Doğacak bebeğin cinsiyetini belirlemek caiz midir?
Çocuk sahibi olmak, Allah’ın insanlara bir nimeti, onlara yüklediği bir sorumluluk, aynı zamanda da onları tabi tuttuğu bir imtihandır. Allah, hikmetinin gereği olarak kimine erkek kimine kız çocuk bahşeder, kimine de ikisini birden:
لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ يَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ الذُّكُورَ * أَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَإِنَاثًا وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَاءُ عَقِيمًا إِنَّهُ عَلِيمٌ قَدِيرٌ
“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat, dilediğine kız, oğlan ikisini birden verir. Kimine de hiç vermez. O’nun ilmi ve kudreti sonsuzdur.” (Şûrâ sûresi, 42/49-50)
Günümüzde tıp ve teknolojinin ilerlemesiyle, doğacak çocukların cinsiyetinin belirlenmesi mümkün hale gelmiştir. Burada cinsiyetin belirlenmesinden kasıt, anne-babanın, çocuğun erkek ya da kız olmasını seçmeleridir. Bu gelişme beraberinde, bunun dinen, ahlaken ve hukuken caiz olup olmadığı sorusunu getirmiştir. Bazı devletler konuya daha esnek yaklaşırken bazıları buna ancak ihtiyaç durumlarında izin vermektedir.
İnsanın kız ya da erkek çocuk istemesi, yani gönlünün buna temayülü normal, fıtri bir durumdur. Ancak bu sürece müdahale, Allah’ın irade ve takdirine rıza göstermeme ve ilahi takdire müdahale manasına gelir. Bu ise caiz değildir. Allah’ın yarattığı her şeyde bir hikmet gözettiğine inanan bir mü’min, O’nun takdirine rıza gösterir.
Bu tür müdahaleler ancak zaruri durumlarda caiz olabilir. Örneğin anne babada irsi önemli bir hastalık var da yalnızca bir cinsi etkileme potansiyeline sahipse bu tür bir durumda tıbbın imkanlarını kullanarak bebeğin cinsiyetinin belirlenmesine cevaz verilmektedir. Zira böyle bir durumda bu, tedavi mahiyeti taşımaktadır. Yalnız böyle bir zaruretin/ihtiyacın oluşup oluşmadığının iyi araştırılması, bununla ilgili uzman görüşlerinin alınması gerekir. Bu tür durumlarda da Allah’ın hikmetine zıt bir durum yoktur. O durumu yaratan Allah olduğu gibi onun çözümünü yaratıp insanları ona sevk eden de yine O’dur. Fıtrata müdahale sayılacak davranışları yasaklayan, bunlara ancak zaruret durumlarında ve yalnızca zarureti aşmaya yetecek kadar izin veren de yine O’dur.
Suudi Arabistan İslam Fıkıh Kurulu’nun (Mecma el-Fıkh el-İslâmî) 3-7 Kasım 2007 tarihli ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 4/12/2017 tarihli meclislerinde bu konu müzakere edilerek yukarıda söylediğimiz şekilde görüş açıklanmıştır.
Özetle: Doğacak bebeğin cinsiyetini belirlemek, fıtrata müdahale mahiyeti arz ettiği için caiz değildir. Ancak konuda uzman bir heyetin zaruret olduğuna hükmettiği bir durumun oluşması, başkaca alternatif bir çözümün bulunamaması halinde buna bir “zaruri durum fetvası” olmak kaydıyla cevaz verilebilir.
Süt emzirme süresi ne kadardır? Bu süreyi doldurmuş çocukları emzirmek caiz midir?
Kur’an-ı Kerim’de süt emzirme ile ilgili şu ayetler bulunmaktadır:
- “Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tam olarak uygulamak isteyenler içindir.” (Bakara, 2/233)
- “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer.” (Lokman, 31/14)
- “Biz insana, anne babasına iyi davranmasını öğütledik. Annesi onu nice zorlukla karnında taşımış, sonra da nice zorlukla doğurmuştur. Hamilelik ve emzirme müddeti otuz aydır (2,5 yıl).” (Ahkaf suresi, 46/15)
Süt emzirme müddetiyle ve bunun hüküm olarak sonuçlarıyla ilgili pek çok da hadis-i şerif varid olmuştur. Bu delilleri dikkate alan İslam alimlerinin büyük çoğunluğu, sütten kesme sınırının 2 yıl, İmam Ebu Hanife ise 2,5 yıl olduğunu ifade etmişlerdir. Çocuğun menfaati ve anne-babanın rızası olduktan sonra daha öncesinde de çocuğun sütten kesilmesinde bir sakınca yoktur.
Sütten kesme vakti olan 2 veya 2,5 yıl geçtikten sonra emzirmeye devam etmenin caiz olup olmaması noktasında ise yine iki görüş vardır:
Ulemanın ekseriyeti bunun caiz olduğu görüşündedirler. Onlar, bu konuda herhangi bir nassın bulunmamasından hareketle, caiz olmamasını gerektirecek bir şeyin bulunmadığını, çocuğun ne zamana kadar emzirileceği konusunun, çocuğun menfaati ve anne babanın bu konudaki kararına bağlı olduğunu söylerler. (Bkz. Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’an, 3/162; el-Haddad, el-Cevheratü’n-Neyyira, 2/27)
Hanefi mezhebinden bazı fakihler ise bunun caiz olmadığı görüşündedirler. Onların gerekçesi ise şudur: Bir insanın vücudunun bir parçasını, bir salgısını bir başka insanın yemesi içmesi haramdır. Süt de insan vücudunun bir parçası, bir salgısıdır. Emzirme müddeti içerisinde çocuğun, annesinin sütünü içmesi, hususi bir delille caizliği bilinen özel bir durumdur. Emzirme süresinin tamamlanmasından sonra bu özel durum kalkar, haramlık hükmü buna da uygulanır. (Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtar, s.202; Molla Hüsrev, Dürerü’l-Hukkâm, 1/356)
Yukarıda zikredilen görüşlerden hareketle şunu söyleyebiliriz: Eğer herhangi mâni bir durum yoksa, çocuğun iki yıl boyunca emzirilmesi en güzelidir; âyetin (Bakara, 2/233) ifadesiyle emzirme ameliyesi tamama erdirilmiş olur. Çocuğun menfaati eğer daha önce bırakılmasını gerektiriyorsa öyle yapılır. İki yıldan sonra ise, ulemanın ihtilaf ettiği alana girmeme adına artık çocuğu sütten kesmek en iyisidir. Fakat tıbbi sebeplerden kaynaklı ya da başka bir nedenle çocuğun maslahatı icabı bir müddet daha emmesi gerektiği tespit edilmişse, bir süre daha emzirmeye devam edilebilir. 2,5 yıla tamamlanabilir, daha da gerekirse bir müddet daha uzatılabilir. Çocuğun artık ihtiyacının kalmadığı tespit edildiğinde ise sütten kesilir.
Eşcinsel Eğilim Gösteren Çocuklara Yaklaşım Tarzı
A. EŞCİNSELLİK NEDİR?
Eşcinsellik (homoseksüellik), bir kişinin kendi cinsiyetinden bireylere karşı romantik, duygusal veya cinsel çekim hissetmesidir. Bireylerin karşı cinse değil de kendi cinsine ilgi duyması, kendi cinsiyetini kabullenememesidir. Böyle kişiler, cinsel yönelimini ve cinsel tercihini doğal, yani genlerin öngördüğü heteroseksüel yönelime değil, kendi cinsine yöneltmişlerdir.
B. EŞCİNSELLİĞİN SEBEPLERİ NELERDİR?
Eşcinselliğin sebepleri konusunda bilim dünyasında fikir birliği yoktur. Bazılarına göre bu durum tamamen doğuştan gelir. Bazıları ise sonradan da olabileceğini söyler. Bu tür eğilimlerde genetik, hormonal ve rahim içi gelişim gibi biyolojik faktörlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Bunun yanında aile yapısı, çocukluk deneyimleri, çevre şartları, yetiştirilme tarzı ve beslenme gibi hususlar da yönelimi belirleyebilmektedir. Farklı yönelişler doğuştan olduğu gibi, sonradan da olabilir.
Eşcinselliğe sebep olarak pek çok husus sayılmakla birlikte iki temel etkenden bahsedebiliriz:
1. Biyolojik-genetik faktörler:
Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonları da az miktarda bulunur. Ancak normalde var olan bu minimal yönelimler, genetik ve hormonal bozulmalar sebebiyle, bazı kişilerde ileri düzeylere varabilmektedir. Sonuçta da ortaya doğuştan eşcinselliğe yatkın bireyler çıkabilmektedir.
2. Çevre Faktörü (Anne Baba, Arkadaş, Okul, v. s.)
Eşcinsel tercihi olan kişilerin yetiştirilme tarzı araştırıldığında sosyal öğrenmenin rolü göze çarpar. Ailede anne baba arasındaki ilişkiler ve aynı zamanda çocukla ilişkiler, ebeveynin birbirine karşı tutumu gibi hususların bu konuda etkili olduğu düşünülür. Mesela, aşırı koruyucu ve erkeklere düşman bir anne modeli ile zayıf, evle az ilgilenen veya sevgi vermeyen bir baba rolleri öncelikle söylenebilecek örneklerdir. Ailede çocuğun yetiştirilme tarzının da etkili olabileceği düşünülmektedir. Çocuğun giydiği kıyafetler, oyuncaklar ve benzeri hususlar sayılabilir. Bunun yanında arkadaş çevresi, karşı cinsten arkadaşlarla çok fazla beraber olma gibi hususlar da etkili olabilir.
C. EŞCİNSELLİĞİN DİNÎ YÖNÜ
1- Ayetler:
Kur’ân-ı Kerim’de, bu fiille ilgili olarak Hazreti Lût ve halkının arasında geçen diyaloglardan bahsedilir. Hazreti Lût’un halkında eşcinsellik çok yaygın hale gelmişti.
“Lût’u da gönderdik. Halkına dedi ki: “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı pek çirkin bir işi siz mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz, kadınları bırakıp erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz ölçüyü aşmış bir kavimsiniz.” (A’râf; 80, 81)
Benzer içeriklere sahip şu ayetlere de bakılabilir: Ankebût sûresi 28-29, Şuarâ sûresi 165-166, Neml sûresi 54-55, Hûd sûresi 78-83 ve Enbiya sûresi 74.
2- Hadisler:
“Kadınlara benzemeye çalışan erkekler ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlar lanetlenmiştir.” (Buhârî, Libâs, 61; Ebû Dâvûd, Libâs, 31)
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Lût kavminin davranışıdır” (Tirmizî, “Hudûd”, 24; İbn Mâce, “Hudûd”, 12)
Muhannes (kadınsı davranışlar sergileyen erkek) bir kişi hakkında Hz. Peygamber, onu toplumdan uzaklaştırma kararı almıştır. (Müslim, Selâm, 32-33; Ebû Dâvûd, Libâs, 32)
“Kadının kadına yaklaşması zinadır.” (Ebu Yala el-Mevsılı, Müsned, 13, 476; Heysemi, Mecmeuz-Zavaid, 6, 392)
“Erkek erkeğin, kadın da kadının avret yerine bakmasın, aynı örtü içinde erkek erkeğe ve kadın kadına tenini dokundurmasın” (Müslim, Hayız, 74)
3- İslam’da Eşcinselliğin Hükmü
Burada şunu belirtmek gerekir ki, insanın kendi istemi dışında eşcinsel duygulara sahip olması, kendi cinsine ilgi duyması bir günah olarak değerlendirilemez. Çünkü bu durum, yukarıda bahsettiğimiz gibi, insanın iradesinden kaynaklanmayabilir, mesela bir insanın hormonlarından kaynaklanan, doğuştan gelen bir farklılık olabilir ve bu tür hisleri kontrol edemeyebilir. Burada günah olan ve çirkin sayılan, bu istek ve yönelişin eyleme dönüştürülmesidir. Bu yalnızca eşcinsellik konusuyla ilgili değildir. İnsanın buna benzer pek çok meşru olmayan istekleri ve duyguları olabilir. Fakat yasak ve günah olan bu tür istekleri kontrol etmesini bilmeli, duygularını içinde saklamalıdır.
Kur’an’da ve hadislerde yer alan ifadelerden hareketle İslâm âlimleri, eşcinselliğin haram bir fiil olduğu, fıtrattan bir sapma olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Böyle bir fiil, açık hayasızlık ve çirkin bir davranış olarak nitelendirilir.
D. EŞCİNSELLİĞİN YASAKLANMASININ HİKMETLERİ
Eyleme dökülmüş eşcinsellik, İslâm’da gerek din ve ahlâk gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olarak kabul edilir. Bunun yanında sağlık açısından da pek çok zararlarından bahsedilebilir.
İslam’da eşcinselliğin yasaklanmasının pek çok hikmetlerinden birisi, bunun fıtrata ve insanlık onuruna aykırı bir davranış olmasıdır. İslâm dini, cinselliği tabii bir arzu olarak kabul edip, cinsel ihtiyaçların makul ve meşru zeminde giderilmesine imkân vermiş, bunun yanında cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar getirmiştir. Evlilik teşvik edilmiş, aile hayatını ve kurumunu korumaya yönelik tedbirler alınmıştır. Bunun yanında iffetin ve neslin korunması dinin temel gayeleri arasında gösterilmiştir. Bu değerlerin korunması için müstehcenlik, fuhuş ve zina ile mücadele edilmiştir. Bunun için Kur’an ve Sünnet’te cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almıştır. Bunlardan biri de eşcinselliğin İslâm’da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sayılmasıdır.
- Toplumsal düzenin korunması
İslam, aileyi toplumun temeli ve onun geleceğini belirleyen önemli bir kurum olarak görür. Eşcinsellik, geleneksel aile yapısını tehdit eden bir unsur olarak değerlendirilir. Bu nedenle, toplumun sağlıklı bir şekilde devamı için meşru cinsel ilişkinin evlilikle sınırlandırılması hedeflenir.
- Neslin devamı
İslam’da evlilik, sadece bireysel tatmin değil, aynı zamanda neslin sağlıklı bir şekilde devamını sağlayan bir kurumdur. Eşcinsel ilişkiler biyolojik olarak çocuk sahibi olmayı engellediği için, bu durum yaratılış amacına aykırı görülür.
- Fıtrata uygunluk
İslam’a göre insanın yaratılıştaki fıtratı, karşı cinse yönelimi esas alır. Dolayısıyla eşcinsellik, fıtrata aykırı bir davranış, fıtrattan uzaklaşma olarak değerlendirilir. Ancak bu hisse sahip olmak değil, bu hissi fiile dönüştürmek günah sayılır.
- Ahlaki ve manevi temizlik
Kur’an’da Lut Kavminin helakine sebep olan fiiller arasında eşcinsellik de yer alır. Bu bağlamda eşcinsellik, “çirkin bir fiil” ve “Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek” olarak tanımlanır (A’raf 7/80-84; Şuarâ 26/161-175).
- İmtihan ve sabır
İslam’a göre dünya bir imtihan yeridir. Kimi insanlar cinsellikle, kimileri başka zaaflarla sınanır. Bu duygulara sahip olmak değil, onlara teslim olmak mesuliyet doğurur. Sabır ve mücadele, manevi yükselişin bir parçası olarak görülür.
E. ÇÖZÜM İÇİN NELER YAPILMALI?
1. Problemin Öncesinde Yapılması Gerekenler:
- Küçük yaşlardan itibaren kıyafet ve oyuncak seçimi gibi konularda cinsiyeti vurgulayacak ve cinsel kimlik oluşmasına yardım edecek yönlendirmeler yapılmalı.
- Çocuğa, normal gelişimi içinde belli dönemlerde cinselliğe ait doğru bilgiler vermek gerekir.
- Özellikle eşcinselliğin çok olduğu ülkelerde bu günahın çirkinliğini ve nelere mal olacağını erken yaşlarda çocuğa anlatmak gerekir.
- Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinslerinden ebeveynlerle, yani erkeklerin babayla, kızların anneyle daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olması şarttır.
- Çocukların olumlu evlilikleri yakından gözlemleme şansı olmalıdır.
- Çocukların kendi ilgilerini paylaşan kendi hemcinslerinden arkadaşları olmalıdır.
- Çocuklar erişkinlerin veya diğer çocukların tacizinden korunmalı ve belirli aralıklarla şu konuya dikkatleri çekilmelidir: Başka insanların özel bölgelerine dokunmalarına izin vermemeli, eğer böyle bir durum olursa hemen bu konuyu anne babalarına haber vermelidirler.
- Erkek çocuklarda eşcinselliği önlemenin en iyi yolu kuvvetli bir baba oğul ilişkisidir çünkü bu, çocuğun erkek kimliğinin onaylanmasını sağlar. Benzer durum anne-kız ilişkisi için de geçerlidir.
- Erkek çocukların erkeklere has oyunlar ve oyuncaklarla oynaması, kız çocukların da kendi fıtratına uygun oyunlarla oynaması önemlidir.
- Durum Tespit Edildikten Sonra Yapılması Gerekenler:
- Öncellikle bu yeni durumu anlamak ve benimsemek için kendinize zaman tanıyın.
- Kendi kendinizi suçlamaktan kaçının. Pek çok durumda bu konunun, sizin bir anne baba olarak başarılı olup olmadığınızla ilgisi yoktur.
- Bu konuda başkalarıyla konuşmak, tavsiye ve bilgiler edinmek, ekseriyetle faydalı olmaktadır.
- Çocuğunuzu suçlamaktan kaçının, çünkü pek çok çocuk, cinsel yönelimini kendi kendine belirlememektedir.
- Bu tür bir problemle karşılaşıldığında aşırı tepki ve açıklamasız yasaklar ters etki yapabilir.
- Çocukla bu konuları açıkça konuşun, konuşturmazsanız gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder.
- Bu konuda eğitim almış ve uzman olan kişilerden yardım almaktan çekinmeyin.
- Sebebi ne olursa olsun, çocuğa böyle bir seçimin doğru olmadığını, fıtri olmadığını, insanın tabiatına aykırı olduğunu ve böyle bir durumun insana zararlarını anlatmak gerekir. Sosyal hayattaki zararları, psikolojik ve biyolojik olarak insana etkileri üzerinde yapılan çalışmalardan faydalanarak çocuğa bu durum genişçe anlatılmalı.
- Her şeyden önemlisi de dinen bu durumun büyük bir günah olduğu anlatılmalı ve Kur’an’daki ifadeler, hadislerdeki ifadeler çocuğa söylenmelidir.
- Bütün uğraşlara rağmen çocuk vazgeçmezse, çocuğa baskı ve sertlik uygulanmamalı, çözümü zamana bırakmalıdır. Bu meselenin çözümü yıllar sürebilir. Hatta hiç çözülmeyebilir de. Ama her şeye rağmen çocukla bağımızı koparmayalım. Onunla beraber olduğumuz sürece ona yardım edebiliriz. Aksi takdirde yanımızdan uzaklaştırırsak yardım edemeyiz, bunun ötesinde daha kötü durumlara düşebilir.
- Normal bir cinsel hayat ve mutlu bir evlilik, problemi çözebilir.
Babalar kız çocuklarının altını değiştirebilir mi?
Mahremiyet eğitimi açısından mümkün olduğunca annenin çocuğun altını değiştirmesi en güzelidir.
Bu yönü dikkate alındığında öncelikle annenin, yardıma ihtiyaç duyulduğunda babanın çocuğun altını değiştirmesi şeklinde hareket edilebilir. Hatta ihtiyaç duyulduğunda ailenin başka fertleri de bu işi yapabilirler.
Dini metinlerimizde küçük çocukların avret mahalleri ile ilgili sarih/açık bir ifade olmadığından alimler, genel naslardan hareketle bir çerçeve çizmeye çalışmışlardır. Buna göre henüz altı değiştirilebilecek yaşta olan çocukların altını değiştirme veya onları yıkama/banyo ettirmede bir mahzur olmadığı ifade edilmiştir. Bununla birlikte çocuklar, belli bir yaşın üzerine geldikten sonra (ortalama olarak 7-9 yaş aralığından sonra) kendi temizliklerini kendileri yapmalı, zaruri bir durum olmadıkça temizlik için de olsa hiç kimse tarafından avret mahallerine dokunulmamalı ve bakılmamalıdır.
Süt sağma makinalarını kullanırken namaz kılmak caiz midir?
Soru Detayı: İş yerlerinde taşınabilir süt sağma makinelerini kullanırken namaz kılmak caiz midir, vücuttan sıvı çıktığı gerekçesiyle konuda farklı görüşler var; bu konuyu başka kadın arkadaşlarla da konuştuk ve sizden de bu konuda görüş almak istiyoruz. Teşekkürler.
Değerli kardeşimiz,
Şayet meselenin abdest ile ilgisi soruluyorsa, süt sağmanın abdeste bir zararı olmaz. Dolayısıyla süt sağıldıktan sonra öncesinde alınmış bir abdest ile namaz kılınabilir. Şayet namaz esnasında sütün sağılmasına devam edilmesinin namaza bir zararı olup olmadığı soruluyorsa, normal şartlarda bunun doğru bir seçenek olmadığı açıktır. Her ne kadar bugünkü makineler çok portatif olup annenin belki hissetmeyeceği kadar işi kolaylaştırıyorsa da elden geldiğince bu işlemi namaz dışı başka bir vakitte yapmakta fayda var. Başka bir alternatif oldukça namaz esnasında yapmamalı. Merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’nde şöyle bir bilgi var:
“Namazda çocuğu alıp emzirmek namazı bozar. Namaz kılmakta olan bir kadının memesini çocuk kendi başına tutup emecek olsa bakılır: Eğer süt çıkmaksızın bir iki defa emmiş olursa, namaz bozulmaz. Fakat süt çıkarsa veya süt çıkmaksızın iki defadan çok emerse, namaz bozulur.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali)
Sütü sağmak, hükmen emzirmek gibi değerlendirilebilir. Namazda namaz dışı bir meşguliyet ister kişinin kendi fiiliyle olsun isterse dışarıdan bir müdahale ile olsun amel-i kesir (çok hareket) olunca namazı bozar. Süt sağmak da bütün namaz boyu devam edeceği için amel-i kesir olup namaza zarar vereceğinden korkulur.
Bütün bunlardan sonra, belki ancak, başka hiçbir alternatif çözüm bulunamadığı durumlarda bu yol denenebilir.
Selametle kalın..
Böyle bir dünyaya çocuk mu getirilir?
Soru Detayı: “Bu dünyaya, böyle bir hayata çocuk mu getirilir?” düşüncesi doğru bir düşünce midir, inandığımız değerlerle çatışan bir düşünce midir? Bulunduğumuz çevre ve yaşayış gidişatın iyi olmadığını gösteriyor.
Bu soruya bakıldığı zaman bunun dinî bir hassasiyetten, sorumluluk duygusundan kaynaklanan bir soru olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan öncelikle böyle bir endişeyi ve mesuliyet duygusunu takdir etmek gerekmektedir. Geçmişten bugüne her geçen günün bir önceki güne göre daha kötü olduğu düşüncesi hep seslendirilmiştir. Bunun belli bir nispette gerçeklik payı da vardır. Fakat bu şekilde bir çözüm acaba doğru mudur? Madem soru dinî, imani bir kaygıdan kaynaklanıyor, biz de konuyu dinî açıdan birkaç maddede ele alacağız.
1. Öncelikle; dinimizde herhangi bir konu hakkında açık bir nas, delil, hüküm, tavsiye varsa o konuda ihtimaller üzerine hüküm bina edilmesi doğru değildir. Nassın emrettiği üzere amel edilir, muhtemel tehlikelere karşı da önlem alınır.
Kat’i bir delile dayanmayan hükme ‘zan’ denir. Zan ise tam olarak hakikati ifade etmediği için onun üzerine bir hüküm bina edilmesi doğru değildir. Bu manadaki ‘zan’, Kuran’ın (Enam, 116; Yunus, 36, 66) ayetlerinde makbul görülmemiştir. Hukuki olarak da bu konu, Mecelle’nin 75. maddesinde “Tevehhüme itibar yoktur: Asılsız şüpheye, kuruntuya, vehme, delile dayanmayan ihtimale itibar edilmez.” şeklinde ifade edilmiştir.
Dinî ve dünyevi işlerde muhtemel bir kısım zararlar her zaman söz konusu olsa bile kula düşen tedbir almak, sebeplere riayet etmek ve sonra da dinin emrini, hayatın gerekliliklerini yerine getirmektir. Mesela savaş şartlarında cihat farzdır. Tabiidir ki cihatta bir kısım can ve mal kaybı olacağı kuvvetle muhtemeldir. Buna rağmen eğer savaş şartları oluşmuş ve cihat yapılması gerekiyorsa, cihat emrine uyularak muhtemel zarar ve kayıplar için tedbir alınır ve cihada çıkılır.
Yine mesela ticaret dinen meşru, hayat için zaruri bir faaliyettir. Ticaret yapmak isteyen bir kişi kazanabilir de kaybedebilir de. Kazanmak, kâr etmek için en başta iyi bir fizibilite, plan proje yapılır, ticaretin gerekleri yerine getirilir sonra da ticarete başlanır. Yani öncelikle sebepler yerine getirilir. Fakat her ne kadar ön hazırlıklar tamam olsa da ticarette kazanma da kaybetme de her hâlükârda söz konusudur. Kişi, bütün plan ve projelerini kazanmak, kâr etmek için yapar. Ancak zarar etmek de ihtimallerden biridir. Artık o takdirdir.
Bir başka örnekle konuya açıklık getirmek gerekirse, yolculuğa çıkıldığında gidilen yere ulaşma ihtimali olduğu gibi kaza geçirme, aracın bozulması vs. gibi engellerden dolayı ulaşamama ihtimali de vardır. Fakat bu kötü ihtimalden dolayı yolculuktan vazgeçilmez. Tedbir alınır, dikkatli gidilir ve hedefe ulaşılmaya çalışılır. Aracın bakım görümü yapılır, hava şartlarına dikkat edilir, trafik kurallarına uyulur, sonra da yola çıkılır. Bütün bunlara rağmen yine de kaza ihtimali vardır fakat o takdirdir, böyle bir ihtimalden dolayı yolculuktan vazgeçilmez. Yoksa hayatın akışı durur.
Görüldüğü gibi dinî ve dünyevi işlerde her zaman bir risk söz konusudur. Bu risk doğacak çocuklar için de geçerlidir. İşte Müslüman bir anne baba da henüz aile kuruluş aşamasında iken, mesela eş seçiminden çocuğun doğduğu vasatı hazırlamaya kadar bir kısım tedbirleri alırlar, sonra da dua ve tevekkül ile Allah’a sığınırlarsa hem sebepleri yerine getirmiş hem muhtemel tehlikelerden Allah’ın inayetine sığınmış olurlar. Nitekim İbrahim (as)
“Ya Rabbî! Burayı emin bir belde kıl, beni de evlatlarımı da putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahim sûresi, 14/35)
diye dua ederek Allah’tan bunu talep etmiştir. Bu yol dinî ve dünyevi olarak en uygunudur.
2- Dinimiz, gerekli şartlara sahip olan erkek ve kadınların evlenmelerini, salih nesiller yetiştirmelerini emretmiş/tavsiye etmişken muhtemel bir kısım korku, endişe, kaygı ve vehimlerden dolayı dünyaya çocuk getirmeyi terk etmek bir Müslüman için doğru bir davranış olmaz.
Şunu unutmamak gerekir ki; çocuk yetiştirmede çevre çok önemli bir faktör olsa da tek etkili faktör değildir. Bunun yanında yuva (anne baba) okul ve öğretmen de oldukça önemlidir. Dolayısıyla yuva ve okul beraber hareket ederek çevre faktörünün olumsuzluklarını bertaraf edebilirler. Musa (as) Firavun’un sarayında yetiştiği gibi, Firavun’un karısı da o sarayda Müslüman olmuş (Tahrim, 11), Mümin-i al-i Firavun olarak bilinen zat (Mü’min, 28) da çevre namüsait olmasına rağmen doğru yolu, hidayeti bulabilmiştir. Buna mukabil Hazreti Nuh ve Lut’un (as) eşleri ise (Tahrim, 10) peygamber ocağında olmalarına rağmen kocaları olan peygamberlere hainlik ederek dalalete sürüklenmişlerdir. Dün de bugün de her kültürden, her dinden insanlar İslam’ı seçebildikleri gibi Müslümanlar arasında doğup büyüdüğü halde Müslümanlıktan uzak pek çok insan göstermek de mümkündür. Hidayet ve dalalet her an herkes için söz konusudur. İşin bir tarafı insanın iradesine, diğer tarafı takdir-i ilahiye bakmaktadır.
3- Evlenmek, yuva kurmak, çocuk sahibi olmak insan fıtratının önemli bir yönüdür. Bu, kişilerin kendi iradeleriyle verecekleri bir karardır. Ancak müminler her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ın (cc) emri, hükmü, muradı nedir ona bakmalı, onu gözetmeye çalışmalıdırlar.
Dini öğrendiğimiz temel kaynaklar yani Kur’an ve Sünnet açısından mesele değerlendirildiğinde bir Müslümanın bu konuda göz ardı edemeyeceği/etmemesi gereken birtakım hususların söz konusu olduğu açıktır. O halde Kuran ve sünnet bu konuda neler söylemektedir, ona bakmalıyız:
a- İslam’ın emri evlenmek, çocuk dünyaya getirmek ve onları iyi bir terbiye ile yetiştirmektir. Mümin bir kişi Allah’ın muradının bu olduğunu bilmeli ve bu emre imtisal etmeli, sebeplere sarılıp, dua ve tazarru ile Allah’a sığınarak çocuğuna iyi bir dinî terbiye vermeye gayret etmelidir.
İslam, evlenmeyi ve neslin çoğalmasını teşvik eder.
“Eşleriniz sizin elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze bakıp size lütufta bulundu. Artık hanımlarınıza yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun!” (Bakara, 187)
Başka bir ayette de “İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden evlenmeye müsait olanları evlendirin!” (Nur, 32) buyrularak anne babalara ve topluma evlenmesi gereken fakat imkânı olmayanları evlendirmeleri emredilmektedir.
Peygamberimiz (as) da “Evlenin, nüfusunuzu artırın. Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla gurur duyarım.” (Abdurrezzak es-San’ânî, Musannef 6/173) buyurur.
Çocuğum dinsiz imansız olacak şeklindeki bir kaygının yaygınlaşma eğilimi göstermesi neticesinde dindar insanların çocuk sahibi olmamayı tercih etmeleri çok yanlış bir karardır. Çünkü bu, yeni nesilde dindarların sayısının azalmasına sebebiyet verir. Bu ise dinî emir ve yasakların korumayı hedeflediği beş önemli maksattan olan ‘Neslin korunması’ ilkesine de, “Dinin korunması” ilkesine de terstir.
b- Kuran’da geçen bazı dualarda, Allah’tan, göz nuru, namaz kılan, muttakilere imamlık ve rehberlik yapabilecek iyi ve temiz nesillerin istenmesi, hayırlı ve salih nesillerin yetiştirilmesinin ne kadar önemli olduğunun altını çizmektedir. Şüphesiz Allah’ın (cc), dualarda talep edilmesini öğrettiği hususlar, O’nun nezdinde önemli olan hususlardır.
İşte Kur’an’daki bazı dualar:
“Ya Rabbî! Beni de, neslimi de namazı devamlı olarak ve gereğince kılan kullarından eyle! Duamı kabul buyur Ya Rabbi!” (İbrahim, 40)
“Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olacak temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere önder eyle!” (Furkan, 25)
“Ya Rabbî, bana Senin tarafından tertemiz, hayırlı zürriyet ihsan eyle! Şüphesiz ki Sen duaları işitip icabet edersin.” (Al-i İmran, 38)
Dolayısıyla bir mümin için doğru olan şey kendi duygu düşünce ve hislerinden ziyade Allah’ın (cc) muradı olmalıdır.
c- Çocuk dünyaya geldiği zaman 0-4, genellikle de 0-6 yaşına kadar anne baba, yuva ve aile çevresinde neşet eder. Bu dönem, çocuğun şuuraltı kazanımları açısından bütün hayatını şekillendirecek temel duygu düşünce ve davranış biçimlerinin temelinin atıldığı bir dönemdir. Sorumluluk sahibi bir anne baba bu dönemde sergileyecekleri fedakârca çaba ile dinî duygu düşünce adına iyi bir temel atabilirler. Peygamber Efendimiz (as):
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra annesi babası onu Yahudileştirir Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.” (Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader, 3; Müslim, kader 22-25)
hadisi, çocuğun dinî kazanımları açısından, anne babanın çevre faktöründen önce geldiğini ifade etmesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Demek ki anne baba çocuklarını kendi dinleri üzerine yetiştirebilmektedirler. O halde çözüm çocuk dünyaya getirmemek değil, sorumluluk alarak iyi, hayırlı bir insan yetiştirmeye gayret göstermektir.
d- İyi ve salih insanlar sorudaki endişe kaynaklı sebeplerden dolayı çocuk dünyaya getirmekten kaçındıkları takdirde yeryüzü tamamen kötü ve şerir insanlara bırakılmış olacaktır. Halbuki Allah’ın (cc) buna rızası yoktur. Allah, insanı, halife-i arz olarak yani hadiselere müdahale etme konumunda yaratmıştır. Özellikle de kendisine inanan, yeryüzünde kendine kulluk eden, adil bir şekilde mahlukat arası hukuku düzenleyen, eşya ve hadiselere olumlu yönde müdahale eden müminleri bu vazife ile vazifelendirmiştir. Bu ise ancak hayırlı, salih ve iyi ailelerin nesillerini sürdürmeleri ile mümkündür. Bu bir mücadeledir. Bu mücadelede çocuk yapmamakla geri durmak, murad-ı ilahiye pasif manada muhalefet anlamına gelir. Mümin, salih, iyi insanlar şu fani dünyadan Allah huzuruna giderlerken kendi yerlerine varis olabilecek evlatlar yetiştirmekle yükümlüdürler. Hazreti Zekeriya’nın (as) dili ile Allah müminlere bunu öğretmektedir:
‘Zekeriyya’yı da an. Hani o Rabbine şöyle nida etmişti: “Ya Rabbî, beni evlatsız, tek başıma bırakma ki (lütf edeceğin evlâdım) bana vâris olsun. Bununla beraber iyi biliyorum ki, herkes fanidir, herkesten sonra baki kalan, bütün vârislerin en iyisi olan Sensin Sen!” (Enbiya, 89)
Netice olarak, evlenmek insan tabiatının bir ihtiyacıdır. Bunun en güzel semeresi de çocuktur. Dinimiz evlenmeyi, çocukların, iman, İslam, Kuran ahlakına göre yetiştirilmesini, bu kabil nesillerin çoğaltılmasını emreder. Hidayet ve dalalet Allah’tandır. Fakat anne baba gerekli şartları yerine getirerek çocuklarını olumsuz tesirlerden korumaya çalışmalı ve bu hususta dua ile Allah’tan yardım talep etmelidir. Muhtemel bir kısım şüphe, tereddüt, vesvese, vehim ve zanlardan dolayı dünyaya çocuk getirmemeyi düşünmemelidirler. Çünkü Allah’ın muradı, hayırlı nesillerin çoğalması istikametindedir.
Efendimiz’in Çocukları İsimlendirmede Uyguladığı Yöntem
Arapça menşeli bir kelime olan “isim”; “alâmet, yükseklik, yüce mevki, yüksek mertebe” gibi mânâlara gelmekte olup, cevher ya da arazı belirleyen lafızdır.[1] “İsim” kelimesi Türkçemizde “ad” kelimesi ile aynı mânâda kullanılır.
Meşhur müfessirlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır, “isim” aslında sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet olup, örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delâlet eden kelime diye tarif edilir demektedir. “İsmin” çoğulu “esma” veya “esâmî”dir ve bunlar tamamen Türkçemize mâl olmuş kelimelerdir.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de ‘İsim’ Kelimesi
Kur’ân-ı Kerîm’de “isim” kavramı türevleri ile birlikte yetmiş bir âyet-i kerîmede geçmektedir. Biz burada daha çok Bakara Sûresi otuz birinci âyet-i kerîmesinin mânâsı üzerinde durmaya çalışacağız. Söz konusu âyet-i kerîme meâlen şöyledir:
“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: ‘İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!’ dedi.” (Bakara, 2/31)
Elmalılı’nın bu âyet-i kerîme ile ilgili yorumlarını biraz sadeleştirerek vermek istiyoruz: Allah (cc) öğrettiği bu isimleri ya kendi koyup Âdem’in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem’e bu isimleri gerektiğinde koyup kullanacağı özel bir yeteneği haiz ruh üflemeyi takdir etti. Birinci mânâ açık, ikincisi ise ihtimal dâhilindedir. “Öğretti” kelimesinden Hz. Âdem’in dilin esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedric yani azar azar ilerleme içinde bellemiş olduğu anlaşılır.
Bu isimler nelerdir? Genelleştirmenin kapsamı ne kadardır? Yani bütün eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî tabiriyle “el-esmâ” kelimesindeki “elif lâm” genelleme için midir? Yoksa “Allah’ın öğretmesini murat ettiği isimler” mânâsına mıdır? Bu noktada tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1- Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmalarına sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri, hepsi (İbn Abbas’dan Dahhâk). Karga, güvercin ve her şeyin ismi (Mücahid). Her şeyin ismi, deve, inek, koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr). Her şeyin ismi, hattâ şu, bu, abdestsizlik bile (İbnü Abbas’dan Said b. Ma’bed). Her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunların özeti, bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve “elif lâm” genelleştirmeye hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2- Meleklerin isimleri (Rabi’ ve daha diğerleri).
3- Zürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd’den, İbn Vehb’den Yunus b. Abdi’l-Alâ ve diğerleri). Bu iki şekilde de “elif lâm” ahd içindir ve bunun karinesi gelecek olan “aradahum/onlara arz etti” kelimesindeki zamir ile gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah’ın isimleri diye telâkki etmeye bu zamir engeldir.
4- Esmâ (isimler)dan murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa olsun burada kesin olan nokta, Hz. Âdem’e -az veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
İşte Allah Teâlâ Âdem’e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zâtları) meleklere arz etti. Buradaki “hüm/onlara” zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. “He” zamiri yerine “hüm” zamirinin kullanılması, arz olunan şeylerin “akıl sahibi” olduğunu açıkça göstermektedir. Ve isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere ait olması ve o isimlerin meleklerin isimleri olması ihtimali, isimlerin meleklere arz edilmiş olması sebebi ile ihtimal dışı kalmaktadır. Şu halde en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem’den sonra gelecek olan “nesillerin adları” olmasıdır.
Âyet-i kerîmede daha önce anılan “el-esmâ/isimler” kelimesi ile de insan isimlerinin kastedilmiş olduğu anlaşılır. Bununla birlikte, sadece insan değil bütün eşyaya ait isimlerin öğretilip de, meleklere sadece insan isimlerinin sorulmuş (arz) olması da ihtimal dâhilindedir. Fakat her iki halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Hâlbuki ayette henüz Hz. Havva’nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Bu sorunun cevabı meşhur bir hadîs ile açıklanmaktadır. Şöyle ki: Hz Âdem’in nesilleri meleklere, küçük zerreler misâlinde arz edilmişlerdir.[3]
Bu hadîs insan neslinin o zaman Âdem’de henüz tohum hâlinde (yani gelecekte bütün Âdemoğullarını temsil eden ilk mânevî tohumcuklar şeklinde) bulunduklarını anlatır. Bu olayların yoğun cisimler âleminde olmayıp, Hz. Âdem’in ruhunun takdiri veya ruhunun esîr gibi yumuşak bir cisim hâlinde olduğu düşünülebilir. Esîrden meydana getirilmiş bu cismin atom altı parçacıklarında, kıyamete kadar gelecek Âdemoğlunun birbirine bağlı temessülleri (görüntüleri) veya Hz. Âdem’in ruhunda gelecek nesillerin mânevî suretleri, isimlerin meleklere arz olunmasına ait yan mânâlar olarak düşünülebilir. Arz hâdisesinin, Hz. Âdem’in yeryüzüne inmeden önce olması da, bu şekilde düşünmemiz için açık bir karine demektir. Bu açıdan meleklere isimlerin sorulması, hissî bir arz değil, ilmî bir arz olmuş olur.[4]
İsim/Ad Koyma
Medenî hukukta ad, kişileri birbirinden ayırmaya ve tanıtmaya yarayan sözcük olup, doğan her çocuğa bir ad koyma zorunluluğu vardır. 1587 sayılı nüfus kanununa göre millî kültürümüze, ahlâkî kurallarımıza, gelenek ve göreneklerimize uygun olmayan veya kamuoyunu incitici adlar konulamaz.[5] Türklerin İslâmiyet’i kabulünden önceki isimleri yırtıcı hayvan, yırtıcı kuş ve dış tesirlere dayanıklı maddelerden seçilmiş, genelde çocuklara Bozkurt, Arslan, Şahin, Doğan, Timur/Demir, Kaya ve Gökhan gibi adlar verilmiştir.
İslâmiyet’ten önceki Araplar da hayatın zorlukları ve özellikle düşman karşısında dayanıklı, güçlü ve cesur olmak, düşmana korku salmak gibi arzu ve düşüncelerle çocuklarına Galip, Zalim, Mukatil/Savaşçı, Esed/Arslan, Leys/Yiğit, Zi’b/Kurt, Hacer/Taş, Sahr/Kaya gibi adlar koymuşlardır. [6]
Efendimiz’in (sas) Yeni Doğan Çocuklara İsim Koyması
Çocuğa isim koyarken sağ kulağına ezan, sol kulağına ise kâmet okunur. Nitekim Ebu Rafi’nin anlattığına göre Hz. Fatıma (r. anha) oğlu Hasan’ı (r.a.) doğurduğu zaman, Resûlullah’ın (sas) kulağına ezan ve ihlâs suresini okuduğunu, hurma ile tahnik edip ismini koyduğunu belirtmektedir. (Ebu Davud, Edeb 116, (5105); Tirmizi, Edahi 17, (1514))
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Yeni doğan çocuklar Hz. Peygamber’e (sas) getirilirdi. O da mübarek olmaları için dua eder, tahnikte bulunurdu.” (Müslim, Edeb, 27 (2147); Ebu Davud, Edeb 116, (5106))
Esma Binti Ebu Bekir anlatıyor:
“Mekke’de Abdullah İbnu Zübeyr’e (ra) hamile kalmıştım. Doğum yaklaşmıştı ki, Mekke’yi terk ettim ve Medine’ye geldim. Abdullah’ı orada dünyaya getirdim. Doğunca, bebeği alıp Resûlullah’a (sas) götürdüm, kucağına bıraktım. Resûlullah (sas) bir hurma istedi, ağzında çiğneyerek ezdikten sonra, (yumuşattığı o) hurma ile çocuğun damağını oğdu, hakkında bereketle dua etti ve Abdullah ismini verdi. Müslüman aileden ilk doğan çocuk bu idi. (Medine’de bütün Müslümanlar) onun doğumuna çok sevindiler. Çünkü “Yahudiler size sihir yaptılar, asla doğum yapamayacaksınız.” diye bir şayia çıkarılmıştı.” (Buhari, Menakibu’l-Ensar 45, Akika 1; Müslim, Âdâb 26, (2146))
Ebu Musa anlatıyor:
Bir oğlum doğmuştu. Hemen Resûlullah’a (sas) getirdim, İbrahim ismini verip bir hurma ile tahnikte bulundu. Sonra da “Mübarek olsun” diye dua buyurdu ve çocuğu bana geri verdi. İbrahim, Ebu Musa’nın en büyük evlâdı idi. (Buhari, Akika 1; Müslim, Âdâb 24, (2145))
Efendimiz’in (sas) Çocuklara Doğduklarından Yedi Gün Sonra İsim Koyması
İbnu Ömer’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas) çocuğa, doğumunun yedinci gününde isim konmasını, yıkanarak pisliklerinden temizlenmesini ve akika kurbanı kesilmesini emir buyurmuştur. (Ebu Davud, Edahi, 21, (2837); Tirmizi, Edahi 23, (1522), Edeb 63, (2834); Nesai, Akika 5, (7, 166); İbnu Mace, Zebai 1,(3165))
Bu rivayete bakarak çocuğu yedinci günden önce isimlendirmenin yanlış olduğunu zannetmek hata olur. Çünkü İbni Kayyim el-Cevzî’nin yaklaşımı ile söyleyecek olursak, isim verme, isimlendirilecek bir varlığı tarif etmek oluyorsa, muayyen bir varlığın ismini –burada çocuk- vermediğimizde, sadece onu nasıl tarif edeceğimizi bilememiş oluruz. Bu açıdan, söz konusu varlığı var olduğu gün tarif etmek mümkün olduğu gibi, üç gün sonraya, hattâ akîkası kesilinceye kadar ertelemede büyük bir mahzur olmayabilir. Bu konuda genişlik olduğunun bilinmesinde fayda vardır.[7]
Ancak bir defa bile olsa sesi duyulduktan sonra ölen çocuğa isim konulacağına, yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra defnedileceğine dâir Ebu Hanife Hazretleri’nin içtihadı ile ölü doğsa bile çocuğa isim konulup yıkanması gerektiğini belirten Ebu Yusuf Hazretleri’nin kanaati, çocuğa doğduğu gün isim konulmasının gerekli olduğunu göstermektedir.[8]
Efendimiz’in (sas) Çocuklarda Değiştirdiği İsimler
Efendimiz (sas), bazı çocukların isimlerinin ihtiva ettiği olumsuz anlamlardan dolayı onlara yeni isimler vermiştir.
Bu konuda Hz. Ali’den (ra) gelen bir rivayet şöyledir:
“Oğlum Hasan dünyaya geldiğinde ona Harp ismini koydum. Derken Peygamber (sas) geldi ve: “Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?” diye sordu. Ben de: “Harp” deyince, “Hayır, o Hasan’dır.” buyurdu. Oğlum Hüseyin doğduğu vakit bu defa ona Harp ismini vermiştim. Peygamber Efendimiz (sas) yine geldi ve: “Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?” diye sordu. Ben de yine: “Harp” deyince, “Hayır, o Hüseyin’dir.” buyurdu. Üçüncü çocuk dünyaya gelince ona da Harp ismini verdim. Peygamber Efendimiz (sas) yine geldi ve: “Torunumu bana gösteriniz. Ona ne ad koydunuz?” diye sordu. Biz de: “Harp” deyince, “Hayır, o Muhsin’dir.” dedikten sonra, “Ben onlara Harun’un Şebber, Şebbir ve Müşebbir isimli çocuklarının adını verdim.” buyurdu.”[9]
Bu konudaki bir diğer rivayet ise şöyledir:
“Sehl bin Sa’d’in anlattığına göre el-Münzir İbnu Ebi Üseyd doğduğu zaman Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirilmişti. Çocuğu kucağına aldı ve: “İsmi nedir?” diye sordu; “İsmi falandır.” diye ne konmuşsa söylendi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hayır! Bunun ismi Münzir olacak” dedi ve o gün çocuğa Münzir ismini koydu.” (Buhari, Edeb 108; Müslim, Edeb 29, (2149))
Efendimiz’in (s.a.s) Yetişkinlerde Değiştirdiği İsimler
Hz. Aişe (r.anhâ): “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) çirkin isimleri değiştirirdi.” demektedir. (Tirmizi, Edeb 66, (2841)) Çirkin olması sebebi ile isimler değiştirilebildiği gibi, güzel olmasına rağmen başka bir maslahattan dolayı da değiştirilebilmiştir. Ebu Hureyre’den yapılan bir rivayette bu şekildeki isim değiştirme konusu ile ilgili şunu görmekteyiz: “Zeyneb Bintu Ebi Seleme’nin ismi Berre[10] idi. ‘Bu ismi kullanmakla sanki kendisini temize çıkarıyor’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Berre ismini Zeyneb olarak değiştirdi.” (Buhari, Edeb 108; Müslim, Edeb 17, (2141))
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismini değiştirmiş olduğu diğer bir sahabi ile ilgili rivayet ise şu şekildedir. Beşir ibni Meymun’un amcası Üsame İbnu Ahdari diyor ki:
“İsmi Asram (verimsiz, merhametsiz, faydasız manalarına gelen) olan bir adam vardı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: “İsmin nedir?” diye sordu. Adam: “Asram” diye cevap verdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hayır, sen Zür’a’sın (Ziraatçi)” buyurdu. (Ebu Davud, Edeb 70, (4954))
Bu konudaki diğer bir örnek de şu şekildedir. Said ibnu’l-Müseyyeb, babası vasıtasıyla dedesinden naklediyor: “Dedem, Resûlullah’a (s.a.s) uğramıştı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “İsmin ne?” diye sordu. Dedem: “Hazn (muamelesi sert kişi, kaba, sert yer)” diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.s): “Hayır, sen Sehl’sin (Kolaylık)” dedi. Müseyyeb: “Olmaz, Sehl çiğnenir ve alçaltılır. Babamın verdiği bir ismi değiştiremem.” dedi. İbnu’l-Müseyyeb devamla şöyle hayıflanıyor: “Maalesef o günden sonra ailemizde kabalık devam etti gitti.”
Ebu Davud, bu hadîs-i şerîfi aktardıktan sonra Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isim değiştirme uygulamasında konuyu daha belirgin hâle getiren şu uygulamalarını da bizlere aktarmaktadır: “Resûlullah (s.a.s) Asi (İsyankâr), Aziz, Atele (Şiddet, Sertlik), Şeytan, Hakem, Ğurab (Karga), Hubab (bir şeytan ismi), Şihab (Alev) isimlerini değiştirdiler. Şihab’ı Hişam (Cömert), Harb’i Silm (Barış, Sulh) ve Muzdaci’ (Yatan) adını Münbais (Ayakta) adlarıyla değiştirdi. Afire (Çorak) adını taşıyan bir araziyi ise Hadire (Yeşillik) diye, Şi’bu’d-Dalalet’i (sapıklık mahallesi/geçidi) Şi’bu’l-Hüda (Hidayet mahallesi/geçidi) olarak isimlendirdi. Benu’z-Zinye’yi (zina oğulları) de Benu’r-Rüşd (Doğruluk oğulları) şeklinde değiştirdi.” (Buhari, Edeb 107–108; Ebu Davud, Edeb 70, (4956))
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ya’la, Bereket, Eflah, Yesar, Nafi’ ve benzeri isimlerin kullanılmasını yasaklamayı arzu etmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yasaklama isteğinin gerekçesini de şu şekilde açıklamıştır: “Zira kişi; “Bereket burada mı?” diye sorar da, “Hayır, yok!” diye cevap verirler.”
Cabir b. Abdillah diyor ki; “Sonra Efendimiz’in bu mevzuda sükût ettiğini gördüm. Daha sonra da bu isimleri yasaklamadan vefat etti. Hz. Ömer (ra) bu isimleri yasaklamak istedi, sonra o da vazgeçti.” (Müslim, Âdâb 13, (2138); Ebu Davud, Edeb, 70, (4960))
Efendimiz’in Mânâsı Güzel İsimleri Önemsemesi
Yahya İbnu Said anlatıyor: “Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bol sütlü bir deve hakkında: “Bunu kim sağacak?” diye sordu. Bir adam ayağa kalkmıştı ki Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): “İsmin ne?” dedi. Adam: “Mürre (acı)!” deyince, ona; “Otur!” dedi. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) tekrar: “Bunu kim sağıverecek?” diye sordu. Bir başkası ayağa kalktı; “Ben sağacağım” diyecekti ki Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da: “İsmin nedir?” diye sordu. Adam: “Harp (savaş)” diye cevap verdi. Ona da; “Otur” dedi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bu deveyi kim bize sağıverecek?” diye sormaya devam etti. Bir adam daha kalktı. Ona da ismini sordu. “Yaîş (Yaşar)” cevabını alınca ona: “Sen yaşıyorsun.” diyerek müsaade etti.” (Muvatta, İsti’zan 24 (2, 973))
İsimlerin mânâlarından hareketle hayır umma konusunu destekleyen bir başka rivayet ise şöyledir: Ebu Hureyre’nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Eslem kabilesini Allah selametli kılsın, Gıfar kabilesine de mağfiret buyursun!” (Buhari, Menakıb 6; Müslim, Fezailu’s-Sahabe 183, (2515, 2516)) Hufaf İbnu Îmâ el-Gıfari anlatıyor: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) rükûa gitti, sonra başını kaldırdı ve; “Gıfar kabilesini Allah mağfiret etsin. Eslem kabilesine Allah selâmet versin. Useyye Allah’a ve Resulü’ne isyan etmiştir.” deyip secdeye gitti. (Müslim, Mescid 308, (679))
Buradaki kabile isimlerine dikkat ettiğimizde, isimlerin mânâlarının bahsi geçen kabilelerde tezahürünü âlemlere rahmet bir peygamber feraseti ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmüş olduğunu anlarız. Zaten Sünnet-i Seniyyeyi dikkatlice inceleyen bir kişi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimlerin anlamlarına ehemmiyet verdiğini, kişilerin isimlerindeki manalarla o kişiler arasında bir irtibat kurduğunu rahatlıkla anlayacaktır.
Ashabın Güzel Anlamlı İsim Verme Konusundaki Hassasiyetleri
Mesruk anlatıyor: “Hz. Ömer’le karşılaştım. Bana: “Sen kimsin” diye sordu. “Mesruk İbnu’l-Ecda” dedim. Dedi ki: “Ben Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘ecda’ şeytandır” dediğini işittim.” (Ebu Davud, Edeb 70, (4957))
Yahya b. Said’in anlattığına göre Hz. Ömer bir adama: “İsmin nedir” diye sordu. Adam: “Cemre (Kor)” dedi. “Kimin oğlusun” diye tekrar sordu. Adam: “İbnu Şihab (Alevoğlu), deyince; “Kimlerdensiniz” dedi. Adam: “Humkâlardan (Ahmaklardan)”
“Eviniz nerede” diye sordu. “Hirretu’n-Nâr’da (Hararetli ateş)” cevabını alınca; “Hangisinde” dedi. “Zatı Lezâ’da (Şiddetli alev)” cevabını alınca; Hz. Ömer (ra): “Ailene yetiş, yanıyorlar” dedi. Gerçekten durum aynen Hz. Ömer’in dediği gibiydi.” (Muvatta, İsti’zan 25 (2,973))
Peygamber İsimleri Künye Olarak Kullanılabilir mi?
Rivayetlerden anlayabildiğimiz kadarı ile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ashab’ına peygamber isimleri ile isimlendirilebileceğini belirtmiştir. Ebu Vehb el-Cüşemi’nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Peygamberlerin isimleriyle isimlenin.” (Ebu Davud, Edeb 69, (4950)) Ayrıca bazı Sahabilerin peygamber isimlerini künye olarak kullanmalarına izin vermiştir. Ancak daha sonraları özellikle de Hz. Ömer (r.a.) bu konuda hassas davranmış, peygamber isimleri vermenin doğru olmayacağı içtihadında bulunmuştur. Hattâ Hz. Ömer’in (r.a.) azatlı kölesi Eslem’in anlattığına göre, Hz. Ömer (r.a.) bir oğlunu “Ebu İsa” künyesini kullandığı için azarlamıştır.
Yine Ebu İsa künyesini kullanan Muğire İbnu Şu’be’ye (r.a.), Hz. Ömer (r.a.): “Ebu Abdillah künyesini kullanman sana yetmez mi?” diye sormuş; Muğire de: “Bana Ebu İsa künyesini takan Hz. Peygamber’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem)” cevabını verince, Hz. Ömer: “Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçmiş gelecek bütün günahları affedilmiştir. Bizim hakkımızda ne hüküm verileceği belli değil” demiş ve evla olanı işaret etmiştir. (Ebu Davud, Edeb 72, (4963)) Nitekim Muğire de onun bu isteğine icabet ederek ölünceye kadar “Ebu Abdullah” künyesi ile çağrılmıştır.
İsim Verme Hakkındaki Öncelik
İslâm’da isim verme hakkı babaya ait kabul edilmiştir. Şayet baba ölmüş veya hukukî tasarruflarda bulunması yasaklanmışsa, bu hakkı anne kullanır. Doğumundan önce babasını kaybetmiş olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismi annesi Âmine tarafından Muhammed olarak seçilmiş ve bu isim dedesi Abdülmuttalip tarafından konulmuştur. Ebu’d-Derda’nın rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız, öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” (Ebu Davud, Edeb 69, (4948))
Makbul İsimler
Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız rivayetlerden, ancak güzel mânâlara delâlet eden isimlerin makbul olduğunu anlıyoruz. Anlam itibarı ile çirkin, kötü ve şirk kokan isimlerin de insanlar üzerinde olumsuz tesirler meydana getirmeleri sebebi ile mekruh veya harama yakın mekruh oldukları anlaşılmaktadır.
İbnu Ömer’in rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Allah’ın en ziyade sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman’dır.” (Müslim, Âdâb, 2, (2132); Ebu Davud, Edeb 69, (4949); Tirmizi, Edeb 64, (2835))
Abdullah ve Abdurrahman gibi isimlerin Allah’a en sevimli olmasının sebebini şu şekilde izah etmek mümkündür: Abdullah isminde ubudiyet ve tezellülü itiraf vardır. Abdurrahman’da ise her mahlûka şamil olan rahmeti itiraf vardır. Keza birinci isimde, bu isimle adlandırılan kimsenin Allah’a ibadet eden olması, ikincisinde ise İlâhî rahmetin, bu ismi taşıyanın üzerinde tezahür etmesi isteği, tefeülü veya beklentisi vardır.[11] Ancak Allah katında sevilen isimler acaba sadece bu iki isimden mi ibarettir? Yoksa bu isimlerin birer örnek olduğunu mu düşünmeliyiz? Aynî’nin ifadesi ile söyleyecek olursak “abd/kul” kelimesinin, Allah’ın (celle celâluhu) yüce, yüksek ve güzel isim ve sıfatlarına izafe edilerek oluşturulan her bir isim, Allah’ın sevdiği isimler dâhilinde olmalıdır.[12]
Meselâ, Abdülkerim; keremi bol, cömert olan Azîz ve Celîl Allah’ın kulu mânâsınadır. Abdüllatîf; latif, güzel, yumuşak, hoş, nazik olan bütün olayların ve eşyanın inceliklerini bilen Allah’ın kulu demektir. Abdülmâcid; kadr u şanı büyük, cömertlik ve keremi bol olan Allah’ın kulu; Abdülmâlik ise, sahip olan, her şeyin mülkiyetinin sahibi olan Allah’ın kulu anlamındadır. Abdülmecîd, şanı büyük ve yüksek olan, şan ve yücelik sahibi Allah’ın kulu; Abdülmelik de her şey üzerinde tasarruf ve hükmeden tek hükümdar Allah’ın kulu demektir. Böylece bu tür isimler aynı zamanda Allah’ın hatırlanmasına, tevhidin korunmasına, insanın kulluk boyutunun unutulmamasına ve daha bilemeyeceğimiz pek çok güzelliklerin oluşumuna vesile olmaktadırlar.
Mekruh İsimler
Ebu Vehb el-Cüşemi’nin anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ın çok sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman’dır. En sadık olanları da Haris ve Hemmam isimleridir. En çirkinleri de Harb ve Mürre isimleridir.” (Ebu Davud, Edeb 69, (4950))
Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Allah nezdinde en kötü en zelil isim, kendisine (ahna’) Melikü’l-emlak (mülklerin Maliki) ismini veren şahsın adıdır. Hâlbuki Allah’tan başka Mâlik yoktur.” Süfyan devamla: “Şehin Şah bunun örneğidir” demektedir. Ahmed İbnu Hanbel diyor ki: “Ebu Amr’a, ‘ahna’ ne demek diye sordum, “en düşük” diye cevap verdi.” (Buhari, Edeb 114; Müslim, Edeb 20, (2143); Ebu Davud, Edeb 70, (4961); Tirmizi, Edeb 65, (2839))
Birden Fazla İsim Taşımanın Caiz Oluşu
İsim vermekten maksat, kişiyi diğerlerinden temyiz edip tanımak olduğundan, tek ismin yeterli olduğu durumlarda tek isimle yetinmek en uygunudur. Ancak birden fazla isim kullanmak da caizdir. Nitekim insanlara hem isim hem künye hem de lakap verilebilmektedir. Ayrıca Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) birden fazla ismi bulunmaktadır. Cübeyr İbnu Mut’im’in rivayetine göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed’im (çok övülmüş), ben Ahmed’im (çok hamd eden, sevilmiş), ben Allah’ın benimle küfrü mahvedeceği el-Mâhî’yim (mahvedici). Ben Hâşir’im (toplayıcı), insanlar benim arkamda haşredilecektir. Ben Âkıb’ım (en son gelen), benden sonra peygamber gelmeyecektir.” (Buhari, Menakıb 17, Tefsir, Saff 1; Müslim, Fezail 125, (2354); Muvatta, Esmau’n-Nebi 1, (2, 1004); Tirmizi, Edeb 67, (2842))
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) İsim ve Künyesinin Alınmaması
Enes (ra) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Baki’de idi. Kulağına bir ses geldi: “Ey Ebu’l-Kasım!” diyordu. Başını sese doğru çevirdi. Seslenen adam: “Ey Allah’ın Resulü seni kastetmedim, ben falancayı çağırdım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): “İsmimi isim olarak koyun, fakat künyemi kendinize künye yapmayın!” buyurdu. (Buhari, Menakıb 20, Edeb 106; Müslim, Âdâb 1 (2131); Tirmizi, Edeb 68, (2844))
Cabir’in (ra) anlattığına göre birinin bir oğlu oldu. İsmini Kasım koydu. Kendisine: “Sana Ebu’l-Kasım künyesini vermeyiz. Bu künye ile seni şereflendirip memnun etmeyiz” dedik. Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek durumu arz etti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunun üzerine: “Oğlunun adı Abdurrahmandır” dedi. Bir rivayette şu ziyade var: “İsmimi isim olarak koyun, fakat künyemi künye yapmayın. Zira ben Kasım (taksim edici) kılındım. Aranızda taksim ederim.” Ebu Davud’un bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur: “Kim benim ismimi almışsa, künyem ile künyelenmesin. Kim de künyem ile künyelenmişse, ismimle isimlenmesin.” (Buhari, Edeb 105, 106, 109, Menakıb 20; Müslim, Âdâb 2, (2133); Ebu Davud, Edeb 74 (4965); Tirmizi, Edeb 68, (2845))
Hz. Aişe’nin (r. anha) anlattığına göre bir kadın gelerek: “Ey Allah’ın Resulü, ben bir oğlan dünyaya getirdim. ‘Muhammed’ diye isim, ‘Ebu’l-Kasım’ diye de künye verdim. Bana, sizin bu durumdan hoşlanmadığınız söylendi, doğru mu?” diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “İsmimi helâl, künyemi haram kılan şey de ne?” veya “Künyemi haram kılıp ismimi helal kılan şey de ne?” diyerek reddetti. (Ebu Davud, Edeb 76, (4968))
Alimlerimiz bu nehyin Peygamber Efendimiz’in hayatı ile kayıtlı olduğunu söylemişlerdir. Zira Ebu Davud ve Tirmizi’nin (Ebu Davud, Edep 68; Tirmizi Edep 68) Sünenlerinde ve Beyhaki’nin Sünen-i Kübrâ’sında (9/309) yer alan bir hadiste Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’e: “Ya Resûlallah, senden sonra bir çocuğum olursa ona senin adını ve künyeni vereceğim.” dedi. Efendimiz de ona “Evet” buyurdular. Ayrıca sahabeden Ebu’l-Kasım künyesinde olanlar olduğu gibi bu künye ile meşhur âlimler de vardır.
Sonuç
Çocuklarımıza, Efendimiz’in gösterdiği hassasiyetler doğrultusunda isimler koymanın, hem ebeveyn açısından hem de dünyaya gelen göz aydınlığı çocuklarımızın daha huzurlu, mutlu ve karakter algısı yüksek fertler olması açısından ehemmiyetli bir faktör olduğu görülmektedir. Bu hassasiyete ümmet-i Muhammed’in de azamî hassasiyet göstermesinin Allah’ın (celle celâluhu) rızasına bir vesile olacağı ümit edilir.
Çocuklara verilen isimler, karakter ve şahsiyetin en temel öğesidir. Çocuğun yetişme döneminde kendisini dış dünyaya nasıl bir isimle tanıtacağı çok önemlidir. Bu açıdan ebeveynler önemli bir sorumluluk altındadırlar. Çocukları makbul isimlerle isimlendirmenin ne denli önemli olduğunu anlamak için, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) buraya kadar aktarmaya çalıştığımız uygulamalarını nazar-ı dikkate almak yeterli olacaktır.
Özel Günlerindeki Bir Kadın, Çocuğuna Süt Emzirebilir mi?
Lohusalık ve hayız, kadının fıtratına Allah tarafından konulmuş bir özelliktir. Kadının bundan kendi iradesiyle kurtulması mümkün değildir. Bu, tabiî süreç içinde belli bir yaşa kadar devam eden ve zamanı geldiğinde de kesilen bir hastalıktır. Bu dönem içinde kadın, sürekli abdestsizlik halindedir.
Lohusalık döneminde en fazla 40, hayızda da en çok 10 gün devam eden bu zaman diliminde, çocuğunu emzirmek zorunda olan kadına, her seferinde ‘abdest al’ demek dinin ruhunda olan ‘yüsr’ yani kolaylığa muhaliftir. Kaldı ki bu abdest ile kadın şer’an temiz de olmayacaktır.
Din, her ferdin, mükellefiyetlerini rahatlıkla yerine getirebilecek şekilde düzenlenmiş kurallarla doludur. Onu yaşanmaz hale getirmeye ve zorlaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Onun için bu devrelerde kadın, memesinin ucunu ve elini temizlemek suretiyle çocuğunu emzirebilir. Hastalığı bittikten sonra, yani şer’an temizlik halinde bulunduğu zamanlarda ise, çocuğunu abdestsiz emzirmemesi tavsiye edilir. Bu hassasiyet ihtimal çocuğun yümün ve bereket içinde büyümesine, Allah’ın razı olacağı bir kul olmasına sebebiyet verebilir.
Bazı anneler çocuklarına loğusa ve hayızlı olduğu zamanlarda bile abdestsiz süt emzirmediklerini ikrar etmekteler. İhtimal bu hassas kadınlar süt emzirme öncesi teyemmüm alıyorlardı. Bu açıdan, isteyen anneler hastalıklı dönemlerinde süt emzirme öncesi teyemmüm alabilirler. Fakat bu dinî bir emir değildir.. değildir ama bu faydadan hâli olmayan, yümün ve berekete vesile olabilecek hassas ve ince bir uygulamadır.

