Hanım Sahabilerin Hayatı-1
Manevi Şahsiyetler Menüsü
- Peygamberler
- Erkek Sahabilerin Hayatı-1
- Hanım Sahabilerin Hayatı-1
- HAYATU’S-SAHABE 1. ve 2. cilt Muhtasar pdf-epub
- Sahabe İle İlgili Kitaplar
- Sahabi Hayatından Tablolar (Çocuklar İçin Kitaplar)
- Sahabeler kaç tabakadır? En son vefat eden sahabi hangisidir?
- Peygamber Efendimizin Hayat Kronolojisi
- Peygamber Efendimiz İle İlgili Kitaplar İndir – Siyer
- Peygamber Efendimiz (Çocuklar İçin Kitaplar)
- Siyer (Hz. Muhammed as Hayatı)
- TESBÎTU DELÂILI’N-NÜBÜVVE – Mûcizelerle Hz. Peygamber’in Hayatı
Hanım Sahabiler-1
Hatice (r.anha) Kimdir?
Hz. Hatice (r.a.) Peygamber Efendimize ilk inanan ve ona ilk eş olma şerefine eren bahtiyar annelerimizden… Kibar, nâzik, afif ve edeb timsali bir hanımefendi… Mü’minlerin annesi…
Hazret-i Hatice, yeryüzünde İslâm’a ilk inanan insan. Resûlullah Efendimiz’in Peygamberliğine ilk destek veren şerefli bir eş. Efendisinin en sıkıntılı anında, sözleriyle onu teselli eden, sevgisiyle, saygısıyla büyüklüğünü gösteren, bakışlarıyla, hizmetiyle gönlünü ferahlatan neşe dolu bir arkadaş… Kendisinden sonra gelecek İslâm hanımefendilerine, hayatı anlama, kavrama ve yaşama konularında olduğu kadar, İslâm davasına sahip çıkma hususunda da Efendimize gösterdiği refikalığı ile eşsiz bir örnek.
HZ. HATİCE’NİN (R.A.) HAYATI
Hazret-i Hatice vâlidemiz 556 miladî yılında Mekke’de doğdu. Babası Huveylid, annesi Fâtıma’dır. Asil bir soya mensuptur. Nesebi baba tarafından Kusay’da, anne tarafından da Lüey’de sevgili Peygamberimizin soyu ile birleşir.
O, İslâm’dan önce “Tâhire” lakabıyla anılırdı. İffet timsali bir hayatı vardı. Babası Kureyş eşrafından büyük bir tüccardı. Ficar savaşlarından önce öldü. Cahiliye döneminde iki evlilik yaptı. İkinci kocasının ölümünden sonra gelen evlilik tekliflerini kabul etmedi. Talepleri geri çevirdi. Gönlü yüce ahlâk sahibi birini arıyordu. Güvenli bulduğu kimselerle ortaklaşa ticaret yapmaktaydı. Büyük kervanlara sahipti.
Tanıdıklarının tavsiyesi üzerine çevresinde üstün ahlâk sahibi ve güvenilir bir genç olarak bilinen Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile anlaşma yaptı. Kölesi Meysere’yi de hizmetine vererek Şam seferine gönderdi.
PEYGAMBERİMİZDEKİ OLAĞANÜSTÜ HALLER
Bu seferde, Hazret-i Muhammed’de (s.a.v.) hârikulâde haller görüldü. Sefer müddetince bir bulut ve kuş şekline giren iki melek devamlı onu güneşten gölgeleyerek korudu. Yürüyemeyecek derecede zayıf düşen iki devenin ayaklarını sıvazlıyarak onların süratlenmesini sağladı. Busra’da kuru bir ağacın altına oturdu ve ağaç yeşerdi. Rahip Nastura yeminle onun son peygamber olduğunu müjdeledi. Hazret-i Hatice (r.a.), Efendimiz’in bu özelliklerini bir bir kölesi Meysere’den dinledi. Kendisine hayran kaldı ve evlenme teklifinde bulundu.
EVLİLİK TEKLİFİ HZ. HATİCE’DEN (R.A.) GELDİ
Arkadaşı Nefise binti Ümeyye bu işte aracı oldu. Teklifi Efendimiz’e götürdü. O da, sevgili amcaları Hamza ve Ebû Tâlib’e (r.a.) durumu arzetti. Onlarla istişare etti. Sonunda evliliğe karar verdi. Hazret-i Hatice’nin (r.a.) evinde Ebû Tâlib ve Varaka bin Nevfel’in karşılıklı hitabelerinden sonra yirmi dişi deve mihirle nikâhları kıyıldı. Hazret-i Hatice annemiz kırk yaşında, sevgili Peygamberimiz de yirmi beş yaşlarındaydı.
Hazret-i Hatice (r.a.) bütün servetini “Muhammedü’l-Emin”e bıraktı. Ticarete devam edildi. Bol kazanç elde edildi. Yaşça büyük olmasına rağmen o, bir hanımefendi olarak efendisine son derece hürmetkâr davrandı. Çok nâzik hareket etti. Son peygambere hanım olma şerefini en büyük nimet bildi. Bunun için maddi ve manevi hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Hizmetiyle aile yuvasını cennetten bir köşe haline getirdi. Misafirperverdi. Cömertti. Şefkat ve merhametliydi. Yetimlere, kimsesizlere sığınakdı. Güleryüzlüydü. Firaset sahibi idi. Efendisinin gözünden, sözünden ve hareketlerinden maksadını anlardı.
ZEYD’İN ÂZAD EDİLMESİ
Bir sefer dönüşü yeğeni Hakim İbni Hizam henüz küçük bir çocuk olan Zeyd İbni Hârise’yi köle olarak satın alıp Mekke’ye getirdi. Hizmet etmesi için halası Hazret-i Hatice annemize verdi. İki Cihan Güneşi Efendimiz, çocuğu görünce hanımına: “Eğer bu köle benim olsaydı, muhakkak onu hürriyetine kavuştururdum.” buyurdu. Hazret-i Hatice (r.a.) annemiz bu söz üzerine Zeyd’i efendisine hediye etti. Efendimiz de bu yavrucağızı azâd edip hürriyetine kavuşturdu.
Aile yuvaları işte böyle firaset sahibi, anlayışlı, itaatkâr hanımefendilerle Cennetten bir köşe haline gelir. Efendisinin bir dediğini ikiletmeyen, onun sevdiğini kendisinin sevgisi bilen, onun arzularının yerine gelmesini, onun mutluluğunu öncelikle hedefleyen hanımefendilerle…
PEYGAMBERİMİZİN HZ. HATİCE’DEN (R.A.) DÜNYAYA GELEN ÇOCUKLARI
Hazret-i Hatice (r.a.) annemizin bu evlilikten iki erkek, dört kız çocuğu oldu. İlk çocuğu Kasım’dı. Efendimiz onunla künyelendi. Ebe’l-Kasım dendi. İki yaşına kadar yaşadı. Kızları ise, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma idi. Son çocukları Abdullah’dı. Nübüvvetten sonra doğdu. Çok kısa ömürlü oldu. Daha henüz sütten kesilmeden öldü.
HİRA MAĞARASI VE TEFEKKÜR
Efendimiz, kırk yaşlarına varmıştı. Yalnızlık ona sevdirilmişti. Kavminin putlara taptığını gördükçe onlardan uzaklaşmak isterdi. Her yıl Ramazan ayında yaklaşık bir ay müddetle Mekke’den çıkar, Hira Mağarası’na giderdi. Orada ibadet ederdi. Tefekküre dalar, Kâbe’yi seyrederdi. Bu gidiş-gelişler esnasında yoldaki ağaçlar kendine selâm verir oldu. Bir takım ışıklar görmeğe sesler duymağa başladı. Bunların cinlerle ve kâhinlerle ilgili olduğunu zannederek korkardı. Zaman zaman bu hallerini hayat arkadaşı ve sırdaşı muhtereme hanımına anlatır ondan teselli beklerdi.
Bir gün annemize şöyle açıldı: “Ey Hatice! Ben ışıklar görüyor, sesler işitiyorum. Ben bir kâhin olmaktan korkuyorum. Allah’a yemin ederim ki şu putlardan ve kâhinlikten nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem.”
VARAKA BİN NEVFEL’İN TAVSİYESİ
Hazret-i Hatice (r.a.) annemiz, efendisindeki cevheri önceden keşfetmişti. Onun son peygamber olarak vazifelendirileceği günleri beklemekteydi. Hizmetini ve hürmetini ona lâyık bir hanımefendi olarak yapmaktaydı. Onun korku ve endişelerini büyük bir basiret ve anlayışla şu ifadeleriyle izâle etmeye çalıştı.
“Allah seni hiçbir zaman öyle yapmaz. Çünkü sen emanete riâyet edersin, akrabana iyilikte bulunursun, asla yalan söylemezsin.”
Sonra birlikte Varaka bin Nevfel’e gittiler. Durumu ona anlattılar. Hıristiyanlık üzere geniş bilgisi olan Varaka, iki cihan güneşi Efendimiz’e korkulacak bir şey olmadığını söyledi ve: “Sesi işitince oradan uzaklaşıp başka yere gitme. Sana söylenilen şeyi iyi dinle. Sonra söylenilen şeyleri bana haber ver” dedi. Bütün bunlar onu yükleneceği büyük vazifeye hazırlamak içindi. Allah, Habibini yavaş yavaş hazırlıyordu.
Hazret-i Hatice vâlidemizin hayatta en önemli hizmetlerinden birisi, Efendimiz’in Peygamberliğini tereddütsüz kabul edip herkesten önce iman etmesi ve onu bütün varlığı ile desteklemesidir.
CEBRAİL ALEYHİSSELAM İLE KARŞILAŞMA
610 miladî yılının Ramazan ayı idi. Her zamanki âdeti üzere yine Hira mağarasına gitmişti. Orada Rabbine ibadet ediyordu. Cebrâil’i (r.a.) daha önce görmemişti. Fakat ilâhî vazifenin tebliğ edileceği vakit gelmişti. Cebrâil (a.s.) geldi. Gür fakat tatlı bir sesle “Oku!” dedi. Efendimiz: “Ben okuma bilmem” dedi. Cebrâil (r.a.) onu kucakladı ve sıktı. Bu hal üç kez tekrarlandı. Sonunda Cebrâil (a.s.) Alak Sûresi’nin şu meâldeki ilk beş ayetini tebliğ etti ve kayboldu.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O Rabbın ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazı yazmayı öğretendir. O, insana bilmediğini öğretendir.”
HZ. HATİCE’NİN (R.A.) DİKKATİNİ ÇEKEN NUR VE KOKU
Fahr-i Kâinat Efendimiz büyük bir heyecan içerisinde, yüreği titreyerek evine döndü. Annemiz, Efendimiz’i büyük bir sevinçle karşıladı. Gözünü mübarek yüzünden ayıramadı. Şimdiye kadar görmediği bir nur vardı yüzünde. Etrafa güzel kokular yayılıyordu. Tatlı bir şekilde alnından öptü ve:
“Anam-babam sana feda olsun. Yüzünde şimdiye kadar görmediğim bir nur görüyorum. Şimdiye kadar hissetmediğim bir koku alıyorum” dedi. Efendimiz heyecanlıydı. Ancak Beni örtünüz, beni örtünüz!..” diyebildi.
“SEN HAKSIZLIĞA UĞRAYANLARA YARDIM EDENSİN”
Hazret-i Hatice annemiz hemen üzerini örttü. Sardı sarmaladı ve yatırdı. Bir müddet dinlendikten sonra kendine gelen Efendimiz kalktı ve başından geçenleri en yakın sırdaşı, teselli kaynağı, biricik hayat arkadaşı ailesine anlattı ve: “Bana neler oluyor Hatice? Doğrusu korkuyorum.” dedi. Hakkı, hakikatı tam kavramış olan annemiz bir peygamber hanımı olarak Efendimiz’deki korku ve endişeyi şu sözleriyle gidermeye çalıştı:
“Öyle deme! Yemin ederim ki Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmez. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğru konuşur, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın. Yoksulları kayırırsın. Misafirleri ağırlarsın. Haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin” dedi.
Hazret-i Hatice annemiz, Efendimiz’i tekrar amcası oğlu Varaka’ya götürdü. Tevrat ve İncil’i iyi okuyan bu Hıristiyan âlim Efendimiz’i dinledi. Sevinçli bir şekilde ona: “Bu gördüğün melek, bütün Peygamberlere vahiy getiren melektir. Sen bu ümmetin Peygamberisin. Ah, ne olurdu kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman ben sağ ve genç olsaydım.” dedi. Efendimiz:
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” dedi. Varaka da:
“Evet çıkaracaklar” dedi ve şunları ilâve etti: “Yeni bir din tebliğ eden kimse yoktur ki, düşmanlık ve işkence görmesin. Eğer ben senin dâvet günlerine yetişecek olursam sana yardım ederim” diye de destek verdi.
Hazreti Hatice annemiz, Efendimiz’i hep düşünceli görmekteydi. Büyük bir görev yüklenmişti. İçinde bulunduğu cemiyette bu vazifeyi yerine getirmek kolay değildi. Bütün dünya karşısında yer alıyordu. Efendimiz bu büyük derdini annemize: “Bana kim inanır ya Hatice!” diye seslendirdi.
İSLAM’IN İLK MÜ’MİNİ
Soyu sopu, zenginliği, güzelliği ve olgunluğu ile şeref timsali annemiz büyüklüğüne büyüklük katan, firasetli davranışıyla şeref ve izzetini artıran şu sözleriyle Efendimize destek verdi: “Sana kim inanmaz ki? Önce ben inandım.” deyip kelime-i şehadet getirdi. İslâm’ın ilk mü’mini oldu. Allah Resûlü’nün ilk destekçisi oldu. Ona sevgisini, sadâkatini, itaatini ve refikalığını gösterdi. Dünya durdukça bu yüce davranışıyla anılmasını sağladı.
MÜSLÜMANLARIN İLK KILDIĞI NAMAZ
Sevgili hanımının iman etmesi üzerine Efendimiz büyük bir moral buldu. Hemen ona abdest almayı öğretti. Sonra Cebrâil’den (a.s.) gördüğü şekliyle birlikte gizli gizli namaz kılmaya başladılar. Bir müddet sonra çocuk yaşta Ali (k.v.) onları ibadet ederken gördü. Ne yaptıklarını sordu. Efendimiz’in açıklamaları üzerine o da Müslüman oldu. Yeryüzünde üçüncü Müslüman olma şerefine erdi.
Vefâ ve sadâkat timsali Hazret-i Hatice vâlidemiz, müşriklerin zulmü karşısında Efendimizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Servetini onun dâvâsı uğrunda harcamaktan geri durmadı. Yirmi beş yıl kadar süren, mutlu bir evlilik hayatı yaşadı. Sıkıntılara, ezâ ve cefâlara fedakârâne bir şekilde sabretti. Tahammül gösterdi. Nihayet her fâni gibi onun da ömrü doldu. Dünyada ektiklerini biçmeye, ebedî ve sıkıntısız bir hayata, Cennete vasıl oldu.
HZ. HATİCE’NİN (R.A.) VEFATI
Hicretten üç yıl kadar önce Ramazan’da hastalanan Hazret-i Hatice (r.a.) annemiz miladî 620 tarihinde Rabbimizin müjdelediği Cennetteki sarayına uçtu. Bedeni Mekke şehrinde kaldı. Hacun Kabristanı’na defnedildi. Kabrine bizzat Peygamberimiz indi. O tarihte farz olmadığı için cenâze namazı kılınmadı. Aynı sene Efendimiz amcası Ebû Tâlib’i de kaybetti. O seneye üzüntü, keder yılı manâsına “Senetü’l-Hüzn” dendi.
PEYGAMBERİMİZ EŞİ HATİCE’Yİ (R.A.) HİÇBİR ZAMAN UNUTMADI
Hazret-i Hatice annemiz, Efendimizin sâdık bir müşâviriydi. Kederini, sıkıntısını hafifleten bir teselli kaynağı idi. “Kübrâ” sıfatı en büyük hanımı olması sebebiyle verilmişti. Efendimiz onu ömrü boyunca hiç unutmadı. Onun fedâkarlığını, dostluğunu her fırsatta andı. Evde koyun kesildiği zaman Hazret-i Hatice annemizin eski dostlarına birer parça gönderirdi. Bir defasında kız kardeşi Hâle hâne-i seâdete girmek üzere izin almak için kapıyı çaldı. Efendimiz onun sesini Hazret-i Hatice annemizin sesine benzeterek heyecanlandı ve:
“Allah’ım bu Huveylid kızı Hâle’dir!” dedi.
Bu sevgiyi Hazret-i Ayşe annemiz kendinin tutamayarak:
“Yâ Resûlallah! Devamlı Hatice’den bahsediyorsunuz. Halbuki Allah size ondan daha hayırlısını verdi.” dedi.
Rahmet ve şefkat Peygamberi Efendimiz derhal müdahale etti ve:
“Hayır, ondan iyisi verilmedi. Çünkü o, herkes küfür içindeyken bana iman etti. Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. Herkes malını benden esirgerken o malına ortak etti. Ve Allah bana ondan çocuklar ihsan etti.” buyurdu.
Hazret-i Ayşe validemiz, Efendimiz’den özür dilercesine:
“Ya Resûlallah! Allah’a yemin olsun ki, bundan sonra Hatice’nin hatıralarını sizden dinlemek istiyorum.” dedi.
ALLAH’IN SELAM GÖNDERDİĞİ KADIN
Bir defasında yine Efendimiz onun için:
“Hem çocuk annesi hem de ev işlerini tanzim edendi” buyurdu. O, bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı idi. Yüce Rabbimiz onu Cennette köşkle müjdeledi. Cebrâil’i (a.s.) Efendimize gönderdi ve:
“Hatice’ye Rabbinden ve benden selâm söyle. Onu, Cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele. Orada ne gürültü-patırtı vardır, ne de çalışıp çabalamak. Zahmet, külfet bulunmayacak.” buyurdu.
Rabbimiz bizleri annemize lâyık evlât eyleyip şefaatlerine nail eylesin. Cennet’teki köşkünde cem eylesin. Amin.
Aişe (r.anha) Kimdir?
Hz. Âişe, Peygamber Efendimiz’in eşi ve onun en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in kızıydı. Âişe-i sıddîka diye tanındı. Annesi Ümmü Rûmân, Peygamber Efendimiz’in çok değer verdiği bir hanımdı.
Hz. Aişe Annemizin Kısaca Hayatı
Hz. Âişe, Efendimiz’e peygamberlik geldikten 4 yıl sonra Mekke’de doğdu. Peygamber Efendimiz’e rüyasında bir meleğin 2-3 defa “Bu senin hanımındır” diye Hz. Âişe’yi göstermesi üzerine, Efendimiz onunla Medine’de, hicretin ikinci yılında evlendi.
Hz. Âişe Mescid-i Nebevî’ye bitişik 6 arşın genişliğindeki küçücük bir eve gelin geldi. Evinin kapısı Mescid’e açıldığı için Peygamber Efendimiz’in bütün sohbetlerini, vaaz ve hutbelerini dinlerdi. Mükemmel zekâsı, kuvvetli hâfızası ve güzel konuşmasıyla Peygamber Efendimiz’in takdirini kazanmıştı. Bu sebeple Efendimiz onunla konuşmaktan, bitip tükenmeyen sorularına cevap vermekten zevk duyardı.
Peygamber Efendimiz’in evlendiği hanımlardan bâkire olan sadece Hz. Âişe’ydi. Hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra en fazla onu severdi.
Resûl-i Ekrem ile 8 yıl evli kalan Hz. Âişe’nin hiç çocuğu olmadı. Hadisimizde geçen Abdullah’ın annesi anlamındaki Ümmü Abdullah künyesini ona Peygamber Efendimiz verdi. Zira Araplarda kadın, erkek herkes bir künye alırdı. “Teyze anne sayılır” buyuran Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah İbni Zübeyr’den dolayı bu künyeyi verdi. Peygamber Efendimiz onun odasında vefat ettiğinde Hz. Âişe çok genç yaşındaydı.
Geceleri namaz kılar, çoğu zaman oruç tutardı. Öksüz ve yetimleri himâye edip yetiştirir, sonra da onları evlendirirdi.
Tekrarlarıyla birlikte 2210 hadis rivayet etmiş olan Hz. Âişe, sahâbe arasında en çok hadis bilen yedi kişiden biriydi. Kur’ân-ı Kerîm’i bütün incelikleriyle anlar ve tefsir ederdi. Arap şiirini ve soy bilgisi demek olan ensâp ilmini de çok iyi bilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadîs-i şerîfleri, kısaca İslâmiyet’i pek çok insana öğretti.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra 47 yıl daha yaşadı. Hicretin 58. yılında, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi 63 yaşında iken Medine’de vefat etti. (Kaynak: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları)
HAZRET-İ AİŞE ANNEMİZİN HAYATI
Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin nikâhta ikinci, evlilikte üçüncü eşi… Nikâhı Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşen genç, zekî, âlime, edîbe, afîfe, bâkire ve sâliha bir hanımefendi… Hizmetiyle, ilmî kabiliyetiyle ve İslâm’ı tebliğdeki gayretiyle Efendimizin özel sevgisine mazhar, devrin yedi fıkıh âliminden biri… Fıkıh ilminin kurucularından… Baba ocağından aldığı eğitimini vahyin aydınlığı ile daha da geliştiren, ilmi ilk kaynağından elde etme bahtiyarlığına eren ve çok hadis rivayet eden, ferâiz ilminde mâhir bir ilim eri… Mü’minlerin annesi… Sıddîk’ın kızı sıddîka…
PEYGAMBER EFENDİMİZ İLE NASIL EVLENDİ?
Hazret-i Âişe (r.anhâ) hicretten sekiz sene önce 614 m. tarihinde Mekke’de doğdu. Müslüman bir aile ocağında büyüdü. Babası Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a.), annesi Kinâne kabilesinden Ümmü Rumân binti Âmir İbni Uveymir’dir. Onun Rasûlullah (s.a.) efendimizle nikâhlanması Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşti. Şöyle ki:
Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz, Hatice annemizin vefatından sonra rüyasında Cebrâil aleyhisselâm’ı gördü. Bir mahfaza içinde kendisine resim takdim etti ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu kız sana eş olacak. Senin hüzün ve yalnızlığını giderecek,” dedi. Efendimiz mahfazayı açtığında Âişe annemizin resmini gördü. Bu rüyadan Cenab-ı Hakk’ın emriyle Âişe ile evleneceğini anladı.
O günlerde Osman İbni Maz’ûn (r.a.) ile ailesi Havle binti Hakim, Efendimizi ziyarete geldi. Havle (r.anhâ) Efendimize dünürlük yaptı. Gönlünde saklı tuttuğu teklifi açığa çıkar dı ve iki isim söyledi. Sevde binti Zem’a ve Ebû Bekir’in kızı Âişe. Efendimiz gördüğü rüya üzerine Âişe’yi istemek için onu görevlendirdi.
Havle (r.anhâ) derhal Ebû Bekir (r.a.)’ın evine geldi. Evde sadece Ümmü Ruman vardı. Ona: “Ey Ümmü Ruman! Allah’ın sizi hayır ve bereketten neye eriştirdiğini biliyor musun?” dedi. O da: “Nedir o?” dedi. Havle: “Allah’ın Rasûlü, Âişe’yi istemek üzere beni size dünür gönderdi,” dedi. Ümmü Ruman bu teklif karşısında “Ebû Bekir’in gelmesini bekle,” dedi. O sırada Ebû Bekir (r.a.) da eve geldi. Havle (r.anhâ) aynı teklifi ona da açtı.
Ebû Bekir (r.a.)’ın gönlü kıpır kıpır oldu. Allah’ın rasûlüne kayınpeder olmak, ona hısım olarak daha da yakınla-ş mak ne büyük şerefti. Bu saadet bu bahtiyarlık nasıl kaçırılırdı? Fakat zihnine takılan bir husus vardı. Kısık bir sesle Havle’ye: “Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre helâl olur mu?” dedi.
Havle (r.anhâ) bu soruya cevap bulmak üzere hemen Efendimize koştu.
İki Cihan Güneşi efendimiz Havle’nin geldiğini gördü. Daha onun anlatmasına gerek duymadan; “Ebû Bekir’in yanına dön ve şunları söyle:
“Benim sana kardeş oluşum ancak din kardeşliğidir. Nesep ve süt kardeşliği değil. Senin kızın bana helâldir,” buyuruyor Rasûlullah de. Havle bu bilgiyi Ebû Bekir (r.a.)’a ulaştırınca aile efradıyle birlikte pek mesrûr oldular. Rasûlullah (s.a.)’e akraba olmayı, ona hısım olarak yakınlaşmayı kendilerine büyük şeref bildiler.
İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Bekir (r.a.)’ın evine davet edildi. Hz. Âişe (r.anhâ) ile nikâh merasimi yapıldı. Efendimiz nişanlılık döneminde Ebû Bekir (r.a.)’ın evine günde iki defa sabah-akşam uğrardı. Âişe’nin hal ve hatırını sorar ona sevgi nazarlarıyla bakar tebessüm ederdi. Bu hal uzun sürmedi. Zira Mekke’de müslümanlar çoğalmağa başlayınca Müşrikler zulüm ve işkencelerini artırmıştı. Efendimiz de onların yaptıkları ezâ cefâdan çok bunalmıştı. Artık Mekke’den çıkmak istiyordu. Ashabıyla bir başka şehirde yerleşip İslâm’ı yaşamayı ve yaymayı düşünüyordu. Bunun için İlâhi bir işaret beklemekteydi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, ilâhî işâret gelmiş, Allah Teâlâ hicrete izin vermişti.
Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz sevincinden öğle vakti olmasına rağmen, şiddetli sıcağa aldırış etmeden doğruca Ebû Bekir (r.a.)’ın evine geldi. Birlikte yol proğramı ve hazırlıklar yapıldı. Ertesi gün iki sevgili dost, aile efrâdını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti.
Medine’ye yerleştikten üç-beş ay sonra aynı sene içerisinde aile efrâdının hicretleri için bir kafile hazırlandı. Resûl-i Ekrem (s.a.) âzadlı kölesi Zeyd İbni Hârise ve Ebû Râfi’yi iki deve ile, Ebû Bekir (r.a.) da Abdullah İbni Ureykıt (r.a.)’ı üç deve ile Mekke’ye gönderdi. Oğlu Abdullah İbni Ebû Bekir’e de bir mektup yazıp, hanımı Ümmü Ruman ve kızları Âişe ile Esmâ’yı develere bindirip göndermesini istedi. Küçük kafile birlikte Medine’ye geldi. Hz. Âişe babasının evine yerleşti. Bir müddet orada ikamet etti.
Günler geçmekteydi. Efendimiz düğün için bir vakit tayin edememişti. Bu durum firaset sahibi Ebû Bekir (r.a.)’ın dikkatini çekti ve İki Cihan Güneşi Efendimiz’e:
“Ya Rasûlallah! Ehlinle evlenmekten zâtını alıkoyan nedir?” diye sordu.
Efendimiz de: “Mehirdir” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.) mehir için gerekli olan parayı, 500 dirhemi ödünç olarak gönderdi. Efendimiz bu parayı aldı ve Şevval ayı içerisinde düğünü yaptı.
Mescid yapılırken Âişe ve Sevde (r.anhâ) annelerimize de birer oda yapılmıştı. Hz. Âişe (r.anhâ) kendi odasına yerleşti ve mü’minlerin annesi olarak yeni bir hayata başladı.
EVLİLİK HAYATI VE İLMİ
Varlıklı bir âilede büyüyen Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizle dokuz sene kadar birlikte yaşadılar. Sıkıntılı günler geçirdiler. Evlerinde ateşin yanmadığı, yiyecek bir şeyin bulunmadığı zamanlar oldu. Ama bir defa olsun bundan şikâyetçi olmadı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizin gönlünü incitecek bir harekette bulunmadı.
O, sevgi dolu bir gönle sahipti. Efendisini çok severdi. İki Cihan Güneşi efendimiz de onu severdi. Genç ve zekî idi. İslâm’ı öğrenme konusunda büyük bir aşkı ve şevki vardı. Resûl-i Ekrem (s.a.)’i dikkatle dinler, onun mübarek ağzından çıkan her şeyi ezberlerdi. Anlamadığı hususları hemen sorardı. Dini meseleleri kavrayışındaki üstünlüğü Efendimizin pek hoşuna giderdi. Bu sebebten ona ayrı bir sevgi gösterir ve diğer hanımlarından daha fazla değer verirdi. Onu dâima ilme teşvik ederdi. Âişe annemiz de bu fırsattan yararlanarak Efendimize çok soru sorar, İslâm’ı öğrenmeğe çalışırdı.
Bir defasında Âişe annemiz: “Ya Rasûlallah! Benim iki komşum var. Hangisine daha öncelik vereyim. İkram edeyim?” diye sordu. Efendimiz de: “Kapısı sana en yakın olana” buyurdu.
Bir gün süt amcası Hz. Âişe annemizi ziyarete geldi. İçeri buyur etmedi. Durumu Efendimize açınca: “O senin süt amcandır. Onun ziyaretini kabul edebilirsin” buyurdu.
Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz ahlâk ve faziletiyle örnek bir hayat yaşadı. Peygamber evinde büyüdü. Onun nuruyla yetişen en büyük talebelerinden biri oldu. Vahyin ışığıyla aydınlanan evinde, dokuz küsür yıl boyunca İslâm eğitimi gördü.
Efendimiz onu her konuda bilgilendirirdi. Gönlünü almak için samîmi ve içten davranırdı. Onunla koşu yapar dı. Bazen başını omuzuna koydurur, mescidde savaş oyunları oynayan Habeşlileri seyrettirirdi. Bazen de birlikte gece gezintisine çıkar ve ay ışığı altında sohbet ederdi. Onunla ilmî müzâkereler ve ciddi konular görüşürdü. Âişe annemizle aralarında derin bir muhabbetin oluşması için gayret ederdi.
Genç annemiz Âişe (r.ânha) Kur’an’ı ve Rasûlullah’ı iyi anlamak istiyordu. Gençliğini, zekâsını bu yola harcadı. Kabiliyetini bu yönde geliştirdi. Efendimiz de onu bu vasfıyla çok seviyordu. Onun eğitimi konusunda titiz davranıyordu. Baba ocağında aldığı eğitimini, vahyin aydınlığı ile daha da geliştirmesini istiyordu. Zira, müslüman hanımların birçok meselesi onun rivayet ettiği bilgiler sayesinde halledilecekti. Hatta daha ileri safhada bir çok fıkhî konular onun görüşüyle çözümlenecekti. Efendimiz bunu biliyor ve ileriyi görüyordu.
Hz. Âişe annemiz çok kısa zamanda âlim sahabilerin müracaat kaynağı haline geldi. Bu hususta Ebû Musa elEş’arî (r.a.) şöyle diyor: “Bizler, Peygamber’in ashâbı bir hadisi anlayamadığımızda, müşkül bir mesele ile karşılaştığımızda gider Hz. Âişe’ye sorardık. O da bize doyurucu bilgi verirdi.”
Abdurrahman İbni Avf (r.a.)’ın oğlu Ebû Seleme de: “Rasûlullah’ın sünnetini Âişe’den daha iyi bilen, ferâiz ilminde mâhir bir kimse görmedim.” diyerek onun engin ilmini tasdik ediyordu.
O yedi fıkıh âlimi içinde yer aldı. Bunlar, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbni Mes’ûd, İbni Abbas, İbni Ömer, Zeyd ibni Sâbit ve Hz. Âişe (r.anhûm) idi. Fıkıh ve ictihadda görüşü keskindi. Ferâiz ilmini iyi bilirdi. Talebesi Mesrûk: “Allah’a yemin ederim ki, sahabenin ileri gelenlerinden birçoğu ferâize ait konuda gelir Hz. Âişe’ye sorarlardı.” diye itirafta bulunmuştur.
EFENDİMİZİN EN SEVDİĞİ KİŞİLER
Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz bu ilmî üstünlüğü ile Efendimize kendisini çok sevdirmişti. Bir gün Amr İbni As (r.a.) Rasûlullah (s.a.)’e en çok kimi sevdiğini sordu. Efendimiz: “Âişe’yi” buyurdu. Erkeklerden kimi dedi. “Âişe’nin babasını” buyurdu.
Bir defasında: “Dininizin üçte birini Hümeyrâ’dan öğreniniz.” buyurdu. Âişe annemiz beyaz tenli idi. Ona Hümeyrâ diyerek iltifat ederdi. Yine bir defasında Efendimiz kızı Fâtıma’ya: “Ey kızım benim sevdiğimi sen sevmez misin?” buyurdu. O da: “Elbet severim babacığım.” dedi. Efendimiz: “O halde Âişe’yi sev!” buyurdu.
AİŞE’Yİ İNCİTMEYİNİZ HADİSİ
Bir gün aileleri arasında Âişe annemiz hakkında konuşuluyordu. Efendimiz onlara: “Beni, Âişe hakkında incitmeyiniz! Cebrâil aleyhisselâm bana yalnız Âişe’nin yanında iken geldi.” buyurdu.
Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz Hz. Âişe annemizin sağlığında diğer hanımlarıyla da evlenmişti. Âişe annemiz genç olduğu için Efendimizin öbür aileleriyle ilgilenmesine tahammül edemezdi. Kendisi daha çok sevgiye mazhar olsun isterdi. Efendimiz onun bu zaafını tamir sadedinde hasta olduğu bir gün iltifatla karışık ona şöyle dedi:
“Yâ Âişe! Sen benden evvel ölsen, ben seni kendi elimle kefenlesem, cenazeni kılsam kabre yerleştirsem.” buyurdu.
Âişe annemizin gençlik ve kıskançlık damarları kabardı da: “Yâ!.. Ben öleyim de siz benim evime yeni zevce getiresiniz öyle mi?”dedi. Efendimiz tatlı tatlı gülümsedi. Onu böyle gülerek eğitti.
AİŞE ANNEMİZİN KISKANÇLIĞI
Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.) onun odasında kaldığı bir gün gece yarısı kalktı, üzerini giyindi ve dışarı çıktı. Âişe annemiz de peşini takip etti. Kendisi şöyle anlatıyor:
“Beni bir kıskançlık aldı. Diğer hanımlarının yanına gidecek sandım. Ben de arkasından çıktım ve takip ettim. Rasûlullah (s.a.) Bakiu’l-Garkad kabristanlığına vardı ve orada yatan ashabına duâ etmeye başladı. Ben yaptığımdan utanarak kendi kendime:
“Anam-babam sana feda olsun Ya Rasûlallah! Sen Rabbi’nin rızası peşindesin. Ben ise nefsimle meşgulüm.” diyerek geri döndüm.
Bir müddet geçince Rasûlullah (s.a.) eve geldi. Durumu kendisine aynen naklettim. Bana:
“Ya Âişe! Allah Rasûlü’nün sana haksızlık yapacağını mı sandın?” buyurdu. Sonra benden: “Ya Âişe! Bu gece rabbime ibadetle meşgul olabilmem için bana müsaade eder misin?” diye izin istedi. Ben de: “Anam-babam sana feda olsun. Elbette…” dedim. Bunun üzerine kendini ibadete verdi. Bütün geceyi tazarrû ve niyazla geçirdi.
Ne güzel bir eğitim… Ne yüce bir terbiye… Ne üstün ahlâk… Hatasını, kusurunu, hasedini, kinini, kibrini yüzüne vurmadan, ortaya dökmeden terbiye edebilmek… Onu rahmet ve muhabbet ışınlarıyla tedavi etmek… Şefkat nazarlarıyla eğitmek… Karşısındakine değer vererek onu elde etmek… İzin isteyerek onun gönlünü fethetmek… Ve bütün hayatında bu yüce ahlâk ile hak yolunda devam etmek… Rabbimiz hak yolda karşımıza çıkacak engelleri bu yüce ahlâkla aşabilmeyi bizlere de nasib eylesin. Amin.
AİŞE ANNEMİZE ATILAN İFTİRA (İFK HÂDİSESİ)
Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimizi böylesine titiz takip etti. Savaşlarda beraber bulundu. Uhud günü, sırtında yiyecek içecek ve kırbalarla su taşıdı. Diğer sahâbî hatunlarla birlikte yaralılara yardımcı olmağa çalıştı. Hicretin beşinci senesinde Benî Mustalik veya Müreysî denilen gazveye katıldı. Fakat bu gazvede büyük bir imtihana dûçar oldu. Hiç beklenmedik bir belâya müptelâ oldu. Ifk hadisesi olarak tarihe geçen bir iftiraya uğradı. Fakat Allah Teâlâ annemizi kısa zamanda temize çıkardı. Münâfıkların bir tuzağı olduğunu bildirdi. Nur sûresinden onbir âyet (11-21) nâzil oldu. Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız bir iftira olduğunu bu âyetlerle duyurdu. Hadise şöyle vukû buldu:
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bir sefere çıkmak istediği zaman aileleri arasında kura çekerdi. Benî Mustalik Gazasına giderken de aynı şekilde kura çekildi ve Âişe (r.anhâ) annemize çıktı. Bu seferden dönerken konak yerinde geceleyin ihtiyaç için dışarı çıkan annemiz gerdanını kaybetti. Sabah ışığında bulurum ümidiyle gece karanlığında aramadı. Ortalık aydınlanınca kimseye söylemeden gitti. Âişe annemiz gelinceye kadar orduya hareket emri verildi. Annelerimiz kapalı bir mahmil içinde deve üstünde taşınırdı. Âişe annemiz hafif, nahif ve zayıf idi. Hevdec denilen odacığı devenin üstüne konulurken hiç farkedilemedi. Âişe annemiz konaklanan yere geldiğinde ordu hareket etmişti. Orada kimsecikler kalmamıştı. Belki farkedip geri dönerler ümidiyle orada bekledi. Bir süre sonra da uyuyakaldı. Orduyu geriden takip etmekle görevli Saffan İbni Muattal uzaktan bir karaltı gördü. Ona doğru yaklaşınca farketti ve binmesi için devesini çöktürdü. Âişe annemiz deveye binince Saffan (r.a.) yularından çekerek kaldırdı. Kendisi önde yürüyerek yola revan oldu. Öğle sıcağında konak yerinde orduya yetişti. Hadisenin bundan sonraki seyrini Âişe annemiz kendisi şöyle naklediyor:
“Medine’ye gelince, ben bir ay hastalandım. Meğer bu sırada halk arasında iftiralar dolaşıyormuş. Bundan tamamen habersizdim. Yalnız hastalığım sırasında beni şüphelendiren bir durum vardı.
Rasûlullah (s.a.)’dan, önceki hastalıklarımda görmüş olduğum şefkat ve merhameti bu hastalığımda göremiyordum. Yanıma geliyor, selam veriyor ve ismimi bile söylemeden ancak ‘hastalığınız nasıl?’ diyor, bu kadarla yetiniyordu.
Benim, iftiracıların etrafa yaydıkları hiçbir şeyden haberim yoktu. Nihayet hastalığım biraz iyileşti. Bir gece Mistah’ın anasıyla kaza-ı hacet yerimiz olan “Menâsı” tarafına çıkmıştım. Buraya ancak geceden geceye çıkardık. Bu adet, evimizin yanında tuvaletler yapılmadan önce idi. Ben, Ebû Rühm’ün kızı ve Mistah’ın anası (Selmâ) ile kazâ-ı hâcet mahalline yönelip giderken onun ayağı takılmış ve düşmüştü. Araplar arasında felaket zamanında söylenmesi adet olan “düşmanım helâk olsun” duası yerine Selmâ kadın: “Mistah helâk olsun!” diye oğluna beddua etti. Ben kadına: “Ne fena söyledin, Bedir’de hazır bulunan bir kişiye beddua edersin“ dedim. Bunun üzerine kadın bana: “Hele şu saf tazeye! Ortada dönen iftiraları duymadın mı?” dedi. Bana ortada dolaşan iftiraları anlatınca; “beynimden vurulmuşa” döndüm. Böyle bir iftiranın nasıl söylenebileceğini düşündüm. Düşündükçe dertlerim, ıstırabım arttı. Hastalığımın üstüne bir hastalık daha yüklendi.
Evime dönünce de yanıma Rasûlullah (s.a.) geldi. Selam verdi ve: “Hastalığınız nasıldır?” diye sordu. Ben de: “Ya Rasûlallah, anne ve babamın evine gitmek üzere bana izin veriniz!” dedim.
Âişe annemizin gayesi, hâdiseyi bizzat anne ve babasından enine boyuna öğrenmek ve araştırmaktı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bana izin verdi. Ben de anne ve babamın yanına geldim. Annem Ümmü Rûman’a: “Anneciğim, halk arasında dönen bu ne biçim söylentidir?” dedim. O da:
“Kızım, kendini üzme. Kendini ve sıhhatini düşün. Vallahi bir kadın, senin gibi güzelliğe mâlik ve eşinin yanında sevimli olsun ve birçok ortakları bulunsun da aleyhinde dedikodu etmesinler, bu pek nadirdir.” dedi. Ben de:
“Sübhânallah! Halk böyle bir söz söylesin. Doğrusu şaşılacak şeydir.” dedim. O gece babamın evinde yattım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmedi, gözüme uyku girmedi.
Sabaha çıkınca Rasûlullah (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib ve Üsâme b. Zeyd’i çağırdı. Vahiy gecikince ehli ile ayrılıp ayrılmaması hususunda ashâbıyla istişâre etti.
Üsâme (r.a.) Ehl-i Beyt için gönlünde beslediği muhabbeti şu ifadeleriyle ortaya koydu: “Ya Rasûlallah, zevcât-ı tâhirâtınız afif ve zâtınıza lâyık ehlinizdir. Biz Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz.” dedi.
Ali b. Ebî Tâlib de: “Ya Rasûlallah, Allah sana dünyayı dar etmemiştir. Âişe’den başka kadın çoktur. Bununla beraber Âişe’nin cariyesi Berîre’ye de sorunuz. O, doğrusunu size söyler” dedi. Rasûlullah da Berîre’yi çağırıp: “Ey Berîre! Âişe’de sana süphe veren bir hal gördün mü?” diye sordu. Berîre de: “Hayır, Ya Rasûlallah, görmedim. Sizi hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben hanım efendimden katiyyen ayıp olarak bir şey görmedim,” dedi.
Rasûlullah (s.a.), Zeyneb binti Cahş’a da sordu: “Ey Zeyneb, Âişe hakkında ne bilirsin ve ne gördün?” dedi. Zeyneb de: “Ya Rasûlallah, ben kulağımı, gözümü işitmediğim, görmediğim şeyden muhafaza ederim. Vallahi ben, Âişe hakkında hüsn-ü şehâdetten başka bir şey bilmem.” diye cevap verdi.
Hz. Ömer (r.a.) da: “Ya Rasûlallah, Âişe’yi sana tezvîc eden kimdir?” diye sordu. “Allah Teâlâ’dır” cevabını alınca: “Onu sana verirken Rabbim Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin seni aldatmış olmasını hiç hatıra getirir misin?” dedi. Nitekim daha sonra Âişe annemizin berâeti ile ilgili olarak gelen âyetin içinde bu hüküm de yer aldı.
(Bana gelince) “Ben, o gün durmadan, dinlenmeden ağladım. O kadar gözyaşı döktüm ki, sanki ağlamaktan yüreğim parçalanacak sandım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi. Sabahleyin babam ve annem yanıma geldiler.
Bir ara annem ve babam yanımda oturup hep birlikte ağladığımız sırada Ensar’dan bir kadın geldi. O da oturup ağlamağa başladı.
Biz bu vaziyette iken ansızın Rasûlullah (s.a.) içeri girdi. Yanıma oturdu. Hakkımda dedikodu başladığı günden be ri yanımda oturmamıştı. Bir ay geçmesine rağmen hakkımda kendisine bir şey de vahyolunmamıştı. Fakat Rasûlullah (s.a.)’de bir yumuşama vardı. Yanıma yaklaştı ve:
“Ey Âişe, hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak ve berî isen yakında Allah seni berî kılar. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa Allah’tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü kul, günahını itiraf ile tevbe edince, Allah da ona af ile muamele buyurur.” dedi.
“Rasûlullah (s.a.), bu konuşmasını bitirince musibetin şiddetli harareti ile gözümün yaşı kesildi, nihayet gözyaşından bir katre bile bulamıyordum. Hemen babama: “Rasûlullah (s.a.)’ın söylediği söze benim namıma cevap ver.” dedim. Babam: “Vallahi kızım Rasûlullah (s.a.)’a ne diyeceğimi bilmiyorum.” dedi. Bunun üzerine Âişe annemiz çok hikmetli bir cevap verdi. Şöyle ki:
“Vallahi ben bilirim ki, siz halkın dedikodusunu işittiniz, nefsinizde büyütüp ona inandınız. Şimdi ben size; “beriyim” desem -Allah bilir ki, ben muhakkak beriyimbenim bu sözümü tasdik etmezseniz. Eğer bir şekilde itiraf etsem, Allah katî olarak berî olduğumu biliyor. Vallahi bu vaziyette benim ve sizin için bir örnek bulamıyorum. Ancak Yusuf’un karde-ş leri Yusuf’un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman Ya’kub, oğullarına: “Hayır, nefisleriniz size bu işi süslemiş, bir fitneye sevketmiş şimdi işim sabr-ı cemildir. Söylediklerinize karşı da sığınağım Allah’tır” demişti. Ben de bu sözü söylerim.” dedi.
Sonra odama doğru gittim. Ben yalnız Allah’ın suçsuzluğumu ortaya koymasını umardım. Hakkımda okunur bir vahiy inzal buyrulmasını hiç zannetmezdim. Fakat şunu muhakkak sûretle umardım ki, Rasûlullah (s.a.) uykusunda bir rüya görsün de Allah beni o rüya ile temize çıkarsın. Vallahi Peygamber yerinden kalkmamıştı ve oradakilerden hiçbiri de odadan çıkmamıştı ki, nihayet Peygamber’e vahiy inzal buyruldu. Vahyin ağırlık ve şiddetinden terlemeğe başladı. Hatta kış günleri bile vahiy esnasında ondan inci tanesi gibi ter dökülürdü. Rasûlullah (s.a.)’dan vahiy hali kaybolunca, o, sevincinden gülüyordu ve bana ilk söylediği söz şu oldu:
“Ya Âişe, Allah’a hamdet! Allah seni kesin sûretle berî kıldı.”
Bunun üzerine annem bana: “Kızım, kalk da Rasûlullah’a teşekkür et.” dedi. Ben: “Hayır kalkmam ve yalnız Allah’a hamdederim.” dedim.
Aziz ve Celîl olan Allah Teâlâ beraatım hakkında Nûr sûresi 11-21 âyet-i kerimeleri inzâl buyurdu. Meâlen:
“(Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (elebaşlık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır.”
“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?”
“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.”
“Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.”
“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki, AIlah katında çok büyük (bir suç) tur.”
“Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır” demeli değil miydiniz?”
“Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.”
“Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
“İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
“Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu)!”
“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın Mistah isminde fakir bir akrabası vardı. Onun geçinmesine yardımcı olurdu. Ifk hadisesinde münâfıklarla beraber hareket edince yardımı kestirmişti. Bu olay üzerine de Nur sûresi: 22. âyet-i celîle nâzil olmuştur: Meâlen:
“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah Yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”
Bu âyetlerin inişiyle Hz. Âişe’nin günahsız olduğu ortaya çıktı. İftira atanlar da, “hadd-i kazf”e müstehak oldular. Bu olayın haklarında şer olduğunu sanmamaları aksine bunun onlar için büyük bir hayır olduğu âyetlerle bildirilmiş oldu.
Ayrıca bu âyetlerde mü’minlere bir terbiye ve ictimai ahlâk kuralı da öğretildi. Çünkü bazı mü’minler, münâfıkların propagandasına inanmış ve bu dedikoduya katılmışlardı.
Halbuki İslam’da hüsn-i zan ve beraet-i zimmet asıldır. Meseleyi işittiklerinde kendilerini Âişe’nin yerine koyarak iyice düşünmeliydiler. O yüce insanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına almayacağını ve böyle çirkin bir işi yapmayacağı nı bilmeliydiler. Bunun apaçık bir iftira olduğunu söylemele ri gerekirken, onlar da iftiracılara katıldılar. Ayrıca bu iddia yı ortaya atanlar, bu hususta İslâm’ın şart koştuğu dört şahidi de getiremediler. Dolayısıyla Allah katında yalancı oldukları ortaya çıktı.
Mü’minler, bu olayın büyüklüğünü ve çirkinliğini kavrayamamış, olayı birbirlerine nakletmişlerdi. Halbuki bu sözü işitir işitmez, bundan uzak durmaları ve bunun büyük bir bühtan olduğunu söylemeleri gerekirdi. Ancak bunu yapmadılar, dolayısıyla Allah tarafından azarlandı ve kınandılar.
İslam, işlenmiş olan bir zina suçunun toplum arasında yayılmasını hoş görmezken, münâfıklar olmamış bir olayı yaymaya çalıştılar. Bundan dolayı hem dünyada hem de âhirette azaba çarptırılacakları bildirildi.
Bütün bunlara rağmen yine de Yüce Allah, mü’minlere lütuf ve merhametiyle muamele ettiğini açıkladı. O’nun lütuf ve merhameti olmasaydı mü’minlerin bu olay yüzünden büyük bir felakete uğrayacaklarını da bildirdi.
AİŞE ANNEMİZİN GERDANLIĞI
Hz. Âişe annemiz bir seferde de gerdanlığını kaybetti. Susuz bir yerde konaklamışlardı. Gerdanlığı ararken bir hayli zaman geçmişti. Nerdeyse sabah namazı vakti çıkmak üzereydi. Yanlarında su da kalmamıştı. Allah Teâlâ ashâbın bu sıkıntısını Teyemmüm âyetini nâzil ederek giderdi.
EFENDİMİZİN SON GÜNLERİ
İki Cihan Güneşi efendimiz hicretin 11. yılı Safer ayında rahatsızlanmıştı. Meymûne annemizin odasında bulunuyordu. Etrafında toplanan ailelerine şöyle bir baktı ve:
“Yarın ben neredeyim? Yarından sonra neredeyim?”
diye sormağa başladı.
Firasetli annelerimiz Efendimizin bu sorusundan Âişe’nin odasını arzu ettiğini anladılar ve: “Ya Rasûlallah! Günlerimizi Âişe’ye bağışladık.” dediler. Kendi nöbetlerini Âişe annemize verdiler.
Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz ömrünün son günlerini onun yanında geçirdi. Mübarek başı onun kucağında iken ruhunu teslim etti. Nur bedeni onun odasına defnedildi.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN VEFATINDAN SONRAKİ HAYATI
Hz. Âişe annemiz on sekiz yaşında dul kaldı. Peygamber hanımlarının başkasıyla evlenmesi Kur’an’da yasak edilmi-ş ti. Bu hükme uyarak evlenmedi. O kıyamete kadar gelecek mü’minlerin annesi olarak yaşamağa devam etti.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde hiçbir siyasî faaliyette bulunmadı. İlimle meşgul oldu. Evinde talebe yetiştirdi. Kadınların eğitim ve öğretimiyle yakından ilgilendi. Birçok kız ve kadın onun ders halkasında yetişti, onlara hadis nakletti.
Evi bir mektep haline geldi. Kadın, erkek herkesin rahatlıkla gelip sorusuna cevap bulduğu bir ilim, irfan ocağı oldu. Bilhassa yetim kız çocuklarını aldı büyüttü. Yetiştirip evlendirdi. Onlara hakiki analık şefkatini sundu. Kaderin cilve si annemizin çocuğu olmadı. Fakat bütün ümmet onun çocuğu oldu.
2210 HADİS RİVAYET ETTİ
O, İki Cihan Güneşi Efendimizden 2210 hadis-i şerif nakletti. En çok hadis rivayet eden ilk beş râvi arasına girdi. Onun rivayet ettiği hadislerden birkaç tanesi şunlardır:
* “Ey Allah’ım! Her kim ümmetime âit bir işin başına geçer de onlara güçlük çıkarırsa, sen de onlara güçlük çıkar. Her kim de onlara yumuşaklık gösterir ve merhametle muâmele ederse, sen de ona lütuf ve merhametle muâmele et.”
Bir gün Rasûlullah (s.a.) efendimiz Hz. Âişe (r.anhâ) annemize şöyle buyurdu:
“Ey Âişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan Kur’an’ı hatim etmeden,
Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavu-ş madan,
Mü’minleri kendinden hoşnut etmeden, Hac etmeden”
Âişe (r.anhâ): “Anam-babam sana feda olsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?” deyince Rasûlullah (s.a.) tebessüm etti ve:
“Yâ Âişe! Ondan kolay ne var? Üç ihlâs bir fâtiha okursan Kur’an’ı hatmetmiş olursun. Bana ve diğer peygamberlere salavat getirirsen şefaatimize kavuşursun. Mü’minlerin affını dilersen onları hoşnut edersin. “Sübhanallahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül-mülkü velehül-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr” tesbihini okursan hac sevabı gibi sevab alırsın.”
Âişe (r.anhâ) naklediyor: “Kızkardeşim Esmâ, Rasûlullah (s.a.)’ın yanına geldi. Üzerinde ince bir elbise vardı. Derisinin rengi gözüküyordu. Rasûlullah (s.a.) baldızına bakmadı. Mübarek yüzlerini çevirdi ve: “Ya Esmâ! Bir kadın namaz kılacak yaşa geldiği zaman iki eli ile yüzünden başka yerlerini erkeklere göstermemeli.” buyurdu.
“Ey Âişe! Yumuşak ol; Zirâ Allah Teâlâ bir ev halkına iyilik murad ederse onlara, rıfk, yumuşaklık kapısını gösterir.”
“Ey Âişe! Sana birisi, istemeden bir şey verirse kabul et, çünkü o, Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği bir rızıktır.”
AİŞE ANNEMİZİN VEFATI
Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizden sonra kırk yedi yıl daha yaşadı. 66 yaşlarında iken 678 m. senede 17 Ramazan 58 hicri yılda Medine’de dâr-ı bekâ’ya göç eyledi. Cenazesi vasiyyeti üzere bekletilmeden aynı gecede kaldırıldı. Medine valisi Ebû Hüreyre (r.a.) cenâze namazını kıldırdı. Kabre erkek ve kızkardeşlerinin çocukları koydu. Bedeni Medine’de Cennetü’l-Bakî’de kaldı. Ruhu Cennete uçtu. Rabbimiz cümlemizi Âişe annemizin şefaatine nâil eylesin. Amin.
Fatıma (r.anha) Kimdir?
Hz. Fâtıma (r.a.) Nebîler Efendisinin son çiçeği… Peygamber Efendimiz’in dünyada neslini devam ettiren nur yumağı… Kızlarının en küçüğü… Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) anneleri… Hz. Ali’nin (r.a.) zevcesi… Eli değirmen döndüren “Fâtıma ana” diye anılan bir sultane anne… Beyi ve çocuklarıyla Ehl-i Beyt’i teşkil eden ümmetin hanımlarının seyyidesi… Cennet hanımlarının efendisi…
Hz. Fâtıma, İslamiyet’in gelmesinden yaklaşık bir yıl önce Mekke’de doğdu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona “Fâtıma” adını verdi. Deylemî’nin Ebû Hureyre’den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte:
“Onu sevenleri, Allah’ın Cehennemden uzaklaştıracağı için kızıma Fâtıma adını verdim.” buyurdu. Fâtıma, “sütten kesilmiş” anlamına gelmektedir.
CENNET HANIMLARININ EFENDİSİ FÂTIMATÜ’Z-ZEHRA
O, Zehra ve Betül lakablarıyla meşhurdu. Zehra; “Ak yüzlü, nur yumağı, beyaz, parlak, ve aydınlık yüzlü kadın” manasına, Betül ise; “Dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah’a yönelten, iffetli ve namuslu kadın” anlamına gelmekteydi.
O, yaşının küçük olması sebebiyle ve bilhassa anneciği Hz. Hatice’nin vefatından sonra babacığının yanından hiç ayrılmadı. Bazen babasının elini tutup Mekke sokaklarında gezdi. Bazen da babasının peşini takip etti. Müşriklerin işkencelerine maruz kalan babacığına yardımcı olmaya çalıştı. Bir gün babasıyla Kâbe’ye gitmişlerdi. Kureyş Müşrikleri onları görünce toplandılar ve fısıltı halinde birbiriyle konuşmaya başladılar. Babacığı Kâbe’nin yanında namaza durdu. Secdeye vardığında Ukbe İbni Ebî Muayt adındaki azgın müşrik, bir deve işkembesi getirerek babasının sırtına koydu. Geriye çekilip uzaktan birbirleriyle gülüşmeye ve dalga geçmeye başladılar. Buna çok öfkelenen küçük Fâtıma babacığının sırtından o ağırlığı kaldırıp elbisesini temizlemedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz secdeden başını kaldırdı ve o azgın kişilere ellerini açarak:
“Allah’ım bu azgınları sana havale ediyorum Ya Rabbî! Kureyşi sana bırakıyorum” buyurdu. Abdullah İbni Mesûd (r.a.) Kâbe hareminde Peygamber Efendimiz’e bu tür eziyet edenlerin sonlarının çok fecî olduğunu şöyle anlatır:
“Allah Hakkı için o azgın müşrikleri Bedir günü gördüm. Hepsini katlettiler. Bir kısmını sürüyerek Bedir kuyusuna attılar.”
“RABBİM ALLAH’TIR DEDİĞİ İÇİN BİR ADAMI ÖLDÜRECEK MİSİNİZ?”
Hz. Fâtıma Mekke’de babacığının yanından ayrılmadığı için bu tür ezâ ve cefâları çok gördü. Yine bir gün Kâbe’ye varmışlardı. Müşrikler baabacığının etrafını sararak:
“Şunu şunu söyleyen sen değil misin?” diye hakaret ettiler. Hatta azgın bir müşrik İki Cihan Güneşi Efendimiz’in yakasından tutup sıkıştırdı. Küçük Fâtıma çok korktu ve titreyerek yere yıkıldı. Efendimiz ise hiçbir telâşa gerek duymadan hak olarak söylediği sözleri tekrar ederek:
“Evet bunları söyleyen benim” buyurdu. Bu esnada Hz. Ebûbekir yetişti ve:
“Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?” diyerek müdahale etti ve azgın müşrikleri oradan uzaklaştırdı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Mekke dönemi böylesine çetin geçti. İslâm’ın yayılması için bütün bu ezâ ve cefâlara sabretti. Zira zafer, sabırdan sonra idi. Bu sebepten o kendine yapılanlara aldırmaz, kin tutmaz ve kişileri Allah’a havâle ederdi. Bir gün yine yolda giderken azgın bir müşrik, Efendimizin üzerine toz toprak ve pislik attı. Üstü başı toz-toprak olan ve elbiseleri kirlenen Efendimiz eve döndü. Nur topu yavrucuğu Fâtıma, kapıyı açınca babacığını tanıyamadı ve ağlamaya başladı. Ablaları da ağlıyordu. Peygamber babacığı ise kendilerine gülümsüyordu:
“Zararı yok, su ile temizlenir” diyordu. Böylece nur parçası yavrularını sukûnete kavuşturmaya çalışıyordu. Fakat küçük Fâtıma ise hıçkırıklarını tutamıyordu. Onu susturabilmek için:
“Ağlama kızım. Yüce Allah, babanı koruyacaktır.” buyurdu ve ona Allah’ın hıfz u emânında olduğunu duyurdu. Bu şekilde onun korku ve endişelerini gidermeye gayret etti.
İFFET VE İZZET-İ NEFS NÛMÛNESİ
Hz. Fâtıma, Peygamber babasının engin sevgisi ve bol şefkati altında büyüdü. Babacığındaki merhameti ve güzel ahlâkı, anneciğindeki asâleti, cömertliği, babacığına karşı hizmet, hürmet ve muhabbeti gördü. İslâm uğruna çektiği sıkıntılara nasıl katlandığını ve o yolda fedakârlığın en güzel örneklerini bizzat yaşayarak öğrendi. Tam bir iffet ve izzet-i nefs nûmûnesi olarak bütün güzellikleri hayatına nakşederek kendisini yetiştirdi.
O şanslı bir genç hanımefendiydi. Peygamber babası ve anneler sultanı Hz. Hatice’nin yanında onların gözetiminde eğitimini tamamladı. Rahmet ve şefkat pınarından doyasıya içti. Fakat küçük yaşta çok çileler çekti. Çocukluğu Kureyş’in zulüm, baskı ve ambargoları altında geçti. Daha henüz ömrünün baharını yaşarken anneciğini kaybetti. Mekke’de Müslümanlara ezâ ve cefalar arttı. İşkenceler dayanılmaz hal aldı. Bunun üzerine babacığına hicret izni verildi. Daha sonra da aile efradı ile birlikte kendisi de Medine-i Münevvere’ye hicret etti.
PEYGAMBERİMİZİN SON ÇİÇEĞİ
Hz. Fâtıma, bu göç ile çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Mekke-i Mükerreme’ye vedâ etti. Medine-i Münevvere’de huzurla yaşamaya başladılar… Babacığı Hz. Aişe ile, ablaları da Hz. Osman ile evlendi. Kendisi de evlilik çağına ulaşmış 16-17 yaşlarına girmişti. Nebiler Sultanı Efendimiz’in son çiçeği olarak ona tâlib olanlar çoğalmıştı.
HZ. FATIMA’YA (R.ANHA) TALİP OLANLAR
O, hassas ruhlu, zayıf yapılı idi. Yaşından beklenmeyecek derecede yüce bir ahlâka sahipti. Üstün bir zekâsı, halîm ve selîm bir yapısı vardı. Son derece mütevaziydi. Söz ve davranışlarında vakurdu. Çok az konuşurdu. Ağzından çıkan sözler inci danesi gibi hikmetler saçardı. Cömertti, zâhidâne yaşamayı severdi. Ev işlerinde maharetli ve becerikliydi. İki Cihan Güneşi Efendimizin bir parçası ve kalbinin meyvesiydi. Bu sebepten ona Peygamber’e hısım, akraba ve damat olabilme şerefine erebilmek için Ashâb-ı Kiram’ın büyüklerinden dahi talepler gelmişti. Önce Hz. Ebûbekir sonra Hz. Ömer dünür olmuştu. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu yakın dostlarına:
“Fâtıma hakkında Allah Teâlâ’nın emrini bekleyelim.” buyurmuştu. Bu haberler Medine’de yayılınca Ebû Tâlib ailesi Hz. Ali’yi bu konuda acele davranması için uyardı. Onun da gidip tâlip olmasını istediler. Fakat o:
“Ebûbekir ve Ömer’den sonra bana verirler mi?” diye çekindiğini söyledi. İkna ederek onu istemeye râzı ettiler.
HZ. ALİ’NİN FATIMA’YI (R.ANHA) İSTEMESİ
Evliliği ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a.) kendisi şöyle anlatır:
“Halk arasında konuşulanları duyan azadlı kölem bir gün bana:
“Ey Ali! Fâtıma’nın Resûlullah’tan istendiğini biliyor musun?” dedi. Ben de:
“Bilmiyorum.” dedim. Tekrar bana:
“Ey Ali! Resûlullah’a gidip Fâtıma’yı sana nikâhlamasını istemekten seni alıkoyan nedir?” dedi. Ben de:
“Yanımda birikimim yok.” dedim. O da:
“Resûlullah’a gidersen, muhakkak sana Fâtıma’yı nikâhlar!.” diyerek bana gitmemi ısrar etti. Ben ise bu konu için Resûlullah’ın huzuruna çıkmaktan çekiniyordum. Fakat akrabalarımın hepsi bana:
“Fâtıma’yı Resûlullah’tan bir de sen iste.” diye teşvik ediyordu. Sa’d ibni Mu’az (r.a.), bu hususta beni ikna eyledi. Nihayet çekinerek, sıkılarak da olsa Resûlullah’a bu teklifi götürmek üzere evden çıktım.
HZ. FATIMA’NIN (R.ANHA) MEHRİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz’i, Ümmü Seleme (r.a.) annemizin evinde buldum. Kapıyı çaldım ve selâm verdim. İçeri buyur ettiler. Efendimiz bana yanında yer gösterdi. Ben de edebli, mahcup ve heyecanlı bir vaziyette başımı öne eğip oturdum. Halimi anlayan Efendimiz
“Ya Ali! Öyle zannederim ki bir murâdın var.” buyurdu. Ben de:
“Ya Resûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun. Senin bereketinle sırat-ı müstakimi bulduk. Hayatımın sermayesi sensin. Nice zamandır ona cüret edip söyleyemedim.” diye söze başlayınca bana tebessüm etti ve:
“Herhalde Fâtıma’yı istemeye geldin.” buyurdu Ben de:
“Evet” dedim. Bunun üzerine:
“Fâtıma’ya mehir olarak verebileceğin neyin var?” diye sordu. Ben de:
“Bir kılıcım, bir devem bir de küçük zırhım var.” dedim. Efendimiz:
”Kılıcın sana lazımdır. Deven bineğindir. Zırhını sat Ya Ali!” buyurdu ve sözüne devamla:
“Hak Teâlâ kendi katında Fâtıma’yı sana nikâhladı. Senden önce melek gelip, bana bu hâli haber verdi.” dedi.
ALLAH’IN EMRİ
Hz. Ali, Resûlullah’ın huzurundan gayet neşeli bir şekilde çıkıp mescide vardı. Peşinden Efendimiz teşrif etti ve Bilâl’e yönelerek; Muhâcir ve Ensar’ı toplamasını söyledi. Ashâb-ı Kiram mescidde toplanınca Efendimiz minbere çıktı ve:
“Hamd olsun Allah’a ki, verdiği nimetlerle övülen O’dur! Kuvvet ve kudretinden dolayı kendisine ibadet edilen O’dur! Mülk ve saltanatından dolayı kendisine boyun eğilen O’dur! Azabından korkulan, yanındaki nimetleri umulan O’dur! Yerde ve göklerde hükmünü yürüten O’dur! Kudretiyle halkı yaratan, hikmetiyle mümtaz kılan ve izzetiyle sağlamlaştıran O’dur! Gönderdiği dini ve Peygamberi Muhammed’le (s.a.v.) halkı şereflendiren O’dur!
Yüce Allah, karşılıklı hısımlıklarla nesepleri birbirine katmayı emir buyurmuş ve bununla günahları ortadan kaldırmıştır.
Ey Müslümanlar! Yüce Allah Fâtıma’yı Ali’ye nikâhlamamı bana emir buyurdu. Sizler şâhit olunuz; Fatıma’yı 400 miskal gümüş mehirle Ali’ye nikâhladım.” buyurarak kısa ve öz bir hitabede bulundu. Sonra Hz. Ali kalktı ve:
“Söze Hak Teâlâ’ya hamd ederek başladı. Peşinden Resûlullah kızı Fâtıma’yı bana nikahladı. Onun mehri benim küçük zırh gömleğimdir. Ben buna râzı oldum. Sizler de bu akde şahit olun” dedi. Ashâb-ı Kiram bu hayırlı işe çok sevindi. Cümlesi ayrı ayrı Hz. Ali’yi tebrik etti. Sonra Resûl-i Ekrem, Hz. Ali’nin evine geldi ve:
“Ya Ali! Var git küçük zırh gömleğini sat, parasını bana getir.” buyurdu. Hz. Ali zırhını alıp çarşıya çıktı. Yolda Hz. Osman ile karşılaştı. Zırhını satacağını söyleyince Hz. Osman istediği bedeli 480 dirhemi verdi ve satın aldı. Sonra ona:
“Ya Ali! Bu zırha sen benden daha lâyıksın. Lütfen hediyem olarak kabul eyle.” diyerek geri verdi. Hz. Ali, bu muhabbet ve hediyeye çok sevindi. Zırh gömleğini ve parayı alarak İki Cihan Güneşi Efendimiz’e getirdi. İki seçkin ashâbının karşılıklı muhabbetinden ve yardımlaşmasından pek memnun kalan Efendimiz. Hz. Osman’a dua etti. Onun nazik davranışını takdir etti.
HZ. FATIMA’NIN (R.ANHA) ÇEYİZİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz, o paradan bir miktarını alıp Bilâl’e verdi. Bununla çarşıdan koku almasını tenbih etti. Düğün için gerekli zarûrî ihtiyaçları çeyizleri almak üzere bir miktar daha aldı ve Hz. Ebûbekir’e uzattı. Paranın kalan kısmını da müminlerin annesi Ümmü Seleme’ye (r.a.) emanet olarak gönderdi. Hz. Ebubekir, Selman ve Bilâl (r.a.) yardımcıları birlikte çarşıya çıkıp çeyizlik eşyaları ve diğer ihtiyaçları temin ettiler. Çeyiz olarak alınan eşyalar şunlardı:
1 adet kadife yorgan, 1 adet yüzü deri içi lif dolu yastık, 3 adet minder. 2 döşek, 1 koç postu, 1 adet topraktan yapılmış su testisi, 1 su tulumu, 1 elek, 1 kilim, 2 adet Yemen işi, üzerleri gümüşle işlenmiş elbise, 2 adet el değirmeni, 1 meşin su bardağı, 2 adet çanak çömlek, 1 adet hurma yaprağından örülmüş sedir.
HZ. ALİ İLE FATIMA’NIN (R.ANHA) DÜĞÜNÜ
Zaman su gibi akıp gidiyor, günler bir bir geçiyordu. Hz. Fâtıma’nın çeyizleri alınmıştı. Düğün hazırlıkları tamamlanmış fakat günü belirlenmemişti. Hz. Ali ile kardeşi Akil düğün mevzuunda görüşmek üzere birlikte Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hanesine geldiler. Kapıda Ümmü Eymen’e rastladılar ve durumu ona açtılar. O da:
“Bu iş için bana biraz müsade edin. Ben size yardımcı olayım. Meseleyi önce Resûlullah zevcelerine açar ve bir cevap almaya çalışırım.” diyerek onları geri döndürdü.
Resûlullah’ın hizmetinde bulunan dadısı Ümmü Eymen bu meseleyi Ümmü Seleme annemize söyledi. O da Hz. Âişe’nin (r.anha) evinde toplandıkları bir sırada Peygamber Efendimiz’e durumu arzetti ve:
“Yâ Resûlallah! Haticetü’l-Kübrâ hayatta olsaydı bize söz düşmezdi. O bu işi tamamlardı.” diyerek söze başladı. Vefâkar Efendimiz, Hz. Hatice annemizin ismini duyunca;
“Onun gibi hatun nerde bulunur? Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. Bütün malını İslâm yoluna sarfetti.” buyurdu. Onun hizmetini ve büyüklüğünü bu vesileyle tekrar duyurdu. Ümmü Seleme annemiz söze devamla:
“Ya Resûlallah! Hakîkaten Hatice dediğiniz gibiydi. Cenâb-ı Hak onu ve bizleri Cennet’te cemeylesin. Şimdi onun kızı Fâtıma’yı düşünsek. Amca oğlun Ali düğünlerinin yapılmasını istiyor. Siz ne buyurursunuz?” dedi. Efendimiz:
“Ali bana böyle bir şey söylemedi.” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de:
“Ya Resûlallah! Ali mahcûbiyetinden, edebinden size söyleyemez.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“Öyleyse Ali’yi çağırın.” buyurdular. Ümmü Eymen (r.a.) koşup Hz. Ali’yi çağırdı. Mahcubiyetinden sıkılarak huzura giren Ali (r.a.) bir kenara oturdu. Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“Yâ Ali düğününüzün olmasını arzu ediyor musun?” buyurdu Ali (r.a.) de:
“Evet” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“Fâtıma’nın çeyizi tamamdır. İnşallah bu vazifede yerine gelecektir.” buyurdu. Ümmü Seleme annemize haber gönderip 10 dirhem istedi. Gelen parayı Hz. Ali’ye uzattı ve:
“Ya Ali! Bir miktar hurma, biraz tereyağı biraz da yoğurt al gel” buyurdu.
HZ. ALİ’NİN (R.A.) DÜĞÜN YEMEĞİ
Hz. Ali siparişleri alıp huzura getirdi. Efendimiz hurmaları bir kaba boşaltıp mübarek elbisesiyle ezdi. Biraz un, yoğurt ve tereyağı ile karıştırarak tatlı bir düğün yemeği yaptı. Arapların meşhur “Hays” adını verdikleri bu yemeği tabaklara koydu. Bu velîme hazırlığından haberdâr olan Sa’d İbn Ubâde (r.a.) katkı olmak üzere derhal bir koyun kesti getirdi. Bir başka sahâbî yağ, un v.s. getirdi. Hazırlıklar tamam olunca Efendimiz:
“Yâ Ali! Ashab-ı Kiram’ı davet et! Dostlarını davet et!” buyurdu. O da dışarı çıkıp ashâbı davet etti. Gelenler onar onar içeri alınıp sıra ile sofraya oturtuldu. Bu şekilde sofralar dolup taştı. Gönülleri bereket, rahmet kuşattı. Hz. Ali o gün velîme yemeğinden 700 kişinin yediğini nakletmiştir.
İki Cihan Güneşi Efendimiz, Ümmü Seleme annemizle Ümmü Eymen’den Fâtıma’yı (r.anha) giydirip kuşatmalarını istedi. Bir deve getirilip süslendi. Hz. Fâtıma bindirildi. Yuları Selman-ı Fârisî’nin (r.a.) eline verildi. Huzur ve neşe içerisinde Hz. Ali’nin evine getirildi. Böylece kadınlık âleminin hanımefendisi Hz. Fâtıma şânına yakışan bir sadelik içinde gelin oldu. Bu mesut düğün hicretin 2. yılının Zilhicce ayında yapıldı.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN EVLİLİK DUASI
Ümmü Eymen’in anlattığına göre Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisi gelinceye kadar Hz. Ali’nin Fâtıma’nın yanına gerdeğe girmemesini emir buyurmuştu. Efendimiz gelip kapıyı çaldı. Dadısı Ümmü Eymen karşıladı. Selam verdi. İçeri girmek için izin istedi. İzin verilince girdi ve:
“Kardeşim burada mı?” diye sordu. Ümmü Eymen:
“Ya Resûlallah! Kardeşin kim?” dedi. Efendimiz de: “Ali ibni Ebî Tâlib” buyurdu. Dadısı:
“Sen kızını onunla nikâhladığına göre o nasıl kardeşin olur?” dedi. Efendimiz:
“Evet! o öyledir.” buyurdu.
“Yani o benim dinde kardeşim olur. Fâtıma ile evlenmesinde bir sakınca yoktur” dedi. Sonra bir kapla su getirtti. Abdest aldı ve Hz. Ali’yi çağırdı. Abdest suyundan göğsüne iki omuzunun arasına serpti. Sonra Hz. Fâtıma’ya da aynı şekilde davrandı ve:
“Allahümme bârik fîmâ ve bârik lehüma fi neslihimâ= Allah’ım bu evliliği mübarek kıl! Onlara ve nesillerine mübarek kıl.” buyurdu ve:
“Ey Allah’ım ! Fâtıma ve zürriyeti hakkında kovulmuş şeytandan sana sığınırım.” diye duâ etti. Hz. Ali için de aynı duâyı tekrar ederek:
“Allah’ın ismi ve bereketiyle gir zevcenin yanına.” buyurdu. Fahr-i Kâinat Efendimiz evlenecek bir kimseyi tebrik edeceği zaman
“Allah bunu senin için mübarek kılsın! Allah’ın bereketi senin üzerine Olsun! Allah ikinizi hayırda birleştirsin!” diye duâ ederdi.
“O BENDEN BİR PARÇADIR”
Yeni gelin ve damata bu duâları yaptıktan sonra onların arasındaki muhabbeti kuvvetlendirmek için kızına:
“Vallahi Ey Fâtıma! Ben seni, ailemin en hayırlısına nikâhladım! Allah hakkı için erin iyi erdir. Sahâbenin evvelidir. İslâm’ın büyüğüdür. İlim de en derinidir. İmamların kadısı, İslâm’ın kahramanıdır. Zinhar ona isyan eyleme ve emrine muhalefet etme!” diye nasihatta bulundu. Damadına da:
“Ey Ali, Fâtıma’nın hakkına riâyet eyle! Onu hoş tut. O benden bir parçadır. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun.” buyurdu. Her ikisini de Allah’a emanet ederek oradan ayrıldı.
Yeni bir hayat başladı. Nurlu bir ocak kuruldu. İki Cihan Güneşi Efendimizin neslini devam ettirecek bir nur yumağı oluştu. Bu mesut evlilikten “seyyid” “şerif” ünvanlarıyla anılan bahtiyar insanlar dünyaya geldi. Cennet gençlerinin efendileri ve cennet hanımlarının efendileriyle nurlu nesil devam etti.
Seyyidler neslinin kaynağı olan bu aile muhabbet dolu sıcacık bir yuva oldu. Orada sevgi, saygı şefkat, merhamet, hizmet, firaset, nezâket ve nezâhet gibi üstün ahlâkî meziyyetler yeşerdi. Acısıyla tatlısıyla hayatı olduğu gibi kabul eden aile ferdleri, dünyanın sıkıntılarını da birlikte sabır ve rıza ile göğüslediler. Evin içindeki hizmetler Hz. Fâtıma’ya dışardaki işler de Hz. Ali’ye bırakıldı. İç ve dış hizmetleri paylaşma yönüyle onlar bir bütünün iki parçası haline gelmişlerdi. Hz. Fâtıma yerine göre el değirmeninde arpa öğütüp ekmek yaptı. Yemeğini pişirip, temizliğini yaptı. Ev işleriyle uğraştı. Değirmeni çevirmekten avuçlarının içi kabardı. Ama yokluktan, yoksulluktan hiç şikâyet etmedi. Zâhidâne bir hayat yaşayıp kimseye dert yanmadı.
“HAYDİ NAMAZA!”
Fahr-i Kâinat Efendimiz damadını ve kızını evliliklerinin ilk altı ayında devamlı sabah namazına çıkarken kapılarının önünde durup:
“Ey Muhammed’in ev halkı! Haydi Namaza!” diye çağırmış ve peşinden;
“Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günah kirini gidermek, sizi tertemiz yapmak ister.” meâlindeki Ahzâb sûresi 33. âyetini okumuştur. Bir defasında da sabah namazı dönüşünde damadının evine uğramış ve kızını uykuda bulunca, namazını kılmadı zannederek şöyle seslenmişti:
“Kızım Fâtıma! Muhammed Mustafa’nın kızıyım diye sakın namazı terk edeyim deme. Beni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a andolsun ki, beş vakit namazı vakti içinde kılmadıkça cennete giremezsin” buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gün kızının hastalandığını duydu ve ziyaretine gitti. İmran İbni Husayn (r.a.) da yanında idi. Kapıya varınca tıklattı ve selâm verdi. Hz. Fâtıma derhal kapıyı açtı ve:
“Buyurun babacığım” diyerek içeriye aldı. Sevincinden hastalığını unutmuş gibiydi Efendimiz:
“Kızım yanımda İmrân İbni Husayn var başını ört!” buyurdu. Hz. Fâtıma:
“Babacığım bundan başka örtüm yok. Onunla başımı örtsem vücudum açıkta kalıyor.” dedi. Efendimiz:
“Örtüyü düz olarak değil, değirmi köşeli olarak ört ki her tarafını kapasın” buyurdu Sonra İmran İbni Husayn da içeri alındı. O da “geçmiş olsun” dileğinde bulundu dua ederek izin istedi.
Hz. Fâtıma böylesine yoksul ve fakirlik içerisinde bir hayat sürdü. Bir gün arpa öğütmek için el değirmenini çevirmekten avuçlarının içi kabardı. Bunu Hz. Ali’ye göstererek bir çare aramasını arzu etti. Hz. Ali da dilersen babacığına durumu açabilirsin dedi. Medine’ye esirlerin getirildiğini duyan Hz. Fâtıma babacığından bir hizmetçi vermesini istedi. Rahmet Peygamberi Efendimiz kızına:
“İstediğinden daha hayırlısını size haber vereyim mi? Cebrâil’in bana öğrettiği şu kelimeleri her namazın sonunda okursan, hizmetçiden daha iyidir. Bunlar: Otuz üç defa ‘Subhânallah’ otuz üç defa ‘Elhamdülillâh’ otuz üç defa da ‘Allahü Ekber’ demenizdir.” buyurdu.
Hz. Ali ile Fâtıma arasında kurulan evlilik ümmete ibretler dolu örnek bir yuva oldu. Karı ile koca arasındaki sevgi saygı, samimiyet, hizmet ve güzel geçime en iyi örnek bir yuva. Bu yuvanın fertlerinden birisi üzgün olsa diğeri onun üzüntüsünü gidermek için gayret eder ve evdeki eksikleri görmezden gelerek musâmaha ile karşılardı. Müşterek hizmet ve sohbet zeminleri oluşturularak birbirlerini dinler ve dertleşirlerdi. Fakat beşer olarak küçük kırgınlıklar da olmaz değildi.
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz kızını ziyarete gitmişti. Damadını evde göremeyince kızına:
“Amcanın oğlu nerede?” diye sordu Hz. Fatıma da:
“Aramızda ufak bir şey geçti. O sebeple çıkıp gitti.” cevabını verdi. Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz dışarı çıktı ve Sehl İbni Sa’d’a (r.a.):
“Ya Sehl git Ali’ye bak. Nerede ise bana haber ver.” buyurdu. Sehl doğru mescide koştu. Hz. Ali’nin orada uyumakta olduğunu gördü. Dönüp geldi ve mescitte yattığı haberini verince Efendimiz kalktı mescide gitti. Hz. Ali toprak üzerine uzanmış uyuyakalmıştı. Rahmet Peygamberi Efendimiz damadını bu vaziyette görünce mübarek elleriyle yüzündeki tozları sildi. Üstü başı toprak olduğu için “Ey Ebû Tûrâb kalk!” diye seslendi Efendimiz’in sesini duyan Hz. Ali derhal ayağa kalktı. Üstü başı toz toprak içinde olmuştu. Efendimiz elbisesini temizlemeye yardım etti ve elinden tutarak evine götürdü.
Hazret-i Fâtıma radıyallahu anhâ annemizin hayatı, kıyamete kadar gelecek İslâm hanımefendilerinin örnek alacağı ibretlerle, ahlâkî meziyyetlerle doludur. O’nun evliliği, çeyizi, ev işlerindeki becerisi, mahareti, beyine karşı samimi, sevgi dolu hizmetleri, komşuluk münasebetleri, ilmi, irfanı ve infakı günümüze ışık tutmaktadır. O, eşyanın kölesi, hizmetçisi olmadı. Allah ve Rasûlünün sevdiği yolda samîmî kul olabilmek için gayret etti. Hayatını bu hedef ve gaye içerisinde geçirdi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz kızını ve torunlarını çok severdi. Onları görmek için sık sık damadının evine giderdi.
Bir defasında kapıya vardı ve içeri girmeden geri döndü. Hz. Fâtıma buna çok üzüldü. Hz. Ali eve geldiğinde hanımını üzüntülü gördü. Sebebini sordu. O da:
“Ya Ali: Rasûlullah geldi kapıdan içeri girmeden geri döndü, gitti” dedi. Buna Hz. Ali (r.a.) da çok üzüldü. Derhal sebebini öğrenmek üzere Rasûlullah’akoştu, Fâtıma’nın üzüntüsünü arzetti. Eve niçin girmediğini sordu. İki Cihan Güneşi Efendimiz birazcık sitemle:
“Benim dünya ile ne işim var? Benim işlemeli perde ile ne işim var?” buyurdu. Hz. Ali (r.a.) meseleyi anladı ve hemen ailesine döndü ve Efendimizin hoşnutsuzluğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (r.anha):
“O perdeyi ne yapmamı emrediyor” dedi. Yine Rasûlullah’ın huzuruna varan Hz. Ali’ye:
“Fâtıma’ya söyle; O perdeyi filan oğullarına göndersin” buyurdu. Bunun üzerine o perde yerinden indirilip ihtiyaç sahiplerine gönderildi. Rasûlullah’ın istemediği bir şeyi onlar hiç istemezlerdi. Allah Rasûlü babacığını memnun etmek onların en büyük arzusuydu. Bunun için sevgide kusur etmemeğe son derece dikkat ederlerdi. Efendimiz de damadı ve kızını çok severdi, fırsat buldukça onları ziyaret ederdi.
HANGİMİZ DAHA SEVGİLİ?
Bir defasında Hz. Ali ile Hz. Fâtıma karşılıklı sohbet ediyorlardı. Birbirlerine iltifatlarda bulunuyor ve:
“Hangimiz Allah’ın Rasûlü’ne daha sevgilidir? Kızı mı? Damadı mı?” diye konuşuyorlar ve tatlı tatlı gülüyorlardı. Tam bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.) yanlarına çıkageldi. Onları neşeli görünce pek sevindi. Babacığına çok düşkün olan Hz. Fâtıma (r.anhâ) gülümseyerek:
“Babacığım. Ali ile sizin yanınızda hangimizin daha sevimli olduğumuz üzerinde konuşuyorduk.” dedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi şöyle ifade etti:
“Kızım sen, babanın evlâdına olan tabii sevgisinden dolayı bana Ali’den daha sevgilisin. Fakat Ali de benim gözümde senden daha kıymetli ve daha çok izzet sahibidir.” buyurdu. Her ikisini de değişik yönlerden sevdiğini duyurdu. Her fırsatta Onların aralarındaki muhabbetin artmasına gayret etti.
Hz. Ali (r.a.) ilim şehrinin kapısı, harb meydanlarının korkusuz arslanı, âlim, mücâhid bir yiğit!.. Hz. Fâtıma’da Rasûlullah’ın ciğerpâresi, pırlantası ve nur parçası, kendi dünyasının hanımefendisi bir bahtiyar!.. Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin bildirdiğine göre insanlardan Rasûlullah (s.a.)’e en sevgili olan Hz. Fâtıma idi. İçeri girdiğinde Efendimiz ayağa kalkar ve yerine oturturdu. Bir sefere çıkarken veya seferden döndüklerinde önce mescide girer, iki rekat namaz kılar ve sonra sevgili kızına uğrardı. Onunla bir müddet sohbet ederdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ) da babacığını çok seviyordu. Onu gölge gibi takib etmek istiyordu. Uhud savaşında babacığının yaralandığını duyunca bütün tehlikeleri göze alarak yanına vardı. Yanağına doğru akan kanı temizledi ve kül bastırarak durdurdu. Yarasını tedavi etmeye çalıştı.
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma (r.anhâ)’nın dünya evleri üstün ahlâkî meziyyetlerle donatılmıştı. Nurlu Neslin devamını sağlayan, bu evlilikte iltifat, saygı, edeb, iffet ve kıymet bilme önde gelen meziyyetlerdendi. Birbirlerinin fikir ve düşüncesine çok değer verirlerdi. Görüş ayrılığı olsa dahi müşterek bir noktada birleşirlerdi. Dâvâ şuûruna sahib, samimi, sıcak bir aile kurmuşlardı. Bir muhabbet ocağı olmuştu onların birlikteliği. Öylesine bir muhabbetle birbirine bağlanmışlardı ki, gel-geç sevdalar onlara tesir edemedi. Ebedî hayatı kazanmak ve Allah’ın rızasına erebilmek onlar için her şeyden önce gelirdi. Kendileri yemez, ihtiyaç sahiplerine yedirirlerdi. Kapısına gelen fakiri reddetmezlerdi. Kendileri muhtaç oldukları halde başkalarına verirlerdi. Onların bu güzelliklerini, cömertliklerini ve îsâr halindeki davranışlarını Allah Teâlâ Kitâb-ı Kerîminde övmüştü. Şöyle ki:
“Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın nâfile oruç tuttukları bir akşam vakti kapılarına bir fakir gelir. “Allah için” diyerek bir şeyler ister. Onlar da kendileri için hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi fakire verirler. Peşpeşe üç gün aynı vakitte akşam ezanı okunacağı zaman değişik kılık ve kıyafette yoksul, garib birileri kapılarına gelir; “Allah için” diyerek dilekte bulunur. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.anhûm) birlike hazırladıkları iftarlıkları olduğu gibi bu yabancı garib kimseye verirler. Kendileri üç gün birşey yemeden peşpeşe su ile oruç tutarlar. Onların bu güzel hali, gönüllerindeki engin infak şuuru Allah Teâlâ’nın hoşuna gider ve şu âyet-i celîle ile methü senâ edilirler. Meâlen:
“İyiler şüphesiz (güzel kokulu ve serin) kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne bir teşekkür bekliyoruz. Biz çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.” (derler)” (İnsan Sûresi; 5 – 10)
Vahiy tamamlandığında İki Cihan Güneşi Efendimiz bu müjdeyi kızına ve damadına bildirdi. Her ikisi de sevinçlerinden üç günlük açlığın verdiği sıkıntıyı bir anda unutuverdiler. Kıyamete kadar okunacak bir kitapta övülmek ne büyük bir mükâfattı.
“YA ALİ! GÖNÜL BİR TANE, SEVGİ İSE DÖRT. BİR KALBE BU KADAR SEVGİ NASIL SIĞIYOR?”
Hz. Fâtıma (r.anhâ) vahyin beşiği sevgili babacığının sohbetlerinden çok istifade etmişti. Rasûlullah (s.a.)’in terbiyesinde yetiştiği için onun feyziyle gönlünü doldurmuş, ilim, edeb, haya gibi üstün ahlâkî meziyyetlerle kendini yetiştirmişti. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Hz. Ali’ye:
“-Ya Ali, Allah Teâlâ’yı sever misin?” diye sordu. O da:
“Evet! Ya Rasûlallah severim.” dedi. Efendimiz:
“O’nun Rasûlünü de sever misin?” dedi.Hz. Ali heyecanlanarak:
“Evet yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz tekrar:
“Kızım Fâtıma’yı da sever misin?” diye sordu. Hz. Ali hiç tereddüt etmeden.
“Evet” dedi. Efendimiz:
“Hasan ve Hüseyin’i sever misin?” dedi. O da:
“Evet ya Resûlallah severim.” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.):
“Ya Ali! gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor?” buyurdu. Hz Ali bu suale bir türlü cevap veremedi. Düşünceli bir vaziyette evine döndü.
Onu düşünceli ve durgun görünce Hz. Fâtıma (r.anha) üzüldü. Ne olduğunu ve onun zihninden geçirdiklerini öğrenebilmek için şefkatle:
“Ya Ali sizi durgun görüyorum. Üzücü bir şey mi oldu diye söze girdi ve; Eğer bu dünya ile ilgili ise kederlenmeğe değmez. Ahiret ile ilgili bir husus ise nedir sizi üzen şey?” dedi. Muhterem eşinin sorusunu cevapsız bırakmak istemeyen Hz. Ali (r.a.) başından geçen olayı anlattı ve Efendimizin sorduğu soruya cevap veremediğini söyledi. Hz. Fatıma (r.anhâ) soruyu öğrenince gülümsedi ve
“Ya Ali! Babamın yanına var ve bu suâli şöyle cevaplandır.” diyerek açıklamalarda bulundu. Hz. Ali bu izâhatten memnun oldu. Gönlüne hoş geldi ve Efendimizin huzuruna koştu:
“Ya Rasûlallah! Sağ, sol, ön, arka diye insanın yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allah’ı aklım ve imanımla, sizi ruhum ve imanımla, Fâtıma’yı, insânînefsim ile, Hasan ve Hüseyini de babalığın tabii icabı ile seviyorum.” dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz bucevaba tebessüm etti ve:
“Ya Ali! Bu sözler ancak Peygamber ağacının dalından alınmış meyvelerdir.” buyurdu…
SABRET KIZIM
Hz. Fâtıma (r.anhâ) çok hassas ve yufka yürekliydi. Kimsenin üzülmesini istemez, acı çekmesine dayanamazdı. Allah Rasûlü babacığı rahatsızlandığı zaman hemen yanına koşardı.
“Vah babacığım!…” diyerek üzülürdü. İki Cihan Güneşi Efendimiz de:
“Sabret kızım! Sabır güzeldir!” buyurarak onu teselli ederdi. Birgün şiddetli ateşler içinde iken etrafındakilere:
“Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsın! Zira, Ben ancak Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’in helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım.”
“Ey kızım Fâtıma!Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olan ameller işleyiniz. Yani bana güvenip tembellik etmeyiniz. Çünkü Ben, sizi, Allah’ın azabından kurtamam!…” buyurdu. İnsan için ancak çalıştığının karşılığının verileceğini duyurdu. Kişiyi ancak iman ve amelinin kurtaracağına dikkat çekti. Hastalığı ağırlaştıkça ümmetini daha çok düşünüyor ve onları cehennemin korkunç alevlerinden kurtarmak istiyordu. Yine etrafında bulunanlara:
“Namaza… Namaza dikkat… Namaza… Namaza… devam ediniz!…” buyurarak İslâm’ın ana direğini iyi muhafaza etmek gerektiğini vurguluyordu.
BANA İLK KAVUŞACAK SENSİN?
Rahmet ve Şefkat Peygamberi Efendimiz iyice ağırlaştığı birgün kızı Hz. Fâtıma’yı yanı başına çağırdı. Babacığının ateşler içinde yandığını gören Hz. Fâtıma:
“Vah babam, vah Peygamber babam” dedi. İçinin yanıklığını bu ifadelerle dile getirdi. İki Cihan Güneşi Efendimiz biricik kızının başını kendine doğru eğip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fâtıma ağlamağa başladı. Sevgili kızının ellerinden tutarak tekrar kendisine doğru çekti ve yine kulağına bir şeyler söyledi. Bu sefer Hz. Fâtıma’nın yüzünde tebessüm belirdi. Üzüntü ile sevinç bir arada yaşanınca Hz. Aişe annemiz merak edip Hz. Fatıma’ya sordu. O da şimdi söyleyemiyeceğini belirteyerek özür diledi. İki Cihan Güneşi Efendimiz sevgili kızına:
“Cebrâil aleyhisselâm her sene bana bir kere Kur’an-ı Kerim’i arz ederdi. Bu sene iki kere okudu. Anladığım ecelim yaklaşmıştır…” buyurdu. Hz. Fâtıma hıçkırıklara boğularak ağlamağa başladı. Rahmet Peygamberi babacığı onu teselli etmek ve sabrını artırabilmek için tekrar ona:
“Ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak olan sensin.” buyurdu. Sevgili kızına fazla ayrı kalmayacaklarını duyurarak sabır diledi. Hz. Fâtıma (r.anhâ) sevgili babacığının ateşinin yükseldiğini gördükçe adeta kendi kendine eriyordu. İçinin yanıklığını, ıstırabını:
“Vah babama!.. Vay babamın çektiği ıstıraba…” diyerek dışa vuruyordu. Efendimiz de sevgili kızını teselli edebilmek için:
“Kızım! Bugünden sonra baban hiç ıstırab çekmeyecektir. Kızım! Sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman ?İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ de!..” buyurdu.
YANIK YÜREĞİN AĞITLARI
O, Rahmet Peygamberi babacığının dâr-ı bekâ’ya uçtuğu zaman elem ve kederini:
“Ey Allah’ın davetine koşan babam!.. Ey mekanı Firdevs olan babam! Ey ölüm haberini Cebrâil’den alan babam!… Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babam!…” ifadeleriyle dile getirdi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ)’nın acıları bitmeyecek ve yüreğinin ateşi sönmeyecekti. Sevgili babacığından ayrıldığı günden sonra güldüğü hiç görülmemiştir. Kabr-i şerîfi ilk ziyaret eden Hz. Fâtıma oldu. Gözyaşları içerisinde mezara bakarak bir süre öylece kalakaldı. Sonra sevgili kocası Hz. Ali’ye dönerek:
“Allah’ın Rasûlü’nün üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu?” dedi. Yüreğinin yanıklığını isyana varmayan ağıtlarıyla şöyle dile getirdi:
“Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şayetonlar gündüzlerin üzerine dökülseydi, kararır da gece olurdu.” Hz. Fatıma (r.anhâ) Peygamber babacığının kendisine sır olarak söylediği sözlerle teselli bulmağa çalışıyordu. Beş çocuğu, üçü kız, ikisi erkek etrafında pervane gibi dönüyorlardı. Ama o ilahî kaderin kazâ safhasına çıkacağı zamanı bekliyordu.
HZ. FATIMA’NIN (R.ANHA) VEFATI
Rahmet Peygamberi baba-cığının vefatından altı ay geçmişti. Hz. Fâtıma da hastalanıp yatağa düştü. Hicretin on birinci yılı, Ramazan ayına girilmişti. Rahatsızlığı şiddetlenince çocuklarının dışarı çıkarılmasını Hz. Ali’den istedi. İçeriye anneciğim dediği Ümü Râfi’ ile Hz. Esma binti Umeys girdi. Kendisine abdest aldırıp yalnız bırakılmasını istedi. Rabbime duâ ve niyazda bulunmak istiyorum dedi. Derin bir niyaz halindeyken nazenin bedenini odanın içinde bırakarak ruhunu Rabbine teslim eyledi.
Hz. Fâtıma (r.anhâ) geride gözü yaşlı sevgili kocası Hz. Ali ve beş çocukbıraktı. Hasan 8; Hüseyin 7; Ümmü Gülsüm 5; Zeynep 3; Rukiye 2 yaşlarındaydı. Üç ablasının ismini, üç kızında yaşatmak istemişti. Kendisi de 28 yaşlarındaydı. Bir çocuğu da küçükken vefat etmişti. Sevgili babacığından 18 hadis-i şerif rivayet etmişti.
HZ. FATIMA’NIN (R.ANHA) KABRİ NEREDE?
Hz. Fâtıma (r.anhâ)vefatına yakın günlerde Hz. Esmâ’ya:
“Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum.” demişti. O zaman kadınların cenâzesi kefene sarılıp perdesiz götürülürdü. Hz. Esma, Habeşistan’da hanım cenazelere hurma dalından çadır gibi örgü yaptıklarını görmüştü. Hz. Fâtıma (r.anhâ)’ya bunu anlatmıştı da hoşuna gitmişti. O zaman böyle bir tabut yapılmasını söylemişti. İslâm’da tabuta konarak kabre götürülen ilk kadın cenazesi onun mübarek nâşı olmuştur. Cenazesini Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırmıştır.
Vasiyeti üzerine geceleyin Hz. Ali, Hz. Abbas ile oğlu Fazl tarafından Cennetü’l-Baki’ye defnedildi.
Ümmü Gülsüm Binti Muhammed (r.anha) Kimdir?
Ümmü Gülsüm (r.a.) Resûlullah Efendimiz’in üçüncü kızı… Mekke müşriklerinin şiddetli ambargoları altında büyüyen çilekeş bir genç… Annesi ve iki ablasının vefatlarını küçük yaşta gören sabır ve metanet sahibi bir iman eri… Ablası Rukıyye (r.a.) ile kader çizgileri birbirine benzeyen ikiz gibi iki kardeş… Her ikisi de iman ve edeb âbidesi Hz. Osman’a (r.a.) nikâhlanarak onun “Zinnûreyn=iki nur sahibi” diye ünvan almasına vesile olan bahtiyarlardan…
Ümmü Gülsüm (r.a.) Mekke’de bi’setten = Peygamberlikten önce doğdu. Kureyşliler kendi aralarında: “Muhammed’in kızlardan başka çocuğu olmuyor…” diye konuşuyorlardı.
Ne söylediklerinin, farkında bile değillerdi. Onlar kız çocuğu doğduğunda diri diri kumlara gömecek kadar câhiliyet içerisinde merhametsiz ve meymenetsiz vahşi kimselerdi. Onların cehâlet ve vahşet hallerini âyet-i celîle şöyle bildiriyor:
“Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür…” (Nahl sûresi; 58 – 59)
NEDEN ÜMMÜ GÜLSÜM ADI VERİLDİ?
Sevgili Peygamberimizin üçüncü kızı böyle bir câhiliyet ve vahşet içerisinde yaşayan toplumda dünyaya geldi. Dolgun yüzlü güzel olduğundan dolayı ona Ümmü Gülsüm adı verildi. Peygamberlikten önce gelişip büyüdü. Ablası Rukıyye ile ikiz gibiydiler. Her ikisi de cahiliye döneminde Ebû Leheb’in oğullarına istendiler. Fakat Rabbımız o gülleri, müşrik eli değmeden kurtarıp tekrar baba ocağına döndürdü.
Ümmü Gülsüm ve kız kardeşleri Hz. Hatice (r.anhâ) ile birlikte İslâm’la ilk şereflenenlerdendir. Cahiliye döneminde Uteybe ile nikahlanmıştı. Allah Teâlâ “Tebbet Sûresi”ni nâzil buyurunca; Ebû Leheb oğullarına baskı yaptı ve O’nun kızlarını boşayın dedi. Onlar da babalarının sözünü tuttu. Böylece habîbinin gülleri iman ve insanlıktan nasibi olmayan müşrik ellerden kurtulmuş oldu.
SABRIN MÜKAFATI
Kısa bir zaman sonra Hz. Rukıyye, Hz. Osman ile evlenip Habeşistan’a ailecek hicret ettiler. Ümmü Gülsüm (r.a.) kız kardeşi Fâtıma ile beraber Mekke’de Habîb-i Ekrem Efendimiz’in yanında kaldılar. İki ablası evlenmişti. Ev işleri ona kalmıştı. Hayatın sıkıntıları, müşriklerin eza, cefa ve ambargoları artmıştı. Haşimoğullarıyla birlikte Müslümanlar Ebû Tâlip mahallesinde hapsedilmişti. Üç yıl süren bu ambargoda aç ve susuz bırakılmışlardı. Ümmü Gülsüm (r.a.) bu zor ve sıkıntılı günlerde anne ve babasının elem ve kederini hafifletmeye çalıştı. Üzerine düşen sorumluluğu idrak ederek annesine: “Üzülme anneciğim!..” diye onu teselli etti. Allah her şeye kadirdir. Bu çilelerin de sona ereceği bir zamanı var diye sabretti. Sabrının mükâfatını Allah Teâlâ’dan bekledi. Günler sıkıntı içerisinde bir bir geçmekteydi. Bir gün Ebû Tâlib Müslümanların kuşatıldığı mahalleye geldi ve ambargonun kalktığını müjdeledi. Kâbe’ye asılan vesîkanın parçalandığını haber verdi. Bu haber Müslümanları çok sevindirdi.
HZ. HATİCE’NİN (R.A.) VEFAT ETMESİ
İslâm’ın ilk yiğitleri çok çileler çekti. Ama onlar asla imanlarından taviz vermedi. Çektiği sıkıntılar onların azimlerini biledi ve imanlarını kuvvetlendirdi. Hz. Hatice (r.a.) annemiz bu kuşatmadan çok yıpranmış ve zayıf düşmüştü. Rahatsızlanıp yatağa düştü. Kızları Zeynep, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma baş ucunda hep hizmette idiler. Hicretin onuncu yılı ramazan ayına girilmişti. Hastalığı gün geçtikçe artmaktaydı. Ramazanın onuncu günü Hz. Hatice annemiz ruhunu Mevlâsına teslim ederek sevdiklerini geride bıraktı. Resûl-i Ekrem pek sevgili ailesini kendi eliyle Hacun Kabristanına defnetti.
“ONDAN DAHA HAYIRLI BİR EŞ YOKTUR”
Yeryüzünde ilk Müslüman ve “Ondan daha hayırlı bir eş yoktur.” iltifatına mazhar Hz. Hatice annemizin vefatından sonra Ümmü Gülsüm’ün (r.a.) ev içindeki sorumluluğu daha da arttı. Zira babasının evinden ilk sorumlu o idi. Evin bakımı, hizmetleri abla olarak ona kaldı. Babacığının Hak davâsını tebliğdeki karşılaştığı sıkıntıları o çok iyi bilmekteydi. Mekke artık Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Hicret izni verilince, önce sahâbîler, sonra İki Cihan Güneşi Efendimiz Medine’ye hicret ettiler. Daha sonra da aile efradı annelerimiz ve kızları Medine’ye getirildiler.
HZ. RUKIYYE’NİN (R.A.) VEFATI
Ümmü Gülsüm (r.a.) Medine’ye hicret edince ablası Rukıyye (r.a.) rahatsızlanmış yatıyordu. Vefatına kadar hem babasına hem ablasına hizmet etti. Bu arada müşriklerin Medine’ye saldıracağı haberi geldi. Sevgili babaları Resûl-i Ekrem Efendimiz Kureyşlileri Bedir’de karşılamak üzere ashâbıyla anlaştı. Hz. Osman’ı Medine’de bıraktı. Rukıyye’nin (r.a.) rahatsızlığı gittikçe şiddetlendi ve Bedir zaferinin müjdeli haberleri Medine’ye ulaştığı sıralarda ruhunu teslim etti. Cennetü’l-Bakî’a defnedildi. Fahr-i Kâinat Efendimiz Kabrinin başına geldi ve dua etti.
Hz. Osman, Rukıyye (r.a.) ile çileli, sıkıntılı fakat mesut bir hayat yaşadı. Şimdi ise iman ve neşe dolu, sabır ve metanetle çilelere tahammül eden bir hayat arkadaşını kaybetmişti. Üstelik, hem de Resûlullah ile olan hısımlık ve yakınlık bağları maddeten kesilmişti. Bunun için çok üzülüyordu. Yakınları ona bir hayli kız ismi vererek evlenmesini teklif etmişlerdi. O ise; “Hz. Rukıyye’nin yerini kimse dolduramaz” diyerek hepsini geri çevirdi. Hz. Ömer (r.a.) kızı Hafsa’yı teklif etti. Ona da müsbet cevap vermedi. Hatta buna üzülen Hz. Ömer doğru Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizin huzuruna geldi ve: “Ya Resûlallah! Hafsa ile evlenmeleri için Ebûbekir ve Osman’a teklifte bulundum. Hiçbir cevap alamadım.” diye canının sıkıldığını söyledi. İki Cihan Güneşi Efendimiz, Hz. Ömer’in bu celâl ve öfkesini şu sözleriyle teskin etmeye çalıştı: “Hafsa, Osman’dan daha hayırlısı ile, Osman da Hafsa’dan daha hayırlısı ile evlenecek” diyerek hatırını hoş etmeye gayret etti. Böyle bir müjde ile onun gönlünü aldı.
İKİ NUR SAHİBİ
Hz. Osman (r.a.) yine bir gün üzüntülü ve ağlamaklı bir halde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Elem ve kederini yüzünden okuyan Fahr-i Kâinat Efendimiz onun hal ve hatırını sordu ve: “Ey Osman! neden bu kadar üzüntülüsün?” buyurdu. O da; “Yâ Resûlallah! Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? Kızınızın vefatıyla yalnız kaldım. Daha da mühimi sizinle olan hısımlık bağım koptu.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah: “Ey Osman! İşte Cebrâil! Allah’ın Ümmü Gülsüm’ü de sana nikâhlamamı emrettiğini bildiriyor.” buyurdu. Bu müjdeye Hz. Osman (r.a.) çok sevindi.
Anneler sultanı Hz. Hatice (r.a.) yokluğunu hissettirmemek için bütün kadınlar seferber olup Ümmü Gülsüm’e yardımcı oldu. Kısa zamanda hazırlıklar tamamlandı. Nihayet hicretin üçüncü yılı Rebiülevvel ayında düğünleri yapıldı. Hz. Osman (r.a.) böylece ikinci defa Resûl-i Ekrem Efendimiz’e damat olma şerefini elde etti. Bundan böyle “Zinnûreyn = iki nur sahibi” ünvanıyla çağrıldı.
Ümmü Gülsüm (r.a.) altı sene Hz. Osman (r.a.) ile birlikte huzur ve neşe dolu, mesût bir hayat yaşadı. Hudeybiye muâhedesinde beyat-ı rıdvan’da bulundu. Kaza umresine katıldı. Mekke Fethine iştirak etti.
ÜMMÜ GÜLSÜM (R.A.) NASIL VEFAT ETMİŞTİR?
Sevgili Peygamberimizin nâzenin üçüncü gülü Ümmü Gülsüm (r.a.) hicretin dokuzuncu yılında hastalandı. Babası ve kocası Tebük seferine çıkmışlardı. Gün geçtikçe hastalığı ağırlaştı. Kardeşi Fâtıma ve bütün hanım sahâbîler çok üzülüyordu. Çünkü yanında babası da yoktu kocası da… 27 yaşına yeni girmişti. Çocuğu da olmamıştı. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in genç bir yavrusu daha hayata gözlerini yummak üzereydi. Ümmü Gülsüm (r.a.) son nefesini alıp verirken İslâm ordusunun Medine’ye girdiği haberi geldi. Babası ve kocasının sağ sâlim döndüklerini duyunca biraz kendine gelir gibi oldu. Fakat çok geçmeden ruhunu teslim ederek ebedî yurduna uçtu.
İki Cihan Güneşi efendimiz kızının yanına girdiğinde Ümmü Gülsüm’ün bedeni daha yeni soğuyordu. Efendimiz sevgili damadı Hz. Osman’ın koluna girip dışarı çıkardı. Hz. Safiyye, Esma ve Ümmü Atıyye içeri girdi. Efendimiz bu kadınlara: “Kızım Ümmü Gülsüm’ü üç, beş veya daha fazla yıkayınız.” buyurdu. Gasil ve kefenleme işi bitince erkekler içeri girip cenâzeyi dışarı çıkardılar. Cenâze namazını Fahr-i Kâinat Efendimiz kıldırdı. Duâ ve gözyaşları arasında Baki’ kabristanlığına ablaları Rukıye ve Zeynep’in yanına defnedildi.
Ümmü Gülsüm’ün (r.a.) vefatı Hz. Osman’ı (r.a.) çok mahzun etmişti. İki Cihan Güneşi Efendimiz onu teselli için: “On tane kızım olsaydı biri öldükçe onları birer birer Osman’a nikahlardım.” buyurdu. Ona sevgi dolu iltifatta bulundu.
Cenâb-ı Hak’tan onlardaki edep, hürmet ve muhabbeti bizlere de lutfetmesini ve şefaatlerine nâil eylemesini niyaz ederim. Amin.
Rukiyye Binti Muhammed (r.anha) Kimdir?
Hazret-i Rukiyye (r.a.), Resûlullah Efendimiz’in ikinci kızı… Zâtü’l-Hicreteyn = İki hicret sahibi lakabına mazhar çilekeş bir iman eri… Aile olarak kocasıyla ilk hicret eden muhâcirlerden… İslâm davâsı uğruna akla hayale gelmedik eziyetlere ve çeşitli ibtilâlara maruz kalan ve o belâları sabırla geçiştirmesini bilen örnek neslin örnek insanları… Peygamberimizin ilk vefat eden kızı…
Rukiyye (r.a.) Peygamberlikten yedi sene önce Mekke’de dünyaya geldi. Hazreti Hatice (r.a.) gibi adamış olgun, zeki ve davâ şuûruna sahib bir annenin yanında büyüdü. Eğitimini, edebini, görgüsünü, ahlâkını aile yuvasında tamamladı. Sevgiyi, saygıyı ve insanlara şefkati, merhameti rahmet pınarı baba ocağında öğrendi. O, ablası Zeyneb’in evliliğinden sonra ev hizmetlerinde öne geçti. İşindeki becerisi, titizliği, tertib ve düzenliliğiyle akrabalarının dikkatini çekti. Anneciğinin hizmetlerine kardeşi Ümmü Gülsüm ile beraber yardımcı oldu. Onlar sanki ikiz gibiydiler. Birbirlerine son derece nezaket ve muhabbetle bağlı idiler. Kader onları birbirine öylesine yakın eylemişti ki, hayatları sanki birbirini takip etmekteydi.
PEYGAMBERİMİZİN KIZLARININ İSTENMESİ
Bir gün büyük amcaları Ebû Talib ile birlikte bir heyet evlerine geldi. Amcazâdelerinin akrabalığını arzu etmekteydiler. Hoşbeş ettikten sonra sadede gelindi ve Ebû Talib söze başladı. Şöyle dedi:
“Yeğenim Zeynep’i Ebü’l-Âs İbni Rebî’e verdin. O gerçekten şerefli bir hısımdır. Rukiyye ile Ümmü Gülsüm’ü de amcanın oğulları Utbe ve Uteybe’ye istemeye geldik. Şeref ve soy bakımından onlar da geri değillerdir. Vermeyeceğini zannetmem.” dedi.
Muhammedü’l-Emin Efendimiz bu teklife karşı: “Doğru söyledin amcacığım! Akrabaya önem vermek gerekir. Ancak ey amcam! bu konuda bana biraz mühlet ver de kızlarımla konuşayım.” buyurdu.
İnsan değerini en iyi bilen o emin, güvenilir insan kızlarına danışmadan bir cevap vermedi. Amcalarına sevgiyle, hürmetle davrandı. Fakat hemen verdim gitti deyip kestirip atmadı. Hane halkıyla istişare etmeyi huzurun mutluluğun kaynağı ve hanımlara verilmesi gereken önemli bir değer olarak kabul etti. Konuyu ev halkına açtı. Sâdık eş Hz. Hatice kızlarına durumu anlattı.
Anne ve kızlar Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemile’yi çok iyi tanıyorlardı. O geçimsiz, katı kalbli, kalp kırıcı söz ve tavırlarıyla meşhurdu. Böyle bir kaynanaya gelin olarak gitmeye kimsenin gönlü ısınamadı. Edep gözetip işi kendi haline bırakmayı tercih ettiler. Neticede bir takım endişelerle birlikte evlenmelerine karar verildi. Şefkatli baba kızları için bereket diledi. Onları Allah’ın hıfz u emânına bıraktı.
ALLAH’IN ELÇİSİ MUHAMMED (S.A.V.)
Rukiyye ve Ümmü Gülsüm’ün evliliğinin karara bağlandığı günlerden bir gün Mekke semâlarında bir nûr göründü. Sevgili babalarına Cebrâil aleyhisselâm gelmişti. Allah onu kendine resûl olarak seçmişti. O güne kadar “Muhammedü’l-Emin” diye herkesin güvendiği, her şeyini rahatlıkla emanet bıraktığı sevgili babaları şimdi “Muhammedün resûlullah=Allah’ın elçisi” olmuştu.
İLK MÜSLÜMANLAR
Yeni gelen Peygamber ve getirdiği dine ilk inanan da sevgili anneleriydi. Peşinden aile efradı olarak Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma inandı. Hz. Ebûbekir (r.a.) ile başlayan inananlar halkası her gün genişlemeye, ve sayıları artmaya başladı. Kureyş müşrikleri de bu işin önünü almak için toplantılar yaparak şu karara vardılar:
“Muhammed’i yeni görevinde kendi başına serbest bıraktınız. Onu işinden alıkoymak mı istiyorsunuz? O halde kızlarını geri veriniz de onlarla meşgul olsun. Bu meşgale onu ızdıraba sürüklesin…” dediler.
Kureyş’in azılı müşrikleri bir heyet halinde önce Ebû Leheb’in çocuklarına nişanlarını attırdılar. Ebû Leheb çocuklarına: “Eğer Muhammed’in kızlarını boşamazsanız başım başınıza haram olsun. Sizinle bir daha yüzyüze gelmeyeyim” diye tehdit etti. Utbe Rukıyye’den, Uteybe’de Ümmü Gülsüm’den ayrıldılar. Allah Teâlâ merhametiyle Habibi’nin kızlarını odun hamalının tuzağından, cimri ve uğursuz yaşayışından kurtardı. Şefkat ve rahmet ocağı anne ve babalarına döndüler. Ebû’l-Âs İbni Rebî ise asla Zeynep’ten ayrılmayacağını söyleyerek Kureyş ileri gelenlerinin tekliflerini reddetti.
HZ. RUKIYYE’NİN (R.A.) EVLİLİĞİ
Kureyşlilerin tuzakları boşa çıktı. Onların düşündükleri gibi kızlarının geri verilmesi Resûlullah’ı davetinden alıkoymadı. İşi sarpa sarmadı. Hatta daha da hayırlı oldu. Zira Allah Teâlâ, Resûlü’nün iki genç yavrusuna eski kocalarından daha hayırlı sâlih, kerîm, asîl bir aileye mensub, zengin, yumuşak huylu, iyi ahlâklı ve İslâm’a ilk giren sekiz kişiden ve Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Osman İbni Affan’ı (r.a.) nasîp etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz onunla Rukiyye’yi (r.a.) evlendirdi. Kendilerine dua etti. Allah Teâlâ’dan bereket vermesini niyaz eyledi.
Kureyş müşrikleri bu olup bitenler karşısında daha da hırçınlaştı. Müslümanlara bir iyilik dokunmasını istemiyorlardı. Bu sebepten yeni Müslüman olanlara eziyetler etmeye başladılar. Kimsesiz, garip Müslümanları işkenceler altında inleterek yeni dinin önünü kesmek istediler. Fakat tam tersine her gün İslâm’la buluşanların sayısı artıyordu.
Buna mukabil müşriklerin de eza ve cefaları akla hayale gelmeyecek şekilde devam ediyordu. Sevgili Efendimiz ashâbının çektiklerini gördükçe üzülüyor ve Rabbısına sığınıyordu. Bir müddet sonra Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. İlk hicret kafilesinde sevgili damadı Hz. Osman ile sevgili kızı Rukiyye’de vardı. Vatandan, âileden ve rahmet pınarı Efendimiz’den ayrılmak onlar için ne kadar zordu. Fakat müşriklerin zulmüne de dayanılacak gibi değildi. Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz vedalaşırken şunları söyledi:
“Allah onların yardımcısı olsun. Osman Allah yolunda, Lût’tan sonra ailesiyle hicret edenlerin ilkidir.” buyurdu.
Necâşî’nin ülkesine yerleşen muhacirler emniyet ve güven içerisinde ibadetlerini yapmaya, inançlarını rahatlıkla yaşamaya başlamışlardı. Tek üzüntüleri geride bıraktıkları aileleri ve din kardeşleriydi. Rukiyye’nin (r.a.) yorgunluktan dolayı sağlık ve sıhhati de bozulmuştu. Bu sebepten ilk çocuğu düşük olmuştu. Kendisi de çok zayıflamıştı. Bu halde iken insan ilgiye muhtaçtı. Hz. Osman (r.a.) da hanımına karşı ilgisini, sevgisini ve hizmetini hiç eksik etmedi. Gurbetçi yalnızlığını hissettirmedi. Hanımına şefkatli bir eş olarak merhametle davrandı. Elemini kederini gidermek için gayret etti. Ona daima manen destek oldu. Moralini yüksek tutmaya çalıştı. Bu arada Mekke’den muhâcirleri sevindirecek haberler gelmeye başladı. Müşriklerden bazısının İslâm’a girdiği şâyiası yayıldı. Peygamberle beraber Kâbe’de secde ettikleri söylentileri ortalığı kapladı. Bu haberler Habeşistan’ a da ulaşınca ashaptan bazıları Mekke’ye geri döndüler. Hz. Osman ile Rukiyye (r.a.) da dönenler arasındaydı. Halbuki hadisenin aslı yoktu. Sadece şöyle bir olay geçmişti:
NECM SÛRESİ
“Sevgili Peygamberimiz Necm Sûresi’ni okurken; “Allah’ı bırakıp taptığınız Lât’ın, Uzza’nın ve üçüncüsü olan diğer Menât’ın zerrece kudretleri var mı? Bize haber verin.” âyeti geçmişti. Müşrikler okunan ayetlerin manasının anlaşılmaması için yüksek sesle şamata yapıyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz sûrenin sonuna gelince Secde âyetini okudu ve secdeye kapandı. Müşrikler de putlarının adı geçtiği için secdeye vardılar. Onların da aynı anda secde edişleri müşriklerin Müslüman olduğu şeklinde yorumlar yapılmasına sebep oldu.
Bu asılsız haberleri duyarak Habeşistan’dan dönen muhacirler vatanlarına geldiklerinde hiç bir şeyin değişmediğini, işkencelerin devam ettiğini gördüler. Himaye altında Mekke’ye girdiler. Rukiyye (r.a.) baba evine geldi. Kardeşleri Ümmü Gülsüm ve Fâtıma ile hasret ve muhabbetle kucaklaştılar. Gözyaşları içerisinde tekrar kavuştuklarına şükrettiler. Fakat Rukiyye (r.a.) annesini göremiyordu. Kardeşlerine soruyor bir cevap alamıyordu. Sadece hıçkırık ve gözyaşları içerisinde birbirine sarılıyorlardı. Akan gözyaşları Rukiyye’ye doğru cevabı vermişti. Anneciğinin Refik’i Â’lâ ya uçtuğunu anlayınca hıçkırıktan boğazı düğümlendi. Derin bir sûkuta büründü. Ne yapabilirdi ki, Allah’ın hükmüydü. Kaza ve kadere inanan insan ancak sabrederdi. Rukiyye (r.a.) da sabır ve metanetle anneciğinden ayrılmanın acısını gönlüne gömdü.
İKİ HİCRET SEVABI
Bundan sonra Mekke’de kalması uzun sürmedi. Medine’ye hicret izni verilmişti. Müslümanlar ikinci hicret yurduna yönelmişlerdi. Onlar da aile olarak tekrar Medine’ye hicret ettiler. Böylece Allah yolunda iki hicret sevabı kazandılar.
HZ. RUKIYYE (R.A.) NASIL VEFAT ETMİŞTİR?
Rukıyye (r.a.) ikinci hicret yurdu Medine’de oğlu Abdullah’ı dünyaya getirdi. Bu yavrunun doğumuyla ilk çocuğunu kaybetmenin acısını unutmaya çalıştı. Medine’de huzur içerisinde günlerini geçiriyordu. Artık İslâm kardeşliği kurulmuş. Muhacir ve Ensar birbirine kenetlenmiş adeta yek vücut olmuşlardı. Çileli hayat sona ermiş gibiydi. Abdullah da gün geçtikçe büyüyor ve etrafa neşe saçmaya devam ediyordu. Lâkin dünya imtihan yeriydi. Rukiyye’nin (r.a.) imtihanları çetin geçmekteydi. Bir gün hiç beklenmedik bir hadise oldu. Beşikteki çocuğun yüzünü bir horoz gagaladı. Abdullah’ın yüzünü yaraladı. Yüz kısmındaki yaralar kısa zamanda yayıldı. Etrafı yara-bere içerisinde kaldı. Mikrop kapan ve önü alınamayan bu yaralardan çocuk kurtulamadı. Birkaç gün içinde Abdullah dünyasını değiştirdi.
İbtilâların üst üste gelmesi Rukiyye’nin (r.a.) sıhhatini bozdu. Abdullah’tan başka çocuğu da yoktu. Sonradan da olmadı. Bu sıkıntılar onun ateşinin yükselmesine ve Humma hastalığına yakalanmasına kadar sağlığını etkiledi. Bu arada Bedir’de düşmanı karşılamak için cihat çağrısı yapılmakta idi. Hz. Osman (r.a.) bu davete icabet etmeyi arzulamıştı. Fakat hanımı Rukiyye’nin (r.a.) durumu ciddi idi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Osman’a orduya katılmamasını hanımının yanında kalmasını işaret buyurdu. İyileşmesi için elinden gelen gayreti gösteren Hz. Osman (r.a.) hanımının gözünden gözünü ayırmadı. Hizmetinden uzakta kalmadı. Kul olarak yapabileceğini geriye bırakmadı. Lâkin yazılan vakit gelince o yüce kudrete teslimiyetten başka çare kalmamıştı. Onun sevgi dolu gözlerinin solduğu, ruhunun nâzenin vücudunu terk ettiği sıralarda Bedir Savaşı’nın zafer müjdeleri geldi.
PEYGAMBERİMİZİN İLK VEFAT EDEN KIZI
Hz. Rukiyye Peygamberimizin ilk vefat eden kızıydı. Daha henüz 22 yaşlarındaydı. Cenazesini Ümmü Eymen (r.a.) yıkadı. Medine halkı Bakî kabristanına taşıdı ve oraya defnedildi. Savaştan dönen Resûl-i Ekrem kabrin başına geldi ve kızına duâ ve niyazda bulundu. Oradan Hz. Osman (r.a.)’ın evine gitti. Onu da teselli etti. Hanımlar gözyaşları içerisinde kendini tutamayarak ağlıyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) müdahale etmek isteyince iki Cihan Güneşi Efendimiz: “Ömer! Bırak onları! Kendi hallerine bırak! Ölüye karşı duygular göz ve kalple ifade edilirse bu Allah’tan’dır. Onun merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır.” buyurdular.
Allah, Resûlü’nün iki hicret sahibi kızı Rukiyye (r.a.) ile iki nur sahibi Hz. Osman’dan (r.a.) râzı olsun. İmanının, cihadının ve çektiği çilelerin mükâfatını en iyi şekilde versin. Bizleri de şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Zeynep Binti Muhammed (r.anha) Kimdir?
Hazret-i Zeynep (r.a.) Resûlullah Efendimiz’in ilk kızı ve ikinci çocuğu… Kızlarının en büyüğü… Çocuk yaşta İslâm’la şereflenen ilk genç kız… İslâm’ın ve imanın kaynağı, sevgi pınarı babacığından aslâ ayrılmayan çilekeş bir iman eri… Annesinden aldığı üstün bir terbiye ile evi çekip çeviren, kocasına hizmette kusur etmeyen, becerikli, nezâketli ve işini bilen asil bir hanımefendi…
Zeynep (r.a.) Mekke’de dünyaya geldi. Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında idi. Hazreti Hatice (r.a.) annemizle evliliği üzerinden beş sene geçmişti. İlk çocukları Kasım’dan sonra ikinci çocukları dünyayı şereflendirecekti. Doğacak çocuğun ebesi Selma Hatun’du. Efendimizin evinde büyük bir heyecan vardı. Acaba erkek mi kız mı olacaktı? Aile efradı merakla beklemekteydi. Çok geçmeden bir kız çocuğu dünyaya geldi.
Hz. Hatice annemizin evinde bulunan kadınları bir hüzün aldı. Bu haberi nasıl duyuracaklardı? Çünkü Cahiliye devri olarak bilinen o dönemde Araplar kız çocuklarına hiç değer vermezlerdi. Onlardan birine; “Kız çocuğun oldu” haberi verilince içleri kederle dolar, yüzleri değişirdi. İşte Zeynep böyle bir karanlık devirde dünyaya geldi. Fakat onun doğumunda mâtem olmadı. Kâinâtın Efendisine bu haber ulaşınca aksine memnûn ve mesrûr oldu. Doğum müjdesi getirene teşekkür etti. Herkesin beklediği gibi kederli bir tavır sergilemedi.
“BEN KIZ BABASIYIM”
O, fıtraten pırıl pırıl bir ahlâka sahipti. Cahiliye devrinin çirkinliklerini hiç benimsememiş, vahşîce yapılan hareketleri hiç tasvip etmemişti. İçkiden kumardan, kızları diri diri gömmekten nefret ederdi. Toplumdan bu kötülüklerin kaldırılması için nasıl ve ne tarz bir mücâdele verilmesi gerektiğini düşünürdü. Bu sebepten kızı Zeynep doğunca hiç üzülmedi. Rabbine hamdetti. Hatta “Ben kız babasıyım” diyerek iftihar etti. Sevinçle, güleryüzle evine gitti. Yeni doğan kızını kucağına aldı ve Zeynep adını koydu.
Zeynep gün geçtikçe büyüyordu. Evin içine neşe saçıyordu. Kâinât’ın Efendisi onun şahsında babalık sevgi ve şefkatinin örneklerini veriyordu. Zira oğlu Kasım vefat etmişti. Yıllar sür’atle geçmekte Zeynep büyümekte ve on yaşlarına girmek üzereydi. Evde diğer kardeşlerine ablalık yapıyor, onların hizmetini görüyor ve anneciğinin yükünü paylaşıyordu. Hizmetiyle gelin olacak olgunluğa ulaştığını gösteriyordu. Teyzesi Hale’nin Ebü’l-As adında kendisiyle yaşıt bir oğlu vardı. Evlerine sık gelip giderdi. Zeynep’teki nezâkete, güleryüze, işindeki becerikliliğe ve olgun davranışlarına hayran kalırdı. Hz. Hatice annemiz de yeğenini çok severdi. Onun Zeynep’e karşı ilgi ve sevgisi gözünden kaçmazdı. Evlilikte mutlu olabilmek de bu sevgiye bağlıydı.
Ebü’l-As İbni Rebî herkesin güvenini kazanmış, kimsenin hakkını üzerine geçirmeyen, dürüst bir tüccardı. Şam ve Yemen taraflarına ticarete giderdi. Her dönüşünde teyzesine ve çocuklarına hediyeler getirirdi. Zeynep de bu ilgiden ve hediyelerden memnun kalırdı. Ebü’l-Âs bu şekilde teyzesinin sevgisini kazanmıştı. Bir gün teyzesine evlilik konusunu açtı. Zeynep’e olan gönül yakınlığını hissettirdi. Hatice annemizde bu talebi Efendimize arz etti.
HZ. ZEYNEP’İN (R.A.) EVLİLİĞİ
Resûl-i Ekrem, bu isteğin Zeynep’e duyurulmasını söyledi. Kıza danışmadan bir şey söylemek istemedi. Hatice annemiz bir fırsatını bulup kızına meseleyi açtı ve: “Zeynep! Teyzeoğlun Ebû’l-Âs evlilik konusunda senin adını andı, ne dersin?” dedi. Zeynep bu konuda sessiz kaldı. Genç kızın sükûtu ikrardan kabul edildi ve hazırlıklar başladı. Kısa zamanda düğünleri yapıldı. Develer kesildi. Yemekler verildi. Resûlullah ve ailesi gelin Zeynep’i yeni evine kadar götürdü. Bir süre orada oturdular. Gelini yeni evine yerleştirip ayrıldılar.
HZ. ZEYNEP (R.A.) NASIL MÜSLÜMAN OLMUŞTUR?
Ebü’l-Âs sıcak bir yuvaya kavuşmuştu. Zeynep’i çok seviyordu. Mutluydu ve mesûttu. Ticaret için sefere çıktığında Zeynep baba ocağında kalıyor ve annesine ev işlerinde yardım ediyordu. Kocası yine bir sefere gitmişti. Annesinin yanında kalırken babacığında büyük değişiklikler meydana gelmiş ve sevgili babasının Hira mağarasındaki ilk vahyi alıp eve dönüşüne şahit olmuştu. Hatta hayretle annesine: “Ne oldu anne? Babamın durumunda bir değişiklik var.” demişti. Hz. Hatice annemiz de; babasına yeni bir vazife verildiğini, melek Cebrâil’in gelip, Allah’tan emirler getirdiğini anlattı. Son din ve son Peygamber olarak babasına iman ettiğini bildirdi. Zeynep de; sizin inandığınıza ben de inanırım anneciğim dedi ve birlikte kelime-i şehadet getirerek ilk Müslümanlardan oldu.
EBU’L AS NEDEN İMAN ETMEMİŞTİR?
Ebü-l-As seferden dönüp Mekke’ye girince; yeni dinin geldiğini ve yeni peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu duydu. Evine vardığında hanımı Zeynep’e ilk olarak: “Baban Peygamber olmuş öyle mi?” diye sordu. O da: “Evet!.. teyze oğlu, duyduğun doğru. Ben de Müslüman oldum.” dedi ve devam etti: “Vallahi sen de biliyorsun ki, babam güvenilir ve dürüst bir kimsedir. Boş yere konuşmaz. Onun doğruluğunu Mekke’de tasdik etmeyen var mı? Ebûbekir, Ali, Zeyd de Müslüman oldular. Ayrıca senin akrabalarından Osman ve Zübeyr de Müslüman oldu. Ey benim sevgili efendim, ben inandım, sen de inanır mısın?” dedi.
Ebü’l-As garib bir tavırla sevgili eşine baktı ve: “Vallahi baban bana göre kötü bir kimse değil. “Muhammedü’l-Emin”dir. O şaka bile olsa yalan-yanlış şeyler konuşmaz. Ancak ben, karısını hoşnut etmek için atalarının dinini terketti dedirtmek istemiyorum”, diye cevap verdi. Hanımının inancına da müdahale etmedi.
Zeynep (r.a.) bir taraftan yeni gelen vahyi öğreniyor, ezberliyor bir taraftan da kocasının imana gelmesi için sürekli duâ ediyordu. Fırsat buldukça yeni gelen dinden bahsediyor ve onun gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Bu duygu ve düşünceler içerisinde ona sevgi ve hürmetle hizmet ediyordu. Müslümanlar birer birer çoğalmaya başlayınca müşriklerde babasına ve bütün Müslümanlara işkence etmeye karar verdiler. Bunu duyan Zeynep çok üzülüyordu. Fakat gün geçtikçe inananlar çoğalıyordu. Mekke müşrikleri de şiddet kullanmaya başlamışlardı. Allah Teâlâ Müslümanları o zâlimlerin elinden kurtarmak için hicrette izin verdi. Sevgili babası, annesi, kardeşleri birlikte hicret ettiler. Zeynep (r.a.) ise Mekke’de yalnız kaldı. Kocası Medine’ye gitmesine izin vermedi.
Zeynep’e (r.a.) bu ayrılık çok dokundu. Müşrik birisiyle evli olmasına çok üzülüyordu. Fakat sabırdan başka çaresi de yoktu. Zira hayat bir imtihandı. Bu sıkıntılardan ancak sabırla kurtulacağına inanıyordu. Allah her şeye kâdirdi. Her şeyi görüyor ve biliyordu. O’na tevekkül etti. O’na duâ ve niyazda bulundu. Sabretti, sebat etti ve neticeye erdi.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İ DUYGULANDIRAN HATIRA
Hicretten bir sene sonra idi. Mekkeli müşrikler Medine’de toplanan Müslümanlara savaş ilân etti. Kuvvetli bir ordu ile Bedir’e geldi. Müslümanlar sayı ve techizat bakımından çok az ve zayıftı. Ama Allah Teâlâ’nın yardımının kendileriyle olduğuna inanıyorlardı. Bu imanla meydana atıldılar. Büyük kahramanlıklar sergilediler. Allah Teâlâ görünmeyen ordularıyla Müslümanlara yardım etti ve zaferi elde ettiler. Müşriklerin kimisi kaçtı, kimisi esir alındı. Resûlullah Efendimizin damadı Ebû’l-As da esirler arasında idi.
İki Cihan Güneşi Efendimiz Savaştan sonra ashabını toplayıp esirler hakkında istişarede bulundu. Sonra vahiy geldi ve Esirler fidye karşılığı serbest bırakılacaktı. Ebû’l-As Mekke’de hanımı Zeynep’e haber gönderdi. O da bir miktar para ile annesinin hediye ettiği gerdanlığı, kolyeyi gönderdi. Bunlar Ebû’l-As’ın fidyesi olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz’in eline verildiğinde çok duygulandı. Mahzun oldu. Ashâbına: “Eğer uygun görürseniz bunu geri verelim. Bu Hatice’nin hatırasıdır.” buyurdu.
MÜMTEHİNE SÛRESİ NE ANLATIYOR?
Ebû’l-As’a gerdanlık ve para geri verildi. Yalnız Mekke’ye vardığında Zeynep’i Medine’ye göndermek üzere söz alındı. Zira yeni gelen bir vahiyle: “Müslüman hanım, müşrik erkeğe haram kılınmıştı.” (Mümtehime Sûresi: 10) O da söz verdi ve sözünde durdu. Mekke’ye varınca çok sevdiği Zeynep’ini Medine’ye uğurladı.
Zeynep (r.a.) eşyalarını toparlayıp hazırlığını tamamlayınca anneciğinin kabrini ziyaret etti. Kızı Ümame ile birlikte kabrin başına vardı. Gözyaşları içinde, hıçkırıklara boğularak Kur’an okuyup dualar ederek can anneciğine veda etti. Sonra eve döndü. Müslüman olmuş komşu hanımlarıyla da helallaştı. Gündüz gözüyle teyzeoğlu Kinâne onu Mekke dışına çıkarıp Medine’den gelen Peygamber Efendimizin evlâdlığı Zeyd’e (r.a.) teslim edecekti: Eşyaları deveye yüklendi. Önce Zeynep bindi deveye, sonra da kızı Ümame’yi aldı yanına. Kinane devenin yularını tuttu ve hareket ettiler. Zeynep tekrar kocasına baktı. O da ona bakıyordu. Her ikisi de ağlıyordu. Gözyaşları iplik iplik akıyordu.
HZ. ZEYNEP (R.A.) MEDİNE’YE NASIL HİCRET ETMİŞTİR?
Zeynep, Medine’ye babası ve kız kardeşlerinin yanına gidiyordu. Hamile olduğu halde kocasının yanında kalmamıştı. Biri karnında biri de kucağında olduğu halde Medine’ye gidiyordu. Kocası da onun bu haline çok üzülmüştü. Hatta ayrılığına dayanamadığı için kardeşi Kinane ile göndermiş ve: “Babana söz vermiş olmasaydım göndermezdim Zeynep’im” diye oturup ağlamıştır.
Kimse bir şey demez zannıyla güpegündüz çıkmışlardı, yola. Fakat azılı müşrikler haberi duyunca peşlerine düşmüş ve onlara Zîtuva mevkiinde yetişmişlerdi. Habber ibni Esved adındaki azgın müşrik bütün kiniyle, öfkesiyle ve var gücüyle deveye saldırdı. Deveyi ürküttüler. Havdecin bağlarını kesip yere düşürdüler. Zeynep (r.a.) ve kızı da yere yıkıldılar. Kinane saldırganlarla çarpışmaya başladı. Zeynep’i yara bere içerisinde görünce yüreği dayanamadı ve saldırganlara: “Yaklaşmayın! Kalbinize oku saplarım.” diye tehdit ederek onları korumaya çalıştı..
Kinane keskin nişancı ve usta ok atıcısıydı. Onlara: “Yaklaşmayın, hiç acımam, kalbinize oku saplarım” dedi. Onlar da: “Seninle bir alışverişimiz yok Kinâne. Sadece Zeynep’i götüremezsin.” dediler. Ebû Süfyan araya girdi ve onu ikna etmeye çalıştı. Ona şunları söyledi:
“Kinane!.. halkın gözü önünde güpegündüz yola çıkmanız doğru bir hareket değil. Sen Muhammed’in başımıza getirdiklerini biliyorsun. Onun kızını böyle açıktan alıp götürmen bizim aczimize delil olacaktır. Bu işi sen geceleyin hallet. Şimdi Mekke’ye götür. Halkın itirazı kesildikten sonra gizlice al ve götür” dedi.
Kinâne tamam dedi ve yara-bere içerisinde kalan Zeynep’i (r.a.) Mekke’ye götürdü. Atike halanın titiz bir şekilde bakımıyla birkaç gün içerisinde kendine gelen Zeynep’i (r.a.) tekrar geceleyin gizlice Mekke’den çıkarttılar. Kendilerini bekleyen Zeyd (r.a.) ve arkadaşlarına teslim ettiler.
Zeynep (r.a.) hevdecin içinde giderken, bir yandan başına gelenleri düşünüyor bir yandan da kocasının hidayeti için sürekli duâ ediyordu. Ebû’l-Âs ile 16 yıl beraber yaşamışlardı. Ondan en küçük sert, kaba bir hareket görmemişti. Kendisine bir defa olsun bağırıp çağırmamıştı. Birbirlerini çok iyi anlamışlardı. Aralarında sevgi, şefkat ve merhamet hâkimdi. Elbette onun hidayeti için duâ edecekti.
TARİF EDİLEMEYECEK KAVUŞMA SEVİNCİ
Bu küçük kafile zor ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Hz. Zeynep babasına ve kardeşlerine kavuşmanın sevinciyle bütün ağrı ve sızılarını unutuverdi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de dâmadının bu davranışını takdirle karşıladı ve: “Bana doğruyu söyledi. Söz verdi ve sözünü yerine getirdi.” buyurarak onu taltif etti.
Hz. Zeynep (r.a.) Medine’de huzur ve seâdete kavuştu. Kocası Ebû’l-Âs ise sıkıntı içerisindeydi. Kendisini ticârî seyahatlere vermişti. Hicretin 6. yılında ticaret kervanıyla Şam’dan dönerken Medine civarında Îs Mevkiinde baskına uğradı. Kervanın etrafı sarıldı. Kervancıbaşı Ebû’l-Âs olduğu görülünce seriyye komutanı tarafından kimsenin öldürülmemesi istendi. Canlarını emniyette gören kervandakiler de karşılık vermeden, çarpışmadan teslim oldu. Kervan Medine’ye götürüldü. Şehre girince Ebû’l-Âs bir yolunu buldu ortadan kaybolup kaçtı ve Zeynep’in kapısına vardı. Ondan eman diledi. Sabah namazı vakti idi. Zeynep (r.a.) hemen mescide koştu ve yüksek sesle kendini tanıtıp Ebû’l-Âs’ın kendi emanında olduğunu duyurdu. Sevgili Peygamberimiz de: “Zeynep’in eman verdiğine biz de eman verdik.” buyurdu.
Hz. Zeynep, babacığı Fahr-i Kâinat Efendimize geldi. “Ne yapmalıyım?” diye sordu. Efendimiz de: “Kızım, ona ikramda bulun. Fakat uzak dur. Çünkü birbirinize helâl değilsiniz.” buyurdu. Zeynep hızla evine vardı. Ebû’l-Âs kapının önünde hâlâ ayaktaydı. İçeri buyur edip yemek hazırladı ve kızı ile birlikte yemek üzere önlerine koydu.
EBU’L AS (R.A.) NASIL MÜSLÜMAN OLMUŞTUR?
İki Cihan Güneşi Efendimiz alınan ganimet ve esirler konusunda ashabıyla istişare yaptı ve onlara: “Uygun görürseniz, Ebû’l-Âs’ın bütün mallarını ve arkadaşlarını geri veriniz!” buyurdu. Zira Ebû’l-Âs’ın gönlü artık İslâm’a açılmıştı. Onun mahcub bir vaziyette huzura gelişi ve gözlerindeki ifade bunu hissettirmişti. Bütün malları ve adamları geri verildi. Bu hadise Ebû’l-Âs’a çok tesir etti. Oracıkta Müslüman olmaya karar verdi. Fakat ilân edemedi. Emanetleri sahiplerine verip öyle ilân etmeliydi. Derhal Mekke’ye doğru yola koyuldu.Gönlü Medine’de kaldı.
Kervanı karşılamaya gelenleri toplayan Ebû’l-Âs bütün malları sahiplerine dağıttı. Sonra: “Bende herhangi bir alacağı olan kaldı mı?” diye üç defa sordu. Her seferinde: “Hayır, yoktur.” cevabını aldı. Daha sonra: “-Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar da: “-Doğru, dürüst ve güvenilir biliriz.” diye cevap verdiler. Tekrar: “-Benden yalan bir söz işittiniz mi?” dedi. Onlar da: “-Hayır, işitmedik.” dediler. Bunun üzerine: “Vallahi yanınıza gelmeden önce Müslüman olmaya karar vermiştim. Ancak mallarımıza konmak için din değiştirdi! demeyesiniz diye ilân edemedim. Ben şehâdet ederim ki; Allah’tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed (s.a.v.) de O’nun kulu ve Resûlûdür.” diyerek kelime-i şehadet getirdi.
Müşriklerin şaşkın bakışları arasında evine gidip eşyalarını aldı ve Medine’ye doğru yola çıktı. Gece gündüz dinlenmeden devesini sürdü. Sevgililere kavuşmak üzere yol aldı. Nihayet Medine’ye ulaşınca doğru Mescid-i Nebi’ye gitti. Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı ve kelime-i şehadet getirdi. Oradan Efendimizin izniyle Sevgili Zeynep’ine ve kızı Ümâme’ye kavuştu. Efendimiz nikahlarını tazeledi. Böylece üzüntüler, sıkıntılar tekrar sevince ve mutluluğa dönüştü.
ZEYNEP (R.A.) NASIL VEFAT ETMİŞTİR?
Hz. Zeynep (r.a.) muradına ermişti. Kocası hidayete gelmişti. Fakat bu sevinç çok kısa sürmüştü. Aradan bir sene geçmişti. Zeynep (r.a.) hastalanıp yatağa düştü. Hicret esnasında bir hayli yıpranmıştı. Bu hastalıktan kurtulamadı. 8 h. senede 30 yaşlarında iken Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Sevgili annelerimizden Hz. Sevde ile Ümmü Seleme ve diğer hanım sahabîlerden Hz. Ümmü Eyman ile Ümmü Atıyye (r.a.) Hz. Zeynep’in evine gittiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara: “Onu yıkamaya sağ tarafından ve abdest âzalarından başlayınız. Tek sayıda üç-beş-yedi kere, hatta gerekli görürseniz bundan fazla yıkayınız. Sonunda suya kâfur, yahut kâfurdan biraz koku koyunuz. Yıkama işini bitirince bana bildiriniz.” buyurdu.
Yıkama işi tamam olunca Efendimiz gömleğini gönderdi ve: “Bunu ona iç gömleği yapınız.” buyurdu. Sonra cenaze namazını kıldırdı. Kabrin başına geldi ve kazılan kabre hüzünle baktı. Düşünceli ve üzgün bir vaziyette kabre indi. Biraz bekledi ve duâ etti. Sonra sevinç içerisinde dışarı çıktı. Oradakilere şu müjdeyi verdi:
“Zeynep’in zayıflığını düşünüp Allah Teâlâ’dan onun kabrini genişletip sıkıntısını gidermesini diledim. Allah duamı kabul buyurdu ve kabrini genişletip, sıkıntısını giderdi.” buyurdu.
Hz. Zeynep (r.anhâ) dini, imanı uğruna çok çileler çekti. Sabırla, sebatla bu sıkıntılara direndi. Müşrik kocasına karşı nezâket, edeb sevgi ve saygıyla hizmet etti. Onun gönlünü bu şekilde fethetti. İslâm’a kavuşmasına vesile oldu.
SEVGİ EN BÜYÜK BAĞ
Sevgi en büyük bağdı. İnsanları birbirine yaklaştıran, birbirine hizmet ettiren en kuvvetli nesne manevî bir güç… Huzura kavuturan, mutluluğa erdiren bir tılsım…
İki Cihan Güneşi Efendimiz torunu Ümâme’yi çok severdi. Bir keresinde namaz kılıyordu. Ümâme’de omuzlarında idi. Rûkû’ya vardığında onu yere koyuyor. Secdeden kalkarken yine omuzlarına alıyordu. Bir gün bir gerdanlık hediye olarak gelmişti. Onu aile halkı içinden bana en sevgili olana vereceğim dedi. Sonra Ümâme’yi çağırıp boynuna taktı.
Cenâb-ı Hak bizlere o sevgili aile halkının birer ferdi olabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi nasîb eylesin. Amin.
Sevde Binti Zem'a (r.anha) Kimdir?
Sevde binti Zem’a -radıyallahu anhâ- Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesellem- Efendimizin ikinci eşi… Hz. Hatice annemizin vefatından sonra ilk ailesi… Habeşistan’a hicret eden ilk Müslümanlardan… Bir muhâcirin dul hanımlığından Kâinâtin Serverine eş olma bahtiyarlığına kavuşan mücâhide annemiz…
Hz. Sevde ilk evliliğini amcasının oğlu Sekran İbni Âmir ile yaptı. İslâm’ın geldiği yıllardı. Kocası ile birlikte Müslüman oldu. Mekke’de Müslümanların ilk halkasını teşkil etti. Bu bahtiyar karı-koca putları bırakıp kâinatın yaratıcısı Yüce Allah’a ve Resûlü Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a) iman edip ona tâbi olunca, müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kaldılar. Yakın akrabaları da müşriklerle beraber oldu. Onlara ezâ cefâ ettiler. Bu zulüm dayanılmaz hal alınca Habeşistan’a hicret izni verildi. Hz. Sevde (r.anhâ) kocası Sekran ile birlikte karar verip, ikinci defa Habeşistan’a hicret edenlerin arasına katıldılar. Allah yolunda mallarını, mülklerini, akrabalarını terkederek hicret ettiler. İnançlarını orada yaşama imkânı buldular. Kocası Sekran İbni Âmir’in rahatsızlığı sebebiyle kısa zamanda Mekke’ye döndüler. Bir müddet sonra kocası Sekran vefat etti. Sevde (r.anhâ) beş küçük çocuğuyla dul kaldı.
Kâinatın Serveri Efendimiz, Hatice annemizin vefatından sonra onun güzel hatıralarıyla yaşıyordu. Çocuklarına annelerinin eksikliğini unutturabilmek için çaba sarfediyordu. Ashâb-ı Kirâm Efendimiz’in (s.a.) nur cemâline baktıkça üzülüyor, hüzünlü halini yüzünden okuyordu. Onun hüznünü paylaşabilmek için gayret ediyordu. Onu bir beşer olarak teselli etmeye çalışıyorlardı. Efendimizin bir an evvel evlenerek yalnızlıktan kurtulmasını ve o sıcak yuvanın hizmetlerinin aksamamasını gönülden arzu ediyorlardı. Fakat kimse bu konuyu açmaya cesaret edemiyordu. Bir gün Osman İbni Maz’ûn’un hanımı Havle (r.anhâ) hâne-i saâdete geldi. İçeri girince Efendimize: “-Yâ Rasûlallah! Yanınıza girince Hatice’nin eksikliğini hissettim.” dedi. Efendimiz de: “Evet! O çocukların annesi evin de görüp gözeticisiydi.” buyurdu. Bu sıcak ve samimi cevabı alan Havle (r.anhâ) zemini müsait gördü ve Efendimize: “Peki niye evlenmiyorsunuz?” dedi. Efendimiz: “Hatice’den sonra… kiminle?” dedi. Havle: “Kız istersen kızla, dul istersen dulla.” diye cevap verdi. Efendimiz: “Kimdir onlar?” dedi. Havle: “Allah’ın kullarından sana iman edenlerin ilki Ebûbekir’in kızı Âişe. Diğeri de; sana iman etmiş ve söylediklerine tâbi olmuş dul muhacir Sevde binti Zem’a’dır.” dedi. Bu cevaptan Efendimiz memnun oldu ve Havle’ye: “Git, benim için onlarla konuş” buyurdu.
HZ. SEVDE’NİN RÜYASI
Havle, (r.anhâ) sevincinden adetâ uçuyordu. Bu şerefli hizmeti yerine getirmek üzere derhal oradan ayrıldı. Doğruca Zem’a İbni Kays İbni Abdişems’in evine gitti. Sevincinden gözleri parıldayan Havle (r.anhâ) Sevde (r.anhâ)nın yanına vardı ve: “Ey Sevde! Allah Teâlâ’nın seni ne gibi bir hayır ve berekete eriştirdiğini biliyor musun?” dedi. Sevde (r.anhâ) merakla: “Nedir o?” diye sordu. Havle: “Rasûlullah beni sana dünür olarak gönderdi” diye cevap verdi. Sevde (r.anhâ) bu habere çok sevindi. Böyle bir teklifi bekliyor gibiydi. Zira kocası Sekran’ın vefatından önce birkaç defa rüyasında bu haberle ilgili şeyler görmüştü. Son rüyasında gökyüzündeki ay süzülüp kendi üzerine inmiş ve başının etrafında dönmüştü. Rüyasını zevci Sekran’a anlatınca o: “Sen gerçekten böyle bir rüya gördüysen, bu benim öleceğime, senin de Peygamberimizle evleneceğine işarettir” diye yorumlamıştı.
Sevde (r.anhâ)’nın hatırına hemen bu rüya geldi. Böyle bir şerefe erebilmek herkese nasip olmazdı. Havle’ye teklifi babasına götürmesini söyledi. O da hemen kalktı ve Zem’a İbni Kays’ın (r.a.) yanına gitti. Oldukça yaşlanmış bulunan babasına durumu anlattı ve teklifi arzetti. O da tereddütsüz kabul etti ve Efendimiz (s.a.) hakkında: “Çok şerefli bir eş doğrusu” dedi. Sevde (r.anhâ) sevincinden gönlü pırıl pırıl uçuyordu. Ancak yine de Havle’ye (r.anhâ) hemen cevap veremedi. Zira beş yetim çocuğu vardı. Onların Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz’i rahatsız etmesinden endişe ediyordu. Cevabı gecikince Rahmet Peygamberi Efendimiz (a.s.) bizzat kendisi Sevde’nin (r.anhâ) yanına geldi. Karşılıklı görüşmede durum anlaşıldı. Efendimiz onun edebinden, sevgisinden ve çocuklarının başında vızıldamasından çekindiğini öğrenince ona nâzikâne bir şekilde: “Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Kadınların hayırlısı küçük çocukları sebebiyle zorluklarla karşılaşandır. Seni bana nikâhlaması için akrabalarından birisini vazifelendir.” buyurdu.
Ne edeb!… Ne sevgi!… Ne hürmet!…. İki sevgili arasında ne güzel hassasiyet… Ne incelik!… Birbirlerine karşı ne nezâket!… Hanım, efendisinin hizmetini ve rahatını düşünecek, efendisi de ailesine sevgi dolu, şefkatli ve engin merhamet sahibi olacak.. Sıcak yuva böyle kurulacak… Huzur dolu hayat böyle sağlanacak…
Hz. Sevde (r.anhâ) bu işle ilgili olarak kayınbiraderi Hatib İbni Amr’ı (r.a.) görevlendirdi. O da 400 dirhem mehir karşılığında onu Kâinâtın Server’ine nikahladı. Bu nikah Peygamberliğin onuncu yılı Ramazan ayında Mekke’de gerçekleşti. O sırada Sevde annemizin yaşı ellinin üzerindeydi.
Sevde (r.anhâ) vâlidemiz bir iman fedâisiydi. Allah’a ve Resûlü’ne (a.s.) tam teslim olmuş sâdık bir mü’mindi. Bütün inananlar gibi o da çok sıkıntılar çekti. Onun inancını yaşama, imanını koruma konusundaki gayreti, direnişi, sebatı ve sadakati Efendimize çok tesir etti. Tatlı dilli, güleryüzlü, örnek bir aileydi. İmanından zerre kadar taviz vermeyen mücâhide bir hanımefendiydi. Onun Habeşistan’a hicretinde çektiği sıkıntılar, çocuklarıyla dul kalması, geçim sıkıntısı çekmesi, İki Cihan Güneşi Efendimize ağır geliyordu. Onu yetimleriyle yalnız olarak bırakmak istemiyordu. Onun derdine çare olmayı kendine vazife biliyordu. Çünkü o çocuklarıyla birlikte himaye ve şefkate muhtaçtı. Bu sebebten Efendimiz (a.s.) evlilik teklif etti. O da bunu ganimet bildi ve memnûniyetle kabul etti. Kâinatın Serveri’ne (a.s.) eş olmak onun için ne büyük saâdetti. Sevde annemiz bu mutluluğu hayatında biricik gaye bildi. Çektiği çileler, sıkıntılar, kederler bu sayede sona erdi.
Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz bütün evliliklerini Allah Teâlâ’nın emriyle yaptı. Hz. Âişe annemizle nikâhlandıktan sonra diğer hanımlarıyla evlendi. Nitekim Sevde annemizle evliliği de böyle oldu. Hz. Âişe küçüktü. Evlenecek yaşta değildi. Onunla sâdece nişanlandı. Sevde annemizle evlendi. Hadis-i şerifte: “Bütün zevcelerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrâil aleyhisselâm’ın Allah Teâlâ’dan getirdiği izin ile olmuştur” buyuruldu.
Bu evlilikten kısa bir zaman sonra hicret izni verildi. Efendimiz Medine’ye hicret etti. Sevde annemiz Mekke’de kaldı. Efendimiz Medine’ye yerleşince Zeyd ibni Hârise ile Ebû Rafî’i (r.anhâ) Mekke’ye gönderdi. Sevde annemizi ve kızları Ummü Gülsüm ile Fâtıma’yı (r.anhâ) getirmelerini söyledi. Hz. Ebûbekir (r.a) de oğlu Abdullah İbni Ebubekir’i (r.anhâ) aynı kafile ile birlikte gönderdi. Aile efradını ve Hz. Âişe’yi (r.anhâ) getirmesini istedi. Zeyd (r.a) kendi hanımı Ümmü Eymen’i (r.anhâ) de bu vesile ile getirecekti. Birlikte Mekke’ye vardılar ve aile efradlarını alarak beraber Medine’ye döndüler.
Sevde binti Zem’a (r.anhâ) için mescidin yanında bir oda yapılmıştı. Annemiz oraya yerleştirildi. Bundan sonraki ömrünü Efendimize ve çocuklarına hizmetle geçirdi.
O, Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde hizmetin en güzelini yapmaya gayret etti. Çok sâf bir yüreğe sahipti. Hatice annemizin ciğerpâreleri Fatıma ve Ümmü Gülsüm’e (r.anhâ) son derece nâzik davrandı. Onun bu samimi ve sevgi dolu gayretleri Efendimiz’in kalbine mutluluk veriyordu. Sevde annemiz Efendisini sevindirecek hiçbir fedakarlıktan geri kalmıyordu. Hz. Âişe’ye (r.anhâ) de hizmet etti. Hatta kendi nöbetlerini ona bağışladı. Hareketlerini, davranışlarını genç gelinin hoşnut olacağı şekilde ayarlamaya çalıştı. Sevgi dolu bir gönülle ona yaklaştı.
HAKKINDAN FERÂGAT EDEN EŞ
Sevde annemiz için Rasûlullah’ın (s.a) evinde olmak onun nikâhında bulunmak ona yetiyordu. Başka bir beklentisi yoktu. Yaşlıydı. İri cüsseliydi. Latîfeyi severdi. Bir gün İki Cihan Güneşi Efendimiz’e (a.s.): “Ya Rasûlallah! Bana ayırdığın günü Aişe’ye bağışladım. Ona verdim. Sâdece beni nikâhında tut yeter. Kıyamet günü Allah’ın beni senin zevcen olarak diriltmesini istiyorum.” dedi. Gönlünün safiyetini bu şekilde ortaya koydu.
Âişe annemiz de onu vefatından sonra daima bu fedakârlığı ile anar ve şöyle derdi: “Yerinde olmak istediğim kadınların bana en sevgilisi Sevde binti Zem’a’dır. Yaşlandığında şöyle demiştir: Yâ Rasûlallah! Sana olan nöbetimi Âişe’ye bağışladım.”
O, mütevâzî alçak gönüllü, eli açık, cömertti. Dünyaya fazla gönül vermezdi. Eline geçen, kendine hediye gelen şeyleri fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Yetimi, fakiri sevindirmekten büyük zevk alırdı. Bir defasında Hz. Ömer (r.a.) kendine çok miktarda para gönderdi. “Bu nedir?” diye sordu. “Para” denilince; “Hurma mıdır ki, bu kadar çok göndermiş” diyerek hepsini fakirlere dağıttı.
AHZAP SÛRESİNİN MEÂLİ
O, saf yürekli gönlü zengin, hizmetli, cesûr, mücâhide bir annemizdi. Aile efradının, kardeşlerinin hicretten evvel hepsinin Müslüman olmalarına vesile oldu. Uhud savaşında Müslüman yaralıların yarasını sararak, onlara su taşıyarak hizmet etti. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz’le birlikte Veda Haccında bulundu. Efendimiz’in (a.s.) dâr-ı bekâya irtihallerinden sonra bir daha hac ve umreye gitmedi. Bunun sebebini soranlara “Artık Allah’ın emrettiği gibi evimde oturacağım” diye cevap verdi. Bu şekildeki davranışıyla Allah Teâlâ’nın şu emrini hatırlatıyordu. Meâlen: “Ey Peygamber hanımları! Evlerinizde oturun. Evvelki Cahiliye devri kadınlarının açılması gibi açılıp saçılmayın.” (Ahzap sûresi: 33)
RİVATYET ETTİĞİ HADİSLER
İki Cihan Güneşi Efendimiz’den (s.a.) bizzat işiterek rivayet ettiği hadisler dört veya beş tanedir. Bunların bir tanesi şudur:
Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz’in pâk zevceleri bir araya toplanmışlar ve kendi aralarında: “Acaba Resûlullah’a (s.a) vefatından sonra ilk defa hangimiz kavuşacak?” diye düşünmüşler ve bunun cevabını bizzat Efendimizin ağzından duymak istemişlerdi. Hep birlikte huzura gelerek: “Yâ Rasûlallah! Bizim içimizden hangimiz size en önce kavuşacak dersiniz?”diye sordular.. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu soruya tebessüm ederek: “Vefâtımdan sonra sizin bana ilk kavuşacak olanınız, kolu uzun olanınızdır” diye cevap verdi..
Bu nükteli ve hikmetli cevap karşısında annelerimiz kol uzunluklarını ölçmeye başladılar. Sevde annemizin kolu hepsinden uzun geldi. Bunu kendine işaret bilen vâlidemiz, Efendimizin dâr-ı bekâya irtihalinden sonra kendini daha çok ahiret hazırlığına verdi. Fakat Zeynep Binti Cahş annemiz ondan önce rahmete gitti. Efendimize kavuştu. Aileleri arasında en cömert Zeynep binti Cahş validemizdi. Sevde annemiz Efendimizin o tatlı nüktesini ve hikmetli sözlerini ancak o zaman anlayabildi. Kol uzunluğu cömertlikten kinâye edilmişti.
Sevde binti Zem’a vâlidemiz Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliği döneminde yüz yaşlarında iken vefat etti. Allah kendisinden râzı olsun. Bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Hafsa Binti Ömer (r.anha) Kimdir?
Hafsa Binti Ömer (r.a.) Hz. Ömer’in kızı… Bilgili ve kültürlü, irâdesi kuvvetli, sadakat sahibi bir İslâm hanımefendisi… O devirde okuma-yazma bilen pek ender, kültürlü kadınlardan… Üçüncü hicri yılda Resûlullah Efendimiz’in aileleri arasına katılarak mü’minlerin annesi olma şerefini elde eden bahtiyarlardan…
Hafsa Binti Ömer (r.a.), Mekke’de Peygamberlik gelmezden (Bi’set’ten) beş sene önce doğdu. Babası, İslâm tarihinde adâletiyle ün salan, ikinci halife Hz. Ömer’dir. Annesi Zeynep, Osman İbni Maz’ûn’un (r.a) kız kardeşidir. Babası ile birlikte Mekke’de Müslüman oldu. Ashap’tan Huneys İbni Huzâfe (r.a) ile evlendi. İlk Müslümanların safında yer alan bu bahtiyar karı-koca birlikte önce Habeşistan’a, daha sonra Medine’ye hicret etti.
Huneys (r.a.), Abdullah İbni Huzâfe’nin (r.a) kardeşidir. Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak etmiştir. Her iki gazvede de kahramanca çarpıştı. Uhud savaşında ciddi şekilde yaralandı. Medine’ye dönüldüğünde şehadet şerbetini içti. Hazreti Hafsa, genç yaşta dul kaldı. Hz. Ömer kızının dul olarak kalmasına gönlü râzı değildi. Bir an önce onu evlendirmeliydi. O devirde iddetini tamamlayan kadınların fazla beklemeden evlenmesi daha uygun görülüyordu.
HZ. ÖMER’İN TEKLİFİ
Bir baba olarak Hz. Ömer de kızının iyi bir kimse ile evlenmesini arzu ediyordu. Bunun için düşündü, taşındı ve onu Hz. Osman’a nikâhlamaya karar verdi. Hz. Osman da o sırada dul kalmıştı. Hanımı Peygamberimiz’in kızı Rukıyye (r.a.) vefat etmişti. Rahatlıkla teklif yapılabilirdi. Vakit kaybetmeden Osman’a gitti. Kızı Hafsa’yı nikâhlayabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeleri Abdullah İbni Ömer (r.a.) bizzat babasından şöyle nakletmektedir:
“Osman İbni Affan’a gittim. Onu hüzünlü gördüm. Üzüntüsünü gidermek ve teselli etmek için ona Hafsa’dan bahsettim. ‘İstersen Hafsa’yı sana nikâhlıyayım’ dedim. Osman birden cevap veremedi. Hemen ‘evet’ diyemedi. Biraz düşünmek için zaman istedi ve ‘Hele bir düşüneyim’ dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, ‘Şimdilik evlenemeyeceğim’ diye özür diledi.”
Hz. Ömer aynı teklifi Hz. Ebûbekir’e yapmayı düşündü. Onunla karşılaştığında:
“İstersen sana kızım Hafsa’yı nikahlayayım” dedi. Hz. Ebûbekir de sustu. Ağzını açıp da bir söz söylemedi. Hiçbir cevap vermedi. Bu sebeple ona, Osman’a gücendiğinden daha fazla kızdı.
DAHA HAYIRLI BİRİSİYLE EVLENECEK
Hz. Ömer, iki samimi arkadaşından müsbet bir cevap alamayınca canı sıkıldı. İçerledi. Üzüntülü bir şekilde Resûlullah’ın huzuruna girdi ve şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben Osman’a şaşıyorum. Hafsa’yı ona nikâhlamak istedim de yanaşmadı. Ebûbekir de öyle…”
Resul-i Ekrem Efendimiz, Ömer’e tebessüm ederek:
“Yâ Ömer! Hafsa, Osman’dan, Osman da Hafsa’dan daha hayırlı birisiyle evlenecektir.” buyurdu.
Hz. Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman’dan daha hayırlı damât kim olabilirdi? Merak içerisinde aradan yine birkaç gün geçti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Hafsa’ya tâlib oldu. Hz. Ömer’e:
“Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım.” buyurdu.
PEYGAMBERİMİZİN HZ. HAFSA İLE EVLENMESİ
Hz. Ömer bu müjdeye çok sevindi. Efendimiz bu haberle Hafsa’yı (r.a.) kendisine Allah’ın nikâhladığını anlatmak istiyordu. Bunun üzerine kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Hicretin üçüncü yılında Şaban ayı içerisinde Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem Efendimiz’le nikâhlanarak mü’minlerin annesi olma şerefine erdi.
Efendimiz bu nâzikâne teşebbüsü ile üç büyük sahâbîsi arasındaki dostluğu, kardeşliği, din bağını hısımlıkla, akrabalıkla daha da kuvvetlendirmiş oldu. Ayşe’yi nikahlayarak Hz. Ebûbekir’i, Hafsa’yı nikahlayarak da Hz. Ömer’i taltif etti. Onları kendine kayınpeder, kızlarını da mü’minlerin anneleri olma bahtiyarlığına kavuşturdu.
HZ. EBÛBEKİR’İN SIRRI
Hz. Ebûbekir, kendine teklifte bulunan Hz. Ömer’e müsbet-menfi bir cevap veremediği için üzülüyordu. Fakat başka çaresi de yoktu. Çünkü bir sırrı muhafaza etmesi gerekiyordu. Hz. Hafsa ile Peygamber Efendimiz’in evleneceğini biliyordu. Bunu söylemek emanete hıyanet olacaktı. Bu sebepten sükût etti. Nikâh kıyıldıktan sonra Hz. Ömer’e gelerek özür diledi ve durumu şöyle izah etti:
“Hafsa’yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğim zaman herhalde bana gücenmişsindir.” dedi. Hz. Ömer de: “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebûbekir (r.a.) şunları söyledi:
“Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Resûlullah’ın Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette onun sırrını ifşâ edemezdim. Şayet Nebiyy-i Muhterem, Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim.” diyerek onu teselli etti.
Ne nezâket!.. Ne edeb!.. Ne sır saklayıcılık!.. İşte İslâm edebi!… Emanet bir sır… Sükût bir hazinedir… Emanete riâyet ve sükûtu ihtiyar etmek ise insanın emniyeti ve süsüdür…
PEYGAMBERİMİZİN DÖRDÜNCÜ EŞİ
Hz. Hafsa, Resûlullah’ın evine Sevde ve Ayşe (r.a.) annelerimiz varken gelin olarak geldi. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin saâdethânelerine geldiğinde yirmi yaşlarındaydı. Sevde annemiz, Ayşe (r.a.) gibi onu da büyük bir gönül rahatlığı içinde karşıladı. Her ikisine de hizmet etti. Hafsa (r.a.) da gençti. Bilgili ve onurluydu. Özü sözü birdi. İradesi kuvvetliydi. Hâne-i seâdette iki genç annemiz olmuştu. ikisi de Efendimiz’e hizmet etme yarışında gayretlerini esirgemiyorlardı. Son derece nâzik davranıyorlardı. Sevgi ve hürmette kusur etmemeye çalışıyorlardı.
BAL ŞERBETİ ŞİFADIR
Efendimiz de iki aziz arkadaşlarının kızları olmaları sebebiyle gücünün yettiğince onlara müsâmaha ile davranıyordu. Kadınlık zaafiyetlerini, gençliklerini göz önüne alarak daha merhametli, daha şefkatli muâmele ediyordu. Fakat beşer olarak sıkıntılı zamanlar da geçiriyordu. Şöyle ki:
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zeynep binti Cahş annemizin evinde bal şerbeti içmişti. Biraz da yanında fazla kalmıştı. Bu durum iki genç annemizin dikkatlerini çekti ve aralarında anlaşarak Efendimizin yanına vardıkları zaman kendisinden megâfir kokusu geldiğini söylediler. Efendimiz megâfir yemediğini, bal şerbeti içtiğini söyledi ve:
“Demek ki balı yapan arı megâfir yalamış” diyerek bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etti.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Tahrim Sûresi’ni nâzil buyurdu. Meâli şöyledir:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Efendimiz bir ara hanımlarından ayrılarak uzlete çekilmişti. Genç ailelerini eğitmek istiyordu. Ashab arasında bu durum, “Resûlullah hanımlarını boşadı.” diye yayıldı. Hz. Ömer bu haberi işitince doğruca Efendimizin odasına yöneldi. Kızı Hafsa’nın bir hatası olabileceğini düşünerek Efendimiz’den içeri girmeye izin istedi ve huzura girerek Efendimiz’in gönlünü rahatlatacak şu sözleri söyledi:
“Ya Resûlallah! Kadınlardan dolayı ne kadar sıkıntı çekiyorsun. Şayet onları boşarsan Allah da melekleri de seninle beraberdir. Ben de, Ebûbekir de, mü’minler de seninle beraberiz…” dedi.
MÜ’MİNLERİ SEVİNDİREN CEVAP
İki Cihan Güneşi Efendimiz tebessüm etti. Gül yüzünden nurlar saçıldı. Ömer’in kalbine huzur verecek ve mü’minleri sevindirecek şu cevabı verdi. Hanımlarını boşamadığını, sadece uzlete çekildiğini söyledi. Hz. Ömer mescide geldi ve durumu Müslümanlara izah etti.
Hz. Hafsa yaratılış icâbı biraz celâlli idi. Hz. Ayşe annemiz onu şöyle tavsif ediyor:
“Hafsa tam manasıyla babasının kızıdır. Kuvvetli bir iradesi vardır. Özü sözü birdir.”
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz Hafsa annemizin yanında Hudeybiye’de biat eden ashabını anarak:
“İnşaallah, Hudeybiye’de biat eden ashâbım Cehenneme girmez.” buyurdu. Hafsa (r.a.) da:
“İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem Sûresi; 71) âyetini okuyarak hatırlatmada bulundu. Efendimiz de ona:
“Sonra, biz Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.” (Meryem Sûresi; 72) ayetini okuyarak cevap verdi.
HZ. HAFSA’NIN İBADET HAYATI
Hz. Hafsa annemiz ibadete düşkündü. Çok namaz kılar, çokça nâfile oruç tutardı. Onun hayatı da diğer annelerimiz gibi fakirlik içinde geçti. Yatak olarak kullandığı bir şiltesi vardı. Yazın onu altına sererdi. Kışın da bir tarafını altına serip, bir tarafını da üzerine örterdi. Çoğu zaman yemek için ekmek bulamazdı. Buna rağmen şikâyetçi olmadı. Hep haline şükretti.
O, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e son derece sadakat ve muhabbetle bağlıydı. Kendisine hediye edilen şeyleri yemez içmez, Resûlullah’a ikram ederdi. Onu daima nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisine bir tulum bal hediye etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz odasına uğradığında ondan şerbet yapar ve ikram ederdi.
Hz. Hafsa, Efendimiz’in dâr-ı bekâya irtihalinden sonra da önemli hizmetlerde bulundu. Hz. Ebûbekir devrinde Kur’ân âyetleri bir araya toplanarak Mushaf haline getirilmişti. Bu tek nüsha idi. Hz. Ebûbekir’in nezdinde kalıyordu. Vefatından sonra Hz. Ömer’in nezaretine verildi. Hz. Ömer de yaralanıp şehit olacağı zaman kızı Hz. Hafsa annemize teslim etti. O da itina ile muhafaza etti. Hz. Osman devrinde bu nüshadan çoğaltıldı.
Hz. Hafsa vâlidemiz 60’a yakın hadis-i şerif rivayet etti. Bir tanesi şudur:
“Resûlullah yatağına girdiğinde sağ elini başının altına koyar şöyle duâ ederdi: ‘Yâ Rabbi! Kullarını dirilttiğin gün beni azabından koru.’ Bunu üç defa tekrar ederdi.”
HZ. HAFSA NE ZAMAN VEFAT ETTİ?
Hicretin 45. yılında Hz. Muaviye’nin halifeliği döneminde altmış yaşında iken vefat eden Hz. Hafsa annemizin cenâze namazını Medine valisi Mervan İbni Hakem kıldırdı. Cennet-i Bakî’a’da mü’minlerin annelerinin yanına; ebedî istirahatgâhına tevdi edildi. Cenab-ı Hak’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
Hafsa Binti Ömer (r.anha) Kimdir?
Hafsa Binti Ömer (r.a.) Hz. Ömer’in kızı… Bilgili ve kültürlü, irâdesi kuvvetli, sadakat sahibi bir İslâm hanımefendisi… O devirde okuma-yazma bilen pek ender, kültürlü kadınlardan… Üçüncü hicri yılda Resûlullah Efendimiz’in aileleri arasına katılarak mü’minlerin annesi olma şerefini elde eden bahtiyarlardan…
Hafsa Binti Ömer (r.a.), Mekke’de Peygamberlik gelmezden (Bi’set’ten) beş sene önce doğdu. Babası, İslâm tarihinde adâletiyle ün salan, ikinci halife Hz. Ömer’dir. Annesi Zeynep, Osman İbni Maz’ûn’un (r.a) kız kardeşidir. Babası ile birlikte Mekke’de Müslüman oldu. Ashap’tan Huneys İbni Huzâfe (r.a) ile evlendi. İlk Müslümanların safında yer alan bu bahtiyar karı-koca birlikte önce Habeşistan’a, daha sonra Medine’ye hicret etti.
Huneys (r.a.), Abdullah İbni Huzâfe’nin (r.a) kardeşidir. Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak etmiştir. Her iki gazvede de kahramanca çarpıştı. Uhud savaşında ciddi şekilde yaralandı. Medine’ye dönüldüğünde şehadet şerbetini içti. Hazreti Hafsa, genç yaşta dul kaldı. Hz. Ömer kızının dul olarak kalmasına gönlü râzı değildi. Bir an önce onu evlendirmeliydi. O devirde iddetini tamamlayan kadınların fazla beklemeden evlenmesi daha uygun görülüyordu.
HZ. ÖMER’İN TEKLİFİ
Bir baba olarak Hz. Ömer de kızının iyi bir kimse ile evlenmesini arzu ediyordu. Bunun için düşündü, taşındı ve onu Hz. Osman’a nikâhlamaya karar verdi. Hz. Osman da o sırada dul kalmıştı. Hanımı Peygamberimiz’in kızı Rukıyye (r.a.) vefat etmişti. Rahatlıkla teklif yapılabilirdi. Vakit kaybetmeden Osman’a gitti. Kızı Hafsa’yı nikâhlayabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeleri Abdullah İbni Ömer (r.a.) bizzat babasından şöyle nakletmektedir:
“Osman İbni Affan’a gittim. Onu hüzünlü gördüm. Üzüntüsünü gidermek ve teselli etmek için ona Hafsa’dan bahsettim. ‘İstersen Hafsa’yı sana nikâhlıyayım’ dedim. Osman birden cevap veremedi. Hemen ‘evet’ diyemedi. Biraz düşünmek için zaman istedi ve ‘Hele bir düşüneyim’ dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, ‘Şimdilik evlenemeyeceğim’ diye özür diledi.”
Hz. Ömer aynı teklifi Hz. Ebûbekir’e yapmayı düşündü. Onunla karşılaştığında:
“İstersen sana kızım Hafsa’yı nikahlayayım” dedi. Hz. Ebûbekir de sustu. Ağzını açıp da bir söz söylemedi. Hiçbir cevap vermedi. Bu sebeple ona, Osman’a gücendiğinden daha fazla kızdı.
DAHA HAYIRLI BİRİSİYLE EVLENECEK
Hz. Ömer, iki samimi arkadaşından müsbet bir cevap alamayınca canı sıkıldı. İçerledi. Üzüntülü bir şekilde Resûlullah’ın huzuruna girdi ve şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben Osman’a şaşıyorum. Hafsa’yı ona nikâhlamak istedim de yanaşmadı. Ebûbekir de öyle…”
Resul-i Ekrem Efendimiz, Ömer’e tebessüm ederek:
“Yâ Ömer! Hafsa, Osman’dan, Osman da Hafsa’dan daha hayırlı birisiyle evlenecektir.” buyurdu.
Hz. Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman’dan daha hayırlı damât kim olabilirdi? Merak içerisinde aradan yine birkaç gün geçti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Hafsa’ya tâlib oldu. Hz. Ömer’e:
“Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım.” buyurdu.
PEYGAMBERİMİZİN HZ. HAFSA İLE EVLENMESİ
Hz. Ömer bu müjdeye çok sevindi. Efendimiz bu haberle Hafsa’yı (r.a.) kendisine Allah’ın nikâhladığını anlatmak istiyordu. Bunun üzerine kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Hicretin üçüncü yılında Şaban ayı içerisinde Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem Efendimiz’le nikâhlanarak mü’minlerin annesi olma şerefine erdi.
Efendimiz bu nâzikâne teşebbüsü ile üç büyük sahâbîsi arasındaki dostluğu, kardeşliği, din bağını hısımlıkla, akrabalıkla daha da kuvvetlendirmiş oldu. Ayşe’yi nikahlayarak Hz. Ebûbekir’i, Hafsa’yı nikahlayarak da Hz. Ömer’i taltif etti. Onları kendine kayınpeder, kızlarını da mü’minlerin anneleri olma bahtiyarlığına kavuşturdu.
HZ. EBÛBEKİR’İN SIRRI
Hz. Ebûbekir, kendine teklifte bulunan Hz. Ömer’e müsbet-menfi bir cevap veremediği için üzülüyordu. Fakat başka çaresi de yoktu. Çünkü bir sırrı muhafaza etmesi gerekiyordu. Hz. Hafsa ile Peygamber Efendimiz’in evleneceğini biliyordu. Bunu söylemek emanete hıyanet olacaktı. Bu sebepten sükût etti. Nikâh kıyıldıktan sonra Hz. Ömer’e gelerek özür diledi ve durumu şöyle izah etti:
“Hafsa’yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğim zaman herhalde bana gücenmişsindir.” dedi. Hz. Ömer de: “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebûbekir (r.a.) şunları söyledi:
“Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Resûlullah’ın Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette onun sırrını ifşâ edemezdim. Şayet Nebiyy-i Muhterem, Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim.” diyerek onu teselli etti.
Ne nezâket!.. Ne edeb!.. Ne sır saklayıcılık!.. İşte İslâm edebi!… Emanet bir sır… Sükût bir hazinedir… Emanete riâyet ve sükûtu ihtiyar etmek ise insanın emniyeti ve süsüdür…
PEYGAMBERİMİZİN DÖRDÜNCÜ EŞİ
Hz. Hafsa, Resûlullah’ın evine Sevde ve Ayşe (r.a.) annelerimiz varken gelin olarak geldi. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin saâdethânelerine geldiğinde yirmi yaşlarındaydı. Sevde annemiz, Ayşe (r.a.) gibi onu da büyük bir gönül rahatlığı içinde karşıladı. Her ikisine de hizmet etti. Hafsa (r.a.) da gençti. Bilgili ve onurluydu. Özü sözü birdi. İradesi kuvvetliydi. Hâne-i seâdette iki genç annemiz olmuştu. ikisi de Efendimiz’e hizmet etme yarışında gayretlerini esirgemiyorlardı. Son derece nâzik davranıyorlardı. Sevgi ve hürmette kusur etmemeye çalışıyorlardı.
BAL ŞERBETİ ŞİFADIR
Efendimiz de iki aziz arkadaşlarının kızları olmaları sebebiyle gücünün yettiğince onlara müsâmaha ile davranıyordu. Kadınlık zaafiyetlerini, gençliklerini göz önüne alarak daha merhametli, daha şefkatli muâmele ediyordu. Fakat beşer olarak sıkıntılı zamanlar da geçiriyordu. Şöyle ki:
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zeynep binti Cahş annemizin evinde bal şerbeti içmişti. Biraz da yanında fazla kalmıştı. Bu durum iki genç annemizin dikkatlerini çekti ve aralarında anlaşarak Efendimizin yanına vardıkları zaman kendisinden megâfir kokusu geldiğini söylediler. Efendimiz megâfir yemediğini, bal şerbeti içtiğini söyledi ve:
“Demek ki balı yapan arı megâfir yalamış” diyerek bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etti.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Tahrim Sûresi’ni nâzil buyurdu. Meâli şöyledir:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Efendimiz bir ara hanımlarından ayrılarak uzlete çekilmişti. Genç ailelerini eğitmek istiyordu. Ashab arasında bu durum, “Resûlullah hanımlarını boşadı.” diye yayıldı. Hz. Ömer bu haberi işitince doğruca Efendimizin odasına yöneldi. Kızı Hafsa’nın bir hatası olabileceğini düşünerek Efendimiz’den içeri girmeye izin istedi ve huzura girerek Efendimiz’in gönlünü rahatlatacak şu sözleri söyledi:
“Ya Resûlallah! Kadınlardan dolayı ne kadar sıkıntı çekiyorsun. Şayet onları boşarsan Allah da melekleri de seninle beraberdir. Ben de, Ebûbekir de, mü’minler de seninle beraberiz…” dedi.
MÜ’MİNLERİ SEVİNDİREN CEVAP
İki Cihan Güneşi Efendimiz tebessüm etti. Gül yüzünden nurlar saçıldı. Ömer’in kalbine huzur verecek ve mü’minleri sevindirecek şu cevabı verdi. Hanımlarını boşamadığını, sadece uzlete çekildiğini söyledi. Hz. Ömer mescide geldi ve durumu Müslümanlara izah etti.
Hz. Hafsa yaratılış icâbı biraz celâlli idi. Hz. Ayşe annemiz onu şöyle tavsif ediyor:
“Hafsa tam manasıyla babasının kızıdır. Kuvvetli bir iradesi vardır. Özü sözü birdir.”
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz Hafsa annemizin yanında Hudeybiye’de biat eden ashabını anarak:
“İnşaallah, Hudeybiye’de biat eden ashâbım Cehenneme girmez.” buyurdu. Hafsa (r.a.) da:
“İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (Meryem Sûresi; 71) âyetini okuyarak hatırlatmada bulundu. Efendimiz de ona:
“Sonra, biz Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.” (Meryem Sûresi; 72) ayetini okuyarak cevap verdi.
HZ. HAFSA’NIN İBADET HAYATI
Hz. Hafsa annemiz ibadete düşkündü. Çok namaz kılar, çokça nâfile oruç tutardı. Onun hayatı da diğer annelerimiz gibi fakirlik içinde geçti. Yatak olarak kullandığı bir şiltesi vardı. Yazın onu altına sererdi. Kışın da bir tarafını altına serip, bir tarafını da üzerine örterdi. Çoğu zaman yemek için ekmek bulamazdı. Buna rağmen şikâyetçi olmadı. Hep haline şükretti.
O, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e son derece sadakat ve muhabbetle bağlıydı. Kendisine hediye edilen şeyleri yemez içmez, Resûlullah’a ikram ederdi. Onu daima nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisine bir tulum bal hediye etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz odasına uğradığında ondan şerbet yapar ve ikram ederdi.
Hz. Hafsa, Efendimiz’in dâr-ı bekâya irtihalinden sonra da önemli hizmetlerde bulundu. Hz. Ebûbekir devrinde Kur’ân âyetleri bir araya toplanarak Mushaf haline getirilmişti. Bu tek nüsha idi. Hz. Ebûbekir’in nezdinde kalıyordu. Vefatından sonra Hz. Ömer’in nezaretine verildi. Hz. Ömer de yaralanıp şehit olacağı zaman kızı Hz. Hafsa annemize teslim etti. O da itina ile muhafaza etti. Hz. Osman devrinde bu nüshadan çoğaltıldı.
Hz. Hafsa vâlidemiz 60’a yakın hadis-i şerif rivayet etti. Bir tanesi şudur:
“Resûlullah yatağına girdiğinde sağ elini başının altına koyar şöyle duâ ederdi: ‘Yâ Rabbi! Kullarını dirilttiğin gün beni azabından koru.’ Bunu üç defa tekrar ederdi.”
HZ. HAFSA NE ZAMAN VEFAT ETTİ?
Hicretin 45. yılında Hz. Muaviye’nin halifeliği döneminde altmış yaşında iken vefat eden Hz. Hafsa annemizin cenâze namazını Medine valisi Mervan İbni Hakem kıldırdı. Cennet-i Bakî’a’da mü’minlerin annelerinin yanına; ebedî istirahatgâhına tevdi edildi. Cenab-ı Hak’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
Zeynep Binti Huzeyme (r.anha) Kimdir?
Aynı adı taşıyan Zeynep binti (r.a.) Peygamberimize (s.a.s.) hanımlarındandır. Mübarek validelerimizden Zeynep binti Huzeyme (r.a.) “yoksulların annesi” olarak bilinirdi.
Zeynep binti Huzeyme ve Zeynep binti Cahş radıyallahu anhüma Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ailesine katılan bahtiyarlardan… İsimleri ve ahlâkları birbirine benzeyen, mü’minlerin annesi olma şerefini elde eden rehber insanlardan… Cömertlikleriyle tanınmış, yoksullara, fakirlere yardım etmeleriyle meşhur olmuş merhametli, şefkatli, iyiliksever bir ahlâka sahip gönül zengini mücâhidelerden…
YOKSULLARIN ANNESİ
Zeynep binti Huzeyme radıyallahu anhâ annemize “Ümmü’l-Mesâkin= yoksulların annesi” denirdi. Bu onun lâkabı olmuştu. Cahiliye devrinde bile böyle tanınırdı. O, Arabistanın en güçlü kabilelerinden olan Âmir İbni Sa’sa’ kabilesine mensuptu. Kabilesi arasında önemli bir nüfûza sahipti. Onun ilk evliliği Tufeyl İbni Hâris ile oldu. Ondan boşanınca Ubeyde İbni Hâris ile evlendi. O da Bedir’de şehit edilince Zeynep (r.anhâ) dul kaldı.
Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz hicrî üçüncü yılda İslâm’ı anlatmak için Âmir İbni Sa’sa’ kabilesine bir gurup tebliğ eri göndermişti. Bunlar hâince pusuya düşürülüp kılıçtan geçirilince bu kabile ile müslümanların arası bozuldu. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu büyük ve güçlü kabile ile düşmanlığın devam etmesini istemedi. Aradaki ilişkilerin düzelmesine vesile olacak bir fırsat bekledi. Zeynep binti Huzeyme (r.anhâ) dul kalınca evlenme teklifinde bulundu. Zeynep; amcası Kabîsa İbni Amr el-Hilâli’yi vekil tayin etti. O da dörtyüz dirhem gümüş mihri ile Resûlullah (s.a) Efendimize nikâhladı.
Mü’minlerin annesi olma şerefini elde eden Zeynep binti Huzeyme (r.anhâ) kendine tahsis edilen odasına taşındı. Hz. Hafsa ile odaları yan yana idi. Büyük bir mutluluk içerisinde hayatını devam ettiriyordu. Çok ibadet yapar, çokça sadaka verirdi. Bu mesut hayat dünyada üç-dört ay veya sekiz ay kadar ancak sürdü. 626 m. senede otuz yaşlarında iken âhirete göç etti. Cenâze namazını bizzat Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz kıldırdı. Bakî kabristanına defnedildi. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Safiye Binti Huyey (r.anha) Kimdir?
Safiye binti Huyey (r.a.) esâretten sonra seâdeti elde eden bahtiyar annelerimizden… Allah ve Resûlünü kavmine tercih eden mücâhidelerden… Tokgözlü, cömert, zekî, nâzik ve hizmetli bir İslâm hanımefendisi… Nezâket ve sabırda örnek bir annemiz…
Hz. Safiye, Hazreti Harun’un (a.s.) neslinden gelmekteydi. Babası Yahûdi kabîlelerinden Benî Nâdir’in reisi Huyey İbni Ahtab, annesi de Benî Kureyzâ kabilesinin ileri gelenlerinden Berre binti Semran idi. Anne baba tarafından hanedan bir soya mensuptu.
HZ. SAFİYE’NİN RÜYASI
O, ahlâkî güzelliği ve ailesinin üstünlüğü sebeblerinden bir hanımefendi olarak herkesce beğenilirdi. Hayber’de meşhur şâir ve kumandan Sellâm İbni Mişkem ile nişanlandı. Bundan ayrılınca “el-Kamus” kalesi kumandanı Kinâne İbni Ebi’l-Hukayk ile evlendi. Bu evliliği sırasında bir rüya gördü. Rüyasında Medine’den doğan ay geldi kendi odasına girdi. Bu rüyasını kocasına anlatınca Kinâne öfkelendi ve: “Sen Hicaz meliki Muhammed’e mi varmak istiyorsun? Onun kocan olmasını mı istiyorsun?” diyerek yüzüne şiddetli bir tokat vurdu. Gözü morardı. Fakat Safiyye’nin gönlü artık İslâm ışığı ile aydınlanacaktı. Hadiseler onu İslâm’a kavuşturacak, hatta mü’minlerin annesi olma şerefine erdirecekti. Onun bu şerefe nâil olması şöyle gerçekleşti:
Hicretin yedinci senesinde Resûlullah Efendimiz, Hayber üzerine yürümeye karar verdi. Medine’den sürülen Beni Nâdir ve Beni Kureyza Yahûdilerî Hayber’de de rahat durmadılar. Fesatlarına devam ettiler. Yapılan antlaşmalara riâyet etmediler. Kureyş ile işbirliği yaptılar. Müslümanların ticâret kervanlarını tehdit ettiler. İki Cihan Güneşi efendimiz de Yahûdilerin fesatlarını ocaklarında söndürmek ve Şam ticaret yolunu emniyet altına almak üzere Hayber’in fethini zarûrî gördü. Ashab-ı Kiram henüz Hudeybiye’den yeni dönmüştü, yorgundu. Fakat ilâhi emir gelmiş karar verilmişti. Bunun üzerine ashab yeniden toparlandı ve Hayber üzerine hareket edildi. Bu sefere Ümmü Seleme (r.a.) annemiz de katıldı. Resûlullah Efendimizle beraber yolculuk yaptı.
Hayber’de şiddetli çarpışmalar oldu. Hz. Ali’nin bu savaşta büyük kahramanlıkları görüldü. Onbeş şehit verildi. Yüze yakın Yahûdi öldürüldü. Birçok esir alındı. Ganimetler elde edildi. Safiye (r.a.) de esirler arasında idi. Onun babası ve kocası öldürülmüştü. Ganimet ve esirlerin hepsi bir kalede toplandı.
Efendimiz siyâsî bir taktik olarak, kabile ve kavimlerin reislerinin kızları ile evleniyor ve akrabalık kurarak onların gönüllerini İslâm’a ısındırmaya çalışıyordu. Bu sebepten esirler arasında bulunan Safiye (r.a.) ile görüşmeyi arzu etti. Bilâl-i Habeşi’den (r.a.) onu getirmesini istedi. Hz. Bilâl onu amcasının kızı ile birlikte Efendimizin huzuruna getirirken Yahudi erkeklerinin cesetlerinin yanından geçirdi. Safiye’nin (r.a.) yanındaki kadın ölü cesetleri görünce çığlıklar koparıp yüzünü gözünü tırnaklarıyla yırtmaya başladı. Üstüne başına topraklar saçtı. Saçı başı toz toprak içinde kaldı. Rahmet Peygamberi Efendimiz, durumu öğrenince Bilâl’e (r.a.) serzenişte bulundu ve: “Ey Bilâl! Senden acıma duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçirdin? Onları böyle mi getirmeliydin?” dedi. Onun bu davranışından memnun olmadığını duyurdu.
ESİRE NASIL MUAMELE EDİLİR?
Safiye binti Huyey çok korkmuş olmasına rağmen sâkin görünüyordu. Huzura çıkartılınca, Efendimiz onun üzerine bir atkı örttü ve ona İslâmiyeti anlattı. Sonunda şu teklifte bulundu:
“Ey Safiye! Eğer Müslüman olursan seni kendime eş olarak almayı düşünüyorum. Şayet dininde kalmayı tercih edersen seni serbest bırakıp kavminin yanına dönebilirsin.” dedi.
Rahmet ve Şefkat Peygamberi Efendimiz isteseydi onu câriye olarak yanında alıkoyabilirdi. Fakat o böyle yapmadı. Düşkün bir kimseye, nasıl davranılması gerektiğini, esir olarak alınan insanlara da insanca muâmele yapılması lâzım geldiğini ve inanç konusunda herkesin serbest bıkakılması gerektiğini bir ölçü olarak göstermiş oldu.
HZ. SAFİYE’NİN MÜSLÜMAN OLMASI
Safiye (r.a.) çok kibar ve zekî bir hanımdı. Böyle bir teklife hiç de şaşırmamıştı. Çünkü o, Resûlullah’ın aileleri arasına katılacağını rüyasında görmüştü. Hiç tereddüt etmeden tercihini şöyle açıkladı:
“Ey Allah’ın Resûlü! Sen beni İslâmiyete davet etmeden önce ben zâten Müslüman olmayı arzulayıp seni tasdik etmiştim. Yahudilerle benim hiçbir ilgim kalmadığı gibi onlara ihtiyacım da yoktur. Hayber’de ne babam ne de kardeşim var. Siz beni serbest bıraktınız. Benim için Allah ve Resûlü, azâd olmaktan ve kavmime dönmekten daha sevimlidir.” dedi.
Efendimiz, Safiye’nin (r.a.) Müslüman olmasından pek memnûn oldu. Onu derhal âzâd edip hürriyetine kavuşturdu. Sonra nikâhı altına aldı ve onu mü’minlerin annesi olarak şereflendirdi. Hanımları arasına kattı. Artık Hayber’den Medine’ye dönüş başlamıştı. Safiye (r.a.) annemiz Hayber’den birkaç menzil uzaklaşana kadar konaklanmamasını talep etti. On iki mil uzaklıkta es-Sahba mevkiinde konaklandı.
Ümmü Süleym (r.a.) annemiz Safiye’yi (r.a.) gelin gibi süsleyip kokular sürerek hazırladı. Efendimiz için kurulan çadıra getirdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz önce onun korku ve endişelerini giderdi. Onu sohbetiyle teskin eyledi. İlk konaklama yerinde uzaklaşma isteğinin sebebini sordu. Safiye vâlidemiz de: “Ya Resûlâllah orası Hayber’e çok yakındı. Yahûdilerin zâtınıza bir kötülük ve zararları dokunur diye korktum.” cevabını verdi. Ertesi gün eldeki imkânlara göre ashâba düğün ziyafeti verildi. Ziyafet hays ve sevkten müteşekkildi. Çekirdeği çıkarılmış hurmalar yağ ve keş ile karıştırılarak bir yemek yapıldı ve velîme olarak verildi.
Bu korku sadece Safiye (r.a.) annemizde değildi. Eyüp Sultan (r.a.) da aynı endişeyi taşıyordu. Bu sebepten kendisine bir vazife verilmemesine rağmen o, Efendimiz’in çadırının etrafında gece sabaha kadar nöbet tuttu. Gün ağırırken Efendimiz Eyüp Sultan’ı (r.a.) bir aşağı bir yukarı gezinirken gördü. Ona ne yaptığını sordu. O da: “Ya Resûlâllah size bir kötülük gelmesinden korktum!” dedi. Efendimiz, Ebû Eyüp’ün bu hareketinden pek memnun oldu. Onun muhabbeti karşısında duygulandı ve ona: “Allah da seni muhafaza etsin.” diye duâ etti.
KİNANE’NİN TOKADI
Rahmet Peygamberi Efendimiz, Safiye annemize karşı çok müşfik, merhametli ve âlicenaptı. Onun yüzündeki darbe izini ve gözündeki morartıyı görünce: “Nedir bu iz?” diye sordu. Safiye annemiz de: “Kinane’nin tokat izi.” dedi. Gördüğüm rüyayı kendisine anlatınca öfkesinden: “Sen ancak Hicaz hükümdarı Muhammed’e varmak istiyorsun diyerek yüzüme şiddetli bir tokat vurdu. İşte bu o tokadın izidir.” dedi.
Safiye (r.a.) annemiz Medine-i Münevvere’ye geldiğinde Hârise İbni Nu’man’ın evine yerleştirildi. Hanımlar onu görmek için geliyor. “Hoş geldin” diyerek tebrik ediyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizin diğer hanımları da gelmişlerdi. Hz. Ayşe annemiz bir ara odadan dışarı çıktı. Rahmet Peygamberi Efendimiz de peşinden çıktı ve ona: “Yâ Ayşe Safiye’yi nasıl buldun?” dedi. O da: “Bir Yahudi kızından başka bir şey değil” diye cevap verdi. Efendimiz buna çok üzüldü ve: “Böyle söyleme ey Ayşe! O Müslüman oldu ve samimiyetle İslâm’ı benimsedi.” buyurdu.
PEYGAMBERİMİZ ONU SEVERDİ
Safiye vâlidemiz İslâm’la şereflendikten sonra çok samimi bir Müslüman oldu. Kendisini ibadet ve zikre verdi. Yahudi denilmesi onu incitiyordu. Bir gün Hz. Ayşe ile Hz. Hafsa annelerimiz kendilerinin Kureyş’ten olduklarını ve Resûlullah’ın sâdece hanımı değil aynı zamanda akrabası bulunduklarını söyleyerek onun gönlünü incitmişlerdi. Efendimiz, eve geldiğinde onu ağlar vaziyette buldu. Sebebini sordu. Safiye annemiz durumu anlatınca Şefkat Peygamberi Efendimiz ona: “Sen de onlara Harun (a.s.) dedem; Musâ (a.s.) amcam, Muhammed (s.a.v.) de kocam desen olmaz mıydı?” buyurdu. Onu böyle teselli etti. Yüreğindeki ızdırabı bu şekilde teskin etmeye çalıştı.
Safiye annemiz Efendimizden dâimâ nâzik ve lâtif muâmele gördü. Her fırsatta onu diğer âilelerine karşı korudu. Bir sefer esnasında Safiye annemizin devesi hastalanmıştı. Tökezleyip yere çöktü ve kalkamadı. Zeynep’in (r.a.) yedek develeri vardı. Efendimiz bir tanesini Safiye’ye (r.a.) vermesini söyledi. Zeynep annemiz: “Ben şu Yahudi kızına mı verecekmişim?” diye itiraz etti. Efendimiz, bu davranışından dolayı kırıldı ve onun yanına iki üç ay uğramadı.
Bir defasında da Ayşe (r.a.), Safiye’nin (r.a.) boyunun kısalığı ile ilgili bir şey söyledi. Bunun üzerine Efendimiz onu ikaz etti ve: “Ey Ayşe! Öyle bir şey söyledin ki, onu denize atsan suyunu kirletir.” buyurdu.
Safiye vâlidemiz çok hassas yürekliydi. Tok gözlü, cömertti. Dünyaya değer vermezdi. Efendimizin ailesi olma şerefine erince hedefini ahiret seâdetine yöneltmişti. Esas hayatın âhiret olduğuna, bu dünyanın geçici, âhiretin bâkî olduğuna kesin inanmıştı. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde bütün mücevherlerini Efendimizin kızı Hz. Fâtıma’ya ve hanımlarına hediye edip paylaştırdı.
ŞÜPHEDEN KORKUN!
O, Resûl-i Ekrem Efendimizi çok severdi. Ona cânü gönülden hizmet etmek isterdi. Çok güzel yemek pişirir ve Efendimize gönderirdi. Ondan ayrılmak istemezdi. Bir gün Resül-i Ekrem Efendimiz mescidde îtikafta iken ziyaretine gitti. Bir saat kadar yanında kaldı. Sonra evine dönmek üzere ayağa kalktı. Evi biraz uzaktaydı. Ortalık da kararmıştı. Onu götürmek üzere Efendimiz de kalktı. Ümmü Seleme annemizin odası önüne geldiğinde mescit kapısında Ensar’dan iki kişi ile karşılaştı. Sahabiler rahatsız etmemek için selâm verip acele ile oradan uzaklaştılar. Efendimiz onlara şöyle seslendi: “Acele etmeyin!.. Yavaş olun, durun!.. Yanımdaki kadın Safiye binti Huyey’dir.” buyurdu. Bunun üzerine sahabîler: “Subhanallah!.. Biz Allah’ı tenzih ederiz. Ya Resûlallah!” dediler. Bununla hatırlarına kesinlikle yanlış bir şey gelmediğini ifâde etmek istediler. Efendimiz de onların şahsında ümmetine şu dersi verdi:
“Şüphesiz ki Şeytan, insan vücudunda dolaşan kan gibidir. Ben sizin gönlünüze şeytanın bir şüphe atmasından korktum” buyurdu. Ashabını bu sözleriyle hem temize çıkardı. Hem de insanın her an böyle bir tehlikeye düşebileceğine dikkat çekmiş oldu.
SÖZÜNE SÂDIKTI
Safiye annemiz Resûl-i Ekrem Efendimiz’e son derece hürmet ve itaat ederdi. Çünkü o, babası ve amcasının Medine’ye gittikten sonraki sohbetlerinde: “o mukaddes kitabımızda haber verilen Peygamber!” diye tasdik ettiklerini duymuştu. Buna rağmen baba ve amcası Efendimize karşı çıktı. Safiye annemiz ise onun hak peygamber olduğuna inandı. Sonunda o sevgiliye hizmet imkânını elde etti. Bu yüzden Efendimize hizmet için düşünebildiği bütün yolları denedi. Ona hizmeti zevk bildi. Onun hastalanmasına dayanamazdı. Ona gelecek acıları kendisinin çekmesini isterdi. Dâr-ı bekâ’ya irtihallerinden birkaç gün önce hastalığı şiddetlenmiş, mü’minlerin anneleri de etrafını sarmışlardı. Bir ara Efendimize bütün samimiyetiyle: “Keşke senin yerinde yatan ben olsaydım. Senin acılarını, ağrılarını ben çekseydim.” dedi. Onun bu sözleri üzerine diğer annelerimiz birbirlerine göz kırptılar. Kendi aralarında fısıldaşarak Safiye vâlidemizi konuştular. Rahmet Peygamberi Efendimiz bunu farketti ve: “Safiye bu sözünde sâdıktır!.” buyurdu.
Sâfiyye (r.a.) kin tutmazdı. Affediciydi. Suçluları bağışlardı. Akıllı, halîme, selîme ve ağır başlıydı. Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde câriyesi onu şikâyet etti ve “Sâfiye’de hâlâ Yahûdilik adetleri var. Cumartesi gününe hürmet edip, onlarla alâkası devam ediyor” dedi. Hz. Ömer, meseleyi bizzat kendisine sorunca Safiye annemiz şöyle cevap verdi:
“Yahûdilerle alâkam, akrabam olmaları dolayısıyladır. Onlara sıla-i rahim vazifemi yerine getirmekteyim. Allah Teâlâ Cumartesi gününe bedel Cuma’yı ihsan ettikten sonra artık o güne hürmet etmeme ne lüzum var?” diyerek şikâyetin manasızlığını dile getirdi. Hz. Ömer de hiç bir şey demedi.
Sâfiye (r.a.) bu şikâyeti câriyesinin yaptığını öğrendi ve onu çağırdı. “Bu lâfları sana kim öğretti” dedi. O da: “Şeytan vesvese etti.” cevabını verdi. Onun doğru sözüne karşılık Safiye annemiz dolayı câriyeye kızmadı ve onu azât etti.
HZ. SAFİYE’NİN VASİYETİ
Sâfiye annemiz çok cömertti. Eline geçeni dağıtırdı. Hicretin 50. yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Geride yüz bin dirhemlik bir servet bıraktı. Vasiyeti üzerine bunun üçte biri Musevî yeğenine, kalanı ise sadaka olarak fakirlere dağıtıldı. Efendimizle dört yıllık bir ömür geçirdi. On tane hadis- şerif rivayet etti. Cenâb-ı Hakk cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Amin.
Esma Binti Ebubekir (r.anha) Kimdir?
Esma Binti Ebubekir (r.a.) Resûlullah Efendimiz’in baldızı… Hz. Ayşe (r.a.) baba – bir kardeş… Hicret esnâsında hizmetteki firâseti, becerisi ve iş bilirliği ile meşhur bir hanım sahâbî… “Zâtunnıtakayn” lakabı ile tanınan ve dünyada iken cennet kuşağı giyebilme müjdesine nâil olan bir İslâm hanımefendisi… İlk müslümanlardan… Hz. Ebûbekir’in (r.a.) büyük kızı…
Esma Binti Ebubekir (r.a.) hicretten yirmi yedi yıl önce 595 m. senede Mekke’de doğdu. Babası Hz. Ebûbekir’dir. Annesi Cahiliye karanlığında kalan Kuteyle’dir. Babası vasıtasıyla İslâmla şereflenen Esmâ (r.anhâ) ilk 18 Müslüman arasında zikredilmektedir. O, baba ocağında İslâm’ın güzellikleriyle yetişti. Gür bir imana sahipti. Edeb, hizmet ve firâset gibi güzel ahlâkı hayatı boyunca ona kılavuz oldu. Akıllı, iş bilir ve becerikliydi.
O hicret esnasında gösterdiği firasetli hareketiyle tanındı. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin öğle sıcağında evlerine geldiğini gördü. Derhal kapıya koştu ve babasına: “İşte Resûlullah (s.a.) geliyor!” dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) da: “Babam anam ona fedâ olsun. O önemli bir hadise olmadıkça bu saatte gelmezdi.” dedi ve hemen karşılamaya çıktı. İçeri buyur etti. Efendimiz eve girdi ve: “Yanındaki kimseler dışarı çıksa!” buyurdu. Ebû Bekir (r.a.) da: “Yâ Resûlallah! Onlar iki kızımdır. Sır saklamasını bilirler. Bizi gözetleyen yabancı kimse yok.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz: “Allah Teâlâ’nın hicrete izin verdiğini birlikte Medine’ye gideceklerini” söyledi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendisini refikliğe kabul ettiği için sevincinden gözyaşlarını tutamadı. Derhal hazırlığa başladı. Kızları Hz. Âişe ile Hz. Esmâ da babalarına yol azığı hazırlamada yardımcı oldular. Deriden bir torbaya azık koyup bir kırbaya da su doldurdular. Azık torbasını ve su kabının ağızlarını bağlamak için bir parça ip aradılar, fakat bulamadılar.
İKİ KUŞAKLI SAHÂBÎ
Esmâ (r.anhâ) babacığının işâreti üzere belindeki kemeri çıkardı iki parçaya böldü. Bir parçasıyla azık torbasının, diğer parçasıyla da su tulumunun ağzını bağladı. İki Cihan Güneşi Efendimiz, Esmâ’nın bu candan alâkasını ve samîmî davranışını seyrediyordu. Son derece memnun oldu ve: “Ey Esmâ! Allah bu kuşağının karşılığında sana cennette iki kuşak versin” diye dua buyurdu. Efendimizin bu iltifatından sonra Esmâ (r.anhâ) “zatünnıtakayn = iki kuşaklı” lâkabıyla anıldı.
O, hicrette hayatını hiçe sayan bir fedakarlık gösterdi. Gece yarısı evden ayrılan Resûl-i Ekrem (s.a.) ile babacığını müşrikler takip etmekteydi. Sabah gün ışıyınca Ebû Cehil ve avânesinden bir grub Kureyşli kapılarının önüne geldi. Esmâ (r.anhâ) dışarı çıktı ve müşrikler gürühuyla karşı karşıya geldi. “Baban nerede Ebû Bekir’in kızı?” dediler. Esmâ da: “Bilmiyorum.” diye cevap verince Ebû Cehil kin, nefret ve gazabından ona şiddetli bir tokat vurdu. Esmâ’nın kulaklarındaki küpeler yere düştü. Fakat o hiç telâşlanmadı. Bu uğurda her şeyi göze almıştı. Gerekirse ölecek, ama Rasûlullah (s.a.) ile babasının nereye gittiklerini söylemeyecekti. Müşrikler ondan bir şey öğrenemeyeceklerini anlayınca daha fazla vakit kaybetmemek için oradan ayrıldılar.
CENNET KUŞAĞI GİYEBİLME MÜJDESİNE NAİL OLAN SAHÂBÎ
İki Cihan Güneşi Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a.) Medine-i Münevvere’ye ulaştıktan bir müddet sonra Mekke’ye adam gönderdiler. Her iki ailenin de orada kalan fertlerini Medine’ye getirttiler. Esmâ (r.anhâ) ile havarim dediği ashâbından Zübeyr İbni Avvam (r.a.)’ı evlendirdi. Her ikisi de birbirine denkti. İkisi de İslam’a gönül vermişti. Hz. Zübeyr dünyada iken Cennetle müjdelenmiş bir iman eriydi. Hz. Esmâ’da dünyada iken “Cennet kuşağı” giyebilme müjdesine nail olmuş bir hanımefendiydi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz baldızı Esma (r.anhâ) ile en yakın sahâbîsi ve halazâdesi Zubeyr İbni Avvam (r.a)’ın nikâhlarını kıymıştı. Bu evlilikten nur topu gibi bir çocukları doğdu. Esmâ (r.anhâ) hicretten sonra muhacirlerin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu Abdullah İbni Zübeyr’e anne oldu. Bu ilk çocuk müslümanları çok sevindirdi. Zira yahûdiler muhacirlere büyü yaptıklarını ve bir daha çocuklarının olmayacağını, nesillerinin kesileceğine dâir yaygaralar atarak müslümanları tedirgin ediyorlardı. Abdullah’ın doğumu bu söylentilerin doğru olmadığını ortaya çıkardı. Bu evlilikten Esmâ (r.anhâ)’nın beş oğlan üç de kız çocuğu oldu. Oğulları Abdullah, Urve, Münzer, Âsım ve Muhâcir’dir. Kızları ise, Haticetü’l-Kübrâ, Ümmü Hasan ve Âişe’dir.
Esmâ (r.anhâ) evliliklerinin ilk dönemlerini malî sıkıntılarla geçirdi. Fakat yuvasında mutluluğu hiç eksik etmedi. Kendisi ilk yıllarını şöyle anlatır: Zübeyr beni aldığında ne parası ne de kölesi vardı. Hiçbir şeyi yoktu. Onun sâdece bir atı ve bir arazisi vardı. Atına yem verir, bakımını yapardım. Ev ve bahçe işlerini görürdüm. Hurma çekirdeklerini öğütür yem haline getirirdim. İhtiyaçların temini için elimden gelen her işi yapardım. Uzak yerlerden su taşırdım.
HAYAT ÖLÇÜSÜ
Bir gün Rasûlullah (s.a.)’in Zübeyr’e hediye ettiği bahçeden toplamış olduğum hurmaları başımın üzerine koyup getiriyordum. Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizde bazı ashâbıyla birlikte oradan geçiyordu. Beni görünce devesini çöktürüp arkasına binmemi söyledi. Utancımdan deveye binmek istemediğimi anlayınca oradan ayrıldı. Eve gidince durumu Zübeyr’e anlattım ve şöyle söyledim:
“Başımın üzerinde hurma taşırken Rasûlullah ile karşılaştım. Yanında ashâbtan bazı kimseler vardı. Devesini çöktürüp binmemi söyledi. Fakat ben utandım binmedim. Bir de senin kıskançlığını hatırladım” dedim. Kocası Zübeyr:
“Ey Esmâ! Senin başının üzerinde hurma taşıman, Allaha yemin ederim ki, bana daha ağır gelir.” dedi.
O, bir İslâm hanımefendisi olarak kanaatkârlığı ve mütevâziliği ile hayatın çilelerine sabrediyordu. Çektiği sıkıntıları yeri geldikçe babasına anlatıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) kızının her işe koştuğunu ve çok yorulduğunu görünce ona bir hizmetçi gönderdi. Esmâ (r.anhâ) buna çok sevindi ve “Babam hizmetçi göndermekle beni kölelikten hürriyetime kavuşturmuşcasına memnun etti” diyerek sevincini ve şükran hislerini dile getirdi.
O, eli açık, gönlü zengin cömert bir hanımdı. İki Cihan Güneşi Efendimiz ona: “Ey Esmâ! Elini bağlama. Aksi halde Allah da sana olan ihsanını bağlar.” buyurdu. O da bunu kendine hayat ölçüsü yaptı. İhtiyaçtan fazla yanında bir şey bırakmadı. Hepsini fakir fukaraya dağıttı. Kendisi sâde bir hayat yaşadı. Çocuklarına da cömert olmalarını tavsiye ederek şöyle öğüt verdi:
“Malınızı Allah yolunda harcayın. Sadaka verin. Bir hayrı geriye bırakmakla hiçbir şeyi fazlalaştırmış olmazsınız. Sadaka vermekle malınızın eksileceğini zannetmeyiniz.” dedi.
Oğlu Abdullah annesi Esmâ ile teyzesi Âişe (r.anhâ) kadar cömert bir kimse görmediğini söyler. Teyzesinin eline geçen şeyleri biriktirip belli bir miktara ulaştıktan sonra dağıttığını, annesinin ise eline geçeni ertesi güne bırakmadan hemen verdiğini nakleder. Bir gün evde -muhtemelen vereceği bir sadakayı- sayıp hesaplarken Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz ziyaretine geldi. Onun bu durumunu görünce; “Sayma, sonra Allah da sana sayarak verir” buyurdu.
Esmâ (r.anhâ) sabırda da örnek bir kişiliğe sahipti. Halini insanlara şikâyet etmezdi. Hastalandığı zaman ah!, of! demezdi. Cenâb-ı Hakk’tan geldiğine ve mü’mine gelen dert ve belânın ya manen derecesinin artmasına veya günahlara keffaret olduğuna inanırdı. Allah’a duâ etmeye, ona sığınmaya ve yakınlığa vesile bilir sabır ve tevekkülle karşılardı. Bir defasında şiddetli bir baş ağrısına yakalandı. Elini başının üzerine koydu ve büyük bir teslimiyet içerisinde:
“Gerçi başım çok ağrıyor. Fakat Allah’ın affetmesini temenni ettiğim günahlarım çoktur.” Diye tazarru ve niyaz etti.
O, dîni bütün, imânî vecde sahip bir hanımdı. Allah ve Resûlüne tam bağlıydı. Kafasına takıldığı hususlarda hemen Efendimize müracaat ederdi. Bir gün annesi Kuteyle ziyaretine geldi. Cahiliye devrinde babasından boşanmış ve henüz İslâmiyet’e gelememişti. Yıllar sonra yanına kuru üzüm, yağ gibi birkaç parça hediyeler alarak Medine’ye geldi.
Esmâ (r.anhâ) onun müslüman olmadığını düşünerek kendisini ve hediyelerini kabul etmekte tereddüt gösterdi. Durumu kız kardeşi Hz. Âişe (r.anhâ)’ya bildirerek Rasûlullah (s.a.)’e sormasını istedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz: “Annesini içeri alsın ve hediyelerini de kabul etsin” buyurdu.
Hz. Esmâ derhal emri yerine getirdi ve annesini içeri aldı. Müşrik de olsa ona hürmette, hizmette kusur etmedi. Bu hadise üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu. Meâlen:
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Doğrusu Allah âdil olanları sever.”(Mümtehime sûresi / 8)
Esmâ (r.anhâ) Fahr-i Kâinat (s.a.)’in aile ortamında bulunup feyiz alan sayılı sahâbîlerdendir. Baldızı olması sebebiyle sık sık huzurunda bulunurdu. Bir defasında üzerinde ince bir elbiseyle Efendimizin hânesine geldi. Efendimiz onu o halde görünce yüzünü çevirdi ve şu hatırlatmada bulundu:
“Ey Esmâ! Bir kadın âdet görmeye başladığı zaman (eline ve yüzüne işaret ederek) şu ve şu uzvu dışında başka yerini göstermesi câiz değildir” buyurdu.
Hz. Esmâ bu hatırlatmadan sonra hayatının sonuna kadar tesettür ile ilgili bu emre en güzel şekilde uydu. Vücudunun hatları belli olmayacak tarzda örtünmeye gayret etti. Tesettürü kadının iffeti, namusu bildi. Allah ve Resulünün emrine boyun eğdi.
Bir defasında oğlunun aldığı çok pahalı fakat ince bir elbiseyi geri gönderdi. Oğlu bu hareketine gönül koydu ve: “Anne bundan vücut görünmez” dedi. Esmâ (r.anhâ) da: “Altını göstermez fakat vücut hatlarını belli eder” dedi. Oğlu: “O halde size kalın elbise alayım anneciğim” dedi. Gidip annesinin razı olacağı bir elbiseyi alıp getirdi. Esmâ (r.anhâ) onu kabul etti ve: “İşte bana bunun gibi elbise giydir” dedi.
BİR ANNEDEN OĞLUNA HİKMETLİ ÖĞÜTLER
O, kendine güvenli, kararlı, sabırlı, metanetli ve iman dolu bir kalbe sahipti. Yüz yaşlarına ulaşmasına rağmen cihad aşkıyla yanan bir yüreği vardı. Haccâc-ı Zâlime karşı Mekke’de yiğitçe çarpışan oğlu Abdullah ibni Zübeyr’e yaptığı öğütler onun bu iman gücünü gösteriyordu. O, tarihî ve edebî bir vesîka kabul edilen konuşmasında oğluna şöyle seslenmişti:
“Ey oğlum! Şerefinle yaşa, izzetinle öl, fakat kesinlikle esir düşme!…
Sen kendini daha iyi bilirsin. Eğer doğru yolda olduğuna ve Hakk’a davet ettiğine inanıyorsan yolunda devam et. Senin bütün adamların, arkadaşların bu yolda öldü. Boynunu Benî Ümeyye oğlanlarının ellerine teslim edip oynatma!
Eğer bunu dünyalık kazanmak için yapacaksan, sen ne kötü bir kulmuşsun! Böylece hem kendini hem de senin yanında yer alanları mahvetmiş oldun demektir.
Eğer “Ben doğru yoldaydım. Fakat arkadaşlarıma bezginlik gelince gücümü kaybettim” diyorsan, bu, yiğitlerin yapacağı iş değildir.
Dünyada daha ne kadar yaşayacaksın? Ölmek daha iyidir.” dedi.
Hazreti Esmâ (r.anhâ) bu tarihî konuşmadan sonra oğlu ile vedâlaştı. Gözlerini kaybettiği için elleriyle oğlunu sıvazlarken üzerinde zırh bulunduğunu anladı. Bunun üzerine Abdullah’a:
“Yavrum! Bu şehitlik isteyenlerin yapacağı iş değildir” diyerek zırhını çıkarmasını istedi. Kendisine duâ etti:
“Allah’ım! Onu sana havale ettim. Onun için takdir ettiğine râzı oldum. Bana ondan dolayı sabredenler sevabı ver” dedi. Yüz küsür sene yaşadığı rivayet olunan Hz. Esmâ (r.anhâ) oğlunun şehâdetinden bir kaç gün sonra Mekke’de 73. hicri senesinde vefat etti. Kendisinden seksen beş hadis rivayet edildiği nakledilir.
Cenâb-ı Hak’tan onun ibretlerle dolu hayatından dersler alabilmeyi ve şefaatine erebilmeyi niyaz ederiz. Amin.
Berire (r.anha) Kimdir?
Berire radıyallahu anha İslâm hukuku bakımından pek önemli sonuçların çıkmasına vesile olmuş bir bahtiyar hanım sahabi…
Ifk hâdisesinde Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kendisiyle istişârede bulunduğu güvenilir bir hanım… İnsanlara nasihat vermeyi kendine düstur edinen, hasbi davranışlarıyla çevresinde sevilen örnek bir tebliğ eri…
İslâm sayesinde tattıklarından diğer insanların da tatmasını arzu eden ve bu uğurda gayret gösteren fedakâr bir hanım!.. Hazreti Âişe radıyallahu anha annemizin satın alıp âzad ettiği mutlu bir câriye…
O, Mekke’de, cahiliye döneminde, Ebu Leheb’in oğlu Utbe’nin câriyesi idi. İslâm nurunun gönülleri aydınlattığı ilk yıllarda Allah’a ve Rasûlüne inanmış, İslâm’la şereflenmiş bir bahtiyardır.
O, ilk evliliğini Mekke’de câriye olduğu günlerde Muğîs adlı siyâhî bir köle ile yapmıştı. Onun bu hayatı, inandığı gibi yaşamasını kısıtlıyordu. İslâm’ı daha hür bir şekilde yaşamak istiyordu. Onun için Allah’a içten, samimi olarak dua ediyordu.
Berîre radıyallahu anha zaman zaman Hazreti Âişe radıyallahu anha annemizin hizmetinde bulunurdu. Medine-i Münevvere’ye hicret edince daha çok hizmet etmeye başladı. Hâne-i saadete sık sık gider oldu. Bir ara Hazreti Âişe (r.anha) annemize kölelikten kurtulmak istediğini söyledi.
VİLÂ ŞARTI
Hazreti Âişe radıyallahu anha annemiz de onun bu sıkıntısını iyi biliyordu. Berire radıyallahu anha’nın Allah’a ve Rasulüne teslimiyet ve muhabbetine yakınen şahitti. Onu bu sıkıntıdan kurtarmak için satın alıp âzad etmek istiyordu. Fakat sahipleri şart koşuyordu. “Bize bağlı olacak, velisi biz olacağız” diyerek, “vilâ” şartını öne sürüyorlardı.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Hazreti Âişe radıyallahu anha annemizin, Berîre (r.anha)’yı hürriyetine kavuşturmak için çok gayret sarfettiğini de biliyordu. Ama bir türlü Berîre (r.anha) hür olamamıştı.
Bir gün Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Hazreti Âişe radıyallahu anha annemize onun hakkında:
“- Ya Âişe! Berîre’nin durumu nedir?” diye sordu. O da:
“-Ya Rasûlallah! Sahibleri şartlar koşuyor, işi zorlaştırıyorlar. Vilâ şartını öne sürüyorlar” diye cevap verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Hazreti Âişe radıyallahu anha’ya:
“- Onu satın al ve âzad et. Onlar istedikleri şartı koşsunlar. Vilâ, âzad edenin hakkıdır, satanın değil” buyurdu. Sonra, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz halka hitaben:
“- Bazı kimselere ne oluyor ki, Allah’ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bulunmayan şartları ileri sürüyorlar?
Böyle şart ileri sürmek bâtıldır. Eger yüz şart bile koşsa Allah’ın hükmü daha doğru ve daha sağlamdır.” buyurdu. (Buhari, Büyû , 73)
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, velayet hakkının, parayı ödeyip köleyi âzad edene ait olduğunu, bu konuda ileri sürülen şartın bir değer taşımadığını söyleyince; Hazreti Âişe (r.anha) annemiz hemen bedelini ödeyerek Berîre (r.anha)’yı satın alıp hürriyetine kavuşturdu.
VELAYET NEDİR?
Sözlükte sevgi, dostluk, yetki ve yardım anlamına gelen velayet (veya vilayet) İslâm hukukunda başkaları adına onların rızaları aranmaksızın hukûkî işlemde bulunma yetkisini ifade eder. Bu yetkiyi taşıyan kimseye de “veli” denir.
İslâm hukukçuları velinin hür, âkil (temyiz gücüne sahip) baliğ ve Müslüman olması gerektiği üzerinde görüş birliği içindedir. Müslüman olmayanların müslümanlar üzerinde velayeti caiz görülmez. Velinin erkek olması Hanefîler’e göre şart değilse de diğerlerine göre şarttır.
Berîre (r.anha) hürriyetine kavuşunca artık Mugîs ile evli kalma mecburiyetinde olmadığını öğrendi ve ondan ayrıldı. Kocası onu çok seviyordu. Berire’nin kendisini terk etmesine dayanamadı. Medine sokaklarında ağlayarak dolaşmaya başladı.
Mugîs’ın gözyaşları içinde Mecnun gibi dolaşmasına hayret eden Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir gün amcası Hazreti Abbas radıyallahu anh’a:
“Mugîs’in Berîre’ye olan aşkına, onun da Mugîs’e karşı duyduğu nefrete hayret etmiyor musun?”diye sormuştu.
Mugîs o derece âşık olmuştu ki, belki Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem aramızı bulur diye ümidle yaşamaya devam ediyordu.
Bir gün perişan halini Efendimize arzeyledi ve bu konuda şefaat etmesi için yalvardı. (Üsdü’l-gâbe , I, 1320)
Ümmetinin ıstırap çekmesine dayanamayan Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Berîre’ye:
“ Keşke tekrar kocana dönsen!” diye ricada bulundu.
Berîre (r.anha) bu sözün bir emir olup olmadığını öğrenmek istedi. Şayet böyle davranmasını Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem emrediyorsa, Mugîs’ten hoşlanmamasına rağmen ona elbette dönecekti. İşte bu hadiseyi anlatan bir hadis-i şerifte olay şöyle geçmektedir:
İbni Abbas radıyallahu anhüma Berîre ile kocası arasında geçen olaya dair şunları söyledi:
Peygamber aleyhisselâm Berîre’ye:
-“ Keşke tekrar kocana dönsen!” buyurdu.
Berîre (r.anha):
-Yâ Rasûlallah! Böyle yapmamı bana emrediyor musun? diye sordu.
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem:
-“ Hayır, sadece aracılık yapıyorum” buyurdu.
Bunun üzerine Berîre (r.anha):
-Benim ona ihtiyacım yok, dedi.
( Buhari, Talak 16. Ebu Davud, Talak 21. İbni Mâce, Talak 29.)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ona kocasına dönmeyi emretmediğini, bu konuda kendisini tamamen serbest bıraktığını, ama bir din kardeşi olarak aracılık yaptığını söyledi. Berîre (r.anha) istemediği bir evliliğe Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kendisini zorlamadığını öğrenince çok sevindi. Dinî bakımdan tamamen serbest olduğunu öğrenince kocasından ayrılmayı tercih etti. Mugîs ile evli kalmayı kesinlikle düşünmediğini belirtti. (Riyazüssalıhın Terceme ve şerhi, II, 237-239)
PEYGAMBERİMİZİN İSTİŞAREDE BULUNDUĞU BAHTİYAR KADIN
Berîre (r.anha) İfk hâdisesinde kendisiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin istişarede bulunduğu bahtiyar hanım sahabilerdendir.
Münafıkların fitne ve fesadları neticesinde vukû bulan İfk hâdisesi’nde uzun müddet sıkıntı ve meşakkatlere mâruz kalan Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz , hanımlarından Zeyneb Binti Cahş (r.anha) ve Hazreti Âişe annemizin câriyesi Berîre (r.anha) ile istişare etmişti.
Onların Hazreti Âişe (r.anha) annemiz hakkındaki fikirlerini sormuştu. İkisi de hüsn-i şehadette bulunmuşlardı. (Buhârî , Şehâdât, 16)
Berîre (r.anha) hane-i saadete sık sık gidip geldiği için bir gün kendisine tasadduk edilen bir etten Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize de ikram edilmişti. Etin nereden geldiğini öğrenen Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuşlardır:
“- Bu ona sadakadır, bize ise hediyedir.” (Buhari, Zekat 62; Nikah 19. Müslim, Zekat 170 )
Hicretin 9 veya 10. yılında meydana gelen Berîre (r.anha)’nın başından geçen bu hadiselerden ahlâkî ve hukukî bakımdan pek çok önemli sonuçlar elde edildiği rivayet edilmiştir. İbn Hacer, Fethu’l-bâri adlı eserinde (IX, 320-326) elde edilen hükümleri şöyle özetlemiştir.
1- Velayet hakkı, bedelini ödeyip köleyi âzad edene aittir,
2- Âzad edilen kadın köle (câriye), kocasından ayrılıp ayrılmama konusunda serbesttir.
3- Hürriyetine kavuşan kadın köleler eşlerinden ayrıldıkları takdirde hür kadınlarınki kadar iddet bekleyeceklerdir.
4- Berîre kendisine sadaka olarak verilen bir miktar etten Hz. Âişe’ye hediye etmiş, bu etten yemek isteyen Hz. Peygamber’e -sadaka kabul etmediği dikkate alınarak- etin mahiyeti hatırlatılınca Berire’-ye sadaka olan bir şeyin kendilerine hediye sayılacağını söylemiş, bundan da birine sadaka olarak verilen herhangi bir şeyin o kimse tarafından peygambere hediye edilebileceği sonucu çıkarılmıştır.
Berîre (r.anha) insanlara öğüt vermeyi severdi. Halife olmadan önce ileri derecedeki dindarlığı ile tanınan Abdülmelik b. Mervân , onunla zaman zaman sohbet ederdi.
MÜSLÜMAN KANI DÖKMEK CAİZ Mİ?
Berîre onda gördüğü bazı kabiliyetler sebebiyle ileride halife olabileceğini kendisine hatırlatarak kan dökmemesini tavsiye etmiş ve Hazreti Peygamberin:
“Kişi cennet kapısına kadar getirilip cennet kendisine gösterildikten sonra bile, haksız yere bir Müslüman kardeşinin kanını akıttığı için gerisin geri çevrilir” dediğini söylemiş ve onu uyarmıştı. Nesâî’nin es-Sünen’inde yer alan bir rivayete göre Berîre (r.anha)’nın Yezîd b. Muâviye dönemine kadar (60-64/680-683) yaşadığı rivayet edilir.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Esma Binti Amr (r.anhâ) Kimdir?
Esma binti Amr, (r.anhâ) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizle Akabe’de görüşen bir bahtiyar…
İkinci Akabe biatına katılan Medine’li iki hanımdan biri… O, Mus’ab İbni Umeyr radıyallahu anh vasıtasıyla İslâm’la buluşmuştur. Medine’de ilk hanım müslümanlardandır. Lakabı “Ümmü Menî el-Ensariyye” kocasının adı Hadic İbni Sellâme’dir. O, Medine’den hareketle Mekke’ye gelen ve “İkinci Akabe Bey’ati”ne katılan 75 kişilik heyet içerisindeydi.
Hac vazifesini yapmak üzere giden bu kafilede Ümmü Ümâre lakabıyla tanınan meşhur kahraman hanımlardan Nesîbe Hatun (r.anhâ) da bulunmaktaydı. Esma binti Amr (r.anhâ) hizmetli, fedakar bir hanımdı. Henüz Allah Rasûlünü görmemişti. Ama bütün kalbiyle ona teslim olmuş bir iman eriydi. Ona biat edebilmek için yollara düştü. Hamile olmasına rağmen eşiyle birlikte kafileye katıldı. Yolculuğun sıkıntı ve çilelerine katlandı.
Medine Mekke arasında bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Ona “Şübas” ismini koydu. Bu oğlunun adıyla anılarak “Ümmü Şübas” diye tanındı.
Esma binti Amr (r.anhâ) Allah Rasûlü ile görüşme bahtiyarlığına eren Medineli ilk hanım sahâbilerdendir. Son peygambere kavuşma, ona biat etme heyecanı, merakı içerisinde Hac vazifesini yaptı. Akabe’de buluşma, görüşme heyecanıyla beklemeye başladı.
İkinci Akabe biatına yakından şahit olan Esma (r.anhâ) o ânın heyecanını, Allah Rasûlü ile buluşmalarını kendisi şöyle anlatır:
“Biz Medineli Müslümanlar ikisi kadın yetmiş beş kişilik kafile Akabe tepesinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile teşrik günlerinde buluşmak üzere sözleşmiştik.
Haccımızı yapıp Allah Rasûlüne söz verdiğimiz yerde, gece karanlıkta beklemeye başladık. Oraya giderken kenardan bucaktan, gizli gizli ulaşmaya çalıştık. Herkes ayrı ayrı gelmişti oraya. Kafile olarak Akabe denilen mahalde buluştuk.
UHUD’UN KAHRAMANI
Gece biraz istirahate çekildik. Biz ailecek ordaydık. Uhud’un kahramanı diye anılan Nesîbe Hatun da yanımdaydı. Hepimiz heyecan içerisinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin gelmesini bekliyorduk. Merak içerisinde gözlerimiz etrafa bakıyordu. Bir müddet sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem amcası Hazreti Abbas (r.a) ile çıkageldi.
Gözümüz, gönlümüz ışıyıverdi. Rasûlullah (s.a.v)’in yüzü nur gibi parlıyordu. O’na bakmaya doyamıyorduk. Bize Kur’an okuyarak söze başladı. İslâm’ı anlattı. Kafiledeki herkes teslimiyetlerini ve itaatlerini arzetti. Erkeklerle birer birer musafaha eyleyip biat eyledi. Önce Berâ İbni Ma’rur biat etti. Sonra herkes sırayla Allah Rasûlüne biat etti.
İki hanım olarak biz de uzaktan biat ettik. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Allah ve Rasûlüne itaat edeceğimize söz verdik. Rasûlullah (s.a) bunun karşılığının Cennet olduğunu bildirdi. Bütün kafiledeki Müslümanlar olarak Rasûlullah (s.a) Efendimizi Medine’ye dâvet ettik. Bunun üzerine Hz. Abbas (r.a) bize şöyle bir hitabede bulundu:
“HİÇ ENDİŞE ETMEYİN, KORKMAYIN”
“Ey Hazrecliler! Eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi Allah Rasûlünü de koruyabilecek misiniz? Zor durumda kaldığınızda yüzüstü bırakacaksanız şimdiden bırakın.” dedi. Bu sözleriyle yeğenine sahib çıktı. Onun arkasında olduğunu duyurdu.
Medineli Müslümanlar olarak bizler de; hiç endişe etmeyin, korkmayın dedik. Canımız ve malımızı nasıl koruyorsak öyle koruyacağız diye söz verdik. Hz. Abbas tekrar bize yönelerek:
“Hazrecliler! Rasûlullah’a biat ederken siyahıyla, kırmızısıyla bütün insanlarla harp etmeyi göze alabiliyor musunuz?” diyerek uyardı. Nesîbe ve ben dahil, tereddüt gösteren hiç kimse olmadı.
Esma binti Amr (r.anhâ) savaş meydanlarında yakın arkadaşı Nesîbe Hatun (Ümmü Ümare) (r.anhâ) ile omuz omuza çarpışan hanım sahâbilerdendir. Hayber’in fethinde de bulunmuştur. Orduda su taşıma ve yaralı askerlerin tedavileri konularında hizmet etmiştir. O kendi döneminde ve daha sonraki devirlerde meçhul bir kahraman olarak kalmıştır. Ailecek İslâm’a hizmet etmişlerdir.
Kocası ve oğlunun İslâmî güzelliklere kavuşmasının arkasında Esma binti Amr (r.anhâ)’yı buluruz. Bu iki büyük sahâbinin adları eşi, Hadic İbni Sellame oğlu Şübas İbni Hadic (r.a)’dır. Esma binti Amr (r.anhâ) ömrünün sonuna kadar İslâm’ın yaşanması ve yayılmasını kendine dert edindi. Allah hepsinden razı olsun. Rabbımız bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Ümeyme Binti Rukayka (r.anha) Kimdir?
Ümeyme binti Rukayka radıyallahu anha kadınların biatı konusunda Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’den hadîs-i şerif rivayet etmiş bahtiyar bir hanım sahâbî…
İnancı uğrunda bir çok ezâ ve cefâya mâruz kalmış, fakat imanından asla taviz vermemiş kahraman bir hanım… Hazreti Hatice radıyallahu anha annemizin kız kardeşinin kızı…
Hazreti Ebu Bekir (r.a)’ın para ile satın alıp kurtardığı âzadlılardan… O, Mekke’nin karanlık ufuklarında İslâm güneşinin doğmaya başladığı ilk yıllarda teyzesi Hazreti Hatice (r.anha) annemizin vasıtasıyla Müslüman oldu. Babası, Abdullah ibni Bicad, annesi de Rukayka binti Huveylid’dir.
Ümeyme binti Rukayka radıyallahu anha inancı uğrunda diğer sahâbîler gibi müşriklerin işkencelerine mâruz kaldı. Fakat imanından asla taviz vermedi.
İslâm’ın ilk yıllarında zayıf, garib, kimsesiz Müslümanları müşrikler yakalar şehir dışına çıkarıp işkence yapardı. Hazreti Ebû Bekir (r.a) da onları para ile satın alarak kurtarırdı. Bir defasında birkaç hanım sahâbîyi birlikte satın alıp onları hürriyetlerine kavuşturdu. Bunu öğrenen babası, henüz Müslüman olmamış bulunan Ebû Kuhafe , oğlu Ebû Bekir (r.a)’a şöyle dedi:
“-Oğlum! Sen bu adama (Hz. Peygamber’i kastederek) bağlandın. Kavmini terkettin. Bir de tutup şu üç-beş zayıf kadını satın aldın.” diyerek oğluna serzenişte bulundu.
İMANDA SADÂKAT
Hazreti Ebû Bekir (r.a) yufka yürekli, kadri yüce bir zâttı. Merhamet dolu bir gönle sahipti. Yaptığının farkında olan sadâkat sahibi şuurlu bir iman eri idi. Rabbisinin rızasına erebilmek için her şeyini feda ederdi. Mü’min kardeşliğinin gerektirdiği hiçbir fedakârlıktan geri durmazdı. İmanda sadâkatini malıyla, canıyla her vesiyle ile göstermiştir. Babasının gönlünü almak için şöyle cevap verdi:
“- Baba sen merak etme! Ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum” dedi. Onun gönlünü hoş edecek güzel sözlerle babasını teselli etti.
Ümeyme radıyallahu anha, belâ ve musıbetler karşısında sabır ve tahammülle davranabilecek bir şahsiyete sahipti. Her şeyin Allah’tan geldiğine inanır ve bu imanla hareket ederdi.
Bir gün gözüne bir şey batmış ve gözü görmez olmuştu. Müşrikler bunu fırsat bilip ona :
“- Müslüman olduğun için Lat ve Uzza senin gözünü kör etti” diyerek eziyet etmişlerdi.
Ümeyme (r.anha) îmânı kalbinde sebat bulmuş bir mü’mindi. Bu sözlere hiç aldırış etmedi. Gönlünden putlara zerre kadar bir meyil geçmedi. Bunun asla putlar tarafından olamayacağını söyledi. Kalbinin derinliklerinden gelen îmânî bir heyecanla ve müşriklerin suratlarına vururcasına şöyle haykırdı:
“- Hayır!.. Aslâ!.. Vallahi öyle değil!… Bu Allah’tan olan bir şeydir. Sizin putlarınızdan değil, Allah’tan gelen bir şeydir.”
Ümeyme (r.anha)’nın imanda sadâkatini gösteren bu sözlerinin üzerinden çok geçmeden, Allah celle celâlühü onun gözlerine şifa verdi. Birden görmeye başladı. Görmeyen gözler görür oldu.
Allah Teâlâ her şeye kadirdi. Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman ona sâdece; “ ol ” der. O da hemen; “oluverirdi.”
Her şey O’nun bilgisi dahilinde idi. O’nun ilmi, yerde gökde ne varsa hepsini kuşatmıştı. Bütün varlıklar O’nun kudretiyle hareket ederdi. O sonsuz güç ve kudret sahibi idi. Mülk O’nundu.
Allah’a ve Allah’ın kudretine inanmayan müşrikler her zaman olduğu gibi; “ Bu da Muhammed’in sihirlerinden bir tanesidir” dediler. Yine nasibsiz kaldılar.
İman ne yüce nimet!.. İmanla yaşamak ne büyük şeref!.. Ya Rabb!..bizleri bu şerefle haşret!..
Hubeyb ibni Ka’b (r.a) ile evlenen Ümeyme binti Rukayka (r.anha)’nın Nehdiyye adında bir çocuğu oldu.
HANIMLARIN BİATI
Ümeyme (r.anha) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in vefatından sonra da yaşadı. Kaynaklarda iki hadis-i şerif rivayeti geçmektedir. Onlardan bir tanesi hanımların biatı ile ilgilidir. Şöyle nakledilir:
Ümeyme binti Rukayka radıyallahu anha şöyle anlatır:
Ensar’dan bir grup kadınla Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e gelip:
-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftira atmamak, emirlerinde sana isyan etmemek üzere bey’at ediyoruz, deyince Efendimiz hemen:
“- Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!” buyurdu.
Bu şefkat ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:
-Allah Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi bey’at edelim, dedik.
Kadınlar , bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem:
“- Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır” buyurdu. ( Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizi, Siyer, 37 )
Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu vesîle ile belki de ilk defa İslâm’ın yeni bir âdâbını öğretmiş oluyordu. Birbirlerine nikah düşen kadın ve erkeğin el ele tutuşamayacağını bildiriyordu. Bir başka rivayette de: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elinde bir sevb (giyecek parçası) olmadıkça, bey’at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi (tokalaşmazdı)” der.
NURA GİDEN YOL
Keza Buhârî’de Hz. Aişe (r.anha)’dan gelen bir rivayette: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kadınlarla “Ey Peygamber! mümine kadınlar, Allah’a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve ma’ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah’tan mağfiret dile…” (Mümtahine: 60/12) mealindeki ayetle bey’at yapardı. O’nun eli, ailesine mensup olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi” buyurulur.
Hülasa, bütün rivayetler, bilittifak, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bey’at sırasında kadınların ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder. Ümeyme (r.anha)’nın rivayet ettiği ikinci hadis de şudur.
Umeyme binti Rukayka (r.anha) şöyle rivayet etmiştir:
“ Nebî sallallahu aleyhi vesellem’in sedirinin altında bir kap vardı.Geceleyin ona küçük abdest bozardı.” (Ebu Davud Terceme ve Şerhi, c.1, s,52 Hadis no: 24)
Bu hadis-i şerif meşakkatli anlarda veya dışarıya çıkmaya engel durumlarda, zaruret hallerinde ümmete bir kolaylık yolu göstermiştir.
Ümeyme binti Rukayka radıyallahu anha hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. Nerde ne zaman vefat ettiği de bilinmemektedir. Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Selmâ Binti Umeys (r.anha) Kimdir?
Selmâ binti Umeys radıyallahu anha, İslâm’ın ilk yıllarında Müslüman olan bir hanım sahâbî…
Sevgili amca seyyidü’ş- şühedâ, şehidler efendisi Hazreti Hamza radıyallahu anh’ın hanımı… Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin baldızı… Meymûne radıyallahu anha annemizin kızkardeşi…
“MÜMİNE KIZ KARDEŞLER” LAKABIYLA ANILAN SAHÂBÎ
“Mümine kız kardeşler” iltifatına mazhar olmuş bir bahtiyar hanım… O, Mekke’de doğup büyüdü. İslâm’ın ilk günlerinde Allah Rasülüne teslim oldu. Babası, Umeys ibni Sa’d olup annesi, Hind binti Avf’dır.
Selmâ radıyallahu anha dokuz kızkardeş idi. Hepsi de İslâm’la şereflenmişti. Bu sebebten Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem onlara “mümine kız kardeşler” lakabını takmıştı. Onların üçü meşhur sahabilerle evlenmişti.
Ümmü’l-Fazl (r.anha), Hazreti Abbas (r.a) ile, Esmâ binti Umeys (r.anha), Hazreti Ca’fer (r.a) ile Selmâ binti Umeys (r.anhâ) Hazreti Hamza (r.a) ile ve Meymûne (r.anha) da Sevgili Peygamberimiz ile evlenmişlerdi.
Selmâ binti Umeys (r.anha), Mekke’de Hazreti Hamza (r.a) ile huzur ve muhabbet dolu mutlu bir aile yuvası kurmuştu. Umâme adında bir de kız çocukları olmuştu. Mekkeli müşriklerin, inananlar üzerindeki zulmü artmaya başlayınca hicrete izin verildi. Hazreti Hamza (r.a) da Medine-i Münevvere’ye hicret etti.
Uhud Savaşında Hazreti Hamza radıyallahu anh şehid edilince; Selmâ (r.anha) dul, kızı Umâme de yetim kaldı. Selmâ (r.anha) ıddet müddeti bitince Medine’de Şeddat (r.a) ile evlendi.
HZ. HAMZA’NIN (RA) ÇOCUKLARININ VELİSİ
Hazreti Ali (r.a) Umâme’yi himâyesine almak istedi. Bunu duyan Zeyd ibni Hârise (r.a) ile Cafer ibni Talib (r.a) da himaye etmeye tâlib oldular. Meseleyi aralarında tartışmaya varacak kadar büyüttüler. Sonunda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize müracat ederek hallettiler. Şöyleki:
Hazreti Hamza (r.a)’ın Selma bint-i Umeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye getirilince, üzerinde münakaşa çıktı.
İki Cihan Güneşi Efendimiz, Zeyd b. Hârise(r.a) ile Hz. Hamza (r.a)’ı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetinden sonra Hz. Hamza’nın çocuklarının velisi ve vâsîsinin kendisi olduğunu söyledi ve, “Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.
Hz. Cafer (r.a) bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem, Esmâ bint-i Umeys, Umâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyıkım!”
Hz. Ali (r.a) ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. Ayrıca “siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!” dedi. Meseleyi neticeye bağlamak üzere Rasûlullah sallallahun aleyhi veselleme müracat ettiler. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem bu güzîde sahâbelerine ayrı ayrı iltifat ederek önce onların gönüllerini yumuşattı. Sonra onlara yönelerek:
“Ey Zeyd!.. Sen, Allah’ın ve Resulünün dostusun!
Ey Ali, sen de benim kardeşim ve arkadaşımsın!
Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin!” dedikten sonra kararını şöyle verdi:
“Ey Cafer!.. Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü, onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikahlanamaz” buyurdu. (Buhari, Nikâh, 27. Müslim , Nikâh, 33)
Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu hükmü verince, Hz. Cafer (r.a) sevincinden birden ayağa kalktı ve Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeye başladı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tebessüm ederek:
“Ey Cafer!.. Hayrola!.. Nedir bu yaptığın?” diye sordu. O da heyecanlı heyecanlı:
“Yâ Rasûlallah!.. Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!” diye açıklamada bulundu. ( İbn-i Sa’d, VII, 159-160.)
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Hassâne El-müzeniyye (r.anha) Kimdir?
Hassâne el-Müzeniyye radıyallahu anha, Hazreti Hatice annemizin yakın arkadaşlarından olan bir hanım…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tarafından ismi değiştirilen bahtiyar bir hanım sahâbî… O, Mekkeli olup Kureyş kadınlarının hanımefendisiydi. Hazreti Hatice radıyallahu anha annemiz ile samimi arkadaştı. Zaman zaman buluşur, biraraya gelir ve sohbet ederlerdi. Fırsat buldukça ziyaretleşirlerdi.
Cahiliye dönemindeki bu arkadaşlıkları İslâm’dan sonra da devam etti. Hazreti Hatice (r.anha) annemizin evliliğinden sonra Sevgili Peygamberimizin hâne-i seâdetlerine de sık gelir giderdi.
İslâm güneşinin Mekke semâlarını aydınlattığı ilk günlerde kendisine iman dâveti ulaşınca hiç tereddüt etmedi. Zira o, en yakın arkadaşı bulunan Hazreti Hatice (r.anha) annemizi çok sever ve ona çok güvenirdi. Onun asaleti, dürüstlüğü ve ahlakına hayrandı. Onun girdiği yeni dinin gelmesini o da beklemekteydi. O, putlara inanmanın ne kadar mânâsız bir şey olduğunu, onlara ibadet etmenin insana hiçbir şey kazandırmayacağını bilmekteydi. Zira putlar kendisine faydası olmayan ve üzerlerine gelen zararı önleyemeyen bir cansız varlıklardı. Onlardan medet beklemek ne kadar tuhaf bir şeydi. Ne kadar gülünç bir hareketti.
Böylesine güzel düşüncelere sahip olan Hassâne el-Müzeniyye, arkadaşı Hazreti Hatice (r.anha)’nın Müslüman olmasıyla ilgili teklifini tereddüt etmeden kabul edip İslâm’la şereflendi.
HZ. HATİCE VALİDEMİZİN DOSTU
Hassâne el-Müzeniyye radıyallahu anha’nın Hazreti Hatice (r.anha) ile olan yakın arkadaşlığı, iman kardeşliği ile birleşince daha da pekişti. Samimi, candan din kardeşi oldu. O, bir gün hâne-i saadete ziyaret için gelmişti. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz onun Cahiliye dönemindeki Cüsâme veya Cessâme olarak kullandığı adını Hassâne olarak değiştirdi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Hazreti Hatice (r. anha) annemizin vefatından sonra Hassâne (r.anha)’ya hürmet eder , onu sık sık ziyaret ederek hal ve hatırını sorardı. Bunu bir vefakârlık olarak kabul ederdi. Bu konu ile ilgili bir hatırayı İbni Ebi Müleyke, Hazreti Âişe radıyallahu anha annemizden rivayetle şöyle nakleder:
Hazreti Âişe (r.anha) anlatıyor:
“Bir gün yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona;
“-Sen kimsin?” dedi. O da:
-Ben Cüsâme veya Cessame el-Müzeniyye’yim, dedi.
Bu isimleri beğenmeyen Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona:
“-Hayır, sen Hassâne el-Müzeniyye’sin” dedi.
Cüsâme; Tembel, uykucu, ağır davranan mânâsına geliyordu. Hassâne ise; çok güzel anlamına gelmekteydi.
İki Cihan Güneşi Efendimiz sonra sözlerine devam ederek;
“-Nasılsın? Bizden sonra ne yaptın?” diye sordu. O da:
-Anam babam sana feda olsun, iyiyim Yâ Rasûlallah! cevabını verdi.
Hassâne el-Müzeniyye (r.anha) hâne-i saadetten çıkıp gidince Hazreti Âişe (r.anha) annemiz Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize:
-Yâ Rasûlallah! Bu ne iltifat? İşini gücünü bırakıp bu yaşlı kadına vakit ayırıyorsun? dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tebessüm ederek Hazreti Âişe (r.anha) annemize şöyle buyurdu:
“-Yâ Âişe! O, bize Hatice zamanında gelip giderdi. Vefakârlık, güzel arkadaşlık imandandır” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 1, 62 )
Ne vefakârlık!.. Ne kadirşinaslık!.. Ne güzel örnek!… Allah’ım bizlere de vefakâr olabilmeyi nasib et!..
Hassâne el-Müzeniyye (r.anha) zaman zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin iltifatlarına ve ikramlarına mazhar olurdu. Hâne-i saadete gelen hediyelerden ona da hisse ayrılır ve gönderilirdi. Bu konu ile ilgili olarak Enes ibni Mâlik radıyallahu anh’den gelen şöyle bir rivayet vardır:
-Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bir hediye getirilmişti de şöyle buyurmuştu:
“- Bunun bir kısmını Hassâne’ye götürün. Çünkü o Hatice’nin arkadaşıydı. Gerçekten o Haticeyi severdi.” (el-İstiâb , c.1, s. 584 ; Üstülğâbe , c.1, s. 1331)
İşte Allah’ın sevgililerine yakın olmanın bereketi!.. İşte sevginin gücü!..
SEVEN UNUTUR MU?
Seven sevdiğini unutmazdı. Devamlı surette hatırlardı. Türlü vesilelerle ona vefakârlığını gösterirdi. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz davranışlarıyla bu yüce ahlâkın en güzel örneği olmuştu.
Hassâne el-Müzeniyye (r.anha) daha bu dünyada iken o kutlu hâneye olan yakınlığın en güzel neticelerini görmüştü. Onun hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanamamaktadır. Nerede vefat ettiği de bilinememektedir.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Ümmü Ebî Hüreyre (r.anha) Kimdir?
Ümmü Ebî Hüreyre radıyallahu anha Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin duâsıyla müslüman olan bir bahtiyar hanım sahâbî…
En çok hadis rivayet etmesiyle meşhur olan sahâbî Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın sevgili annesi… O, Yemen’li olup Devs kabilesine mensuptur. Asıl adı ile ilgili kaynak eserlerde muhtelif rivayetler geçmektedir. Şöyleki: Meymûne binti Sabih ibnü’l-Hâris, Safiyye binti Safih ibnü’l-Hâris veyaMeymûne binti Safih şeklinde üç isim nakledilmektedir. (el-İsâbe, III, 443; IV, 17,65)
Ümmü Ebî Hüreyre ise onun lakabı olup, isimleri arasında en meşhuru ve en çok kullanılanı olmuştur. Onun İslâm’la şereflenişi oğlunun gayretleriyle ve İki Cihan Güneşi Efendimizin duâsı bereketiyle gerçekleşmiştir. İbretlerle doludur.
O, hicretin yedinci yılında oğlu Ebû Hüreyre (r.a) ile birlikte Medine-i Münevvere’ye geldi.
Oğlu, Devs kabilesinin reisi Tufeyl ibni Amr (r.a.) vasıtasıyla İslâm’la buluşmuştu. Müslüman olduktan sonra Sevgili Peygamberimizi görebilmek için can atan Ebû Hüreyre radıyallahu anh kendi memleketinde duramaz oldu. Kısa zamanda toparlanıp müşrik annesini yanına alarak kabilesinden Müslüman olanlarla birlikte Medine’de İki Cihan Güneşi Efendimize kavuştu.
Ebu Hüreyre (r.a) mescid kuşu olmuştu. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’ den ayrılmak istemiyordu. Huzurda bulunmanın verdiği feyiz ile kalbini nurlandırmaya gayret ediyordu. Yeni gelen vahyi ve Fem-i saadetten sudur eden hadisleri öğrenmeye, ezberlemeye çalışıyordu.
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ile birlikte olmak onun için en büyük mutluluktu. Fakat onun kalbini ve zihnini devamlı meşgul eden bir derdi vardı. O da anneciğinin en kısa zamanda küfür karanlığından kurtularak Müslüman olmasıydı.
Bu dert, bir evlât olarak Ebû Hüreyre (r.a)’ın huzurunu kaçırıyor ve içini kemiriyordu. Sevgili annesinin bir an önce İslâm’la buluşmasını arzu ediyordu. Zira ömür çabuk geçiyordu. Yarına çıkıp çıkmayacağımıza dair elimizde bir garantimiz de yoktu. Müşrik olarak âhirete göçmek ise en büyük bedbahtlıktı. Ebedi hüsran ve pişmanlıktı. Bunun için âdeta o çırpınıyordu.
ÜMMÜ EBÎ HÜREYRE NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Sevgili anneciği Ümmü Ebî Hüreyre’nin nasıl Müslüman olduğunu kendisi şöyle anlatıyor:
“ Annem müşrik bir kadındı. Birkaç defa onu İslâm’a dâvet ettim. Fırsat buldukça ona İslâm’ın güzelliklerini anlattım. Müslüman olmasını teklif ettim. Bir türlü olumlu cevap alamadım. Çaresiz kaldım. Fakat ümidimi yitirmedim. Devamlı surette anneciğimin gönlünün yumuşaması ve İslâm’a açılması için gıyabında dua ediyordum. Hizmetinde kusur etmemeye çalışıyordum. Buna rağmen bir türlü anneme kelime-i şehadeti söyletme konusunda muvaffak olamıyordum. Bu duruma çok üzülüyordum.
Bir gün yine annemin gönlünü alarak nâzikçe İslâm’a dâvet ettim. O ise kabul etmediği gibi Sevgili Peygamberimiz hakkında hoş olmayan sözler sarfetti. Gönlüm incindi. Çaresiz kaldım ve doğruca Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin huzuruna gittim. Ağlayarak derdimi şöyle anlattım:
“Yâ Rasûlallah! Ben annemi İslâm’a davet ediyorum. O ise benden yüz çeviriyor. Bir türlü kabul etmiyor. Bugün yine davet ettim. Müslüman olmasını söyledim. Bana hoş olmayan sözlerle karşılık verdi. Üstelik senin hakkında kötü sözler söyledi. Buna dayanamadım ve ağlayarak huzurunuza geldim. Annemin hidayete ermesi için Allah’a dua et!” diye yalvardım.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN DUASI
Ebû Hüreyre (r.a)’ın samimiyetini, gayretini ve ıstırabını anlayan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dua etti:
“Allah’ım! Ebû Hüreyre’nin annesini hidayete erdir” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a) bundan sonraki safhayı şöyle anlatıyor:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin bu müjdesini alır almaz hemen sevinçle yanından ayrıldım. Süratle evin yolunu tuttum. Evin kapısından girdiğimde annem ayak sesimi duydu ve bana şöyle seslendi:
“Yerinde kal ey Ebû Hüreyre! Bekle!” dedi.
İçeriden su sesleri geliyordu. Biraz sonra elbisesini ve örtüsünü acele ile giyerek kapıya geldi. Kapıyı açar açmaz bana gülümseyerek kelime-i şehadeti söyledi.
“ Ey Ebu Hüreyre! Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi.
Eve girmeden sevinç gözyaşları içerisinde derhal geri döndüm ve Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna vardım. Yine ağlayarak:
“Ya Rasulallah! Müjde !.. Allah senin duanı kabul etti ve annem Müslüman oldu” dedim. Bu haberden memnun olan Sevgili Peygamberimiz : “Allah’a hamd ü sena etti ve “hayırlı olsun” buyurdu.
KENDİNİ SEVDİRME DUASI
Ben bu sıcak ortamdan istifade ederek tekrar bir niyazda bulundum.
“Ya Rasulallah! Annemi ve beni müminlerin sevmesi için, bizim de müminleri sevmemiz için duâ ediniz” dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bana tebessüm ederek:
“Allah’ım! Bu kulcağızı yani Ebû Hüreyre ve annesini mümin kullarına; müminleri de onlara sevdir” diye dua buyurdu.
Bu dua hürmetine beni gören ve benim ismimi işiten hiç kimse yoktur ki, beni sevmesin. Artık beni bilen ve gören her mümin sevdi. (Müslim, Fezailüssahâbe, 35. Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahıhayn, X, 22. El-İsâbe, III, 419,443. İbni Sa’d, et-Tabakatü’l- Kübra,IV, 328.)
İşte duanın sırrı!.. Sabır, tahammül, gayret ve samimiyetin meyvesi, neticesi!.. Ne yüce ahlak!.. Tebliğ ve irşadda ne güzel örnek!.. Allah’ım bizlere de bu örnekten hisseler nasib et!.. Ümmü Ebi Hüreyre (r.anha) hakkında nerede ne zaman vefat ettiğine dâir kaynaklarda daha fazla bir bilgiye sahip değiliz.
Allah onlardan razı olsun. Cenab-ı Hak cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Ümmü Halid (r.anha) Kimdir?
Ümmü Halid radıyallahu anha, inancını yaşamak için Mekke müşriklerine karşı mücadele veren ve sonunda Habeş diyarına hicret eden Müslüman bir ailede doğup büyüyen bir hanımefendi!..
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e Habeş Kralı’ndan selam getiren kafilenin içinde bulunan bahtiyar bir hanım!.. Fahr-i Kainat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e gönderilen elbiseyi kendisine hediye ettiği, muhabbet ehli bir iman eri!..
Cennet ile müjdelenen meşhur sahabi Zübeyr ibni Avvam radıyallahu anh’ın hanımı!… O, Habeşistanda doğdu. Asıl adı Emet olup “Ümmü Halid” onun künyesidir. Babası Halid ibni Said , annesi Hümeyne’dir. Anne ve babası Mekke’den Habeşistan’a hicret eden ilk kafile ile beraber göç etmiştir. Ümmü Halid (r.anha) da orada dünyaya gelmiştir. Gençlik çağına yakın bir zamana kadar da burada kalmışlardır.
MÜRTED KOCASINA BOYUN EĞMEDİ
Ümmü Halid (r.anha) Habeş Kralı Necaşi’den Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize selam getiren bir kafile ile deniz yolculuğu yapmış bahtiyar bir hanımefendidir. Bu yolculuk şöyle gerçekleşmiştir:
Habeşistan’da bulunan Ümmü Habibe radıyallahu anha mürted kocasına boyun eğmemiş, imanından taviz vermemiş ve kocası öldükten sonra yalnız kalmıştı. Bu iman fedaisi muhacir hanım sahabi ile nikahının kıyılmasını isteyen Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, Necaşi’ye bir mektup göndermişti. O da Efendimizin bu arzusunu derhal yerine getirmişti.
Ümmü Habibe (r.anha) annemiz kendisine Ümmü Halid’in babası Halid ibni Said (r.a)’ı vekil tayin etmişti. Hükümdar da gıyabi nikahını kıymış, bir çok hediyeler hazırlatıp, Müslümanlardan bir kafile oluşturmuş ve özel bir gemi ile Arabistan’a göndermişti.
Hükümdar bizzat kendisi iskeleye kadar gelerek gemi halkını uğurlamış ve: “ Hepiniz benden Allah’ın Rasulüne selam götürün” demişti. Ümmü Halid binti Said (r.anha) da bunların içerisindeydi.
Ümmü Halid (r.anha) Arabistan’a gelince babası ile beraber Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi ziyarete gitti. Kendisi bununla ilgili hatırasını şöyle anlatıyor:
“Ben babamla birlikte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizi ziyarete gittim. Üzerimde sarı bir elbise vardı. Efendimiz bu elbiseye işaret ederek; “Seneh!.. Seneh!..” buyurdu. Bu kelime Habeşistan dilinde “güzel, güzel” anlamına geliyordu. Bu şekilde bize iltifatlarda bulundu.”
PEYGAMBERİMİZİN SEVİNDİREN HEDİYESİ
İki Cihan Güneşi Efendimiz bütün sahabesini sevgisiyle doyururdu. Fırsatlar bulur onlara iltifatlar ederdi. Kendisine gelen hediyeleri onlara verirdi. Bir gün kendisine bir takım giyecek eşya getirilmişti. Bunlar arasında siyah nakışlar bulunan ve bayrak dokumasını andıran bir elbise vardı. Bunu da bir sahabesine verecekti. Ama kime?.. İşte bu hatıra ile ilgili hadis-i şerifi Ümmü Halid (r.anha) şöyle nakleder:
Ümmü Hâlid Bintu Hâlid İbni Sa’îd İbni’I-Âs radıyallahu anhüma anlatıyor:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e benekli siyah bir elbise getiriImişti.
“Bunu kime giydirmemi uygun bulursunuz?” buyurdular. Etrafındakiler susmuş, kimse ses çıkarmamıştı. Efendimiz (s.a):
“Bana Ümmü Hâlid’i getirin!” buyurdular. Beni yanına götürdüler. Elbiseyi aldı ve kendi eliyle benim üzerime örttü. Sonra da:
“Üstünde eskit, üstünde eskit!” diye iki sefer tekrarladılar. Elbisede bulunan sarı ve yeşil dokumalara, siyah kumaşın beneğine bakıyor, eliyle de bana işaret ediyor ve:
“Ey Ümmü Hâlid! Seneh!.. Seneh!.. Güzel!.. Güzel!..” Yani bu sana yakıştı diyordu.
“Seneh”; Habeşistan dilinde “güzel” manasına gelmekteydi. (Buhârî, Libâs 22, 32,188; Menâkıbu’l-Ensar 37, Edeb 17; Ebu şâvud, Libas 1.)
Ümmü Halid (r.anha) aşere-i mübeşşereden meşhur sahabi Zübeyr ibni Avvam (r.a.) ile evlendi. Bu evlilikten Halid ve Ömer adında iki oğlu oldu. Bundan sonra Ümmü Halid künyesiyle tanınır oldu. Allah ondan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin.Amin.
Ümmü Râle (r.anha) Kimdir?
Ümmü Râle radıyallahu anha fikir ve düşüncelerini anlaşılır ve net bir şekilde ifade etme kabiliyetine sahip bir hanım sahâbî!…
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin huzûrunda hanımların sözcülüğünü yapan, fasih konuşmasıyla tanınan, şair ruhlu, mersiyeler söyleyen bir hanım!… Allah yolunda yapılan her türlü çalışmalara katılmayı, hanımlar arasında içtimâî faaliyetlerde bulunmayı seven, şefkat ve merhamet sahibi, yardım sever bir iman eri!…
Allah rızası için candan hizmet eden, fakire- fukaraya ve çevresine elinden gelen yardımı esirgemeyen, iyilikte yardımlaşmayı hanımlar arasında teşvik eden hatta yarış haline getiren, bahtiyar bir hizmet eri!… O, Medineli olduğu rivayet edilir. Nesebi hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. İslâm’ın güzellikleriyle Medine’de tanışıp buluşmuş ve Müslüman olmuştur.
O, Müslüman olduktan sonra İslâm’ın verdiği aşk ve heyecanla gönlünü doldurmuş , etrafına yardımcı olmaya, topluma faydalı olmaya gayret etmiştir. Çevresindeki hanımları da iyiliklerde yarışır hale getirmek için teşvik etmiştir. Bizzat kendisi faaliyetlerin içerisinde bulunarak örnek olmuştur.
Zaman zaman Hanım sahabîlerle bir araya gelir, İslâm’a daha fazla hizmet edebilmenin yollarını araştırırlardı. Evdeki meşguliyetlerinin sosyal faaliyetlerine engel teşkil etmeyeceğini düşünürlerdi. Yeterince İslâmî faaliyetlerde bulunamamanın eksikliğini içlerinde hissederlerdi. Etrafında kendi durumunda olan diğer hanım sahâbîlerle bir araya gelip bu konu ile ilgili olarak hep dertleşirlerdi.
Erkeklerin bu hususta kendilerinden daha önde olduklarını, cihada gittiklerini, namazlarını mescidde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizle birlikte kıldıklarını söyleyerek bu faziletlere nasıl ulaşabileceklerini müzâkere ederlerdi. Daha fazla sevap kazanmak için neler yapılması gerektiğine dâir fikir alış verişinde bulunurlar ve hizmetlerini artırabilmek için birbirlerine destek olmaya çalışırlardı.
Birgün bir toplantılarında, zihinlerini meşgul eden, gönüllerine rahatsızlık veren bu konuyu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize arz etmeye karar verdiler. Daha fazla ecir kazanabilmek için ne tür ameller yapmaları gerektiğini öğrenmek istediler.
Hangi ameller daha fazîletliydi?
Allah’a yaklaştıracak hangi ameller bize tavsiye edilirdi?
Hanımlar bu taleplerini ulaştırmak üzere Ümmü Râle radıyallahu anha’yı aralarında sözcü seçtiler.
BU HANIMLARA BÜYÜK SEVAPLAR VAR!
Ümmü Râle (r.anha), Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin hâne-i saâdetine geldi. Hürmetle huzûruna çıktı. Samîmi bir şekilde açık ve net bir ifade ile:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” diyerek önce selâm verdi. Sonra konuşmasına şöyle devam etti:
“Yâ Rasûlallah! Biz evli ve çocukları olan hanımlarız. Evlerimizin işini yapıyor, çocuklarımızın terbiyesiyle uğraşıyor, kocalarımıza hizmet etmeye çalışıyoruz. Bu yüzden erkeklerin yaptığı gibi daha fazla amel yapamıyor, cihada katılamıyoruz. Bizim için gazaya çıkıp büyük ecirlere nâil olmak mümkün olamıyor. Bunun sevabından mahrum kalıyoruz. Bizi Allah’a yaklaştıracak ve büyük ecirler kazandıracak bir şey öğretseniz” diye talepte bulundu.
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz imanı uğrunda bir şeyler yapma azmi içerisinde olan bu gayretli, heyecanlı sahâbesine tebessüm ederek :
“Siz de evinizde yapmakta olduğunuz hizmetlerinizden büyük ecir ve sevap alacaksınız” buyurdu. Sonra şöyle devam etti:
“Size düşen şey, gece gündüz Allah’ı zikretmektir. Duâya devam etmektir. Gözlerinizi yabancıya bakmaktan korumak ve seslerinizi yabancıya işittirmemektir.”
Bu şekilde bir hayat geçiren mümin hanımın büyük sevaplar elde edeceğini müjdeleyerek ona tavsiyelerde bulunmuş ve onu teselli etmiştir. (Üsdü’l-gâbe, 1, 1438)
BERBERLİK CAİZ Mİ?
Ümmü Râle (r.anha)’nın Allah Rasûlüne teslimiyeti ve muhabbeti tamdı. Zihnine takılan şeyleri sorar öğrenirdi. O, hanımlar arasında kuaförlük gibi bir hizmette de bulunuyordu. Hanımların saçlarını kesiyor, onları süslüyordu.
Bir gün gönlüne takıldı. Acaba bu yaptığı iş nasıldı? Dînen bir mahzuru var mıydı? Bunda bir beis olup olmadığını öğrenmek ihtiyacı hissetti. Bunun için hemen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin huzuruna vardı ve şöyle dedi:
“Yâ Rasûlallah! Ben berberim. Hanımların saçlarını kesiyor, onları eşleri için süslüyorum. Bu nasıl bir iştir? İyi mi yapıyorum kötü mü? Bunun bir sakıncası var mıdır? Onu bırakayım mı?” diye sordu.
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem dînî konulardaki hassasiyeti ve yaptığı işlerdeki titizliği ile tanınan bu sahâbesine yine tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
“Ey Ümmü Râle! Bunda bir beis yoktur. Sakıncalı bir iş değildir. Özellikle gözden düşünce, yaşlanınca, eşlerine karşı sen onları süsle!” buyurdu. (Üsdü’l-gâbe, 1, 1438)
“ŞAİR RUHLU, GÖZÜ YAŞLI BİR HANIM”
Ümmü Râle (r.anha) yufka yürekli, şair ruhlu ve gözü yaşlı bir hanımdı. Gönlündeki hüznünü mersiye söyleyerek ifadelere dökerdi. Birkaç mersiyesinin olduğu rivayet edilmektedir.
O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hayatta iken Medine’den başka bir yere gitmişti. Vefatını haber alınca Allah Rasûlünü bir daha görememesi onu çok üzdü. İrtidat olaylarının başladığı sıralarda Medine’ye tekrar döndü.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin vefatıyla ilgili hüzünlü bir hâdise ona anlatılınca kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Matem gözyaşları içerisinde Medine-i Münevvere sokaklarında dolaşmaya başladı. O kadar ağladı ki; Medine’yi mâteme boğdu. Ensar evlerinden ağlamayan hiçbir ev halkı kalmadı.
Ümmü Râle (r.anha) gözyaşlarını akıtarak sokaklarda dolaşırken Hazreti Hasan (r.a) ile Hazreti Hüseyin (r.a)’la karşılaştı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin sevgili torunları, Cennet gençlerinin efendileri, Ümmü Râle (r.anha)’yı gözyaşları içerisinde ağlar görünce yürekleri sızladı. Onunla birlikte dolaşmaya başladılar. Onu sükûnete kavuşturmak için uğraştılar. Büyük bir muhabbet ve nezaket içerisinde onu teselli etmeye çalıştılar.
Ümmü Râle (r.anha) Hazreti Fâtıma radıyallahu anha’nın evinin önüne geldikçe yana yakıla şu mersiyeyi söylüyordu:
“Ey Fâtımâ’nın mâmur evi! Senin sahana girip sana yaklaştıkça, seni uzaktan gördükce, gönlümdeki hüzün harekete geçiyor ve beni heyecanlandırarak derdimi artırıyor. Selam sana…”(İsabe, IV, 88, 203)
ÜMMÜ RI’LE
Kaynak kitablarda adı “Ümmü Rı’le” şeklinde de okunan Ümmü Râle radıyallahu anha rakîk kalbli, temiz yürekli bir hanımefendi olarak zikredilmektedir. O, hassas bir gönle sahipti. Şiirleri tatlı ve düşündürücü idi. Hizmet ehli, gayretli , teslimiyetli ve becerikli idi. Hakkında fazla bir bilgiye ulaşılamadığı için nerde ve ne zaman vefat ettiği bilinememektedir.
Allah ondan razı olsun. Cenâb-ı Hak cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Fürey'a Binti Mâlik (r.anha) Kimdir?
Fürey’a binti Mâlik radıyallahu anha, başından geçen bir hâdiseyi Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize sorarak İslâm’ın bir mes’elesinin ortaya çıkmasına vesîle olan bir hanım sahâbî!…
Hazreti Osman radıyallahu anh’ın halîfeliği döneminde fıkhî bir konunun çözümünde kıyas noktası teşkil eden bir bahtiyar hanım!… O, Medine’li olup Hazrec kabîlesindendir. Babası Mâlik ibni Sinan, annesi Enîse binti Ebî Hârice’dir. Meşhur sahâbî Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ın ana baba bir kızkardeşidir. Katâde ibni Numanradıyallahu anh da, Fürey’a (r.anha)’nın ana bir kardeşidir.
Fürey’a (r.anha), İslâmiyeti tereddüdsüz kabul eden iman erlerindendir. Kendisine son din ve son peygamber ile ilgili haberler ulaşınca, gönlünde İslâm’ın nûru parlayıverdi. Zaman kaybetmeden,derhal Allah Rasûlüne biat ederek İslâm’la şereflenip hanım sahâbeler arasına katıldı.
Fürey’a binti Mâlik radıyallahu anha, ilk önce Sehl ibni Râfî (r.a) ile evlendi. Onun vefatından sonra ikinci evliliğini Sehl ibni Beşir (r.a) ile yaptı. Bu evliliği de uzun sürmedi. Zira kocasını yol kesiciler Medine’ye yakın bir yerde “Tarafü’l- Kudüm” denilen bir mahalde, öldürüp şehid etmişlerdi.
“YOKLUK VE FAKİRLİK İÇİNDE BİR ÖMÜR GEÇİRDİ”
Fürey’a binti Mâlik (r.anha) çok sıkıntılı bir hayat yaşadı. Yokluk ve fakirlik içinde bir ömür geçirdi. Ama hiç şikayet etmedi. Zira o, dünya hayatının geçici, asıl ebedî hayatın âhiret olduğunu biliyordu. İki Cihan Güneşi sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, İslam’ın zor günlerinde ashâbının sıkıntıya düştüklerini gördüğünde, onların îmânî direncini artırmak ve moral gücünü yükseltmek için onlara sabır tavsiye edip şu hedefi gösteriyordu:
“Asıl hayat âhiret hayatıdır!…Sabredin!… Sizi Cennetle müjdelerim!…” buyuruyordu.
Saâdet Çağı Sîmâlarının hepsi âhiret hedefli yaşayan yiğitlerdi. Onlar başlarına gelen belâ ve musîbetlere karşı sabır kalkanıyla direnirlerdi. Çektikleri sıkıntı ve çilelerin hepsinin birer imtihan olduğunu, karşılığının da Cennet olacağını bilirlerdi. Bu yüzden mala mülke fazla değer vermezler, ihtiyaçtan fazlasını biriktirmezlerdi.
Fürey’a (r.anha)’nın kocası da mal mülk adına miras olarak dünyalık bir şey bırakmamıştı. Bunu sebeb göstererek o, iddetini geçirmek üzere Hazrecoğullarından olan âilesine dönmek istiyordu. Onlarla beraber oturmayı daha uygun görüyordu. Ama kendi başına hareket edemezdi. O, zihnine takılan ve gönlünü meşgul eden bu soruya cevap aramak üzere, bu isteğini Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e bildirmeğe karar verdi.
Huzura vardı ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem’e durumunu arz etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz onun bu isteğine önce müsaade etti. O da sevinerek dışarıya çıktı. Tam gitmek üzere idi ki; Efendimiz onu geri çağırttı ve:
“Senin durumunu bir daha anlat! Başından geçen hâdiseyi bir daha tekrarla!” buyurdu. Fürey’a (r.anha) başından geçen hâdiseyi tekrar anlattı. Bu sefer Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurdu:
“İddetin dolasıya kadar (eşinden kalan) evinde otur.” Bunun üzerine Fürey’a binti Mâlik radıyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in emrine itaat ederek, eşinin vefatında bulunduğu evde dört ay on gün iddet bekledi. (Üsdü’l-gâbe, I, 1402. İsâbe, IV, 45-46)
Fürey’a Binti Mâlik (r.anha) başından geçen bu hâdise sebebiyle, İslâm dîninin bir mes’elesinin açığa çıkmasına vesîle olmuş ve Hazreti Osman radıyallahu anh’ın halîfeliği döneminde de fıkhî bir hususun çözümünde kıyas noktası teşkil etmiştir. Şöyleki:
Hazreti Osman radıyallahu anh’ın halifeliği döneminde Fürey’a (r.anha)’nın durumuna benzer bir mesele zuhur etti. Bunun üzerine Halife bir kimse gönderip onu huzuruna çağırttı. Fürey’a (r.anha) müminlerin emiri Hazreti Osman radıyallahu anh’ın yanına geldi. İçeride bazı kimselerle oturmakta olan halîfenin huzuruna girdi.
Hazreti Osman radıyallahu anh ona; başından geçen hâdiseyi ve bu durum karşısında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kendisine ne emrettiğini sordu. O da durumunu Hazreti Osman radıyallahu anh’a olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Halîfe, o kadını, kocasının vefatı sırasında oturmakta bulunduğu eve gönderdi. İddeti bitesiye kadar oradan ayrılmamasını emretti. (Tabakatü’l-Kübra, 8/367)
Bu duruma göre; Ölen bir erkek, mal mülk ve nafaka bırakmasa bile, onun dul kalan eşi, iddet müddetini kocası ile beraber oturduğu evde geçirmek zorunda bulunmaktadır. Bir zarûret veya meşrû mazeret bulunmadıkça kocasının evinde geçirecektir.
İDDET NEDİR?
İddet; sözlükte, saymak anlamındadır. İslâm âile hukukunda ise, boşanma, fesih, ölüm gibi bir sebeble evliliği sona eren kadının başka bir erkekle evlenmeden önce beklemesi gereken süreyi ifade eden bir terimdir. Bu süre, âyet-i kerîmelerde iki gurupta ele alınmıştır.
Birincisi, vefat iddeti.
İkincisi, talak veya fesih iddeti.
Kocaları ölen hanımlar şayet hamile iseler, iddetleri, vefat ile doğum arasındaki sürenin kısa veya uzun oluşuna bakılmaksızın, doğumla sona erer. Bu konuya ışık tutan âyet-i celîlede meâlen şöyle buyrulur:
“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları) dır. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” (Tahrim sûresi/4)
Hamile değilse, iddetleri dört ay on gündür. Bu hususu aydınlatan âyet-i celîlede de şöyle buyrulur:
“Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına evlenmeden dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara sûresi/234)
BOŞANDIKTAN SONRA YENİDEN EVLENME SÜRESİ
Boşanmış, nikâhı feshedilmiş kadının iddeti de, eğer hamile ise doğumla sona erer. Kadın hayız görmekte ise iddeti üç hayız süresidir.
Şu âyette bu husus şöyle zikredilmektedir;
“Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler (Bakara sûresi/228)
İddet süresince kadının yiyecek, giyecek, mesken gibi aslî ve tabiî ihtiyaçlarını kocasının karşılama yükümlülüğü vardır. Âyet-i celîlede kocaların iddet süresince boşandıkları kadınlarını evlerinden çıkarmaması emredilmektedir. Bu konu ile ilgili âyet-i celilede meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa,şüphesiz kendine zulmetmiş olur…” (Talak sûresi/1)
İDDET MÜDDETİN KONULMASININ SEBEBİ
İslâm dini evliliğe ve âile hayatına çok önem vermiştir. İki evlilik arasında iddet adı verilen, kadınlar için evliliğin sona ermesini müteakip böyle bir bekleme süresinin konmuş olması, şüphesiz ki birçok fayda ve hikmete yöneliktir.
Bunlar arasında, kadının hamile olup olmadığının anlaşılması, ölen kocasının hâtırasına saygı ve bağlılık,yeniden düşünme ve durum değerlendirmesi yapma imkânı vermek, sık sık boşanıp evlenmelerini zorlaştırarak âile bağını korumak ve hakkın kötüye kullanımını önlemek gibi maksatlar sayılabilir.
Fürey’a binti Mâlik radıyallahu anha hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. Nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Allah ondan razı olsun. Cenâb-ı Hak cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Sübey'a Binti Haris (r.anha) Kimdir?
Sübey’a binti Hâris radıyallahu anha Medine-i Münevvere’de vefat eden kimse ile ilgili müjde verilen hadis-i şerifi rivayet eden bir hanım sahâbî!…
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize kendi iddeti ile ilgili soru sorup öğrenerek konunun aydınlanmasına vesile olan bir bahtiyar hanım!…
O, Medineli olup Eslemoğulları kabilesine mensuptur. Sa’d ibni Havle radıyallahu anh’ın ailesidir. Anne ve babası hakkında hatta kendisiyle ilgili olarak da kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanılamamakta, ne zaman Müslüman olduğu ve nerede vefat ettiği bilinememektedir.Onun hakkında nakledilen bilgiler şöyledir:
Sübey’a binti Hâris el-Eslemiyye radıyallahu anha, kocası Veda Haccı esnasında Mekke-i Mükerreme’de vefat ettiğinde hamileydi. Eşinin vefatından bir ay sonra da doğum yaptı.
EŞİ VEFAT EDEN KADIN NE ZAMAN EVLENEBİLİR?
Kendisi hamileyken eşi vefat eden bu hanım sahabenin durumu, Abdullah ibni Abbas (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)’a soruldu. İbni Abbas (r.a) böyle bir durumda olan hanımın “iddeti bitince” evlenebileceğini, Ebu Hureyre (r.a) ise; “Doğumunu yapınca” evlenebileceğini söylediler. Ebu Seleme (r.a) da Ümmü Seleme (r.anha) annemize gidip bu meseleyi sordu. Ümmü Seleme radıyallahu anha annemiz şöyle cevap verdi:
“Sübey’a eşinin vefatından onbeş gün sonra doğum yaptı. Doğum yapmasıyla iddeti bitmiştir. İstediği ile evlenebilir” dedi. Bu arada Sübey’a binti Haris el-Eslemiyye radıyallahu anha’ya birisi genç diğeri ihtiyar iki kişi tâlib oldu. Kendisiyle evlenmek istediklerini bildirdiler. Sübey’a radıyallahu anha genci tercih etmeyi gönlünden geçirmişti. Yaşlı olan adam ona mani olmaya çalıştı ve:
“Acele etme! Senin iddetin, dört ay on gün henüz bitmedi” diyerek onun zihnini karıştırdı.
Böyle bir iddia ile işi uzatmayı ve onu oyalamayı düşündü. Çünkü Sübey’a (r.anha)’nın âilesi o sırada başka bir yerdeydi. Onlar gelince Sübey’a’yı kendisiyle nikahlamaya razı edebileceklerini tahmin ediyordu. Bu sebepten zaman kazanmak istiyordu.
Sübey’a (r.anha)’nın âilesinin döndüğünü öğrenen o yaşlı adam müracat edip tekrar tâlib olduğunu bildirdi. Hatta kendisini tercih etmeleri için onlara ricada bulundu.
Sübey’a binti Hâris el-Eslemiyye radıyallahu anha akıllı, zeki ve hadiseleri iyi değerlendiren bir kabiliyete sahipti. Bu gelişmeler gönlüne takılmış ve zihnini karıştırmıştı. Bu meselenin vuzuha kavuşması için Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna geldi.
“- Ya Rasulallah! Benim için Allah’tan mağfiret, merhamet dileyin. Benim bağışlanmam için dua edin” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem:
“Hangi konuda?” buyurdu. Bunun üzerine Sübey’a (r.anha) başından geçen hadiseleri anlattı. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz onu dinledikten sonra:
“- Senin iddetin bitmiştir. Dilediğin kimse ile evlenebilirsin” buyurdu. (Buhari, Megâzî, 8; İstiâb, I, 601; İsâbe, VII, 690) Başka bir rivayette kısa ifade ile:
“- İyi birisini bulursan evlen” dedi. (İbn-i Mâce, Talak, 7)
Sübey’a binti Hâris el-Eslemiyye radıyallahu anha, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in vaaz ve nasihatlerini dinlemiş ve hadis-i şerif de rivayet etmiştir. Peygamber âşığı diye bilinen meşhur sahabi Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh da ondan hadis nakletmiştir.
MEDİNE’DE VEFAT EDENLERE MÜJDE
Medine-i Münevvere’de vefat eden kimse ile ilgili müjdelerin verildiği şu önemli hadis-i şerif onun rivayetleri arasındadır. Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh, Sübey’a binti Hâris el-Eslemiyye radıyallahu anha’dan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Kim ki Medine’de kalıp orada ölmeye gücü yeterse, orada ölmeye baksın. Çünkü Medine’de ölen kimseye kıyamet günü ben şahitlik edip, şefaat edeceğim.” (Tirmizi, Menakıb, 68 / 3917; el-İstiâb, I, 601)
Sübey’a binti Hâris el-Eslemiyye radıyallahu anha başından geçen hadiseyi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize sorup öğrenerek ve duyduğu hadisleri de sağlam olarak naklederek kıyamete kadar gelecek Müslümanlara ışık tutmuştur.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Dubâa Binti Zübeyr (r.anha) Kimdir?
Dubâa binti Zübeyr radıyallahu anha Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin amca kızı!…
Hâne-i saadete rahat girip çıkabilen ve Efendimiz’in sohbetlerinden istifade etmeye çalışan bahtiyar bir hanım!…
Hac için ihrama girerken şart koşma, şartlı ihrama girme konusunda rivayet ettiği hadis-i şerif ile tanınan bir hanım sahâbî!… O, Mekkeli olup Kureyş kabilesinin Haşimi koluna mensuptur. Babası, Zübeyr ibni Abdülmuttalib, annesi, Âtike binti Ebu Vehb’dir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Dubâa (r.anha)’yı Mikdat ibni Amr ibni Sa’lebe (r.a) ile evlendirdi. Bu evliliklerinden Abdullah ve Kerîme adında iki çocukları dünyaya geldi. (Hâkim, Müstedrek, IV, 72)
Dubâa radıyallahu anha ilim meclislerini seven bir hanımdı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in amca kızı olması sebebiyle huzurlarında bulunur, sohbetlerini dinlerdi.
ET YEMEK ABDESTİ BOZAR MI?
Bir gün hâne-i saâdete ziyarete gitmişti. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ketif denilen hayvanın kürek kemiğindeki etten yedikten sonra abdest almadan namaz kıldığını gördü. Dubâa radıyallahu anha bu eti yemekle abdestin bozulup bozulmayacağında tereddüt edenlere şahit olduğu hadiseyi anlattı. (Müsned, I, 351)
Bir seferinde de Dubâa radıyallahu anha evinde koyun kesmişti. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ona haber gönderdi. İkram etmek üzere bir parça et göndermesini istedi. O da:
“Vallahi yanımda boyun kısmından başka bir yeri kalmadı. Onu da Rasulullah’a (s.a) göndermeye utanıyorum” dedi.
Bu şekilde bir bilgi ile gelen elçiye Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tekrar Dubâa (r.anha)’ya dön ve şöyle söyle buyurur:
“Boyun, kol ve ketif koyunun mideye en hafif gelen yeridir. Hazmı kolaydır.” (Müsned, VI, 360 )
Dubâa radıyallahu anha’nın onbeş kadar hadis-i şerif rivayet ettiği bildirilmektedir. Hac için ihrama girme konusunda naklettiği hadis-i şerif şöyledir:
İHRAMA GİRERKEN ŞART KOŞULABİLİR Mİ?
İbni Abbas radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Dubâa binti Zübeyr radıyallahu anha, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelip;
Ya Rasulallah! Ben Hacca gitmek istiyorum. İhrama girerken şart koşabilir miyim? demiş. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem de; “Evet!” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Dubâa (r.anha) şartı nasıl koşayım? deyince Rasul-i Ekrem (s.a) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ey Allahım! Emrine âmâdeyim. Ey Allahım! Beni engellediğin yerde ihramdan çıkmam şartıyla emrine âmâdeyim de!” (Ebu Davud, 1776)
Kütüb-i sitte’de birkaç yerde geçen bu hadis-i şerifin şerhinde âlimler, böyle bir şartın câiz olup olmayacağında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafi ve İmam Hanbelî (rh.a.) câiz olduğu görüşündedirler. Hanefîlerle, Mâlikîlerin bir kısmı bu görüşe katılmayıp böyle bir şart koşmanın caiz olmayacağına, Hacc tamam olmadan ihramdan çıkılamayacağına hükmederler. Bu durumun Dubâa (r.anha)’ya mahsus bir ruhsat olduğunu söylerler. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17 / 372)
Dubâa binti Zübeyr radıyallahu anha hakkında kaynaklarda geniş bir bilgiye ulaşılamamakta ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Allah ondan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Dürre Binti Ebû Leheb (r.anha) Kimdir?
Dürre binti Ebû Leheb radıyallahu anha Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin amca kızı…
Hak ve hakikattan uzak, zulumat dolu şirk toplumu içerisinde, karanlık bir ortamda yetişmesine rağmen İslâm’ın ilk yıllarında Kur’an nuruna koşan bahtiyar bir hanım sahabi!… Dikenler arasında yetişen bir gül!…
O, Mekkeli olup Kureyş kabilesine mensuptur. Hayatı boyunca Allah Rasulüne düşmanlık yapan bir evde doğup büyüdü. Babası ve annesi, İslâm’ın azılı düşmanı Ebu Leheb ile Ümmü Cemil’dir.
DİKENLER ARASINDA YETİŞEN GÜL
O, putperest ve müşrik bir ortamda yetişmesine, kendisi ve karısı aleyhinde müstakil bir sûre inen bir kimsenin kızı olmasına rağmen İslâm’ı daha ilk yıllarda Mekke’de iken kabul etti. O, dikenler arasında yetişen bir gül oldu.
Dürre (r.anha) ilk evliliğini Abdi Menaf oğulları kabilesinden Hâris ibni Âmir ibni Nevfel ile yaptı. Bu evlilikten, Ukbe, Velid ve Ebû Müslim adlı üç oğlu oldu. Kocası , Bedir’de müşrikler safında savaşırken öldürüldü. Bunu fırsat bildi ve Medine’ye hicret etti.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize beyat eden hanımlar arasında yer alan Dürre (r.anha) muhacir olarak Râfi ibni Mualla ez-Zürakî (r.a)’ın evinde misafir kaldı. Daha sonra Dıhye ibni Halîfe el-Kelbî (r.a) ile evlendi.
Dürre (r.anha) şefkat ve merhamet sahibi, yufka yürekli, hassas gönüllü bir hanımdı. Allah ve Rasülüne muhabbeti ve teslimiyeti tamdı. Fakirlere yemek yedirmeyi çok severdi. Bir defasında Züreykli kadınlar onun gönlünü incitecek bir harekette bulunmuşlardı. Onu babasından dolayı kınamışlardı. Ona şöyle söylemişlerdi:
“Sen Aziz ve Celil olan Allah’ın, hakkında Tebbet suresini indirdiği, “Ebu Leheb’in eli kurusun, kurudu da” dediği bir adamın kızısın. Hicretin sana ne faydası var?” dediler.
Dürre (r.anha) akıllı, zeki , onurlu ve kendine güvenli bir hanımdı. Züreykli kadınların bu sözleri onu rahatsız etti.
Nesebinden dolayı kınamaları ve hicretinin makbul olmayacağına dair sözleri zihnini meşgul etti. Gönlünü ve zihnini tırmalayan bu vesveseden kurtulmak için Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize sormağa karar verdi.
Bir öğle sıcağında, kalbi buruk bir vaziyette Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna geldi. Kadınlar arasında geçen hadiseyi ve kendisine söylenen sözleri nakletti ve:
“Ya Rasulallah! Kâfirler benden başka çocuk doğurmadı mı?” diye sitemkâr bir şekilde konuşmaya başladı.
İki Cihan Güneşi Efendimiz: “ O da ne söz!” buyurdu.
Dürre (r.anha) konuşmasına devam ederek:
“Ya Rasulallah! Medineli hanımlar anne ve babamdan dolayı bana eziyet veriyorlar. Onların müşrikliğini öne sürerek beni kınıyorlar. Bana İslâm düşmanının kızı nazarıyla bakıyorlar”dedi.
Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Müslüman hanımlarının bu şekildeki davranış ve tavırlarına çok üzüldü. Onun gönlünü almak ve bir yanlışı düzeltmek üzere Dürre (r.anha)’ya mescidin bir köşesini göstererek “buraya otur” buyurdu. Sonra cemaate öğle namazını kıldırdı. Peşinden minbere çıkıp şöyle bir hitabede bulundu:
“Ey İnsanlar! Sizin nesebiniz var da benim yok mu? Bazı kimseler beni, niçin soyum ve akrabalarımdan dolayı incitiyorlar. Dürre benim amcamın kızıdır. Onun hakkında hiç kimse hayırdan başka bir şey söylemesin!
Haberiniz olsun, kim benim soyumdan gelenleri ve akrabalarımı incitirse beni incitmiş olur. Kim de beni incitirse Allah’ı incitmiş olur. Diriler ölen yakınları yüzünden rahatsız edilmezler” buyurarak ikazlarda bulundu. ( Üsdü’l-gâbe, I, 1347; İsabe, VII, 634-635; Taberânî, Kebîr, XXIV , 257 )
ŞAİR RUHLU HANIM
Dürre (r.anha) şair ruhlu bir hanımdı. İlim meclislerini severdi. Sohbetlerinden istifade için Annelerimizi sık ziyaret ederdi. Hâne-i saadete de rahat girip çıkabilirdi.Başından geçen bir hatırasını şöyle nakleder:
Bir gün Hazreti Âişe radıyallahu anha annemizin yanında oturuyordum. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz yanımıza çıka geldi.
Abdest almak için su aradı. Âişe (r.anha) annemizle beraber su testisini getirmek için hemen kalktık. Ben elimi çabuk tuttum ve su testisini kapıp Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e getirdim. Bana doğru baktı ve: “ Sen benden ben de sendenim” buyurarak iltifatta bulundu. (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, VI, 68, 431)
İNSANLARIN EN HAYIRLISI KİMDİR?
Dürre (r.anha) ilm sevdalısı bir hanımdı. Yeni şeyler öğrenmek için gayret ederdi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden birkaç tane hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bir tanesi şudur:
Dürre binti Ebi Leheb radıyallahu anha’dan:
Bir adam Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem minberde iken;
“-Ya Rasulallah! İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sordu.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“İnsanların en hayırlısı, Kur’an’ı çok okuyan, Allah’tan çok korkan, takva üzere hayat süren, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran ve sıla-i rahmi çok yapandır” diye cevap verdi. (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, VI, 432)
Dürre radıyallahu anha’nın nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Aişe Binti Sa'd (r.anha) Kimdir?
Aişe binti Sa’d radıyallahu anhâ müslüman bir ailede büyüyen, süs takmayı seven genç bir hanımefendi…
Babası meşhur sahâbî Sa’d İbni Vakkas radıyallahu anh’dır. Cennetlikle müjdelenen on sahâbiden biri… Annesi, Zeynep binti Hâris’tir. Aişe binti Sa’d küçük yaşlarından itibaren Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin hâne-i seâdetlerine sık gidip gelen bir hanım kız. Annelerimiz tarafından çok sevilen ve onların duâsını alarak büyüyen bir bahtiyar.
Aişe binti Sa’d (r. anhâ) sevgi dolu bir gönüle sahipti. Edep ve nezâketliydi. Sevgili Peygamberimizin aileleri olan annelerimizi ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Onlarla geçirdiği anların tadını unutamıyordu. Kendisi bu hâtıralarını şöyle anlatır:
“Ben Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin hanımlarından altısını gördüm. Onlarla beraber oturdum. Hiçbirisinin beyaz elbise giydiğini görmedim.”
Yine bir defasında onların yanına gitmiştim. Üzerimde süsler vardı. Hiçbirisi beni ayıplamadı. Ziynetimden dolayı bana bir şey söylemedi. Aişe (r. anhâ)’nın yanında bulunanlar kendisine:
“Üzerindeki o süsler nelerdi? diye sordu.” O da:
“Altın gerdanlık ve diğer altın takılardı.” diye cevap verdi.
Habib b. Ebi Merzuk der ki: “Ben mescidin kapısında bir kadın ile karşılaştım. Etrafında kadınlardan bir grup vardı. Beraberce mescitten çıkıyorlardı. O kadının üzeri ateş parçası gibi parlıyordu.” Kendisine:
– O kadın kimdir? diye sorulunca, o: – Sa’d İbni Ebî Vakkas’ın kızıdır, dedi.
Aişe binti Sa’d (r. anhâ) süs takmayı severdi. O zaman henüz ziynetleri gizlemeye dair âyet inmemişti. (Nûr sûresi, 31) Bu sebepten hanımlar ziynetlerini gizlemezlerdi.
MEDİNE’DE DİLLERE DÜŞEN HADİSE
Aişe (r. anhâ)’nın Fened isminde bir cariyesi vardı. Yavaş hareket ederdi. Onun bu hâli; “Fened’den daha yavaş” diye Arap darb-ı meseli hâline gelmiştir. Rivayet şöyledir:
“Bir gün Aişe onu Medine-i Münevvere’de ekmekçi fırınından ateş getirmek üzere eline bir kürek vererek çarşıya gönderir. Fened çarşıya çıktığında Mısır’a giden bir kafileye tesadüf eder. Onlarla Mısır’a gider. Bir sene sonra gelir. Fırından ateşi alır ve eve aceleyle dönerken ayağı sürçüp düşer. Ateşler etrafa saçılır. Acele ettiğine pişman olur.”
İşte bu olay halk arasında yayılır. Bundan sonra bir yere gidip de geciken kimseler hakkında: “Fened’den daha yavaş.” “Acelesine pişman.” şeklinde darb-ı mesel haline gelir. (Meşâhirûn-Nisa, M. Zihni Efendi, c. 2, s. 16-17)
Aişe binti Sa’d (r. anhâ) zeki bir hanımdı. Babası Sa’d İbni Ebi Vakkas (r.a)’dan duyduğu hadisleri iyi bellemişti. Hadis kaynaklarında birçok rivâyetleri vardır. Miras ile ilgili hadis-i şerifi de babasından dinlemişti. Sa’d (r.a) şöyle nakletmişti:
“Veda Haccından sonra Mekke’de hastalandım. Şiddetli ağrılarım sebebiyle kalkamadım. Yattım kaldım. Bu sebepten Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz geçmiş olsun ziyaretine geldi. Ben de bunu fırsat bilip:
“Ya Rasûlallah! Gördüğünüz gibi ağrılarım şiddetlendi. Ben mal-mülk sahibiyim. Bana vâris olacak tek kızımdan başka kimsem yok. Malımın üçte ikisini tasadduk etmek istiyorum.” dedim. Efendimiz hemen:
“Olmaz!” buyurdular.
“Yarısını?” dedim. Yine.
“Olmaz!” buyurdular.
“Üçte birini?” dedim. Efendimiz:
“Üçte birini mi?” dedi. Sonra:
“Üçte biri de çok. Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen aziz ve celil olan Allah’ın rızasını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa- mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın.” buyurdular. Sonra ben:
“Ya Rasûlallah! Siz Medine’ye döneceksiniz de ben arkadaşlarımdan geriye mi kalacağım?” dedim. Efendimiz tebessüm ederek:
“Eğer geri kalır, Allah’ın rızasını düşündüğün bir amel yapacak olursan mutlaka derecen artacak, merteben yükselecektir. Bununla beraber sen daha uzun zaman yaşayacaksın. Öyle ki, Allah seninle bir kısım kavimlere hayır ulaştıracak, diğer kısımlarına da şer.” buyurdular.
Sanra Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem elini alnıma koydu. Yüzüme ve karnıma sürdü ve şöyle dua buyurdu:
“Allahım! Ashabımın Medine’ye dönüşünü tamamla. Sa’d’e şifa ihsan eyle.” dedi. (Buharî, Cenâiz, 37; Buharî, Vesâya, 2-3; Ebu Davud, 2864)
Bu duâlar hürmetine iyileşip Medine’ye dönen Sa’d İbni Ebi Vakkas (r.a) nice kavimlere hayırlar ulaştırmıştır. Kızı Aişe binti Sa’d (r. anhâ) da Efendimizin hadislerinin ümmete ulaşmasına vesile olmuştur.
Uhud’da babasının kahramanlık sahnelerini anlatırken. Efendimizin: “At Ya Sa’d! Anam-babam sana fedâ olsun” iltifatını ve: “Allahım! Sa’d’ın okunu hedefine ulaştır. Duâsına icabet eyle!” diye duâ ettiğini de nakleder.
Aişe binti Sa’d (r. anhâ) babasından zikir ve tesbih konusunda da şu rivayeti nakleder:
“Sa’d İbni Ebi Vakkas’ın kızı Aişe (r. anhâ)’dan, o da babasından şöyle rivayet etmiştir:
Sa’d İbin Ebi Vakkas, Rasûlullah ile beraber bir kadının yanına vardılar. Kadının önünde hurma çekirdeği veya çakıl taşı vardı. Tesbihini onunla sayıyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona:
“Sana bundan daha kolayını veya daha faziletlisini haber vereyim. Şöyle dersin: “Gökteki mahlûkatı sayısınca Allah’ı tenzih ederim. Yerdeki mahlûkat sayısınca Allah’ı tenzih ederim. Gökle yer arasındaki mahlûkat sayısınca Allah’ı tenzih ederim. Yaratacağı şeyler sayısınca Allah’ı tenzih ederim. Yukarıda sayılanlar adedince Allahu Ekber, bunun kadar Elhamdülillah, bunun kadar lâ havle velâ kuvvete illâ billah.” dersin.” buyurdu. (Ebu Davud, Hadis no: 1500)
İHLAS SÛRESİNİ OKUMANIN FAZİLETİ
Yine Aişe (r. anhâ) rivayet ettiği bir hadiste Efendimizin: “Kim İhlas sûresini okursa, Kur’an’ın üçte birini okumuş gibi olur.” buyurduğunu nakleder. (Beyhaki, Hadis no: 2424)
Aişe binti Sa’d (r. anhâ) babası Sa’d İbni Ebi Vakkas (r.a)’dan ve mü’minlerin annelerinden hadisler rivayet etmiştir. Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi verilmemektedir. 84 yaşlarında iken Medine-i Münevvere’de vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Habîbe Binti Sehl (r.anha) Kimdir?
Habibe binti Sehl radıyallahu anhâ İslam’da muhâlaa yoluyla ilk boşanma hadisesinin gerçekleşmesinde adı geçen bir hanım sahâbî… Sâbit ibni Kays (r.a)’ın âilesi…
Habibe binti Sehl, Medineli olup Neccar oğullarından Beni Sâlebe kabilesine mensuptur. Kays ibni Şemmas’ın oğlu Sâbit ile evlenmiştir. Bu evlilikleri uzun sürmedi.
Habîbe (r.anha) ince, nârin ve zarif ruhlu bir hanımefendiydi. Kocası ile ünsiyet kuramadı. Sâbit ibni Kays (r.a) ise iri yarı ve kısa boylu bir yapıya sahipti. Biraz da sert ve haşindi. Bir gün öfkeli bir vaziyette hanımına çıkıştı. Şiddete vardıracak kadar da ileri gitti ve Habibe’yi çok incitti. Hatta onu dövdüğüne dâir rivâyetler bile nakledilmekte.
Habîbe (r.anha) eşinin bu kaba hareketlerinden çok üzülmüştü. Bir türlü onu gönülden sevememişti. Artık ondan hiç hoşlanmaz olmuştu. Bu sebepten birkaç kez Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize kocasını şikayette bulundu ve şöyle dedi:
“Yâ Rasûlallah, emin olun ki eğer Allah’tan korkmasaydım yüzüne tükürecektim. Ondan ayrılmayı istiyorum” diyerek eşiyle beraber yaşayamacağını ifade etti.
İSLÂM’DA İLK BOŞANMA HÂDİSESİ
Habibe (r.anha)’nın müteaddit defalar Rasûlullah (s.a.) Efendimize müracaat ettiği rivayetlerine bakılırsa kocasının kendisini dövdüğüne dair bilgiler olduğu gibi bir başka sebepten şikayet ettiğine dair bilgilerinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Buhari’nin rivayetinde geçen: ”Ey Allah’ın Resülü! Sabit ibni Kays’ın ne dinine ne de huyuna bir diyeceğim var. Fakat müslümanlıkta küfran-ı nimetten veya küfür derecesinde bir hata işlemekten çekinmiyor” cümlesi bunu göstermektedir.
Habibe (r. anha) kendine özgüveni olan, azim ve irâde sâhibi bir hanımdı. Sabit (r.a) ile evliliğin çekilmez olduğuna karar verince bir sabah vakti alaca karanlığında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kapısına dayandı. İki Cihan Güneşi Efendimizin evinden çıkmasını bekledi. Bundan sonraki safhalar hadîs-i şeriflerde şöyle anlatılmaktadır:
“Habîbe binti Sehl el-Ensariye’den rivayet olunduğuna göre kendisi Kays ibni Şemmas’ın oğlu Sâbit’in nikahlısı idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem sabah namazını kılmaya çıkınca onu alaca karanlıkta kapısının önünde beklerken buldu ve:
“Kimsin? ”dedi.
O da cevaben:
“Ben, Sehl’in kızı Habîbe’yim Yâ Rasûlallah!” dedi.
Efendimiz ona:
“Neyin var?” dedi.
Habîbe (r.anha) mahzun bir şekilde;
“Kocam Sâbit ibni Kays ile evli kalmamız imkansız” diye cevap verdi.
Sâbit ibni Kays gelince Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem ona:
“Bak (zevcen) Habîbe neler söylüyor?” dedi. Habîbe:
“Yâ Rasûlallah! Mehir olarak verdiklerinin hepsi yanımda (dilerse geri veririm)”dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Sâbit ibni Kays’a:
“Mehir olarak verdiklerini ondan geri al!” buyurdu.
Sâbit onları geri aldı. Habîbe (r.anha) da kocasından ayrılarak ailesinin yanında kaldı.” (Ebû Dâvûd, Talak,17-18/2227)
İSLÂM’DA BOŞANMA HUKUKU
İslâm hukûkunda bu tür evlilikleri sona erdirmeye muhâlaa denir. Muhâlaa ile ilgili olarak Kurân-ı Kerim’de şöyle bir âyet-i celîle vardır:
“Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Kadınlara (daha önce) verdiklerinizden (boşama esnasında) bir şey almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah’ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesna. Eğer Allah’ın çizdiği sınırları ikisinin de çiğnemesinden korkarsanız , kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de bir sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.” (Bakara suresi/229)
Arap dilinde “muhâlaa” kelimesinin kendisinden türedigi Hal’ ve Hul’ kökleri elbiseyi çıkarmak, bir şeyi koparıp ayırmak, görevden azletmek gibi anlamlara gelir. İslam hukûkunda muhâlaa ve hul’ ise kadının kocasına vereceği bir bedelle evlilik bağından kurtulmasını ifâde eden bir terimdir.
Habîbe binti Sehl (r. anha) bu evlilikten kurtulmak istediğini belirtince Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ona:
“Sâbit’e (mehir olarak aldığın) bahçesini geri verirmisin?” diye sordu.
O da:
”Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz , Sâbit ibni Kays’a :
”Bahçeyi geri al ve onu boşa” dedi. (Bûhârî, Talak, 11)
İLK BOŞANMA
Evlilik karşılıklı sevgi ve saygı ile yürüyen, maddî olduğu kadar mânevî ve rûhî birlikteliği de gerektiren bir hayat arkadaşlığıdır. Kadının evlilikten kurtulmak istemesi ve aldığı mehri de geri vermesi durumunda, kocanın bu evliliği zorla sürdürmesinin imkânı yoktur. İslâm’da muhâlaa yoluyla ilk boşanma bu şekilde gerçekleşmiş oldu.
Habîbe binti Sehl (r.anha) iddet müddeti bitince Übey İbni Kâ’b (r.a) ile evlendi.
O, hâne-i seâdete sık gider gelirdi. Annelerimize hizmet ederdi. Efendimizden duyduğu sözleri naklederdi. Hadis kitaplarında birkaç tane rivâyetinden bahsedilmektedir.
Bunlardan biri Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem’in hâne-i seâdetinde bulunuyorken duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfdir. Şöyle ki:
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlardır ki:
“Müslüman bir anne babanın üç çocuğu âkil bâliğ olmadan ölürlerse, bu çocuklar kıyamet günü Cennetin kapısına getirilip durdurulurlar ve onlara:
“Girin cennete!” denir.
Onlar da :
“Anne ve babamız girmeden biz girmeyiz “ derler.
Bu, iki veya üç kez tekrar eder. Sonra onlara denilir ki; “Siz ve anne babanız birlikte cennete giriniz.”
Hazreti Âişe (r.anha) Habîbe (r.anha)’ya : ”Sen bunu Allah Rasûlünden duydun mu? “ diye sordu.
O da :
“Evet ! “ cevabını verdi. (İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 576 ,no: 11026. İbn Sa’d, Tabakât, VIII , 445)
İslâm’da çok önemli bir konunun bizlere kadar ulaşmasına vesile olan Habîbe binti Sehl (r.anha)’nın hayatı ile ilgili olarak maalesef fazla bir bilgiye sahip olamıyoruz. Nerde ve ne zaman vefat ettiğine dair kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır.
Allah ondan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Fatma Binti Yeman (r.anha) Kimdir?
Fâtıma binti Yeman radıyallahu anhâ İslâm’ı tebliğ konusunda gayretli bir hanım sahâbi…
Kabilesinden birçok hanımın müslüman olmasına vesile olmuş bir tebliğ eri… Kızkardeşlerinin de müslüman olup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat etmelerine rehberlik yapan bir mücâhide…
İki Cihan Güneşi Efendimizin sırdaşı olarak bilinen meşhur sahâbî Huzeyfe ibni Yeman radıyallahu anh’ın kızkardeşi… O, Hayber ile Teyme arasında yaşamakta olan Benî Abs kabilesine mensuptur. Babasının adı Huseyl’dir. Onun İslâm’la buluşması kardeşi Huzeyfe (r.a) vasıtasıyla olmuştur. Şöyleki:
Benî Abs kabîlesinde yaşayan hıristiyan bir âlim vardı. O, son peygamberin gelmesinin yakın olduğuna dair bilgileri halkına söylemişti. Bunun için kabile halkı son dîni ve son peygamberi beklemekteydi. Bir ara Peygamber ve ashâbının Medine’ye hicret ettiği haberi kendilerine ulaştı. Bu haberi alan kabilenin ileri gelenlerinden dokuz kişilik bir gurup Medine-i Münevvere’ye geldi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzûrunda kelime-i şehadet etirerek müslüman oldular.
“MÜSLÜMAN OLMAK İSTEYENLERE REHBERLİK ETTİLER”
Benî Abs kabîlesinin ilk müslümanları olan bu gurubun içerisinde Huzeyfe ibni Yeman da vardı. Bunlar bir müddet Medine-i Münevvere’de kaldıktan sonra memleketlerine döndüler. İslâm’ın nûrûyla kalbleri aydınlanan, gönülleri hûzur ve saadet dolan bu müslümanlar memleketlerine dönünce İslâm’ı tebliğe başladılar. Önce âile efradına ve yakınlarına İslâm’ı anlattılar. Onlara Kur’an-ı Kerîm’den âyetler okudular. Onların gönüllerinin İslâm’la buluşmasına gayret ettiler. Söz ve davranışlarıyla onlara örnek olmaya çalıştılar. Müslüman olmak isteyenlere rehberlik yaptılar.
Huzeyfe ibni Yeman (r.a) babası ve kardeşlerini alarak Medîne-i Münevvere’ye geldi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin hûzurunda kelime-i şehadet getirerek âilecek İslâm’la şereflendiler. Gönüllerini yeni bir dünya ve yeni bir ufka açtılar. İki Cihan Güneşi Efendimizin sohbetleriyle büyüdüler.
Fâtıma binti Yeman(r.anha) ilim âşıklısı, akıllı , zeki bir hanımdı. İslâm’la şereflendikten sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sohbetlerinde kendisini yetiştirdi. Müslüman hanımlarla birlikte sık sık ziyarete gider Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimizden hadis dinlerdi. Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi, Allah’ın sevgili kullarına verilir, hadisini de böyle bir toplantıda duymuştu. Kendisi bu hâtırâsını şöyle nakleder:
Hanımlardan bir gurup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin rahatsız olduğunu duymuştuk. Birlikte ziyaretine gittik. Hâne-i seâdete varınca istirahat ettiği yerin üstünde asılı bir su kabı gördük. Oradan mübarek vücuduna su damlıyordu. Belliki bu kab, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi serinletmek maksadıyla asılmıştı. Fakat hararetinin düşmesinde bu bile kâfi gelmiyordu. Sevgili Peygamberimiz ateşler içindeydi. Humma hastalığının verdiği ateşin şiddetinden mübarek vücutları titriyordu. Onu bu halde görünce dayanamadık ve:
“Ya Rasûlallah! Allah’a dua etsen de bu hastalığı senden giderse” dedik. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki:
“Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi Peygamberlere gelir. Sonra derece itibariyle onu takip edenlere sonra onların peşinden gelenlere” dedi. (İbn-i Sa’d, Üstü’l-ğâbe, VIII, 325 . Kenzü’l-ummal, no: 6782)
Ne büyük sabır!.. Ne nâzikâne bir eğitim!.. Sevgili Efendimiz bizlere acılar karşısında hemen feveran etmememizi, bir çok şeyin sabırla kazanılacağını, mânevî derecelerin ancak sabırla elde edileceğini bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermektedir. Belâ ve musîbetin istenmeyeceğini, fakat başa gelirse sabretmek gerektiğini, sabır sayesinde nice mükâfatlara erileceğini bizlere öğretmektedir.
TAKIYI GÖSTERİŞ İÇİN TAKMAK CAİZ Mİ?
Fâtıma binti Yeman(r.anha) İslâm’ı tebliğ konusunda azimli ve gayretliydi. İki Cihan Güneşi Efendimizden duyduğu hadisleri hemen etrafına nakletmek hususunda büyük bir aşk ve şevk sahibiydi. Müslüman olacak hanımlara delâlet eder, Efendimizin huzuruna getirerek biat etmelerine vesile olurdu. Kızkardeşlerinin müslüman olup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat etmelerine de rehberlik yapmıştı. Fâtıma(r.anha) yine bir ziyaretinde hanımların zînet takmakta aşırı gitmeleri konusuyla alâkalı olarak Resûl-i Ekrem(s.a.v) Efendimizden şöyle bir hitabede bulunduğunu işittiğini nakleder:
Bir gün Efendimiz(s.a.v) bize şöyle bir hitabede bulundu: “Ey hanımlar topluluğu! Zînet eşyalarınızı gümüşten temin edemez misiniz? Gösteriş maksadıyla altından zînet edinen hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmesin!”
İmam Mansur der ki, ben bu durumu İmam Mücâhid’e aktardım. O şöyle dedi: “Evet! Gerçekten ben o kadınları biliyorum. Onlardan bir tanesini gördüm de kolunu parmağındaki yüzüğünü örtecek kadar altın bilezikle doldurmuştu.” (İbn-i Sa’d, Üstü’l-ğabe, VIII, 326.)
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden duyduklarını hemen etrafına aktarmakla tanınan Fâtıma binti Yeman radıyallahu anha hakkında kaynaklarda maalesef fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. Onun nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
Allah ondan razı olsun. Rabbımız onun gibi bizleri de tebliğde gayretli eylesin. Şefaatlarına cümlemizi nâil eylesin. Âmin.
Ümmü Mübeşşir (r.anha) Kimdir?
Ümmü Mübeşşir radıyallahu anha “Ensarlı mümin kadın” diye anılan ve hurma bahçelerine sahib olan bir hanım sahâbî…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in zaman zaman bahçesine uğrayıp öğle kaylûlesini yaptığı bir bahtiyar hanım… Efendimizden birkaç hadîs-i şerifin bizlere kadar ulaşmasına vesile olan bir iman eri…
O Medîneli olup Berâ ibni Mağrur ’un kızıdır. Hurma bahçelerine sahib bulunan varlıklı bir aileden. Bahçe bakım işlerinden anlayan, çalışkan, cömert, sevgi dolu bir hanım. Bizzat kendisi hurma ağaçlarını sular, onlara çocuğu gibi bakmaktan zevk alırdı.
Hurmalar olgunlaşınca ilk topladığı turfanda meyveyi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize gönderirdi. Efendimiz ikramını alır ve Ümmü Mübeşşir radıyallahu anha’ya dua ederdi. Hatta onu zaman zaman bahçesinde ziyaret ederdi. Bir seferindeki ziyaretini Cabir ibni Abdullah (r.a.) Ümmü Mübeşşir el-Ensariyye (r.anha) dan şöyle nakleder:
“Ben hurma bahçemizde olduğum bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz çıkageldi. Bana yönelerek şöyle dedi:
“Bu ağaçları kim dikti. Müslüman mı, yoksa kâfir mi?..” diye sordu. Ben hemen:
– Müslüman Ya Rasûlallah! deyince şu hadîs-i şerîfi îrâd buyurdular:
“Bir müslüman bir ağaç diker veya bir şey eker de; ondan herhangi bir insan veya bir hayvan yer istifade ederse o yenen şeyler o kimse hakkında sadaka olur.” (Müslim, Müsâkat, 8)
AĞACIN ALTINDA BİAT EDENLERE MÜJDE!
Ümmü Mübeşşir (r.anha) ashâb-ı şeceredendir. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize bir ağaç altında biat etmiştir. Bir gün bu ağaç altında Hazreti Hafsa annemizle otururlarken oraya İki Cihan Güneşi Efendimiz gelmişti. Burada aralarında geçen bir hâdiseyi Cabir ibni Abdullah(r.a.) yine Ümmü Mübeşşir (r.anha) dan şöyle nakletmektedir:
“Ümmü Mübeşşir (r.anha) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin, Hazreti Hafsa (r.anha)’nın yanında şöyle dediğini işitmiştir:
“İnşaallah şu ağacın altında biat eden, ashâb-ı şecereden hiç kimse cehenneme girmeyecek”buyurdu.
Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hazreti Hafsa (r.anha) annemiz Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize:
-Peki ya Rasûlallah Cenab-ı Hak âyet-i celîlesinde: “ İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka
herkes cehenneme uğrayacaktır.” (Meryem 19/71) buyuruyor. Bu nasıl olacak? dedi.
Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz:
“Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudu. Meâlen: “Sonra müttakî olanları kurtarırız da zâlimleri dizleri üstü bırakırız.” (Meryem 19/72)
Akabinde de buradaki “cehenneme varmaktan” maksadın sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek mânâsına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını açıkladı. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 163)
İNSANLARIN EN HAYIRLISI KİMDİR?
Ümmü Mübeşşir (r.anha) akıllı, kendine güvenli bir hanımdı.Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi bir topluluğa fitnelerin yaklaştığına dair bilgi verirken görmüştü. Söylediklerini işitince şöyle bir soru sormuştu:
“Ya Rasûlallah! O fitne devrinde insanların en hayırlısı kimdir?”
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu soruya şöyle cevap vermiştir:
“Kendisine ait üç beş koyun ile birlikte Rabbisine ibadet eden, namazını kılan,zekatını veren ve insanların şerrinden uzaklaşan kimsedir.” (Tirmizi, Fiten, 15/2177)
Ümmü Mübeşşir (r.anha)’dan en çok hadis rivayet eden râvi Cabir ibni Abdullah (r.a.)’dır.
O Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden rivayetle Ümmü Mübeşşir (r. anha)’nın şöyle söylediğini nakleder:
“Ben Neccaroğullarının bahçelerinden bir bahçede idim. İçerisinde o kabileden Cahiliye döneminde ölmüş olan birtakım kimselere ait mezarlar bulunuyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz yanıma geldi. Onların azap gördüklerini duyunca dışarı çıktı ve:
“Kabir azabından Allah’a sığının” buyurdu.
Ben kendisine:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar kabirlerinde azap görüyorlar mı?” diye sordum.
İki Cihan Güneşi Efendimiz:
“Evet, hayvanların tümünün duyduğu bir azap görüyorlar” diye buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 362)
Ümmü Mübeşşir (r.anha) hakkında kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. Bu sebebten onu şahsiyeti ile ilgili bilgilerden ziyade , rivayet ettiği hadislerle anlatmak durumunda kaldık.
Allah ondan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Ümmü Züfer (r.anha) Kimdir?
Ümmü Züfer radıyallahu anha Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin; “cennetlik bir kadın” iltifatına mazhar olmuş bir hanım sahâbi…
Başına gelen belâlara karşı sabırla direnen, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin gösterdiği yolda yürüyen, tavsiyelerine harfiyyen uyan, teslimiyet ehli bir bahtiyar hanımefendi… O, Habeşistanlı olup bedenen iri yapılı, uzun boylu siyâhi ve yaşlı bir hanımdır. İslâm’ın ilk yıllarında müslüman olduğu tahmin ediliyor.
Ümmü Züfer radıyallahu anha azim ve irade sahibi bir hanımdı. İslâm’ı yaşama konusunda bilinçli ve şuurlu hareket ederdi. İmanından asla taviz vermezdi. Harama düşmemek için titiz davranırdı. O, Allah’a ve Resûlüne tam teslim olmuş bir iman eriydi. Bela ve musıbetler karşısında tahammüllüydü. Kendisine cinniler musallat olmuştu. Bu yüzden sık sık hastalanırdı. Sar’aya tutulurdu. Fakat o bundan asla şikayet etmezdi.
Bu hastalığını Allah’dan gelen bir imtihan olduğunu bilir ve tevekkül üzere hareket ederdi. Acı ve ıstıraplara sabır ve tahammül göstererek Rabbına teslimiyetin en güzel örneğini verdi. Hastalığın İlk dönemleri bu şekilde rıza halinde geçti. Fakat hastalık gün geçtikçe şiddetlenip artınca İslâmî emir, nehiy ve hassasiyetlere dikkat edemez duruma geldi. Bunun üzerine çareler aramaya başladı.
O dönemde bu tür hastalıklar çoğalmıştı. Tedavi konusunda da kimsenin kesin, katî bir bilgisi yoktu. Ne yapılmalıydı? Nasıl hareket edilmeliydi? Bu sorulara cevap bulunamıyordu. Sonra zamanla cin çarpmış kimseler Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize getirilmeye başlandı. Onlara şöyle bir tedavi usulü uygulandı.
HASTALIKLARI TEDAVİ EDİYORDU
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in bu tür hastaları tedavi edişiyle ilgili olarak İbni Cüreyc, Hüseyin bin Müslim’den o da Tavus’tan rivayet ederek şu bilgileri nakleder:
“Efendimiz, huzuruna getirilen hastaların göğsüne vurur, ağızlarından siyah bir şey çıkararak onları tedavi ederdi.”
Aynı rivayet şöyle devam eder:
Ümmü Züfer (r.anha) da bu hastalık sebebiyle huzura getirildi. Ama o iyileşmedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahun aleyhi vesellem:
“Bu kadın, dünyada böyle kalacak, ama âhiret yurdu onun için daha hayırlı olacak” buyurdu. (Üstü’l-gabe, VII, 333. İsâbe, IV, 328-329, İstiab I,628)
Yine bir defasında Ümmü Züfer (r.anha) hastalanmıştı. Kardeşleri onu Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna getirdiler ve durumundan şikayette bulundular. Nebiyy-i Zîşân sallallahu aleyhi vesellem onlara:
“Eğer arzu ederseniz dua ederim, Allah iyileştirir. İsterseniz dua etmem, öyle kalır. Ama âhırette kendisinin hiçbir hesabı olmaz. Yani hesaba çekilmez” buyurarak kardeşlerini muhayyer bıraktı. (Üstü’l-gabe, VII, 333. İsâbe, IV, 328-329,İstiab I,628)
TESLİMİYET VE TEVEKKÜL EHLİ
Ümmü Züfer (r.anha) teslimiyet ve tevekkül ehli bir hanımdı. Fakat sar’aya tutulduğunda üzerinin başının açılmasından da çok üzüntü duyuyordu. Farkında olmadan mahrem yerlerinin açılmasından endişe ediyor ve harama düşmekten korkuyordu. Bu hal onu rahatsız ettiğinden çaresiz kaldı ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize müracat etti. Onun bu halini arzedişiyle ilgili olarak (Riyazüssâlihîn Tercüme ve Şerhi c. I s. 237-238) de şöyle bir rivayet nakledilir:
Atâ İbni Ebî Rebah’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhüma bana:
-Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi. Ben:
-Evet, göster, dedim.
İbni Abbas şöyle dedi:
-Şu (iri yarı) siyah kadın var ya! İşte bu kadın (bir gün) Nebî sallallahu aleyhi vesellem’e geldi ve :
-Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi.
Nebî sallallahu aleyhi vesellem:
“Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu.
Bunun üzerine kadın:
-Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi.
Nebî sallallahu aleyhi vesellem de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54)
CENNET İLE SAĞLIK ARASINDA TERCİH YAPTI
Ümmü Züfer (r.anha) cennet ile sağlık arasında tercih yapmak durumunda kaldı. O akıllı, zekî, azim ve irade sahibi bir hanımdı. Bir iman eri olarak tercihini ebedî hayatı için yaptı. Zira asıl hayat âhiret hayatıydı. Oradaki mutluluğu elde etmek en büşük gayesi idi. Bunun için bunca acı ve ızdıraba sabrederek cenneti kazanmayı arzuladı. Sadece üstünün başının açılmaması için dua istedi. Onun bu îmanî aşkı ve ebedî saadet iştiyakı bela ve musıbetlere karşı direncini, tahammül gücünü artırdı.
O, bu hareketiyle ayrıca kendisinin bilinçli, şuurlu, sadakatli ve tam teslim ehli bir müslüman olduğunu göstermiş oldu. Onun sadâkati meyvesini hemen vermiş ve Efendimizin duası hürmetine sar’a nöbetlerinde bir daha üstü-başı açılmamıştır.
Bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimizin iki şıklı cevap vermiş olması, bazılarınca garipsenebilir. İki Cihan Güneşi Efendimiz burada, hakkında en hayırlı olan bir şıkkı hatırlatmak suretiyle kadını iki iyilikten birini tercihte serbest bırakmıştır. Bu ashab ve ümmetine duyduğu şefkat ve merhametin tabiî bir sonucudur.
Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu davranışıyla aslâ, tedaviye karşı çıkmış değildir. “İstersen dua edeyim” buyurması bunun delilidir. Ancak tedavisi mümkün olmayan hastalıklar da olabilir. Bu tür hallerde asıl yapılması gerekli yolu göstermek üzere hastalığa sabretmenin cennet gibi bir bedeli olduğunu duyurmuştur.
Ümmü Züfer (r.anha)’ın hayatı hakkında kaynaklarda başka bilgiye rastlanmamaktadır. Onun böyle bir derde yakalananlara ibret olması ve bu hadisenin bize kadar gelmesine vesile olması da bir bahtiyarlıktır…
Allah ondan razı olsun. Cenab-ı Hak şefaatlerine mazhar eylesin. Amin.
Kayle Binti Mahreme (r.anha) Kimdir?
Kayle binti Mahreme radıyallahu anha Benî Temim kabîlesinden İslâm’a ilk giren hanımlardan… Anlayış, idrak ve seziş kabiliyeti yüksek bir hanım sahâbî…
Bir heyet içerisinde Medine’ye gelerek Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in huzurunda bulunma şerefine eren ve tereddüt göstermeden hemen biat eden bir bahtiyar…
Gördüğünü detaylı bir şekilde nakletme ve düşüncelerini güzel bir üslub içerisinde anlatabilme kabiliyetine sahip, ifadesi net, fesâhatte örnek bir hanım… O, benî Temim kabîlesinin Anberoğulları koluna mensuptur. Annesi Safiyye binti Sayfi, Cahiliye devri şâir ve hatiplerinden Eksem ibni Sayfi’nin kız kardeşidir.
Kayle binti Mahreme, Bekir İbni Vâil oğulları heyetinin elçisi Hureys ibni Hassân ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gelerek Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e biat etmiştir. O, kabilesinden İslâm’a ilk giren hanımlardan biri olma şerefini elde eden bir bahtiyardır. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde Peygamberimiz’in huzûrunda şâhid olduğu olayları ve gördüklerini etraflıca anlattığı uzunca bir rivayeti vardır.
ANLAYIŞ VE SEZİŞ KABİLİYETİ YÜKSEK SAHABÎ
Buhârî, el-Edebü’l-Müfred adlı eserinde, Ebû Dâvud ve Tirmîzî Sünen’lerinde bu rivayetin bir kısmına yer verirler. Taberânî ise onun tamamını kitabına almıştır. İbni Hacer el-Askalânî de, sahâbîlerin hayatına dair el-İsâbe adlı eserinde bu uzun rivayeti nakleder. Onun bu rivayetinden kendisinin anlayış ve seziş kabiliyeti yüksek bir hanımefendi olduğu anlaşılmaktadır. Zira şahit olduğu olayları ve gördüklerini etraflıca, detaylı bir şekilde anlatması, ifade ve anlatım tarzı, ayrıntılara gösterilen dikkat onun bu yönünü bize açık ve net olarak göstermektedir.
Riyazüssalihîn’de geçen kendi rivayet etmiş olduğu hadis-i şerifte onun bu özelliklerini bâriz bir şekilde görmek mümkündür. Şöyle ki:
Kayle binti Mahreme radıyallahu anha şöyle der:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i dizlerini karnına dayamış, ellerini koltuklarının altına koyup, kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i böyle huşû ve huzû içinde mütevâzî bir vaziyette oturur görünce, korkudan irkildim. (Ebû Dâvud, Edeb 22)
Kayle radıyallahu anha, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin heybetinden korkup sarsılmıştır. O mecliste bulunan bir sahâbi durumu farketmiş ve Peygamberimize:
-Ya Rasûlallah! Şu fakir kadıncağız korkup sarsıldı, deyince, Peygamber Efendimiz arka tarafında durmakta olan Kayle’ye, kendisini görmeksizin eliyle işaret ederek:
“Ey fakir kadıncağız! Sâkin ol ve gönlünü rahat tut,” buyurmuştur. Kayle diyor ki:
– Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem böyle söyleyince, Allah kalbimdeki korkuyu ve irkilme hissini giderdi. (Riyazüssalihîn Tercüme ve şerhi, c. 4, s.364-366)
İki Cihan Güneşi Efendimiz her halinde olduğu gibi oturuşunda da mütevâzî idiler. Onun her hal ve hareketi oturuşu, kalkışı, yürüyüşü bir huşû ve hudû halini yansıtırdı. Kendisini görenler üzerinde bir saygı, sevgi ve kalbten gelen bir irkilme hissi uyandırırdı.
Kayle binti Mahreme (r.anha)’nın rivayet ettiği bir hadis-i şerif de Sünen-i Ebî Davud’da geçmektedir. Bu hadisde onun müslüman oluşu ile ilgili bilgiler, şahsiyet ve karakteri ile ilgili davranışlar ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzurunda fikir ve düşüncesini açıkça beyan edebilme hâli görülmektedir. Şöyle ki:
Kayle binti Mahreme radıyallahu anh’den şöyle rivayet edilmiştir:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına geldik. Bekir bin Vâil’in elçisi, Hureys ibni Hassan’ı kastederek dedi ki:
-Arkadaşım öne geçti. Kendisi ve kavmi yerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e İslâmiyet üzerine biat etti. Sonra şöyle dedi:
-Ya Rasûlallah! Bizimle Beni Temim arasında Dehna mevkii hakkında bir anlaşma yaz. Onlardan misafir ve komşu olanlardan başka tek bir kimse bizim tarafa Dehna’ya geçmesin.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kâtiplerinden birine: “Ey oğul! Dehna hakkında Hureys’e bir senet yaz” buyurdu. Ben ona Dehna’nın verilmesinin emrolunduğunu görünce,oranın kendi memleketim ve evim olması yönüyle beni bir üzüntü kapladı ve:
“Ya Rasûlallah! Bu senden adaletli bir istekte bulunmadı. Gerçekten şu Dehna senin yanında develerin bağlandığı, salındığı yer, koyunların da merasıdır. Temim oğullarının kadınları ve oğulları hemen onun arkasındadır” dedim.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
“Ey oğul, yazmaktan vazgeç. Bu kadıncağız doğru söyledi. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Dehna’da bulunan) su ve ot (Bekir bin Vâil ile Beni Temim’den) her ikisine de yeter. (Orada fitne vericilere (şeytanlara) karşı birbirlerine yardım ederler.” buyurdu. (Sünen-i Ebî Davud, Hadis no: 3070)
Dehna: Beni Temim yurdunda suyu az, otu çok meranın adıdır. Bekir bin Vâil buranın kendilerine verilmesini, bunun da bir senetle tesbitini istemişlerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz önce vermek istemiş, sonra Kayle’nin hatırlatması üzerine bundan vazgeçmiştir.
SAHABÎNİN MÜTHİŞ DUÂSI
Kayle binti Mahreme (r. anha) Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sevgisiyle gönlünü doldurmuş, onun tavsiyelerini harfiyyen yerine getirme gayreti içerisinde yaşayan bir muhabbet eridir. Onun bu hassasiyetini yatsıdan sonra yatağına uzandığı zaman yaptığı şu uzunca duâda görebilmekteyiz. Kızlarından Uleybe, annesinin şöyle dua ettiğini nakletmiştir:
“Bismillâh. Allah’a dayandım. Yan tarafıma uzandım. Günahıma tevbe ettim.”
Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra;
“Allah’a sığınırım. O’nun tam kelimelerine sığınırım ki, ne iyi ne de kötü kimse bu kelimeleri aşamaz. Gökten inen ve göğe yükselenlerin şerrinden, yere inen ve oradan çıkanların şerrinden, gündüzün şerrinden, gece gelip çatanların şerrinden Allah’a sığınırım. Ancak hayırla gelip çatanlar müstesna. Allah’a iman ettim. O’na sımsıkı bağlandım. O’na dayandım, O’na güvendim. Kudretine her şeyin teslim olduğu Allah’a hamdolsun. Yüceliğine, izzetine ve azametine her şeyin boyun büktüğü Allah’a hamdolsun. Hükümranlığı karşısında her şeyin boyun eğdiği Allah’a hamdolsun. Arşının izzetine hürmetine, kitabındaki sonsuz rahmet hürmetine, yüce şânın hürmetine, ism-i âzam hürmetine bize rahmet nazarıyla bakmanı niyaz ederim. Bize öylesine bir rahmet nazarıyla bak ki; Bu bakış bizim için affetmediğin bir günah, görmediğin bir ihtiyac, helâk etmediğin bir düşman, giydirmediğin bir çıplak, ödemediğin bir borç bırakmasın. Bizim için derleyip toparlamadığın, dünya ve ahırette bizim faydamıza olan hiçbir işi bırakmayan ey merhametlilerin merhametlisi Allah’ım!.. Allah’a iman ettim. O’na bağlandım. O’na güvenip dayandım.
Sonra 33 defa “Sübhânallah”; 33 defa “Allahu Ekber”; 33 defa “Elhamdülillah” derdi.
Ey kızım! Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzûruna kızı Fâtıma bir yardımcı istemek için gelmişti. Efendimiz o biricik kızına hizmetciden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? buyurdu. O da: Evet dedi. Bunun üzerine yukardaki tesbihleri yatarken okumasını tavsiye etti. (Taberânî c.10, s.25)
Derin tefekkür ve rakik bir kalbe sahib olan Kayle binti Mahreme (r. anha) gönül âlemi zengin bir hanım sahâbîdir. Hayatının son dönemleri ve ölüm tarihiyle ilgili bilgilere kaynaklarda rastlanamamaktadır.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Ümmü'd Derdâ (r.anha) Kimdir?
Ümmü’d-Derdâ radıyallahu anhâ, meşhur sahâbî Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh künyesi ile tanınan Uveymir ibni Mâlik’in âilesi…
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizden bir hayli hadîs-i şerif ezberleyerek rivayet eden, akıllı, bilgili ve dirayetli bir hanım sahâbî… O, Medineli olup “Eslemoğulları” kabilesine mensuptur. Asıl adı “Hayre binti Ebi Hadret”tir. Ümmü’d-Derdâ künyesiyle meşhur olmuştur.
İbnü’l-Esir, Üstülgâbe adlı eserinde onu, hanım sahâbîlerin ileri gelenlerinden, âbid- zâhid ve ibadete düşkün bir hanım olarak zikreder. Kocası Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh, hikmet sâhibi bir zâttı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in: “Uveymir ümmetimin hakîmidir” meth ü senâsına ve iltifatına mazhar olmuş bir bahtiyardı.
Ümmü’d-Derdâ (r.anha) akıllı, bilgili, ezberi kuvvetli bir hanımdı. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden duyduğu veya kocasının nakletmiş olduğu bir çok hadis-i şerifin yayılmasına vesîle olmuştur. İşittiği hadisleri kendisi bizzat etrafına anlatarak rivayet etmiştir. Onlardan bir kaçı kütüb-i sittede geçmektedir. O, sabırlı, irâdesi güçlü bir hanımdı. Dünyevî sıkıntıları fazla dert edinmezdi. Mutluluk ve seâdetin sabırla kazanılacağına inanırdı. Ama insanoğlunun da bir tahammül gücü vardı. Onu zorlamamak lâzımdı. Bu konuda onun başından geçen bir hâdise vardı. Kocasıyla Selmân-ı Fârisi (r.a) arasında geçen bu hâdise şöyle anlatılır:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ebu’d-Derdâ ile Selmân-ı Fârisi (r.anhüma)yı kardeş îlân etmişti. Bir gün Selman(r.a) ziyaret için gitti. Ümmü’d-Derdâ’yı eski bir kıyafet içerisinde garib, fakir gördü.
-Neyin var? Niçin üzgünsün? dedi. Kardeşim Ebu’d-Derdâ nerede? diye sordu.
Ümmü’d-Derdâ (r.anha) sitemli bir şekilde :
-Kardeşin Ebu’d-Derdâ, dünyalık hiç bir şeye ihtiyaç duymuyor. Dünyadan elini eteğini çekti. Geceleri uyumaz oldu diye cevap verdi.
Selman (r.a) onun bu hâline şaşıp kaldı. Ne diyeceğini, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Derin bir sükûta daldı. Kendi kendine kardeşinin gelmesini bekleyip bizzat onunla görüşmeyi hatta geceyi yanında geçirmeyi düşündü. Bu arada Ebu’d-Derdâ (r.a) eve geldi. Selman (r.a) üzgün ve suskun bir vaziyette oturmaktaydı. Selâmlaşıp hoş beş ettikten sonra âilesinin durumunu sordu.
Ümmü’d-Derdâ (r.anha) acele ile yemek hazırlayıp sofrayı getirdi. Onlar yemeklerini yerken istirahatleri için yataklarını hazırladı. Ebu’d-Derdâ (r.a) kardeşi Selman (r.a)’a yatağını gösterdi. Selman (r.a) hemen uyudu. Kendisi ise bir müddet uyuyunca kalktı. Selman hemen elbisesinden tuttu ve:
“Ebu’d-Derdâ! Yat uyu! dedi.”
Ebu’d-Derdâ biraz uyudu. Sonra namaz kılmak için yine kalktı. Selman onu tekrar tutarak:
“Ebu’d-Derdâ! Yat uyu! dedi.”
Ebu’d-Derdâ yattı. Gecenin son üçte biri olunca Selmân-ı Fârisî (r.a):
“Ebu’d-Derdâ! Şimdi namaz için kalk” dedi.
Sabah namazını cemaatle kılmak üzere beraberce mescide çıktılar. Namazdan sonra Ebu’d-Derdâ (r.a) kardeşi Selman (r.a) ile aralarında geçen hadiseyi biraz şikayet edercesine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize anlattı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):
“Ebu’d-Derdâ! Bize ruhbanlık emredilmedi. Selman doğru söylemiş. Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Çoluk çocuğunun , ailenin senin üzerinde hakkı var. Vücudunun senin üzerinde hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” buyurdu.
ASRI SAÂDETTEN SÂLİHA HANIM
Ümmü’d-Derdâ (r.anha) zeki ve olgun bir hanımdı. Kocasının halinden anlayan, onun öfkesini, neşesini paylaşan, karşılıklı sohbet ederek dertleşen ağırbaşlı bir ahlâka sahipti. Onun bu hâli şu hadislerde açıkça görülmektedir. Ümmü’d-Derdâ (r.anha) şöyle anlatır:
“Ebu’d-Derdâ, bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Bir gün ona:
“İnsanların seni yadırgamalarından korkuyorum!” dedim. O da bana:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi” dedi. (Ahmed b. Hanbel, V, 198-199)
Ne samîmi bir ortam!.. Ne sıcak bir yuva!.. Ne sevgi ve tebessüm dolu bir âile hayatı!..
Sâlim (r.a) da, Ümmü’d-Derdâ(r.anha)’nın şöyle söylediğini işittim diyerek şu rivayeti nakletmektedir:
“Bir gün Ebu’d-Derdâ(r.a) öfkeli bir vaziyette yanıma geldi. Kendisine:
-Niçin öfkelendin? Seni kızdıran şey nedir? diye sordum.
O da şöyle cevap verdi:
“Vallahi, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in ümmeti hakkında bildiğim tek şey; onların cemaatsiz namaz kılmamalarıdır” dedi. (Buhari, Ezan 31)
Bu hadis-i şerifin şerhinde Ebu’d-Derdâ(r.a)’ın sabah namazına cemaate gelme konusunda gördüğü gevşekliğe kızdığı kaydedilmektedir.
Ümmü’d-Derdâ(r.anha) kocasından duyup dinlediği hadîs-i şerifleri Ebu’d-Derdâ (r.a)’dan rivâyetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır diye nakleder. Şöyle ki:
Talha bin Kureyz(r.a) Ümmü’d-Derdâ’dan, o da Ebu’d-Derdâ’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Hiç bir kul yoktur ki; müslüman kardeşinin gıyabında dua etsin de bir melek de onun için, aynısı sana da olsun,sana da verilsin demesin.” (Müslim, Zikir 86)
Ne büyük müjde!.. Ne kârlı bir iş!.. Ne bereketli bir amel!.. Kardeşin gıyabında yapılan duâya meleklerin; “aynısı sana da olsun” diye dua etmesi!.. Dua ; akıllı insanın her an değerlendirmesi gereken mânevî bir kazanç kapısı!.. Kolayca yapılabilecek bir davranış!.. Mü’min için bir fırsat!.. Ey Rabbimiz! Bizlere de kalbî duâlar yapabilmeyi nasib et!.. Nimran bin Utbe ez-Zimârî şöyle anlatır:
Biz yetimdik. Bir gün Ümmü’d-Derdâ (r.anha)’nın yanına vardık. Bize şunları söyledi:
-Müjdeler olsun size, ben Ebu’d-Derda’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini işittim.
“Şehid, âilesinden yetmiş kişiye şefaat eder.” (Ebû Dâvud,Hadis no: 2522)
BEŞ ŞEYİ İMAN İLE YAPAN CENNETE GİRER
Yine Ümmü’d-Derdâ(r.anha) Ebu’d-Derdâ(r.a)’dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
-Kim beş şeyi iman ile yaparsa Cennete girer.
1- Günde beş vakit namazı abdestlerine, rükûlarına, secdelerine ve vakitlerine riâyet ederek kılarsa
2- Ramazan orucunu tutarsa
3- Yol masraflarına gücü yeter de Hacca giderse
4- Gönül hoşluğu ile zekâtını verirse
5- Emaneti edâ ederse cennete girer.
Ashâb-ı kiram ona:
“Yâ Eba’d-Derdâ! Emaneti edâ etmek ne demek?” diye sordu. O da:
“Cünüplükten gusletmektir” diye cevap verdi. (Ebû Dâvud, hadis no: 429)
İslâm’ın bütün vecîbeleri bize birer emânettir. Ebu’d-Derdâ(r.a) burada gusletmenin önemine işaret etmiştir.
Ümmü’d-Derdâ (r.anhâ) Ebu’d-Derdâ (r.a)’den naklen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyler:
“Kıyamet gününde mizanda güzel huydan daha ağır basacak bir şey yoktur.” (Ebû Dâvud, hadis no: 4799)
Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh rivâyet ediyor:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu işittim.
“Lâneti çok yapanlar kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehidde olamazlar.” (Müslim, Birr , 85) Yâni müminler kıyamet günü muhtaç olanlara şefaatte bulunurken, dilinden lâneti düşürmeyen kimselerin bu şerefe eremeyecekleri belirtilmektedir. Ayrıca şehidlik nimetini tadamazlar. Yâni Allah yolunda ölemezler demektir.
Ümmü’d-Derdâ(r.anhâ) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu Ebu’d-Derdâ’dan işittim diyerek lânet konusunda şu hadîsi nakleder:
“Şüphesiz bir kul bir şeye lânet ederse onun sözleri semâya yükselir. Sema kapıları kapanır,sonra yere iner. Ardından yer kapıları kapanır,sonra sağa sola gider. Artık gidecek yer bulamayınca lânet olunana döner. Eğer o kimse lânete hak kazanmışsa onda kalır. Yok eğer müstehak değilse lânet söyleyene döner.” (Ebû Dâvud, hadis no:4905)
Sâlim (r.a) Ümmü’d-Derdâ(r.anhâ)’dan; o da Ebu’d-Derdâ(r.a)’dan rivayetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Dikkat! Size oruç, namaz ve sadaka derecesinden daha faziletli bir şey haber vereyim mi?”
Ashâb-ı kiram:
“Evet yâ Rasûlallah!” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“İki kişinin arasını bulmak. Dargınları barıştırmaktır. Dargın kimselerin arasını ifsad etmek, bozmak ise (imânı) kökünden kazır” buyurdu. (Ebû Dâvud, hadis no: 4919)
Hadîs-i şerifte geçen nâfile oruç, namaz ve sadakadır.
Yine Ümmü’d-Derdâ (r.anhâ) Ebu’d-Derdâ(r.a)’dan naklen Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
“Kim sabah-akşam, “Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû aleyhi tevekkeltü ve huve Rabbü’l-Arşi’l-Azîm / Allah bana kâfîdir. O’ndan başka ilâh yoktur. O’na tevekkül ettim. O, büyük arşın sahibidir” diye yedi kere söylerse Allah onun sıkıntılarını giderir” buyurdu. (Ebû Dâvud, hadis no: 5081)
Ümmü’d-Derdâ radıyallahu anhâ kocası Ebu’d-Derdâ (r.a)’ dan iki sene önce Şam’ da Hazreti Osman radıyallahu anh’ in halîfeliği zamanında vefat etmiştir.
Allah ondan râzı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Ümmü Sinan (r.anha) Kimdir?
Ümmü Sinan radıyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizle Hayber savaşına katılan kahraman bir hanım sahâbî!..
Hazreti Safiyye radıyallahu anha annemizin mutlu gününde beraber olan, düğün hazırlıklarında candan koşturan, onun saçını başını tarayan, güzel kokular sürerek elbisesini giydiren ve ona en yakın hizmet etme fırsatını yakalayan bir bahtiyar!..
O, Medineli olup Eslemoğulları kabilesine mensuptur. Asıl adı ve nesebi hakkında kaynaklarda geniş bir bilgiye rastlanmamaktadır. Eslemiyye ve Ensariyye şeklinde iki ayrı isim gibi gösterilmektedir. İkisi de Ümmü Sinan künyesiyle geçmektedir.
Ümmü Sinan, Sevgili Peygamberimizin hicretinden sonra İslâm’dan haberdar olmuştur. Son din ve son Peygamber ile ilgili bilgileri duyunca ; Ensar’dan bir gurup hanımla Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna gelerek biat etmiş ve İslâm’la şereflenmiştir.
PEYGAMBERİMİZİN BEY’AT İÇİN HANIMLARDAN ALDIĞI SÖZ
İki Cihan Güneşi Efendimiz bey’at için gelen Ensar hanımlardan;
Allah’tan başka hiç bir ilâha inanmayacaklarına, ibadet etmeyeceklerine, Allah’a ve Rasûlüne itaat edeceklerine, yalan konuşmayacaklarına, içki içmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, çoçuklarını öldürmeyeceklerine dâir söz almıştır.
Ümmü Sinan (r.anha) ilim sevdalısı bir hanımdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden yeni şeyler öğrenmek için mescide giderdi. Vaaz ve nasîhatlarını dinlerdi. Kütüb-i sitte hadisleri arasında bir tane hadis rivayeti geçmektedir. O da şudur:
Abdullah ibni Abbas (r.anhümâ) anlatıyor:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ensar’dan Ümmü Sinan adındaki bir kadına:
“Bizimle haccetmekten seni ne alıkoydu?” diye sordu.
Kadın:
“Ebû Fülânın (kocasını kastederek) sadece iki sulama devesi var. Birine o ve oğlu biniyor. Öbürü ile de arâzimi suluyorum” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Öyleyse Ramazan gelince umre yap. Zira Ramazanda yapacağın bir umre, nafile haccın sevabına muâdil olur” buyurdu. (Buhari, Umre 4, Müslim, Hacc 222 )
Sübeyte binti Hanzala (r.anha)’ nın rivayet ettiğine göre Ümmü Sinan (r.anha) şöyle derdi:
“Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile beraber Cuma ve Bayram namazlarına çıkardık.” (el-İsâbe, IV , 98)
SAVAŞA GÖNÜLLÜ GİDEN BİR HANIM
Ümmü Sinan(r.anha) hizmet ehli, becerikli, kahraman ruhlu, gözüpek bir hanımdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Hayber Savaşı için hazırlık yaptığı haberini aldı. Bir çok hanım sahabinin de katılacağını duydu. Kendisi de bu savaşta hizmet etmek istiyordu. Efendimiz’in huzuruna giderek talebini şöyle arz eyledi:
“Yâ Rasûlallah seninle birlikte savaşa çıkmak istiyorum. Orada su taşır, hasta ve yaralıları tedâvi ederim” dedi.
O dönemlerde yapılan savaşlara kadınlar da iştirak ederdi. Hastaların bakımını yapar, ordunun su ihtiyacını giderirlerdi. Bu sebebten Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Ümmü Sinan (r.anha)’nın savaşa katılarak hizmet etme isteğinden memnun kaldı. Ona izin verdi ve şöyle buyurdu:
“Allah’ın bereketi üzerine olsun. Senin için kadın arkadaş da var. Dilersen kavminle birlikte, dilersen bizim beraberimizde savaşa katılırsın.”
O da:
“Sizinle, beraberinizde olmak istiyorum” dedi.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz:
“O halde zevcem Ümmü Seleme ile beraber bulun” buyurdu.
Ümmü Sinan(r.anha) harbe katıldı ve büyük hizmetler gördü.
O, Hayber Savaşı hâtırâlarını şöyle anlatır:
“Savaşta yaralananları yanımızda bulunan ilaçlarla tedâvi ediyordum. Onlar da iyileşiyordu.”
Savaş sonrasında kendisine ganimet olarak; gümüş takılar, Fedek kadifesi, Yemen elbiseleri ve bir deve verildi.
Ümmü Sinan (r.anha) bu savaşta esir düşen, sonradan Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizle evlenen Hazreti Safiyye (r.anha) annemizin düğün hazırlıklarında candan hizmet etmiştir. Onu süsleyerek, saçını, başını tarayarak ve güzel kokular sürerek hazırlamıştır.
Ümmü Sinan (r. anha)’nın kocası Ebû Sinan (r.a) ‘ın rivayet ettiği bir hadis de kaynaklarda şöyle geçmektedir:
“Oğlum Sinan’ı defnettiğimde kabrin kenarında Ebu Talha el-Havlânî oturuyordu. Defin işi bitince bana:
“Sana müjde vereyim mi?” dedi. Ben:
“Tabi, söyle!” dedim.
“Ebu Musa el- Eş’arî (r.a) bana anlattı” diye söze başlayıp Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şu sözlerini nakletti:
“Bir kulun çocuğu ölürse, Allah meleklere:
“Kulumun çocuğunu mu kabzettiniz?” der.
Melekler de: “Evet” derler.
Allah Teâlâ tekrar:
“Yani kalbinin meyvesini mi elinden aldınız?” diye sorar.
Melekler yine: “Evet” derler.
Allah Teâlâ:
“Kulum bu esnâda ne dedi?” diye sorar.
Melekler de:
“Sana hamdetti ve istircâda bulundu.” (yani, biz Allah’ın kuluyuz ve O’na dönücüleriz) âyetini okudu derler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle emreder:
“Öyleyse, kulum için cennette bir köşk inşâ edin ve bunu Beytü’l-hamd(hamd evi) diye isimlendirin.” (Tirmizi, Cenâiz 36)
Ümmü Sinan (r.anha) bir defasında da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelerek:
“Yâ Rasûlallah, utanarak sana geldim. Bir ihtiyacımdan dolayı gelmeye mecbur kaldım” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem :
“Keşke müstağni olsaydın, senin için daha hayırlı olurdu” buyurdu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden birkaç hadis-i şerifin bizlere kadar ulaşmasına vesile olan Ümmü Sinan(r.anha)’dan Allah razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine nâil kılsın. Âmin.
Nâile Binti Ferâfisa (r.anha) Kimdir?
Nâile binti Ferâfisa radıyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin iki kerîmesinin vefatından sonra Hazreti Osman radıyallahu anh ile evlenen bahtiyar bir hanım sahâbi…
Âsîler tarafından evi muhasara altına alınan Hazreti Osman’ın (r.a), şehit edilirken yanından ayrılmayan vefakâr ve fedakâr bir eşi… Evin içine giren gözü dönmüş kişilere nezaketle direnen, onları nasihatla uyaran, sözü müessir, ifadesi güçlü, lisanı fasih bir hatip… İsyankârların hücumlarına ve kılıç darbelerine karşı korkusuzca karşı koyan, parmaklarını kaybeden, kahraman, cesur bir hanım…
Kendisine hürmet edilen, halk içinde itibarı yüksek, anlayışlı, zeki, yufka yürekli, şâir ruhlu bir bahtiyar… O, Beni Kelb kabilesine mensuptur. Hıristiyan bir babası vardır. Adı Ferâfisa bin el-Ahvas’dır. Babası anlayışlı bir kimse olup, kavmi içinde hürmet edilen efendi bir insan. Çocuklarının dürüst , ahlaklı, bilgili ve kültürlü yetişmeleri için gayret eden bir baba.
İSLAM’I SEÇEN HIRİSTİYANLAR
Nâile binti Ferâfisa Hıristiyan bir âile ortamında büyüdü. Fakat o, şair ruhlu, okuyan, araştıran bir insandı. Son din ve son Peygamber hakkında bilgiler toplamaya başladı. İslâm’ın güzel ahlâkına dair öğrendiği bilgiler onun gönül dünyasını aydınlattı. Kısa bir zaman sonra Müslüman olmaya karar verdi. İki kardeşiyle birlikte İslâm’ı kabul edip kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.
Babası, Hıristiyan dini üzere devam ederken, kızlarının Müslüman olmalarına karşı çıkmadı. Hatta kızlarının ikisinin de Müslüman erkeklerle evlenmelerine izin verdi.
Birinci kızı Hind(r.anha), Kûfe valisi Said ibni Âs (r.a) ile; ikinci kızı Nâile (r.anha) da Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin damadı ve Müslümanların üçüncü halifesi Hazreti Osman (r.a) ile evlendiler.
Nâile binti Ferâfisa radıyallahu anha, zeki, anlayışlı, bilgili, kültürlü ve şair ruhlu bir hanımdı. Evliliği şöyle gerçekleşmiştir:
Said ibni Âs (r.a), Hazreti Osman’ın (r.a) hilâfetinden önce Kûfe valisi idi. Bu vazîfede iken Ferafisa’nın kızı Hint ile evlenmişti. Bunu duyan Hazreti Osman (r.a), Said ibni Âs (r.a)’ha özel bir mektup yazdı.
Mektupta: “İşittiğime göre Ben-i Kelb kabilesinden bir kadınla evlenmişsin. Onun nesebi ve huyu hakkında bilgi veresin” diye bir açıklama istedi. O da cevap olarak:
“Aldığım kız Ferafisa bin el-Ahvas’ın kızıdır. Hıristiyan bir âile ocağında yetişmiş, sonradan Müslüman olmuş bilgili, görgülü, zeki bir hanımdır. Dürüstlüğü ve ahlâkı mükemmeldir” şeklinde bir mektup yazarak açıklamalarda bulundu.
Hazreti Osman (r.a) bu mektubu ve içindeki bilgileri alınca, Said ibni Âs (r.a)’ha tekrar bir mektup yazdı. Gönlündeki arzusunu bildirerek şöyle dedi:
“Eğer onun kızkardeşi varsa onu da benimle evlendiresin” diye talepte bulundu. Kendisini vekil tayin etti.
Bunun üzerine Said ibni Âs (r.a) kayınpederine bir mektup yazarak Hazreti Osman (r.a)’ın talebini iletti. Hırıstiyan baba hiç tereddüt etmeden kızı Nâile’yi evlendirmesi için abisi Dabb’ı vekil tayin etti.
Nâile (r.anha) genç yaşta Hazreti Osman (r.a) gibi yaşlı bir kimse ile evleneceğini öğrenince biraz düşünmüştü. Fakat onun soylu, şerefli ve Cennetle müjdelenmiş bir sahâbe olması, Nâile (r.anha)’nın bu evliliğe müsbet cevap vermesine vesile oldu. Müslüman olan abisi Dabb ile birlikte âilesiyle vedalaşarak Medine-i Münevvere’de Hazreti Osman (r.a)’ın evine geldi.
Hazreti Osman (r.a) yeni hanımı Nâile (r.anha)’yı yüksekçe bir yere oturttu. Onunla karşılıklı sohbet etti. Aralarında geçen konuşmalarda onun söz ve tavırlarından memnun kaldı. Nâile (r.anha) vefakâr ve fedakâr bir hanımdı. Kocasına karşı hürmette ve hizmette hiç kusur etmedi. O dönemin fitne dolu günlerinde eşinin en büyük destekçisi oldu.
HZ. OSMAN (RA) NASIL ŞEHİT OLDU?
Hazreti Osman (r.a) muhasara edilip, evinde mahsur kaldığı gün, yanından ayrılmadı. Gözü dönmüş hâin kişilerin kocasını öldürmek için dalkılıç yanına girdiklerini görünce eşinin üzerine kapanıp onu korumaya çalıştı. Ona çekilen kılıçları eliyle tutmağa çalıştı. Bu hengâmede parmaklarını kılıç kesti. O böylesine vefakâr, cesur bir eş idi.
Nâile (r.anha) bu muhâsara ânını şöyle nakleder:
“Hazreti Osman(r.a) evi muhâsara edildiği gün oruçlu idi. İftar vakti gelince su istedi. Âsîler alay edercesine; Şu aşağında kuyu var dediler. Pislik atılmış, kokuşmuş bir kuyuya işaret ettiler. O geceyi yemeden içmeden geçirdi. Sabah aydınlanırken komşular geldi. Onlardan da su istedi. Hemen koşup bir testi su getirildi. Bu esnada o, hafif dalmış ve uyuklamıştı. Su getirilince uyandırıldı. Bu arada uyur uyanık halde iken bir rüya görmüştü. Kendisi şöyle anlatıyor:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bana şu tavandan baktı ve su dolu bir kova uzattı.
“Ya Osman! Buyur, iç” dedi.
Ben de susuzluğumu gideresiye, kanasıya, doyasıya kadar tekrar tekrar içtim. Su hiç eksilmiyor, içtikçe artıyordu. Sonra bana şöyle buyurdu:
“Ya Osman! Kavminden bir gurup senin üzerine yürüyecek. Eğer sen onlarla savaşırsan muzaffer olursun. Onlara karşı durmaz, mücâdele etmez, serbest bırakırsan yanımızda iftar edersin.” (Ali el- Müttakî, no: 36295)
Bunun üzerine Hazreti Osman (r.a) kadere boyun eğip, teslim oldu. Âsîler içeri girerek o edeb ve hayâ timsali insanı şehid ettiler. Aynı konu, bir başka kaynakta şu şekilde geçmektedir:
Hazreti Osman (r.a)’ın hanımı Nâile binti Ferâfısa (r.anha)’dan rivayetle nakledilir ki:
“Emîrü’l- mü’minîn Hazreti Osman (r.a) azıcık uyuklamıştı. Uykudan kalkınca şöyle dedi:
“Kavmim beni öldürecek.”
Ben de dedim ki;
“Aslâ! İnşaallah bu arzularına ulaşamayacaklar. İstediklerini yapamayacaklar. Şüphesiz senin halkın seni gözetir, korur.”
Hazreti Osman (r.a) tekrar buyurdu ki;
“Rüyamda Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i, Ebû Bekir, Ömer radıyallahu anhüma’yı gördüm.”
Dediler ki:
“Bu gece iftarı yanımızda açarsın.” (Ahmed bin Hanbel, I , 73)
Nâile binti Ferâfısa (r.anha) sözü müessir bir hatipti. İfadeleri güçlü, tesirli idi. O, Hazreti Osman’ın (r.a) evi kuşatıldığında âsîlere karşı şöyle hitap etmişti.
“Siz onu öldürmek mi istiyorsunuz? Size şunu söyleyeyim de artık onu ister öldürün, ister bırakın.
O bütün geceyi, bir tek rekâtla ihya eder ve o rekâtta bütün Kur’ân’ı hatmeder” dedi. Onun fazîletini ve Kur’an dostu olduğunu hatırlattı. (Heysemî, IX, 94; Ebû Nuaym, Hilye, I, 57)
O, metânet ve sadakat sahibi cesur bir hanımdı. Hazreti Osman (r.a) şehid edildiğinde de metânetini kaybetmedi. Âsîlere aynı hatırlatmalarda bulunarak şöyle hitap etti:
“Siz onu şehid ettiniz. Vallahi o, bütün geceyi tek rekâtta Kur’ân’ı hatmederek ihya ederdi” dedi. (İbni Sa’d, III , 76 )
Bu sözüyle o, kocasının edeb ve hayâ sahibi, Kur’an dostu, fazîletli bir insan olduğunu tasdik ediyordu. Onun yüce ahlâkını zikrederek kendini teselli etmeğe ve sükûnet bulmağa çalışıyordu.
Nâile (r.anha) böylesine acılı bir günü yaşamış ve hayat arkadaşını sonuna kadar yalnız bırakmamıştır. Onun hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklarda kendisinin nerede ve ne zaman vefat ettiği zikredilmemektedir.
Allah ondan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine naiy eyleyip, onun vefakârlığından, sadakatinden hisseler nasib eylesin. Amin.
Selma Binti Kays (r.anha) Kimdir?
Selma binti Kays radıyallahu anha, baba tarafından Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize uzaktan akraba olan bir hanım sahâbi…
Ümmü Münzir künyesi ile şöhret bulan, misafirperverliği ile tanınan bahtiyar bir hanım…
Perhiz yapmak konusunda rivayet ettiği bir hadis-i şerif ile ümmete ışık tutan, iki kıbleye de namaz kılan bir iman eri… O, Medineli olup; Neccaroğlu kabilesine mensuptur. Babası, Kays ibni Amr’dır. Annesi, Ragîbe binti Zürâre’dir. Bedir Gazvesinde şehid düşen Süleyt ibni Kays (r.a)’ın kızkardeşidir.
Selma binti Kays radıyallahu anha, Kays ibni Sa’saa ile evlenmişti. Bu evliliklerinden “Münzir” isimli bir çocuğu olmuştu. Bu çocuğa nisbet edilerek o, “Ümmü Münzir” adıyla çağrılmış ve bu isimle şöhret bulmuştur. Kabilesi arasında da daha çok bu isimle tanınmıştır.
Selma binti Kays özgüvene sahip, akıllı, zeki ve becerikli bir hanımdı. Düşüncelerini anlaşılır bir şekilde, rahatlıkla ve açık olarak ifade ederdi. Baba tarafından da Sevgili Peygamberimizin uzaktan akrabası oluyordu. Hatta halalarından sayılmaktaydı.
O, hicretten sonra Müslüman olmuştur. Kimseden çekinmeden İslâm’a girme kararını kendi iç dünyasında vermiş ve kabilesinden sekiz-on kişilik bir hanım gurubu ile gelerek Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat etmiş bir kahraman hanımdır. İslâm’a girişini kendisi şöyle anlatıyor:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Medine-i Münevvere’ye gelip yerleştiğini öğrenince; Neccaroğullarından sekiz-on kişilik bir gurup hanımla anlaşıp İslâm’a girmeğe karar verdik. Araya fazla vakit koymadan hemen ertesi gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e biat etmek üzere huzuruna vardık.
PEYGAMBERİMİZE BİAT ETMENİN ŞARTLARI
Allah Rasûlü biat için bize bir kaç şart ileri sürdü. Bunlara titizlikle riayet etmemizi isteyerek bizimle biat etti. Bu şartlar şöyle idi:
1- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağımıza
2- Hırsızlık etmeyeceğimize
3- Zina yapmayacağımıza
4- Çocuklarımızı öldürmeyeceğimize
5- Kimseye iftira etmeyeceğimize
6- İyilikte isyan etmeyeceğimize
7- Kocalarımızı aldatmayacağımıza dair bizden söz aldı.
Bizler de bu şartları yerine getireceğimize söz vererek biat edip, kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduk. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi vesellem huzûrundan ayrılıp dönerken hanımlardan biri bana:
“Kocalarımızı aldatmamak ne demek?”
Sen bundan ne anlıyorsun diye sordu. Ben de, bunu Peygamberimize soralım dedim. Onlar da:
“O halde sen geri dön! bunu bir sor, öğren gel!” dediler. Ben de geri dönüp tekrar Efendimizin huzuruna çıktım ve:
“Yâ Rasûlallah! Kocalarımızı aldatmamak ne demek?” dedim. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tebessüm ederek:
“Malını alırsınız, izni olmadan harcarsınız. Yahut hediye edersiniz. Veyahut ona başkasını tercih edersiniz. Bir başkasını ona üstün tutarsınız” buyurdu.
Selma binti Kays (r.anha) ilim âşıklısı bir hanımdı. İslâm’la ilgili yeni şeyleri öğrenme konusunda meraklı, özgüvene sahip, düşüncelerini açık ve net bir şekilde ifade edebilen bir karaktere sahipti. Bu sebebten hanımlar onu seçmişti. O, iki kıbleye doğru da namaz kılmış bir iman eridir.
Ümmü Münzir künyesiyle anılan Selma binti Kays(r.anha), Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden duyduğu hadisleri ezberlerdi. Onun mescidinden ayrılmak istemezdi. O, misafirine ikram etmeyi de çok severdi. Sevgili Peygamberimiz onun bu misafirperverliğini bildiğinden dolayı evini sık sık ziyaret ederdi.
Bir ziyaretinde İki Cihan Güneşi Efendimiz’in perhiz konusunda bir hadisini duymuş ve hemen ezberlemişti. Bu hadis-i şerifi; Ebu Davud, “Sünen” inde şöyle nakleder:
“Ümmü Münzir binti Kays el-Ensâriyye’den rivayet olunmuştur. Dedi ki:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün evimize geldi. Beraberinde Hazreti Ali radıyallahu anh da vardı. Ali (r.a) henüz hastalıktan yeni kurtulmak üzereydi. (Yani hasta halinde gelmişti.) O sırada bizim evde asılı hurma salkımlarımız bulunmaktaydı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kalkıp onlardan yemeye başladı. Ali radıyallahu anh da onlardan yemek için ayağa kalktı. Bu durumu görünce Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ali radıyallahu anh’e yaklaşarak şöyle dedi:
“Dur yâ Ali! Sen hastasın yeme. Sakın ha, sen hastalıktan yeni kurtuluyorsun” buyurdu.
Ali radıyallahu anh de o hurma salkımlarından yemekten vazgeçti. Ümmü Münzir (r.anha) der ki:
Ben acele olarak onlara arpa unundan çorba ve silk, çoğandır otundan yemek yapıp getirdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem benim hazırladığım bu yemeği göstererek:
“Ey Ali! İşte bundan ye. Bu senin için daha faydalıdır” buyurdu. (Sünen-i Ebû Dâvûd, Hadis no: 3856)
Hadis-i şerifte insan vücuduna zararlı ve faydalı olan şeyleri bilmenin, yani tıp ilminin fazîletine ve bu ilmi öğrenmeğe teşvik vardır. Görüldüğü gibi Hazreti Peygamber (s.a), daha hastalıktan yeni kurtulmaya başlamış olan Hazreti Ali (r.a)’a bazı yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır.
Bugün de modern tıpta bir çok hastalıkların tedavisi perhizle yapılmaktadır. Nitekim, “ Mide hastalık evidir. Perhiz ise her devânın başıdır.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II , 214) buyurulmuştur.
PERHİZ NEDİR?
Perhiz, insanın bedenine zarar, mideye ağırlık veren yemeklerden sakınması demektir.
Selma binti Kays radıyallahu anha, insanoğlunun en çok aldandığı sağlık, sıhhat konusunda bir hadis-i şerifle de olsa ışık tutan bir bahtiyar hanım sahabidir. Hayatı ile ilgili kaynaklarda fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Huleyde Binti Kays (r.anha) Kimdir?
Huleyde binti Kays radıyallahu anhâ Ensar hanımlarının ilklerinden… Kocası ile birlikte Mekke’ye gelerek ikinci Akabe görüşmesinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat etme şerefine nâil olan bir hanım sahâbî… Ümmü Bişr adıyla da anılır.
Huleyde binti Kays (r.anhâ) Medine’lidir. Babası Kays İbni Sâbit’tir. Kocası Berâ İbni Ma’rur (r.a)’dır. Huleyde (r.anhâ) akıllı, zekî bir hanımdı. Hâdiseleri, hâtıraları zihninde iyi muhafaza ederdi. Allah Rasûlüne biat için çıktığı Mekke yolculuğunda kocasının bir hâtırasını şöyle nakleder.
Yesrib’de İslâm yayılmaya başlayınca bir grub Ensarlı Rasûlullah (s.a.v) efendimizi ziyaret etmeye karar verdiler. Berâ İbni Ma’rur ile birlikte ben de kafileye katıldım. Yolda namaz kılmaya kalkıldığında Berâ (r.a)’ın gönlüne bir his geldi. Kendi kendine:
“Ben Kâbe’yi arkama almak istemiyorum. Ona doğru namaz kılmak istiyorum” demeye başladı.
Ashabtan Ka’b İbni Mâlik, Es’ad İbni Zürâre ve diğer ileri gelenler:
“Vallahi, biz Peygamberimizin sadece Şam tarafına doğru namaz kıldığını duyduk. Ona muhalefet etmek istemiyoruz.” dediler.
Berâ (r.a) fikrinden vazgeçmedi ve: “Ben Kâbe’ye doğru namaz kılacağım.” dedi.
Mekke’ye geldiklerinde Berâ (r.a) Resûl-i Ekrem (s.a) efendimize yolculukta geçen hâdiseyi nakletti:
“Ya Rasûlallah! Ben bu yolculuğa, Allah beni İslâm nimetine kavuşturduktan sonra çıktım. Kâbe’yi arkama almak bana ağır geldi. Ona doğru namaz kılmak gönlüme daha sıcak geldi. Bu konuda arkadaşlarım bana karşı çıktı. Bundan dolayı içime şüphe düştü. Sizin görüşünüz nedir?” dedi. Fahr-i Kâinat (s.a) Berâ İbni Ma’rur (r.a)’a tebessüm ederek:
“Sen zaten bir kıble üzerindeydin. Keşke o konuda sabretseydin.” buyurdu. Berâ (r.a) bu cevap üzerine tekrar Şam tarafına doğru dönerek namaz kılmaya başladı. Fakat o, Kâbe’ye doğru ilk namaz kılan olarak tarihe geçmiş oldu.
BİR ANNENİN YETİŞTİRDİĞİ KAHRAMAN
Huleyde (r. anhâ)’nın Berâ İbni Ma’rur (r.a) ile evliliğinden Bişr adında bir oğlu olmuştu. Çocuğunu İslâmî güzelliklerle büyütebilmek için çok gayret sarfetti. Çocuğun eğitimine dikkat etti. Onun gönlünün Allah ve Resûlü sevgisiyle dolması için çırpındı. Yavrusunun bir İslâm mücâhidi olarak yetişmesini istedi.
Huleyde binti Kays (r. anhâ) oğlunun adından dolayı Ümmü Bişr b. Berâ diye de anılır oldu. Allah ve Resûlüne teslimiyeti tam olan oğlu Bişr, kahramanlık ruhuyla kalbi dolu olarak yetişti. Genç yaşta o, İslâm’ın bir mücâhidi oldu. O, İki Cihan Güneşi Efendimizle birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarına katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Sonunda Hayber’de Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimize hediye olarak ikram edilen zehirli kebaptan yiyerek şehadet şerbetini içti.
Huleyde binti Kays (r. anhâ) şehid annesi olmuş ve hayatta yalnız kalmıştı. Kocası da hicretten bir ay kadar önce vefat etmişti. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz Yesrib’e hicret edince kocasının kabrini göstermek üzere başına geldi ve: “Ya Rasûlallah! Bu biat edenlerin ilki, Kâbe’ye yönelenlerin ilki, malının üçte birini vasiyet edenlerin ilki ve nakîblerden biri olan Berâ İbni Ma’rûr (r.a)’ın kabridir.” dedi. Rasûlullah (s.a) Efendimiz ashabıyla birlikte Berâ (r.a)’ın cenâze namazını kıldı ve şöyle dua etti:
“Allahım! Ona mağfiret et, ona acı ve ondan hoşnut ol.”
Huleyde binti Kays (r. anhâ) devamlı Kur’ân okumayı ve ilim meclislerinde bulunmayı severdi. Hz. Aişe annemiz müslüman hanımlara hadis rivayet ederdi. O da bu derslere katılırdı.
ARŞIN ANAHTARLARINI TAŞIYAN ÂYETLER
Bir kuşluk vakti Huleyde (r. anhâ) Medine sokaklarında Fâtiha sûresini okuyarak yürüyordu. Karşısına Hz. Ali, İmran İbn Husayn ve Enes İbni Mâlik (r. anhüm) çıktı. Hz. Ali (r.a) ona: “Ümmü Bişr! Mırıldandığın nedir?” dedi. O da: “Fâtiha sûresini” okuyordum diye cevap verdi. Hz. Ali (r.a) onun gönlünü hoş edecek ve yaptığı işin Rabbimizin rızasına vesîle olduğunu bildirecek şu müjdeyi verdi. Ben, Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin şöyle dediğini duydum. “Fâtihâ sûresi Arşın altındaki hazineden indirilmiştir.”
İmran İbn Husayn (r.a) da şöyle dedi: Ben de Rasûlullah (s.a)’in şöyle dediğini duydum. “Fâtiha ve Âyetü’l-Kürsî’yi kullar bir evde okusun da o gün onlara insan ve cin gözü dokunsun, bu mümkün değildir.”
Enes İbni Mâlik (r.a)’da Kur’ân’ın en faziletli sûresidir diye duyduğunu söyleyerek onu sevindirmişlerdir.
Huleyde (r. anha) Rasûlullah (s.a) Efendimiz’in huzurunda rahat konuşurdu. Bir gün “Ya Rasûlallah! Ölüler birbirlerini tanırlar mı?” diye sordu. Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz tebessüm ederek: “A iki eli bol olası, iyi ruhlar cennet içinde yeşil kuşlar gibi dolaşırlar. Ağaç üzerindeki kuşlar birbirlerini tanıdığı gibi temiz ruhlar da birbirleriyle tanışırlar.” buyurdu.
Huleyde binti Kays (r. anhâ) Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin rahatsızlığının arttığı son anlarında yapmış olduğu bir ziyaretini kendisi şöyle anlatır: Efendimiz’in yanına vardım. Onu sıtma nöbeti geçirirken gördüm. Mübarek alnına elimi koydum. Şimdiye kadar görmediğim bir ateşle karşılaştım. Yüreğim dayanamadı ve:
“Ya Rasûlallah! Seni hiçbir kimsenin tutulmadığı bir hastalığa, sıtmaya tutulmuş görüyorum.” dedim. İki Cihan Güneşi Efendimiz de bana: “Bize verilecek ecir ve mükâfat kat kat olduğu gibi, ibtilâlar, musîbetler de böyle kat kat olur.” buyurdu. Sonra “Halk benim hastalığıma ne diyor?” diye sordu. Ben de:
“Halk Rasûlullah’taki hastalık “zâtülcenp”tir diyorlar” dedim. Bunun üzerine Efendimiz: “Allah, Resûlüne böyle bir hastalık vermiş değildir. O sadece şeytanın bir vesvesesidir.” buyurdu. Ben tekrar: “Ya Rasûlallah! Sen bu hastalığın neden ileri geldiğini sanıyorsun? dedim. Sonra oğlum Bişr’in âteşli hâli gözümün önüne geldi de; oğlumun ölümünün ancak Hayber’de yemiş olduğu zehirli kebaptan ileri geldiğini sanıyorum!” dedim. İki Cihan Güneşi efendimiz de:
“Ey Ümmû Bişr! Ben de bu hastalığımın ancak ondan ileri geldiğini sanıyorum! Hayber’de onunla birlikte tatmış olduğum zehirli etin acısından şu anda kalb damarımın koptuğunu duymaktayım.”buyurdu.
Huleyde (r. anhâ) İki Cihan Güneşi efendimizin çektiği bu ateşli hastalığa dayanamadı ve: “Anam babam sana feda olsun Ya Rasûlallah!” diyerek gözyaşları içerisinde huzurundan ayrıldı.
Huleyde (r. anhâ) bütün ömrünü Rasûlullah (s.a)’e sadakat, sevgi üzere geçirerek ebedi aleme göç eyledi.
Allah kendisinden razı olsun. Kabri pürnur, rûhu şâd olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Şifâ Binti Abdullah (r.anha) Kimdir?
Şifâ binti Abdullah radıyallahu anhâ Mekke’de hicretten önce İslâm’la şereflenen bir hanım sahâbî!.. Cahiliye döneminde de insanlara hizmet etmeyi seven, akıllı, zekî ve fazîlet sâhibi bir hanım… Okuyarak bazı hastalıkları tedâvî eden, ağzı duâlı ve şifaya vesile olan bahtiyar bir hanımefendi…
Şifâ binti Abdullah (r. anhâ) Mekkeli olup, Kureyş kabilesinin Adiy koluna mensuptur. Babası, Abdullah İbni Abdişşems, annesi de Fâtıma binti Vehb b. Amr’dır. İslâm’ın ilk yıllarında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize biat ederek İslâm’la şereflendi.
O, Ebû Hayseme İbni Huzeyfe ile evlenmişti. Bu evlilikten Süleyman ve Merzuk adında iki oğlu oldu. İlk çocuğuna nisbet edilerek kendisine “Ümmü Süleyman” künyesi verildi. Şifâ binti Abdullah (r. anhâ) akıllı zeki, bilgili, görgülü bir hanımdı. Araplar arasında yazı yazmanın az olduğu bir sırada Arapça yazı yazardı. Hizmeti de severdi. Firâset sâhibiydi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin evine teşrif ettiğinde oturması ve istirahat etmesi için husûsi bir minder ve yer yatağı hazırlamıştır. Şifa (r. anhâ) Medine’ye hicret edince, Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz onu oğlu Süleyman ile birlikte Mescid’e yakın bir mahalleye yerleştirdi. Onu sık sık ziyaret ederdi.
İki Cihan Güneşi efendimiz öğle namazından sonra Şifâ (r. anhâ)’nın evine kaylûle için giderdi. O da evine şeref verdiğinde bu minderi ve yer yatağını sererdi. Allah Rasûlüne olan gönlündeki sevgisini bu şekilde göstermeye çalışırdı. Onun aziz hâtırasını hayatı boyunca sakladı. Vefatından sonra bunlar çocuklarına kaldı. Daha sonra bu kıymetli, manevî değere sâhip eşyalar Emevî hükümdarlarından Mervan’a intikal etti.
Şifâ (r.anhâ) ağzı duâlı bahtiyar bir hanımdı. Cahiliye devrinde Siyircik denen, vücutta çıkan kabarcıkların, ateşli ve bulaşıcı bir nevi sivilcelerin iyileşmesi için okurdu. Allah Teâlâ da şifasını verirdi. Onun evi bu gibi hastalığa tutulanların ocağı haline gelmişti. İslâm’la şereflendikten sonra bu iş için Efendimizden izin istemek üzere huzuruna vardı. Hz. Hafsa (r. anhâ) annemizde yanındaydı. Gönlünü tırmalayan bu durumu Efendimize anlattı.
İki Cihan Güneşi Efendimiz onun bu hizmete devam etmesine işaret etti ve: “Yazı yazmayı öğrettiğin gibi bu duâyı Hafsa’ya da öğret!” buyurdu. Şifâ (r. anhâ) kendisine müsade edilince bu hizmete gönül huzuru içerisinde devam etti. Bu tedavi ile ilgili bilgileri Hz. Hafsa (r.anhâ) annemize de öğretti.
Şifâ (r. anhâ) nezâket sâhibi, hassas yürekli ve müttaki bir hanımdı. Karşılaştığı bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir gün soru sormak için Rasûlullah (s.a)’in yanına gittim. Namaz vakti olduğundan bana özür beyan etti ve namaza başladı. Ben de oradan çıkarak Surah b. Hasene ile evli olan kızımın evine gittim.
Namaz vakti olmasına rağmen Surah evdeydi. Ona hitaben: “Namaz başladı, sen hâlâ evdesin.” dedim ve epeyce şeyler söyledim. Surah ise:
“Teyzeciğim beni ayıplama! Çünkü benim bir elbisem vardı. Bugün Rasûlullah (s.a) bize gelip ödünç elbise istedi. Hemen onu verdik. Başka elbisemiz olmadığından dışarı çıkamadım.” dedi. Ben de: “Anam babam sana fedâ olsun. Ben senin bu durumunu anlayamadım.” diyerek özür diledim.
Şifâ (r.anhâ) görüşlerinden faydalanılan, bilgili, görgülü ve hürmete lâyık bir hanımdı. Hz. Ömer (r.a) herhangi bir görüş alma konusunda onu başkalarına tercih ederdi. Onun zekî ve fazilet sâhibi bir hanımefendi olduğunu bilirdi. Onun görüşlerinden istifade eder ve pek memnun olurdu.
Şifâ (r.anhâ) bir gün yavaş konuşan ve ağır ağır yürüyen riyakâr tavırları olan bir takım kimseler gördü. Onları göstererek:
“Bunlar kimlerdir?” diye sordu. Kendisine:
“Bunlar zâhidlerdir.” diye cevap verildi. Bunun üzerine Şifâ (r.anhâ) şöyle mukabelede bulundu:
“Allah’a yemin olsun ki, Hz. Ömer (r.a), Allah hakkı için bir söz söylediği vakit işittir. Yürüdüğü vakit hızlı yürür, dövdüğü zaman acıtırdı. Bununla birlikte o hakkıyla âbid ve zâhid idi.” dedi.
HANGİ AMEL DAHA FAZİLETLİDİR?
Şifâ binti Abdullah (r.anhâ)’ın Rasûlullah (s.a) efendimizden birkaç hadis rivayetinde bulunduğu nakledilir. Bir tanesi şudur. Kendisi şöyle rivayet eder:
Birgün Rasûlullah (s.a)’e:
“Ya Rasûlallah! Hangi amel daha fazîletlidir?” diye sordum.
Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz bana şöyle cevap verdi:
“Allah’a iman, onun yolunda cihad ve makbul bir hac.” buyurdu.
Allah ondan razı olsun. Rabbımız cümlemizi Şifâ (r. anhâ)’nın şefâatine nâil eylesin. Amin
Ümmü Kühhâ (r.anha) Kimdir?
Ümmü Kühhâ radıyallahu anhâ hakkında ferâiz âyetleri nâzil olan bir hanım sahâbî… Cahiliye devrinin kötü âdetlerinden birinin ortadan kalkmasını vesile olan bir bahtiyar… Mirastan, hanım ve kızlara pay verilmeme konusunun aydınlanmasına ve haksızlığın giderilmesine vesile olan bir hanım sahâbî…
Ümmü Kühhâ (r. anhâ), Medine’lidir. Ashabtan Evs İbni Sâbit (r.a)’ın hanımıdır. İslâm nûrunun ışıkları Medine’yi aydınlatmaya başlayınca Ümmü Kühhâ kocasıyla birlikte müslüman oldu. Allah Rasûlü (s.a) efendimiz Medine’ye hicret edince kocasıyla birlikte hizmete girdiler. Sürekli Efendimizin yanında olmaya çalıştılar. Savaşta ve hazarda her türlü hizmeti üstlendiler. Ümmü Kühhâ (r. anhâ)’nın kocası Uhud Savaşına katılmıştı. Harb meydanında büyük kahramanlıklar sergiledi ve sonunda şehid düştü. Arkada üç kızı ve âilesi kaldı.
Ümmü Kühhâ (r. anhâ) eşinin geride bıraktığı mirası ile çocuklarına bakacaktı. Onlara hem anne hem de baba şefkatini aratmayacaktı. Fakat Cahiliye devrinden kalan kötü bir âdet vardı. Ölenin hanımı ve kızı mirastan pay alamazdı. Çünkü Cahiliye Arapları; “ancak savaşanlar ve yurdunu müdafa edenler miras alır.” diyerek kadınlarla çocukları mirastan mahrum bırakırlardı.
Evs’in arkaya bıraktığı malı, amcasının çocukları almıştı. Hanımı ve kızlarına hiçbir şey vermemişlerdi. Ümmü Kühha (r. anhâ) bu durumu Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize gelerek anlattı. Çaresiz kaldığını söyledi. Efendimiz ona:
“Şimdi evine dön, bakalım Allah ne buyuracak?” dedi.
İSLÂM’A GÖRE MİRAS NASIL PAY EDİLİR?
Bu hâdise üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu. Allah Teâlâ yetimlerin hakkına uzanan ellere fırsat vermedi. Âyetin meâli şöyleydi:
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.” (Nisa Sûresi. 7)
Bu âyet-i kerimenin inmesinden sonra Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz mirası alan amca çocuklarına, “Evs’in malından el çekmelerini ve hiçbir şey dağıtmamalarını” içeren bir haber gönderdi.
Ümmü Kühhâ (r. anhâ) eşinin vefatı ile duyduğu üzüntüye bir de mirasından hisse alamama sıkıntısı eklenince çok zor durumda kaldı. Istırabları daha çok katlanarak arttı. Rabbımız onların sıkıntılarını, hüzünlerini ve mağdûriyetlerini kısa zamanda giderdi. İndirdiği bu âyet-i celîle ile ortadan kaldırdı. Bir müddet sonra da Nisâ Sûresinin 11. âyet-i celîlesini nâzil buyurarak mirasın, anne-baba, kız-erkek çocuklar ve yakınları arasında paylaşımının nasıl olacağını bildirdi.
Bu âyet-i kerimenin meâli de şöyledir:
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Sûresi, 11)
Âlimler bu âyet-i kerimeleri tefsir ederken, kulun düşünce ve ameli ile ifrat ve tefritten uzak durmasını ve her konuda adâletli davranmasına dikkat çekmişlerdir. Ayrıca şu izâhatta bulunmuşlardır.
İslâm’ın miras hukukunda, paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde olanlara çok, daha az harcama durumunda olanlara az hisse verilmiştir.
İslâm âile hukukuna göre evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir.
İşte bu sebebledir ki, genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.
Hakkında miras ayetleri inen Ümmü Kühhâ (r. anhâ) âyet-i celîlede emir buyurulduğu üzere eşinin mirasından sekizde birini, kızları da malın üçte ikisini almışlardır. Evs’in amca oğullarına da geri kalanı verilmiştir.
Allah ondan râzı olsun. Rabbımız şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Atike Binti Abdulmuttalib (r.anha) Kimdir?
Atike binti Abdulmuttalib radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin halası… Kureyş’in en fasîh konuşan hanımlarından… Mersiyeleriyle meşhur bir şâir… Gördüğü rüya ile şöhreti yayılan bir hanım sahâbî…
Atike binti Abdulmuttalib radıyallahu anhâ Mekke’de doğup büyüyen hanımların ileri gelenlerindendir. Babası Abdûlmuttalib ibni Hâşim’dir. Rasûlullah (s.a) efendimizin dedesi olur. Annesi Fâtıma binti Amr’dır.
ATİKE’NİN MERSİYESİ
Âtike (r. anhâ) şâir ruhlu bir gönüle sahipti. Mersiyeler söylerdi. Babası hakkında söylediği mersiye onun edebî zevkini ve hassas gönlünü aksettiriyordu. Şöyle:
“Mâtem göz yaşları döküp ağlayın, göğsünüzü döğüp çağlayın. O zât için bunları yapın ki, o övülecek sıfatlara sahiptir. Düşkün değil, cihânın zorluk ve musîbetlerine karşı tek başına bir ordu mesâbesindeydi. Çalışması güzel, tesir gücü yüksek, haysiyetini himayede gayretliydi. Doğruluk, cömertlik, sadakat ve cesârette örnekti. Halka yardımcı, şan ve şeref sahibiydi.”
ÂTİKE BİNTİ ABDULMUTTALİB’İN RÜYASI
Âtike binti Abdulmuttalib mersiyeleriyle meşhur olduğu kadar kahramanlık şiirleriyle de meşhurdur. Onu tarih sayfalarında yer almasına ve büyük bir şöhrete ulaştıran şey Mekke’de gördüğü rüyâ idi. Bütün Mekke’lileri korku ve endişe içinde bırakan bu rüyanın kısa zamanda gerçekleştiği görülünce Âtike’nin şöhreti etrafa yayılıvermişti.
Hz. Âtike gördüğü rüyâyı ilk olarak kardeşi Abbas’a anlatmayı uygun gördü. Hz. Abbas’a haber gönderip yanına çağırdı. Ona:
“Kardeşim! Vallahi, geceleyin gördüğüm rüya beni çok sarstı. Kavminin başına bir felaket ve musibet gelmesinden korkuyorum!
Sana anlatacağım bu rüyayı gizli tut, kimseye söyleme!” dedi.
Hz. Abbas:
“Ne gördün, anlat” dedi.
Hz. Âtike:
“Gördüm ki; deveye binmiş bir adam gelip Ebtah’ta (Muhassab ile Mekke arasında) durduktan sonra yüksek sesle:
‘Ey vefâsız cemaat! Üç güne kadar, muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!’ diyerek üç kere bağırdı! Onu gören halk, onun başına toplandılar. Sonra o adam Mescid-i Haram’a girdi. Halk da kendisini takip ediyordu. Etrafı sarılmıştı. Devesi Kâbe yakınında durdu. Aynı şekilde yüksek sesle:
‘Ey vefâsız cemaat! Üç güne kadar, muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!” diyerek üç kere bağırdı. Sonra, devesi Ebu Kubeys dağının başında durup, orada da aynı şekilde yüksek sesle:
‘Ey vasıfsız cemaat! Üç güne kadar, muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!” diyerek üç kere bağırdı. Sonra da, bir kaya tutup yuvarladı. Kaya yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanarak, dağın dibinde parçalandı. Mekke evlerinde isabet etmedik bir ev, bir mahal kalmadı!” dedi.
Hz. Abbas:
“Vallahi, bu çok mühim bir rüyadır! Sen onu gizli tut, hiç kimseye anlatma!” dedi.
Hz. Abbas, Hz. Âtike’nin yanından ayrılınca, dostu Velid b. Utbe ile karşılaştı. Ona rüyayı anlatıp, gizli tutmasını söyledi. Velid de, babası Utbe’ye nakletti. Bu rüya, Mekke’de yayıldı. Kureyşîlerin toplantılarında konuşulmaya başlandı.
Hz. Abbas der ki:
“Ertesi gün, Kâbe’yi tavaf ediyorken, Ebu Cehil b. Hişam Kureyşîlerden bir cemaatla oturup, Âtike’nin rüyasını konuşuyorlardı.
Ebu Cehil, beni görünce:
‘Ey Ebu’l-Fadl! Tavafını bitirince yanımıza gel!” dedi. Tavafı bitirince, varıp yanlarına oturdum.
Ebu Cehil, bana:
‘Ey Abdulmuttalib oğulları! Sizin şu kadın peygamberiniz de ne zaman türedi?!’ dedi.
Ona:
‘Nedir bu?’ dedim.
‘Âtike’nin gördüğü şu rüya meselesi!’ dedi.
‘O ne görmüş de?’ dedim.
Ebu Cehil:
‘Siz, erkeklerinizin peygamberliklerine kanaat etmediniz de, kadınlarınız da mı peygamberliğe kalkıştı?! Güya Âtike, birinin ‘Üç güne kadar, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz! Dediğini rüyasında gördüğünü söylüyormuş! Bu üç gün içinde sizi bekleyeceğiz.
Eğer söylemiş olduğu söz doğru ise, elbette birşey zuhur edecektir. Eğer üç gün dolar da birşey zuhur etmezse, hakkınızda yazacağımız bir yazıda, Araplar arasında sizin kadınlarınızdan daha yalancı kadın bulunmadığını yayacağız’ dedi.
Âtike’nin rüyasının üzerinden üç gün geçmedi ki, Damdan İbni Amr Mekke’ye geldi. Kervanın başına gelen tehlikeyi haber verdi. Ebû Süfyan onu, kervana sahip çıkmaları için Kureyş’i ayaklandırmaya göndermişti. Damdan ibni Amr’ın acı haberleri Mekke’de süratle yayıldı.
Mekkeliler endişe, korku ve telaş içerisinde Ebû Leheb’e koştular. Onun da beraberlerinde Bedir’e çıkmasını istediler. Fakat o korkudan çıkamadı, “Âtike’nin rüyası elimi kolumu bağladı” dedi. Bedir savaşına sebeb teşkil eden Ebû Süfyan’ın kervanının baskına uğraması haberi Âtike’nin rüyasının gerçek olduğunu ortaya çıkardı.
Âtike (r. anhâ)’ın İslâm’a girişi konusunda değişik rivâyetler vardır. Hatta Hz. Safiyye dışında peygamber (s.a) Efendimizin halalarının hiçbirinin müslüman olmadığına nakiller bile mevcuttur.
Âtike (r. anhâ) Cahiliye döneminde Sevgili peygamberimizin zevcelerinden Ümmü Seleme (r. anhâ) annemizin babası Ebû Umeyye b. Muğîre el-Mahzûmî ile evlendi. Bu evlilikten hepsi de sahâbî olan Abdullah ve Züheyr adlı oğulları ile Karîbe isimli kızı dünyaya geldi.
Âtike (r. anhâ)’nın vefat tarihi bilinmemektedir. Fakat onun söylediği şiirler arasında sevgili peygamberimiz hakkında mersiyesi olduğunu ibni Sa’d rivayet etmektedir. Buna göre İki Cihan Güneşi Efendimiz’den sonra vefat ettiği söylenebilir. Cenab-ı Hak rahmetiyle muâmele eylesin. Amin.
Havva Binti Zeyt (r.anha) Kimdir?
Havva binti Zeyd radıyallahu anhâ putperest kocasından gördüğü ezâ ve cefâlara rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin yolundan ayrılmayan bir mücâhide hanım!.. İnancından aslâ taviz vermeyen bir iman eri!..
Önüne çıkartılan engelleri aşmasını bilen ve bu uğurda sürekli mücâhede ederek hayat geçiren bir cihad eri… Hicretten önce İslâm’la şereflenen, Ensar’dan bir hanım sahâbî…
Havva binti Zeyd radıyallahu anhâ, Medine’lidir. İslâm’ın ilk devirlerinde İslâm’la şereflendi. Babası Zeyd ibni Seken el-Evsî’dir. Annesi Abdüleşhel oğullarından Akreb binti Muaz’dır. O, Bedir savaşında şehid düşen sahâbilerden Râfî ibni Yezid’in kızkardeşidir.
BİR KADININ BÜYÜK SINAVI
Havva (r. anhâ) dâvâsında pes etmeyen ve inancı uğrunda çok mücâdele vermiş bir hanımdır. İslâm’ı yaşama konusunda çok çileler çekti. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat ederken verdiği söze sâdık kalabilmek için çok gayret gösterdi. Önüne çıkan engelleri aşabilmek için sabır ve metanetle hareket etti. İslâm’ın ilk dönemleri çilelerle geçmişti. O dönemin müslümanlarının müşterek kaderi sanki çile çekmek idi. Putperestler İslâm’a engel olmak için akla hayale gelmedik engeller çıkartıyorlardı.
Müşrikler yeni dinin yayılmasına fırsat vermek istemiyorlardı. Müslüman olanlara her türlü ezâ cefâyı revâ görüyorlardı. Havva (r. anhâ) da kocasının engelleriyle karşı karşıyaydı. Onun söz ve davranışlarından çekmekteydi. O, İslâm gelmeden önce Kays ibni Adiy ile evlenmişti. Bu evlilikten Sâbit adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Kocası putperest idi. Hanımı Havva’nın müslüman olmasını bir türlü kabullenemedi. Ona sürekli engeller çıkarttı. Onun inancını yaşamasına fırsat vermedi.
Kays bu hususta öylesine inatçıydı ki, hanımının İslâm’dan vazgeçip putperestliğe dönmesini isteyecek kadar ileri gitti. Her işinde onu aşağıladı ve her davranışını hor, hakir gördü. Elinden gelen her türlü kötülüğü yaptı. Onu İslâm’dan uzaklaştırmak için çalıştı. Havva (r. anhâ) azim ve irâde sahibi bir hanımdı. Kocasının önüne çıkardığı engellere aldırış etmeden, sabırla yoluna devam etti. Ezâ ve cefalara katlanarak müslümanca yaşamaya gayret etti. Allah’a ve Rasûlullah’a bağlılığından aslâ tâviz vermedi.
Havva (r. anhâ) gönlünü Allah ve Rasûlullah sevgisiyle o derece doldurmuştu ki, çektiği çilelere, ezâ ve cefâlara hiç aldırış etmiyordu. Fakat onun çektiği sıkıntılar tâ Mekke’de bulunan İki Cihan Güneşi efendimize kadar ulaşmıştı. Ümmetinin üzerine titreyen Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Havva (r. anhâ)’nın bu sıkıntılardan nasıl kurtulabileceğini ve ona nasıl destek olabileceğini düşünmeye başladı. Karşısına bir fırsatın çıkmasını bekledi.
Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz İslâm’ın ilk günlerinde davâsını anlatabilmek için Mekke’de kurulan panayırları dolaşırdı. Çevre kabîlelerden gelen ziyaretçilerle tanışır onlara İslâm’ı anlatırdı. İrşad ve tebliğ vazifesini buralarda devam ettirirdi.
KAYS’IN VERDİĞİ SÖZ
İki Cihan Güneşi efendimiz bir gün Zül-Mecaz panayırına gelmişti. Burada Medine’den gelen Kays’la karşılaştı. Ona yakın ilgi ve sevgi gösterdi. Birlikte oturup konuştu. Hanımı Havva (r. anhâ) İslâm’la şereflendiği için onun da müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Ona İslâm’ı anlattı. Müslüman olması için çok çaba sarfetti. Fakat Kays bir türlü Allah Rasûlüne teslim olamadı. İslâm’a koşamadı. Kendine göre mazeretler ortaya koyarak şöyle söyledi:
“Beni davet ettiğin bu din gerçekten güzel bir şey. Fakat beni harp telâşı, savaş bu dini kabul etmekten alıkoydu.” dedi.
Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz onun İslâm’a gelmesi için teşvik edici sıcak sözler söyledi. Künyesiyle hitap ederek sevgi ve yakınlığını göstermeye çalıştı. Ona:
“Ya Ebâ Yezid! Seni Allah’a çağırıyorum.” buyurdu.
Kays’ın davranışlarında bir yumuşama görüldü. Rasûlullah (s.a.) Efendimize karşı gönlünde bir sevgi oluştuğu tahmin edildi ama tam teslim olamadı. Aynı mâzeretleri ileri sürerek ilk defa söylediklerini tekrar etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Kays ile uğraşmaktan vazgeçti. Hanımı Havva (r. anhâ)’ya yaptıklarını hatırlattı. Kulağına kadar gelen ezâ-cefâlardan bahsetti ve:
“Duyduğuma göre hanımına kötülük ediyormuşsun. Senin dinini terk edeli ona zulmediyormuşsun. Allah’tan kork, bana söz ver ve bir daha böyle yapma!” dedi.
Kays bu yumuşak tavır ve tatlı dille söylenen sözlerden etkilenerek şöyle dedi.
“Ne hoş konuştunuz. Peki… Bundan böyle ona hayırla muamele edeceğim. Hoşlandığı şeyleri yapacağım.” diyerek söz verdi.
Kays, Medine’ye dönünce hanımı Havva (r. anhâ)’ya karşı davranışları çok değişti. Daha önce her türlü hakaret ve işkenceyi yapmakta iken şimdi gayet yumuşak hareket ediyordu. Hanımı Havva (r. anhâ)’ya şöyle dedi:
“Arkadaşın Muhammed’i gördüm. Benden, senin hakkını korumamı istedi. Getirdiği din konusunda, o dinden dolayı sana zulmetmemem için benden söz aldı. Allah’a yemin ederim ki, ona verdiğim sözü yerine getireceğim. O sözümde duracağım. Sen artık istediğin gibi yaşayabilirsin. Senin din işin beni ilgilendirmez. Vallahi bundan böyle benden sana kesinlikle bir zarar gelmeyecektir. Benden ezâ-cefa görmeyeceksin.” dedi.
Havva (r. anhâ) ömrünün geri kalan kısmında İslâm’ın güzelliklerini daha rahat yaşamak üzere bir fırsat yakalamış oldu. O, gizli tuttuğu İslâmî vazifeleri âşikar yapmaya başladı. Huzur ve mutluluk içerisinde Allah’a kulluğunu îfâ etti. İbadetlerini herkesin gözü önünde kılar oldu. Müslümanlık adına gizlediği şeyleri bütünüyle açığa vurdu. Kocası Kays’tan en küçük bir tepki görmedi. Kays artık hiçbir aykırı davranışta bulunmuyordu. Öylesine değişmişti ki, Müşrikler kendisine gelip:
“Ya Ebâ Yezid! Karın Muhammed’in dinine tâbi olmuş, öyle mi?” diye sataşıyorlardı. Kays da onlara karşı şöyle cevap veriyordu:
“Ben ona kötü davranmamaya, kendisinin hakkını korumaya dâir Muhammed’e söz verdim.” diyordu.
Havva binti Zeyd (r. anhâ) inandığı İslâm’a böylesine teslim olmuştu. Çektiği çileler âdeta onun azmini bileylemişti. Sabır ve sebâtı sayesinde Allah Teâla ona böylesi bir fırsat vermiş ve rahatça inancını yaşar hale gelmişti.
O, “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” düsturunun açık bir örneği olmuştu.
Cenâb-ı Hak’tan Havva (r.anhâ)’nın mücâdelesinden, azim ve irâdesinden hisseler alabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi niyaz ederiz. Amin.
Ümmü Zer Gıfariyye (r.anha) Kimdir?
Ümmü Zer Gıfariyye radıyallahu anhâ takvâ üzere yaşamayı hayatına düstur edinen bir hanım sahâbî!.. Müslüman olmadan önce kabilesi içinde putlara en çok ibadet eden bir kadın!.. Meşhur sahâbî Ebû Zer radıyallahu anh’ın âilesi!..
Ümmü Zer Gıfariyye radıyallahu anhâ Gıfar kabilesine mensuptur. Ebû zer ile evlenmiştir. Kocasının İslâm’a dâvetiyle müslüman olmuştur. Asıl ismi kaynaklarda geçmemektedir. Eşi ile birlikte takvalı bir hayat yaşadıkları için Ümmü Zer künyesiyle anılmıştır.
Ümmü Zer (r. anhâ) ve eşi Ebû Zer (r.a) zâhidâne bir ömür sürdükleri için dünyalık en küçük bir şeye sahip olamamışlardır. Onlar için asıl hayat ahiret hayatıydı. Bu düşünce ile zühd ve takvâyı tercih etmişlerdi. Âhiret hedefli yaşadıkları için dünya sevgisi onların gönlüne girememişti. Dünyada bir şeylere sahip olma duygu ve düşüncesi onları meşgul etmemiştir. Mal ve mülk edinme diye bir dertleri olmadığı için çok sâde bir hayat sürmüşler, zühd ve takvâ çizgisinde bir ömür geçirmişlerdir.
Onlar aile olarak aynı duygu ve düşünceleri paylaşabildikleri için ihtiyaçtan fazlasını yanlarında tutmamışlardır. Ellerine geçeni Allah yolunda infak etmişlerdir. Bu konuda öylesine titiz davranmışlardır ki, gece gelmişse gece, gündüz gelmişse gündüz dağıtmışlardır. İşte onlar ailecek bu ahlâk ile meşhur olmuşlar, zâhid ve âbid olarak tanınmışlardır.
Ümmü Zer (r. anhâ)’nın hayatında dönüm noktası teşkil eden üç önemli husûsiyet vardır.
Birincisi, gençliğinin ilk yıllarında putlara ibadet etmesi.
İkincisi, ömrünün sonunda kocası Ebû Zer (r.a)’ın vefatı.
Üçüncüsü, ailecek çektikleri sıkıntı, sürgün ve hicretleri.
PUTLARA EN ÇOK İBADET EDEN KADIN
Ümmü Zer (r.anhâ) müslüman olmadan önce Gıfaroğulları içinde putlara en çok ibadet eden bir kadındı. Kabilenin her evinde bir put vardı. Fakat en büyük put Ümmü Zer’in evinde idi. Her gün o putu temizler ve karşısına geçer ibadet ederdi. Putlara ibadette huzur bulacağını zannederdi.
Birgün Ebû Zer putlara yiyecek getirmek için yanlarına geldi. Takdis ve tazimde bulundu. İçmesi için önüne süt koydu. Biraz geri çekildi. Bir de ne görsün! Bir köpek geldi, sütü içti. Sonra da ayağını kaldırıp putun üzerine bevletti. Bu manzarayı izleyen Ebû Zer’in gönlünde bir çok sorular oluştu. Kendi kendine:
“Bu putlara nasıl ibadet ederiz? Kendisine faydası olmuyor. Üstüne gelen zararı önleyemiyor. Biz nasıl onlardan medet bekleriz? Bu bir maskaralık değil mi?” diyerek zihninde şimşekler çakmağa başladı. Çok hürmetle ibadet ettiği putlar hakkında birçok şüpheler doğdu. Eve gelip ailesine şâhid olduğu manzarayı anlattı. Ümmü Zer’in de gönlünde sorular, şüpheler doğmasına vesile olan bu hâdise onların hidayete kavuşmalarına bir başlangıç oldu. Birlikte hak ve hakîkatı aramaya başladılar.
Onlar hak ve hakikat adına duydukları her haberi araştırmaya çalıştılar. Bir gün Mekke’de putları inkar eden, insanları Allah’a dâvet eden son Peygamberin çıktığına dair haberler aldılar. Bu sevindirici haberi araştırmak üzere Ebû Zer kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderdi. Yeni din ve son Peygamber hakkında bilgi edinerek dönmesini istedi.
ÖMRÜNÜ İSLAM’A ADAYAN EŞLER
Memleketine dönen kardeşinin getirdiği bilgilerle gönlü tatmin olmayan Ebû Zer kendisi Mekke’ye gitti. Son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem efendimizle buluştu. İslâm’la şereflendi.
Bir müddet Mekke’de kalıp İslâm’ı öğrendikten sonra tebliğ etmek üzere kabîlesine döndü. İlk olarak hanımı Ümmü Zer’i İslâm’a davet etti. O da tereddütsüz hemen kabul etti. Kelime-i şehâdet getirerek. İslâm’la şereflendi.
Ümmü Zer (r. anhâ) ile beyi Ebû Zer (r.a) aradıkları hakikate ulaşmışlardı. Huzur ve mutluluğa kavuşmuşlardı. Putları bir bir kırıp Allah’a ibadet etmeye başladılar. Günler, aylar, geçtikçe, gönüllerinde Allah ve Rasûlünün sevgisi çoğaldı. İslâm’ı aşkla yaşadıkça. Fakat Rasûlullah (s.a.v) Efendimizden ayrı kalmaya dayanamıyorlardı. Hasret ve muhabbeti artık onları durduramadı. Hicret edip, Efendimizin huzurunda yaşamak istediler. Hendek savaşından sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. İki Cihan Güneşi Efendimizin beldesinde yaşamaya başladılar. Mescidinden ayrılmadılar. İslâm’dan yeni öğrendikleri bilgileri hayatlarına geçirmek üzere yarıştılar.
Ebû Zer (r.a) mescidde Efendimizden duyduğu yeni bilgileri hanımı Ümmü Zer (r.anhâ)’ya aktarıyordu. Ümmü Zer (r. anhâ) bir hanım sahâbî olarak beyinden çok faydalı ilim öğrendi. Bir çok hadis-i şerif nakletti.
Bu iki Hak âşığı Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin dâr-ı bekâ’ya irtihallerinin ardından Medine’den ayrılıp Şam’a doğru yolculuğa çıktılar. Meşakkati ve sıkıntıyı tercih ettiler. Bu arada üç çocuklarını kaybettiler.
Şam’da insanların, sünneti seniyye çizgisinden uzaklaştıklarını görünce onları uyarmak üzere Ebû Zer (r.a) erkeklere, Ümmü Zer (r. anhâ) da hanımlara Kur’ân ve Sünnetten vaazlar yapmaya başladılar. Zühd ve takva üzere yaşayanlar azaldıkça tekrar Medine-i Münevvere’ye döndüler. Fakat bu sefer Rasûlullah (s.a) Efendimizi görememenin hasretine dayanamadıkları için tekrar Medine’den ayrılmak istediler. Hz. Osman (r.a) onlara Rebeze’ye gidip yerleşmelerini tavsiye etti. Orada yalnızlık içerisinde iken Ebû Zer (r. anhâ) vefat eyledi.
Ümmü Zer (r. anhâ) tekrar Medine-i Münevvere’ye döndü. Çok geçmeden kısa bir müddet sonra o da vefât etti. Allah her ikisinden de râzı olsun. Ümmü Zer (r. anhâ) pek çok hadis rivayet etmiştir. Bir tanesi şöyledir:
“Ben ve yetimi gözeten, cennette şöylece (iki parmağını birleştirdi) beraberiz.”
Bu mutlu aile hakkında Sevgili Peygamberimiz Hz. Aişe (r. anhâ) annemize:
“Ben senin için Ebû Zer’in Ümmü Zer’e davrandığı gibi davranıyorum.” buyurduğu rivayet edilir.
Hz. Aişe (r. anhâ) annemizden hâdise şöyle nakledilir:
“Ben birgün Rasûlullah (s.a)’ın yanında babamın cahiliye devrinde olan mallarıyla iftihar etmiştim. Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz bana: “Sus ey Aişe! Ben sana Ebû Zer’in Ümmü Zer’e davrandığı gibi davranıyorum.” buyurdu.
Ümmü Zer’den nakledilen bu sözün bir hikâyesi vardır. Şöyle ki:
“Vaktiyle arab kadınlarından on bir tanesi bir araya gelerek kocalarının âdetleri ve durumlarıyla ilgili olarak aralarında konuşmalar yapmışlar. Hepsi ayrı ayrı hitap ederek kocaları hakkında meth ve zemde bulunmuşlardır. Ümmü Zer (r. anhâ) de kocası hakkında şöyle demiştir:
“Benim kocam Ebû Zer’dir. O ne adamdır. Beni daima ferahlandırıp gönlümü hoş kılmıştır. Her ne söylersem sözüm reddedilmez.” diyerek methü senâda bulunmuştur.
Cenâb-ı Hak cümlemize aile içi mutluluklar lutfeylesin. Ümmü Zer (r. anhâ) ile Ebû Zer (r.a)’ın şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Ümmü İshak Ganeviyye (r.anha) Kimdir?
Ümmü İshak Ganeviyye radıyallahu anha İslâm’ın ilk yıllarında, müşrik kocasına rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize teslim olup biat etmiş bir hanım sahâbî…
İslâm’ın zor günlerini, işkence ve zulümler altında ashâbın inleyişlerini Mekke’de görmüş, kendisi de bizzat o sıkıntıları yaşamış çilekeş bir hanım… Medine’ye hicret için erkek kardeşiyle Mekke’den çıkan ve fakat sonunda tek başına hicretini tamamlamak zorunda kalan bir kahraman…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzurunda oruçlu olarak bulunuyorken, unutarak yiyen ve sonra aklına geldiğinde ne yapması gerektiğini Efendimden koyduğu ölçüyü öğrenen, ümmete rahmet ve bir çıkış yolu olan bu ölçünün bizlere kadar ulaşmasına vesile olan bir iman eri… O, müslüman olduktan sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sohbetlerinden geri kalmayan, bir âşık, nasîhatlarından nasibini alan bir bahtiyardır.
BİR SAHABÎNİN HİCRET HİKÂYESİ
Onun gönlü Efendimizin muhabbet ve hasretiyle dolu idi. Sevgili Peygamberimizin Medine’ye hicretinden sonra Mekke’de duramaz olmuştu. Kısa zamanda hazırlanıp yola koyulmuştu. Onun hicret hikayesi şöyle gerçekleşmiştir:
“Ümmü İshak radıyallahu anha , İki Cihan Güneşi Efendimiz’e kavuşmak için fırsat kolluyordu. Bir yolunu bulup kendisini onun yanına atmak istiyordu. Onun bulunduğu beldeye ulaşma hasretiyle yanıp kavruluyordu. O, müşrik olan beyinden bir an evvel kurtulmak istiyordu. Bir şekilde bir yolunu bulup kaçmak istiyordu. Bu arzusunun gerçekleşmesi için Allah Teâlâ’ya duâ ediyor ve Medine’ye gideceği zamanı bekliyordu. Bunun için âdeta gün sayıyordu. Bu sebepten her an hicrete hâzır bir vaziyette yaşıyordu.
Bir gün bu fırsatı yakaladığını düşündü. Yanına erkek kardeşini alarak hicret için Mekke’den gizlice çıktı. Bir müddet gittikten sonra kardeşi yol azığını evde unuttuğunu hatırladı. Geri dönüp azığı alıp gelmeyi düşündü. Ümmü İshak (r.anha) buna razı olmadı. Fakat o kendi içinde kararını vermişti. Kardeşine şöyle dedi:
“Ümmü İshak! Sen burada otur. Beni bekle. Ben Mekke’ye dönüp unuttuğum azığımı alıp geleyim,” dedi.
Bu sözden endişe duyan, gönlü sıkılan Ümmü İshak kardeşine izin vermek istemedi. Zira kocasının onu yakalayıp öldürmesinden korkuyordu. Şefkatle ona baktı ve:
“Fâsığın,(yani kocasının) seni öldürmesinden korkuyorum” dedi.
Kardeşi bu sözlere aldırış etmedi. Onu bırakıp Mekke’ye gitti. Aradan üç gün geçmesine rağmen kendisinden bir ses, bir haber alamayan Ümmü İshak merak içinde ne yapacağını bilemez, şaşkın bir vaziyette gözleri yollarda kaldı. Beklemekten başka da çaresi yoktu. Geri dönse o da aynı akıbete düşebilirdi. Bu hâlet-i rûhiye içerisinde iyice bunalmış iken Mekke’den gelen bir yolcu yanına uğradı. Onu tanıdı ve burada ne yaptığını sordu.
“Ümmü İshak! Burada oturmana sebep nedir?” dedi.
O da:
“Kardeşim İshak’ı bekliyorum,” diye cevap verdi.
Yolcu hüzünlü bir şekilde Ümmü İshak’a acı haberi vermek zorunda kaldı ve:
“Artık senin için İshak yok. Kocan Fâsık, Mekke’den çıkarken onu yakalayıp öldürdü” dedi.
Bu habere çok üzülen Ümmü İshak (r.anha) sabır ve metanetle hareket edip, ümitsizliğe kapılmadan tek başına da olsa yoluna devam etmeğe karar verdi. Kendisi bu yolculuğunu şöyle anlatır:
“İnna lillah diyerek ve ağlaya ağlaya kalkıp Medine’ye gittim. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi sordum. Hanımı Hafsa binti Ömer radıyallahu anha’nın odasında olduğunu öğrendim. İzin isteyip içeri girdim. Fahr-i Kâinat (s.a.) abdest alıyormuş. Hemen huzuruna varıp:
“Yâ Rasûlallah! Anam babam sana feda olsun. Kardeşim İshak öldürüldü” dedim ve ağlamaya başladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bana dikkatlice baktı ve bir avuç su alıp onu yüzüme doğru serpti.”
İki Cihan Güneşi efendimize kavuşmanın sevinciyle iç âlemim bir anda değişiverdi. Gönlüm sükûnete kavuştu. Aylardır çektiğim hasret ve günlerdir çektiğim çileler, sıkıntılar hepsi yok olup gitti.
Ümmü İshak (r.anha) ağırbaşlı, sabır ve metanet sahibi bir hanımdı. İbtilâlar karşısında feveran etmedi. Ağlarken bile vakarını kaybetmedi. Allah ve Rasûlü yolunda çektiği eziyetlere aldırış etmeden yoluna devam etti. İmanından taviz vermedi.
Onun âzatlı bir cariyesi vardı. Onda gördüğü güzel vasıfları etrafına anlatırdı. Onun hâdiseler karşısındaki sabır ve tahammülüne dair, Beşşar b. Abdilmelik’in, Ümmü İshak’ın âzatlı cariyesi ninesinden dinlediği şu söz ne güzel bir örnektir. O şöyle dermiş:
“Onun başına büyük felâketler geliyor,gözünde yaşlar görülüyor ama yanaklarına akmıyordu.”
Ne güzel ahlâk!.. Ne vakur hareket!.. Ne sevimli bir İslâmî şahsiyet!.. Acılar, dertler karşısında feveran etmemek!.. Hüznünü gönlüne gömebilmek!.. Sabırla direnebilmek!.. Ey Allahım! bizlere de olaylar karşısında sabır, sebat ve metanet nasib et!..
ORUÇLUYA ALLAH’IN GÖNDERDİĞİ RIZIK
Ümmü İshak el-Ganeviyye (r.anha)’nın oruçlu iken başından geçen bir hâdise vardır. Onu da aynı rivayet zinciriyle Beşşar b. Abdilmelik şöyle nakleder:
“Ümmü İshak (r.anha) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin yanında olduğu bir gün hâne-i seâdete büyükçe bir tas ile serid veya tirid yemeği getirildi. Bir rivayette de ekmek ve et getirildi. Rasûlullah (s.a.) ondan bir parça aldı. Az bir şey tattı. O da Efendimizle birlikte yedi. Bu sırada Zülyedeyn de huzura geldi. Efendimiz (s.a.) ona da bir kab içerisinde başka bir yemek ikram etti. Ümmü İshak’a da buyur etti. Ondan da almasını istedi ve:
“Ey Ümmü İshak! Bundan da ye. Bunun da tadına bak.” dedi.
O anda oruçlu olduğunu hatırlayan Ümmü İshak ne yapacağını şaşırdı. Eli dondu kaldı. Ne ileri ne geri gitti. Hiç hareket ettiremedi. Elini ağzına götürmeye bile gücü yetmedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz ona:
“Hayrola Ümmü İshak, ne oldu, neyin var?” buyurdu.
O da:
“Yâ Rasûlallah! Ben oruçluydum” dedi.
Bu cevap üzerine orada bulunan Zülyedeyn :
“Doyduktan sonra mı aklına geldi” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz Ümmü İshak’a döndü ve:
“Orucunu tamamla. Bu, Allah’ın sana gönderdiği bir rızıktır” buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, VI, 367 . Üsdü’l-gabe, VII, 299 . İsâbe,IV,430 .)
Ne yüce ölçü!.. Ne engin rahmet!.. İslâm’ın her emri insanlığa büyük bereket!..
Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimizin vermiş olduğu bu cevabdan Ümmü İshak el-Ganeviyye (r.anha)’ nın gönlü ferahladı. Düştüğü hatanın günâhından, mahcûbiyetinden ve sıkıntısından kurtulup huzur buldu. Efendimizin emri üzere orucunu tamamladı.
Ümmü İshak (r.anha)’nın başından geçen bu hâdise kendinden sonra gelen ümmete bir rahmet oldu. Oruçluyken unutarak yeyip içen müslüman, mümin kişinin ne yapması gerektiği onun vasıtasıyla vuzûha kavuşmuş oldu.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Âmin.
Hâlide Binti Esved (r.anha) Kimdir?
Hâlide Binti Esved (r.anha) Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin teyzelerinden… Âmine Hatun annemizin kızkardeşi…
İbadete düşkün bir hanım sahâbî. O Mekke’li olup Abdimenâf oğullarından Esved İbni Abdiyeğus’un kızıdır. Annesi Âmine binti Nevfel’dir. Hâlide, Abdullah ibni Erkam ibni Abdiyeğus ile evlenmiştir. O Mekke döneminde henüz müslüman olamamıştı. Hicretten sonra Medine’ye giderek orada İslâm’la şereflendi.
AKRABALIĞI EBEDÎ YAKINLIĞA ÇEVİRMİŞ BİR HANIM
Hâlide (r. anhâ) o güne kadar Rasûlullah (s.a.) Efendimizi yeğeni olarak seviyordu. Müslüman olduktan sonra ise Allah’ın Rasûlü olarak derin bir iman bağı ile sevmeye başladı. Ona biatta bulunarak bu bağını pekiştirdi. Ona verdiği söze sâdık kaldı. Ona gönülden itaat ve hürmet edip, saygı ve sevgi ile hizmet etti. O, neseb yönünden yakınlığını Allah Rasûlünün sahâbesi olmak sûretiyle ebedî yakınlığa çevirmiş bir bahtiyardır. O maddî akrabalığını manevi kardeşliklerle kuvvetlendirerek hem bu dünyada hem de ahirette sevgili yeğeni, Allah Rasûlüne yakınlığını sağlamlaştırmış oldu.
Hâlide binti Esved (r. anhâ) imanı kavî bir hanımdı. Çok ibâdet ederdi. Nezâket ve nezâhet sahibiydi. Güleryüzlü ve edep ehliydi. Ziyaretleşmeyi severdi. Bir gün Medine-i Münevvere’de Hz. Âişe (r. anhâ) annemizin evine ziyarete gitmişti. Bir ara fırsat bulup namaza durmuştu. O sırada Rasûlullah (s.a.) efendimiz de Aişe (r. anhâ) annemizin yanına uğramıştı. Orada bir kadını namaz kılarken görünce:
– Âişe! Bu kim? diye sordu.
Âişe (r. anhâ) annemiz:
– Teyzelerinizden birisi, diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.) uzun zamandan beri görmediği için teyzelerinden hangisi olduğunu tanıyamadı ve:
“Benim teyzelerim gurbette bulunuyorlar. Acaba bu hangisidir?” diye sordu.
Âişe (r. anhâ) annemiz:
“Hâlide binti Esved’dir.” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz Allah’a hamdetti ve:
“Ölüden diri çıkaran Allah’ı, noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim.” buyurdu. Onun Medîne’ye gelmesine sevindiği kadar müslüman olmasına daha çok sevindi. Hâlide (r. anhâ) ibâdete düşkün, dindar bir hanımdı. İslâm’dan önceki hayatı ise küfür karanlıklarında geçmişti. Aile olarak putlara taparlardı.
Müşrik bir babanın kızı olarak büyümüştü. Fakat gönlü sevgili yeğenin getirdiği hakikatleri kabullenmekteydi. Kalbi Onu tasdik ediyordu. Zira yeğenin hiç yalan konuşmadığını biliyordu. Ama çevresinden çekindiği için uzun müddet İslâm’a girememişti. Şimdi ise kendisi İslâm’ın nuruna kavuşmuştu. Ama babası müslüman olmadan ölmüştü.
İki Cihan Güneşi efendimiz onun bu derdini paylaşırcasına, babasını hatırlatarak küfür karanlığında kaybolup giden bir kimseden mü’min bir evlât yaratan Allah’ı tenzih ve takdis ederim demiştir.
Sevgili teyzesinin müslüman olup kurtuluşuna, ibâdete düşkün, dindar bir hanım olarak huşû ile namaz kılışına memnun olarak sevincini bu şekilde dile getirmiştir. Hâlide (r. anhâ) bundan sonraki hayatını İslâm’ın güzellikleriyle geçiren mutlu bir hanım oldu.
SALİHA BİR HANIM
İbadetleriyle davranışlarını da güzelleştirerek çevresine “saliha bir hanım” olarak örnek oldu. İslâm’ın yayılmasına hizmet etti. O, Allah Teâlâ’nın huzurunda durmaktan büyük haz alırdı. Bu duygu içerisinde huşû ile namaz kılardı. Kıyam, rukû ve secdelerde kendini Rabbıne yakın hissetmenin heyecanını yaşardı.
Hâlide binti Esved (r. anhâ) ömrünün sonuna kadar bu heyecan içerisinde Allah Teâlâ’ya kulluk yaptı.
Allah ondan razı olsun. Cenâb-ı Hak şefaatlerine mazhar eylesin. Amin
Havle Binti Tüveyt (r.anha) Kimdir?
Havle binti Tüveyt radıyallahu anhâ mü’minlerin annesi Hazreti Hatice radıyallahu anhâ’nın yakın arkadaşı…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin saygı gösterdiği, kendisi için ayağa kalktığı bir hanım sahâbî… O, Mekke’li olup Tüveyt İbni Habib’in kızıdır. Mekke’nin ileri gelen hanımlarından Hatice binti Huveylid ile arkadaş idi. Peygamber hanesine yakınlığı dolayısıyla son dinin geldiğini ve Allah Rasûlünün peygamberliğini birçok kimseden önce duymuştu.
Havle binti Tüveyt, Hz. Hatice annemizin sık görüştüğü bir arkadaşıydı. Ona karşı gönlünde samimi bir muhabbet vardı. Onun dürüstlüğüne hayrandı. Akıllı ve zeki bir hanım olarak o, Hz. Hatice (r. anhâ)’nın fikir ve düşüncelerine çok değer verirdi. Zira onun görüşlerinin doğruluğunda şüphesi yoktu. Onun sözünde sâdık olduğunu ve muhtaç kimselere yardım ettiğini bizzat yaşayarak görmüştü. Bu sebebten Hz. Hatice (r. anhâ)’ya karşı özel bir gönül bağı vardı.
Hz. Hatice (r. anhâ) annemiz Havle binti Tüveyt ‘in samimi ve yakın arkadaşlığını fırsat bilerek İslâm’ı ona anlattı. O da tereddüt etmeden kabul etti. İslâm’a ilk girenlerle birlikte müslüman oldu. Havle (r. anhâ) arkadaşı Hz. Hatice (r. anhâ)’nın İslâm’ı tebliğ konusunda Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize verdiği desteği yakînen görüyordu. Onu davasında yalnız bırakmadığına ve canıyla, malıyla hizmet ettiğine bizzat şâhit oluyordu. Kendisi de gücü nisbetinde bir şeyler yapmaya çalışıyordu. İslâm’ın ilk yılları zor ve çetin geçmekteydi. Buna rağmen hiçbir mü’min Allah ve Rasûlü dâvasından vaz geçmemekteydi.
HZ. HATİCE’NİN HÂTIRÂSI
Havle binti Tüveyt (r. anhâ) Allah’a ve Resûlüne tam teslim olmuş bir hanımdı. Onun imânî heyecanını bilen İki Cihan Güneşi efendimiz Havle (r. anhâ)’ya hürmet ederdi. Bilhassa Hz. Hatice (r. anhâ) annemizin vefâtından sonra zaman zaman onu ziyaret ederdi. Zevcesi Hatice’nin hâtırâsı olarak ona izzet ve ikramda bulunurdu. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin bu vefâkârlığını Hz. Aişe (r. anhâ) annemiz şöyle anlatıyor:
Bir gün Havle (r. anhâ) bize geldi. Onun geldiğini gören Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ayağa kalktı. “Hoş geldin! Nasılsın?” diyerek Havle (r. anhâ)’nın hal ve hatırını sordu. Ben bunu garibsedim. Kendi kendime; bu kadının içeri girmesiyle niçin ayağa kalktı? Buna gerek var mıydı dedim. Hemen Rasûlullah sallallahu aleyhi veselleme:
“ Ya Rasûlallah! Onun için ayağa kalkıp karşılamana gerek var mıydı?” diye sordum. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Bu kadın Hatice zamanında bize ziyarete gelirdi. Onun arkadaşıydı. Güzel arkadaşlık imandandır.”diye cevap verdi.
İki Cihan Güneşi efendimiz emsalsiz, örnek bir şahsiyetti. Her konuda mü’minlere rehberlik ederdi. Vefâ konusunda da tekti. Hz. Hatice annemizin hâtırası olarak Havle (r. anhâ)’ya hürmet edip ayağa kalkması onun derin vefâkarlık örneğiydi. Havle binti Tüveyt (r. anhâ) kendisini ibadete vermiş sâliha bir hanımdı. Özellikle gece ibadetine çok düşkündü. Allah Teâlâ’nın huzurunda durmaktan büyük zevk alırdı. Geceleri hep ibadetle geçirdiği için uyumadığı da olurdu.
HAYAT ÖLÇÜSÜ
Havle (r. anhâ) bir defasında yine Hz. Aişe (r. anhâ) annemizin yanına gitmişti. Gece sabahlara kadar uyumadan ibadet etme konusunda bilgilenmek istiyordu. Bu meseleyi annemize sordu. O da Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimize Havle (r. anhâ)’nin yaptıklarını anlattı. Net ve açık bir şekilde: “Ya Rasûlallah! Bu Havle’dir. Onun gece gündüz uyumadan, sürekli ibadet ettiğini söylüyorlar.” dedi.
Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bu davranışı uygun görmedi. Her şeyin hakkı vardır. Bedenin de hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermek lazımdır. Uykuya vakit ayırmasını ve aşırıya gitmemesini söyleyerek şu tavsiyede bulundu:
“Gücünüz yetecek kadar amel yapın. Allah’a yemin ederim ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz (yeter demez)” buyurdular.
Ne güzel bir hayat ölçüsü elhamdülillah. İslâm ne yüce bir dindir. Ne ifrad ne de tefrit vardır. Îtidal ve istikamet esastır. İnsan, gücünün yettiğiyle sorumludur. Asıl olan huzur ve huşû ile ibadettir.
Rabbımız cümlemize Havle binti Tüveyt’in (r. anhâ) şefaatlerine erebilmeyi, huzur ve huşû içinde ibadetler yapabilmeyi nasib eylesin. Amin…
Zeyneb Binti Ebû Seleme (r.anha) Kimdir?
Zeyneb binti Ebû Seleme radıyallahu anhâ Medine’deki fakîh sahâbî hanımlarından… Râsulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin üvey kızı…
Zeyneb binti Ebû Seleme (r. anhâ) anne ve babası muhacir olarak Habeşistan’da bulunduğu sırada dünyaya gelmiştir. Annesi Mekke reisi Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe (r. anhâ)’dır. Meşhur sahâbî Muâviye (r.a)’ın kız kardeşi olmaktadır. İlk kocasının vefatından sonra Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizle evlenme bahtiyarlığını elde ettiği için mü’minlerin annesi olma şerefine de nâil olmuştur.
Zeyneb binti Ebû Seleme (r. anhâ) mü’minlerin annesi Ümmü Habibe (r. anhâ)’nın ilk kocası Abdullah’tan olan kızıdır. Abdullah’ın künyesi Ebû Seleme idi. Bu künye ile meşhur olduğu için Ebû Seleme kızı Zeyneb diye tanınmıştır.
Babası Ebû Seleme (r.a)’ın vefâtından sonra annesi Ümmü Habibe (r. anhâ) Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizle evlenmişti. Mü’minlerin annesi olma şerefine ermiştir. Zeyneb de bu mutluluktan payını almış, Allah Rasûlü (s.a) efendimizin evinde yetişmiştir. İlmini, edebini ve terbiyesini İki Cihan Güneşi Efendimizden almıştır. Eğitimini, öğretimini onun huzurunda tamamlamıştır.
Zeyneb (r. anhâ) bilgilenmeyi çok severdi. Efendimiz’den bir çok hadis ezberlemiştir. İslâm’ın inceliklerini öğrenmek için gayret etmiştir. Nûbüvvet pınarından akan nûrdan bol bol içerek feyizlenmiştir. Onun asıl adı Berre idi. Adını beğenmişlik yapmasın diye Efendimiz onun ismini Zeyneb olarak değiştirmiş ve: “Kendinizi temize çıkarmayınız. Sizden hanginizin daha iyi olduğunu Allah bilir.” buyurmuştur.
FAKÎH HANIM SAHABÎ
Zeyneb binti Ebû Seleme (r. anhâ) ilim meclislerini severdi. Hanımlar arasında ilim bakımından seçkin bir mevkiye sahipti. Fıkıh ilminde çok ileri gitmiş ve fıkhî konularda kendine müracaât edilen bir hanım sahâbî olmuştu. Onun hadis rivayetleri de vardır. Buhârî iki hadisini, Müslim de bir hadisini kitaplarına almışlardır. Riyâzussalihin Terceme ve Şerhinde nakledilen hadis rivayeti şöyledir:
“Zeyneb binti Ebû Seleme radıyallahu anhûma şöyle dedi: Nebi sallallahu aleyhi vesellem’in zevcesi Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ’nın yanına gitmiştim. Ümmü Habibe, içinde safran veya başka bir şey bulunan güzel bir koku istedi. Bu kokudan önce bir câriyeye sonra kendi yanaklarına sürdü. Daha sonra şöyle dedi:
Allah’a yemin ederim ki, benim kokuya hiç ihtiyacım yok. Şu kadar var ki, ben Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in minberde şöyle buyurduğunu duydum.
KADIN NE KADAR YAS TUTABİLİR?
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kadının ölü için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Sadece kocası için dört ay on gün yas tutabilir.”
Hadisi rivayet eden Zeyneb binti Ebû Seleme der ki:
Daha sonra ben, kardeşi vefat ettiğinde Zeyneb binti Cahş radıyallahu anhâ’nın yanına da gitmiştim. O da koku isteyip süründü ve sonra şöyle dedi:
Allah’a yemin ederim ki, benim koku sürünmeye ihtiyacım yok. Ancak ben Rasûlullah (s.a)’in minber üzerinde şöyle buyurduğunu işittim:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kadının ölü için üç günden fazla yaz tutması helâl değildir. Sâdece kocası için dört ay onu gün yas tutabilir.”
(Buhârî, Cenâiz 31. Riyazussalihın Terc. Ve Şerh c.7 s. 360-361)
Ümmü Habibe (r. anhâ)’nın babası Ebû Süfyan (r.a) 653 milâdi senede vefat etmişti. Babası, annesi veya bir yakını ölen kimsenin üzülmesi, yas tutması tabîi karşılanır. Özellikle kocası ölen bir kadının üzülüp yas tutmasının vâcip olduğunda âlimler görüş birliği içindedirler. Bu yas, kocanın kadın üzerindeki meşrû haklarından biridir. Kadının bu üzüntü hâli hem hayat arkadaşının hâtırasına hürmet hem kocasının hayatta olan âile fertlerine karşı bir saygı ifadesidir.
Hadiste geçtiği gibi dört ay on günlük müddet iddet bekleme süresidir. Bu sûre içerisinde süslenmek, koku sürünmek v.s davranışlar yadırganır. Sevimsiz bir hareket olarak değerlendirilir. Bu tür davranışlardan uzak kalmak insanlık şerefine ve hanımlık asâletine daha uygun düşer.
Zeyneb binti Ebû Seleme (r. anhâ) Abdullah İbni Zem’a ile evlenmiştir. Bu evlilikten beş erkek üç kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Çocuklarından Ubeyde ve Abdurrahman kendisinden hadis nakletmişlerdir. Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın kızı Esma (r. anhâ) Zeyneb (r. anhâ)’yı çocukluk döneminde emzirdiği için süt annesi olma bahtiyarlığına kavuşmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz çocuk yaşta iken Zeyneb’in yüzünü yıkadığı ve bu sebeble Zeyneb (r. anhâ)’nın ihtiyarlığında da yüz güzelliğini kaybetmediği rivayet edilir. Zeyneb binti Ebû Seleme (r. anhâ) hicrî 73 tarihinde milâdî 692 yılında Medine’de vefat etmiş. Cennetü’l-Bakî’a kabristanlığına defnedilmiştir.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Fâtıma Binti Kays (r.anha) Kimdir?
Fâtıma binti Kays radıyallahu anhâ Medine’ye hicret eden ilk muhacir hanım sahâbîlerden!.. Keskin zekâsı, görüş ve kanaatlerinde isabeti ile çevresinde tanınmış, olgun bilgili ve anlayışlı bir hanım!.. Hz. Ömer (r.a)’ın şehâdetinden sonra İslâm Şûrasının evinde toplanıp müzakereler yaptığı görüşünün alındığı bahtiyar bir hanım!… Kûfe emirlerinden Dahhak İbni Kays’ın ablası…
Fâtıma binti Kays (r. anhâ) Mekkeli olup Fihreoğulları kabîlesine mensuptur. Hicretten önce İslâm’la şereflenmiştir. BabasıKays İbni Hâlid el-Kureşiy’dir. Annesi, Kinane oğulları kabilesinden Ümeyye binti Rebia’dır. O ilk evliliğini Ebû Amr Hafs İbni Muğîre ile yapmıştı. İslâm’la şereflendikten sonra Allah ve Resûlüne tam teslim oldu. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Medine’ye hicret edince doğup büyüdüğü Mekke şehri kendisine dar geldi. Rasûlullah’a (s.a.v)’ olan muhabbet onu da İslâm uğrunda Mekke’den Medine’ye hicret ettirdi.
BOŞANAN KADIN NAFAKA ALABİLİR Mİ?
Fâtıma binti Kays (r. anhâ) boşanması fıkhi hükümlere konu olan bir hanım sahâbîdir. Kocası Ebû Amr İbni Hafs Muğîre onu boşadı. Bu kararını Ayyaş İbni Ebi Rebîa vasıtasıyla hanımına bildirdi. Ayyaş ile bir miktar da yiyecek gönderdi.
Fâtıma binti Kays (r. anhâ) zekî bir hanımefendiydi. Onun gönderdiği yiyeceği kabul etmedi. Evinde oturmak istediğini ve kendisine nafaka bağlanmasını taleb etti. Fakat kocasının ailesi buna karşı çıktı. Nafaka bağlanmasını reddetti. Bunun üzerine Fâtıma (r. anhâ) her zaman olduğu gibi meselelerini çözme konusunda hemen Rasûlullah (s.a.v) Efendimize müracaat etti. Onun vereceği karara gönül rahatlığı ile teslim olacağını bildirerek durumunu arz etti. Efendimiz ona şu açıklamada bulundu:
Boşanmış bir kadının kocasından nafaka almaya ve onun evinde oturmaya hakkı olmadığını bildirdi. Ona iddetini geçirmesi için önce Ümmü Şerik (r. anhâ)’nın evinde kalmasını tavsiye etti. Sonra daha rahat edebileceğini düşündüğü amcazâdesi âmâ sahâbî Abdullah İbni Ümmü Mektûm (r.a)’ın evinde iddetini tamamlamasına işaret buyurdu. İddet sûresi dolunca kendisine haber vermesini ve onu evlendireceğini söyledi.
Fâtıma (r. anhâ) zekî, bilgili, anlayışlı ve olgun bir hanımdı. İddet müddeti bitince kendisiyle evlenme teklifleri gelmeye başladı. Muâviye İbni Ebû Süfyan ve Ebû Cehm Âmir İbni Huzeyfe onunla evlenmek istediler. O, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizden habersiz ayrı bir iş yapmayı hiç düşünmezdi. Zâten kendisine iddet süresi dolunca gelmesini söylemişti. Allah’a ve Resûlüne teslimiyet ve muhabbet de böyle davranmayı gerektirirdi. O bu konuda da Efendimizin fikrine ve tavsiyesine uyma kararında idi. Ona göre hayatta en önemli şey Efendimizin gösterdiği çizgide yürüyebilmekti. Onun sözlerine, işaretlerine dikkat edip, emir ve tavsiyelerini yerine getirmekti.
Fâtıma (r. anhâ) durumu İki Cihan Güneşi Efendimize nakletti. Kendisiyle evlenme talebinde bulunan kişiler hakkında görüşlerini sordu. Onun bu soruları kıyamete kadar gelecek ümmetin dünürlük konusunda gösterilmesi gereken edebe, âdaba ve istişarelerdeki dürüstlüğe rehberlik etti. Bilgilenme konusundaki samimi davranışların nasıl olması gerektiğine açıklık getirdi. Evlilik öncesi adaylar hakkında bilgi edinilmesinin tarafların hakkı olduğunu ve adaylar hakkında bilinenlerin net söylenmesi gerektiğini bu konuda söylenen şeylerin gıybet olmayacağını duyurdu.
Fâtıma binti Kays (r. anhâ)’nın bizzat kendisinin rivayet ettiği hadis-i şerifte bu konu şöyle nakledilmektedir:
Fâtıma binti Kays radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi vesellem’e geldim ve:
– Ebû Cehm ve Muâviye İbni Ebû Süfyan beni istiyorlar (ne dersiniz?) dedim.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bana:
“Muâviye malı olmayan fakirin biridir. Ebû Süfyan Cehm ise, sopasını omuzundan indirmez.” buyurdu. (Riyazussalihin Terceme ve Şerhi, c. 6, s. 475-477 Müslim, Talak 36. Tirmizi, Nikah 38)
Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz Fâtıma (r. anhâ)’nın sorusuna çok açık bir şekilde cevap vermiş oldu. Birinci teklif eden hakkında: “Malı olmayan fakirin biri” diğeri için de “omuzundan sopasını eksik etmeyen yani kadınları çokça döven biri” olarak onu bilgilendirdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bu sözleriyle ümmete büyük dersler vermiştir. Bu hassas konuya mü’minlerin dikkatini çekmiştir. Kurulacak bir yuva öncesinde fikri sorulan kişinin adaylar hakkında bildiklerini herhangi bir karalama gayesi gütmeksizin söylemesi gerektiğine işaret etmişlerdir. Bu şekildeki bir davranışın gıybet sayılmayacağını ilân etmişlerdir.
İki Cihan Güneşi efendimiz görüşlerini bu şekilde açıkladıktan sonra Fâtıma (r. anhâ)’ya Üsâme İbni Zeyd (r.a) ile evlenmesini tavsiye etti. Fâtıma (r. anhâ)’nın teslimiyeti tamdı. Ama Üsâme’nin gençliği onun gönlüne takılır gibi olmuştu. Efendimiz onun bu hâlini anladı ve tekrar Üsame ile evlenmesine işaret buyurdu. O da kabul etti. Fâtıma (r. anhâ) açık fikirli, gönlü şefkat ve merhamet dolu bir hanım idi. Bu evlilikten çok memnun olduğunu ve Üsâme (r.a)’ın olgunluğuna hayran kaldığını sonradan itiraf etmiştir.
İSLAM NE GÜZEL
İslâm ne güzel din!.. İman ne güzel nimet!.. Mü’minlik ne büyük şeref!.. Ashâb-ı Kiram bu güzel ahlâk ile yetişti!.. Gösterdikleri teslimiyet, muhabbet ve olgunluklarıyla yeryüzü yıdızları haline geldiler!.. İmanın meyvesi güzel ahlâklarıyla ümmete örnek teşkil ettiler… Allahım bizlere de o güzellikler içinde ömür sürmeyi nasib et!..
Fâtıma (r. anhâ)’nın naklettiği bu hadis-i şerifte dikkatimizi çekecek bir husus da şudur: Efendimiz, Muâviye için “malı olmayan fakirin biri” derken onun durumunu ortaya koymuştur. Yoksa fakirlik evliliğe mâni değildir. Ancak erkeğin, yöre şartlarına göre hanımını geçindirecek bir gelire sahip olması ailenin huzuru bakımından önemlidir.
EVLİLİKTEKİ ÖNEMLİ KUSUR
Ebu Cehm’in kadınları çok dövmesi de aile seâdeti noktasından önemli bir kusurdur. Erkek için bir eksikliktir. Efendimiz erkek ve kadını bu hususta da uyarmaktadır. Fâtıma binti Kays (r. anhâ) Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizden otuz dört hadis-i şerif nakletmiştir. Kendisinden, Şa’bî başta olmak üzere Tâbiûn neslinin büyüklerinden bazıları hadis rivayet etmiştir.
Fâtıma binti Kays (r. anhâ) Hz. Ömer (r.a)’in şehadetinden sonra halifelik müzâkelerinin evinde yapıldığı bahtiyar bir hanımdır. Onun İslâmî konulardaki hassasiyeti, bilgisi ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimize olan bağlılığı evini meclis-i şûra yapmıştır. Sır saklayan bir hanımdı. Hanesinde görüşülenler dışarıya sızmazdı. Halife seçimi konusu da çok hassas ve müslümanların en önemli konusu idi. Bu yüzden Şûra Meclisi onun evinde toplanmıştı.
Fâtıma (r. anhâ) hayatının son dönemlerini, Kûfe vâlisi kardeşi Dahhak İbni Kays’ın yanında geçirdi. Orada iken 674 miladi senede vefat etti.
Allah ondan razı olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.
Seffâne Binti Hâtim (r.anha) Kimdir?
Seffâne binti Hâtim radıyallahu anhâ cömertliği ile meşhur bir âilenin ferdi. Akıllı, zeki bir hanımefendi. Babasının cömertliği darb-ı mesel haline gelmiş olan Hâtim-i Tâî’nin kızı. Güzel konuşan, kendini ifadede acze düşmeyen, cesâret sâhibi bir hanım… Esir düştükten sonra İslâm’la buluşan ve kardeşi Adiy İbni Hâtim’in de müslüman olmasına vesîle olan bahtiyar…
Seffâne binti Hâtim (r.anha) Yemen taraflarında yaşayan Tayy kabilesine mensuptur. Babası cömertliğiyle meşhur Hâtim-i Tâyî’dir. Akıllı bir kadın olan Seffâne binti Hâtim’in İslâm’la buluşması şöyle olmuştur:
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, hicretin dokuzuncu yılında Tayy kabilesi üzerine Hz. Ali (r.a) komutasında bir birlik gönderdi. Tayy kabilesinin meşhur putu Füls’ü yıkıp ortadan kaldırmasını istedi.
“LÂ İLÂHE İLLALLAH” DEYİN CANINIZI VE MALINIZI KURTARIN
Hz. Ali (r.a)’ın Tayy kabilesi topraklarına baskın düzenleyeceğini haber alan Adiy İbni Hâtim, aile efradını alarak Şam taraflarına kaçtı. Kızkardeşi Seffâne ise kabilesi içinde kaldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin atlıları bu kabilenin topraklarına girince Hz. Ali (r.a) komutasındaki süvariler Tayy kabilesine bir gece baskını düzenledi. Hz. Ali (r.a) halka; “lâ ilâhe illallah” deyin canınızı ve malınızı kurtarın diye ilân ettirdi. Müslüman olanlara dokunulmadı. Kabilenin diğer fertleri toptan esir alındılar. Süvâri birliği bir çok esir alarak, ganîmet ve mallar elde ederek döndüler.
Medine-i Münevvere’ye getirilen esirler Mescid-i Nebî’nin yanında bulunan esirlerin toplandığı yere kondu. İçlerinde Tayy kabilesinin reisi Adiy İbni Hâtim’in kızkardeşi Seffâne binti Hâtim de vardı.
Seffâne akıllı zekî ve özgüvene sâhib bir kadındı. İslâm’a karşı kalbinde bir sıcaklık oluşmuştu. Zira sefer halinde iken, yol boyu gelirken kendisine kötü davranılmamıştı. Rasûlullah (s.a.v)’in atlılarından hiç bir sert ve kaba hareket görmemişti. İnsanlara şefkat ve merhamet ile muamele ettiklerine şahit olmuştu. Müslümanların bu davranışı ona çok tesir etti. İslâm’ın şefkat ve merhameti onun gönlünde iman nurunun parlamasına vesîle oldu. O Rasûlullah (s.a.v) ile görüşmek istedi. Efendimizin huzuruna çıkartıldı.
Bir rivayete göre de Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz esirlerin bulunduğu tarafa doğru gelmişti de Seffâne hemen ayağa kalkıp müslüman olduğunu söyleyip kendisini tanıtmıştı. Şöyle ki:
“Ya Rasûlallah! Ben Hâtem-i Tâî’nin kızıyım. Şüphesiz babam kendisine sığınanları korur, ihtiyaç sahiplerine yardım eder, açları doyurur, yemek yedirir, kendisinden bir şey isteyeni reddetmezdi.” dedi. Sözüne devam ederek:
“Şimdi babam öldü. Kılavuzum, ortadan kayboldu. Bana lütufta bulun. Beni esaretten kurtarmanı senden rica ediyorum.” dedi.
İki Cihan Güneşi Efendimiz ona:
“Senin kılavuzun kim?” diye sordu.
O da:
“Adiyy İbni Hâtim” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz:
“Şu Allah ve Resûlünden kaçan Adiyy İbni Hâtim mi?” dedi ve yürüyüp geçti.
Ertesi gün Rasûlullah (s.a) Mescidden dışarı çıktığında yine esirlerin toplandığı yerden geçiyordu. Seffâne binti Hâtim tekrar ayağa kalktı ve:
“Ya Rasûlallah babam öldü. Elçi ortadan kayboldu. Bana yardım eyle. Esaretten kurtar. Memleketime gönder.” dedi.
Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz Seffâne (r. anhâ)’nin bu samîmi isteğini yerine getirmek üzere şöyle cevap verdi:
“Tamam. Fakat gitmekte acele etme. Kavminden güvenli bir kimse gideceği zaman bana haber ver.” buyurdu.
KÂFİRLİKTEN SAHABELİĞE
Seffâne binti Hâtim (r. anhâ) İslâm’la şereflenişinin ve Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizden izin çıkmasının sevinciyle döneceği günü beklemeye başladı.
Nihayet memleketlerinden bir kervanın geldiğini duydu. Onlarla güven içerisinde gidebileceğini düşünerek hemen Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimizin huzuruna çıktı ve:
“Ya Rasûlallah! Beni götürecek, güvendiğim insanlardan bir kervan geldi.” dedi.
İki Cihan Güneşi efendimiz Seffâne binti Hâtim (r. anhâ)’ya bir deve hazırlattı. Ona yiyecek, içecek ve giyecek verdi. Türlü hediyelerle onu uğurladı.
Seffâne (r. anhâ) samimi bir müslüman olarak memleketine dönüp ailesinin ve kabilesinin İslâm’a girmesini arzu ediyordu. Bunun için Şam taraflarına kaçan kardeşine ulaşmak üzere kervanla Suriye’ye gitti. Orada Adiyy İbni Hâtim’i buldu.
Olan biten, başından geçen hadiseleri bir bir kardeşine nakletti. Anlatılanları dikkatle dinleyen Adiyy İbni Hâtim’de bir merak uyandırdı. Seffãne (ranhâ) Sözüne devam ederek Rasûlullah (s.a.v)’in şefkat, merhamet, afv ve mûsâmahasına, cömertliğine hayran kaldığını söyledi. Kendisine karşı nâzik davranışlarından, hediyelerle uğurlayışından bahsetti.
Seffâne (r. anhâ) akıllı ve zekî bir hanım olduğu için kardeşi Adiy İbni Hâtim ona güvenirdi. Onun sözlerine değerlendirmelerine önem verirdi. Allah Rasûlünü görmüş birisi olarak kardeşine özel bir soru yöneltti ve:
“Şu zâtın işi hakkındaki görüşün nedir?” dedi.
Seffâne (r. anhâ) bu soru ile kardeşinin gönlünün İslâm’a ısındığını anladı. Eski inadının kalmadığını, kin ve öfkesinin söndüğünü düşündü. Adiyy İbni Hâtim’in onurunu okşayarak, tatlı dil ve yumuşak bir üslûbla onun aklına hitab ederek şöyle konuştu:
“Vallahi ey kardeşim, senin ona acele iltihak etmeni düşünürüm. Ona süratle katılmanı uygun görürüm.
Eğer o gerçekten bir peygamber ise ona önce giden için bir fazilet vardır. Ona tâbi olmakta başkalarının önüne geçmen senin için bir fazilet ve üstünlüktür. Eğer o bir hükümdar ise, onun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, seçkin insanlar içinde kalırsın. Hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar sana aittir!” dedi.
Adiy İbni Hâtim’in kalbine çok tesir eden bu sözler onun zihninde yer etti. Onu düşünmeye sevk etti. İslâm’a yönelişini sağladı. İman nurunun kalbine girmesine ve gönlünde güzel ufuklar açılmasına vesîle oldu. Kızkardeşi Seffâne’ye cevap olarak:
“Vallahi söylediklerin yerinde bir görüştür. Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!” dedi.
Adiy İbni Hâtim hiç vakit kaybetmeden yola çıktı. Medine’ye geldi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzuruna çıktı ve kelime-i şehâdet getirerek İslâm’la şereflendi. Seffâne binti Hâtim (r. anhâ) akıllı, zekî hareketleriyle konuşmasının güzelliği ve ifadelerinin tesirli olmasıyla tanınmıştı. O, esâret hayatında gösterdiği cesaretle birlikte hem kendisi İslâm’ın nûruna kavuşmuş, hem de kardeşi Adiyy İbnî Hâtim’in bu nur halkasına girmesine vesile olmuştur.
Allah ondan razı olsun. Cenâb-ı Hak cümlemize Seffâne (r. anhâ) gibi ince düşünceli, zekîce hareket edebilmeyi nasib eylesin. Bizleri dâima şerlere kilit, hayırla anahtar eylesin. Amin.
Ervâ Binti Küreyz (r.anhâ) Kimdir?
Ervâ binti Küreyz radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin hala kızı… Hazreti Osman (r.a)’ın annesi… Cahiliye karanlığından kurtulup İslâm’ın nûrûna koşan ilk hanım sahâbilerden…
Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) Mekke’de doğdu. Babası Küreyz İbni Rebîa’dır. Annesi, Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin halası Ümmü Hakîm Beyzâ binti Abdûlmuttalib’dir.
Ervâ Hatun yeni dinin geldiğini, son peygamberin gönderildiğini duyar duymaz İslâm’ın nurûna koşan ilk hanım sahâbîlerdendir. Rasûlullah (s.a) Efendimizin dâvetine icabet ederek İslâm’la şereflenen ilk müslümanlar arasında ismi geçmektedir. Mekke’de Hz. Ebû Bekir, Talha, Zübeyr, Abdurrahman İbni Avf ve Ammar İbni Yâsir (r. Anhüm)’ün anneleriyle birlikte İslâm’ın ilk yıllarında müslüman olduğu rivayet edilmektedir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır.
Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) Câhiliye döneminde Affân ibni Ebi’l-Âs ile evlenmiştir. Bu evliliktenOsman adında bir oğlu Âmine adında da bir kızı olmuştur. Affân’ın ölümünden sonra Ukbe İbni Ebî Muayt ile evlendi. Bu evlilikten de altı çocuğu dünyaya geldi. Velid, Umâre, Hâlid, Ümmü Gülsüm, Ümmü Hakîm ve Hind.
Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) inancından asla tâviz vermeyen bir karaktere sâhibti. Şirke düşmemek için adeta çırpındı durdu. Bir anne olarak çoluk çocuğuna sahip çıktı. Onların bedenen ve kalben sağlam yetişmeleri için çok gayret sarfetti. Yeni dinin güzelliklerini onlara anlatarak Allah ve Rasülünün sevgisini kalblerine yerleştirip putlardan uzaklaştırmaya ve onları putlara tapınmaktan korumaya çalıştı. Çocuklarının hemen hepsi Rasûlullah (s.a.v) Efendimize biat ederek İslâmiyeti kabul etti. Kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.
ÎMANINI KORUMA MÜCADELESİ
Ervâ (r.anhâ) İslâm’ın ilk yıllarında diğer müslüman kardeşleriyle birlikte çilelere sabretti. Müşriklerin ezâ ve cefâsına aldırış etmeden îmanını koruma mücâdelesi verdi. Müslümanlara hicret izini çıkınca o da hicret etti.
Ervâ (r. anhâ) sözünün eri bir hanımefendiydi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimize yaptığı biatı, ona verdiği sözü hiçbir zaman unutmadı. Onun risâletini her yerde, her zaman tasdik edip, dâvâsına yardımcı olarak hayatını geçirdi. İnancı uğruna canını, malını fedâ eyledi. Muhacir oldu. Bu sebepten doğup büyüdüğü şehirden çıkmak zorunda kaldı. Sevgili Peygamberimiz Mekke’den ayrılınca o da kızı Ümmü Gülsüm ile beraber Medine’ye hicret etti. Ömrünün sonuna kadar bu güzel şehirde kaldı.
Ervâ binti Küreyz (r. anhâ) bir anne olarak çocuklarının iyi yetişmeleri için çok gayret göstermiştir. Onların terbiyelerine ve imanlı yaşamalarına çok önem vermiş onları sevgiyle kuşatmıştır. Müminlerin üçüncü halifesi Hz. Osman (r.a) gibi edeb ve haya timsâli bir evlâd yetiştirmesi onun bu gayretinin bir işareti olsa gerektir.
Ervâ Hatun sevgili Peygamberimiz’in iki kerimesine Ümmü Gülsüm ve Rukıyye (r. anhûma)’ya kayın vâlide olmuştur. Onları canı gibi korumuş ve gözetmiştir. Onların huzur ve mutluluğu için çalışmıştır. O uzun bir ömür yaşamış ve oğlu Hz. Osman (r.a)’ın halifelik dönemine yetişmiş bir bahtiyar annedir. Doksan küsür yaşlarında iken Hz. Osman (r.a)’ın halifeliği döneminde Medîne’de vefat eyledi. Cennetü’l-Bakî’aya defnedildi.
HZ. OSMAN’IN ANNESİNE DUÂSI
Ervâ binti Küreyz (r. anhâ)’nın kabre konulmasından sonra Hz. Osman (r.a) annesine karşı derin bir sevgi hürmet göstermiştir. Kabrinin başından uzun bir müddet ayrılamamıştır. Buna dair hatırayı sahâbe-i kiramdan Abdullah İbni Hanzala (r.a) şöyle nakleder:
“Hz. Osman (r.a) anneciğini kabre koyduktan sonra başında durdu ve uzun bir müddet ayakta dua etti. Kabristandan dönüp Mescid-i Nebî’ye geldi. İçeri girdi ve namaza durdu. Secde halinde iken:
“Ey Allahım! Anneme merhamet eyle!.. Ey Allahım! Anneme mağfiret eyle!..” diye göz yaşları içinde uzun uzun dua etti.
Allah onlardan razı olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine mazhar eylesin. Amin