Akla takılan sorulara kısa cevaplar-5
Dün sabah okula doğru giderken elektrik direğine çarpmış ve oldukça hasarlanmış bir araba gördüm. Araba kullanılmaz hale gelmiş gibi görünüyordu. “Kasko yaptırmışsa ne âlâ, yaptırmamışsa o zaman maddî kaybı büyük olacak” diye düşündüm.
Sonra bir anda aklıma şöyle bir şey geldi:
Arabası olan bir insan “ya bir gün kaza yaparsam, aracımda hasar oluşur da masrafların altından kalkamazsam” diyerek bir ihtimali hesaba katarak para ödeyip arabasına kasko yaptırıyor. Güvenceyi satın alıyor. Belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir kaza ihtimali bile insanı endişeye sevk ettiğinden bu endişeye karşı tedbir olarak cebinden para ödüyor. Bu şaşılacak bir şey değil. Hayatın bin türlü hali var. Tedbirli olmak güzel bir şey.
Garip olan şu:
Bir ihtimalin endişesi bile insanı tedirgin edip cebinden bir sürü para çıkmasına sebep olurken, yüzde yüz kesin olan cehennem korku ve endişesi için cebimizden paraları bu kadar rahat çıkartamıyoruz. Yüzde yüz kesinlikte olan cenneti kazanmak, oraya yatırım yapmak için gayret gösteremiyoruz.
Bu garip durumun sebebini kendimce şöyle izah ediyorum:
İnsan her gün gözünün önünde, haberlerde kazaları görünce yahut da kendi hayatında yaşayınca kaza ihtimalinin uzak bir şey olmadığını, her an başına gelebileceğini düşünüyor. Kendi tecrübesi ya da gördükleri ona her seferinde “ya senin de başına gelirse”, “ya bir daha kaza yaparsan” dedirtiyor.
Kazayı gördüğümüz gibi cehennemi görmüyoruz ya bizdeki rahatlık biraz ondan kaynaklanıyor.
İnsan, cehennemi bir kere görmüş olsaydı bu hayatta asla pervasız, umursamaz ve duyarsız olmazdı.
İnsan, cenneti bir kere görmüş olsaydı bu hayatta Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda tembel, gevşek, isteksiz olmazdı.
Ne yapalım? Rabbimiz imtihanımızı böyle kılmış. İstiyor ki cenneti görmeden orası için gayret gösterelim. İstiyor ki cehennemi görmeden oraya karşı tedbir alalım.
O zaman şu dua ile bitirelim:
Rabbimiz bizleri “görmedikleri halde Rablerine haşyet duyanlar”dan, görmediğimiz halde cennet için yatırım yapan, görmediğimiz halde cehennemden sakınanlardan eylesin.
Eski zamanlarda adresini bilmediğimiz bir yere gitmek son derece zordu. Gideceğimiz muhite vardığımızda sora sora, araya araya adresi bulmaya çalışırdık. Bu, bazen dakikalar, bazen saatler alırdı. Günümüzde navigasyon cihazı, internetten konum atma sayesinde bu iş son derece kolaylaştı. Artık hiç bilmediğimiz yerlere bile, bize gönderilen konumu takip ederek rahatça ulaşabiliyoruz.
Bu durum bana şunu düşündürdü:
İman etmek, Allah’ın cennet için attığı konumu hedef olarak belirlemek demektir. Sâlih amel işlemek de o hedefe uygun bir şekilde yol almak demektir. Şu an bulunduğumuz yer ile hedefimiz olan cennet arasındaki yol, sırat-ı müstakimdir. Rabbimiz Kur’an’ı bize göndererek cennete giden yolu tarif etmektedir. “Şuradan gidin”, “şunları yapın”, “şuraya asla sapmayın”.
Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:
“Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir. Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus 10/25-26)
İnkâr etmek ise, şeytanın cehennemden attığı konumu kendine gidecek hedef olarak belirlemek demektir. Kötü işler, haksızlıklar, zulümler ve günahlar, şeytanın attığı o konuma uyarak yol almak demektir. Şeytan sürekli bizi, kendi bulunduğu yere çekmek için “şuradan gel”, “şuraya sap”, “buradan dön” gibi vesveseler vermektedir.
Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
“Şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” (el-Fâtır 35/6)
Her namazın her rekâtında “bizleri doğru yola ilet” diyerek cennete giden yolda olmayı istememiz bizlere öğretilmiş.
Öyleyse biz de gittiğimiz yola dikkat edelim. Hedefimiz neresi? Rehberimiz kim? Yoldaşlarımız kimler?
Rabbimiz cehenneme giden yola hiç girmeden cennete doğru en kestirme yoldan ulaşmayı bizlere nasip eylesin.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir gün Pazar yerinde dolaşıyordu. Bir buğday satıcısının önünde durdu. Buğday yığınının içine ellerini soktuğunda parmaklarının ıslandığını gördü. Adama “ey buğday satıcısı bu da neyin nesi?” dedi. Adam “Ey Allah’ın Resûlü! Yağmur yağdı, ondandır” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü adama şöyle dedi: “Madem öyle ıslak buğdayı üst tarafa koysaydın da insanlar görseydi ya! Bizi aldatan bizden değildir.”
(Müslim, İman, 102; Tirmizî, buyûʻ, 74)
Bu hadis öyle önemli mesajlar içeriyor ki… Hele de değerlerin alt-üst olduğu, güven duygusunun zedelendiği, kimsenin kimseye güveninin kalmadığı şu dönemde.
Bu hadisten anlıyoruz ki gerçek anlamda Müslüman olmak, “bizden” olmak her şeyden önce ahlaklı olmaktan geçiyor. Ahlak deyince aklımıza sadece mahremiyete ilişkin konular gelmemeli. Ahlak her şeyden önce doğru, dürüst ve güvenilir olmaktır. Allah Resûlü (s.a.v.) daha peygamber olmadan önce bile toplumda “Muhammedü’l-emîn” (güvenilir Muhammed) diye tanınmıyor muydu? İşte ahlak tam da budur.
Ahlak, insanlara kendi hakkınızda “bu kişiden asla zarar gelmez. Bu kişinin elinden ve dilinden, bütün azalarından emin olabilirsiniz” dedirtebilmenizdir. Nitekim bir başka hadiste Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.” (Buhârî, İman, 3; Müslim, İman, 64)
Bütün ibadetlerimizin amacı da sonuçta imanımızı sapasağlam yapmak ve ahlakımızı güzelleştirmek değil mi?
Allah Resûlü “ben yalnızca güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmadı mı? (Müsned, 14/513)
“Herkes yapıyor”, “yalan söylemeyen mi kaldı?”, “bu piyasada dürüst olursan iş yapamazsın”, “işin raconu bunu gerektiriyor” gibi laflar sizce Allah’ın göreceği hesapta bizi kurtarır mı?
Peygamberimizin sözündeki tehdidin ciddiyetini görmüyor musunuz? “Bizden değildir” diyor. Peki biz ondan olmayınca kimden olmuş oluyoruz?
Son kullanım tarihi geçmiş ürünlerin etiketlerini değiştirdiğimizde, kazası olan arabayı kazasız diye sattığımızda, defolu malımızın defosunu gizlediğimizde, yırtık parayı yırtık olduğu anlaşılmasın diye katlayıp kıvırarak verdiğimizde, ikinci kalite malzemeyi birinci kalite diye pazarladığımızda, dersimizi kopya çekerek geçtiğimizde geçici olarak elde ettiğimiz kazanç (!) ve başarılar (!) bizim dünyada da âhirette de yüzümüzü güldürmez. Helalinden olan az, haramdan gelen çoktan daha hayırlıdır.
Yarın kıyamet gününde Allah Resûlü’nün yanına vardığımızda “ben de senin ümmetindenim ey Allah’ın Resûlü!” dediğimizde “sen şöyle geç bakalım, sen insanları aldatıyordun, ben, bizi aldatanın bizden olmadığını söylememiş miydim?” derse ne olacak?
Rabbimiz, doğruluk, dürüstlük ve güvenilirlik vasfına sahip olan, kimseyi aldatmayan ve Allah Resûlü’nün, “bizden” dediği kimselerden olmayı bizlere nasip eylesin.
Hemen her gün haber bültenlerinde aile içi kavgalar, cinayetler, sorunlara ilişkin haberlere rastlamak mümkün. Belki bunlar çoğunluğu teşkil etmiyor ancak basında çokça yer alması, aile yuvalarında büyük problemler varmış gibi bir izlenim doğuruyor.
Kur’an ve sünnet eczanesinden bu tür dertlere deva olarak ne sunulabilir?
Bu yazıda biraz bu konu üzerinde duralım.
Ev, hane, yuva… İnsanın bu dünyadaki cenneti de olabilir, cehennemi de. Bu durum evin fiziksel yapısı, genişliği, ev eşyasının eski ya da yeni olmasından çok ev halkının hayata bakışları, birbiriyle ilişkileriyle ilgilidir.
Rabbimiz ve O’nun kutlu elçisinin talimat ve öğütlerine uymak, bizlere yalnızca âhiret cennetini kazandırmaz, bizleri bu dünyada da huzurlu ve mutlu kılar.
Şimdi Kur’an ve sünnet ikliminden, hânelerimize huzur ve mutluluk, sükûnet ve rahatlık taşıyacak formüllere kısaca bakalım.
1. Eve girerken Allah’ın adını anmak. Allah’ın adı anılan eve şeytan girmez. Şeytan ise kötülüğün en başta gelen vesilelerindendir. Besmele çekmek suretiyle, kötülüğün kaynağını hanemizin dışında tutmuş oluruz.
2. Eve selam vererek girmek. Selam Allah’ın ismi olduğu gibi esenlik, rahatlık, güvenlik gibi anlamlara gelir. Yuvasında selamet isteyen selâma devam etmelidir.
3. Evlerimizde nâfile namaz kılmak. Allah Resûlü (s.a.v.) farz namazların erkekler tarafından camide kılınmasını teşvik etmiş ancak evler için de nafile namazlardan bir pay ayrılmasını, böylece evlerin, içinde namaz kılınmayan kabirlere benzetilmemesi gerektiğini söylemiştir.
4. Evin ortak refahı için gayret gösteren herkesin hakkına vefa gösterip teşekkür etmek. Hane halkının rızkının temini, evin temiz ve bakımlı olması, yeme-içme gibi ihtiyaçların karşılanması kendiliğinden olmaz. Hane içinde bunları yapanlar bulunmaktadır. Her birinin hakkını bilip teşekkür etmek, vefa göstermek gerekir.
5. Evde adaleti hakim kılmak. Adalet her nerede bulunuyorsa orada barış ve huzur olur. Adaletsizlik her nerede varsa orada düşmanlık söz konusu olur. Evde ana-babanın çocuklarına karşı adaletli olması, hane barışının ve sükunun temininde en önemli unsurlardandır.
6. Ailede İslamî eğitim-öğretime zaman ayrılması. Rabbimiz, evlerin en güzeli olan Allah resulünün evlerinde, eşlerin en yüceleri olan Allah Resûlünün eşlerine hitaben şöyle buyurmuştur: “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın” (el-Ahzab 33/34)
7. Evde Kur’an okumak. Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Nurdur, rahmettir, berekettir. İçinde Kur’an okunan ev, Allah’ın kelamına doymuş, dipdiri bir evdir. İçinde Allah’ın kelamı okunmayan ev, harap ev gibidir. Oraya nur ve rahmet inmez, orada bet ve bereket kalmaz.
8. Allah’ı zikretmek. Evde yapılan her işte (tuvalete girerken, çıkarken, yemeğe başlarken, bitirirken, yemek yaparken, yatarken, kalkarken) Allah’ın adını anmak. Öyle ki Allah’ın adı anılmadan hiçbir iş yapmamak.
9. Aile içi sorunları en güzel yol ile çözmeye çalışmak. Allah Resûlü’nün de eşleriyle zaman zaman aralarında problem olmuştu. Ancak o hiçbir zaman şiddete başvurma, kötü sözler söyleme, eşlerini karalama, bağırma, çağırma, kırma, dökme gibi bir yola tevessül etmemiştir. Her zaman yapıcı olmuş, problemleri en güzel şekilde çözmeye çalışmıştı.
10. Âile fertleri arasında yardımlaşma: Eşler arasında, kardeşler arasında yardımlaşma, hanenin mutluluğunun en önemli sebeplerindendir. Fertlerin birbirleriyle bağlantılarını kopardığı, herkesin kendi odasına çekildiği, kimsenin kimse ile ilgilenmediği bir ailede huzur ve mutluluk hayal olur.
11. İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak. Ev içinde kötü bir durum söz konusu olduğunda bunu en güzel bir şekilde ortadan kaldırmaya çalışmak, ev içinde iyilikleri yaygınlaştırmak için kimi zaman teşvik kimi zaman özendirme gibi yollara başvurmak.
12. Aile fertlerinin birbirinin iyiliği için dua etmeleri. Eşlerin birbirine, ana-babaların çocuklarına, çocukların ana-babalarına, kardeşlerin birbirine dua etmeleri onları kalben, zihnen ve ruhen birbirine daha çok bağlar, kenetler.
Burada sayılanlara kuşkusuz daha başka maddeler de eklenebilir ancak sözü uzatmamak adına en önemli gördüklerimize temas etmekle yetinmiş olalım.
Belki bunların hepsini aynı anda gerçekleştiremeyebiliriz. Ancak meşhur kuralı hepimiz biliyoruz: “Tamamı elde edilemeyen bir şeyin tamamı terk edilemez.” Ne kadarını yapabilirsek o kadar kârdır. Alacağımız bir kararla bunlardan birini ya da birkaçını düzenli olarak uygulamaya başlamak, ilerleyen zamanlarda gözle görülür bir değişimi meydana getirecektir.
Rabbimiz hanelerimizi dünya cennetimiz eylesin.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir gün namaz kıldırıyordu. Namaz esnasında arkasındaki safta yer alan bir bedevînin “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e merhamet eyle, başka hiç kimseye merhamet etme!” diye dua ettiğini duydu. Selam verdikten sonra bedevîye hitap ederek “sen, Allah’ın genişlettiği bir şeyi daralttın!” buyurdu.
(Buhârî, Edeb, 27; Ebû Davud, Taharet, 139; Tirmizî, Taharet, 112; Nesâî, Sehv, 20)
Bakın bu olay hayatımıza ışık tutacak, bakışımızı değiştirecek hangi mesajları taşıyor?
Rabbimiz Kur’an’da “benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (el-Aʻrâf 7/156) buyuruyor. Melekler de Rabbimize, yeryüzündeki müminler için dua ederken “Rabbimiz! Sen rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatmaktasın” (el-Mü’min 40/7) diyorlar.
Her namazda okuduğumuz Fâtiha Sûresi, âlemlerin Rabbinin Rahmân ve Rahîm olduğunu söylüyor. Müslümanın parolası olan besmelede Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimleri geçiyor.
Onun bu kadar geniş olan rahmetini, bir elektronik mağazasından yeni çıkmış bir akıllı telefonu daha önce satın almak için geceden kuyruğa giren ve “erken davranmazsam bana kalmaz” mantığıyla ve başkasını dışarıda bırakacak şekilde kendi üzerimize tapulamak olacak şey mi? Eğer İslam’ın ne olduğunu kavrayamamış bir bedevî iseniz bunu yapmanız normal. Bedevîler çölde yaşayan, kaba saba insanlardı. Onlar medeniyetten uzak bulunduğu için kural kaide tanımazlar, adab-ı muaşeret bilmezlerdi. Rabbimiz onları şöyle tanımlıyor:
“Bedevîler, kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah’ın Resûlüne indirdiklerinin hududunu (sınırlarını) tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (et-Tevbe 9/97)
(Elbette onlar içinde imanları çok sağlam, Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutanlar vardı. Onlar işin istisnası)
Bu bedevî şahıs, peygamberimizin arkasında namaz kılarken yaptığı duada hem Allah’a karşı hem de peygambere karşı haddini hududunu bilmeksizin bir dua yapıyor. Allah’a karşı haddini aşıyor; çünkü Onun sonsuz rahmetini kısıtlıyor, sınırlandırıyor ve kendisine tapulamaya çalışıyor. Peygambere karşı haddini aşıyor, çünkü ondan bahsederken, sanki amcaoğlundan bahseder gibi “Muhammed” demekle yetiniyor, “Allah’ın Resûlü” demiyor!
Oysa Kur’an’ın ideal olarak gösterdiği müminler rahmeti yalnızca kendilerine tapulamıyorlar. Bakın onlar nasıl dua ediyorlar:
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (el-Haşr 59/10)
Sanmayın ki bu bedevî zihniyeti tarihin belirli bir döneminde kaldı! Günümüzde de bu zihniyet şu veya bu şekilde Müslümanlar arasında boy gösteriyor. Eline, Cenab-ı Hak tarafından rızık hazinelerinin anahtarı verilse, o hazineden kendisi dışındakilere zırnık koklatmayacak kimseler var. Bakın Rabbimiz böyle kimseler hakkında ne buyuruyor?
“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” (el-İsrâ 17/100)
Oysa ne olur Allah’ın geniş rahmetinden bütün müminler için talepte bulunsak…
Hani kendimiz için istediğimizi mümin kardeşlerimiz için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olmayacaktık? (Buhârî, İman, 6)
Hayrı yalnızca kendimiz için değil başkası için de isteyelim. Bunda bizim ne zararımız olabilir ki?
Başkası mutlu olduğunda benim mutluluğumdan çalarak mutlu olmuyor ki! Öyleyse niçin başkasının mutsuz olmasını isteyelim ki?
Başkası zengin olduğunda benim için takdir edilmiş rızık azalmıyor ki! Öyleyse niçin başkasının fakir düşmesini ya da zenginlikten uzak olmasını isteyelim ki?
Başkası sağlıklı olduğunda benim sağlığımdan etmiyor ki! Öyleyse sağlıklı, dinç, zinde olmayı niçin yalnızca kendimiz için isteyelim ki?
Rabbimiz rahmetini bizlere ve bütün mümin kardeşlerimize versin. Bizleri bütün insanların hayrını isteyen sâlih kimselerden eylesin.
Dipnot: Sahabenin tanımı ve kapsamı konusunda farklı görüşler söz konusudur. Bunlardan birisi hadisçilere ait tanımdır. Buna göre Hz. Peygamber’i mümin iken gören ve bu iman ile ölen kimselerin tamamı sahabîdir. Usulcüler ise bunu kabul etmezler. Onlara göre sahabe, örfte “bir kimsenin arkadaşı” denilebilecek kadar uzun bir süre onunla birlikte bulunan kimselere denir. Bu tanım esas aldığında hasbelkader Hz. Peygamber’in meclisinde bulunmuş, kendisinden birkaç hadis nakletmiş kimseler sahabe kapsamına girmez. Bedevîlerden Uyeyne b. Hısn, Akra’ bin Hâbis gibi kimseler, öteden beri eserlerimizde diğer sahabeden farklı bir biçimde ele alınır. Nitekim Hucurât sûresinde belirtildiğine göre Hz. Peygamber odasında istirahat halinde iken onun çıkmasını beklemeyip “Ey Muhammed! Yanımıza çıksana!” diye bağıranların “aklı çalışmayan” kimseler olduğunu âyet belirtiyor. Yine aynı sûrede fâsık bir kimseden söz ediyor. Hâsılı bu konuda farklı görüşler mevcut.
“Bir insan, başına gelen musibetleri bilir ama Allah’ın onu hangi musibetlerden korumuş olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemez.”
Diyelim ki arabanız var ve kaza yaptınız. Arabanızda maddî hasar oluştu ve bir zaman hastanede yattınız, tedavi gördünüz. Bu durumda bu musibet sebebiyle maddî kayıplarınızın ne olduğunu, sağlığınızın ve işgücü kaybınızın ne olduğunu biliyorsunuz. Peki ya Allah’ın sizi koruduğu sıkıntı, felaket, bela, musibetleri tam olarak biliyor musunuz?
Bazen, atlattığımız felaket ve musibetlerin farkına biz de varırız ve o meşhur cümleyi kurarız: “Verilmiş sadakam varmış”, “Allah beni korudu”, “Az daha gidiyordum”, “Kazaya ramak kaldı”, “yiyecek ekmeğim varmış”.
Peki ya farkına varmaksızın atlattığımız felaketler ve musibetler?
Siz, yiyemediğiniz bir yemek sebebiyle zehirlenmekten korunmuş olduğunuzu nereden bilebilirsiniz ki? Oysa belki de o yemeği yiyemediniz diye çok üzülmüştünüz… Yiyememenizin bir nimet olduğunu nereden bileceksiniz ki?
İş görüşmesinde başarısız bulunup işe alınmadığınız bir durumda, o işe alınmış olsaydınız başınıza gelecek bir felaketten korunmuş olduğunuzu bilebilir misiniz?
Evlenemediğiniz bir kimse ile evlenmiş olsaydınız nasıl bir bedbahtlık ve mutsuzluk içinde kıvranacağınızı bilemezsiniz ki…
Yılbaşındaki piyango kuyruklarını görünce aklıma geçmiş zamanlarda piyango kazanan milyonerler gelir. Bu şekilde milyonları kazanan hiç kimsenin bunun hayrını göremediği, ya ailesinin dağıldığı, ya sağlığının bozulduğu gibi haberleri mutlaka sizler de seyretmiş ve okumuşsunuzdur. O kimseye geçmişe dönme fırsatı sunulsa bir daha piyango bileti alır mıydı?
Bizler çoğu zaman, istediğimiz şeylerin gerçekleşmesi için Rabbimize dua ederiz ama bunların bir kısmının veya çoğunun gerçekleşmediğini görünce duamızın kabul olmadığını zannederiz. Kim bilir belki de Rabbimiz, o duamız sebebiyle bizim için kötü olacak o şeyi bizden uzak etti? Böylece bizleri bir musibetten korudu.
Bizler Rabbimizin şu sözünü her daim göz önünde bulundurmalıyız:
“Siz bir şeyi kötü gördüğünüz halde o şey sizin için hayırlı olabilir. Siz bir şeyi sevip isterken o şey sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara 2/216)
Rabbimiz bizleri bildiğimiz ve bilmediğimiz musibetlerden muhafaza eylesin. Verdiği nimetler ve muhafaza eylediği musibetler sebebiyle kendisine şükretmeyi bizlere nasip eylesin.
Geçen gün okuduğum bir iletide bir şey dikkatimi çekti. Öğrenci olduğunu belirten bir şahıs, namazlarını kılmasına ve Allah’a dua etmesine rağmen sınavlarında iyi notlar alamadığını belirterek bu durumun onun inançlarını zayıflattığını, ibadete olan bağlılığını azalttığını söylüyordu.
Sizler de çevrenizde mutlaka böyle düşünen kimseler görmüşsünüzdür. Hatta belki zaman zaman bu tür düşüncelere sizler de kapılmışsınızdır. Mesela namaz kılıyor, dua ediyor, elinizden geldiğince dinî kurallara riayet etmeye çalışıyorsunuz ama maddî sıkıntılarınız geçmiyor, sınav notlarınız yükselmiyor, istediğiniz şeyler olmuyor. Bunun sonucunda içten içe “Allah’ım niçin bana yardım etmiyorsun?” şeklinde duygular oluşabiliyor.
Bu tür düşünceler aklınıza geliyorsa o zaman şunları okumanın vakti gelmiştir:
Öncelikle yanlış anladığımız bir hususu vurgulayalım:
Bizler Rabbimize “dünyadaki işlerimiz iyi gitsin”, “sınavlarda yüksek not alalım”, “maddî sıkıntılarımız çözülsün”, “iyi bir eş bulalım” diye kulluk etmiyoruz! Bizler, âlemlerin Rabbi olan Allah, zatı itibarıyla kulluk edilmeye, ibadet edilmeye layık olduğu için ve bizim fıtratımız O’na sığınma, ibadet etme, yalvarmaya muhtaç olduğu için kulluk ediyoruz.
Allah’a maddî beklenti, başarı, sağlık sebebiyle kulluk etmek, “çıkarcı bir yaklaşımla kulluk etmek” anlamına gelir. Böyle bir kulluk ise kalıcı olmayıp başarısızlığa uğradığımız, sağlığımızın bozulduğu, işimizi kaybettiğimiz, kâr edemediğimiz durumda “haydi bana eyvallah” diyerek yapılan bir kulluktur. Bu türden bir kulluk, Rabbimizin ifadesiyle ortaya gelmeyip her an dışarı çıkmak için “kenarda bekleyen” bir kulluktur. Âyet bu konuda şöyle buyurur:
“İnsanlardan kimi Allah’a bir uçtan / kıyıdan kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” (el-Hac 22/11)
İkinci bir nokta daha var: Bizler dünyevî konularda çoğu zaman üzerimize düşen, yapmamız gereken şeyleri yapmıyor, Allah’a ibadet ve dua ettiğimiz zaman bunun otomatik olarak Allah tarafından gerçekleştirileceğini düşünüyoruz. Sağlığımızı korumak için gereken tedbirleri almıyor, hasta olduğumuzda ilaçlarımızı doğru-dürüst kullanmıyor, derslerimize gerektiği gibi çalışmıyor, işimizi sağlama almıyor, ticaretimizde gereken özeni göstermiyoruz. Bütün bunları “nasıl olsa dua ediyorum, Allah bu işlerimi ayarlar” diye Allah’a havale ediyoruz. Tevekkül bu mu? Tevekkül, elinden gelen bütün çabayı gösterdikten sonra gerisini Allah’a bırakmaktır.
Hz. Peygamber’e bir bakın… Yeryüzünde ondan daha büyük bir mütevekkil var mı? O, hangi işini savsaklamış? Hicret edeceği zaman Hz. Ebubekir ile gizlice Mekke’den ayrılması, üç gün boyunca ters istikametteki mağarada gizlenmeleri, Hz. Ebubekir’in kızı esmanın her gün gizlice mağaraya yiyecek getirmesi, müşrik bir yol rehberinin Medine’ye kadar onlara yol göstericilik yapması… Bu sadece bir örnek. O, her bir işinde başarıya ulaşmak için hangi adımlar atılması gerekiyorsa hiçbirini aksatmadan gereğini yaptı ve Rabbine tevekkül etti.
Bir başka husus da şu: Rabbimiz bizi şükrümüz ile sınadığı gibi sabrımızla da sınayabilir. Biz, gereken her türlü tedbiri aldığımız, Rabbimize kulluk ve duamızda hiçbir kusur yapmadığımız halde imtihan gereği zorluk, sıkıntı, başarısızlık ile karşılaşabiliriz. Bu durumda “o kadar dua ettim, kulluk ettim ama sonuç sıfır” diyerek Rabbimize mi küseceğiz? Kulluğu mu terk edeceğiz? Onu terk edince kimin kapısına sığınacağız?
Şimdi düşünelim: Kur’an’da Rabbimiz bize geçmiş peygamberlerin kıssalarını niye anlatıyor? Bu peygamberlerin tamamı da tevekkül sahibi olduğu halde içlerinde öldürülenler var mı? Var. Hasta olanlar var mı? Var. İftiraya maruz kalarak hapse atılanlar var mı? Var. Âilesinden, yerinden, yurdundan edilen var mı? Var. Onlar hiçbir zaman “ben Allah’a o kadar elçilik yapıyorum, dua ediyorum, kulluk ediyorum ama başıma bu sıkıntılar geliyor” diyerek peygamberlikten vazgeçtiler mi? Rablerine küsüp darıldılar mı? Tabi ki hayır!
Son olarak şunu bilmemiz gerekir: Bir mümin, her ne olursa olsun Rabbine karşı hüsnü zannını kaybetmez. Rabbinin Onun için hayırlı olanı takdir edeceğine inanıp güvenir. Güzel sonuç takva sahiplerinindir. Geçici başarısızlıklar, maddî kayıplar ve sıkıntılar olabilir ama biz Rabbimize bağlılığımızı sürdürdüğümüz, Ona dua ettiğimiz, Onun çizdiği sınırlara riayet ettiğimiz sürece Rabbimiz zorluk içinde kolaylık var edecektir.
Rabbimiz kendisine ihlas ile kulluk etmeyi, tevekkülün şartlarına riayet ederek tevekkül etmeyi, böylece dünyada salâhı, âhirette felâhı elde etmeyi cümlemize nasip eylesin.
“Son durağının cennet mi yoksa cehennem mi olacağını bilmeyen bir kimse nasıl rahat uyur şaşarım!”
(İbnü’l-Cevzî, Saydu’l-hâtır, s. 26, serbest bir çeviri)
Dünyevî şeyler için yaptığımız panik ve telaşın, gösterdiğimiz titizliğin zekâtı (yani kırkta biri) kadar âhiretimiz için de endişe edip titizlenirsek bu endişe bizi dipdiri tutar.
Nice geceler dünyevî bir takım korkular, kaygılar, panikler, telaşlar, stresler sebebiyle gözümüzü uyku tutmamıştır. Sabahı zor etmişizdir. İnsanın doğasında bu var, gayet normal. Ancak ebedî bir hayata doğru giden yolumuzun sonunun nereye varacağını bilmediğimiz halde bu hususu hiç düşünmemek, âhiretimiz için kaygılanmamak, kendimizi hep bir garantide görme, hep bir “son dakika golüyle de olsa maçı kazanma” havasında görmek şeytânî bir vesvese olsa gerekir.
Kur’an, şuurlu müminlerin, âhiret diye bir kaygısı, hesap verememe gibi bir endişesi, cehennem diye bir korkusu olduğunu bildiriyor.
Misal mi istiyorsunuz? Buyurun:
“Onlar Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (er-Ra’d 13/21)
Kişiyi cennete götüren zaten bu korku değil mi? Bakın Rabbimiz ne buyuruyor?
“Kim ki Rabbinin makamından korkar ve nefsini [meşru olmayan] arzularından alıkoyarsa işte cennet onun sığınağı olacaktır.” (en-Nâziât 79/40-41)
Bu korku, şuurlu müminlerin dualarına da yansıyor:
“[Onlar] şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır. Orası cidden ne kötü bir yerleşme ve ikamet yeridir!” (el-Furkan 25/66-67)
Hepsi bir yana, biz her namazın son rekâtında şöyle dua etmiyor muyuz?
“Ey Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim 14/41)
Bu âyetler, şuurlu müminlerin sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin rahmetinden ümitlerini kesmeleri için değildir. Tersine onları korku ile dengelenmiş bir ümide sevk etmek içindir.
Rabbimiz âkıbetimizi hayreylesin, korkularımızı güvene, günahlarımızı sevaba, âhirimizi felâha dönüştürsün.
İnsan, hayatında sürekli bir şeylere yaklaşmak, yakınlaşmak ve bir şeylerden uzak durmak, arasına mesafe koymak ister. Şöyle bir hayatımıza bakalım. Bazı şeylere ve bazı kimselere ilgi, alaka, sempati duyuyoruz. Onları seviyoruz, onlara yakın olmak istiyoruz. Bazı şeylerden ve bazı kimselerden ise nefret ediyoruz, sevmiyoruz, bize antipatik geliyor. Onları sevmediğimiz için onlardan uzak durmak istiyoruz.
Burada önemli olan şu:
Nelere ve kimlere yakın olduğumuzu ya da olmak istediğimizi, nelerden ve kimlerden uzak ve ayrı durmak istediğimizi neye göre belirliyoruz?
Eğer bu belirlemeyi, kendi nefsimize, aklımıza, keyfimize göre değil de sonsuz ilim sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah’ın koyduğu ölçülere göre yapıyorsak işte o zaman doğru bir iş yapıyoruz demektir. Çünkü bizler âciz varlıklarız. Nasıl ki gözümüz her şeyi görmüyor, kulağımız her sesi işitmiyorsa aklımız da her işe ermiyor. Bizler yarını bilmiyoruz. Bırakın yarını, karşılaştığımız insanların iç dünyalarını bilmiyoruz. Sadece gördüğümüze, duyduğumuza, anladığımıza bakarak hüküm veriyoruz. Çoğu zaman verdiğimiz kararların isabetli olmadığını bir zaman sonra anlayabiliyoruz. Dün doğru dediğimizin bugün yanlış olduğunu, dün iyi dediğimizin bugün kötü olduğunu görebiliyoruz. Aynı şey tüm insanlar için geçerli. Öyleyse ölçüyü bizim ya da bir başkasının belirlemesi sonucu değiştirmeyecek.
Bize şah damarımızdan yakın olan, nefsimizin bize ne fısıldadığını bilen, bizimle kalplerimiz arasına giren Rabbimiz bizim nelere ve kimlere yakın olmamızın hayırlı olacağını en iyi bilendir. Onun ölçüleri dikkate alındığında bizler Allah’a, onun resulüne ve onların yolunda gitmeye çalışan sâlih müminlere yakın durmalıyız. Bunlara uzak kalmak bizim için hüsran, ziyan ve yıkımdır. Buna karşılık bizler Allah’ın ölçülerine göre kötü olan kimselere uzak durmalıyız. Bunlarla yakın olmak bizim için hüsran, ziyan ve yıkımdır.
Bu sadece insanlarla ilişkilerimizde değil eşya ile ilişkimizde de böyledir. Allah’ın ölçülerine göre hangi maddî ve manevî özelliklere yakın olmamız iyi ise onlara yakın olmaya gayret etmeli, hangi maddî ve manevî özelliklerden uzak durmamız iyi ise onlardan uzak durmalıyız.
Eğer bir kimsenin yakınlığı, bir mal ve eşyanın bize yakın olması bize dünya ve âhirette bir fayda sağlamıyorsa o kişiden uzak olmak, o mal ve eşyaya sahip olmamanın bize hiçbir zararı yoktur. Tersine bize faydası bile vardır; çünkü bizi boş yere asıl amacımızdan uzaklaştırmayacaktır. Müminlerin en önemli vasıflarının anlatıldığı Mü’minûn sûresinde Rabbimiz “onlar ki boş şeylerden yüz çevirirler” (el-Mü’minûn 23/4) buyurarak bu gerçeği vurguluyor.
Allah Resûlü (s.a.v.) de “kişinin iyi Müslüman olduğunun göstergesi, kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesidir” buyurmuyor mu? (Tirmizî, Zühd, 11)
En başta zikrettiğimiz sözü başka noktalara da uyarlayabiliriz:
“Bilmesi size yarar sağlamayan şeyi bilmemenizin de bir zararı yoktur.
Yapmanın size yarar sağlamadığı şeyi terk etmenizin de bir zararı yoktur.”
Rabbimiz bizlere dünya ve âhirette yarar sağlayacak kimselere ve şeylere yakın olmayı, bize yarar sağlamayacak ve belki de zarar getirecek şeylerden uzak kalmayı bizlere nasip eylesin.
———–
Dipnot:
insanları dört gruba ayırmak mümkündür:
1. İman eden ve sâlih amel işleyenler. Bunlar bizim yakınlarımızsa iman bağı yanında akrabalık bağlarını da güçlü tutmamız gerekir.
2. İman eden ancak kötü işler yapanlar. Bunları hakka ve hayra davet etmeli, ıslahı için dua etmeli, şerlerine engel olmaya çalışmalıyız. Kötülüklerine son vermemeleri halinde bağları tamamen koparmamakla birlikte yakın ilişkiyi sürdürmek zarar verici olabilir.
3. İman etmeyen ancak İslam’a da düşman olmayan. Bu gibi kimselere İslam’ı anlatmak, hidayetlerine vesile olmak, hidayetleri için dua etmek gerekir. Bunlardan uzak durmak doğru olmaz. Onlara İslam’ın güzelliklerini yaşayarak göstermek gerekir.
4. İman etmediği gibi aynı zamanda İslam’a da düşman olanlar. Bunların İslam’a düşmanlığı cehaletten kaynaklanıyorsa onlara doğruyu öğretmek gerekir. Düşmanlıkları bilgi eksikliğinden değil niyet bozukluğundan ise onlarla dostluğu kesmek ve uzak durmak gerekir.
Âlimlerimiz, insanın kötü huylarını terk ederek güzel ahlak sahibi olmasını, bir kimsenin bahçesinde güzel bir ürün yetiştirmesi üzerinden anlatmışlar.
Ekim-dikim işiyle uğraşanlar bilirler. Eğer bir bahçeniz / tarlanız varsa ve oradan iyi ürün almak istiyorsanız, şu beş şeyi mutlaka yapmak zorundasınız:
1) Öncelikle bahçeyi zararlı bütün otlardan, dikenlerden, çalılardan temizlemeniz gerekir.
2) Toprağı gübrelemek gerekir.
3) Kaliteli tohum kullanmak gerekir.
4) Ürünü yeterli ve düzenli bir şekilde sulamak gerekir.
5) Ürünü böcek, tırtıl vb. zararlı haşerata karşı korumak için gerektiğinde ilaç kullanmak gerekir.
Kötü huylarından kurtulmak ve güzel ahlaka kavuşmak isteyen kimsenin yapması gereken şeyler de hemen hemen aynıdır.
1) Öncelikle nefsimizde bulunan hata, günah ve kusurları tam olarak tespit edip bunlardan kurtulmaya karar vermek, bunların tamamı için samimi bir şekilde tövbe etmek gerekir.
2) Sonrasında eğer çevremizde bizi günaha sürükleyecek kişiler, gruplar, ortamlar varsa buradan uzaklaşarak bizi hayra ve iyiliğe teşvik edecek, unuttuğumuzda hatırlatacak, yanlış yaptığımızda uyaracak arkadaşlar edinmek gerekir.
3) Sonrasında iyi huyların ne olduğunu iyice öğrenerek bunları edinmek ve hayatımıza yansıtmak için gayret göstermek gerekir.
4) İyi huyları sürekli beslemek için ibadetlere düzenli bir şekilde devam etmek, dua ve zikirlerle iyiliklerimizi geliştirmek gerekir. Rabbimiz “muhakkak ki namaz insanı kötülüklerden uzaklaştırır” (el-Ankebût 29/45) buyurmuyor mu? O halde ibadetlerin bu gücü ve etkisinden istifade etmek gerekir.
5) Kötülüklere karşı duyarlı olmak, kötülüklere karşı çıkıp mücadele etmek gerekir.
Hani Rabbimiz “Kim ahiret ekinini (mahsulünü) istiyorsa, onun mahsulünü arttırırız” (eş-Şûrâ 42/20) diyor ya… Rabbimiz tarlalarımızda güzel ürünler yetiştirmeyi ve âhirette yüzümüzü güldürecek mahsuller almayı cümlemize nasip eylesin.
Bilmemizin bize hiçbir faydası olmayan öyle şeyler biliyoruz ve bunları öğrenmeye heves ediyoruz ki… Ama bilmememizin bize büyük zararı dokunacağı nice şeyleri bilmiyoruz, daha da kötüsü öğrenmek için gayret etmiyoruz.
Mesela her müminin bilmesi gereken üç kavram var: İhlas, riya ve sıdk. Amellerimizin kabulü bu üç kavramı bilmemize ve bu bilgiye uygun tavır almamıza bağlı.
Bu üçüne yönelik o kadar çok tanımlar yapılmıştır ki ama az önce okuduğum bir cümle ve bu cümlenin açıklaması bağlamındaki ifadeler son derece hoşuma gitti. Paylaşmak istedim. Belki bu vesile ile Rabbimiz bizlere ihlas ve sadakatten bir pay verir, bizleri riyadan uzak eder.
İfade şu:
“İhlas kişinin içi ve dışının bir olmasıdır. Riya dışının içinden iyi olmasıdır. Sıdk ise içinin dışından iyi olmasıdır.”
İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, s. 386
Kısaca açıklayalım:
İhlas sahibi kimse insanlar arasında iken nasıl bir görüntü veriyorsa iç dünyasında da öyledir. İnsanlar arasında namazına ne kadar özen gösteriyorsa kendi başına kılarken de öyledir. İnsanlar arasında ne kadar dua ve zikir yapıyorsa kendi başına iken de öyledir. İnsanlar arasında iken oturmasına, kalkmasına, konuşmasına , hal ve hareketlerine ne kadar dikkat ediyorsa; insanlar arasında, arkadaşlarına, eşine, çocuklarına nasıl davranıyorsa onlarla baş başa iken de hal ve hareketleri, davranışları öyledir.
Riya sahibi kimse, dışarıya ve başkalarına karşı normalde olduğundan daha iyi bir görüntü verir. Kendi başına iken namazını özensiz ve düzensiz kılarken başkalarının arasında namazına özen gösterir. Kendi başına Kur’an’ı okumaz ya da az okurken dışarıya karşı çok Kur’an okuyormuş imajı çizer. Kendi başına davranışlarına, sözlerine hiç dikkat etmezken başkalarının içinde son derece nazik, kibar bir görünüm çizer. Riya sahibini harekete geçiren ya da duraklatan şey Allah’ın rızası değil başkalarının övgüsü ya da yergisidir. Başkalarından övgü, alkış, beğeni almak birincil hedeftir. Riya sahibi kimsenin başkalarından talep ettiği şey kimi zaman maddî kazançtır. İyi bir görüntü vererek insanlardan mal ve menfaat temin etmek, toplumda kabul edilir bir pozisyon edinmek, insanlar tarafından sevilip saygı duymak, kendinden bahsettirmek, kalplerde yer edinmek onun temel amacıdır.
Sıdk (sadakat) sahibi kimse ise dışarıya karşı, normalde olduğundan daha düşük bir görüntü verir. Onun dış dünyaya yansıttıkları, buz dağının yalnızca görünen kısmıdır. İç dünyası Rabbi ile mamur olduğu halde dışarıda bu ölçüde tanınmak istemez. Rabbinden başka kimseden bir beklentisi olmadığı için başkalarına hoş görünme gibi bir amacı, çabası yoktur. Yaptıklarını başkalarının bilmesi halinde amelinde bozulmalar olacağını düşünür. Bırakın başkalarını, kendi nefsinin bile yaptığı iyiliklerden kendisine pay çıkararak sevinmesini, kendini beğenmesini (ucb) hoş görmez. Sürekli yaptığı işlerdeki kusurları görür.
İnsanın ihlas sahibi olması o kadar zor ki… Bunun için nefsi ile çok ciddi bir mücadele içine girmesi, her bir hareket ve davranışında kalbini kontrol etmesi gerekir. Hele sıdk/sadakat sahibi olması ona göre çok daha zor. Ancak imkânsız değil… En kolay olan ise riya… Amelleri mahveden riya… Suyu doldurduğumuz kovanın dibindeki delik mesabesinde bütün amellerimizi heba eden riya…
Rabbimiz bizleri ihlas sahibi olan (muhlis) ve ihlasa erdirilen (muhlas), daha da ötede içi dışından daha iyi olan (sıdk) kullarından eylesin, riyanın her türlüsünden muhafaza eylesin.
Dipnot:
Buradaki üçlü tasnif, iyi davranışlar yönüyle yapılan bir tasniftir. Yani dıştan bakıldığında iyi davranışlarda bulunan bir kimsenin iç dünyası dikkate alındığında üç ihtimal söz konusu:
Ya içi de dışı gibi iyidir. (ihlas)
Ya içi kötü olduğu halde dışa iyi görünüyordur (riya)
Ya da içi dışından daha iyidir. (sıdk).
Her hastalık insanı öldürmez ama hastalıklara karşı tedbir alınmazsa bunlar insanın sağlığını tehdit eder ve hatta ölümüne yol açabilir.
Günahlar da böyledir. Her günah insanı imanından etmez ama günahlara karşı tedbir alınmazsa bunlar insanın imanını tehdit eder ve hatta imanını yitirmesine yol açabilir.
Hastalığı oluşturan şey mikroplardır ve biz mikropları dış dünya ile temas ettiğimiz andan itibaren almaya başlarız. Eğer göz, kulak, el, ayak gibi organlarımızı mikroplara karşı sürekli temiz tutmazsak ve içimizde de güçlü bir bağışıklık sistemi yoksa sonunda mikroplara teslim oluruz.
Haramlar da böyledir. Dış dünyada var olan haramlar ve günahlara karşı gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımızı korumazsak ve iç dünyamızda güçlü bir takva bağışıklığı oluşturamazsak sonunda haramlar bizleri teslim alır.
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahından tövbe edip uzaklaşırsa kalbi arınır. Tövbe etmeyip günah işlemeye devam ederse, o siyah nokta artar ve nihayet kalbin her tarafını kaplar.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 74)
Öyleyse çözüm nedir?
Hastalıklara ve mikroplara karşı nasıl davranmamız gerekiyorsa öyle davranmaktır. Yani?
1) Hastalık oluşturabilecek ortamlardan mümkün olduğunca uzak durmak.
2) El-ayak, göz-kulak, dil-dudak gibi organları mikroplara (haramlara) karşı korumak.
3) Bulaşabilecek mikroplara karşı temizlik yapmak, tövbe istiğfara devam etmek.
4) İçimizde sağlam bir bağışıklık (takva) sistemi oluşturmak için gayret göstermek.
Rabbimiz bizleri maddî ve manevî her türlü hastalıklardan muhafaza eylesin. Bedenimizi ve ruhumuzu sıhhat ve selamet üzere kılsın.
Eskiden âlimler birbirleriyle buluştuklarında veya birbirlerine mektup yazdıklarında mutlaka şu üç şeyi tavsiye ederlermiş:
“1. Kim içini düzeltirse Allah da onun dışını düzeltir.
2. Kim Allah’la arasını düzeltirse Allah da onun insanlarla arasını düzeltir.
3. Kim âhireti dert edinirse, Allah onun dünya dertlerine yeterli olur.”
(Kaynak: İbn Ebi’d-dünya, el-İhlas ve’n-niyye, s. 54, 25 no’lu rivayet)
Ne kadar önemli üç madde… Bunlara kısaca bir bakalım:
Başkalarına karşı dışımızı nasıl da süslüyoruz değil mi? Dışarıya çıkacağımızda üstümüz-başımız, kılık-kıyafetimiz uygun mu? Ayakkabım tozlu-çamurlu mu? Müslüman elbette dış görüntüsüne de önem verir. Zaten daha ilk inen sûrelerden olan Müddessir sûresinde Rabbimiz “elbiseni temiz tut” (el-Müddessir 74/4) buyurmuyor mu?
Sıkıntı dışımızı düzeltmekte değil. Sıkıntı “yalnızca dışa önem vermek”te. İç dünyamızdaki kirleri kimse görmediğinden orayı süsleme, düzeltme ihtiyacını hissetmiyoruz. Oysa orayı Rabbimiz görüyor. Biz iç dünyamızı güzelleştirsek Allah bizim dış dünyamızı da bir şekilde düzeltir, güzelleştirir. İç güzelliğinin dışa yansıması diye bir şey var sonuçta. Hem, âyette buyrulduğu gibi müminlerin sîmalarında secde sebebiyle bir güzellik, nur oluşacağını Rabbimiz haber vermiyor mu? (el-Fetih 48/29)
İkinci madde ilkinden de önemli… Allah ile aramızı ıslah etmek. Eğer O’nunla aramız iyi değilse hiçbir şeyle aramız iyi olmaz. Çünkü her şeyin sahibi O. Mülkün sahibi ile aran iyi değilse O’nun mülkü ile nasıl aran iyi olabilir ki? Eğer O’nun emir ve yasaklarına riayet ederek O’nun rızası doğrultusunda bir ömür sürersen er-geç O, senin başkalarıyla da aranı düzeltecektir. İşte Hz. Yusuf… O’nun Rabbi ile arası iyiydi, kardeşleriyle arası kötüydü. Sonuç ne oldu? Kardeşleriyle de arası düzelmedi mi? Elbette bunun istisnaları olacaktır. Küfürde direten, İslam’a düşman olanlarla aramız elbette hiçbir zaman düzelmeyecek. Tıpkı Hz. İbrahim’in babasıyla, Hz. Nuh’un oğluyla arasının düzelmediği gibi.
Üçüncü madde de ilk ikisi gibi önemli… Âhireti birinci plana alan, hareket ve davranışlarında âhiret odaklı yaşayan, her şeyden önce ve önde onu dert edinen kimsenin dünyadaki dert ve sıkıntıları konusunda Allah O’na yardımcı olacaktır. İmtihan gereği zaman zaman sıkıntılarla karşılaşsa da, zaman zaman “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye soracak olsa da bir şekilde Allah işin sonunu felâha çevirecektir. O değil mi şu sözü veren: “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (en-Nahl 16/97)
Eski âlimler birbirine ne güzel şeyler tavsiye ediyorlarmış değil mi?
Rabbimiz bu tavsiyeleri tutan kullarından eylesin.
Günlük hayatta çok sık kullandığımız iki kelime olan “akıl” ve “hikmet” kelimelerinin her ikisinin de aslen “men etme, engel olma” anlamına geldiğini biliyor muydunuz?
Evet, bu iki kelimenin başka anlamları da bulunmakla birlikte her ikisinin de aslî anlamı “engel olmak”tır. Araplar, atın ağzına vurulan geme “hakeme” derler. Çünkü binici, atın kendi başına serbest ve serkeş bir şekilde hareket etmesini bu gem sayesinde engeller. Bir kimse kendisini kötü durumlara düşürecek şeylere karşı engelliyor, davranışlarına çeki düzen veriyor, yanlışa düşmeme konusunda iç kontrol mekanizmasını işletiyorsa o kişiye de “hakîm (hikmet sahibi)” adı verilir.
Akıl kelimesinin de “engelleme” anlamı aslî anlamıdır. Hatta Arapça’da akılla eş anlamlı kullanılan “hicr”, “nühâ”, “müske” gibi kelimelerin tamamında da tutmak, engellemek anlamı vardır.
Buradan ne sonuç çıkar?
Eğer bir kimsenin iç dünyasında bir fren mekanizması varsa, kişi kendisini Allah nezdinde ve kullar karşısında kötü durumlara düşmekten alıkoyuyor, günahlara ve kötülüklere karşı kendini kontrol ediyorsa o kişi âkıl (akıl sahibi) ve hakîm (hikmet sahibi) olarak isimlendirilmeyi hak eder. Ancak kişi nefsinin ölçüsüz istek, arzu ve dürtülerine uyuyor, kendisini kontrol edemiyor, frenliyemiyorsa bu kişi ne kadar çok bilgi, kültür, eğitim sahibi olursa olsun Allah nezdinde “akıllı” ve “hikmet sahibi” olarak nitelenmeyi hak etmiyor demektir.
Buradan anlıyoruz ki İslam kaynaklarında akıldan, hikmetten söz edildiğinde bununla ezberlenmiş kuru bilgi yığını, malumatfüruşluk, zekâ ve dehâ değil kişinin iç fren mekanizması, otokontrol gücü ve nefis muhasebesi kast edilmektedir.
Rabbimiz bizleri akıl ve hikmet sahibi kullarından eylesin.
Dipnot: Kur’an’da akıl sözcüğü hep fiil formunda (akletmez misiniz / aklınızı kullanmaz mısınız vb.) yani işlevsel olarak kullanılmıştır. Akletme fiilinin kalpte gerçekleştiği belirtilmekle birlikte buradaki kalp, vücudumuzdaki organ değil insanın bir tür idarî merkezidir. İslam ilim tarihinde aklın mahiyeti, türleri, sınırları, nerede olduğu konusu çok tartışılmıştır. Ebu Hanife aklın yerinin dimağ (beyin) olduğunu savunurken İmam Şâfiî, Kur’an’daki ifadelerin zâhirinden hareketle aklın yerinin kalp olduğunu savunmuştur. En doğrusunu Allah bilir.