Gıybet ve Dedikodu 13 Soru Cevap

Sorular ve Cevaplar

İçtimai yapıyı ayakta tutan dinamikleri sarsan bazı virüsler vardır. Bu virüslerden bir tanesi ve belki de en önemlisi gıybettir. Gıybet Efendimiz’in ifadeleriyle, mü’min kardeşinin hoşuna gitmediği bir şeyi onun gıyabında söylemektir. Cenab-ı Hak gıybeti net bir ifadeyle haram kılmış ve gıybet edeni ölü kardeşinin etini yemeye benzetmiştir.

Gıybetin haram olduğuna dair Efendimiz’den de rivayet edilen pek çok hadis vardır. Esasında çok geniş bir konu olan gıybeti bir makalenin dar kalıpları içinde mütalaa etmek oldukça zor. Ancak günlük hayatta çokça kullandığımız ama çoğu zaman bunun farkında bile olamadığımız, belki de şeytanın sağdan yaklaşması neticesinde ağzımızdan çıkan bazı gıybet lafızları var. Bu lafızlardan başlayarak gıybet hakkında genel bir değerlendirmede bulunalım.

Bu gıybet lafızlarından bir tanesi.. “Ya şimdi biliyorum gıybet olacak ama..” diye başlıyor, ondan sonra gelecek olan ifadelere adeta bir masumiyet urbası giydiriliyor. İkincisi “ben gıybet etmiyorum ki.. doğrusunu söylüyorum.. O bunların hepsini yapıyor zaten..” Bu da çokça kullanılan bir ifade kalıbı.. zaten kişide olan şeyleri onun arkasından söylemek gıybettir.. Eğer söylenilen şeyler kişide yoksa o zaman o kişiye iftira atılmış oluyor ki bu daha kötü bir günahtır.

Bir diğer ifade kalıbı: “Ben arkasından konuşmuyorum ki.. Şimdi burada olsa yüzüne karşı da söylerim..” bu da ayrı bir gıybet lafzı.. Aslında itiraf etmek gerekir ki, o kişi o anda orada olsa söylediği şeyleri yüzüne karşı söylemesi mümkün değildir.

Bir diğer gıybet lafzı ki bu en büyük ve en tehlikeli gıybet oluyor.. mesela “Falan kişi mi.. siz onu bilmiyorsunuz.. onun daha neleri var neleri.. ama gıybet olur diye korkuyor ve söylemiyorum.” Bu ifade bunu söyleyen kişinin kasdettiği şeyleri söylemesinden çok daha büyük bir gıybettir. Çünkü burada müphem bir isnat vardır. Zira orada bulunan kişilerin aklına acaba bu şahıs, zina mı yaptı, içki mi içti, kumar mı oynadı gibi şeylerin hepsi birden gelebilir. Çünkü ortada net bir durum yoktur.

Son olarak da birden fazla topluluklar ile ilgili yapılan gıybet lafızları var.. mesela “falan grubun adamları var ya işte onlar şöyle şöyle..” Bu da çok ağır bir gıybettir. Çünkü bir cemaati gıybet eden aynı zamanda o cemaatin bütün fertlerini gıybet etmiş sayılır. Ve o fertlerin bütününe haklarını helal ettirmesi gerekmektedir ki, bu da çok zor hatta imkansız gibi görünmektedir.

Gıybet günahından temizlenmek için önce tevbe-istiğfar edilmeli, gıybet yapılan kişiden helallik istenmeli ve o kişiye dua edilmelidir. Yazımızı bir büyüğümüzün bir sohbetlerinde dile getirdiği şu ifadeler ile noktalayalım: “Problemleri çözme neyse ama onların intikalinde gıybetlere girme yok mu, işte onlar beni mahv ediyor. İmanlı sinelerde, imanlı dillerde bu kafir sıfatını görmeye hiç tahammül edemiyorum. Ben sizlerden rica edeyim. Allah aşkına bu türlü davranışları hayatımızdan silip atalım. Zira bu duruma gelen hizmeti hafizanallah yiyip bitirecek iftirak ve gıybet virüsünden başka bir şey bilmiyorum. Hele gıybet, hele gıybet.. Mesela bu daire içinde öyle arkadaşlar tanıyorum ki, zinaya karşı olabildiğine kapalı, yediği-içtiği, giydiği şeylerde harama kilitli, namazları çok mükemmel fakat gel gör ki gıybetin merkezinde. Halbuki gıybet de en azından zina ölçüsünde haram. Onun için tekrar rica ediyorum birilerini çekiştiren, her fırsatta gıybeteden insanlara karşı ortaklaşa bir tavır alalım. Konuşmayalım, konuşturmayalım o insanları. Bulunduğumuz ortamları iftirak ve gıybete namüsait hale getirelim.”

Araba gibi ortamı terk edemeyeceğim durumlarda gıybet edildiği zaman, ikaz ettiğimde karşı tarafın kin duymasına sebeb olacaksa ne yapılabilir, bu durumda büyüklerimiz ne yapmıştır?

Bu tür durumlarda yine de şartları zorlayıp insanlara emri bil maruf çerçevesinde gıybetin haram olduğunu  anlatmak icap eder. Ortamdaki insanların tepkisini çekmeyecek şekilde kendilerinin gıybeti yapılsa bunu nasıl karşılayacakları gibi sorularla meseleyi vicdanlarına havale etmek de bir yol olarak düşünülebilir.

Terk edemeyeceğiniz, tavsiyede bulunamayacağınız bir ortamsa, en azından o işlenen günaha karşı kalbinizle buğz eder ve o günaha ortak olmazsınız. Gıybeti isteyerek, kabul ederek dinleyen de gıybet etmiş sayılır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri 22. Mektupta şöyle diyor: “Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit ‘Allah’ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et’ diye dua etmeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, ‘Beni helâl et. ‘ demeli.”

Siz en azından istemeden dinlemeye, hatta mümkünse kulaklarınızı kapatmaya çalışırsınız..

İman hizmetine çok emeği geçmiş büyük bir insandan dinlemiştim: O, bir gün birkaç hususu haber vermek ve bir meselede de şikayetini arz etmek için Bediüzzaman hazretlerine gidiyor. Tam söze başlayacağı sırada, Hazreti Üstad -o kendine has red ifade eden tavrıyla- “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum” diyor. O zat, bir süre sonra bir fırsatını bulup tekrar söz alıyor; Üstad yine, “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum” diyor. Bir kere daha deneyince yine aynı cevapla karşılaşıyor: “Kardeşim ben bir şey bilmiyorum.” Bir başka zaman, diğer bir abiden de benzer bir hatıra dinlemiştim. O da demişti ki, “Bir gün Üstad’ın yanına gittim. Bir meselenin halli için, belki birileri hakkında zemm de ifade eden bazı şeyler söyleyecektim. Üstad anlatmak istediğim mevzuyu bilmiyordu. Fakat, ben ne zaman söze başlasam, “Kardeşim, ben dinlemek istemiyorum” deyip meseleyi kapattı. Ben anlatmakta ısrar ettim; ara ara söze girmeye çalıştım ama O da her defasında “Kardeşim, bu hususta bir şey dinlemek istemiyorum” dedi ve bana başkalarıyla alakalı tek cümle söyleme fırsatı bile vermedi.”

Üstad’ın davranışı, su-i zanna, gıybete ve insanlar hakkındaki kesin bilgiye dayanmayan hükümlere karşı tavır alma demektir. Zannediyorum, biz de bir kaç yerde böyle ders versek, yanımızda vazifemizi alakadar eden konular haricinde konuşulmasına fırsat vermesek, su-i zanları seslendirme ve gıybetlere girmelerin alanı da kendi kendine daralacaktır. O türlü hırıltıların alanının genişlemesi, biraz da bizim hırıltılara müsamahamızdan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın halis bir talebesi, birisi ağzını gıybete açtığı zaman yiğitçe “Allah’a ısmarladık” deyip oradan uzaklaşmasını bilmelidir. Bu mü’mince tavırla gıybet meclislerini bir kaç defa terketseniz, su-i zanlarını dillendiren kimselere “hoşçakalın” deyip yanlarından ayrılsanız, zamanla onlar da sizin yanınızda o türlü şeylere teşebbüs etmemeye çalışacaklardır. Maalesef, biz müsamaha gösterilmemesi gerekli olan bir konuda müsamahalı davrandığımızdan, gıybet edenlerin ve müfterilerin hareket alanlarını da genişletmiş oluyoruz.

Hadd-i zatında, Allah’a, Rasûl-ü Ekrem’e, Kur’an’a ve ahirete inandığını söyleyen bir insanın, su-i zan ve gıybetle alakalı onca ilahî terhîbi ve tehditkâr ifadeyi duyup bildikten sonra hâlâ o şeni’ fiilleri işlemesi anlaşılacak gibi değildir. Zira dinin emir ve yasaklarını bilmesine rağmen onlardan bazılarını yerine getirip bir kısmını görmezlikten gelen insanların durumu, kendi kitaplarındaki bazı hükümlerle amel eden bir kısmını ise hiç görmemiş gibi davranan bazı İsrailoğulları’nın durumu gibidir ki, Kur’an onların yaptığını dini tahrif etme olarak anlatmıştır. Onlar, dinin bazı disiplinlerini hayata geçirmiş, diğer prensipleri ise adeta yok saymışlardır. Doğrusu, bugün bazı mü’minlerin yaptığı da bundan farklı değildir. Kur’an-ı Kerim, gıybeti yasaklıyor, onu ölü kardeşinin etini yemek olarak ele alıyor, en büyük hayasızlık ve utanmazlık sayıyorsa; fakat, buna rağmen insanların bir kısmı, onu hükümden iskat etmiş gibi davranıp onun-bunun gıybetini ediyorlarsa, bu bir tahrif ve Kutsal Kitabın canına okuma demek değil midir? Peygamber Efendimiz’den şeref-sudur olmuş dünya kadar hadis-i şerif varken, onları görmezlikten geliyor ve o çirkin cürmü işlemeye devam ediyorlarsa, bu, Allah Rasûlü’nün va’z ettiği hükümleri değiştirme değildir de ya nedir?!. “Bizden önceki bazı kavimler, kendi kitaplarını tahrif etti, Allah’ın kelamı olmaktan çıkardı ve beşer lafıyla doldurdular.” deyip onları kınarken aynı günahı işleyerek dinin bazı emirlerini yok saymak o kavimlerin yaptığını yapmak değil midir? Öyleyse, meseleye samimiyetle ve hakperestlik mülahazasıyla bakmamız lazım. O zaman, birbirimize “Hele gelin, bir kere daha hakiki mü’minler olalım” dememiz gerektiğini anlayacağız. Evet, imanımız bugüne kadar aksayarak ve sekerek gelmişse, hele gelin, hiç olmazsa bundan sonra aksamayan ve sekmeyen bir imanla Cenab-ı Allah’a yönelelim. Hele gelin, her hareketimizi ahiret hesabına ve mizana bağlayarak, tartılı ve ölçülü yaşamaya karar verelim.

Ayrıca, tecessüste bulunma, iz sürme, insanlar hakkında kötü düşünme ve ihtimallere hüküm bina etme birer paranoya emaresidir. Hususiyle son zamanlarda bütün dünyayı saran paranoya kabusu en samimi mü’minlere bile tesir etmiştir. Bugün, hissiyatı azıcık kurcalanan hemen her insanın bir sürü şüphe, tereddüt ve su-i zanla yaşadığı görülecektir. Hemen herkesin “Şöyle demişti, ondan şu mana çıkar; böyle söylemişti, demek ki şöyle düşünüyor” türünden mülahazalarla yatıp kalktığı ve çeşit çeşit vehimlerle dolu olduğu müşahede edilecektir. Oysa, Kur’an, kulağı kîl ü kâle kapamayı, çirkin manzaralar karşısında gözü yummayı, yakışıksız sözler söylemekten dili muhafaza etmeyi emretmektedir.

Arkadaşım bana, benim tanımadığım birini kötü yönleriyle anlatırsa gıybet etmiş olur muyuz?

Muhatapların tanımadığı kimse hakkında gıybetin söz konusu olmayacağını söyleyenler vardır. Ancak daha sonra tanışacağı kuvvetle muhtemelse bu kişinin de gıybeti yapılamaz. Bunun yanında bir Müslüman, diğer bir müslümanı kötü vasıflarla anmamalıdır. Gıybet gibi görünen işlerin caiz olduğu az sayıda yer vardır. “Gerçek müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.” (Buhâri, İman 4) hadis-i şerifini düşündüğümüzde, eğer bizim bu konuşmamızda dinleyenler açısından bir fayda yoksa bu tür kötülükleri anlatmaktan kaçınmak daha güvenli bir yol olacaktır.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Ve bu söylenenler doğru olduğu zaman gıybettir, eğer yalan olursa iftira olur ki bu daha büyük bir günahtır. Efendimiz de “”Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır” (Tirmizî, Birr, 23)buyurmuşlardır.

Gıybet etmek, dinen aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve milliyeten mezmum olduğundandır ki Kuran’da ve Hadislerde şiddetle müminler bu cürmü işlemekten uyarılmışlardır. Bu yönüyle gıybet ancak haset ve inat sahibi kişilerle, düşmanlık duygusuna sahip olanların kullandıkları alçak bir silahtır. Yoksa izzet-nefis sahibi olan mü’minler böyle bir silaha tenezzül edip kullanmazlar.

“Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?” (Hucurat Suresi, 49/12)

Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı çıkamayanın oradan ayrılması gerekir. Ayrılamıyorsa en azından gıybete iştirak etmemesi ve kalbiyle tavır koyması gerekir.

Dinleyenlerin tanımadığı kimse hakkında aleyhine konuşmanın gıybet olmayacağı söylenebilir.  Efendimizden nakledilen “Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.” (Buhâri, İman, 4) hadisi şerifini düşündüğümüzde, eğer bizim bu konuşmamızda, dinleyenler açısından bir fayda yoksa bu tür kötülükleri anlatmaktan kaçınmak daha güvenli bir yol olacaktır. Zira boş yere dilimizi kirletmiş oluruz.

Müslümanın gıybetini yapmak haramdır. Bu kesindir. Ancak, Müslüman olmayana gelince durum ikiye ayrılır:

1. Harp hâlinde olduğumuz gayr-i müslim.

2. Sulh hâlinde olduğumuz gayr-i müslim. (Şu andaki Hıristiyan ve Yahûdiler gibi.)

Harp hâlinde iken kâfirlerin gıybetini yapmak haram değildir. Onların kötülenmesi, harbin lehimize gelişmesi için gereklidir. Bunda günah söz konusu olmaz. Ancak, sulh hâlinde olduğumuz bugünkü gayr-i müslimlerin durumu aynı değildir. Onların gıybetini yapmak (şahısları ile sıfatlarını ayırmak suretiyle) ancak câiz olur. Yâni, Allah’ın yarattığı mükemmel bir varlık olarak değil de, bu mükemmel varlığa ilâve ettikleri küfürlerinin gıybetini yapmak, küfürden ürkmeyi netice verecek mânada gıybetlerini yapmak câizdir. Demek ki şahısların değil, sıfatlarının gıybetini yapmak câiz olur. Maksat, şahıslarının gıybeti olmayıp, inançlarındaki yanlışlıklarının kötülüğünü anlatmak olduğundan mahzur bulunmadığını, Gazalî’nin fetvalarından öğrenmekteyiz. Müslümanların içinde bulunan azınlıklara gelince: Bunların bütün durumları Müslümanlar gibi İslâm’ın teminatı altındadır. Yüce İslâm’ın adâleti, himayesine aldığı bu zımmîlerin gıybetini câiz görmez. Verdiği teminatın zedelenmesine müsaade etmez.

Bir müslümanın arkasından onun olmadığı bir yerde, duyduğunda hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, gıybettir. Gıybet ne yazık ki ayet ve hadislerde menedilmesine rağmen bugün toplum genelinde en büyük problemlerimizdendir. Bu günahtan ne kadar uzak kalırsak bizim için o kadar iyi olur. Gıybet, kul hakkı olduğundan bu konuda çok hassas olmak gerekir.

Bu dünyada yapılan gıybetlerin ahirette o kişinin aleyhine bir şehadet olup olmayacağı meselesine gelince; yaptığınız gıybetin eğer helallik almazsanız ahirette sizin karşınıza çıkacağından bir şüpheniz olmasın. Fakat gıybetini yaptığınız kişi aleyhine, söylediklerinizin onun için bir şehadet olması düşünülemez. Zira bir insan gıybeti, o insana olan kin, haset ve garaz gibi şeytani hislerle yaptığından bunun bir şehadet olarak kabul edileceğini söylemek biraz zordur. Ahirette Allah’ın izni olmadan kimse konuşamaz ve birbiri hakkında olumlu ya da olumsuz bir şehadette bulunamaz. Yani gıybet büyük bir günahtır. Birisinin işlemiş olduğu günah sebebiyle de başka birisi o günah esas alınıp hesaba çekilmez. Burada şehadeti, bizzat işlenmiş olunan günah, işleyen kişi hakkında yapacaktır. Ayrıca, Allah Teâlâ, gıybeti tamamen yasaklamışken, bu kötü ve sinsi fiili, şehadet kılıfına sokmaya çalışmak, haramı masumlaştırmaya çalışmak demektir. Bunun da ayrı bir vebali olur ötede. Hem Allah tarafından verilmiş böyle bir görevimiz de yoktur. Yani gıybet etmek suretiyle başkası hakkında şahitlikte bulunmuş olalım diyemeyiz.

Topluluğun gıybetini etmek affedilmeyen bir günahtır. Çünkü bir cemaat hakkında gıybet eden insanın, o cemaatin ne kadar ferdi varsa teker teker hepsine haklarını helâl ettirmesi gerekir; yoksa ahirette yakasını kurtaramaz. Bir cemaatin, bir topluluğun gıybetini eden, onun şahs-ı mânevîsini küçümseyen ve hafife alan insan çok büyük bir günah işlemiş olur. Mesela, okul-aile birliği toplantısındaki bir fert, fikir beyan edecekse toplantı devam ediyorken beyan etmeli; fikri varsa onu ortaya koymalıdır. Okul-aile birliği toplantısındaki üyeler onun fikrine hüsn-ü kabul gösterebilir; ama aynı zamanda o fikri beğenmeyebilirler de. Ortaya koyduğu fikir kabul görmeyen şahıs, diğerleri hakkında “Akılları ermedi de kabul etmediler” diyemez; hele aleyhte kat’iyen konuşamaz. Bunlar dinimizin hassasiyetle üzerinde durduğu hususlardır ve bunların ihlâli, gıybet veya yerine göre de iftira olur ki, ikisi de çok büyük günahtır.

Başkalarının kusurlarını araştırmak sadece ayıp değil, inancımıza göre günahtır da. Birgün sevgili peygamberimizin huzuruna bir kadın geldi ve O’na ‘Ben kötü bir iş yaptım… Çok günahkarım, cezalandırılmam gerekir.’ dedi. Peygamberimiz de; ‘Git, iyi düşün…’ diyerek, yaptığı işten gerçek pişmanlık duyan bu kadına ceza vermek istemedi. Ve kadının tekrar tekrar ısrarlı itirafına; aynı şekilde cevaplar verdi. Bazı ihlaslı, inancında samimi kişiler vardır. Yaptığı hatadan dolayı büyük pişmanlık duyar. Hatalarını hatırladıkça kahrolur. Kendisini affettirebilmek için; için için ağlar, gözyaşlarını içine akıtır. Böylesi insanların Allah katındaki mevkileri çok yüksektir. İnsanların, işlediği kendi günahlarını başkalarına tekrar tekrar anlatarak ifşa etmeyi bile yasaklayan yüce Allah, başkalarının kusurlarını, merakla araştırıp, ortaya çıkarmayı elbette ki hoş görmez. Zira; olgunlaşmış inançta aslolan, başkalarının günahları araştırmak değil, onları örtmektir. Herkesin küçük-büyük birtakım hataları vardır. Olabilir. Fazla meraklı olup da başkalarının hatalarını araştırmak, dile dolayıp dedikodusunu yapmak dinimizde yasaktır. Allah’ın ve Rasulü’nün sevmediği bir davranıştır. Emirlerine karşı gelmektir. Haramdır.

Başta, ayetin hükmüyle “Mü’minler sadece kardeştirler”(Hucurât, 49/10) Kardeş olan Müslümanların birbirlerine sövmesi şöyle dursun, üç günden fazla küs durmaları, gıybette bulunmaları, birbirleriyle alay etmeleri, kötü lâkap takmaları, hatta birbirlerine sûizan beslemeleri bile ayet ve Hadisi Şeriflerin hükmüyle haram kılınmıştır. (Hucurât Suresi’nin meal ve tefsirine bakılabilir.)

Lanetlemeden menetme sadedinde Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Birbirinize, Allah’ın laneti, Allah’ın gadabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın.”Ebu Dâvud, Edeb 53, (4906); Tirmizî, Birr 48, (1977).

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem mü’mini tarif ederken şöyle buyurur: “Mü’min ne ta’n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır.”Tirmizî, Birr 48,

Müslümanlara sürekli söven, onları lanetleyenler hakkında ise Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem şu mahrumiyeti bildirir: “Lâneti çok yapanlar Kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehid de olamazlar.”Müslim, Birr 85, (2598); Ebu Dâvud, Edeb 53, (4907).

Lanet edilen o lanete layık değilse, lanet lanet edene döner. Peygamber Efendimize kulak verelim: “Şunu bilin ki, kim bir şeye haksızlıkla lanet ederse, lanet kendisine döner.”Ebu Dâvud, Edeb 53, (4908); Tirmizî, Birr 48, (1979).

Sövmenin, lanet etmenin ne kadar çirkin bir şey olduğunu; Müslümanların birbirlerini korumaları, zulüm içinde bırakmamaları, birbirlerinin kusurlarını örtmeleri hakkındaki, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in şu mübarek sözlerinden de çıkarabiliriz: “Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun…

Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez (hor görmez)…

Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter…”Buhari, Nikah 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 – 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928).

Nerede bu Hadisi Şerifler, nerede bir müslümana sövmek, lanet etmek, hele hele ona karşı düşmana yardım etmek!!

Lanet etmek, sövmek, Peygamberimizin dilinde bu kadar tehlikeli bir unsur olarak bildirildiğine göre lanetin ötesindeki şeyler, daha bir tehlike arz etmekte ve o oranda da Allah’ın azabını çekmektedir. Şu Hadisi Şerif bu gerçeği hatırlatır: “Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa kelime kendisine döndürülür.”(yani o kelimeye kendisi müstahak olur) Buhârî, Edeb 44.

Peygamberimiz pek çok hadisinde horoza, zamana, rüzgara, ölmüşlere lanet etmeyin der. Bir hayvana bile lanet edilemezken, yaratılanların en şereflisi olan insana nasıl lanet edilir?!

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in neslinden olup, açmış olduğu nurlu yol pek çok şube halinde bugüne kadar devam eden büyük veli Abdülkadir Geylani hazretleri (K.S) el Gunye adlı eserinde Müslümanlara şu tavsiyelerde bulunur:.

Müslüman, hiçbir varlığa lanet etmemelidir. Bu ebrar ve sadıkların ahlakıdır. Böyle davranırsa, kazandığı iyiliklerle beraber Allah’ın koruması altında dünyadaki ömrünü güzel bir şekilde bitirir. Halkın eziyet ve kötülüklerinden korunur, Allah’ın ve kulların şefkat ve merhametini kazanır.

Zulme bile uğrasa, hiçbir varlığa düşmanlık beslememelidir. Zulmedene ne fiilen ne de dil ile karşılık vermemeli, Allah için yapılana tahammül etmelidir. Böyle davranmak kişiyi hem dünyada hem ukbâda yüceltir, yakın-uzak bütün halkın sevgisini kazanır, duaları kabul olur ve izzet sahibi olur.

Ehl-i kıble olan hiç kimseyi kesin küfür, şirk veya nifakla itham etmemelidir. Bu merhametli olmanın gereğidir ve Peygamber yoludur. Allah’ın rahmet ve rızasını kazandırır, azabından ve nefretinden de korur. Neticede kişi bütün varlığa merhametle yaklaşır.

Bir mü’min, hidayetten başka bir şey dilemez

Değil bir müslümana lanet etmek, bir müşrike bile Peygamber Efendimiz ciddi bir sebep yokken lanet etmemiş, sövmemiştir. Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a: “Ey Allah’ın Resulü! Müşriklere beddua etsen, onları lânetlesen!”denilmişti. Allah Resulü şu cevabı verdi: “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!”Müslim, Birr 87, (2597).

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Taif’i yirmi günden fazla muhasara altına almıştı. Mücadele iyice zorlaşınca, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Sahabeye Medine’ye dönme emri vermişti. Bazı sahabiler dediler ki; “Ey Allah’ın Resulü, Taif halkına beddua etsen!”Peygamberimiz ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti: “Allahım, Sakif’e (Taif halkına) hidayet eyle ve onları mü’minlerin arasına kat!”Devs kabilesi hakkında da benzer talepte bulunulunca Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem aynı duayı yapmıştı: “Allahım, Devs’e hidayet eyle, onları inananlar arasına kat”(Buhari, Müslim)

Yıllar önce de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Taif’e dinini anlatmak üzere gittiğinde, görülmemiş hakaretlerle ve işkencelerle karşılaşmış, kölesi Zeyd ile beraber Taif’in dışına zor çıkmışlardı. Bir ağacın altına oturup soluklanırken, Cebrail’in “Eğer istersen Allah’ın emri ile şu iki dağı onların üzerine kapatıvereyim”teklifine O, bir mü’minin merhametinin zirvesini gösteren şu cevabı vermişti: “Hayır, eğer yüz yıl sonra da olsa, onların neslinden birisi gelip de iman edecekse, onun hürmetine hayır!”

Mü’minin karakteri budur ve bu olmalıdır. Kendisine yıllarca çektirenlere bile affedici davranabilme, bununla da kalmayıp hidayetleri için onlara dua etme.. Haddi aşan, işleri zorlaştıran, halden, sözden, affetmeden, müsamahadan, mü’mince karakteri sergilemeden anlamayanlar karşısında ise Peygamberimiz’in yaptığı tek şey, bir cümlelik havaledir: “Allahümme aleyke bihim = Allahım, onları sana havale ediyorum!”

Günümüzde idarî, siyasî ve politik mes’elelere yaklaşılırken daha ziyade tenkit ve eleştiri yegâne kriter olarak ele alınıyor. Böyle bir yaklaşım doğru mudur? Değilse neler tavsiye edersiniz?

“Et-tahrîbü eshel” sözü Araplar arasında deyim haline gelmiş bir sözdür. Mânâ olarak kısaca, “tahrip kolaydır” diyebiliriz. Evet, tahrip, tenkit ve yıkma çok kolaydır. Ne var ki, aynı ölçüler içinde yapmaya gelince, o kolay değil aksine çok zordur. Onun için yıkma adına ortaya çıkanlar öncelikle “yapma” nın yollarını araştırmalı, tesbit etmeli sonra “yıkma” ya başlamalıdırlar. Aksi halde meydana gelecek boşluklar kat’iyen doldurulamaz. Evet, bazı mes’eleler vardır ki, alternatif düşünce ortaya koymadan tahribe, tenkide ve yıkmaya tahammülü yoktur. Zannediyorum peygamberlerin ve hususiyle İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en önemli vazifelerinden biri de, işte bu hususla alâkalı dengeyi gerçekleştirmektir. Evet O, toplum içinde yer etmiş bütün yanlışlıkları ortaya koyuyor ve milletin gözünün içine baka baka, mertçe, ikna edici bir üslupla “bu yanlıştır” diye haykırıyordu ama, ardından alternatif doğrular vaz’ederek, kaos içine düşülmesine ve boşlukta yaşanmasına meydan vermiyordu. Yani her şeyi dengeliyor, müsbet ve menfî yönleri ile ele alıyor, fikrî ve hissî boşluklara meydan vermiyordu. Bu davranış tarzının bize anlattığı çok şey var: Bir kere sağlam bir zemine, sağlam bir blokaja oturmayan “yapma” plân ve projeleri olmadan, ulu orta “yıkma” ve “tahrip” teşebbüsleri cinayettir.

Nitekim bu düşünce hayata geçirilmediğinden dolayı, yapılan hataların büyüklüğü ve çapı nisbetinde, bazen fert, bazen aile, bazen de devlet ciddi boşluklar yaşamış ve kaosa sürüklenmiştir. Bu mes’elenin örneklerini devlet ve millet çapında ele aldığımızda, ilk defa Osmanlı aklımıza gelir. Bazen padişahlara tavır alınmış, alaşağı edilmiş, yerine daha iyisini bulunuz denmiştir ama, bulunamayınca, daha olumsuz durumlara girilmiş ve eski de, eskiler de mumla aranır hale gelmiştir. Meselâ; Cennetmekân Sultan Abdülhamit Han’ın, hal’ edilmesinde öncü rol oynayan, ardından alkış tutan Talat, Cemal, Enver Paşalar, Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, Mehmet Akif ve ona “Kızıl Sultan” diyen daha niceleri, sonradan onun hakkında ne takdirkâr sözler söylemişlerdir ama, iş işten geçmiştir. Cemal, Talat, Enver Paşalar “neden neye kaldık ey gazi hünkâr!” demiş inlemiş; Rıza Tevfik, Yunanlılar, İzmir’i işgal edince, cami şadırvanında hıçkıra hıçkıra ağlamış ve onun ruhaniyatından istimdat şiiri yazmıştır.. evet böyle demişler ama, “ba’de harabi’l-Basra” Devlet-i Âliye yıkılmış, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Mısır, Balkanlar gitmiş ve bu altın kuşakta huzur yoklara karışmış; ondan sonra akılları başlarına gelmiş. Dünya şimdilerde bunun bedelini hem de çok pahalı olarak ödemekte. Zira Devlet-i Âliye, Orta Doğusu, Kafkasları, Balkanları ile bir muvazene unsuruydu. Heyhat, böyle bir misyonu ancak yıkıldıktan sonra anlayabildik…

Ne acıdır ki, bu tarihî hatalar şimdilerde de işlenebiliyor. Alternatif doğru plân ve projeler ikame edilmeden, devlet veya hükümetler tahrip ediliyor. Şöyle ki; “şu kararlara iştirak etmiyorum” veya “dış politika, iç politika böyle yapılmaz… vs.” gibi sadece tenkit ağırlıklı sloganvari sözlerle muhalefet yapılıyor. Böylelerine, nasıl olması gerektiğini söyleyin, yazın, çizin dendiğinde de, “o engin bir malumat, çok ciddi bir tecrübe ister, bu da bizde yok” diyorlar. Rica ederim, devletin veya hükümetlerin yanlışları olabilir. Ama bu kat’iyen: “Hele önce bir yıkalım, sonra nasıl yapacağımızı düşünürüz” felsefesi ile yapılmamalı. Böyle bir düşünce, devleti zaafa uğratır ve içte-dışta itibar kaybına yol açar.. hatta bütün bütün kredilerini kaybetmesine yol açar. Meselâ; coğrafî konumu sebebiyle, stratejik bir yere sahip olan ülkemiz, çevremizde yaşanan siyasî çalkantılar içinde şayet bugün biraz daha güçlü olsaydı, bütün bir Orta Asya’yı arkasına alabilir ve “ilelmerkez” bir güç ve bir vakumla onları yanına çekebilirdi. Hatta İslâm ülkelerini etrafında toplayabilirdi.

Zaten şanlı mazimizde de böyle olmamış mı? Alparslan, Fatih, Yavuz o güçlü kabulün verdiği güven ile ortaya çıkmış, ve milletin içinde ümit olup çınlanmamış mı? Ve bu çınlamaya da çokları müspet cevap vermemiş mi?

Evet, yanlış hesaplar peşinde olanlarla alâkamız yok. Bizler var olduğumuz günden bu yana bazen ağlayarak, bazen de gülerek ama hep dudağımızda ümitten tebessüm, bu milletin kaderi etrafında destanlar koşup durduk. Bu ülke ve bu milletin yeni bir sarsıntı yaşamaması için, kalbimizin korunmasına gösterdiğimiz ihtimamı gösterdik. Maruz kalınan tehlikeler karşısında her zaman yapmamız gerekenleri aradık, araştırdık.. ve senelerce köy köy, kasaba kasaba bizi takip eden, her türlü kötülüğü yapanlara “herkes karakterine göre amel eder” deyip geçtik. Devlet kademelerini işgal eden zatların bu davranışları karşısında, devletimize, milletimize küsmedik, darılmadık.

Evet, bu hususta, denge çok önemlidir. Ve kanaatimizce, bugün bu alanda çok yanlışlıklar yapılmaktadır. Halbuki başta da örnekler vererek arz ettiğimiz gibi, bu türlü davranışlar öyle komplikasyonlara ve beklenmedik arızalara sebebiyet verir ki, onlardan bir tekini bile tamire gücümüz yetmeyebilir.

Bu yaklaşım tarzı bir kısım radikal görünümlü kimseleri rahatsız edebilir. Ancak bu konu bana göre olduğundan da nazik. Aslında ben, hiçbir zaman Müslümanca düşüncenin rencide olmasını istemem ve hiçbir Müslümanın kırılmasını arzu etmem. Fakat karşımızda çok farklı İslâmî anlayışlar var. Müslümanım diyor, elinde bomba, belinde silah adam vurmak için sokakta. Bunu anlamak ve İslâmî düşünce ile te’lif etmek oldukça zor. Tabiî herkesi memnun etmek de mümkün değil. O bakımdan şahsen, su-i istimale uğrayacak, yanlış yorumlanacak düşünce ve beyanlardan çok endişe duyuyorum. Buna rağmen hak ve hakikati anlatmak da vazifemiz.

Hâsılı, her şey kendi tâbî olduğu kurallar içinde yapılmalı. Yapalım derken de hepten yıkmamaya âzâmî özen gösterilmeli. Maziden, tarihî hâdiselerden ders alınarak, mantıkî boşluklar içine düşülmemeli; millet ve devlet bir mâceraya kurban edilmemelidir.

İslam, bazılarını güldürmek veya eğlendirmek kastıyla söylense de diğer insanları rencide eden bütün söz ve hareketleri kul hakkını çiğnemek olarak kabul etmiştir. Söz, tavır, davranış, işaret ya da yazı ile insanların kusur ve noksanlarını dile dolayıp onları küçük düşürmeyi haram kılmıştır. Başkalarının onur ve haysiyetine dokunan her türlü alay, gıybet, yalan ve iftira gibi sözleri men ettiği gibi, muhatabı tahkir etmek maksadıyla yapılan fiilî ve sözlü şakaları da yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim, Peygamberlerle, iman esaslarıyla ve mü’minlerle alay eden kimselerden de bahsetmiş; onların münafık olduklarını bildirmiş, kötü akıbetlerini nazara vermiş ve inançla alay edilemeyeceğini vurgulamıştır. Ayrıca, mal-mülk sahibi olmayı her şey sayarak, imkanlarının bolluğundan dolayı gurura ve kibre kapılan, sonra da kendini iyice büyük görmeye başlayarak diğer insanlara tepeden bakıp onları alaya alan kimseleri ve onları bekleyen ateşin dehşetini tasvir etmiştir: “Vay haline her hümeze ve lümeze’nin!..” (Hümeze, 104/1) buyurmuştur; yani, insanları arkadan çekiştiren, başkalarını tahkir etmeyi âdet haline getiren, kiminin gıybetini ederek kimini de yüzüne karşı aşağılayarak insanları küçük düşüren ve kaş göz hareketleri yaparak onlarla eğlenenleri kınamış; “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen kimselerin vay haline!” dedikten sonra onların dûçar olacağı Cehennem azabını anlatmıştır.

Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerimede de, “Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lâkaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucûrat, 49/11) buyurmuştur.

Bu ayetin esbâb-ı nüzuluyla alakalı olarak bazı hadiseler nakledilmiştir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da tefsirinde yer verdiği rivayetlerin birine göre; Hazreti Safiyye binti Huyey Rasûlullah’a gelerek, “Bazı kadınlar, ‘Ey yahudi kızı yahudi!’ diyerek benimle alay ediyorlar!” diye şikayette bulununca, Peygamber Efendimiz ona “Neden babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed demedin?” buyurmuş ve bu vaka üzerine ayet nazil olmuştur. Diğer bir rivayete göre ise; Ebu Cehil’in oğlu İkrime hazretleri müslüman olduğunda, bazı kimseler ona “Bu ümmetin firavununun oğlu” demişler; o da çok gücüne giden bu sözü Allah Rasûlü’ne şikâyet etmiştir; işte bu hadise üzerine âyet inmiştir. Evet, her ne kadar bu ve benzeri sebepler nakledilse de, kanaatimce, meseleye “iktiran” nazarıyla bakarak, “Cenâb-ı Allah, ezelî hikmetiyle inzâl edeceği bu âyeti belli bir hikmete mebni olarak bu sebeplerle de irtibatlandırmış olabilir” demek ve nüzul sebeplerinden ziyade ayetin muhtevası üzerinde durmak daha isabetli olsa gerektir.

Bu zaviyeden, ayet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve kullanılan kelimelerle işarette bulunulduğu üzere; dinimize göre, bir insanın yaptıklarını veya sözlerini anlatarak ya da imâda bulunarak onun herhangi bir kusuruyla alay edemezsiniz.. sözle veya hareketle onunla eğlenemez, onu incitemezsiniz. Hiçbir mü’mini ayıplayamaz ve kötüleyemezsiniz.. insanları kötülemek kastıyla onlara çirkin lâkaplar takamaz, istemedikleri bir şekilde onları çağıramazsınız. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Mü’minin mü’min kardeşi üzerindeki haklarından biri de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır.” buyurmuştur. Haddizatında, Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’in “Atîk” ve “Sıddîk”, Hazreti Aişe validemizin “Atîke” ve “Sıddıka” şeklinde anıldıkları, Hazreti Ömer’e “Fâruk”, Hazreti Osman’a “Zinnûreyn”, Hazreti Ali’ye “Ebu Türâb” lâkaplarının verildiği bilinmektedir; fakat, bir insanı razı olmadığı şekilde anmak ve çağırmak dinimizce yasaklanmıştır.

İşte, gençlerimize bu hususların anlatılması lazımdır. Fakat, anlatanlar ister öğretmen ister anne baba isterse de daha başka büyükler olsun, mesele sadece hakikatleri dille ifade etmekten ibaret değildir. Bu anlatılanların hüsn-ü kabul görmesi, anlatanların samimiyetine ve nazara verdikleri hususları bizzat kendilerinin uygulamalarına bağlıdır.

Ben başkalarını eleştiriyorum. Fıtratı bana ters olan ve bana karşı tavır alan kişilerden rahatsız oluyorum ve bu durumu onlara da yansıtıyorum. Ancak bu durumum beni son derece üzüyor. Bu tavrımı düzeltmek için uğraşıyorum. Bununla ilgili olarak neler önerirsiniz?

Öncelikle bu sıkıntınızın farkında olmanız ve bunun için çözüm arayışına girmeniz problemin yarısını hallettiğinizi gösterir. Evet, fıtratın değişmesi kolay değildir. Ancak biz ısrarcı olur ve onu değiştirme adına cehd ve gayret gösterirsek değişir Allah’ın izniyle. Hiç kimse sahip olduğu bu ve benzeri huylarını nazara alarak ne yapayım fıtratım bu diyemez. Çünkü eğer fıtratların ve huyların hayra kanalizi ve değişmesi mümkün olmasaydı Allah’ın Peygamberler göndermesinin bir anlamı kalmazdı. Cenab-ı Hak Resûller göndermiştir ki, insanlar imanla dinle ikinci bir fıtrat kazansınlar ve kudsî hadisin ifadesiyle Allah’ın ahlakıyla ahlaklansınlar. Önceleri bunlar bize zor gelse de; nefisler zorlanmalı ve bu mevzuda ikna edilmelidir. Baştan rahatsız olduğumuz bu gibi huylarımızı değiştirmede çok zorlanırız ve her defasında adeta bir diken yutarcasına nefsimize çok zor hâkim olur ve onu meşakkatle gemleriz. Ancak biz aktif bir sabırla bu konuda temrinat yapmaya devam edersek belli bir zaman sonra kazanmak istediğimiz bu huy bizde ikinci bir fıtrat haline gelecektir.

Öncelikle bizi böyle davranmaya iten nefsî ve kalbî hastalıklarımızı iyi tahlil etmeli ve bunların üstüne giderek beslenme kanallarını kurutmaya çalışmalıyız. Genellikle kişiyi böyle davranmaya iten sebep olarak, kişinin kendi düşüncelerini hep doğru bulması, müsamaha ve tevazu hususunda gereken donanımda olmaması, bütün varlığa, insanlara ve özellikle de kalbinde iman olan kişilere karşı kalbinde yeterli seviyede bir sevgi ve şefkat besleyememesi, kendini ispatlamak istemesi vs. hususlar sayılabilir.

Efendimiz’in hayatı iyi okunarak, onun sabrı, tevazusu ve hoşgörüsü gibi ahlakî özellikleri iyice öğrenilerek bu ahlakî hususiyetleri kendimize düstur edinmeye çalışmalıyız.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 269 other subscribers