Sessizce Yapılan Dualar Tefekkür Yerine Geçer mi?

Zannediyorum, soru sorulurken cevabı da verilmiş oldu. Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadet hükmünde olduğu, zayıf bir hadis-i şerifte[1] ifade ediliyor ama; hadisten daha ziyade Kur’ân-ı Kerim’de bu meseleyi teyit eden pek çok âyet var: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ihtilafında, aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” [2] Evet, ayların, güneşlerin âhenk içinde doğup batmasında, nizamın baş döndürücü bir keyfiyetle deveran ve cereyan edip durmasında, düşünebilen kimseler için ibretler vardır. Bu âyet-i kerime tefekkür mevzuunda sarih bir delildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir insan bu âyeti okur da düşünmezse, yazıklar olsun ona.” [3] buyururlar. Ümmü Seleme Validemiz, bu âyet nazil olduğu zaman veya Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyeti okurken ağladığını nakleder. [4] Zaman ve Mekânın Efendisi bir gece, teheccüd vaktinde bu âyeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. [5] Düşünmeye açılan bir kapı ve tefekkür iklimine açılan yollarda birer rehber sayılan bu ve emsali âyetler, İslâm’da düşünce hayatının buudlarını göstermeleri bakımından çok önemlidirler.

Yalnız, önce tefekkürün ne demek olduğunu bilmek lâzım. Tefekkür, evvelâ, bir ilk bilgiye dayanmalıdır. Yoksa âmiyâne, cahilâne tefekkürlerle hiçbir yere varılamaz. Böyle kapalı tefekkür, zamanla bıkkınlık meydana getirir. Sonra da insan tefekkür etmez olur. Bir insanın evvelâ, tefekkür edeceği mevzuu çok iyi bilmesi, tefekküre esas teşkil edecek hususları zihninde hazır malzeme hâline getirmesi, yani bir malumat-ı sabıkasının bulunması lâzımdır ki, sistemli düşünmesi mümkün olabilsin. Ayların, yıldızların cereyan ve deveranını, onların insanoğluyla münasebetini, insanı teşkil eden zerrelerin akıllara durgunluk veren hareket ve faaliyetlerini biraz olsun biliyorsa, bunlarla alâkalı düşündüğü zaman bu bir “tefekkür” olabilir. Yoksa, ayların güneşlerin harekâtına bakıp da şairane ilhamlarla bir şeyler duyup bir şeyler söyleyenlere mütefekkir değil, ilhamlarını söyleyen hayalci denir. Keza tabiat bataklığına saplanmış bir kısım natüralist düşünür ve şairlere de mütefekkir demek mümkün değildir. Hele Cumhuriyet döneminde, kalburüstü gösterilen şair ve yazarlarımız arasında mütefekkir o kadar azdır ki, bir elin parmak sayısını geçmez. Onlar da dinî duygu ve dinî düşüncelerinden ötürü ademe mahkûm edilmiş ve toplumun onları tanımasına kat’iyen meydan verilmemiştir.

Bu dönemde az bir zümre, eşya ve varlığı kurcalamış ama, onlar da eşyanın hakikatine kat’iyen nüfuz edememişlerdir. Vâkıa, bu dönemin tabiatsever şairlerinin beyanları içinde insan, cennetleri dinliyor gibi olur: Suların şakır şakır akmasında, yağmurun şıpır şıpır yağmasında, ağaçların hemhemesinde, kuşların demdemesinde öyle destanlar keserler ki, insan kendisini cennetlerin ortasında zanneder. Fakat bu insanlar hep, netice ve ötelere kapalı yaşadıklarından, eskinin düşmanı, yeninin de cahili olarak kalakalmışlardır. Ömürleri, şehadet âleminin tenteneli perdesi üzerinde sayıklamakla geçmiş ve tek kürekli sandalla seyahat ediyor gibi kendi etraflarında dönüp durmuşlardır. Bunların, hayata dair düşüncelerinin her yanında bir tıkanıklık vardır; bunların tefekkür dedikleri şey de, bu tıkanıklık içindeki ümitsizce ızdıraplardır. Ve tabiî böyle bir tefekkürün hiçbir faydası da yoktur.

Tefekkür etmek için evvelâ, bir ilk malumat, hâlihazırdaki durumun kavranması, öze uygun yeni terkipler, yeni komprimeler ve bütün bunlar üzerinde gerçeği arama düşüncesiyle fikir sancısı lâzımdır. Bu sistemle düşünebilen şahıs, düşüncede sürekli yeni yeni hükümlere varabilir; bu hükümleri daha başka düşünce hamlelerine esas yaparak daha ilerilere sıçrayabilir; ondan yeni yeni neticeler çıkararak tefekküründe derinleşip buudlaşır. Sonra da tek buudlu veya çift buudlu düşüncesini, üç buudlu, çok buudlu tefekküre ulaştırarak zamanla “zülcenaheyn” bir mütefekkir ve bir insan-ı kâmil seviyesine çıkabilir.

Hâsılı, düşünmenin ilk esası olarak okuma, kâinat kitabını mütalâaya alışma, sinesini Hak’tan gelen esintilere, kafasını şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine karşı açık tutma, varlığa, onun mukaddes tercümesi sayılan Kur’ân adesesiyle bakma gibi hususları sıralayabiliriz… Yoksa, Kutup Yıldızı şurada duruyor, Güneş şöyle batıyor, Zühre şöyle, Merih böyle… başı, hedefi, gayesi belirlenememiş, cahilce eşyanın yüzüne bakış kat’iyen tefekkür olmayacağı gibi, böyle bir düşünceyle bir yere varmaya da imkân yoktur. Sevap kazandırıp kazandırmadığı da her zaman münakaşa edilebilir.

Bir saat tefekkürün, senelerce yapılan ibadete denk olması şundandır: İnsan, bir saat sağlam tefekkür sayesinde onda, erkân-ı imaniye inkişaf eder; içinde mârifet nurları parlar; derken kalbinde muhabbet-i ilâhiye belirir… Sonra ruhanî zevklere ulaşır ve kanatlanmış gibi olur.

İşte böyle bir tefekkürle herhangi bir insan, bu türlü tefekkürden mahrum bir işin, bin ayda varabildiği mesafeye varmış, dolayısıyla da en büyük kazançlara ermiş sayılır. Böyle bir anlayış ve şuur içinde Rabbine teveccüh edememiş bir insana gelince, bin sene durmadan yatıp-kalksa, terakki adına bir adım atmış sayılmaz. Bu itibarla da yaptığı şeyler bir saat tefekküre mukabil gelmez. Ama bu demek değildir ki, onun bin sene yaptığı ibadet ü taat boşa gitmiştir. -hâşâ- Allah karşısında onun ne bir rükuu, ne bir secdesi, ne bir kavmesi, ne de bir celsesi boşa gitmemiştir. “Kim zerre kadar hayır yapsa onu görür, kim de zerre kadar şer yapsa onu görür.” [6] Yani herkes kazancına göre bir kısım şeylere mazhar olur. Bu esasa binaen ne şekilde olursa olsun o da vazife-i ubûdiyetini eda etmiş; kulluğunu yerine getirmiş ve Rabbiyle bir çeşit münasebete geçmiş sayılır. Fakat tefekkürden hâsıl olan şeyleri elde edemez.

Evet, bu mânâdaki bir tefekkür, arz ettiğim gibi bir sene ibadete mukabil gelebilir.

Bir diğer şey daha soruluyor: Tefekküre esas teşkil eden veya vesile olan belli vird veya zikir var mıdır? Belli virdler ve zikirler insanın tefekkürünü geliştirebilir mi?

Bu da yine kâinat kitabını mütalâada olduğu gibi, şuurlu olmaya bağlıdır. Şuurlu dua, şuurlu münacât, şuurlu yakarış, bazen insanın iç dünyasında en paslı gibi görünen kilitleri de açabilir. Ancak, bu vird ve zikrin, nereden, nasıl seçilip alınacağına dair bir şey söyleyemeyeceğim. Bu durum, istidat ve kabiliyetlere göre farklılık arz edeceği gibi, şahısların inanç ve kanaatlerine göre de değişik olabilecektir. Bu itibarla, isteyen sinesini “Cevşen”le, isteyen “Evrâd-ı Kudsiye” ile, isteyen “Me’sûrât”la, isteyen Şazilî, Şah-ı Geylânî, Ahmed Rifaî ve Ahmed Bedevî Hazeratından birinin evradıyla coşturabilir. Bu büyük zatların büyük virdleriyle meşgul olurken, insan o zatları âdeta yanında hisseder ve o huzur içinde okuduğu şeylerin zevkine doyamaz. Keşke, herkes bu virdleri okuyup onlardan istifade edebilseydi, böylelikle kendilerini yenileyecek ve Allah’la münasebetlerini kuvvetlendireceklerdi…!

Bir diğer husus da şu: Tefekküre sevk eden âyetler, sessizce yapılan dualar, tefekkür yerine geçer mi?

Mânâsı anlaşılmıyor ve insan onda derinleşemiyorsa tefekkür olmaz. Sevap olur da tefekkür olmaz. Tefekkür, fikretmeden gelir. Vak’alarla yeni vak’aları bir araya getirme ve terkipler yapmak demektir. Bir şeyin sebebiyle neticesi, illetle malûl arasında münasebet kurma Allah’la kul-Mâbud münasebetini perçinleştirme her zaman bir tefekkür sayılsa da bu kudsî münasebete ulaştırmayan evrâd u ezkâr veya en mübarek zatların dersi de olsa sevap olur, fakat tefekkür olmaz. Tefekkür olabilmesi, ruhu ve gönlü çalıştırmaya, tefekküre mevzu olan şeyin üzerinde durmaya, araştırmaya, Rabbimizle münasebetlerimizi derinleştirip kuvvetlendirmeye bağlıdır. Rabbim muvaffak eylesin!

Günümüzde en kıt, en az olan şey tefekkürdür. Bu itibarla insanımızın tefekkür noktasında yaya olduğu söylense mübalâğa yapılmış sayılmaz.

Celse: İki secde arasında bir defa “Sübhânallah” diyecek kadar oturma.
Kavme: Namazda rükûdan doğrulup, en az bir kere “Sübhânallah” diyecek kadar ayakta durma.
Me’sûrât: Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen dualar.
Tefekkür: Varlık ve hâdiseleri iyice okuma, geniş, derin ve sistemli düşünme.
Vird: Belli aralıklarla devamlı okunan dua, zikir.
Zülcenaheyn: “İki kanatlı” mânâsına hem ilim hem de mârifette zirvelere ulaşmış olan âlimlere verilen bir lakap.

[1] el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 1/370.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[3] Bkz.: İbn Hibbân, es-Sahîh 2/366; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[4] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[5] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[6] Zilzâl sûresi, 99/7-8.


7 Nisan 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlı'nın Yıkılışında Medrese ve Zâviyenin Tesiri Var mıdır?

Medrese, aklî ve şer’i ilimlerin talim edildiği yerdir. O, hem aklı, hem kalbi, hem de vicdanı kanatlandırdığı günlerde gerçekten fonksiyonunu eda ediyordu. Zaviyeler ise Efendimiz’in (sav) ruhani hayatının temsil edildiği mukaddes Allah evleridir. Bu evlerde Allah anıldı, tefekküre giden kapılar aralandı, kalp delindi ve Cenab-ı Hakk’ın varlığına oradan menfezler açıldı. Bu evlerde tabiatın cidarları parça parça oldu ve onun tenteneli perdesi arkasında, Cenab-ı Hakk’a ait lahûti ışık parıltıları bizlere göz kırpmaya başladı. Bu evler, günümüzde bir kısım evlerin eda etmeye çalıştığı fonksiyonları eda ediyorlardı.

Mescitler de, yer yer bu evlerde yapılan vazifeyi omuzladı ve çok buudlu, çok ciddi hizmetler verdiler. Bu iki mübârek müessesenin millet-i İslâmiyeye olan hizmetleri hiçbir zaman inkar edilemez. Daha sonra ise, bu müesseseler yıkılan bir dünyanın enkazı altında kaldılar. Veya bir dünya onların külleri altında kaldı. Bizim esas problemimiz, imparatorluğun yıkılması değildi; esas problemimiz, ruh planındaki iflasımızdı. Ne acıdır ki, devleti idare edenler bunu bir türlü anlayamamışlardı ve anlayamıyorlar. Yoksa, bazılarının iddia ettiği gibi bizim yıkılmamızı hazırlayan sadece medrese değildir. Aksine medrese ne zaman yıkıldıysa, millet o zaman yıkılmıştır. Çünkü medrese bizim tarihimizde, ortaokulun, lisenin, üniversitenin ve daha üstündeki akademilerin yaptıkları vazifeleri yapıyordu. Râşid Halifeler, Efendimiz’in (sav) açtığı medresede ders görmüş ilk ve en büyük çıraklardır. Dev âsâ bu çırakların yetiştikleri mektep de Mescid-i Nebeviydi. Bu ilk Mescitle, mabetlere mektep olma yolu açıldı ve öyle devam etti. Mescitlerde Tefsir, Hadis, Fıkıh öğreniliyor, usûl-ü kelâmiye müzâkeresi yapılıyor ve bütün kâinat, eşya ve hadiseler didik didik ediliyordu. Rönesans nasıl ki, Avrupa’da eşya ve hadiselerin hallac edildiği aydınlık bir devredir, bizim Rönesansımız da Hz.Muhammed (sav) ile başlamış, Râşid Halifeler ile geliştirilmiş ve dördüncü asırda birdenbire amûdi (dikey) ve çok hızlı bir derinleşme vetiresine girerek devam etmiştir. Düşünün, İbn-i Sina, Birûni gibi kimseler, daha Hicri 4.-5. asırlarda yetişmişlerdi. Efendimiz (sav) den sonra, henüz dört asır geçmemişti ki, İslâm büyükleri öyle kitaplar yazdılar, öyle eserler ortaya koydular ki, bunlar kendilerinden sonra asırlarca Avrupa Üniversitelerinde okutuldu. Avrupalı büyük ölçüde Rönesans düşüncesini ve sanayi inkılâbını bu eserlere borçludur. Evet batı, yeryüzünde hâkimiyetini bu eserlerden istifade ile kurdu. Bilhassa tıp sahasında İbn-i Sina, Razî ve Zehravî gibi ilim otoritelerinin eserlerinin, Batının ilmî yapılanmasında önemli katkıları olmuştur. Daha sonra binbir iddia ile hazırlanıp ve en debdebeli bir eda ile ortaya sürülen kitaplardan hiçbirisi bin sene, hem de kıymetinden hiçbir şey kaybetmeden ellerde dolaşma bahtiyarlığına ermemiştir ama, İbn Sina sekiz asır, Zehravî tam bin sene batıda otorite olarak kabul edilmişlerdir.

Nizamülmülk medreseleri, mescid veladetli ilim yuvalarının en düzenlisi sayılabilir; zira oralarda bir taraftan Gazâli’nin getirdiği ruh ve manâ temsil ediliyor, diğer taraftan, çağın ilimleri değerlendirilip ta’mim edilmeye çalışılıyordu. Akıllar, fen ve tekniğe ait ilimler ile kalbler dînî ilimlerle nurlandırılıyor ve talebenin himmeti coşturuluyor ve bu kalb-kafa izdivacından İbn-i Sinalar, Raziler, Birûnîler, Battanîler, Zehravîler yetişiyordu. Bunlardan her biri kendi sahasında ve önemli bir konuda başı çekiyor; kimisi astronomiyi geliştiriyor, kimisi fizikte kanunlar koyuyor, kimisi de o devirde, iptidai vasıtalarla,’sinüs’, ‘kosinüs’ prensipleriyle arzın çevresini ölçmeye çalışıyordu. Ve, yine o devasa insanlar dünyanın, güneşin etrafında döndüğünü, hem de tam 700-800 sene evvel ortaya koyuyordu ki, o günlerde henüz Kopernik ve Galile’nin yedinci dedesi bile mevcut değildi. Cihanın garbı vahşetler içinde yüzerken, bizim aydınlık dünyamızda, hidrolik sistemle çalışan araçlardan saatlere, onlardan da iptidai robotlara kadar, ancak, son asırlarda tanıyabildiğimiz bir kısım teknolojinin ürünleri, şurada-burada âdiyattan nesneler olarak teşhir ediliyordu. Karaamidli (Diyarbakırlı) İ.El-Cezeri, 800 sene önce hidrolik sistemle pek çok otomatik eser ortaya koymuştu. Ta o zamanlar biz, yaptığımız robot atlara, hareket kabiliyeti verirken, batılılar henüz saatin işleme keyfiyetini bile bilmiyor ve ‘Acaba içinde cin mi var?’ diyorlardı. İşte o devirde medrese bu denli çağının önündeydi…

Bunun yanıbaşında, gönüllere nûr saçan ve insanları maddî âlem ötesi iklimlerde dolaştıran tekye ve zâviyeler daha bir başkaydı. O zamanlar tasavvuf ehlinden öyleleri vardı ki; nazarları zaman ve mekanların en karanlık noktalarına kadar ulaşabiliyordu. Ve bunlar sayılamayacak kadar da çoktu. Bunların içinde öyleleri de vardı ki: ‘Ben bir lahza Efendimiz (sav) mulahazasından ayrı kalsam mahvolurum’ diyordu. Yine bunlar arasında ‘Yakaza halinde, ben Efendimiz’ı (sav) temessülen 75 defa gördüm.’ diyenler vardı. Bazıları, sahabelerle görüşüyor, ve enbiya-ı izama misafir gidiyordu. Niceleri gönüllerindeki derinleşme ve mazhar oldukları vâridat-ı sübhâniye ile çağlayanlar haline geliyor ve ma’şeri vicdana boşalıyorlardı. Nasıl ki Cenab-ı Hakk, Nil-i mübâreki çöle bağlayıp onunla o kum deryasını suluyordu öyle de, mukaddes feyizler halinde nezdinden gelen deryaları onların gönüllerine bağlamıştı. Artık vicdanî terbiyenin olgunlaştırmasıyla, Allah onları katre iken derya yapmış, zerre iken güneş haline getirmiş, hiç ender hiç iken de onlara kâinatlar kadar inbisat vermişti. Meselâ; bunlardan Muhyiddin-i İbn-i Arabi, 4. Murat’ın Revan seferinin 6 ayda olacağını hem de adını vererek bildiriyordu. Ve yine Abdülaziz’in kolları kesilmek suretiyle katledileceğini asırlar önce haber veriyordu. Evet, Şeceret’ün Numaniye bu kabil pek çok vak’ayı buğulu bir cam arkasından seyrettiren enteresan bir esrar hazinesidir.

Evet, tekye, medrese ile iç içe girmiş ve insanı ruhuyla, kalbiyle, aklıyla ve bütün letaifiyle en kâmil manâda ele alıyor, ve ‘İnsan-ı kâmil’e giden şehrahlar hazırlıyordu.

Görülüyor ki bu dönemde hem tekye, hem zaviye hem de medrese tam tekmil fonksiyonunu eda ediyor. Ne var ki gün geliyor, bu muhteşem devir de kapanıyor. Artık medrese yeni bir şey bulma, yeni bir şey verme yerine, eskilerin nakliyle meşgul olmaya başlıyor. Meselâ İbn-i Sina, Battani ve İmam Gazâli ne dediler diye, onlara şerhler haşiyeler yapmakla iktifa ediliyor. Tabii, böyle bir medreseden de artık ne İmam Gazâli, ne de Battanî çıkar oluyor. Her yanı papağan gibi öncekilerin fikirlerini söyleyen kimseler işgal etmişti. Gerçek ilim adamı yetişmediğinden dolayı da ufkumuz kararıyor, yolumuz tıkanıyor. Her taraf birer kara delik haline geliyor ve bu kara delikler milleti yutuveriyor. Bugün olsun tarih önünde her şeyin hakkını vermek mecburiyetindeyiz. Onun için diyoruz ki, gerçekten 10-12 asır tekye ve zaviye fonksiyonunu tastamam eda ederek Anadolu’yu nûra garkettiği ve insanların sînelerini aşkla şevkle coşturan bir altın çağdı. Bilmem ki, yıkılış dönemimizde, tekye ve medrese aynı seviyede miydi..? İçlerinde, yerde dururken Arş-ı Âzamı müşahede eden var mıydı? Cemaat-i İslamiye onların temsilinde miydi..? Yoksa sadece, eskilerin yerini onlara ait kerametleri söyleyerek teselli olan insanlar mı almıştı? Dînî hayat sırf bir folklor, medreseler ‘Kil-ü kal yuvası,’ tekyeler, zaviyeler de sadece merasim yapılan yerler haline gelmişdi ise bu iş çoktan bitmiş sayılırdı.

Evet, Medresenin belli zamandan sonra fonksiyonunu eda etmediği rahatlıkla söylenebilir. O, aldığı şeyleri koyun gibi hazmedip süt halinde çömezlerine verdiği sürece vazifesini eda ediyor sayılırdı.. ve bu süre hiç de kısa değildi.

Vazifesini eda etmediği devirlerde ise her şey gibi medrese de kendi devletinin, kendi milletinin, kendi hükümdarının başına bela oldu.

Dininin, ruhuyla, devletiyle bütünleşmeyen medrese hiçbir zaman medrese olamadığı gibi tekye de tekye olamamıştır. İlim yapmayı bırakıp diniyle devletiyle uğraşan müessesenin adı ne olursa olsun, hakiki mânâda o müessese içten içe bozulmaya uğramış ve dolayısıyla da tekrar kendisini yenileyip eski hüviyetine dönmedikçe, ondaki çöküntü devam edecektir. Temeldeki ârıza, sonunda elbette ki duvarları ve çatıyı da saracaktır. Mektep ve medrese içtimai hayatın temeli demektir. O temel sağlamlaştırılmadıkça, devletin ayakta durması mümkün değildir. Osmanlı’da da bu olmuştur.

Yani, medrese ve tekyeler bizzat Osmanlıyı yıkan güçler değildir. Aksine onlar Osmanlıyı ayakta tutan dinamiklerdir. Ancak kendileri yıkılınca, onlara dayalı olan devlet de ister istemez çökmüştür. Bu acı fakat gayet tabii bir neticedir. Zira Kur’ân ‘Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez’ buyurmaktadır.

23 Haziran 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

Bazı Kimseler "Biz Niçin Allah'ı Görmüyoruz?" Diyorlar. Buna Nasıl Karşılık Verilmelidir?

Görme, ihâta meselesidir. Meselâ: İnsanın vücudunda mikroplar var, hatta bir dişin dibinde belki birkaç milyon bakteri bulunur. Bunlar kendi ellerindeki imkân ve edevâtla, insanın dişini yontmaya, yıpratmaya, aşındırmaya çalışırlar. Hâlbuki insan, ne bunların gürültüsünü duyar, ne de mevcudiyetlerinden haberdardır. Onlar da tamamıyla insanı göremez ve hele kat’iyen ihâta edemezler. Esasen, insanı görüp tam ihâta edebilmeleri için, onun dışında ve tamamen müstakil olmaları ve aynı zamanda onu görebilecekleri teleskop gibi bir göze sahip bulunmaları lâzımdır. Demek ki, ihâta edemeyişleri görmelerine mâni oluyor. Onlar ise, o anda neyin karşısında bulunuyorlarsa ancak onu görüyorlar…

Mikro âlemdeki bu misale benzer bir misal de, makro âlemden arz edelim; meselâ: Büyük bir teleskobun başına oturduğumuzu düşünelim ki; bu teleskop, ışık yılıyla dört milyar sene ötesini gösteriyor. Yine de, bütün kâinat ve mekânlar hakkındaki bilgimiz “deryada katre.” Belki, sadece o teleskopla gördüğümüz saha hakkında, bulanık faraziyeler nev’inden bir kısım mâlûmata sahip olabiliyoruz. Bu faraziyeler ile de yeni faraziyelere ulaşarak başka mâlûmatlar elde etmeye çalışıyoruz.

Biz burada da, kâinatın idaresini, umumî şeklini, muhtevasını ve mahiyetini göremeyecek ve idrak edemeyeceğiz. Çünkü, mikro âlemde olduğu gibi, makro âlemde de tam bir ihâtaya sahip değiliz.

Görülüyor ki, elimizde mikroskop veya X ışınları, mikro varlıklar karşısında ihâtasızlık içinde olduğumuz gibi, makro âlemde de aynı ihâtasızlık içinde bulunuyoruz. Şimdi bir de, Allah’ı (cc) düşünelim: Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Allah’ın kürsîsine nispeten, bütün kevn ü mekânlar (yani ışık hızıyla trilyon defa trilyon derinlikleri bulunan kevn ü mekânlar), çöle atılmış bir halka gibidir. “O’nun arşına nispeten de kürsî, çöle atılmış bir halka gibidir.” (1) Kemmiyet ve keyfiyet ölçüleri içinde, arş ve kürsî ele alınırken ortaya konan nispetlerle bu ne müthiş azamet!.. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, emir ve iradesini bu arş ve kürsîden tenfiz ve hükmünü oradan icrâ ediyor…

Şimdi, kâinatlara nispeten mikroskobik bir hüviyette olan sizlerin, bütün kevn ü mekânları anlayabilme iddianız, nasıl abes bir iş ise, öyle de bütün mekânlar O’na nispeten mikroskobik bir varlık hâline gelen; Arş-ı Âzam’ı anlama gayretiniz de o derece abes bir iştir. Kaldı ki, Arş-ı Âzam da ancak, Allah’ın emirlerinin tenfîz ve icrâ mahallidir. Böyle olunca, Allah nasıl ihâta edilip kavranacak ki?..

Onun için Kur’ân-ı Kerim’de “O’nu gözler ihâta edemez; O (nun ilmi) ise bütün gözleri ihâta eder.” buyurulmaktadır. (En’âm, 6/103)

Evet, o basar ve basiretler O’nu idrak ve ihâta edemez. Görmek için ihâta lâzımdır. O, bütün basar ve basiretleri idrak buyurur, ihâta buyurur da, gözler O’nu ihâta edemez. Mevzuun aydınlığa kavuşması için, bu cihetin de böylece bilinmesi şarttır.

Bir diğer yönüyle; nur, Allah’ın (cc) hicâbıdır (perde). Biz, nuru bile ihâta edemiyoruz. Efendimiz’e (sav) miraçtan dönüşte, sahabî sordu: “Rabbini gördün mü?” Bir defa şöyle buyurdular: (Ebû Zerr naklediyor) “O bir Nur; nasıl görürüm O’nu.” (2) Başka bir yerde buyururlar ki: “Ben bir nur gördüm.” (3) Hâlbuki nur, mahlûktur. Allah, Münevviru’n-Nur’dur. Nur’a şekil veren, biçim veren, tasvîrini yapan Allah’dır (cc). Nur, Allah değildir; O’nun mahlûkudur. Başka bir hadiste tavzih buyururlar: “Allah’ın hicâbı nurdur.” (4) Yani sizinle O’nun arasında bir nur vardır. Siz, nur ile muhâtsınız. Burada da ayrı bir derinlik var! Yine muhât diyoruz; ama sıfatları ile, başkası ile değil. Sıfatları ne gayri, ne de aynı…

Ulûhiyete dair meselelere girince, mevzu derinleşiyor, ağırlaşıyor ve altından kalkılamaz bir hâl alıyor.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah (cc) görülmez. Hicâbı, nurdur O’nun. Siz, görseniz görseniz ancak nur görürsünüz. Meselâ nefs-i emmâre sırrını aşmağa çalıştığınız zaman, kızıl bir nur görürsünüz; nefs-i levvâmeye geldiğiniz zaman mavi; nefs-i mutmainneye geldiğiniz zaman da yeşil bir nur görürsünüz. Sonra bir seviyeye gelirsiniz ki, orada gördüğünüz nurun rengini tâyin ve tespit edemezsiniz. Bunlar, ehlullahın müşâhedesidir ve ancak vicdanî tecrübelerle inkişaf eder.

Bir fikir verebilmek için, mevzua bu renklerle girdim ve arz etmeye çalıştım. Binâenaleyh, sizin de göreceğiniz sadece, Cenâb-ı Hakk’ın nurunun gölgesinin gölgesinden ibaret olacaktır. Bu itibarla da yine görmüş sayılmayacaksınız.

Şimdi de, mevzûu bir üçüncü yönüyle ele alalım: İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:

“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli, âlemde ve sûretten münezzehtir, mukaddestir, Teâlallah.” (5)

Evvelâ, Rabbimizin zıddı yoktur. Bu çok mühim bir husustur. Bir şeyin zıddı olacak ki, görülebilsin. Yani sen ışığı görüyorsun; çünkü onun karşısında karanlık var. Kezâ, bir kısım uzunluklar hakkında fikrini söylüyorsun; Meselâ: Bu iki metre diğeri üç ilh… Zıddı olduğundan dolayı, bunlar tertibe girebiliyorlar.

Allah’ın ne zıddı, ne de niddi vardır ki: karanlık ışığı gösterdiği gibi, O da, zıddıyla görünsün.

Bir de bu meseleyi fizik açısından ele alalım. Acaba insan, şu önüne serilip teşhir edilen kevn ü mekânın kaçta kaçını görüyor. Evet, gördüğünüz şeyler hakkında bir rakam verebilir misiniz? Meselâ, düşünelim ki, görülebilecek şeylerden milyar kere milyar eşya şu kâinat meşherinde bizim nazarımıza arz edilmiş ve “Buyurun, görün, ibret alın; Yaradan’ı alkışlayın!” denmiş. Hâlbuki nazarımıza arz edilen bu şeylerin ancak milyonda beşini görebiliyor, geri kalanları ise tanımıyoruz bile. Evet, sadece belli bir boyda, belli ışık dalgaları içinde olanları görüyoruz. O hâlde dikkat buyurun, “Ben niye Allah’ı görmüyorum?” diyen bir insan, milyonda beş gördüğü daracık kâinatın içine, bütün kevn ü mekânı elinde tutan Allah’ı da sokmak istiyor!.. Âh, sefil düşünce!..

Evet, âyât-ı tekvîniyye (kâinat kitabının mevzu ve meseleleri) karşısında bin türlü kafa sancısı çeken, O’nu görecektir. Büyük nebî Hz. Musa ve nebîlerin efendisi Hz. Muhammed (sav) kendi durumlarına göre mutlaka O’nu göreceklerdir. Diğerleri de kendi çaplarına göre… Ve, burada araştırma, tefekkür etme hususuna büyük bir teşvik vardır. Âhirette bey ve sultan olmak isteyenler, dünyada, kafa ve kalb yapılarını yenilemeye çalışacak, daha doğrusu, orada, fikren ve ruhen yükselmiş kimselere yakışır şekilde Allah’ı görmek ve duymak için burada, kalb ve ruhlarını yaşayacak, himmetlerini âli tutacak; bir kova su ile oraya gitmeyecek, bir umman taşıyacaklar ötelere… İbrahim Hakkı Hazretlerinin zayıf olduğuna bakmadan tercüme ettiği bir hadis-i şerifte -bazıları mevzu da diyor- şöyle buyrulmuştur:

“Sığmam dedi Hak, arz u semâya;
Kenzen bilindi, dil madeninden.” (6)

Cihanlar, azameti yanında zerreler kadar dahi olmayan O yüce varlık, ne lütûfkârdır ki; her mü’minin kalbinde “kenzen” bilinir ve O’nun duygularının itmînanına vesile olur!..

Her şeyin doğrusunu O bilir.


Basar: Görme Faraziye: Varsayım
Basiret: Feraset, kavrayış, ön sezi
İhata: Kavrama, içine alma, kuşatma
Kevnü mekan: Varlık, kâinat
Muhât: Etrafı kuşatılmış, çevrilmiş, ihata olunmuş
Nidd: Eş, benzer
Nefs-i emmâre: İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis
Nefs-i levvame: Kötülüğe sürükleyen fakat sonrasında vicdan azabı veren nefis
Nefs-i mutmaine: İyilikle kötülüğü ayırt eden, kişiyi Allah’a yaklaştıran nefis
Tenfiz: Hükmü yerine getirme

[1] İbn Kesîr, Tefsir 1/310; Taberî, Tefsir 3/10.
[2] Müslim, İman 291
[3] Müslim, İman 292; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat 8/170
[4] Müslim, İman 293
[5] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı, 4. beyit.
[6] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2/173; el-Cürcânî, et-Ta’rifât, s. 218


Sızıntı, Şubat 1979, Cilt 1, Sayı 1

Allah Kelimesi İle Tanrı Kelimesi Arasında Nasıl Bir Fark Vardır?

Bizim eski atalarımız Müslüman olmadan önce yaratıcı bir zâta inanıyorlardı. Belki kendilerine göre, değişik tanrıları da vardı. Ama onlar daha çok kendi lehçeleri ile “Tengri” dedikleri zaman, Zât-ı Ulûhiyeti kastediyorlardı. Bu kelime sonra biraz daha incelik kazandı ve tanrı şeklini aldı ki, aslında mâbut demektir ve Arapça’daki “ilâh”ın, Fransızca’daki “Dieu”nun, Farsça’daki “Hudâ”nın karşılığı olan bir kelimedir. Ama hiçbir zaman, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’sını câmî, İsm-i Zât olan “Allah” kelimesinin karşılığı değildir. Allah dendiği an, bütün kâinatta tecellî eden isimleriyle bir Zât-ı Ecell-i A’lâ akla gelir. Allah kelimesiyle anlaşılan budur. Yani O, Mâbud-u Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Maksûd-u Mutlak, Rezzâk-ı Mutlak, Bâri-i Mutlak, Cemîl i Mutlak’tır. İlâ âhir…


Esmâ-i Hüsnâ’yı câmî Allah kelimesinden böyle umumî bir mânâ anlaşılır. Ve bu itibarla da Allah’ın (cc) ism-i hâssıdır. Allah dendiği an bu Mâbud-u Mutlak anlaşılır ve Vâcibü’l-Vücûd akla gelir. Ama, tanrı dendiği zaman Yunanlının aklına Zeus gelir. Mısırlının Apis Boğası ve Hintlinin aklına da kendi inekleri… Demek tanrı kelimesiyle yerli-yersiz mâbut kelimesinin akla gelmesine karşılık, Lâfza-i Celâl olan Allah kelimesi Vâcibü’l-Vücûd’un ism-i hâssı olarak sadece o Esmâ-i Hüsnâ sahibi Zât-ı Zülcelâl-i akla getirir. Onun için bir insan, “tanrı” kelimesini Allah yerinde kullanırsa, maksadını anlatamaz ve hata etmiş olur. Tanrı, ilâh kelimesi yerinde Hudâ, Dieu ve God yerinde kullanılabilir; fakat Allah yerinde değil.. “Allah”, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının has ismidir. Onun için “Lâ ilâhe illallah” diyoruz; fakat “Lâ Allah’a illallah” demiyoruz. Evvelâ ilâhlar, tanrılar ne varsa hepsi nefyediliyor, sonra da isbatta, Mâbud-u Mutlak getiriliyor ve sadece Allah vardır, deniliyor.

Mevlit yazarı Süleyman Çelebi, bu hususu çok güzel tefrik ederek “Birdir Allah O’ndan artık tanrı yok.” deyip, her iki kelimenin yerini de tayin ve tespit etmiştir.

Buna binâen bir insanın ağzından tanrı kelimesi çıktığında, hemen reaksiyon göstermemeli, o adamın maksadına bakmalı, Allah yerinde o kelimeyi kullanmışsa tatlıca ikaz etmeli, aksine, tehevvür gösterilmemeli. Hele günümüzde kat’iyen!..


Bâri-i Mutlak: Eşsiz yaratıcı
Câmî: Toplayan, kapsayan, içine alan
Cemîl-i Mutlak: Mutlak güzellik sahibi Allah (cc)
Esmâ-i hüsnâ: Cenab-ı Hakkın güzel isimleri İsm-i hâss: Özel isim
Hâlık-ı Mutlak: Tek yaratıcı
Mâbud-u Mutlak: İbadetin mutlak sahibi, ibadete lâyık olan Zât
Maksûd-u Mutlak: Kendisine Rab olarak yönelinecek tek Zât
Rezzâk-ı Mutlak: Tek rızık verici Allah (cc)
Vacibü’l-Vücûd: Varlığı kendinden ve kesin olan Allah (cc)
Zât-ı Ecell-i A’lâ: Yüce ve büyük Zât

Sızıntı, Mart 1979, Cilt 1, Sayı 2

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı?

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimisini Topal Olarak Yarattı?

1) Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’na karışamaz ve O’nun icâdına müdahale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah’tır (cc). Sen bunları sana lûtfeden Allah’a daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Hâlbuki sen Allah’a (cc) bir şey vermemişsin ki -hâşâ ve kellâ- O’na adâletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O’na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!

Allahu Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak… Dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2) Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah’ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi… Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i kübrâ ve Allah’ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi.” derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah’a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nev’inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. Bu, arızalıda, arızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

“Her işte hikmeti vardır,
Abes fiil işlemez Allah…” (Hz. İbrahim Hakkı)

Bedbîn: Kötümser, karamsar
Dûn: Aşağı, derecesi düşük
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
Serrişte: Bahane

Sızıntı, Mart 1979, Cilt 1, Sayı 2

Allah Kâinatı Yaratmaya Neden Lüzum Gördü ve Neden Daha Önce Yaratmadı da Sonradan Yarattı?

Bu sorunun iki yönü var: Biri; kâinatın niçin yaratılmış olduğu, ikincisi ise neden daha önceden yaratılmadığıdır. Evvelâ, hemen arz edeyim ki, biz insanlar her şeyi kendi ölçülerimiz zaviyesinden ele alıyor ve ona göre fikirler imâl ediyoruz. Meselâ, biz bir şeyi yaparken lüzum hisseder öyle yaparız. Ve çok defa, kat’î zaruretlerle ancak harekete geçeriz. Böyle bir düşünce saplantısıyla, Cenâb-ı Hakk’ı da kendimize kıyas ederek öyle yapacağını zannediyoruz. Hâlbuki böyle bir soruyu tevcih ederken düşünmeliyiz ki; Allah birer eksiklik ve noksanlık olan bu türlü şeylerden münezzehtir.

“Allah, kâinatı niye yarattı?” sorusunu cedel yoluyla ele almak da mümkündür: Kimdir kâinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan gösterebilir misiniz ki; şu tohum atma, döllendirme, mahsûl alma ve bütün imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mes’ut olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hâdiseler karşısında, aceleden verilmiş kararlarla, dünyaya gelişine pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifade edecek kadar ehemmiyetsizdir. Yoksa, herkes “Var” olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Rica ederim, çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini duymaktan, olgunlukta aile ve çoluk çocukla hemhâl olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür? Ve hele ötelere inanan insanlar için… Bir de bu insan, bütün bir saadetin teminâtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını nemâlandırabiliyorsa, şikâyet etmek şöyle dursun; mutlak saadete açılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfettiğinden ötürü çok çok memnun olacaktır.

Evet biz, bütün bunları vicdanlarımızda duyuyor ve kâinatı yaratan, bizi buraya getiren Zât’a, kalb dolusu şükranlarımızı arz ediyoruz.

Meselenin, kendi realitesi içinde izahına gelince: Bu kâinatın, büyük-küçük, canlı-cansız, rengârenk sanat eserleriyle süslenmiş; bitip tükenme bilmeyen bir “manzaralar resmî geçidi” ve bir meşher mahiyetinde, herkesi seyr ve tenezzühe sevk edecek cazibedârlık içinde hazırlanmış olduğu görünüyor.

Bu güzel manzaralar, bu fevkalâde süs ve ihtişamlar, bir sel gibi akıp giden hâdiseler üzerinde, bir iş ve ameli, o iş ve amele hâkim kudretli ve sevimli eli gösteriyor. Bizler, bu fiiller adesesiyle dalgalanan isimlere şâhit oluyor ve maşukuna visal aşkıyla koşan âşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bizim için bir belirsizlik arz eden sıfatlar dairesi önünde buluyoruz. Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu… Kalbe açılan menfezlerle zâtîşeinleri takibe çalışıyor ve kendimizden geçiyoruz. Bir yükseliş ve urûc içinde cereyan eden bu yolculuk, eşya ve hâdiselerden tut tâ insan-kâinat münasebetlerine; ondan insanın Allah’ın isimleri, sıfatları dairesiyle alâkasına kadar çok geniş bir sahada cereyan etmektedir.

Şimdi, biraz da Yaratıcı’nın maksadı mevzuunda bir şeyler söylerken, bu idrak ve inkişâfı, bir avam anlayışı içinde takip edelim:

Meselâ, pek çok işte çok mahir bir sanatkâr düşünelim ki, bu sanatkârın mahir olduğu yönlerden bir tanesi de, güzel yazı yazma (hüsnühat)dır. Bu maharetiyle O, objektifi aşıyor, sübjektife başkaldırıyor ve inşa gücüyle kendini gösteriyor ve yine farzedelim ki, bu sanatkâr, aynı zamanda fevkalâde bir heykeltıraştır; birkaç çekiç darbesiyle en sert mermerlere âdeta canlılık getiriyor, dudağına tebessüm, yanağına gamze hâkkettiği suretlerle ayrı bir maharet izhar ediyor. Hüsnühat yönüyle alkışlanan sanatkârımız, heykeltıraşlığı ile de hakkında yazılan methiye ve takdirleri dinleyedursun, biz onun üçüncü bir kabiliyetini daha kurcalayalım:

Meselâ, sanat dehâmız aynı zamanda mahir bir dülger olsun.. cevize sanat ruhunu aksettiren, gürgene ölümsüzlük kazandıran, abanozu sanat ruhuyla dirilten üstün bir dülger.. Sanat ve sanatkârdan anlayan eller bu hususta da onu alkışlaya dursun, biz onun maharetlerinin bir başka yönüne daha bakalım:

Meselâ, şimdi de aynı zâtın mükemmel bir ressam olduğunu düşünelim. Fırçasının geçtiği yerlerde en güzel motifler, en şahane kombinezonlar sıralansın dursun ve bir-iki el hareketiyle insanı kendinden geçirecek şeyleri resmetsin… Daha bir sürü sanat sıralayabiliriz ki, ilâve edilen her yeni sanat, sanat-dehâmızın ayrı bir yönüne aydınlık getirmekte ve onu o yönüyle de tanımamıza yardımcı olmaktadır.

Şimdi, böyle bir sanatkâr, kabiliyetleriyle kendini göstermedikten sonra, onu bilmemiz mümkün olmayacağı gibi, bazı sanatlarını izhar etmemesiyle de, tam ve kusursuz bir tanımadan söz edilemeyecektir. Bu itibarladır ki, her istîdat, kendinde saklı kabiliyetleri izhar ve ilim planındaki varlıklara, haricî vücût giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk ve heyecanı, rutubet habbeciklerinin yağmur olmak için bin bir güçlüklere katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle yapılan şeylerden değil midir?

Bunlar, hem bizde, hem de bütün varlıklarda bir zaafın, bir arzunun ve önüne geçilmez bir iştiyakın ifadesidir ki, zaten, aslından aksetmiş gölgeleri, bunun dışında da düşünemeyiz. Ama, asıl Sanatkâr’a gelince, O, kendi sanatlarında eksiklik ifade eden bu türlü ârâzlardan münezzehtir. Şurası unutulmamalıdır ki, aslın ne cilvesi, ne de cilvenin tertibi, kat’iyen gölgedeki gibi olmayacaktır.

Evet, bütün kevn ü mekânları dolduran rengârenk ve çeşit çeşit dalgalanmalar, bize bin bir isimden haber vermekte ve her isim bir sanat âbidesi üzerinde aydınlatıcı bir nur gibi, hünerli bir Zât’ın sıfatlarını tanıtmaya rehberlik yapmakta ve o gizli Zât’ın mesajlarıyla kalbimizi uyarmaktadır.

Büyük Sanatkâr, güzelliğin, envai ile kendi güzelliğini, nizam ve ahengin şiirimsi keyfiyetiyle irade ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar her şeyi vermesi ile rahmet ve şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve unvanlarıyla kendini bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.

Tabir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mahiyetleri, haricî vücutlarla sahneye sürüp, kudret ve iradesinin cilvesini göstermek; en hârika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların idrak menşurundan geçirerek, zeminden semâya kadar bir hayret ve hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyarmak istiyor.

Demek mahir, hem binlerce fende mahir bir Sanatkâr, sanatlarıyla hârika istîdat ve kabiliyetlerini gösterdiği gibi, en yüce mânâsıyla, bu kâinatın Sahibi de, kendi sanat şe’nini göstermek için, bu muhteşem kâinat sarayını yaratmış…

Şimdi de, “Daha önce niye yaratmadı?” meselesine gelelim: Evvelâ “Daha önce” ne demek? “Şu kadar zaman, şu kadar sene de, neden daha fazla değil” demek istiyorsak; zaman kaydına giren sonsuz “evvel’lere dahi aynı sual vârit olacaktır. Meselâ, niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yüz trilyon sene evvel yaratmadı? Bilmem ki, böyle bir sual ve itiraza, mâkul bir sebep göstermek mümkün olabilecek midir?

Şayet, “Niye daha evvel yaratmadı?” sözüyle, ezeliyeti, yani zaman kaydı altına girmemeyi kasdediyorsak, o husus varlığı kendinden olan Zât-ı Ecell-i Âlâ’nın kendine has sıfatı ve Zâtı’nın lâzımıdır. Yani O, O’ndan başkasına ait olamaz, başkasında ezeliyet bulunmaz.

Ancak, mahlûkatın Allah’ın ilmi içinde bir ilmî vücûtları vardır ki; istersek ona tasavvufî ifade ile “sabit ayn’lar, zılâl-i envâr” diyelim; istersek O’nu sadece plân ve proje gibi sınırlı ve mahdut şeyler olarak ele alalım; lizâtiha onlara ezeliyet atfetmek hata; bizim böyle bir hususu kurcalamamız da en azından; Allah’a karşı sû-i edep olacaktır.

Bizler, daracık kıstaslarımızla haricî vücut giymiş, şu cesetler ve ruhlar hakkında bir şeyler söylesek bile, bizim için gayp sayılan hususlar hakkında söz söylemek, en hafif mânâsıyla kendini bilmemezliktir.

Bütün kevn ü mekânlar, Kürsî’sine nispeten çöle atılmış bir halka mesabesinde kalan ve Arş’ına nispeten de, Kürsîsi o hâle gelen, Arş-ı Azîm’in Sâhibi’ni, insan nasıl bilecek ki; O’nun Daire-i Ulûhiyetinin sırlarına tercüman olsun!..

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kendine has işlerine ve Zât’ına ayna olacak pek çok şey vardır. Evvelâ, mahlûkat yok iken de O, kendini bilir, eşyaya muhtaç olmadan kendine has işleri bilir; isimlerinde Zatî şe’nlerini görür, bilir isimler âleminde esirde, partiküller dünyasında ve nihayet atom ve büyük mürekkeplerde, isimlerinin cilveleriyle kendini bilir, bildirir ve şuurlu mahlûkatlarına da gösterir..

İlm-i ezelisinde ayrı bir bilme, isimler âleminde -bize göre- ayrı bir bilme; eterde ayrı bir bilme devam edip gider de, O’nda bir değişme olmaz. Zira O, İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:

“Yemez içmez, zaman geçmez, beridir cümleden Allah, Tebeddülden, tegayyürden dahi elvan u eşkâlden, Muhakkak ol müberrâdır, budur Selb-i Sıfâtullah.” (1)

Biz bugün, O’nun neleri tertip edip sahneye sürdüğünü görüyoruz; ama, dün ne olduğumuzu ve yarın ne hâle geleceğimizi bilemiyoruz ve kestiremiyoruz. İlmî varlık ne idi? Ayân-ı sabite ne idi, ruhlar âlemi neyin ifadesi ve nebülozla-rın helezonik keyfiyeti, varlığın hangi muzlim noktasını şiirleştirip âhenge kavuşturuyor ve vuzuh getiriyordu? Bütün bunları bilemediğimiz gibi, yarınki “ukbâ” hayatıyla yine önüne ve sonuna bakacak, bu büyük bilmece karşısında: ”Seni de şuûnatını da hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” diyeceğiz.

Şayet, sözü biraz uzattı isem, bu türlü meselelerde ihtiyatlı olmak gerektiği için uzattım, hata etti isem, O’ndan bağışlanmamı dilerim.

Her şeyin en doğrusunu O bilir.


Cedel: Münakaşa. Galibiyet için çekişme. Diyalektik
Zâtî şe’n: Zâta ait iş, hâl ve tavır.

[1] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı, 5 ve 6. beyitler

Sızıntı, Nisan 1979, Cilt 1, Sayı 3

Allah'ın Bizim İbadetimize İhtiyacı Olmadığına Göre, Biz İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?

İbadet duygusu insanda Cenâb-ı Hakk’ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zât’a delâlet edecek tablolar, levhalar.. meselâ, nizam ve intizam levhaları görür. Sonra bu fevkalâde nizamı kuran, nizam sahibi Nâzım’a intikal eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi lâzım geldiğini anlar.

Keza; varlığa güzellik ve estetik yönünden baksa, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş döndürücü bir eda ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu çizgiler, bu renk ve bu âhengi görüp de bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zât’ı görüp bilmemek mümkün değildir…

İster âfâkî, ister enfüsî tetkik ve tefekkür, insana, içini okşayan öyle şirin ilhamlar kazandırır, öyle coşturur ve öyle tablodan tabloya koşturur ki, sevinç ve heyecandan bir çocuk gibi çığlık atıp zıplamak gelir insanın içinden… En güzel iş ve icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıktan kelebekler gibi konup kalktığını gördükçe, bizleri bütün insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu güzelliklerin kaynağı güzel sıfatları takdirlerle alkışlar; hayret, hayranlık ve edeple onların Sahib-i Zîşan’ı karşısında kendimizden geçeriz.

Bir başka zaviyeden kâinatta her şey, âdeta bir başka yerde hazırlanmış ve insanın istifadesine arz edilmiş gibidir. Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim edilen bu nimetlerle, yeryüzü âdeta geniş bir nimet sofrası; bağlar, bahçeler de birer tablacı hâline gelirler. İnsan, önüne konan bu nimet sofrasındaki nimetlere elini uzattıkça, gerçek nimet Sahibini duyuyor, hissediyor gibi olur. Ve kendini bir başka zevk, haz, hayret ve hayranlık buudunda bulur. Evet, şuurlu farz edildiği takdirde bir yavru, ağzını, rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı zaman, kendisi için hazırlanmış çok nâfi bir gıdanın, bir başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve hâdiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde ikramda bulunan Birisini hisseder, O’nu düşünür, O’nun nimetleri karşısında iki büklüm olur.

Evet, her nimet, her ihsan bir taraftan o nimet ve ihsan sahibine delâlet eder, diğer taraftan da bizleri, O’nun karşısında saygılı olmaya zorlar. Nerede bir nimet, bir güzellik, bir nizam ve intizam tablosu varsa, orada, o nimet, o güzellik, o in’am, o ihsan tablolarına karşı takdir, hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah’ın (celle celâluhu) Kendisini bildirmesine karşı, hemen ubûdiyetle mukabele edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek, Mutezile ve bir ölçüde Maturîdîler -ki, itikatta bizim de bağlı bulunduğumuz mezheptir- derler ki: Hiçbir nebi gelmese ve hiçbir mürşid insanları irşad etmeseydi, kâinatın yüzüne serpiştirilen hakikatlere bakarak, insan Allah’ı bilme ve ona göre tavır alma mecburiyetindeydi. Maturîdîlerin nokta-i nazarına bir hayli misal bulmak mümkündür.

Meselâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe’nin harîminde neş’et etmiş, kendilerine Allah’a giden yolu gösteren kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak üzere, tevhid adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti. Fakat bedevinin dediği gibi: “Bir yerde bir hayvan tersi oradan hayvan geçtiğini, bir yerde izler ise orada birisinin yürümüş olduğunu gösterir. Bakın şu burç burç olan sema ve onun âhengine ve vadi vadi yeryüzüne! Bütün bunlar, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’a delâlet etmez mi?”[1] Bedevi söylüyor bunu. Çölden, kumdan başka bir şey bilmeyen birisi böyle düşünürse, diğerlerini hesap etmek lâzım…

Efendimiz insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir idrakle gelmişti. Tabir caizse insanüstü bir insandı. O, ısmarlama anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek mânâsını kavramış ve kendisine henüz peygamberlik gelmeden kâinat kitabında Hakk’ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı Hira’ya çekilerek kendini ibadete vermişti… Âişe Validemiz, Buhârî’nin başındaki bir hadis-i şerifte, – Hatice Validemizden naklen- kendisini ibadete verdiğini ve ancak azığını tedarik etmek maksadıyla ara sıra evine döndüğünü söylüyor ki,51 bunlar, idrakle, insanın bazı şeyleri keşfedeceğini ve keşfettikten sonra da Cenâb-ı Hakk’a belli ölçüde kulluk yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu mevzuda, Zeyd İbn Amr’ın vefatı esnasındaki düşünce ve sözleri de üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd, Hazreti Ömer’in amcası oluyordu. Vefatı sırasında, bütün aile efradını etrafına topladı ve gelecek Peygamber’le alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu zat, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine yetişememişti. Yani atını sürmüş, sahile yanaşmış, fakat İslâm vapuruna yetişememişti… Ama, bütün ruhuyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) atmosferini, O’nun gerçek mânâ ve mahiyetini, hakikat-i Ahmediye’yi sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak, duyduğu hissettiği bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: “Allah’ın ufukta bir nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. O’nun âsârını başımızın üzerinde görüyor gibi oluyorum.” Sonra, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor: “Ey Yüce Yaratıcı, ben Seni tam bilemedim; bilseydim yüzümü yere koyacak bir daha da kaldırmayacaktım.” Mealinde hislerini ifade ediyor. Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa kâinata, nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumî armoni içinde o da kendine çeki düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve Allah’a kulluk yapacaktır.

Demek Allah’ı bilme ve tanımanın yanında, hemen Allah’a kulluk başlıyor… Evet, madem bu bin bir nimetle bizi perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte Allah (celle celâluhu), insan vicdanında meknî olan bu kulluk düşüncesini formüle ediyor. Yani “Yüzümü yere koyacağım, kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım.. azametin karşısında iki büklüm duracağım..” ve Recaizade Ekrem’in “Nerede Allah’ım dizlerin, başımı koyayım…”; bir başkasının: “Nerede o mübarek elin ki başımın üstünde olduğunu hissediyorum.”… Bunlar ve bunlar gibi ilâhî aşk, ilâhî heyecanla, insanın ne diyeceğini bilemediği esnada, vahy-i semavî gerçek kulluk düşüncesi, kulluk şekli ve kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde düşünce sürçmelerine meydan vermeyecek, aşk ve heyecanımızı Yaratıcı’nın emirlerine göre imale edecektir. Yani, Allah O’na: “Ben Allah’ım, sen de Benim kulumsun. Nimetlerimle Beni tanıdın. Ben de sana kulluğun âdâbını öğreteceğim. Benim huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânâsına “Büyük Sensin Allah’ım, Senden gayri her şey küçüktür.” denir.. kulluk şuuru içinde el pençedivan durulur ve sonra, Benim huzurumda derinleşi lebildiği kadar derinleşilir. Miracının gölgesinde, dereceye göre, ruhen Nebiler Sultanı’nın yükseldiği yerlere yükselme arzusu uyanır, yükseldikçe şükran hissiyle rükua gidilir, rükuda eğildikçe yeni bir buuda ulaşılır, derken, secdeye varılır; oradaki mahviyet ve tevazuu ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir. Kalkılır, bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci secdeye gidilir ve daha sonra “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde ânıdır. Secde ettiğiniz zaman Allah’a çok dua edi niz.”[3] buyruğu vicdanlarda duyulur. “Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor.”[4] sırrıyla, secde edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakikî namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan miraca muvaffak olunur.

İşte, ibadet, “Allah’a iman ve Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki mârifet ve buğu buğu bu mârifetten yükselen muhabbet ve hayretle yapılması gerekli olan şeylerin, Cenâb-ı Hakk’ın iş’ar ve irşadıyla yine O’nun emirlerine göre kanalize ve formüle edilmesi.” demektir.

Bunlarla meselenin bir yönünü arz etmiş oluyorum. Yani, Rabbimizi bilip tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz işler yapmamak için, O’nun âyât-ı beyyinâtının rehberliği ve Efendimiz’in neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun kulluk yapıyor ve Yaratıcı’nın hoşnutluğunu araştırıyoruz.

İkinci meseleye gelince, insan; ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve sınaî işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ diyelim ki, her birerlerinizin bir işi var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık yapıyor; kiminiz plastikle meşgul oluyor, kiminiz de tuhafiyecilikle… Birisi, bizim menfaat ve faydamızı, yaptığımız şeylerde aldanmamamızı, ticarî prensipleri iyi bilerek iyi iş yapmamızı temin için bizleri alıp önüne oturtuyor ve diyor ki: “Siz bu işi mutlaka yapacaksınız. Çünkü, bunu yapmanız hem bir zaruret hem de bir ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en semereli biçimde yapmanız için, insan unsurunu, güç unsurunu çok iyi kullanmanız, şu tasarruf tedbirlerini almanız ve daha şunu şunu yapmanız lâzımdır…”

Şimdi, bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz ve irşad karşılığında hiçbir talepte bulunmayan bu ihlâslı, bu hayırhah insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem verir ve tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen bunun gibi; Rabbinize karşı olan ibadet ü taati, kendi arzumuza ve şaşkınlık içinde yapacağımız herhangi bir keyfiyete göre değil de, belki her birisiyle bizleri ayrı bir sema yolculuğuna hazırlayan, her birisinde ayrı bir miraç ruhu bulunan O’nun formüle ettiği ibadet kalıpları içinde yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız şeyler “yediveren” başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki de, “Allahu Ekber” dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla ilhamlara açılıyordur. Belki, Fatiha-i Şerife’yi okuduğumuz zaman sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve daha namazın diğer rükünleriyle, hatta diğer ibadet şekilleriyle kim bilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak oluyoruzdur. Evet, secdeye vardığımızda bütün yolların dümdüz olup, bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz. Dualarımızın O’na yükselip, soluklarımızın nezd-i ulûhiyette duyulduğunu ve melâike-i kiramın etrafımızı aldığını ifade edebiliriz. Bütün bunların olmadığını kim iddia edebilir ki!.. Kaldı ki Muhbir-i Sadık’ın bunları destekleyen nurlu beyanları da var…

Öyleyse en mâkul ibadet keyfiyeti, Rabbimizin bize tarif buyurduğu keyfiyettir. Zira, şu insan makinesini yapan Allah (celle celâluhu), bu makinenin en semereli şekilde çalışmasını, dünya ve ukbâ adına en verimli olmasını da yine Kendisi bilir. Makine ve fabrikayı yapan zat, onun bir tarafına şayet bir katalog sıkıştırmışsa, onu, ona göre idare etmek en akıllıca idare şeklidir. İşte bu itibarladır ki, şu-bu şekilde değil; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim dairesi içinde ve Allah’ın emirlerine uygun şekilde kulluk yapmak en akıllıca kulluk şeklidir. Bunu Allah, ümmet-i Muhammed’e ihsan etmiş.. Ümmet-i Muhammed içinde de bihakkın, kulluk şuurunda olanlara ve bilhassa, değişik devirlerde, dini ihya yolunda hizmet edenlere lütfetmiş ve gözlerini hakikate açmıştır. Buna, sadece “Hâzâ min fadli Rabbî” veya “Min fadli Rabbinâ” deriz. Evet bu, Rabbimiz’in bize sırf bir ihsanıdır. Rabbim lütfuyla, bunu bizlere verdiği, bağışladığı gibi, yine lütfuyla devam ve temâdisini temin buyursun. Bizi -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasıyla arz edeyim- göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bir süre içinde nefsimizle baş başa bırakmasın!..[5]

Âyât-ı beyyinât: Apaçık âyetler.
Nezd-i ulûhiyet: Cenâb-ı Hakk’ın yüce katı, huzuru.
Ukbâ: Ahiret âlemi.

[1] el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî, 26/62; İbn Kayyim el-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, 1/362.
[2] Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, iman 252; Tirmizi, menakıp 13.
[3] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 152.
[4] Şuarâ sûresi, 26/219.
[5] Bkz.: Ebû Dâvûd, edep 110; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/42; el-Hâkim, el- Müstedrek, 1/730.

Sızıntı, Mayıs 1979, Cilt 1, Sayı 4

Kur'ân'ın Nâzil Olan İlk Âyetinin "Oku" Diye Başlamasında Ne Hikmet Görüyorsunuz?

İkra “Oku” (Alâk, 96/1) ilâhî emri, O en şerefli varlığın zâtında tecellî ile beşere emanet edilen sonsuz kemâlata muhatap ve mükellef olmak için bir vazife verme ve bir dâvettir.

Müşâhede edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Hâlık’ın nizam ve kudretinin büyüklüğüne ihtişâm ve güzelliğine vukûf kazanılacak olan bu kâinat, Levh-i Mahfûz’un bir tecellîsi ve yansımasıdır.

Allah, insan haricindeki canlı ve cansız her varlığı “kalem” olarak vazifeli kılmış, böylece de, her varlık kendisine tevdî edilen, kendisinde tecellî eden vak’aları kaydetmiş ve kaydetmektedir.

Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu itibarladır ki, “Gör, müşâhede eyle!” suretinde değil de “Oku!” şeklinde bir emir vâki’ olmuştur. Zira, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pırıl pırıl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphânedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece “yazmak” ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak ama ve hele mutlaka “okumak” vazifesi ile şereflendirilmiştir.

İlim, kâinatta tecellî edegelen nizam ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münasebetlerini idrakten ve bu idraklerin tasnîfi ve bir araya getirilmesinden ibarettir. Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvazene, kat’iyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle, bir nizamın elbette bir kurucusu ve vaz’edicisi vardır; hem de, varlığı her şeyden daha ayân bir kurucu.

Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî plânın, mimar dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi… Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; kâinat çapındaki bu nizam, Levh-i Mahfûz ise, mukayyet nizam da, Kur’ân-ı Kerim’dir ve Levh-i Mahfûz’un aynasıdır.

Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hata-sevâp potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka, görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka ve tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.

Evet, idrakle ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zira, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı’ı tarafından fevkalâde bir âhenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunların birkaçı şunlardan ibarettir:

1) Tek’ten çok’a gidiş,
2) Çoklar arasında benzerler, farklılar ve zıtların bulunuşu,
3) Zıtlar arasında faâl bir denge ve âhenk,
4) Münâvebe (peşi peşine) vazife devir teslimi),
5) Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme,
6) Cehd ve gayret,
7) Tahlil ve terkip (çözülüp-sentezlenme),
8) İlham ve inkişaf (içe doğma ve açıklığa kavuşma),

İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu itibarladır ki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar ve zıtlar bulunacaktır. Kezâ; insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar, durgun, boş değil, canlı ve faâl bir muvazene içinde olacaktır.

Yine bu itibarladır ki, sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imanı ihmal ve kaybetmesi vukû bulacaktır.

Yine bu itibarladır ki, ilim ve cehil, ikrâr ve inkâr, fazilet ve redâet, zulüm ve adâlet, muhabbet ve nefret, mücadele ve barış içinde olma, gevşeklik ve atâlet muhtevalı bir tevekküle dayalı yaşayış temposu ve davranış tarzına mukâbil; her şeyi insanın yapabileceği inancına dayalı sabırsız bir sürat, haşin bir “bozup-yapma, yıkıp-kurma” ihtiras ve cinneti gibi esasların ve hallerin peşi peşine gelmesi, münâvebesi de vukû bulacaktır.

Yine bu itibarladır ki; hatta o Müstesna Varlık, beşerin Medâr-ı İftihârı’nın öğrettikleri dahi unutulabilecek; ama mutlaka yeniden hatırlanıp yeniden öğrenilecektir. Kezâ; böyle bir cüzlere ayrılma, bir tahlil, bir çeşitlenme, bir çoklaşma sonunda, elbette bunda da bir yeniden ele alma bir terkip cereyan edecek ve elbette bir ilham, bir zuhûr da olacaktır.

Bütün bunlar olmuştur, olmaktadır ve aralıksız olmaya devam edecektir. Hazreti Mûsa’ya, içtimâî ilimleri ve içtimâiyâtın sıhhatle devamını mümkün kılacak olan emirler “On Emir”; Hazreti İsâ’ya, beşerî münasebetlerde yumuşaklık, şefkat, muhabbet ve müsamaha, sabr u tahammül; Hazreti Peygamber’e (sav) bütün bu hususlara ilâve olarak ilim, irade, hikmet, muvazene, telif, terkip, özlü anlatma (icmâl) ve eksiksiz ifade (tekmil) bahşedilmiş idi.

Bu itibarladır ki; Müslüman olmak diğerlerinden bir bakıma daha külfetli, daha mesûliyetli, ama bir o kadar da lâtif ve yüksektir. Zira, içtimâî esaslar yanında, muhabbet ve müsamaha, hilm ü şefkat; sabr u tahammül yanında, ilim, irade, hikmet, denge, telifçi ve terkipçi olmak gibi daha yüksek hususiyetleri de gerektirmektedir.

Bundan ötürüdür ki; fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimler sahasında yapılan keşifler, temin edilen terakkiyat, sonunda Levh-i Mahfûz’da tasavvur edilip, Kur’ân-ı Kerim’de kayda tâbi tutulan ve kâinatta yer yer ve peşi peşine tezâhür eden esaslardan bazılarının anlaşılmasına ve genişçe idrak edilmesine hizmet ettiğinden dolayı, bütün ehl-i keşif ve himmeti tebrik ve takdir gerektir. Ancak, böyle bir hizmetin, kazanç ve muvaffakiyetine mukâbil, Hâlık ve Nâzım’ı inkâr, ilâhî ilham ve irşâdı ret, insanı ilâhlaştırma, insan iradesini mutlak hâkim kılmak gibi bir kayba ve dalâlete düşmekten, insanlığı korumak da icap edecektir.

Fizik ve kimya lâboratuvarlarında yapılan tecrübelere, öğrenilmiş kanunlara uyularak, fizik, kimya ve biyoloji vak’alarına yeni istikametler verilmezse, ibdâ ve ihtirâda bulunmak muvaffakiyetine istinâden, gittikçe sabırsızlaşan, gittikçe hızlanan, gittikçe küstahlaşıp mesûliyetsizleşen, bir cüret ve keyfîlik üzere, insanı ve insan cemiyetini dahi, bütün bütün kaybetme ihtimali var. Evet, değişik tecrübelere tâbi tutulma sath-ı mâilinde yuvarlanmakta olan bugünün beşer ölçülerine karşı, insanın bir “lâboratuvar hayvanı”, insan cemiyetinin de bir “lâboratuvar” olmadığını lâyıkıyla hatırlamak lâzımdır.

Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvelâ ilimlere esas teşkil eden meselelerin lâyıkıyla anlaşılmasına yardım edecek; sâniyen insan irade ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşâhede ile müşâhede ettirmiş olacaktır.

O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisan kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan “kalem” (1) olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir “oku” (Alâk, 96/1) olursa…

Ne var ki, bu mesele, zannedildiği kadar kolay da değildir. Zâhirî ve bâtinî hassaların faâl ve vak’alar karşısında titiz oldukları nispette bir duyuş, bir görüş olsa bile, bu hassalardan bir tanesindeki arıza büyük ölçüde diğerlerini de tesirsiz kılar.

Onun için Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’da; körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. (2) Zira tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk mâkes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşâhede ve duyuşa tercüman ise lisandır.

Binâenaleyh, âfak ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Kezâ; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül, şeriât-ı fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.

Demek ki “oku”, bir bütünleşmenin ve bütünleştirmenin; bir müşâhede ve değerlendirmenin; bir görme ve onun yanında sezmenin, sonra da bu iç irfana dili tercüman kılmanın ifadesi oluyor ki, bizim için bir ilk emir olması, ne kadar mânidardır.

Ehemmiyetine binâen uzun anlatıldı ve yer yer sadet haricî mevzûlar kurcalandı. Tekraren mütalâası bizi mâzur gösterir ve affettirir ümidini beslemekteyiz.

Bâtınî: Görünmeyen, içe ait
Cehd: Çalışma, çabalama, azimli ve ısrarlı gayret
Enfüs: Canlı, hayat sahibi
Fasîh: Açık, düzgün ifade
Hikmet: Her şeyi yerli yerince yapma
İbdâ: Örneği ve benzeri olmayan bir şey meydana getirme
İhtirâ: Yeni bir şey bulma, icad etme
Kesâfetli: Karışık, yoğun, bulanık
Levh-i Mahfûz: Olmuş olacak her şeyin yazılı olduğu kader kitabı
Muvâzene: Denge
Müşâhede: Şahit olma, görme
Redâet: Fenalık, bayağılık
Sath-ı mâil: Yörünge, çizgi
Şeriat-ı fıtrıye: Cenâb-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği tabii kanunlar
Tecelli: Görünme, ortaya çıkma
Tekvinî: Yaratılışla ilgili
Tenzilî ferman: Kur’ân-ı Kerîm
Tevdî edilmek: Emanet edilmek, bırakılmak
Vâzı’: Koyucu, yerleştirici
Vukûf: Anlama, bilme, haberli olma
Zahirî: Görünen, dışa ait

[1] el-Hâkim, el-Müstedrek 2/492
[2] Bkz: Bakara sûresi, 2/18, 171


Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5

"Zaman İhtiyarladıkça Kur'an Gençleşiyor" Deniliyor, İzah Eder misiniz?

Kur’ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâlihazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tabir caizse son noktasına kadar bilen Hazreti Allah’ın ilminden gelmiş Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri, insanlığın durumunu ve onun kazanacağı hâlleri parlak olarak anlatması Kur’ân’ın mucizesidir ve Kur’ân’a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur’ân 14 asır evvel nazil olmuştur ama, O, Mele-i A’lâ’dan, her şeye hâkim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah’ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.

Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur’ân gençleşiyor.[1] Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor; belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkip kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha salim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatler de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa’yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu hâlde, sanki fizik, zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, astronomi, astrofizik, tıp ve sair ilimler de böyle… Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyamete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir hâlde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemal emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.

İşte bu hâl, Kur’ân’ın anlaşılmasına yardım ediyor; ve bir gün gelecek Avrupa’da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatleri casus gibi araştırması neticesinde Kur’ân’ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, “Allah’ım ne büyüksün!” diyecektir. Evet, teleskoplarla, ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve “Allah’ım ne büyüksün!” diyecekler.

Kur’ân-ı Kerim 14 asır evvel en arızasız bir toplumun içtimaî kanununu vaz’etmiş, fakat biz bunu henüz anlayamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, komünizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur’ân’ın bu içtimaî yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimaî noktaları değil, beşerin hayatına taalluk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız… Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare hâline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz, Allah’ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibarıyla derinliği sezilememesine rağmen içinde bin bir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir ekonomik sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer “Bu memleket şu sistemle yükselir.” diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de çeşit çeşit iktisadî sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur’ân-ı Kerim yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedit ve ceyyit şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur’ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazen Kur’ân’dan öyle şeyler anlıyoruz ki; “Bunu beşer söyleyemez.” demek mecburiyetinde kalıyoruz.

Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatleri Kur’ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zaviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur’ân âyetleri arasında muvafakat bulunacak ve her yerde Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak ispatlanmış şeylerdir.

Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir.” (En’âm sûresi, 6/125)



Bu âyet, bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki, burada “sema” kelimesi kullanılıyor. “Yessa’adu” fiilinin aslı “saide – yes’adu” yükselme, yukarı doğru çıkma demektir. Bu, tefe’ul babına konulup “yessa’adu” denilerek, tekellüfün hâkim olduğu, yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatine işaret edilmektedir. “Yessa’adu” fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur’ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.

Başka bir misal:

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz.” (Hicr sûresi, 15/22)



Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur’ân’ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutları sıkıştırarak yere yağmurun yağmasını sağlar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.

Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki, Kur’ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.

Bir başka âyet; “Ve min külli şey’in halaknâ zevceyn -Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık.”[2] Arapça’da, “umum, bütün” mânâsına gelen “küll” kelimesi mârifeye muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar fert varsa hepsini ihtiva eder. “Ve min külli şey’in halâknâ zevceyn” derken buradaki “şey'” kelimesi nekredir. “Her şeyi çift yarattık.” demektir. Allah’a bile “şey” denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O’nun dışında olan her şey çift olarak yaratılmıştır.

İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılar da öyle çifttir. Nebatat da çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki “zevceyn” kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta her şeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca her şeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde, mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez. Yâsîn sûresindeki âyet, bu hakikati daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:

“O Allah’ı tesbih ü takdis ederiz ki yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.” (Yâsîn sûresi, 36/36)



Görüldüğü gibi o günün insanının müşâhedesine arz edilen tablonun dışında, o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki, “Daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı.”

Başka bir âyet ve başka bir mevzu:

“Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz.” (Zâriyât sûresi, 51/47)



Arapça’da fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. “Ve innâ le mûsiûn” bir isim cümlesidir ve mânâ itibarıyla üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, “Eskiden genişlettik, bıraktık.”, “Şu anda genişletiyoruz.”, “İleride genişleteceğiz.” gibi mânâlara değil de “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” mânâsına geliyor.

En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922’de astronom Hubble bildirmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye, bizden senede yüz altmış sekiz bin kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmakta. Bu da Belçikalı matematik âlimi, rahip Lemaitre’nin iddia ettiği gibi kâinatın, genişleme (expansion) hâlinde olduğuna delâlet eder.

İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren “mekân genişlemesi” 1400 sene evvel Kur’ân-ı Kerim’de zikrediliyordu. Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakikat karşısında Kur’ân’a “Senin taleben oldum.” deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.

Bir diğer âyette ise: “Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneş’i ve Ay’ı buyruğu altına aldı.”[3] buyruluyor.

Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arap ça’da “tekvîr” kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet, “Geceyi gündüze, gündüzü geceye sarıyor.” demektir. Böylece “yükevviru” kelimesiyle küre-i arzın küre viyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Nâziât sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibarıyla daha açık anlatılmaktadır: “Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ -Gökleri nizama, intizama koyduktan sonra yeri de Allah, devekuşu yumurtası hâline getirdi.”[4]

Demek oluyor ki dünyamız, kutuplardan basık bir küre, bir devekuşu yumurtası şeklindedir. Tevil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur’ân’ın bu hakikatini de hafızada tutmada yarar var.

Bu hususlarda Kur’ân’ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

Ayrıca, Kur’ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz’etmiştir. Ama terbiye-i Kur’ân bırakılarak denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakırkeyf tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur’ân’la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, ona teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapturapt altına alma da yine Kur’ân’ın emirleri ile tahakkuk edecektir.

İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim “ahir zaman” dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur’ân’ın hakikatleri -inşâallah- araştırmacılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur’ân’ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyecektir.

Câzibe ve dâfia: Çekme ve itme kuvveti.
İnhisar etmek: Yalnız bir şeye mahsus olmak.
Kabza-i kudret: Gücü, kuvveti altında.
Mele-i A’lâ: En büyük meleklerin içinde bulunduğu yüce meclis.
Şâyeste: Lâyık, yaraşır, münasip.
Vüs’at: Genişlik.

[1] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 498 (Hakikat Çekirdekleri, No: 79)
[2] Zâriyât sûresi, 51/49
[3] Zümer sûresi, 39/5
[4] Nâziât sûresi, 79/30


Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5

Kullar Arasında Eşitsizlik mi Var?

Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş; bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Yoksa başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lâzımdır.

Allah (cc) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğine de fakr u zaruret. Fakat, bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazanç sebebi olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah (cc), bazı kimseler, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menâl vermiyor. Mâmâfih, zayıf bir hadis-i şerifte; Allah’ın, malı istediğine, ilmi ise isteyene verdiği ifade edilmektedir ki, mevzûmuz itibarıyla oldukça mânidardır…

Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (cc) mal-menâl, dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama, Allah’ın (cc) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametten de ayrılmış isen, Allah’ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

Evet, istikametin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü, seni Allah’a karşı başkaldırmaya sevk eder de, her gün O’na karşı bir isyan bayrağı açarsın. Yine, şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin senin için bir belâ ve musibettir.(1)

Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

Binâenaleyh, bunlara Cenâb-ı Hakk’ın mal ve menâl vermesi bir istidraçtır; dolayısıyla da sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, her şeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır.

Bu arada, Efendimiz’in (sav) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman, Allah (cc), onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kılmaz. Berâ İbn Mâlik onlardan birisidir.”(2) Hâlbuki Enes’in kardeşi Berâ’nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri yoktu, kût-u lâyemûtla yaşıyordu. İşte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin aydınlığıyla değerlendirilmişlerdir. Ve işte bunlardır ki, Resûl-ü Ekrem’in (sav) diliyle, yemin etseler, Allah’ın (cc), yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için; müstakillen ne servet, ne de fakirlik bir felâket, veya nimet sayılmamalıdır. Belki yerine göre fakirlik, Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (sav) iradesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuşlardır: “İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim.”(3) Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir. Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü’minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi, kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır. Yani,

Ya Rabbi, Senden ne gelirse gelsin makbûlümdür.

“Hoştur bana Senden gelen,
Ya hıl’atü yahut kefen;
Ya taze gül, yahut diken,
Lûtfun da hoş, kahrın da hoş”

Şarkî Anadolu’da; “Senden, o hem hoş, hem bu hoş.” derler.

İnsan hil’at da giyse, servet içinde de yüzse, Allah’la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylânî gibi, yine ayağı velilerin omzunda ve mübarek başı da Resûl-ü Ekrem’in (sav) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyası da hüsran, âhireti de hüsran olacaktır. Kezâ, Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesut gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrana uğrayacaktır.(4)

Hânis: Yeminini bozan, sözünde durmayan
Hil’at: Bir çeşit üst elbisesi, teşrifat elbisesi, kaftan
Kiyâset: Anlayışlılık, kavrayışlılık, akıllılık
İstidraç: Allah’ın dinsizlerin sapıklığını artırmak için üst üste ihsanda bulunması
Kut-u lâyemût: Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek

[1] Bkz: Teğâbûn sûresi, 64/15
[2] Tirmizî, Menakıb 54
[3] Buhârî, Tefsiru sûre (66) 2; Müslim, Talâk 31
[4] Bkz: Kasas sûresi, 28/78-84


Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler?

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler, Yoksa Cenab-ı Hakk’ın İrâde-i Külliyesi mi Günah İşletir?

Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..” (Sâffât, 37/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlıkı yalnız Allah’tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (cc) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, “kesb” veya “Cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:

1) Küllî irade,

2) Cüz’î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.” (İnsan, 76/30) Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da “Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (cc) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: “Beni niye buraya getirdin!” diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin… Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. “

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.

Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz’i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk’ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu’tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu’tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur’un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme

Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Kuran-ı Kerim'de Hidayet-Dalâlet Kavramları Nasıl Telif Edilir?

Bu soruda iki şık var:

Birincisi; Cenâb-ı Hak küllî iradesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet meâlen şöyledir: “Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz. Ama kime de Allah yol göstermişse hidayet onu saptıran olamaz.” Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, nebîlerin gittiği istikametli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf’ûle, birer fonksiyondur. Bu itibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktizâ eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellîsine bağlayan ancak Allah (cc)’dir. Evet, ikisini veren de Hak’tır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşit (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mişârını dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Müşahhas bir misal arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek, mânâsını tetkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifade edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü mâkes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (cc) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” unvanıyla döven kuldur.

İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “Beni saptır.” demiş olur. Allah da murat buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misal arz edeyim: Siz, Kur’ân-ı Kerim’i ve va’z ü nasihati dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark olur. Hâlbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedîyi duyarken, va’z ü nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya affeder.

Aşr-ı mişar: Onda bir
Mudill: Dalalete düşüren, saptıran
Râcî: Nisbet ve ilgisi bulunan, dokunan, dair
Şehrah: Doğru yol

Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Peygamber Efendimizin (sas) çok kadınla evlenmesinin hikmeti nedir?

Hemen arz edeyim ki, bu hususta ileri-geri söz söyleyenler, hiçbir şey okumamış ve düşünmemiş kimselerdir. Eğer, “Megâzî” ve “Siyer”e azıcık bakmak zahmetine katlansalardı, kendilerini küçük düşürecek böyle bir soruyu sormayacaklardı.

Bu soruyu şimdiye kadar, beş altı yerde benden sordular; ben de her def’asında eksik-tamam bazı şeyler anlatmağa çalıştım. Bu defa da onlardan hatırımda kalanları tekrar edeceğim.

Özetle

  • Hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerin böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur

  • Dinimizin bazı esasları bu pâkize annelerimiz vasıtasıyla talim edilmiştir

  • Efendimiz bu evlilikler vasıtasıyla değişik din ve kabilelerle akrabalık tesis etmiştir

  • Efendimizin evliliklerinin teker teker her zevcesiyle ilgili hikmetleri de vardır

Peygamberler Sultanı Zât-ı Risâletpenâhın izdivaçlarında, değişik yönler vardır: Zât-ı Ahmediye’ye (sav) taallûk eden hususlar, umumî olarak izdivaçlarında gözetilmiş olabilecek hedef ve maksatlar; bir kısım zarûretler ve nihayet zevcâtın hususî durumlarının gereğini yerine getirme gibi keyfiyetler… Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker tahlil edelim.

Mevzuu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O mübeccel Zât, yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da nazar-ı itibara alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün hasımları, O’na hiç olmayacak şeyleri isnat ettikleri hâlde, bu istikamette bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.

Peygamberimiz (sav) ilk izdivaçlarını, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç, Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk-çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.

İşte, bütün izdivaçları da böyle izdivaca alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan izdivaçta, beşerîlik ve şehevîlik görmek, ne insafla ne de iz’anla kat’iyen telif edilemez.

Burada akla gelen diğer bir mesele de, Peygamberlik müessesesiyle çok evlenmenin telifi keyfiyetidir. Buna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

A Evvelâ, bilinmelidir ki, bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur; Zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan bazı din müntesipleridir. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülecek bir keyfiyettir. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin teslim ve kabul ettiği, kendi peygamberleri bilip uydukları, nice enbiyâ-yı izâm vardır ki; bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir. Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleyi serrişte etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Binâenaleyh, çok kadınla izdivacı, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok izdivaç, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra anlatmaya çalışacağım hususlarda görüleceği gibi “teaddüd-ü zevcât”ın peygamberlik vazifesi nokta-i nazarından, tasavvurlar fevkinde faydaları vardır.

Evet, çok kadınla izdivaç, bilhassa ahkâmla gelen enbiyâ için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, ona ancak bir insanın nikâhlısı muttali olabilir. Binâenaleyh, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir istiâre ve kinâyeye başvurmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı bulandırır ve istinbatı zorlaştırır- her şeyi alabildiğine vuzûh içinde anlatacak, mürşidelere ihtiyaç vardır.

İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pâkize zevcât, kadınlık âlemine karşı irşat ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta elzem olur.

B Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz’in zevceleriyle alâkalı oluyor ki, o da:

  • Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz’ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu.

  • Zevcelerin her birerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir bağlılıkla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.

  • Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (sav) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.

  • Bu izdivaçlar vasıtasıyla, Nebiyy-i Ekmel, âdeta bütün Ceziretü’l-Arap’la yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karâbet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dinî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (ra) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı…

C Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve teker teker her zevcenin serencâmesi içinde, meseleyi ele alalım:

Evet, burada dahi göreceğiz ki; mantık, vahiy ile müeyyed o Zât’ı hayat-ı seniyyesi karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; tabir-i diğerle beşer düşüncesi Fetânet-i A’zam önünde rükûa varıp iki büklüm oluyor.

1 İlk zevceleri Seyyidetinâ Hz. Hatîce’dir (ra). Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.

Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhâlfarz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..

2 Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (ra). En yakın arkadaşının kızı; acı-tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en mutenâ ikramı… Umum neseplerin sona erdiği günde, sona ermeyen karâbetiyle onun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı.

Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir nâdire-i fıtrat, dâvâ-yı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kat’iyen sübut bulmuştur ki; o muallâ varlık, ancak nebî zevcesi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı Muhammedî’yi (sav) emsâlsiz kavrayışıyla, bihakkın temsil ediyordu.

Bunun içindir ki; Efendimiz’e rüyasında, onunla izdivaç yapacağı iş’âr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden peygamber hânesine kadem basıyordu…

Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için vesile-i şeref olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimiz’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hânesine intisap etmiş bulunuyordu.

3 Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme’dir (ra). Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.

Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti; Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.

Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı… Ve, işte Kâinatın Fahrı, onu nikâhı altına alırken bu inâyet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.

Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi dirâyet ve fetâneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma istîdadındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.

Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!…

4 Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (ra). Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı… Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce tanassur etmesini, sonra da vefâtını görmüş mûzdarip bir kadın…

O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tanassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz’in müdahalesi ve muâlecesi…

İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefâtı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimizle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun îfâsı sayarak alkışlamak lâzımdır.

Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın-erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.

Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de, Hâne-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesir icrâ edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.

5 Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (ra). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ’nın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav) Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz’e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise’ye vermeye râzı olmuşlardı.

Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki müsavâtı tesis, tahkîm ve tersîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisâlden ibaret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.

Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd’i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz’le izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz’in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi, muhâl-farz, Peygamberimiz’in, vahy-i münzelden bir şeyi ketmetmesi câiz olsaydı Zeyneb’le izdivacını emreden âyetleri ketmederdi. Evet, bu Zât-ı Risâlet Penâhiye o kadar ağır gelmişti…

İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.

Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz’le başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz.[1]

Zeyneb’le izdivaç hususunda söylenecek daha çok şey olmakla beraber, sual-cevap mevzuunun istiâb haddini aşacağı için, şimdilik tek başına tahlîl edileceği âna havale ediyor ve kısa kesiyorum. 6 Saadet hânesiyle şerefyâb olanlardan biri de, Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (ra). Gayr-i müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esarete dûçar olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, huzûr-u risâlete getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.

İşte o zaman Fetânet-i A’zam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti.

Peygamber Efendimiz Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh akdedince, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir ihtirâm âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, “Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretin’in gönlü fethediliverdi.

Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükûn meltemleri estiriyordu.

7 Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bintü Huyey’dir (ra). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz’e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam anam” tâzimleri ve hem de Efendimiz’in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.

Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz’i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.

Bundan başka, düşmanların iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.

8 Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde Validemizdir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.

Efendimiz, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz’in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.

İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karâbet tesisi ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir.

Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz’in bu kadar kadının, mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hakkâniyete riâyette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârit olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden.” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder…

Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.

Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrîdir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.[2]

Sualin ehemmiyetine binaen, mevzuu uzatma lüzumunu duydum; mâzur görüleceğini umarım.

Dilgir: Kalbe sıkıntı veren
Enis: Dost
Fetânet-i A’zam: Anlayışı, kavraması en üst derecede olan Efendimiz (sav)
İhtiram: Hürmet, saygı
İrtihal: Ölüm
İstiâb haddi: Sınır, çerçeve, kapasite
Kurb-u Nebevi: Peygamber Efendimize (sav) yakınlık.
Medyun-u şükran: Şükran borcu
Megâzi: Hz. Peygamberin katılmış olduğu savaşları konu edinen ilim dalı
Muallâ: Yüksek, yüce, âli
Mübeccel: Muhterem, saygıdeğer
Siyer: Peygamber Efendimizin (sav) hayatını ve özelliklerini konu edinen ilim dalı
Tanassur: Hıristiyan olma, Hıristiyanlaşma
Tersin etmek: Sağlamlaştırmak, güçlendirmek
Vahy-i münzel: İndirilmiş olan vahiy, Kur’ân

[1] Bkz. Ahzâb sûresi, 33/4
[2] Bkz. Ahzâb sûresi, 33/52

Sızıntı, Ağustos 1979, Cilt 1, Sayı 7

Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği Mubah Kılıyor?

Bir Din ki, Allah Tarafından Geldiğinden ve Beşeriyetin Hayrı İçin Gönderildiğinden Şüphe Yoktur. Hâl Böyle İken Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği Mubah Kılıyor?

Bu mevzûun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takip ettiğimiz zaman, hem sualimizin cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek istifhamların cevabını bulabiliriz:

1) Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler… Sonra içtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve âdil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.

2) Tarihin eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşiyâne ve zâlimâne muamele, içimizde burkuntular hâsıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zâlim idarecileri eğlendirmek için arenâlarda aslanlarla boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.

3) Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar haklıydı; fakat, İslâm’a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık irtikâp ediyordu. Çünkü, menşe itibarıyla kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik, geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.

Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde sürüp gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehâdetiyle bir zevk ve safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde behîmî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefâhetin; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet; esirler ve halâik gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşâhede etmişlerdi. Ticarî emtia pazarları gibi, esir pazarları.. kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. akşamları pis kokulu ve haşarâtın gayet mebzûl bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. hatta çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi.. ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, herhangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, o günkü batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi…

İslâm, evvelâ, köleliği bir vak’a olarak ele aldı. Sonra kölelerin ne ticaret ne de eğlence metâı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: “Sizin bazınız bazınızdandır.” (Nisâ, 4/25) “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız.” (1) gibi ilâhî prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip inhirafın önüne geçti. “Siz âdemoğullarısınız. Âdem de topraktandır.” (2) “Biliniz ki, hiçbir Arab’ın Arap olmayana ve hiçbir Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ iledir.” (3) Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradan’ın insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitap karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm’ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mâzisi esarette geçmiş -hadîsin ifadesiyle- nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep tâzim görmüşlerdir. Hz. Ömer (ra) “Bilâl, Efendimiz; ve onu Efendimiz Ebû Bekir (ra) hürriyete kavuşturdu.” (4) derken, bu mânâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel “Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz.” (5) “Sizden hiçbiriniz, ‘Bu kölemdir, bu câriyemdir.’ demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin.” (6)

Buna binâen, Hz. Ömer (ra) Mescid-i Aksâ’nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, bineği Medine’den oraya kadar hizmetçisiyle nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (ra) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (ra) takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu… (7)

Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğunu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en metruk, en ücrâ bir yerinde, duyguları itibarıyla bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muâsır millet ve devletler, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihzâ ve alaya karşı, en çaplı en tutarlı ve en müsbet bir davranış mâşerî vicdanın kabulüne takdim ediliyordu.

Bu yapıcı ve müsbet muâmelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle müsavât prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (sav) Zeyd’i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen, o; Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muâmele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara mâlik görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz.” (8) Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gâyet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hâdiselerdi ki, bu mevzûda İslâm’ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.

İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifade etmek ise, kat’iyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukâbil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücûdunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücûdunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm’da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazîlet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle, ona giden kapıları açık tutar.

Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi, yine İslâm’ın zuhûruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimizin (sav) ve Hazreti Ebû Bekir’in (ra) köle alıp âzât etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından bilinen hususlardandır.

Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faâliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (sav), on kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususîyle Ömer İbn Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikâpları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu.

Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zihâr muâmelesinde, adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzat edilmesi tavsiye ediliyordu. “Kim hataen bir mü’mini öldürürse, onun keffâreti bir mü’min kölenin âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyettir.” (Nisâ, 4/92)

Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan; diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da -topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle- cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında, diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdeta bir ferdi ihyaya denk tutulmuştur.

Bunlardan başka İslâm’da “mükâtebe” ve “tedbir” yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal te’diyesiyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur’ân’ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzûda getireceği teklifi, efendi kabul ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefâtı veya herhangi bir hâdiseye bağlamakla yapılan hürriyet va’didir ki, “Ben vefat edince sen hürsün.” şeklinde söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka, sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faâliyeti her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lütfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.

Burada denilebilir ki; “Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında, ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabul edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da köleliği kabullenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm’ın, köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme mânâsına gelmez mi?”

Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği vâz’ ve icat etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir- esaret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır. Şimdi düşünelim;

Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:

1) Bazı zâlim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
2) Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme,
3) Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama,
4) Yahut da, alıp onları mü’minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma.

Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:

1) Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara revâ görülen mezâlim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır’ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların gadri ve cevri, beşerin hâfızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var; Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; bir dönemde Rusya’da doğranan otuz milyon kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan… Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?..

2) Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şâhit olmuştur. Bilûmum Balkanlardaki esir kampları, hususîyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerikalılar, Japon kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği; erkeklerinin ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edildiği (Sarayiçi) mazlumlarının; Azerbaycan ve komunist Rusya’daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbiyle, hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla telifi mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değil!..

3) Esirleri kendi memleketlerine iâde gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iâde etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefâsızlık ifadesi olur.. hele iâde ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım mâlûmatlarla yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birliklerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iâde muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla tecviz edilebilir ki; bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.

4) Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, iş bu muvakkat esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu… Ne esir kampları ve oradaki mezâlim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok fevkinde tabiat-ı beşere de yakışır bir yol…

Her mü’minin hânesindeki esir; doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -nitekim binlerce misaliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik’in şeyhi Nâfî’den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce tabiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir “Mevâlî” topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.

Bununla beraber, biz bu tatbikata muvakkat dedik; Zira bu şekilde bir tatbikat tekerrür edip dursa bile, İslâm’da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin ârızî ve tebeî olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm’ın bu mevzûda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaati dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini vaz’etmiştir. Cihan sulhunu temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlemşümûl tatbikat zemini hazırlamakla mükelleftirler. Zaten bu da İslâm’ın tâdil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki; en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan, hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da, geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.

Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi toplumumuzun bütün fertlerinin, İslâmî mânâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair, dinin herhangi bir tekeffülü yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin, teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.

Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken; mü’minlerin, uzun zaman ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin tenakuzu gibidir.

Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü’minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddî sebep ve sâik var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak mütalâa etmektedir. Binaenaleyh, nâkıs ve nâtamam fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü fertlerin, terbiye-i Muhammediye (sav) ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normâldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm’ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve insafsızlıktır.

İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm’ın tatbikatı, tabiat-ı beşeri hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini izâle etme, aile kurma yolunu gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.

İtiyat ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli ihyâ etme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü’minler de, bunu yapmışlardır.

Her mü’min, “Kardeşim” deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış -zarar melhuz değilse veya hayır ümit ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.

Eğer bu ameliyelere tâbi tutulmadan o istîdat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir “âr” olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hallerine avdet hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı câhil pek çok köle daha sonraları arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Lincoln’in bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa, çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, tâlim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de hissedilen bir marazdır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hatta diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur. Her ne ise, sadet haricî oldu…

İşte İslâm; köleye, benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna muvazene getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta “İste vereyim.” der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermiştir. Zeyd bin Hârise’nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra, içinde, eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan tayin edilmesi, kademe kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.

Bilâl-i Habeşî’nin (ra) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe’nin kölesi Sâlim’in (ra) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk’in Ehl-i Beyt-i Resûlullah’dan sayılması, kölenin Müslümanlıkta ve Müslümanların hânelerinde ne hâl aldığının canlı misalleridir. Bunları, yüzlerceye iblâğ edebiliriz. Ancak soru cevap mevzuu içinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum…

Hulâsa olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği vaz’etmedi; bilâkis onu tâdile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harplerin döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm’ın muallâ bünyesinde, tenkit edildiği şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o, ahkâm vaz’ etmişti ve onu arz edildiği şekilde sefalet ve perişaniyetten; mazlumiyet ve mağduriyetten halâs ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yönelmişti.

İslâm’ın başlattığı, ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün, bu cins kölelik artık kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum.


Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
Avdet: Dönüş
Behîmî: Hayvanca, hayvanî
Deformasyon: Bozulma, aslından uzaklaşma
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada birleşen şekil, piramit
Emtia: Mal, eşya
Halaik: Kadın köle, hizmetçi
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
İstifham: Soru
Mebzul: Bol miktarda, fazlaca
Mevâlî: Azad edilmiş köle
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın
Mükâtebe: Efendisi ile kölesi arasında bir bedel karşılığında özgürlük etme üzerine kurulu olan bir akit.
Müsavât prensibi: Eşitlik ilkesi
Tebei: Tâbi, varlığı başka bir şeyle mümkün olan
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma
Tedbir: Vukuu köle sahibinin ölümüne bağlanmış olan köle âzâdı.
Tediye: Eda etme, ödeme
Zihâr muâmelesi: Bir kimsenin karısına, “Sen bana anamın sırtı gibisin.” diyerek onu kendisine haram kılması

[1] Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/408
[2] Ebu Dâvud, Edeb 120
[3] Müslim, İmare 36; Tirmizî, Cuma 80, Cihad, 28
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 1/209
[5] Müslim, Eyman 29; Müsned 5/161
[6] Muslim, Elfaz 3; Müsned 2/484
[7] Ebû Avâne, Müsned 4/72; Beyhakî, Sünen 8/7
[8] Ebû Davud, Diyet 7; İbn Mâce, Diyet 23; Nesâî, Kasem 10


Sızıntı, Eylül 1979, Cilt 1, Sayı 8

Bütün Peygamberler Arap Yarımadasından Zuhûr Ettiğine Göre, Peygamber Gönderilmeyen Diğer Kıt'alarda Yaşayanları İnanç ve Amel Açısından Mes'ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur?

Bu sualin iki yönü var:

1) Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadasından zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir nebînin gelmeyişi.

2) Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azaba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.

Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında nebînin yerine dikkati çekmekte fayda, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım.

Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak’tan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazifeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istîdat değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen meselelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim ruha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir…

Nebîde, duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkip ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır.

İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyayı keşfedebilir. Onların irşat ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz, ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamaz da…

Tabiatın esrarı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir derstir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahit gösteren Yüce Yaratıcı’nın, isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât’ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin… Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekle sokan bir Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’yle, O’na verilecek unvanlar ve isnat edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O’nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki nebî, eşya ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi, her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan Muhteşem Yaratıcı’yı, Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’ni, isim ve sıfatlarıyla -Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvazene ve sırlı münasebete riâyet ederek- anlatan da yine odur.

Öyle ise, zeminin hiçbir kıt’asının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimal verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşat dairelerinin dışında, varlık âlemine dair, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şüphe, tereddüt ve tenakuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esasen; her kıt’a ve her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını, akıl, hikmet ve Kur’ân müştereken teyit etmektedirler. Hem de aksine ihtimal verilemeyecek şekilde…

En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı kat’iyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizamı, bu meşher ve sanatlar resmî geçidini, bir fuar mahiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın, eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihap edeceği bir kısım müstesna kimselerle, Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini hâşâ abes kılsın! Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesten münezzeh ve mukaddestir!

Kaldı ki, O Zât’ın kendi beyanı olan Kur’ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır. “Celâlim hakkı için biz her millete -Allah’a kullukta bulunun ve putlara ibadetten kaçının- diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36) Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, nebî ve ulu kişileri ilâhlaştırmış ve eski putperestliğe dönmüştür.

Yunan’ın ilâhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayalinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle, çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir.

Ne Çin’in Konfüçyüs’ünü, ne de Hind’in Brahman ve Buda’sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir. Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur.

Eğer Kur’ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyanıyla,[1] Hz. İsa’yı bize tanıtmasaydı, değişik kaynak ve anlayışlar içerisinden, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayabilirdi. İnsana ulûhiyet isnat edilmesi, Zât-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması ve birkaç tane gösterilmesi gibi mevzuların en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesinin, akıl, mantık ve tevhid inancıyla telif edilmesi mümkün değildir.

Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait bazı din müntesiplerinin, kendi kitap ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kim bilir nice nebîler ne hâle getirildi! Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün bâtıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerinin cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurafe yığını durumuna gelmişlerdir.

Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimali, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet mâkuldür.

Peygamber olmayana peygamber demek, nebînin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, benzer bir kısım sapmaları gördükten sonra, Budizm’in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hatta Konfüçyüs’ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm’in tevil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum.

Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû bulmuştur ki, muhâlfarz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı.

Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarurîdir. Bir kere Kur’ân: “Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihanın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyana göre sayıları 124 bine baliğ bulunan nebîlerden[2] ancak 28 tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair herhangi bir mâlûmata sahip bulunmamaktayız. Esasen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur’ân: “Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık.” (İnsan, 76/78) diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir.

Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır. Ezcümle, hepsinde “çok”tan “tek”e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergaha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münasebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muallim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adaları’ndaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir…

Prof. Dr. Mustafa Mahmud’un, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu teyit etmektedir. Doktorun ifadesine göre Mavmavlar, Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât’ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır.

Neyamneyam kabilesi için de, Mavmavların kanaatine benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da, her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Mâbud-u Mutlak’dır, diye düşünmektedirler.

Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur’ân’daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hatta, Mavmavlar, “Aynı, İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar.” desek yerinde olur.

Medeniyetten bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin tesir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek: “Her milletin bir resûlü vardır ve resûlleri geldiği vakit aralarında adâletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yûnus, 10/47) beyanı, ilâhî ve âlemşümûl bir hakikattir ve hiçbir kıta bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mustafa Mahmud’un naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerküklü matematik profesörü Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika’da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen araştırmacı kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu: Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah’ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her şeyin O’nun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı.

Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle telif etmek kat’iyen mümkün değildi…

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği, ancak Kâinatın Sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhid akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün değildir. Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beşer nev’ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış…

Şimdi de, sorunun ikinci şıkkı olan, peygamberleri görmemiş kimselere, azap edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim.

Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her fert az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrifin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık takip edip dururken, kendi iradelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak, rahmet müjdesini vermiştir: “Biz peygamber göndermedikten sonra azap edicilerden değiliz.” (İsrâ, 17/15)

Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azap veya rahmet…

Vâkıa mezhep imamları, teferruatta biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatta, her biri bir kitap binlerce delil varken Allah’ı bilmeyen mâzur olamaz derler. Eş’arîler ise: “Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz..” meâl-i âlîsiyle ifade edilen âyete dayanarak, azaba müstahak olmanın, tebliği müteakip olacağı hususunu esas alırlar.

İki imamın nokta-ı nazarlarını telif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehl-i necâttır. Zira, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşat edilir, ondan sonra davranışlarına göre ceza veya mükâfat verilir.

Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah’a karşı ilân-ı harp ediyorsa, o, dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhadının cezasını görecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah’ın peygamber göndermediği boş bir kıt’a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir nebînin estirdiği meltemden nasibini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre “fetret devri” denmiş ve o devrin insanlarının azaptan bağışlanacağı ifade edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkâr-ı ulûhiyete sapılmasın.

Her şeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan bilir.

Antropoloji: İnsanın kökenini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi
Eş’ârî: Ebü’l-Hasen el-Eş’ârî’nin öncülüğünü yaptığı kelâm metodunu benimseyen kimse
Zülâl: Saf, berrak, tatlı soğuk su 

[1] Bkz. Mâide sûresi, 5/72-73, 116-117; Nisa sûresi, 4/171
[2] Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/265; İbn Hibban, es-Sahih, 2/77; el-Müstedrek, 2/652


Sızıntı, Ekim 1979, Cilt 1, Sayı 9

İşlediğimiz Günahlar Yıllar Geçmesine Rağmen Aklımızdan Gitmiyor, Hatta Aynı Günahlara Teşvikçi Oluyor

İşlediğimiz pek çok günahlar yıllar geçmesine rağmen aklımızdan gitmiyor, hatta aynı günahlara teşvikçi oluyor. Sokakları bu tür günahları hatırlatan manzaralar istila etmiş durumda. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Sadece dua ediyoruz ki, şehit olalım ve günahlardan temizlenme yolunu bulalım.

Bu soru değil, samimî bir gönülden gelen talep. Sahabeye yanaşma ve yaklaşma yolunda atağa kalkmış bir kalbin ızdıraplarının ifadesi. Biz, çarşısı, pazarı günahlarla dolup taşsa da, bu toplumun içinde kalmaya karar vermişiz. Burada çeşitli münasebetlerle anlattığım; şu anda hatırladığım bir hissimi, müsaadelerinizle, bu münasebetle bir kere daha anlatmak istiyorum.

İlk defa Allah Resûlü’nü ziyaret nasip olduğunda, Ravza-i Tâhire’ye giderken nerede ise cinnet geçirecektim. Sanki bana, kendisini bizzat göreceğim gibi geliyordu. Acaba nerede diye diye durmadan sağıma soluma bakıyor ve O’nu arıyordum. O anda Cennet’in bütün kapıları açılsa ve bana “Gir!” denseydi, reddedecek bir ruh hâleti sarmıştı benliğimi. İsterseniz buna Peygamberin Köyüne âşık olma diyebilirsiniz.

Fakat benim arkadaşlarıma bir vasiyetim var. Eğer diyorum, bir gün buraları terk eder ve oraya gidersem, ben bunu şahsî füyûzatım için yapmış olacağım. Beni yakamdan tutup sürüye sürüye buraya getirsinler. Aksi hâlde Rabbimin huzurunda iki elim iki yakanızdadır…

İşte meselenin iki ayrı yüzü. Bir tarafında Peygamber Köyüne duyulan dayanılmaz hasret; diğer yanda burada düşen boyunduruğu kaldırma mecburiyeti. Birincisi, tamamen şahsî, ikincisi ise bütün bir milletin, hatta topyekün İslâm âleminin kaderiyle alâkalı bir husus.

Teker teker hepimiz de aynı tercihle karşı karşıya bulunuyoruz. Siz de en az benim kadar oralara âşıksınızdır. Fakat buralarda kalmaya kendinizi mecbur biliyorsunuz. Çünkü milletimiz devletler arası muvazenedeki yerini burada kaybetmiş, nesil burada mahvolmaya başlamış ve her şey burada bitmiştir. Eğer yeniden milletimizin aydın ufuklara yürümesi adına bir ümit ışığı yanmaya başlayacaksa, o da buradan başlayacaktır. Biz de ızdırap çekecek, maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunacak ve burada kalacağız.

Evet, kabul ediyorum, günahlar yollarımızı alıyor ve her an ruhumuzun yaralanmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat buna rağmen, niyetlerimiz sağlam ve hâlistir. Gönlümüzü süsleyen tek düşünce vardır. O da Rabbimizin dinine omuz vermek. Allah Resûlü’nü neslimizin kalblerine yerleştirmek, ve bu uğurda başımıza gelecek bütün belâ ve musibetlere baştan razı olarak, buralarda kalmada azimli olmaktır. Onun içindir ki, insanlar arasında kalıp onların cefasına katlanmayı, dağlara çekilip inziva etmeye ve köşemize kapanıp zikir çekmeye tercih ediyoruz.[1] Toplumun içinde duracak, ara sıra onun paletleri arasında ezilecek; fakat yine o toplumun içinde kalmaya devam edeceğiz. Zira, burada vazife yapmaya mecbur, hatta mahkûmuz!…

Ravza-i Tâhire: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kabri.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.

[1] Tirmizî, sıfatu’l-kıyame 55; İbn Mâce, fiten 23.

12 Ekim 1979, İzmir Bornova Merkez Camii

Hz. Âdem'le Havva'dan Dünyaya Gelen Çocuklar O Zaman Evleniyorlardı. Şimdi Neden Yasak Edildi?

Bu sorunun da, benzeri sualler gibi, belli mihraklarca ayarlanıp, sistemli olarak gençler arasında neşredildiğini esefle müşâhede etmekteyiz. Evvelâ, bu ve benzeri soruları ortaya atanların samimiyetine inanmak oldukça güçtür. Bunun arkasında söylemek istedikleri şey ise az bir dikkâtle anlaşılacak kadar açık ve vâzıhdır. Bu türlü soru imâl etme gayretlerinin en mühim hedeflerinden birisi, belki de birincisi, dinin esaslarında bir kısım tenakuzların, zıtlıkların bulunduğu zannını uyarmaktır.

Ve, aynı cinsten soruların hemen hepsinde bazı nifak rejiminin menfî kâideleri mevcuttur. Hâşâ… “Allah yoktur. Din bir afyondur. Mukaddesler birer tabu ve emperyalizmin istismar vasıtaları… Âile ve onda haram ve helâl sınırları âlemşümûl hakikatlere zıt ve belli bir dönemin değişik istismar unsurları… vs.” Perdenin aralanmasıyla ortaya çıkan şu şeyler ise doğrusu tüyler ürperticidir: Birbirine zıt emirlerle, bugüne kadar devam edegelen din, artık akıl ve mantıkın zaferi karşısında merciiyetini kaybetmiştir. Öyle ise serâzât ve çakırkeyf, aklımıza esen her şeyi yapmalıyız. Bu, kız kardeş, hala ve teyze ile evlenmek bile olsa…

İşte masum gibi görülen sualin arkasındaki, tüyler ürpertici, şenî tasavvurlar ve iğrenç plânlar! Ve işte “pozitivizm” ve “rasyonalizm” kalkan yapılarak, körpe dimağların iğfal edilmesi!

Cemiyetimizin bir kesiminde, din ve neslin muhâfazası prensiplerini tahrip etmeyi hedef alan bu türlü istifhamlar, imâl edildiği çevreye bakılarak; “Bu da onların çarpık fikirlerinden biri, doğrular ise, onların iddiasının aksi olduğuna göre, bunun böyle olması en doğrudur.” demek, en isabetli cevap olacaktır. Ama, biz, yine de bir iki cümle ile bunun üzerinde durup bir şeyler söylemek istiyoruz.

1) Evvelâ, bu bir dinî mesele, hem de dinin teferruâtına âit bir meseledir. Dine inanmayanın, hele dinin temel prensiplerini kabul etmeyenin, bu türlü şeyleri kurcalamaya asla hakkı yoktur.

2) Din, emir ve yasaklarıyla inananlar için bağlayıcı olduğunda kimsenin tereddüdü olmasa bile, inkârcılar için böyle bir şey her zaman söz konusu olmasa gerek. Bu itibarladır ki, bir kısım kimseler serâzâd, çakırkeyf, her istediklerini yaptıkları halde, inanan hiçbir insan onlara karışmamaktadır; nitekim şu anda da bilip karışmadığı gibi. Zira, amel ve davranışlardaki sapıklık ve inhiraflar sadece ve sadece, düşünce, tasavvur ve kanaat bozukluğundan doğar. Bunlara istikamet kazandırılamadıktan sonra, davranışları düzeltmeye uğraşmak beyhûdedir.

3) Bu mesele, dinin teferruâtına âit bir meseledir. Bu türlü meselelerde, beşerin tekâmülüne muhâzî olarak, gelişme mânâsında değişmeler her zaman olmuştur. Şu anda muhatabı bulunduğumuz emir ve yasaklar -hikmetlerden kat-ı nazar- o zamanki emir ve yasaklardan farksızdır. Bu hususta mühim olan âmirin emridir. O; dün bir batında dünyaya gelenlerin izdivacını yasaklar; bugün de anne – baba münasebeti zaviyesinden yeni yasaklar kor ve “Bu muamele haramdır.” der. Bu, tıpkı bir çocuğun bütün bir gelişme döneminde, hayatına âit kanunlara müdahale edilip, yemesi, içmesi, giymesi değiştirildiği; hatta seviyesine göre bir dil kullanılıp tenezzülât yapıldığı gibi.. devamlı gelişme kaydeden beşer hayatında da, aynı şeylere riayet edilmiştir. Nasıl ki, çocuğun bakım, görüm ve anlayışına riayet etmek bir küçüklük; hatta bilgisizlik değildir; aksine bir büyüklük ve irfan nişanesidir. Öyle de, dünden bugüne gelişen ve olgunlaşan insanlığın, her devrine göre kanun koymak ayn-ı hikmet ve hakikattir.

4) Bu meselenin, sualde ifade edildiği şekilde cereyan etmesi, itimat edeceğimiz kaynaklarda mevcut değildir. İsrailiyat menşeli de olabilir. Ancak, Kur’ân’ın nasslarına istinâden, hilkat zincirini Âdem (as) ve zevcesine bağladığımız için, (Hucurât, 49/13) böyle bir şeyi kabul etmeye kendimizi mecbur biliyoruz. Meselenin aslına inilmeden olduğu gibi kabul edildiği takdirde, insanoğluna, maslahatlara riayet etme dersi vermek sadedinde, muvakkaten tecviz edilmiş, sonra da yasaklanmak suretiyle, zamanla bu kâbil ahkâmın değişebileceği hatırlatılmıştır.

5) Muvakkaten tecviz edilen böyle bir muamele, muhataplarının farklılığıyla hususiyet arz etmektedir. Evet, yetiştikleri yuva, gökten gelen emirlerle daima nurlu ve hâne halkı olarak vicdanları devamlı uyanık olan bir aile, elbetteki başkalarından çok farklı olacaktır.

Yeryüzünde ilk insan olma tazeliği; işlenen küçük günahın büyük cezasının, gönüllerde ürperti hasıl eden dehşetinin devam etmesi ve böyle bir sürçme ile cennetten uzaklaştırılmış anne ve babanın inkisâr dolu birer gönülle, başında bulundukları bir yuvada, mübahlar dahi endişe verici ve ürkütücüdür. Böyle bir yuvada, birbiriyle izdivaç yapacak kimseler, yan yana dursalar dahi, oruçlu insan gibi, ferman çıkacağı âna kadar birbirlerine ters bile bakmazlar. Böyle bir yuvada kalblerin eğilmesi, vahyin yıldırım gibi çarpan âyetleriyle düzeltilir. Ve, böyle bir yuvada bütün sınırlar yok edilse dahi, insanlar, vicdanlarının yol vermeyen surlarını aşamazlar ve aşmazlar.

Hâlbuki, günümüzdeki hânelerde, bahsedilen mânâların ve bağlayıcı hususların hiçbiri bulunmadığından, sınırlara riâyet edilemeyecektir. Belki de, çok erken yaşlarda münasebetsiz davranışlar, bütün bir hayat boyu hacâlet hâlini alıp devam edecektir. Hele, yuvanın muhtaç olduğu huzur ve emniyeti öyle ihlâl edecektir ki; o yuva artık bir çıyan yuvasına dönüşecektir.

Şimdi, bir kere düşünün! Kız kardeşine, halasına, yeğenlerine karşı, behimî hislerinin mağlûbu, sergerdân bir grubun barındığı evde, huzur tasavvur etmek mümkün müdür! Böyle bir evde, herkes göz koyduğunu kapmak için, kötülükler düşünecek, hatta öz kardeşleriyle rekabete girişecek…

Belki de, aynı düşünce ile Hz. Âdem’in (as) evlâtları arasında cereyan eden cinayetlere başvurulacak ve keşmekeşlikler sürüp gidecektir.

Demek ki, koruyucu müeyyideler, vicdanları uyanık tutan sâikler mevcut olduğu zaman, o türlü mevzuat sû-i istimâl edilmese bile, tenbih edici faktörlerin yok olması, bağlayıcı atmosferin silinip gitmesiyle her çeşit su-i istimâle kapı açılabilir.

Sırf bâtılı tasvir etmemek için duyduğum ve gördüğüm şeyleri şerh etmek istemiyorum. Yoksa, ailedeki küçük ihmallerin neticesi, insanı insanlığından utandıracak öyle hâdiseler cereyan etmektedir ki, bunları duyup işitip ürpermemek mümkün değildir.

Bir hususu daha noktalarken diyebiliriz ki; barınaklarının duvarlarında “İniniz, bazınız bazınıza düşman olarak.” (Bakara, 2/36) sesinin ihtizazları duyulan bir topluluk, hâvi bulunduğu haşyet, saygı, ürperti ve sarsıcı endişelerle günümüzün hânelerine benzemediği gibi, o hâneye âit muvakkat ahkâm da, hânelerimizdeki âhkâma benzemeyecektir.

Kaldı ki, bu şekilde cereyan eden muamelenin adedi hakkında da bir şey söylememiz oldukça güçtür. Belki, hâdise bir kere, belki de iki kere cereyan etmiştir!

6) İzdivacın tekeffül ettiği hikmetlerden bir tanesi de servet dağılımını temin ve malın belli ellerde terâküm ve tedâvülünü önlemektir. Hâlbuki, o devirde bütün insanlar Hz. Âdem’in evlâtlarından ibaret olduğu ve küre-i arz baştan başa onların istifadelerine takdim edildiği için, ne temerküz, ne tehaşşüt, ne de terâküm asla bahis mevzûu değildi. Günümüzde ise, içtimâî yapı, kazandığı hüviyetle büyük farklılıklar arz etmektedir…

Şunu da hemen arz edeyim ki; başka tariklerle servet dağılımı yapılsa da, değişik ahkâm ortaya çıkması kat’iyen söz konusu değildir. Bu mevzûda söylenmiş ve söylenecek bir söz, mutlak hikmet sahibinin hikmetli beyanından ibarettir. Acaba, Cenâb-ı Hak, Âdem ve Havvâ’yı yaratmada, sonra da evlâtlarının izdivacından başka bir yol koyamaz mıydı?

Zât-ı Ulûhiyet’e karşı böyle bir soru, hem bilgisizlik hem de sû-i edeptir.

Allah (cc) bir Âdem (as) ve Havvâ yarattığı gibi, ikinci bir Âdem ve Havvâ da yaratabilir. Hem şu anda ve bütün geçmiş devirlerde, binlerce, yüz binlerce âlemler yaratan Allah’a, (cc) ikinci bir Âdem ve Havvâ yaratmak hiç mi hiç ağır gelmez. Ne var ki, hikmeti öyle iktizâ ettiği için öyle yapmıştır.

Hem bizim sınırlı ve bozuk güzellik ölçülerimize hikmet ve hendesemize göre yaratacak değildi ya! Biz, kâinattaki güzellik ve çirkinlikleri, O’nun emir ve nehiyleri menşurundan geçirmek suretiyle güzellik ve çirkinlik şuuruna erebildik. O’nun her emrini minhâc edinerek eşya ve hâdiselerin tefsirine koyulduk. Her hükmünün, birer sabit kanun olduğunu kavradığımız nispette, ortaya attığımız prensiplerde isabet edebildik.

O, bütün insanlığı Âdem (as) ve Havvâ köküne bağladı ise, öyle olmasını en güzel kabul ettik. Kaldı ki, insanlar arasındaki râbıtanın böyle bir kökle alâkası da, oldukça kuvvetlidir.

Cismâniyetteki bu vahdet, ruhlardaki birliğin tohumunu taşımaktadır. Tıpkı bir ağacın köküne ve çekirdeğine inildikçe birlik zuhûr ettiği gibi… Daha ileri gidilince her şeyin “Âdem” vahdeti içinde saklı olduğu görülecektir. Bu safhada ağaç hem erkek ve hem de dişiyi birden temsil etmektedir. Aşılayan da odur, aşılanan da. Birbirinden uzaklaşıp erkeklik-dişilik ayrılığı ortaya çıkınca, telkih ve telakkuh durumu da değişik olacaktır.

İnsan olarak herkese karşı duyduğumuz insanî alâkayı, Âdem (as) ve Havvâ vahdetiyle, Yaradan’ın gönlümüze koyduğu muhabbette ve insanlıkta görüyoruz. Dünkü ahkâmın bugünkü değişikliği ise, hükümleri karşısında iki büklüm olduğumuz Zât’ın hikmetine; hikmeti içindeki kökten uzaklaşmaya ve beşerî silsile içindeki techîz edilmeye; erkeğiyle kadınıyla insanlığın özüne ait mânâları yüklenmeye veriyor; “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.” diyoruz.

Âlemşümûl: Evrensel
Behimî his: Hayvanca, hayvanî his,
Çakırkeyf: Yarı sarhoş
Minhâc: Yol, usûl Muhâzî: Paralel
Muvakkaten: Geçici olarak
Nass: İslam Hukukunda kendisinden hüküm çıkarılan âyet veya hadis metni
Pozitivizm: Hakikatin, deneme ve gözlemle elde edilebileceği görüşünde olan felsefe akımı
Serâzad: Başıboşluk
Sergerdân: Başı dönen, şaşkın
Şenî tasavvur: Ahlak dışı, iğrenç, utanç verici düşünce
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma
Tedâvül: Elden ele geçme, dolaşma
Tehaşşüd: Yığılma, birikme, toplanma, yığınak
Telâkkuh: Aşılanma, gebe kalabilme
Telkih: Aşılama
Temerküz: Odaklanmak, yoğunlaşmak
Tenâkuz: Çelişki, zıtlık
Tenezzülât: Tenezzül gösterme, aynı seviyeye inme
Teraküm: Birikme, yığılma, toplanma

Sızıntı, Kasım 1979, Cilt 1, Sayı 10

Azrail (as) Bir Tane Olduğu Halde, Bir Anda Vefât Eden Bir Sürü İnsanın Ruhunu Nasıl Kabzediyor?

Bu soruda da yine, beşerî ölçü ve kıstasların insanı yanıltmış olduğunu görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, “nomen”i “fenomen”de görmek, ruhun fonksiyonunu cesette aramak da birer yanlışlıktır. Buna binâen, sualin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını, terminolojik hataları izah etmeden soruyu cevaplandırmak, muvafık olmayacaktır. Evvelâ inhiraf noktaları bilinmeli, sonra soruya cevap verilmelidir.

Melek, tâbi bulunduğu âlem itibarıyla; hilkat ve mahiyeti, mükellefiyet ve vazifeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mahiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, elbette ki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun bu yönleriyle tanınmasında zarûret olduğu kanaatindeyiz.

Melek, Arapça’da kuvvet demek olan “melk”den veya elçilik mânâsına gelen “mel’ek” kökünden türetilmiştir. Birincisi itibarıyla çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet mânâsına; ikincisi itibarıyla da emr-i ilâhînin âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik mânâsına gelir.

Bu üstün vasıflar Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazifelendirilenlerde, bulunmasında zarûret vardır. Bu üstün varlıklar, hayat’a memâta nezâret edenlerden alın da, arş-ı ilâhi hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazifelilerine kadar, geniş bir sahada, Allah’ın icraâtına nezâret ve temaşâ ile mükelleftirler.

Makro-âlemden mikro-âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller; bütün terekküp ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah’ın “kelâm” sıfatından beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlemşümûl cazibe ve dâfia kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..

Melekler, o kadar eşya ve hâdiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede (kâinatta cereyan eden kanunlar) bu şuurlu kuvvetler her şeyi elinde tutan Hakk’ın, sonsuz kuvvetinin -kâbiliyet ve istîdatlarına göre- onlardaki tecellîsinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellînin nokta-i mihrâkiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham Sahibi’nin onlardaki tecellîsinden başka bir şey değildir.

Bu itibarla, Yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve Yaratıcı’nın muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazifelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarûri olan bir kısım kayıtları onlar için de vârit görmek, bir düşünce inhirafı ve bir cehâlet ifadesidir.

Evet; eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddî bir ceset taşıyıp çözülme ve dağılmaya mâruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümlerde, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Hâlbuki, büyük bir farklılık var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..

Melekler, yaratılış itibarıyla da insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaratılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyâl kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme, pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezâhür etme gibi hususiyetlere mâlik bulunan melâike, Hz. Âişe’nin (ra) naklettiği bir hadîse göre, nurdan yaradılmışlardır. (1) Bu itibarla da, nurun hususiyetlerine mazhardırlar.

Güneş gibi parlak cisimlerin, bir tek şey olmalarıyla beraber, her şeffaf cisimde aksiyle görüldüğü, her göz bebeğine bir anda girebildiği gibi, varlıkları “nur”dan olan melekler dahi, aynı anda pek çok ruha birden aksedebilir, binlercesi ile bir anda muâmelede bulunabilirler.

Kaldı ki, mahiyetleri lâtif olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kâbil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görünmeleri de kâbildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzû haline gelmiştir ki, erbâbınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat’îdir. Allah’ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, herhangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhar etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nispetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.

Bu madde ötesi seyyâliyet ve cevvâliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruh’a nispetle daha cevvâl olan melâike’nin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna işaret etmektedir.

Melâike ve ruhların temessülleri öteden beri bilinen şeylerdir. Başta nebîler olarak pek çok gönül erbâbı bu mevzûdaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şâhit göstermişlerdir.

Cebraîl’in (as) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münasebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde; muhârebe sırasında da bir muhârip suretinde zuhûr etmesi gibi durumlar, hep temessüle misal olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok, hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (as) Hazreti Dıhye (ra) (2) suretinde göründüğü gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de “Uhud” harbinin en hareketli ânında, Mus’âb b. Umeyr şekline girerek, Resulûllah’ın (sav) önünde akşama kadar harbeder. (3) Kezâ, pek çok melekler, Zübeyr b. Avvam suretinde, Bedir harbine iştirak ederek mü’minlerin kuvve-i mâneviyelerini takviyeye medâr olurlar. (4)

Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayp âleminin erleriyle temasları sayılmayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezâhürü, meselemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes, bildiği, tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir ruh’un, rüyâlar vasıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şâhit olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan, “şuuraltı” meselesini tamim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar: veyl olsun cehâlete!

Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsilen anlatıldığı yerlere havale ederek, netice olarak diyebiliriz ki; her varlık aynalarda misaliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyla ve bütün fonksiyonlarıyla görünebilir…

Bu hususta onun bir fert olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münasebet kurduğu şahısların çokluğu mânî olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan aynaların kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedilmesi ve tesirine şâhit olunması gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler… Hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.

Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizatında Allah’dır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezaretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde o bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hazır ve nâzır olan Yaratıcı, akla hayale gelmez ve hesap altına girmez pek çok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var, hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki -bazıları akıldan uzak görseler bile- kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.

Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil aleyhisselâm yapsın; ruhu kabzedilecek her zât, vâdesi dolunca ona teveccüh eder ve ruhu kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şu misali arz edebiliriz. Meselâ, aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir “göndermeç” düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyâl -ve olursa- mors alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlûkat, vâde ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan berî olan Zât, bir anda, canlı makinelerden ibaret olan insan ruhuyla münasebet kuramasın, istediği zaman onu alıp, istediği zaman devam ettiremesin?

Bütün bunlar bir yana, ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalâalar vardır:

1) Beyan ettiğimiz üzere, her canlıya hayatı veren Allah (cc) olduğu gibi, onu alan da yine O’dur. Buna göre Azrâil’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraâta nezâret ve alkışlamaktır.

2) Allah’ın emri ve izniyle her ruhu Azrâil aleyhisselâmın kabzetmesidir ki; bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misaller vererek meseleyi aydınlatmaya çalıştık.

3) Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrâil’e (as) yardımcı olacak birçok melâike vardır ve sınıf sınıftırlar. Bir kısmı ise, incitmeden, telâşlandırmadan usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruh’u bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesi’ne ulaştırıcıdırlar ki; Kur’ân bu sınıfların hepsine işaret eder.

“O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun.” (Nâziât, 79/1-3)

Bu itibarla ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların bütünü Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. (5) O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir. (6)

Netice olarak diyebiliriz ki, baştaki suale sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirafıdır. Yani meleklerin insana benzetilmesi suretiyle yanlışlık yapılmaktadır. Oysaki, kat’iyen görüp kanaat getirdik ki; melek ne yaradılışı itibarıyla, ne de mahiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icrâatı itibarıyla da tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan ruhu gibi temessül eder; bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münasebet kurabilir. Günümüzde alabildiğine yaygınlaşan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münasebet kurma, hatta ispritizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzûunda, kanaat-ı kat’iyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh, bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunların da kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse… Bir de mükelleflerin bir tâne değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zâta gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüde düşürecek bir hususun kalmadığını görürüz.

Her şeyin doğrusunu O bilir.

Âlemşümûl: Evrensel
Cazibe ve dâfia: Çekme ve itme
Cevvâliyet: Hareketlilik
Fenomen: Beş duyu organı ile algılanabilen, müşahhas
İnhirâf: Doğru yoldan çıkma, sapma
İspritizma: Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş
Manyetizma: Telkin ve hipnoz olayları ve nazariyeleri
Nokta-i mihrâkiye: Hareket, çıkış noktası
Nomen: Beş duyu ile algılanamayan, mücerred
Seyyaliyet: Akıcılık, akışkanlık
Şeriât-ı fıtriye: Cenab-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği tabiî kanunlar
Tahavvül: Başkalaşma, hal değiştirme
Temessül: Bir şekle, surete girmek
Terekküp: Birden fazla şeyin bir araya gelerek birleşmesi
Teşriî emir: Hüküm koyma ilgili emirler
Vâbeste: Bağlı, ilgili
Veyl: “Vay haline.., vah vah.., yazık yazık!” anlamında bir deyim 

[1] Müslim, Zühd 10; Müsned 4/168
[2] Buhârî, Menakıb 22; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe 100
[3] İbn Sa’d, Tabakat 2/121
[4] Meleklerin inmesiyle alâkalı bkz: Müslim, Cihad ve Siyer 58; İbn Kesîr, Tefsir 3/560-561
[5] Bkz: En’âm sûresi, 6/61
[6] Bkz: Enfal sûresi, 8/50; Nahl sûresi, 16/32


Sızıntı, Aralık 1979, Cilt 1, Sayı 11

Abdülhamid Han'a "Kızıl Sultan" Deniliyor, Doğru mudur?

Abdülhamid, idareye vaziyet etmek üzere tahta çıktığında her taraf kazan gibi kaynıyordu. Bu yönüyle o, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali’ye (radıyallâhu anh) çok benzer. Asrın Mimarı Hz. Ali için; O korkunç hâdiselere karşı Hz. Ali gibi bir kamet-i bâlâ lâzımdı ki dayanabilsin ve dayandı der.[1] Emevîlerin sert tutumu ve Haricîlerin çıkardığı fitnelere munzam, cemiyetin fitne kazanı gibi kaynadığı o devrede diğergâm, hasbî, civanmert, dünyaya karşı zahit bir kamet-i bâlâ ancak duruma hâkim olabilirdi. Ve işte, Hz. Ali tam bu işin adamıydı. Onun içindir ki kader-i ilâhî onu sona bırakmıştı. Abdülhamid de öyleydi. O da fitne ve fesat üzerine gelmişti. Dünyada herkesin kabul ettiği zekâ, deha ve tedbirin adamıydı. Tedbirini vehim olarak değerlendiren tarihçiler vardır. Onlara göre Abdülhamid çok vehimli bir insandı. Küstahlığı biraz daha ileri götürenlere göre ise o, korkak bir insandı.

Tahta çıktığı zaman Osmanlı topraklarında manzara şuydu: Tunus bulgur kazanı gibiydi. Mağrip memleketlerinde Fransızlar, İtalyanlar cirit atıyor ve her yerde fitne arıyorlardı. Mısır ciddî hâdiselere gebeydi. Araplar her yerde, Osmanlı askerine karşı bir düşman tavrına girmişti ve onu arkadan vuruyordu. Böylece her yerde, Birinci Cihan Harbi’nde mağlup düşmemize zemin hazırlanıyordu. Bir İngiliz casusu olan Lavrens, Şerif Hüseyin’e kadar yanaşmış, hatta Avrupa’da onu temsil etme pâyesiyle pâyelendirilmişti. Her yerde Lavrens’in dümen suyuna uyulmuştu. Mehmetçik, dindaşları tarafından şehit ediliyor, edilirken de, o kavurucu çöl sıcağında dudaklarına bir yudum su götürecek dost elinden mahrumdu. Ve işte böyle bir devrede Abdülhamid enkaz yığını hâline gelmiş bir saltanata buyurun edilmişti.

Girit daha farklı değildi. Giden valiler hiçbir iş yapamıyordu. Asker eli kolu bağlı duruyordu. Batı bir kâbus gibi orada Osmanlı’nın üzerine çökmüştü ve kalkmaya da niyetleri yoktu.

Balkanlar’da, Rusya’nın tahriki, açıkça kendini gösteriyordu. Muhtariyet isteyen milletlerin başını Slavlar çekiyordu. Bulgarlar bu emellere alet edilmişti. Sadece Balkanlara ait meseleleri halletmek dahi çok zordu.

Anadolu’da da dönmeler yoğun faaliyete girişmişlerdi. Bu dönmelerden bilhassa bazıları amansız bir gayret içindeydiler. İsimleri değişmiş Ali, Veli olmuştu ama ruh dünyalarında zerre kadar değişiklik olmamıştı. Kinleri hiç dinmemişti; gayz ve öfkeleri her yerde yangın çıkarmaya yetecek mahiyetteydi. Nasıl Allah Resûlü’nün Medine’de en amansız düşmanı bunlardı ve nasıl Hz. Ali’nin baş düşmanı İbn Sebeleri yetiştiren de yine bu mezbelelikti, Abdülhamid’e karşı da en büyük hasım ve düşman yine aynı iklimde yetişip boy atıyordu. Mithat Paşa da bir dönmeydi ve arkasında bütün bir Avrupa vardı. O da fitnenin bir ucunda, kendine düşeni yapmaya çalışıyordu.

Ermeniler dışta ve içte örgütlenmiş ayrı bir düşman cephesiydi. Süryaniler tahrik ediliyordu. Asırlarca omuz omuza aynı cephede vuruştuğumuz unsurlar şimdi bizi arkadan vurmaya başlamıştı ve bu kalleşçe tavır ciddî boyutlara tırmanmıştı. Bütün bunların önünü almak da çok zor bir meseleydi. Abdülhamid’in böyle bir dönemde 33 sene gibi uzun bir süre devleti ayakta tutabilmesi dahi büyük bir hâdisedir. Başka hiçbir iş yapmasaydı bu kadar süre ayakta durabilmesi onun istidadını göstermeye kâfi gelirdi. Düşman amansızdı ve etrafında kendisine müzâhir olacak ciddî dostlardan da mahrum bulunuyordu. Müstebit değildi. Ruhunda mevcut olan disiplin anlayışını cemiyete aksettirmek istiyordu. Böylece laçkalaşmaya başlamış cemiyet hayatına ait her ünite belli bir disiplinle, hiç olmazsa daha aşağıya çekilmesi önlenmiş olacak ve toplum hayatı yükseltilemese de daha kötü hâle gelmekten korunacaktı. Bunun için de Abdülhamid’in disiplinli olması gerekiyordu. Ne var ki, bizim kendilerine çok sevgi ve saygı duyduğumuz bazı zatlar bile durum değerlendirmesinde yanılmış ve Abdülhamid’i hicveden yazılar ve şiirler yazmışlardı. Neden sonra yıkılışı görenler nedametlerini gizleyemedi ve onun büyüklüğünü anlayamadıklarından aleyhinde bulunduklarını itiraf ettiler.

Maarif hayatına onun kadar hizmet eden -Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri müstesna- ikinci bir Osmanlı Padişahı göstermek oldukça zordur. O Türk maarifine hizmet eden nadide bir insandır. İlk defa Avrupa standartlarına uygun mektepler onun devrinde hizmete girmiştir. Kabataş, Kuleli İstanbul’da açılan okullardan sadece ikisidir.

İslâm âlemiyle ciddî diyaloğa girme meselesini yine Abdülhamid halletmiştir. Medine’ye kadar giden tren hattı onun devrinde yapılmış ve faaliyete geçmiştir. O bir bakıma Yavuz’un idealini pratikte gerçekleştirmiş bir kişidir. Zira Yavuz’un yaptığı fetihlerin neticesi ve beklenen meyvesi ancak İslâm âlemiyle böyle yakından temasa geçmekle mümkün olacaktı. Fakat o günün şartları gereği, o devrede yapılamayan tren hattı gecikmeli dahi olsa, Abdülhamid tarafından devreye sokulmuş oluyordu.

Günümüz Türkiye’sinde âdeta yedi harikaya eklenmiş bir sekizinci harika gibi büyütüle büyütüle neredeyse efsaneleşecek olan Boğaz’da yapılan köprünün plânı dahi o dönemde, hem de bugünkünden daha modern olarak Abdülhamid devrinde yapılmıştır. O, ufku bu kadar geniş bir insandır. Şartlar elvermediği için tatbike konulamayan bu köprü plânı bugün arşivlerimizde durmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir tarihçi arkadaşımızın gayretiyle basına intikal eden bu mesele, Abdülhamid’in firasetini bir daha ispat etmiştir.

Onun ileriye matuf düşüncelerini etrafındakiler sezip bilemediler. Bundan dolayı da anlaşmazlıklar zuhur etti. O attığı her adımı en az elli sene sonrasına göre atıyordu. Fakat etrafında bulunan devlet ricali günübirlikçilikten bir türlü kurtulamamışlardı. Esasen, günümüzde de değişen bir şey yok. On sene sonrasına dair yaptığı teklifleri, arkadaşları tarafından engellenen idarecilerimizin durumu da aynıdır. Ona “Kızıl Sultan” diyorlar. Bence Fransız yakıştırmasının ona isnadı dahi bizde müsbet bir kanaat hâsıl etmelidir. Bazı dönmeler tarihin hiçbir devrinde bize hakikî mânâda dost olmamıştır. Bugünkü düşman tavırları da dünkünden az değildir. İşte onların attığı bir iftira, ecdadına sövmeyi mârifet zanneden birtakım nesepsizler tarafından aynen tercüme ile dilimize aktarılmış ve öyle denmiştir. O kızıl sultan mıdır, yoksa âteşîn bir deha mıdır, artık tarih diyeceğini demeye başlamıştır. Onun kızıl sultanlıkla zerre kadar alâkası, bu alâkaya esas teşkil edebilecek yanı yoktur.

Amcası Abdülaziz şehit edilmiş ve intihar süsü verilmeye çalışılmıştır. Abdülaziz’i öldürten Mithat Paşa ve birkaç yandaşıdır. Vermek istedikleri intihar süsü o kadar acemice hazırlanmış bir komplodur ki, küçük bir çocuğu dahi buna inandırmak mümkün değildir. Abdülaziz’in öldürülmesinde, her iki bileğin damarları da kesilmiş olarak intihar etti denmektedir. Bir adam, bileğinin birindeki damarı kestikten sonra diğerini hangi elini kullanarak kesecektir? Ayrıca boynundaki damarlar da sağlı ve sollu kesilmiştir. Bunun intiharla ne alâkası var! Sonra intihar etmesine sebep nedir? Aslında söylenenlerin hepsi yalan, uydurma ve iftiradan ibarettir. Sonra bu mevzuu araştırmak için bir heyet kurulmuş ve verilen raporlar tetkik edildikten sonra mahkeme Mithat Paşa ve adamlarını suçlu bulmuş ve idamlarına hüküm vermiştir. O nasıl bir kızıl sultandır ki, amcasının kâtili olduğu mahkemece sübut bulduğu ve kendisine olan düşmanlığı herkesçe müsellem bulunduğu hâlde, yetkisini kullanarak verilen idam kararını müebbet hapse çevirmiş ve onu Taif’e sürgün etmiştir. Bu dönmeyi kaçırmak için bütün dünya gizli servisleri faaliyete geçince Abdülhamid, Tâif valisine kesin emir verir: “Eğer Mithat Paşa kaçırılırsa bu ihmalini çok ağır olarak ödersin.” Vali tedirgin bekler. Her gün bir kaçırma ihbarıyla bunalmıştır. O kaçırılmadan evvel hak ettiği cezayı ben vereyim der ve ihtimal Mithat Paşa’yı zindanda boğdurur. Meselenin Abdülhamid’le uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktu. Hem başka bir devlete sığınma talebinde bulunacak kadar kimliğini ortaya koymuş bir haini öldürtse ne olurdu? Fakat onda şefkat âdeta zaaf derecesindeydi. Hiç kimsenin kanını dökmek istemiyordu. İşte onun bu şefkatidir ki, Hareket Ordusuna karşı dahi, fiilî bir müdahalede bulunmasına mâni olmuştu.

Mahmud Paşa aklı hiçbir şeye ermeyen bir adamdı. Bir kır bekçisi kadar dahi devlet işlerinden anlamazdı. Daha sonra Meclis’te oturduğunda uyuklamaya başlardı. Meclis Başkanı, Batılı gözlemcilere karşı çok ayıp oluyor, gerekçesiyle onu uyandırmaya çalışırdı. Böyle Meclis’te horul horul uyuyacak kadar memleket meselelerine karşı lâubâli bu insan, Hareket Ordusu diye bir grup çapulcuyu etrafına toplamış ve Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmiştir. Tahsin Paşa, durumdan haberdar olunca derhal Hünkâr’ın huzuruna girer ve bunları dağıtmak için müsaade ister. Hünkâr işin bidayetinden beri bu meseleden haberdardır. Tahsin Paşa’nın gelenleri geri püskürtmek için yaptığı ısrarlı talep, Abdülhamid tarafından hüsnü kabul görmez. Hünkâr, “Kendi milletimin kanını akıtamam.” der ve teklifi reddeder. Hâlbuki başındaki adamdan da belli olduğu gibi Hareket Ordusu, ordu disiplin ve anlayışından çok uzaktır ve gelenlerin ekseriyeti niçin geldiğini bile bilmemektedir. Bir kısmı da padişahı korumaya geldiklerini zannetmektedir.

Hayır, başka değil o sadece şefkatinin kurbanı olmuştur. Abdülhamid, İttihad ve Terakki Fırkasının bu kadar akıl almaz davranışlarını şefkat ve insanî düşünce ile karşılamasaydı, davranışları herhâlde biraz daha farklı olurdu.

Bir bakıma onun düşünce ufkunda, onların yaptığının toz ve gubarı dahi yoktu ki böyle bir fecaati netice verecek olan onların hareketlerini kendi insanî ölçüleri içinde değerlendirdi. Yani milleti idare iddiasına kalkışacak insanların bu denli akılsız olacakları onun aklının köşesinden bile geçmiyordu. Bir de; nasıl olsa, benden sonra Sultan Reşad duruma vaziyet edecek. Benim bıraktığım yerden o başlar ve devam ettirir düşüncesindeydi. Onun için tevekkül yanı, tedbir tarafına galebe etti ve o mürüvvet âbidesi, milletle beraber kendi heykeli altında kalıp ezildi.

Bir de Abdülhamid’in mânevî yanı vardır. Devlet adamlığına denk bu yanıyla da o ayrı ve çok muallâ bir mevkidedir. Dinle dünyayı bu şekilde dengeleyebilme, bilhassa öyle bir makamda bunu yapma, çok ender insana nasip olmuş bir tali’lilik pâyesidir. Ve işte o ender incilerden birisi de Abdülhamid’dir. Hacca gittiğimizde, bize hizmet eden çok yaşlı bir insan vardı. Abdülhamid’in adını duyunca saygısından ürperirdi. İşte bu yaşlı zat bize, Abdülhamid müteaddit defa hacca geldi. Falan yerde kaldı ve bizimle haccetti diye hikâye ederdi. Hâlbuki o, zâhire göre hiç hacca gitmemişti. İtimat ettiğim bir zat da, Mehmed Âkif’ten naklen bana şöyle bir hâdise nakletmişti:

Mehmet Âkif sabah namazı için Ayasofya Camii’ne gider. Camiye oldukça erken gitmiştir. Orada durmadan gözyaşı döken ve dua dua yalvarıp yakaran birini görür. Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı hâdise ile karşılaşır. Daha da erken gitmeye başlar, fakat netice değişmez. Adam aynı yerde oturmakta ve sessiz sessiz ağlamaktadır. Dayanamaz Âkif, adama sokularak: “Dostum, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümidini kesme. Zira kâfir kavimden başka kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” der. Adamın konuşmaya mecali yoktur. Eliyle “Başımdan git, beni meşgul etme!” der gibi işaret eder. Fakat Âkif kararlıdır. Bu adamı bu kadar ağlatan nedir? İşte bunu öğrenmek istemektedir. Ayrılmaz ve ısrarla niçin ağladığını sorar. Adam başından geçen ve kendini bunca yıl ağlatan hâdiseyi şöyle anlatır:

Ben ordu mensubuydum. Abdülhamid Han zamanında binbaşıydım. Bir gün babamın ölüm haberini aldım. Babam servet sahibi bir insandı. Bağları, bahçeleri vardı. O vefat edince bütün bu mameleke benim sahip çıkmam gerekiyordu. Ordudan ayrılıp işlerimin başına dönmeye karar verdim. Durumumu şerh eden bir dilekçeyle Mabeyne müracaat ettim ve istifa etmek istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra dilekçeme cevap geldi: “İstifan kabul edilmemiştir.” Bunun üzerine ikinci bir dilekçeyle Sadarete başvurdum. Oradan da aynı cevabı aldım. Başka yol kalmadığı için doğrudan Hünkâra durumumu anlatan bir mektup yazdım ve istifa talebimi tekrarladım. Oradan da gelen cevap aynı oldu. İstifam Hünkârca da kabul edilmemişti. Bizzat görüşme talebinde bulundum, kabul buyurdular. Vicahî olarak durumumu tekrar ettim. Hiç cevap vermedi ve bir müddet sessiz sessiz durdular. Ben ısrar edince: “Peki istifanı kabul ettik.” dediler. Elinin tersiyle de, “Gidebilirsin.” işaretini verdiler. İstifamı istemeyerek ve benim ısrarım üzerine kabul ettiği, jest ve mimiklerine kadar her şeyi ile belli oluyordu.

Huzurdan çıktım. Artık serbesttim. Malımın-mülkümün başına gidebilecektim. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Allah Resûlü, ordumuzu teftiş ediyordu. Etrafında Raşid Halife Efendilerimiz vardı. Bir adım geride de Abdülhamid Han Hazretleri el-pençe, edep içinde duruyordu. Bölük bölük, tabur tabur askerler geldi geçti ve Allah Resûlü onları memnun, yüz aydınlığı içinde teftiş ettiler. Bir aralık dağınık bir tabur geçmeye başladı. Başlarında kumandanları yoktu. Biraz dikkat edince taburumu tanıdım. Darmadağınık geçiyorlardı. Efendimiz mübarek yüzlerini Abdülhamid Han’a çevirdiler ve “Abdülhamid, hani bunların kumandanı?” dediler. Abdülhamid başını eğmiş olduğu hâlde, “Yâ Resûlallah, ısrarla istifasını istedi. Neticede de istifa etti.” cevabını verdi. Allah Resûlü elinin tersiyle “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” dediler. Dünyam başıma yıkılmıştı ve işte o gün bugün böyleyim. Şimdi, söyle bana, ben ağlamayayım da kim ağlasın.

Bu belki bazılarına objektif gelmeyebilir. Fakat anlatılan bu hâdiseye ben inanıyorum. En küçük hizmetleri dahi O’nun bizzat teftiş ettiğine dair bana anlatılan o kadar müşâhede var ki, inanmamaya hiçbir sebep görmüyorum.

Mevzuun başında da söyledim. Abdülhamid’e ilk defa Fransızlar “Le sultan ruj” diyerek “Kızıl Sultan” adını taktılar. Ermeniler de bunu gazetelerinde neşredip yaydılar. Onun için ona “Kızıl Sultan” diyen insan kimin ağzını kullanıp, kimin emellerine alet olduğunu düşünüp ürpermelidir. Evet, yarasa bakışlı renk körlerine göre o kızıl sultandır. Ama bize göre o Ulu Hakan ve Cennetmekân’dır…!

Kamet-i bâlâ: Büyük şahsiyet, yüce kişilik.
Munzam: …ilave olarak, …yanında.
Diğergâm: Başkalarını düşünen, fedakâr.
Hasbî: Samimî, karşılık gözetmeyen.
Civanmert: Yiğit, gözü pek.
Zahit: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Gubar: Toz
Mamelek: Sahip olunan her şey, mal varlığı.
Sadaret: Sadrazamlık makamı, bugünkü Başbakanlık.

[1] Bediüzzaman, 19. Mektup, 5. Nükteli İşaret.

21 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Esîr Var mıdır ve Keyfiyeti Nedir?

Esîrin varlığı kat’î değil. Ne var ki, yüzde yüz itimat edeceğimiz bazı zevâtın, misal sadedinde dahi olsa bunları irât edip kullanmaları, bizi hiç olmazsa dikkatli olmaya davet etmektedir.

Çok eskilerde, Huygens’in tereddütle ortaya attığı bu, her yere nâfiz ve gayet ince bir mevcut olan Eter fikri, J. Clerk Maxwell tarafından şu şekilde teyit görünce, artık mutlak boşluk düşüncesi unutulmuştu. Maxwell şöyle diyordu: Mekân dahilinde elektrikî mıknatıs hâdiselerin vücudunu ispat ettikten sonra, esîr gibi bir vasatın lüzumuna ihtiyaç vardır. Makro âlemden, mikro âleme kadar her şey bu esîr içinde hareket eder. Maxwell, bu keşfin ilk neticesi olarak ziya dalgalarının elektrikî mıknatıs dalgalarından başka bir şey olmadığını ve binâenaleyh ziyânın da bir elektrikî mıknatıs hâdise olduğunu iddia ediyordu ki, bu keşif hakikatte, tabiî hâdiseleri bir birliğe doğru götürmek yolunda atılmış ilk adımdı.

Hadd-i zâtında Maxwell’den evvel Faraday da elektromanyetik hamûlelerin boş mekân içinde hareket edemeyecek ve faâl olamayacaklarını, mutlaka bir vasata muhtaç bulunduklarını düşündükten sonra, bulduğu kanunlarla bu hamûlelerin, enine dalgalı cereyânlar halinde dalgalanacağını ve bu dalgaların aynen ışık gibi aksetme, kırılma ve çift kırılmaya tâbi olacağını haber veriyordu. Maxwell ise, ışığın nispeten kısa elektromanyetik bir dalgadan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Daha sonra ise Hertz yaptığı pek çok tecrübelerle, Maxwell’in nazariyesini ispat etti. Yani, bir odanın herhangi bir köşesinde meydana getirdiği elektrik akımını odanın diğer köşesinde hiçbir irtibat vasıtası olmayan elektrik devresinde şerâreler hâsıl ettiğini, bu dalgaların süratinin, ışığın süratine müsavî olduğunu gördü ki, bu dalgalara, adına izâfeten Hertz dalgaları dendi. Aslında bununla bugün herkesin çok iyi bilip ve istifade ettiği radyo, telsiz, telefon esası keşfedilmiş oluyordu.

Esîr fikri, uzun zaman hâkim olduktan sonra, onun gerçekten var olup olmadığını Morley ve Michelson tecrübe ile öğrenmek istemiş ve şöyle düşünmüşlerdi: Arzın bir noktasına tespit edilen bir cihazda, bir ışık şuâının yarısı yerin hareket istikametine doğru bir noktaya aksettirildiğinde, şuâın diğer yarısı da arzın hareket istikametine amûdî istikametindeki noktaya gönderilse ve oradan da yine cihazdaki muayyen noktaya yansıtıldığı takdirde, arzın hareket istikametindeki şua parçasına vâsıl olması lâzım gelir. Çünkü arzın hareket istikametinde giden ve dönen şua, esirin içinde daha yavaş gidecek ve dönecekti. Hâlbuki, yerin hareket istikametine amûdî olarak gönderilen şua parçası esirin ters akışına maruz kalmayacağı için daha çabuk gidecek ve tabiî aynı zamanda daha çabuk dönmüş olacaktı. Michelson ve arkadaşının yaptıkları tecrübe menfi olarak “eter”in aleyhinde çıktı. Hatta âletin yanlış olabileceği hususu düşünüldü ve tecrübe yenilendi. Yine aynı netice elde edildi. Demek ki eter diye bir şey yoktur. Haddizâtında bu tecrübeye radyo dalgalarının bir yerden bir yere intikali için, bir vasata ihtiyaç bulunmadığını da açıklıyordu.

Bu menfî neticeye itiraz edenler oldu. Bunlardan Lorentz, cisimlerin hareket istikametinde boyundan kaybedecekleri prensibine dayanarak Michelson’un denemelerinde de aynı durumun bahis mevzuu olduğunu söylüyor, her iki şuanın merkez noktaya aynı anda avdet ettiğini riyâzî olarak ispatlamaya çalışıyordu ki, meselenin ilk tecrübe ile ispat edildiği devrede bu oldukça mâkul bir itiraz sayılırdı. Ancak, Michelson’un nasıl bir mevcudu tecrübe ettiğini, hem de Lorentz’in esîr vardır ifadesinden ne kastedildiğini anlamak oldukça mühimdir.

Bunlardan biri, yaptığı tecrübe ile ona yok derken, her hâlde esîrin katı bir madde olduğu tasavvuruna karşı diyordu. Ve en azından onu hava gibi kabul ediyor ve bir çeşit atmosfer hüviyetinde, arzı saran bu seyyâl maddenin arzla beraber hareketini de düşünüyor ve tecrübesini böyle hayalî bir “eter” içinde yapıyordu.

Acaba, esir denen şey, madde üstü bir şey olamaz mıydı ki, günümüzde anti-madde, anti-atom, anti-proton, anti-nötron gibi meşhûd dünya karşısında gayri meşhûd ve gayr-i meş’ûr bir âlem olarak zıt bir çizgiyle izah edilen bu yanlış anlayışlarla telif edilmesin. Kaldı ki Bilim-Teknik ve Sızıntı gibi popüler bir kısım mecmualar, yeniden esîre dönüş hususunda oldukça dikkate değer şeyler de kaydediyorlar.

Netice olarak diyebiliriz ki; esîr mevzuunda müşâhede ve tecrübeye dayalı herhangi bir hüküm mevcut değilse bile, “ceffelkalem” esîr yoktur diye kestirip atacak kadar mâlûmata da, henüz sahip bulunmamaktayız.

Mekân fiziğindeki yeni temayüller etere yeşil ışık yakadursun, biz terminolojide mutâbakata varılmadan sürdürülen bu mücadelenin daha yıllarca devam edip gideceği kanaatindeyiz.

Bu hususta sözlerimi bitirirken, en doğru sözlünün beyanı içinde toprak, su, hava, ateş mürekkeplerinden evvel arş-ı rahmet bir “amâ” üzerinde olduğu ve bunun altında, üstünde hava bulunmadığı sözünü,[1] geleceğin fizikçilerine tetkik mevzûu olarak arz edip geçelim…

Amudî: Dikey
Hamule: Yük
Nâfiz: Tesir eden, hükmünü icra eden
Seyyal: Akıcı, akışkan
Şerâre: Kıvılcım
Şua: Işın, ışık parçası

[1] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân 12; İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 221; el-Esbahanî, el-Azamet 1/365

Sızıntı, Ocak 1980, Cilt 1, Sayı 12

Adalet sözünden ne anlaşılır veya ne anlamalıyız?

Adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta haldir. Yani: Aşırılıkla alakasızlık arası dengeli bir durumdur. Bu da insanda bulunup pek çok hayra vesile olacak olan büyük bir potansiyelin yerinde kullanılmasıyla mümkün olacaktır. İnsanda şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvvetler güzel kanalize edilirse adalet meydana gelir, ifrat ve tefritinde ise saçmalar…

Mesela insandaki şehvet duygusu ki, umumi manası itibariyle, hem ferdin hayatının devamına vesile olan şeylere arzu duymaya, hem de neslin ve insan nevinin devamına vesile olan şeylere arzu duymaya şamil olur. Fert, yeme, içme ve tenezzüh gibi şeylere duyduğu arzu ile varlığını ve sıhhatini devam ettirdiği gibi hemcinsine karşı duyduğu arzu ile de neslini ve insanlığı devam ettirmeyi yüklenmiştir.

Şimdi bu mülahazadan uzak olarak bu duyguyu ele aldığımızda, ya onu kemle giden yolda önümüzü kesmiş bir cellât olarak görecek ve kilise babalarının yaptığı gibi onu tamamen terk edeceğiz ki, işte bu tefrit ve alakasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde sınır tanımadan bu mevzuda her münasebeti meşru sayacağız ki, bu da ifrat ve taşkınlıktır.

Öfke de öyledir. Hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde pireye kızıp yorgan yakma bir ifrat ve en aziz ve en mukaddes şeylerin payimal oluşu ırzın çiğnenip namusun doğranması karşısında sükûtta bir tefrittir. Adalet ise küfür zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerde müsamahalı ve yumuşak olmaktır.

Aynı durum vehimde de cereyan eder. Olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat ve korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme ise bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup her şeye ulûhiyet isnat etme düşüncesi vardır ki, Ganj dolayları bu telaşın doğurduğu putlarla doludur. Diğerinde ise yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet ve nefsini, varsa- milletini ölüme götürme gibi bir vahşet vardır. Adalet ise hayati ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak ihtiyat ve tedbire riayetle beraber uzak ihtimallerle melhuz olan endişe verici şeylere karşı da fütursuz olmaktan ibarettir. Akıl için de benzeri mütalaa serd edilebilir. Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan sadece akla itimat ve ifrat; aklı tamamen azledip, ya katı pozitivizm veya vicdanı esas alarak bunun dışında herşeyi inkâr etmek bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde ise Ogüst Kornt pozitivizmini ve Hıristiyan mistisizmini görürüz.

Akılda adalet ise his ve müşahedenin mahsullerini değerlendirme, yeni terkipler yapma ve bununla his ve müşahede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikameti ise ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün olabilmektedir. Semavi nağmelere sırtı dönük bir akıl, ya Aristoles gururu içinde bir firavun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şeydir. Hâiz olduğumuz bu duygularda adalet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde esastır. Bu cümleden olarak itikatta adalet şarttır ve en başta bir ilahın vücudunun tasdik ve onun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu; zira bir ilahın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhad ve tatil olduğu gibi, “Allah cisimdir, cevherdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır” dernek dahi bir teşbihtir ve küfürdür. “Allah vardır, kemal-i sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; aza ve alet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir.” Evvelki iki inhiraf arasında vasat bir yol ve adalettir.

Sair itikadı şeyleri de düşünebiliriz, mesela “İnsanın kudreti ve ihtiyarı yoktur” demek bir cebirdir.” İnsan kendinden meydana gelen bütün işlerin mucit ve halikıdır.” demek de ifratkar bir iradeciliktir. Şart-ı adı kaydıyla insan iradesinin kabul edilmesi ve herşeyi Allah’ın yaratması esasıyla ele almak ise bir adalettir.

Ameli hususlarda da adaletin cereyanına şahit oluruz. Evvela, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukba, ruh ve ceset muvazenesi içinde ele alma bir adalettir. Buna göre dünya cismani yaşayış ve hayvani hayat, ahirete ve kalbi hayata baktırmayacak şekilde ise bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismaniyeti nefy ve inkârı netice veren Hıristiyan sprutualizmi ise bir tefrittir. Ve bu iki şey arasında muvazene ise istikamettir.

Bu hususlardan birini Yahudilik temsil ediyorsa diğerini de Hıristiyanlık temsil etmektedir. Mesela Yahudilikte amden katilde af tarafına gidilmeden behemehal katilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka affedilmesi lazımdır. Ve bu haliyle birinde ifrat, diğerinde de tefrit vardır. Adalet ise af yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasındadır. Nazari ve ameli bütün bir hayat içinde bu şekilde adaleti görmek ve göstermek mümkündür. Ne var ki, insanlar ciddi rehberlerle bu doğru yola götürülmedikten sonra adalet bulmaları da oldukça zor olacaktır.

Günümüzde çok bahis mevzu olan (sosyal adalet) ise adalet anlayışının içtimaiye akseden bölümlerinden sadece birisidir. Tasavvurda ve pratikte istikamete ermiş kimselerin adaletsizliği düşünülemeyeceği gibi onlar arasında içtimai adaletsizlikten söz etmekte asla bahis mevzuu olmayacaktır.

Ancak onunla da ne anladığımızı belki merak edenler vardır. Sual cevap muhtevası içine aldıramayacağımız böyle bir hususu şimdilik huzura getirmeden tevakki ediyorum.

Sızıntı, Ocak 1980, Cilt 1, Sayı 12

Tenâsüh Nedir ve İslâm İnançlarına Göre Doğru mudur?

Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, “metempsycose” derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesetler ruhların kalıpları gibidir; ervah, kışla mahiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.

En ibtidâî cemaatler arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibarıyla, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddî farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.

Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezhep gibidir. Hususîyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede birkaç kişi bir araya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik’in fiziğe ve onun kanunlarına tesirinden; hatta bir kısım ruhların ikaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve söz edilir.

Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vak’alarını anlatmaya aktarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.

Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot’un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, “Ovide’in” eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu “ruhlar seyr-ü seferi”nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. “Camkitinüma” şârihinin beyanına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanaatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Ruhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikaline “nesh”, kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine “mesh”, ot ve ağaçlara girmesine “resh”, madenlere hülûluna ise “fesh” derler.

Bu anlayışta âlemşümûl bir ruh telâkkisinin kabul edilmesinin tesiri var mıdır? Hülûl ve ittihatla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arz edeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh’un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlât ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâha kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.

Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemen hemen bu sezilmektedir. Mısır’dan Hindistan’a ve oradan da Yunanistan’a götürülen bu düşünce, bir tarafta filozofların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Bir kısım Kabbalistler tarafından daha sonraki dinlere ve hatta kelâmcıların bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştırılmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat’taki Niobe’nin mermer olmasını ve Hz. Lût’un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, Yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabullenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve her şeye bir ruh kesip biçiyordu.

Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine tamimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.

Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şüphe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayat-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiçbir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.

Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiçbir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan ruhu’nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabul edilen, hiçbir ruhtan da, onun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Hâlbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski mâlûmat ve müktesebâtın intikali de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri bir şey de bilmemekteyiz.

Tevrat’ta mevzû edilen Niobe’nin mermer ve Hz. Lût’un zevcesi Edithe’nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsamahalı davranıp böyle bir şeyi kabul etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei’nin, Vezüv’ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.

Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibarıyla mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.

Mısır’da, Yunan’da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve ruhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne “Ahen-Aten”in Mısır’ında, ne de “Pythagore’un “Yunanistan”ında tahriflerin doğurduğu tenâsühü kimse bilmiyordu. Aten’e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez ruhu yükseklerdeki “mahkeme-i kübra”ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris’in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: “Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnut edecek her şeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım…” Bunları söyleyen Osiris’in cemaatine katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, Cehennem’e atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.

Yine, Aten dinine ait imanî hakikatleri aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: “Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüz görmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdın. İnsanlar ve büyük-küçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarını da sen görürsün… Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütün gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin…”[1] Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dört bin sene evvel Mısır’da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.

Yunan’da da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesetten ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesût bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun’un “Cumhuriyet” kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun’a göre “Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayatı büsbütün unutur ve yalnız hakikatin tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasip bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hatalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı bir hayata nâil olur.”

Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şüphe etmemek gerektir.

Mısır’da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velût dimağlarıyla daha rengin, daha hayalî kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.

Bu anlayışın esiri Hintli, maddeyi Brahman’ın son tecellîsi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil, ölümü beşerî kusurlardan tecerrüt; vecd ve istiğrâka yükselmelere vesile ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan “Vedanta”da ruh, Brahman’ın bir cüz’ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikal ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdıraptan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan “Marifet-i Mukaddese”yi benlikten ve ona ait bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan Allah’a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizm’in Nirvana’sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizm’le bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm’de aktif bir ruh vardır.

Tenâsüh akidesi daha sonraları bazı Yahudilerce de benimsenmiştir. Kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şiâ tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski-yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihat. Atenizm’de Ahen-Aten, Brahmanizm’de Brahman, Yahudilik’te Uzeyr (as), Hıristiyanlık’ta Hz. Mesih (as) ve Gulât-ı Şiâ’da ise Hz. Ali (ra) hep aynı şey olarak kabul edilmek suretiyle, âlemşümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş’âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya tevile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadisçisinden fıkıhçısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatinin muayyen ferde bakması, muayyen muhatabın kendi sevap veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdut görmüşlerdir.

Bu meseleyi vâzıhan intikal ettirebilmek için, gelecek hususların serdedilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz! Evet, aşağıda anlatılan şeyler muvâcehesinde, tenâsüh akîdesini kabul etmek mümkün değildir:

1) Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre, binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir.

2) Bu dünya imtihan için açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşayan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybîlikten çıkacak, hem de görüp tattığı ızdıraplardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği bir yola girecektir ki, bu da tenâsüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi, kendi kendini yıkması demektir.

3) Her ferdin mutlak saadete namzet olabilmesi için böyle çok ızdıraplı bir ruhlar muhâceretine lüzum görüldüğü takdirde, Allah’ın zalimlere ceza, iyi kimselere de, mükâfat va’di abes olacaktır. Bu ise Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhâldir, bâtıldır.

4) Kur’ân ve sâir semavî kitapların, günahların affedileceğine dair olan beyanları, affedilebilmek için ruhların ızdıraplı ve uzun seyahatlerini fuzûlî ve mânâsız göstermektedir. Rahmeti Sonsuz olana şâyeste olan da budur. Buda, bir sükûnet ve bir atâlet olan “Nirvana”sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki, Brahmanizm muzdariplerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.

Bizde ise, affedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (cc) tevbe eden herkesin günahını bağışlayacağını vadetmektedir. Bu hususta günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacaktır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatıyla, Allah’ın rahmetine mazhar olabilir…

5) Kezâ tenâsüh devr-i dâim yücelebilmek için, uzun ve yorucu seyahat, Cenâb-ı Hakk’ın hususî iltifat ve rahmetine zıttır. Zira, o istediği zaman erâcif içinde aldığı en pesbayağı şeyleri dahi som altın hâline getirir ve en kıymetli yapar. Bu da onun, hususî atâyâsı, husûsi ihsânıdır.

6) Peygamberlere uyan kimseler arasında; ilk hayatları itibarıyla çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar, uzun, kirli bir geçmişten sonra, velîleri çok geride bırakacak kadar muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vâkidir ki, aksine fikir beyan etmek âdeta imkânsızdır. Böyle, bir hamlede ve bir nefhada olgunluğun zirvesine yükselmek, Allah’ın lûtfunu ifade ettiği gibi terakkî için umûmi bir muhâceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.

7) Her ceset için ayrı bir ruh kabul etmek, Kudreti Sonsuz olan Allah’ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruhu bütün cesetlere sokup çıkarmak, Kudreti Sonsuza âcizlik isnadını işmâm eder. Bu noktada dahi tenâsüh akîdesinin akla mülâyim gelmediği açık ve vâzıhdır.

8) Bundan başka yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa birkaç milyonunda, başka cesetteki sergüzeşt-i hayatlarına dair bir kısım emâreler bulunmalı değil miydi? Hiç olmazsa, bazı kimselerde, birkaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan birikmiş umumî bir kültür olamaz mıydı? Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi, ne büyük rakamlara ulaşacağı düşünülecek olursa, her yerde böyle birkaç insanla karşılaşma zarureti, kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Hâlbuki nerede!?.

9) Bir de, toplumun hemen her kesiminde eski bir ruh taşıyan her fert, 3-4 yaşına girer girmez, bütün eski müktesebatıyla görünmesi gerekmez miydi? Bu hususta şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak’a gösterilebilir mi? Bazı dâhi ve ilhama mazhar kimselerde bir kısım hârikalar görülse bile bu, hazır bir malûmâtın kullanılmasından daha çok, ya semâvî desteklenme veya yüce fetânetin eşya ve hâdiseleri kavramasından ibarettir.

Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyanıyla yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka, herhangi bir cesedin başkasına ait bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şeyden bahsetmek mümkün değildir.

10) Sâir canlılarda insanî fonksiyonları gösterir, herhangi bir emâre keşfedilmemiştir. Hâlbuki, daha evvelki cesette kazanılmış bir kısım hususiyetleri taşıyan ruh, ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infiâlleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen, bugüne kadar tenâsühü işmam eder herhangi bir garabete rastlanmamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, tenâsüh akîdesi, eski toplumlar arasında bir inanç inhirafı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da, habis ruhların aldatmacalığından ve şeytanların, bazı bünyelere girip hâkim olmasından öteye herhangi bir hakikati yoktur. Evet, En Doğru Sözlü’nün beyanıyla, şeytanın kan damarları içinde dolaştığını,[2] kalb ve kafayı tesir altına aldığını öğreniyor, tenâsüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.

Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez. İşin doğrusunu O bilir.

Kâil Olma: Kabul etme
Kisve: Kılık, şekil, görünüm
Lâhûtî: Uluhiyet âlemine müteallik olan, ilahi
Mahkeme-i kübra: Pek büyük mahkeme
Merdut: Reddedilmiş, geçersiz, hükümsüz
Metapsişik: Normal psikolojinin sınırları dışında kalan olayların incelenmesi
Muhâceret: Göç, göç etme
Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Mücrim: Cürüm işlemiş olan, kabahatli
Müdellel: Delille ispat edilmiş olan
Nakzetmek: Hükmü bozmak, yok saymak
Nirvana: Budizm’de, bencilliğin ve nefsi arzuların yok edilmesiyle ulaşılan hâl
Parapsişik: Tabiat üstü olaylarla ilgili
Rengin: Güzel, latif, süslü, sanatlı
Sehhâr: Sihirli, büyülü
Sergüzeşt-i hayat: Hayatta kişinin başından geçen olaylar, haller
Seyr ü sefer: Gidiş geliş, yolculuk
Şerare: Kıvılcım
Tenâsüh: Ruh göçü
Ulûhiyet: İlâh olma, ilâhlık
Üstûre: Efsane, mit, mitoloji
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada birleşen şekil, piramit
Etnoğrafik: Millet, kavim, aşiret ve toplulukların yaşayış tarihine ait
Gulat-ı şiâ: Şiilikte, aşırılığa gidenler
Hacâlet: Utandırıcı, yüz kızartıcı
Hulûl: Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İnhiraf etmek: Doğru yoldan çıkmak, sapmak İrtikap: Kötü, fena, günah teşkil edecek bir şey yapma
İttihad: Birleşme
Kabbalistler: Tevrat’ın gizli manalarını araştıran ve yorumlayanlar

[1] A. History of Egypt, 371-376, Prof. Breasted, Ter: Ö. R. Doğrul
[2] Buhârî, Ahkâm 21, Bed’u’l-Halk 11; Ebû Dâvud, Savm 78


Sızıntı, Şubat 1980, Cilt 2, Sayı 13

Biz Fetret Devri İnsanı mıyız? Fetret Devrinin Hükmü Nedir?

Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, peygamberimizle Hz. İsa arasındaki boşluk kastedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (sav) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (sav) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.

Bu devrin insanları, ne tam manâsı ve orijiniyle Hz. Mesih’in getirdiği dini anlamış, onun envar ve esrarından istifade edebilmiş ne de vahyin aydınlatıcı tayfları altında ilerleyerek Efendimiz’e (sav) ulaşabilmişlerdir. Ancak, bunlar, gidip bir puta tapmamış, herhangi bir putu kendilerine ilâh edinmemiş iseler, Allah’a (cc) inanmamış olsalar dahi affedilecekleri mevzuunda icma vardır. Efendimiz (sav)’in anne-baba ve dedesinin bu akide itibariyle affa mazhar olacakları kesindir; zira onlar da fetret devri insanlarıdır. Vakıa, bir hadislerinde Efendimiz (sav), anne ve babasının ihya edilerek kendisine îmân ettiklerini söylemiştir. Hadîs, hadîs kriterleri açısından zayıf olmasına rağmen, İmam Suyutî gibi, Allah Resûlü’yle 20 küsur defa yakazaten görüşen büyük bir müceddid bu hadîsi kabulle, Allah Rasûlü’nün anne ve babasının îmân ederek kurtulduklarını ifade etmektedir. Gerçi İmran b. Husayn’ın babası olan Husayn’a Allah Rasûlü: “Senin baban da benim babamda cehennemde” demişti. Husayn Resulullah’a “Sen mi hayırlısın baban mı?” deyince Allah Rasûlü de ona bu cevabı vermişti. Ancak bu durum, o sözün söylendiği zamana münhasırdır ve daha sonra Allah Rasûlü, anne ve babasının kabrine gelip duâ etmiş ve Cenab-ı Hakk’tan (cc) onların kendi ümmeti içine girmeleri talebinde bulunmuştur. İşte bu duâ, Allah (cc) tarafından kabul edilmiş ve Allah Rasûlünün hem annesi hem de babası îmân ederek ümmet-i Muhammed arasına dahil olmuşlardır.

Aslında, mevzua esas teşkil eden cevap açısından mes’eleyi bu hadîse dayandırmaya bile gerek yoktur. Zira ister Amine validemizin, isterse Efendimiz’ in (sav) muhterem pederleri Abdullah’ın, puta taptıklarına dair hiçbir delil yoktur. O devrede çeşitli muvahhidlerin olduğu ve bunların asla putlara tapmadığı ve Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadıkları bilinen gerçeklerdendir. Hem bunlar fetret ehlidir. Ve bütün fetret devri insanları bu şartlar altında ehl-i necattır. Fetret insanları Cennete girecek de Efendimiz’in (sav) anne ve babası bundan mahrum edilecek; olacak şey mi bu?

Hem, hiç bir şeyi zayi etmeyen, insanın bedenine giren maddî atom ve elektronları dahi zayi etmeyerek ahirette onlara kıymet ve değer verip, onları âhiretin bâki binasında kullanacak olan ve abes işten, israf etmekten münezzeh bulunan Allah (cc) Efendimiz’in (sav) maddi yapısının dünyaya gelmesine vesile anne-babasını hiç zayi edip cehenneme atar mı?..

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde yaşayan Zeyd bin Amr gibi-ki Hz. Ömer’in amcasıydı-Varaka b. Nevfel gibi insanlar da zayi olmayacaklardır. Onlar vicdanlarında bir olan Allah’ı (cc) duymuş ve inanmışlardı. Belki inandıkları Allah’a (cc), “Allah’ım” diyemiyor hatta bu ismi de bilemiyorlardı; ama, manâ olarak böyle bir Allah’a (cc) inanıyorlar ve dualarını ona yapıyorlardı. Efendimiz’ in (sav) gelmesine yakın, hava o kadar yumuşamıştı ki, Efendimiz (sav) bir yüksek basınçla âdeta onların iklimini tesir altına almıştı. Sanki bir yağmur geliyordu da, bu yüce ruhlar ellerindeki his, duygu, hafi, ahfa âletleriyle gelecek bu İlâhî yağmuru önceden seziyorlardı. Seziyor ve etraflarındaki insanları müjdeliyorlardı. Şefaat atmosferi o kadar geniş olan Allah Rasûlü ümit edilir ki, kendisini böyle candan ve yürekten istikbâl eden bu insanları da unutmaz ve âhirette, ellerinden tutarak onları da kendi nûrlu ve mutlu dünyasına yükseltir ve saadetlerine vesile olur. Bu müşahhas zevat gibi, fetret karanlıklarını, hanîf olarak aydınlıkta yaşayanların yanında, fetret devrinde bulunan insanlar, eğer açıktan bir puta tapmaları söz konusu değilse, biz onların da kurtulacaklarına inanıyoruz.

Bu, mes’elenin düne bakan yönüdür. Bir de bugüne bakan yönü var ki, soruda ele alınan husus da bu olsa gerek.

Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk (cc) ‘ın engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…

Biz, öyle bir devir idrak ettik ki-hele başka memleketlerde-İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalplerden Allah Rasûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (cc) inkarda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Binbir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefâhirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekamül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

O devrede yaşanan olaylardan birini naklederek neslin maruz kaldığı mahrumiyeti göstermek isterim: Bir arkadaş, gençlere sohbet ediyor. Dinin ulvî meselelerini şerh ve izahla başlayan sohbetin mecrası bir ara günlük hâdiseleri dile getirmeye kayıyor. Komünist blokun yaptıkları ve yapmak istedikleri bir bir sıralanıyor. O sırada, sohbet dinleyen gençlerden biri heyecanla “Bu insanları kesmeli, paramparça etmeli, hepsini öldürmeli” gibi laflar ediyor. Fakat bir köşede oturmuş derin bir vecd ve iştiyakla söylenenleri dinleyen ve ilk defa böyle bir havayı teneffüs etmekte olan başka bir genç biraz evvelki heyecanlı gence, aynı heyecanla ve yangın görmüş bir insan telaşıyla şöyle karşılık veriyor: “Arkadaş, öldürelim diyorsun. Bak eğer dün bu dediğini yapmış olsaydın, ben talihsiz bir insan olarak onların arasında ölüp gidecektim. Çünkü dün ben de onların arasındaydım. Fakat görüyorsun ki, bu gün bu temiz ve nezih arkadaşların içindeyim.. dünden bu güne yerden göğe bir mesafe kat ettim. Ve şunu kasemle temin edebilirim ki, sizin karşı cephe dediğiniz insanlar arasında benim gibi kurtuluş bekleyen binlerce insan var! Onlar sizden tokat değil, şefkat bekliyorlar. Eğer onlara el uzatırsanız, onlar da sizin gibi olacaklar. Esas vazife, öldürmek midir diriltmek mi?” Bu sözler orada bulunanları rikkate getirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladılar. Evet, biz, böyle bir nesil gördük ve onların dalâleti karşısında kanlı göz yaşları döktük. Bunların bir çoğu masumdu. Müspeti bilmediğinden menfiye takılıp kalmıştı. Bunları fetret devri insanı saymamak, şahsen bana, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) geniş rahmetine zıt gibi geliyor…

Buhari ve Müslim de şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Rasûlü de bu manzarayı göz yaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu aslâ ateşe atamaz.” Ve Allah Rasûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (cc) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular.

Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zâviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî) adesesiyle bakmak istiyoruz.

Bir de bu mes’elenin bize bakan yönü vardır ki çok önemlidir: Biz gençlerimize, onları doyuracak şekilde hakikatları takdim edemedik. Hem kendi gençliğimizi ihmal ettik hem de bizim götüreceğimiz mesajlara su ve havadan daha muhtaç bütün dünya gençliğini… Çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına elimizdeki hakikatları duyurmaya muvaffak olan sahâbî ve onlardan sonra gelenlerin çalışma ve gayretlerine çalışmalarımızı kıyas ettiğimizde, nasıl bir atâlet ve tembellik içinde olduğumuzu daha iyi anlamış oluyoruz. Onlar, gece-gündüz ellerindeki hakikatlara muhtaç sîne ve gönül aradılar ve bunu hayatlarına gaye ve ideal yaptılar! Burada yine bir arkadaşımızın başından geçen şu hâdiseyi nakletmeden geçemeyeceğim:

Bu arkadaşımız, Almanya’ya gitmişti. Orada hak ve hakikatlara tercümanlık yapıyordu. Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı evin genç sahibi, gün geldi, bu arkadaşımızın dırahşan çehresi ve temiz nasiyesinin tesirinde kaldı ve o da nurdan o halkaya girdi. Gün geçtikçe malumatını artırıyor ve her geçen gün dinî hayatında mesafe kaydediyordu. Bir gün hidayetine vesile olan arkadaşla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:

-“Vallahi seni çok seviyorum, çünkü benim kurtuluşuma sebep oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum. Çünkü eğer sen bu eve iki-üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibariyle tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan gitti ve hidayete eremedi. Buna da senin bu gecikmen sebep oldu..”

Aslında bu feryat bütün bir dünyanın feryadıdır. Muhatap ise bütün Müslümanlardır. İşte, mes’elenin bir de bize bakan ifritten böyle bir yönü var… Acaba biz, Müslüman olarak bize düşen vazifeyi yapabildik mi? Yapmadı isek bize de sorulacak çok şey var demektir.

22 Şubat 1980, İzmir Bornova Merkez Camii

Vahdet-i Vücud Nedir ve İtikadımızla Telif Edilebilir mi?

Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd”, daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.

“Vahdet-i vücûd”, çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, “monizm” arasında fark görmemişlerdir.

Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd”, anlayışı da, her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen, Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş, çok münakaşa götürür mevzulardandır.

Bu ekole mensup olanlarca, tevhidin üç mertebesi vardır:

1) Tevhid-i ef’âl (Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah’tır, akidesi): Bu anlayışa göre, hangi sebeple, ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin, onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O, doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir. Burada kelâm ilminin mevzu edindiği şeylerden olan “kesb” ve “halk” hususlarına intikal ederek, meseleyi dağıtmakta fayda mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı…

Bu görüşte olanların tevhid-i ef’âli teyit eder delilleri de vardır. Ezcümle: “Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratır.” (Sâffât, 37/96) kezâ, “Hepsi Allah’dandır.” (Nisâ, 4/78) vs. gibi âyetler zikredilebilir.

2) Tevhid-i sıfât (Bütün kudretlerin, iradelerin, ilimlerin Allah’a ait olduğuna itikat etme: Buna göre bütün cazibeler, dâfialar ve her türlü kuvâ, meleke ondan bir mânâ, bir hâl ve O’na mahsus bir iştir.

3) Tevhid-i Zât: Vücud, yalnız bir zâttan ibarettir. O’nun dışında, görünen şeylere gelince, muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellîsinden başka bir şey değildir.

Tevhid’in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münakaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbi tutulabilir. Ne var ki, bizim mevzuumuz bunlardan, tevhidin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhid-i Zât’la alâkalı olduğu için, sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.

Bu türlü tevhid anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumunda, kimsenin diyeceği bir şey olmamış ve üzerinde münakaşa da yapılmamıştır.

Aslında bütün eşya ve hâdiseler Allah’a, O’nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği, ehlince sabit bir hakikattir. Böyle bir anlayışta da az-çok aynı mânâda bir tevhid düşüncesi sezilir ki, tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.

Zaten, Sa’düddîn Teftâzânî de “Şerhu’l-Makâsıd”ında, vahdet-i vücûda taraftar olanları iki sınıfa ayırarak, bunlardan bir zümrenin, Ehl-i Sünnet’in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki, biraz evvel arz edildiği üzere, böylelerin durumu hiçbir zaman münakaşa mevzuu olmamıştır.

İmam Teftâzânî’ye göre, vahdet-i vücûdçular iki zümredir: sofîyye ve mutasavvife. Sofîyye, mevcut gibi vücûdda da çokluğu kabul eder; ancak hakikat yolcusu Allah’a ulaşınca, kendini irfan denizine gömülmüş görerek, zâtını Allah’ın zâtında, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında fânî ve yok olmuş bilir ki, böyle bir sâlik’in nazarında, Allah’tan gayri her şey kaybolur ve Hak yolcusu, varlığını, Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından (odaklaşma) ibaret sayar ki, işte tasavvuf erbâbının “fenâfi’t-tevhid” dedikleri hâlet de budur. Çok defa, bu mertebedeki ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden “hulûl” ve “ittihat” ifade eden sözler de sarf edilmiş olur.

Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhid, makâm-ı cem’in gereğidir. Tabiî bu da, her şeyden evvel bir irfan, sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın, eşyaya hakikî varlık vermesi, müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu itibarla da, o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr, riyâkârlık ve mücerret bir iddiadır. Buna binaen cem’in ne demek olduğunu bilemeyen, irfansız; farktan habersiz olan da kulluk esrarından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem’i yerine göre kabul edendir.

İkinci zümre, açıktan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundan ibarettir. Âlemde görülen çokluk ise, sadece bir hayal ve seraptır.

Görüldüğü üzere, sofîyyede, “Vahdet-i Vücûd” telâkkisi bir zevk, bir hâl işi olmasına mukâbil, sonradan gelen mutasavvifede hakiki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaate sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki, dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı eşyanın hakikatinin mevcut ve sabit olduğu mevzuunda ittifak hâlindedirler.

Şeyhülislâm M. Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabında, Vahdet-i Vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak, zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi, kelâm ulemasına göre, vücûd, mahiyet üzere zâiddir. Bu vâcipte de böyledir, mümkinde de… İmam Eş’arî ise, tam aksine, vücupta da, mümkinde de Vücûd’u, mahiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise, vücûpta, Eş’arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, mümkinde, kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol: vücudu, Zât-ı Bârî’nin aynı ve O’nun vücûdundan ibaret saydıklarından, eşyaya itibarî ve izâfî birer vücut vererek her şeyi Allah’ın zâtından ibaret görmüşlerdir.

Aslında vücûd gibi, sâir, ilâhî sıfatların da, Zât’ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münakaşa edilegelen mevzulardandır. Ancak, pek çok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında, vücûd-u Bâri’yi Zâtı’nın aynı sayma düşüncesinde, Vahdet-i Vücûd’a, hatta Vahdet-i Mevcûd’a (monizm) gidileceğini çıkarmak, bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce, mânevî mes’uliyeti, altından kalkılamayacak kadar büyük olsa gerektir.

Vâkıa Celâlüddîn Devvâni “Risâletü’z-Zevrâ” üzerine olan beyanlarıyla, Hakk’ın varlığının Zâtı’nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hak’dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre, vücûd, vücûd olması itibarıyla, Hakk’ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifade ediyor ki, bu da Allah’dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun, hakiki olmayıp, itibarî ve mecâzî olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. Devvânî, aynı eserde bir kademe daha ileri giderek: Âlemin, Allah’dan başka birtakım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının, hem vücûd itibarıyla, hem de zuhur itibarıyla imkânsız olduğunu ifade eder. “Vücûd itibarıyla âlemin varolması düşünülemez. Zira, Cenâb-ı Hak’tan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhûr itibarıyla da mümkinâtın hakiki varolması düşünülemez. Çünkü, bir şeyin zuhûru, ancak Hak’dan ibaret olan Vücûd’a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk’ın vücûdundan başka müstakil hakikatler düşünülürse, o vücûtla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelir ki, mevcudiyetine hükmedebilsin. Demek ki, vehim ve hayal olarak itibar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerektir.” der.

Muhyiddin İbn Arabî bir derece daha ileri giderek, bir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli, aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifade etmektedir. Allah (cc) daimi tecellî etmekte, âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devam edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifadeleriyle, bu kanaate iştirâk eder: “Ey ruhumuzun ruhu, biz kim oluyoruz da, kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçten ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçtir. Sen ise, bir Vücûd-u Mutlak’sın ki, her şeyin ortaya çıkacağı bir aynada, fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer aslanlarız, fakat hakiki değil, sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden aslanlar. Sancak üzerindeki bu aslanların hareketleri hissedilir de, bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın!- Bizlerin varlığı senin ihsanın, senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp, onu ezelde kendine âşık etmişsin.” Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları Hakk’ın tecellîsinden ibaret sayan bu düşünce, Hak’dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun, bu âleme var nazarıyla bakması, mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.

Ne var ki, Hakk’ın tecellîsinden ibaret olan varlıklarda, bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu, aynaların istîdadına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki, Vücûd’un birliğine zarar vermez.

Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikati, “Suyun rengi tasın rengidir.” sözüyle ifade eder. Binâenaleyh, hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi… Bütün varlık bu nurun aksi ve mevcelenmesinden ibarettir. Nasıl ki, muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur, dolu, şimşek ve gök gürültüsü ayrı ayrı görüntüler arz ediyor olmalarına rağmen, tek hakikatin değişik ahvâlinden ibarettir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de, bir hakikatin cilvelerinden ibarettir.

Görüldüğü üzere “Vahdet-i Vücûd” mevzuunu felsefî hüviyette ele alan mutasavvife, ilk sofîlerin vahdet-i şuhûda götüren, oldukça duru tevhid akîdelerine mukabil, hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında, meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki, bunun ötesinde, âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür. Birkaçını arz edelim:

1) “Siz onları (kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da (taş, toprak ve silâh) sen atmadın, ancak Allah attı.” (Enfal, 8/16)

2) “Gerçekten sana biat edenler (Hudeybiye günü) ancak Allah’a biat etmiş olurlar.” (Fetih, 48/10)

3) “Kasem olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Aynı istikamette delil olarak gösterilen hadîs-i şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim’in rivayet ettiği: “Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul: Yarabbi, Sen Rabbülâlemînsin, Seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak: Bilmiyor musun, falan kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin, eğer onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulurdun…” (1) Kezâ, yine aynı kaynakta: “Kulum nâfileler ile Bana yaklaşır, böylece Ben de onu severim ve sevdiğim vakit de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (2)

Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.

Başta, misal olarak bir ikisini arz ettiğim, tasavvuf büyüklerinin de, bu istikamette ifade ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ne var ki soruya cevap sadedinde, bütün bir “Vahdet-i Vücûd” tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misale temasla iktifa edeceğiz:

Evvelâ, Kur’ân-ı Kerim’den ilk iki âyeti, Muhkemât’a hamlederek, Kelâm-ı İlâhî’de herhangi bir zıtlığa meydan vermeden, mâkul bir tefsire gitmek en isabetli yoldur ki, şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır.

Bu tevîl, ister fiilin -kimden sâdır olursa olsun- Allah’a ait olduğunu ifade etsin, ister bir mucize mânâsını ifade etsin, ister en şerefli kulunun fiilini, -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin, isterse güçlülük, isabet ve teyit mânâlarını kastetsin, çok fark etmez…

Aslında, delil olarak getirilen bu âyetlerde, Vahdet-i Vücûd’dan daha ziyâde, eşyanın hakikatinin teyit edildiği görülmektedir. Zira, kâfir-mü’min ayrılığından, kâtil, maktûl ayrılığından; muhatap ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan, vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü tevillerle mümkün olabilecektir. Hele, şahdamarından daha yakın olmayı ifade eden âyetten, (3) mezkur istikamette bir hüküm çıkarmak, kat’iyen mümkün değildir.

Hadis-i şeriflerde ise, Vücud birliği şöyle dursun, apaçık çokluktan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar, bir ikinci varlık olduğunu kabul edip de, belli bir zaman sonra birlikten bahsetmek, mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hulûl ve ittihad akîdesidir.

Hatta bu mevzuda ehlûllahın vahdet-i vücudu teyit ediyor gibi görünen sözlerinde dahi, hep maksatlarının aksine, ikilik hissedilmektedir;

“Gâh güneş, gâh deniz olursun; gâh Kafdağı, gâh Ankâ olursun; Sen zâtında ne o, ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde, bu kadar suretlerle tecellî ettiğinden dolayı hakkında hem tevhid eden, hem de teşbîh eden hayrettedir.”(Mevlânâ) Hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutmadan, ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.

Kaldı ki, mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifadelerin gölgesinde, başkaları Vahdet-i Vücûd’a delil arayadursun, nazariye taraftarları, nefis öldürme, benliği imhâ etme… gibi, çokluk ifade eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.

Vahdetten hareket edenlerin, noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var!… Hele, bu büyük zâtların Allah’a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet, kat’iyen felsefî “Vahdet-i Vücûd” anlayışını cerh etmektedir:

Bir kere, kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu, âmir, memur ayrılığını da kabul etmiş demektir. Memuriyeti kabulle beraber, vücut birliğinden bahsetmek bir tenakuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar istisnâ edilecek olursa, Allah karşısında memuriyeti inkâra, şimdiye kadar hiçbir mü’min cesaret edememiştir. Öyle ise, sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden “Vahdet-i Vücûd” anlayışları, bir hâle mağlûbiyet, bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifadede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil, mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışları, bu iç-idrak ve müşâhedede bir felsefe yapmak ve hatta bu istikamette, batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.

Başkalarının iddiâ ettiği gibi, İslâm büyükleri, “neoplatonizm” tesirinde, bir “panteizm” felsefesi yapmak istedikleri şeklinde kat’iyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât, iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde, âriye olarak “neoplatonizm”den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından, iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcuttur.

Her şeye rağmen Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde, bir dünya ve ukbâ muvazenesine sahip bir topluluğun, aşağıda arz edeceğim hususlar muvâcehesinde, mutasavvifeye isnat edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez:

1) Bütün kâinata yayılmış, her yerde ve her şey sayılan bir ilâh akidesi, en uygunsuz, en münasebetsiz şeyleri dahi “Allah” kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.

2) Kur’ân-ı Kerim, yer yer kâinattan, Allah’ın varlığına ve birliğine istidlâl eder, bu ise “eşya” hakikatinin sabit olduğunu gösterir.

3) Kur’ân-ı Kerim’de, mükerrer âyetler, kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakta ve helâki müteâkip yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcut olan bir şeyin, yok olması demektir. Baştan sabit ve mevcut olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abestir. Kur’ân ise, abes şeylerden bahsetmekten çok yüce ve müberrâdır.

4) Bütün peygamberler (as) istisnasız, büyük, küçük her şeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekte ve Hâlık ile mahlûk arasındaki münasebetin bir Yaratıcı ve yaratılan münasebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnat edildiği şekliyle “Vahdet-i Vücûd” düşüncesinde ise, hem peygamberlerin, hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlerinin tekzip edilmesi bahis mevzuu olur ki, bu da dünyânın en doğru insanlarına, en şenî’ bir tecavüz ve isnat sayılır.

5) “Vahdet-i Vücûd”a mesnet olarak irât edilen delillerin hemen hepsinde, dâvâya delâletten daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.

6) Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmı, itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere de ceza va’d ve tehdidini ifade etmektedir. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı içinde bu âyetlerden bir şey çıkarmak imkân haricîdir. Zira, “İtaat eden kim? Nimet nerede? Suçlu kim? Azap nedir?” sualleri buna göre hiçbir zaman cevap bulamayacaktır.

7) Bütün eşya O’ndan ibaret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler, O’nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde, şirki ve müşriki, putu ve putperesti kınamak haksızlık olacaktır. Zira, mâdem her tekevvün O’nun tezâhürüdür, bahsedilen şeyleri de O’ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Hâlbuki, tevhid akidesini tespit eden Kur’ân ve Sünnet, aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.

8- “Vahdet-i Vücûd”un, ikinci zümreye göre izah edilmesi hâlinde, maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise, bilicmâ küfürdür. Ve… ehlullah böyle bir küfrü irtikâptan kat’iyen müberrâdır.

Bütün bunlardan sonra, mutasavvifeye isnat edilen Vahdet i Vücûd mesleğiyle, felsefî Vahdet i Vücûd mesleği arasında, daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.

Felsefî Vahdet i Vücûd (panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile, felsefî -nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki, bu da şu iki ana bölümde hulâsa edilebilir:

1) Yalnız Allah, hakiki bir varlıktır; âlem bir kısım tezâhürâtın (manifestations), yahut meydana gelmeler, sâdır olmaların (emanations), heyet-i mecmuasından başka bir şey değildir ki, “Spinoza”nın görüşü de budur.

2) Yalnız âlem hakikidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibarettir ki, bu da ya tabiî vücûdiyecilik (pantheisme naturaliste) veyahut maddî vücûdîcilik (pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve taraftarları da buna zahib olmuşlardır.

Buna binâen diyebiliriz ki:

İslâm mutasavvifesi, Vâcibü’l-Vücûd’da fânî olmalarının ifadesi olarak, kâinatı inkâr etmelerine mukâbil, berikiler, Hâlık-ı Kâinatı sarıp sarmalayıp -hâşâ!- bir tarafa koyma gayreti içindedirler.

Mutasavvifenin, Vahdet-i Vücûd düşüncesi, zımnen Vahdet-i Şuhûdu ifade etmesine karşılık, berikilerin “Vahdet-i Vücûdu” Vahdet-i Mevcûdu, (monizm) işmâm etmektedir.

Birinciler, hâl, müşâhede ve istiğrak gibi, ahvâli ifadede, kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri, ilim yapma, felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.

Birinciler, Allah (cc) ile başlayıp, o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil, ikinciler Cenâb ı Hakk’ı, eşyaya tâbi kılarak meseleyi tetkike koyulmuşlardır.

Birincilerde ilâhî bir zevk, ikincilerde ise sadece nazarîlik…

Birinciler, kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede, ikinciler ise, Vâcibü’l-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.

İşin en doğrusunu O bilir.

Cazibe: Çekim gücü
Halk: Yaratma
Dâfia: Defeden, kovan
Ehlûllah: Allah dostları
Heyet-i mecmua: Genel yapı
Hulûl: Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İfrat: Aşırılık, ileri gitme, bir konuda ölçüyü aşma
İnhisar ettirmek: Yalnız bir şeye mahsus kılmak
İstidlâl: Delillendirme, delillerle neticeye varma
İşmâm etmek: Duyurmak, hissettirmek
İtibarî: Farazî, öyle kabul edilen
İttihat: Allahla bir olma, ‘var olan sadece Allah’tır’ deyip kâinatı yok sayma
İzâfî: Bağlı, bağlı olduğu şeye göre değişen, göreli
Kurbiyet: Yakınlık
Kelâm-ı İlâhî: Kur’ân-ı Kerîm
Kesb: Çalışma,kazanma
Kuvâ: Duygular, hisler, fiziki güçler
Muhkemât: Dinde te’vile ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık ve kesin olan meseleler
Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Müteşâbihât: Birden fazla anlamı mümkün olan, gerçek manasının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazi ifadeler
Panteizm: ‘Her şey Tanrı’dır’ diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî bir ekol
Tecellî: Gerçekleşme, tahakkuk etme
Tefrit: İfratın zıddı, ortalamanın altında kalma
Tenakuz: İki sözün birbirine uymaması, çelişki
Ukbâ: Ahiret
Vahdet-i mevcûd: Vücud birliği, “Var olan sadece Allah’tır, Vücûd yalnız O Zat’tan ibarettir, O’nun dışında, görünen şeyler muhtelif mertebelerde O’nun zuhur ve tecellisinden başka bir şey değildir.”şeklinde ifade edilebilecek bir tasavvuf ekolü
Zahib olmak: Bir zan taşıyan, bir fikre inanan
Zındık: İnançsız, ateist
Zuhur: Görünme, ortaya çıkma

[1] Müslim, Birr 43.
[2] Buharî, Rikak 38.
[3] Bkz: Kâf sûresi, 50/16


Sızıntı, Mart 1980, Cilt 2, Sayı 14

Niyet İnsanı Kurtarabilir mi?

Neticede bir iş ve amele götüren niyet insanı kurtarabilir. Aksine, azim ve gayrete inkılâp etmeyen bir niyet ise asla…

Niyet, bir kast ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.

İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, “benim” deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; iradenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşa gücünün en metin temeli de niyettir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinatta ve insan nefsinde her şey, hem başlangıç itibarıyla, hem de devam itibarıyla niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.

Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaştırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irade ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.

Niyetteki bu güç ve müessiriyete delâlet edecek pek çok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetten de haberleri yoktur.

Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arz etmektedir. Bu noktada o, ya bin – şifâ va’diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.

Kulluk şuur ve idrakiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşrû bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysaki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrakten uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka bir şeye yaramaz. Demek ki, Yaradan’ı hoşnut etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve “ahsen-i takvîm“e mazhar oluyor. O’nun hoşnutluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor…

Niyet, öyle bir mâyedir ki, “yok” onunla “var” olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve tesirsiz kalır.

Gazada, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerin bin türlü ifsadına hep ıslah gayretleriyle mukabelede bulunarak milletimizin yarınlarını aydınlatmak isteyen mertlerin saf niyetlerinin yanı başında; iş ve faaliyetlerini şahsî çıkarları ve hasis menfaatlerine bağlayanlar da küçümsenmeyecek bir yekuna sahiptirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de baş aşağı yıkılıp “Tamu”ya gideceklerdir.

Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saadet veya şekâvet vâdeden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zira, günlük, haftalık, aylık vazifeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazifelere terettüp eden fazilet ve sevâp, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın saniye ve dakikalarını içine alacak şekilde tesir ve şümûl gösterecektir.

Cihada hazır bir asker, fiilen cihatta bulunmadığı zamanlarda dahi, mücahitlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibâdete vermiş birinin ibâdetine terettüp eden hasenâtı elde edecektir.

İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedî saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzet olacaktır. Yoksa zâhirî adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti miktarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azaba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de Cehennem’de kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Hâlbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.

İşte böyle, hem bitmeyen bir saadet, hem de tükenip yok olmayan bir azap ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikamet düşüncesi, ebedî saadete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.

Son dakikalarında kalbi, kulluk şuuruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikametinde sarf edeceği için, o niyet ve kararlılıkta bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbi tutulur. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”[1] Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüz binlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.

Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdut ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibarettir- onların niyetleridir. Ebedî saadete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü’min ferde ebedî Cennet’i kazandırıyor; aksi de, kâfire Cehennem’i.

İnkârcı, isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahi, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azap olarak çekecektir.

Aslında, yaratılışına terettüp eden şeyler itibarıyla, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istîdat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet madenin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetikte bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın…

Evet o, fertlere ve topluma musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar hâline getirmeye çalışır. Onun bu ifsat ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki mânevî duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi… Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradan’a sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimaline karşılık, pek çok şey kazanması demektir. Böyle mânevî bir tesirle insanoğlunda mücadele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevk edilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhitler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesile olmuştur.

Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücadeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzû değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, Hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor…

Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.

Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere, isyanı şuurluca ve saptırması bilerektir. “Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: – Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Allah (c.c.) buyurdu: – İn oradan (cennetten) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık. Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: Bana ba’solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: – Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.”[2] Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dair olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.

Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü’minin hayatında her şeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü “binveren” bir tarla hâline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.

“Ameller niyetlere göredir.”[3] muâmele de amele göre cereyan edecektir.

Ahsen-i takvîm: En güzel, en ideal şekil, hâl
Asfiyâ:
 İlim ve takvalarıyla seçkin, Hz. Peygamber’in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) gerçek varisi kişiler
Cesâmet:
 Büyüklük, irilik
Güdük:
 Kısır, verimsiz, neticesiz
Dûçâr olmak:
 Maruz kalmak, yakalanmak
İfsat:
 Bozma, karıştırma, karışıklık çıkarma
Şerir:
 Şerli, şirret
Tamu:
 Cehennem
Terettüp etmek:
Gerekmek, üzerine düşmek

[1] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/143; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 1/61
[2] A’râf sûresi, 7/12-16.
[3] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1; Müslim, İmaret 155; Ebû Dâvud, Talak 11.


Sızıntı, Nisan 1980, Cilt 2, Sayı 15

Kâlû-belâ Ne Demektir?

Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukavelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin.”[1] cevabı alınır.

Bu meselenin iki yönü vardır:

1) Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?
2) Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibarıyla birkaç mülâhaza arz edilebilir:

1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve misak almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı ‘ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir.

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya ” teklif ve kabul”, söz ve beyanla değil gibidir. Buna binaen bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiare-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukukî kıymeti haiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.

3) Bu türlü bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.”[2] hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şahit olma ve bu şehadeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icap ve kabul ; bu söz ve rip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tenbihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik (ego ), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gayesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binaenaleyh, insan , varlığıyla O’nun varlığını, sıfâtıyla O’nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O’nun kemalini, ihtiyaç larıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyada O’nun nurunu hissettiği Yüce Yaratıcı’yı, ilân ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demek tir.

Bu sözleşme, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisât satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icap ve kabul” gibidir.

4) Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismaniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celâluhu) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlukattan yükselen sesleri, sadâ ları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine geti rir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (celle celâluhu), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anla tır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mi saklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lafzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lafzî ” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilham dan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî “nin ayrı bir tezahür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin, her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira bugün artık anlamış bulunuyo ruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak mil yonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve gör mediğimiz âlemlere nispeten hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk ‘ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.

Allah (celle celâluhu) zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele ya pacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu , müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzuha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mev zuu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zaman üstü mahiyete sahip bulunduğundan, misakla alâkalı icap ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, komünizmin hâkim olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde dahi – materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şah sına mahsus tedâileriyle ortaya çıkacaktır.

Binaenaleyh, “elest” bezmi nde de ruhlar Rab’le mukaveleye