Bir Roman Nasıl Okunur?

Edebiyat

Calvino bir romanın sıralı anlatımla yani giriş, gelişme ve sonuç gibi bir tarza sahip olmadan da yazılabileceğini söylüyor. Sartre yazarın o güne değin yazılmadık hangi hikâyeyi, hangi üslupla ele alıp anlatacağını sorguluyor. Eco okurun okuduğu metni zaten anlamaya hazır bir bilinçle metne yaklaştığını anlatıyor. Márquez ise roman sanatında iplerin yazarın değil okurun elinde olduğunu belirtiyor.

Bir romanı nasıl okumak gerekir? Ve bir romanı okuyunca ne anlamalıyız? Edebiyata ilişkin, üzerinde en az düşünülen konudan söz ederken temkinli olmak bir işe yaramaz. Çünkü bir romanı okumak ve onu algılamak eylemleri her ne kadar birbiriyle ilintili görünse de aslında çok farklı iki disiplinden oluşuyor: Yola çıkmadan evvel, bir romanı neden okumaya karar verdiğini anlamak ilk düğmeyi doğru iliklemekle eş değer bir öneme sahip. Sahi bir kişi bir romanı okumaya neden karar verir? Öğrenci olduğu ve ödev verildiği için mi? Yoksa kendine ayırdığı vakti kurgusal bir edebiyat metni ile değerlendirmek istediği için mi? Sosyal medyada kahve ile yan yana çekilmiş bir fotoğrafını görüp, özendiği için mi? Ya da bir yazar olduğundan ötürü, türleri, tarzları ve metin iklimini anlamaya dönük çabası için mi? Veya hiçbir nedene bağlı olmaksızın, bir düşünsel eylemin sonucu değil de düşen bir bardağı havada yakalamaya eş değer bir refleks ile eli o an roman denilen nesneye gittiği için mi?

Neden istiyorsun?

Bir romanın neden okunmak istendiğine ilişkin soru, bir romanı nasıl okumak gerektiğine dair sorunun da ilk yanıtını veriyor. Ve ilk cevap, büyük romanların da özelliklerinden olan bir sihirli ilk cümle gibidir. Tolstoy’un Anna Karenina’sı “Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz ailenin mutsuzluğu ise kendine göredir,” cümlesiyle başlar. Sihirli ilk cümleler, okura romanın özetini sunan aynı zamanda da tüm romanın çekirdeğini oluşturan bir yapıya sahipler. Tolstoy’un bize mutlu ve mutsuz ailelerden söz etmesi de eşini aldatan ve sonu bir trajedi ile gelen Anna Karenina’nın hikâyesi hakkında ipucu veriyor. Demek ki, bir romanı neden okumaya başladığımıza ilişkin cevap da bir romanı nasıl okumamız gerektiğine ilişkin sorunun hammaddesini oluşturuyor.

Lafı dolaştırmak

Görünmez Kentler, Bir Kış Gecesi Eğe Bir Yolcu gibi romanların yazarı Italo Calvino, 1985-86 yıllarında Harvard’da her yıl dünyada ünlü bir yazarın çağrıldığı edebiyat konferansları için hazırlığını yapıp da ölmek gibi önemli bir işi çıktığı için gidemediğinde geriye Amerika Dersleri adlı metinleri kaldı. Burada benim yaptığım gibi konuya doğrudan girerek edebiyat konusunda ders vermeye kalkmayan Calvino hafiflik, hızlılık, kesinlik, görünürlük, çokluk, başlamak ve bitirmek adlı bölümlere ayırdığı notlarıyla kendi hayatının paralelinde okumaya nasıl başladığını anlatıyor. Fakat bu bölüme gelmek için kitabın yarısını geçmek gerekiyor. Romanlarında aradığı modern biçimlerle ve bunu başarma oranıyla tanınan Calvino, Harvard öğrencilerine daha ilk dakikadan “Edebiyat nedir?”, “Roman nasıl okunur?” gibi klişelerle başlamak yerine uzunca bir süre onları oyalıyor. İtalyan klasiklerinden, Shakespeare’den ama en çok da Laurence Sterne’den söz ediyor. Edeceği önemli söze gelmeden yani kendi yazı tarzını anlatmadan önce de Sterne’den bahsediyor ve onun metinlerinde lafı bir türlü ne anlatacağına getirmeyişi, sözü dolandırıp durması ve metni uzatmasını ele alıyor. Amerika Dersleri’nde sayfalar ilerledikçe Calvino, okumaya annesinin onun için biriktirdiği çizgi romanlarla başladığını fakat çizgi romanların fotoğraflarından imgeler yaratmayı, onları okumaya tercih ettiğini anlatıyor. Ve kendisinin yazı tarzının kısa metinlerin bir araya gelerek oluşturduğu biraz karmaşık anlatılar olduğunu dile getiriyor. Sonra da şu cümleleri kuruyor: “Değişik öğelerin bir araya gelerek yazınsal imgelemin görsel kısmını oluşturduğunu söyleyebiliriz: gerçek dünyayı doğrudan inceleme, gerçeklik imgelerini hayallere, düşlere dönüştürme, çeşitli düzeylerinde kültürün aktardığı görsel dünya. Bir de düşünceyi gerek görselleştirme gerek söze dönüştürme açısından belirleyici önemi olan bir süreç: duyumsal deneyimi yoğunlaştırma ve içselleştirme.” (Amerika Dersleri, Calvino, Çev. Kemal Atakay, YKY, 105)

Hatırlamanın önemi

Biz bir romanın nasıl okunacağına ilişkin soruya yanıt ararken, konu nasıl bir anda Calvino’ya geliverdi? Üstelik onun sözü döndürüp dolaştırmaya ilişkin tarzını ele aldık? Bir romanı okumaya karar vermenin çok farklı gerekçesi olabilir. Ya da hiçbir gerekçeye ait olmadan, tıpkı hayatımızla ilgisi çok önce kesilmiş, düşüncesi aklımızın kıyısından daha geçmeyen birinin rüyamızda aniden belirivermesi gibi bir sebebi de olmayabilir. Fakat bir romanı nasıl anlamamız gerektiğine ilişkin soru, daima o okura ait öznel bir yanıt içerir. Tıpkı Calvino’nun yazın deneyimlerini kendine özel bir şekilde Harvard öğrencilerine anlatması gibi. Bir romanı düşlerken, ona ilişkin imgeler yazarın zihninde oluşur. Ardından kendini yazmaya hazır hissedip de metnin başına oturduğuna, okura nasıl bir giriş yapacağını düşünür. Derken ortaya okurun senin imgelerini tam olarak anlayıp anlayamayacağı sorunu geliverir. Karakter yaratımları da cabası. Fakat yazar ne oluşturursa oluştursun, iletişim kuralı olan karşıdakinin algılamasının o yazılı iletişimi kıymetlendirmesi yani okurun metinden ne anladığıyla ilgili bir finale muhtaç olma hali, her zaman risk taşır. ABD’li yönetmen Woody Allen hızlı okuma kursuna gitmiş, ödev olarak da Suç ve Ceza’yı okumuş. Ona “Romandan ne anladın?” diye sorduklarında “Olay Rusya’da geçiyor,” yanıtını vermiş. Hemen buradan Gabriel García Márquez’e sözü verelim. Kolombiyalı usta şunu söylüyor: “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” (Anlatmak İçin Yaşamak, Marquez, Çev. Pınar Savaş, Can Yayınları) 

Márquez’in sözünden yola çıkınca Allen’in “Olay Rusya’da geçiyor,” demesine şaşmamak gerek. Allen Suç ve Ceza’yı gerçekten bir zaman kaybı, ödev ya da mecburiyet olarak görmese ya da gönüllü olarak okumak istese ve her satırını anlamaya çabalayarak okusa, yine de Raskolnikov’un gerçek yüzünü göremeyebilirdi. Evet, Raskolnikov adlı genç, para bulmak için tefeciyi mecbur kalarak öldüren bir zavallı katil olarak edebiyat tarihine geçse de gerçekte Dostoyevski, Raskolnikov’u kibir abidesi, umut düşmanı ve iyilik karşıtı olarak anlatır. Fakat romanı öyle bir kurgu ile örer ki karıncayı dahi incitmeyecek bir okur bile Raskolnikov’un yerinde olsa tefecinin ve hep unutulduğu üzere kız kardeşinin başına baltayı saplamaktan imtina etmez.

Neden yazıyorsun?

Burada yeni bir soru daha ortaya çıkıyor. Okur, Raskolnikov’u Dostoyevski’nin referansı ile zavallı bir kader mahkûmu olarak görüyorken, nasıl olacak da Raskolnikov’un aslında habis bir insan olduğunu anlayıverecek? Edebiyat metinleri her ne kadar sözcüklerin imgelemlerinden oluşsa da yazarların bu imgelemlere birinci, hatta ikinci alt metinler verme gibi pis bir huyları var. Bu durum da okura her an tetikte olmak, okuduğu metnin üslubuna ve olay örgüsüne, heyecanına kapılarak onu alt metinleri görememe tehlikesine karşı uyanık olmak hükümlülüğünü getiriyor. İyi de en basit metni okurken bile onu anlayabilmek için oldukça yoğun bir zihinsel eylem sürdürmek gerekirken, böylesi edebiyat metinlerinin tam anlamıyla hakkını verebilmek için onca çabaya ve zihinsel maratona ne gerek var? Sonuçta roman dediğiniz sanat türü, elektriğin ve sinema, radyo, TV gibi icatların çok öncesinde insanların vaktini kıymetli geçirmelerini sağlamak üzere var olmuş bir çabanın ürünü. Daha sonrası yazılan romanlar da tamamen, klasiklerle boy ölçüşebilmeyi göze alan yazarların çabasının ve para kazanma derdindeki yayıncıların eseri o kadar. İnanmıyor musunuz? Belki Jean-Paul Sartre’a kulak verirsiniz. Edebiyat Nedir adlı kitabında Sartre lafı hiç dolandırmadan şunları söylüyor: “Yazmayı düşünen bütün gençlere şu ilke sorusunu sormaz mıyız hep “Söylenecek bir şeyiniz var mı?” Bunun anlamı şudur: Başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı?” (Edebiyat Nedir, Sartre, Çev. Berat Onaran, Can Yayınları, 31)  

Bir romanı nasıl okuyacağımızı belirleyen en önemli etmen, onu anlayıp isteyip istememekle ilgili. Roman metnini anlayabilmek için okumak başka romanı seni götürdüğü yere gitmek için okumak başkadır. Popüler romanlar, ki onların Sartre’ın sorusuna verecek yanıtları olmaz, onlar ün ve para için yazılmış, zevkli vakit öldürmek için okunmuş metinlerdir. Fakat iş nitelikli edebiyata gelince, onu okumanın zaten başka bir yolu düşünülmediğinden ötürü, yazarın yazma çabasına denk hatta ondan da daha fazla efor gerektirecek bir uğraş ile romanı okuma mecburiyeti doğuyor. Çünkü nitelikli bir roman hiçbir zaman tek başına anlam ifade etmez. Mutlaka kendisinden önce yazılan metinlerle bağı bulunur, onlara atıf yapar ve kendisinden sonraki metinlerle de ilişki kurar. Böyle bir çabanın eseri olduğundan ötürü de okur, bir romanı okurken aklında birden fazla romanı geçirir ve o uğraş tıpkı Márquez’in anlattığı gibi olur: Bilinç devreye girer; okur neyi hatırlıyorsa, roman hakkında o kadarını biliyor demektir. Peki, bir roman nasıl hatırlanır?

1 Yazar romanını hazırlar,

2 Okur romanı ele alır,

Okumanın üzerinden geçen zamana bağlı olarak, okur bu metni zihninde yeniden oluşturur,

Sıralamadaki son madde, bu okuma eyleminin üzerinden ister bir dakika geçsin isterse on yıl hiç fark etmeden muhteşem bir biçimde tekrarlanır: Roman okuması, bir metnin zihinde yeniden yaratımından ibaret. Varsayalım ki gerçek bir olayın anlatısından ibaret olan kurgusal metin okur tarafından okunsun: Gerçeğin kurgusal anlatımı, ikinci bir zihinsel yaratım sürecinden yani bilinçten geçerek bir kez daha oluşur ve kendini hafızanın dolabına kilitler. Orada üçüncü kez yeniden oluştuktan sonra ortaya bir romanın nasıl hatırlandığına ilişkin durum ortaya çıkar.

Tek bir formül yok

Umberto Eco da Harvard’a giderek öğrencilere edebiyat dersleri verdi. Eco, bir roman yazarı olarak okurun kurmaca metinle olan ilişkisini şöyle tarif ediyor ve beni bu konuda uzun uzun yazmaktan, sizi de okumaktan kurtarıyor: “Bir anlatı metniyle karşı karşıya gelmenin temel kuralı, okurun sessiz bir biçimde yazarla, Coleridge’ın inançsızlığın askıya alınması’ adını verdiği bir kurmaca anlaşmasını kabul etmesidir. Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir, ancak bu, yazarın yazan söylediğinin düşünülmesini gerektirmez. Searle’ün belirtiği gibi yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Birkaç milyon okura ulaşan iki roman yazmış olmamın getirdiği deneyimle, olağanüstü bir olgunun farkına vardım. Yirmi-otuz bin satan bir kitap söz konusu olduğunda genellikle kurmaca anlaşmasını çok iyi bilen okuyucu ile karşı karşıyasınızdır.” (Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Eco, Çev. Kemal Atakay, Can Yayınları, 87-88) 

Eco, okurun zaten romanı anlamaya dönük bir çabasının kendiliğinden oluştuğunu söylüyor. Ama bu formülün nasıl oluştuğu konusuna değinmiyor. Umberto Eco’nun üzerinde durduğu şey gerçeğin yazarın zihninde kurguya dönüşmesi, bu kurgunun asla yazarın zihnindekine tam uyan bir şekilde kağıda dökülmemesi, kağıda dökülen kurgunun okur tarafından algılanması, bu algının asla yazarın zihni ve kağıttaki ile aynı olmaması, okurun zihninin roman daha okunurken metni eğip bükmesi ve değiştirmesi, romanı okuduktan uzun zaman sonra da okurun zihninde romana ilişkin tıpkı Woody Allen’inki gibi “Olay Rusya’da geçiyor” tadında bir bilginin kalması…

Heyecansız olmaz

Bir romanın nasıl okunacağının pek çok yanıtı var. Ama tek bir formülü yok. Olabildiğince dikkatli davranmak, her detaya ilgi göstermek ve alt metinleri anlama çabası için çabalayıp durmak, bir roman okumanın ötesine geçen eyleme dönüşür: Metni okurken heyecanlanmak, sayfaların çabuk bitmesini dilemek, olay örgüsü hakkında fikir yürütmek, betimlemeler eksikse kişiler ve mekanlar hakkında hayal kurmak, roman okurluğunun olmazsa olmazları arasında yer alıyor. O çabayı sergilerken herkesin farklı bir tarzı var. Kimi evinde okuma koltuğuna gömülerek okur, kimi benim de yıllarca yaptığım gibi İstanbul trafiğinde iş yeri servis minibüsünde zayıf bir ışığın altında okur, kimi kütüphaneye gider, kimi müzik dinleyerek metinle yoğunlaşır, kimi sesli kitapla devam eder… Yine de her okuma tarzının sonunda, metinden geriye kalan okur kişinin yarattığı kendi metnidir. Yani İnce Memed’i okuyan kişi, haksızlık gördüğü için dağlara çıkarak eşkıya/kahraman olan Mehmed’in hikâyesini Yaşar Kemal’in anlatımıyla hatmederken, kendi İnce Memed’ini yaratır. Burada önemli olan, metindeki karakter ile okurun yarattığı karakterin birbirine ne kadar denk ya da aykırı olduğudur. Bir başka deyişle: Roman yaratım süreci sonrasında okura sunulduğunda okur onu yeniden yaratarak başka bir forma sokar, bazı romanlar başka formlara sokulmaya çok uyumlu iken bazıları ise yazarın yoğun çabası nedeniyle sadece okuma eylemine uygundur. Yazar, okura hayal etmesi ve yeniden metin yaratması için hiçbir alan bırakmaz. Bu tür metinlerde bile yine de bir yeniden yaratım söz konusu. Çünkü bilinç denilen bilinmezlikte, herkes kendi hikâyesini yazar, bir roman okuyarak olsa bile. O sebeple de bir romanı okumanın en doğru yolu onu olabildiğince anlamayı isteyerek okumaktır. Fakat bunu yaparken duygulardan sıyrılmak, romanı bir laboratuvar ürünü gibi ele almak kişi daima yanıltır. 

Calvino bir romanın sıralı anlatımla yani giriş, gelişme ve sonuç gibi bir tarza sahip olmadan da yazılabileceğini söylüyor. Sartre yazarın o güne değin yazılmadık hangi hikâyeyi, hangi üslupla ele alıp anlatacağını sorguluyor. Eco okurun okuduğu metni zaten anlamaya hazır bir bilinçle metne yaklaştığını anlatıyor. Márquez ise roman sanatında iplerin yazarın değil okurun elinde olduğunu belirtiyor. Çünkü en nihayetinde neyi hatırlıyorsanız, o metinle ilgili düşünceniz de o oluyor. Peki, hafıza şampiyonları mı bir romanı en iyi okuyanlardır? Aslında bir romanı okumanın en doğru yolu, onu okurken ne kadar çabalarsan çabala mutlaka bazı noktaları atlayacağın, kimi bölümleri anlamayacağın ve sonunda o metni yeniden ve en önemlisi de eksikleriyle yaratanın sen yani okur olacağını bilmekle mümkün oluyor.

Bir Cevap Yazın

Previous post YENİ CORONAVİRUS (2019-NCOV) HAKKINDA
Next post Koronavirüs ile ilgili doğru bilinen 10 yanlış
Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 269 other subscribers

Discover more from Future

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading