ASRIN GETİRDİĞİ TEREDDÜTLER 1-2-3-4

Pırlanta Kitaplar Serisi

Bölüm Başlıkları

Dünyaya Gelen Peygamberlerin Sayısı Ne Kadardır? Hepsi Erkek midir?

Dünyanın her yerine peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin sayısını bilemiyoruz. Yalnız hadis kitaplarında, bir rivayette 124 bin,[1] diğer bir rivayette de 224 bin[2] peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Hadis usûlü açısından bu rivayetlerin hepsi tenkit edilebilir. Ancak, ister 124 bin, ister 224 bin olsun, sayı mühim değildir. Mühim olan husus şudur: Allah, hiçbir devri boş bırakmamış, hemen her devirde peygamber göndermiştir.

Peygamberler bir bölgeye ve belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişlerdir. Nass-ı kat’î ile: “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi zuhur etmiş olmasın.”[3] buyrulmaktadır. Kur’ân’ın bu kat’î nassı gösteriyor ki, yeryüzünde hemen her topluluk içinde peygamber zuhur etmiştir. Bunun böyle olması kat’îdir.

Başka bir âyette, Allah şöyle ferman etmiştir:

“Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz.”[4] Yani Allah’ın peygamber göndermedikten sonra, bir cemaati hesaba, sigaya çekmesi ve azap etmesi, O’nun rahmetinin şümulüne muvafık değildir. Zira O: “Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir.”[5] kat’î fermanıyla, hayrın, şerrin karşılıksız bırakılmayacağını ifade etmektedir. Oysaki, kendilerine peygamber gönderilmemiş kimseler, hayrı-şerri bilmediklerine göre, azap olacakları da söylenemez. Binaenaleyh Allah (celle celâluhu), hayrın-şerrin hesabını soracağına göre, demek ki, herkese peygamber gönderilmiştir. Herkese peygamber gönderen Allah, bu hükmü: “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi gönderilmiş olmasın.”[6] şeklinde ifade etmiştir.

Şu birbirine bağlı mantık silsilesi içindeki üç kanuna dikkati çektikten sonra, şimdi esas meseleyi arz etmeye çalışayım: Yeryüzünün hemen her tarafına Allah, muhtelif devirlerde, ayrı ayrı peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, bir kısım kimselerin zannettikleri gibi, sadece Arap Yarımadası’nda da zuhur etmemiştir. Hiçbir delile dayanmadan, bütün peygamberlerin Arap Yarımadası’nda zuhur ettiğini iddia etmek, Kur’ân’ın nasslarına aykırıdır. Aslında biz, ne Arap Yarımadası’nda zuhur eden peygamberlerin bütününü, ne de dünyanın başka yerlerinde zuhur eden peygamberleri bilmiyoruz. İster peygamberlerin sayısı 224 bin, ister 124 bin olsun, biz bunların içinde ancak, üçü şüpheli olmak kaydıyla, 28 tanesini bilebiliyoruz.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesiyle, Hazreti Âdem’den Efendimiz’e (aleyhimüssalâtü vesselâm) kadar ancak 28 tanesini bildiğimizi söyleyebiliriz. Bunların da, nerelerde zuhur ettiklerini göstermek mümkün değildir. Hazreti Âdem’in türbesinin Cidde’de olduğu kanaati kavidir. Ancak bunların hiçbiri de sıhhatli değildir. Hazreti Havva ile Hazreti Âdem’in Cidde’de buluştuklarına dair rivayetler de kuvvetli değildir. Binaenaleyh, biz, daha başta, Hazreti Âdem’in nerede peygamberlik yaptığını bilmiyoruz. Birazcık Hazreti İbrahim’i bildiğimizi söyleyebiliriz. Evet, Bâbil ve Anadolu dolaylarında dolaşmış, Suriye’ye gitmiştir. Lut Peygamberin de, Sodom, Gomore ve Lut Gölü çevresinde vazife yaptığını zannediyoruz. Medyen’de bulunan Hazreti Şuayb’ı, Mısır’da neş’et eden Hazreti Musa’yı tanıdığımızı söyleyebiliriz. Hz. Yahya ve Zekeriya’nın da Akdeniz memleketlerinde bulunduklarını kabul edebiliriz. Muhtemelen Anadolu’ya da geçmiş olabilirler… Meselâ, Efes’in Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’le alâkası, bu mevzuda fikir verebilir, ama, bunların hiçbiri müdellel ve kat’î değildir.

Bu yirmi sekiz nebinin dışındaki peygamberlerin pek çoğunun, nerede neş’et ettiğini ise hiç bilemiyoruz. Bundan anlaşılıyor ki, bizim bu mevzuda bir hükme varabilmemiz kat’iyen mümkün değildir. Hele bir de bu dinlerin aslı kaybolmuş, peygamberliğin izi, âsârı kalmamış ise… Bu itibarla, peygamber gelmiş midir, gelmemiş midir? Herhangi bir hükme varmamız tamamen imkânsızdır.

Meselâ Hıristiyanlık ele alınacak olursa, ilk Hıristiyanlık anlayışına ters olarak, tarihî süreç içerisinde meseleye ayrı bir veche verildi. Tevhid anlayışı bütün bütün terk edilerek, onun yerine “ekânim-i selâse” anlayışı yerleştirildi ve Hıristiyanlık bazı mensupları tarafından en büyük ihanete uğradı. Evet, onun, gökten inmiş kitabı, doğrudan doğruya Hazreti İsa’nın arkasından gelenler tarafından tahrif edildi.. ilâhî iken, beşerîleştirildi. Tevhidle gelmişken teslise alet edildi: Kimisi peygamberlerine “Allah’ın oğlu” dedi ve o mübareklerden mübarek zatın mübarek annesine de -hâşâ ve kellâ- ulûhiyet gerçeğinin bir parçası nazarıyla baktı. Kimisi de, Allah’ı cisimlerle birleştirdi, cisimlere hulûl ettirdi ve sapıklığın en ürperticilerini irtikâb etti. İşte bu şekilde bir mânâda vesenîleştirilmiş Hıristiyanlık akidesi ile Yunanlıların Zeus ve Afrodit anlayışı arasında esas itibarıyla hiçbir fark yoktur. Kitaplarını tahrif edenler de, tıpkı Yunanlılar gibi, büyüklerini ilâh kabul etti ve şirke girdiler.

İnsanlık tarihindeki bütün inhiraflar hep böyle başlamış, sonra da bu yanlışlıklar, bu tahrifler sürüp gitmiştir. Şayet Kur’ân-ı Kerim, Hazreti İsa’nın, Allah’ın peygamberi olduğunu, Hazreti Meryem’in de çok azize bir kadın bulunduğunu[7] söylemeseydi, kim bilir belki de, Hazreti Mesih’e de Hazreti Meryem’e de, Zeus ve Afrodit’e bakıldığı gibi bakılacaktı…

Demek ki, pek çok dinler var ki, insanlar tarafından tahrip edildiğinden bunların ilâhîlik yanı da tamamen silinip gitmiştir. Onun için bugün; şu ülkeye, şu mıntıkaya, şu topluluğa bir peygamber gitmiş midir, gitmemiş midir; kat’î hüküm vermek oldukça zordur. Kim bilir, (kat’î bir şey söylenemez ama) belki de, Konfüçyüs nübüvvetten hissedardı. Dinler tarihinin bu mevzudaki beyanı tatmin edici değildir. Hakkında yazılıp çizilenler de, derleme-toplama malumattan ibarettir. Ama biz, tarihte bir Konfüçyüs, bir Buda’nın var olduk larını ve bunların birer dinlerinin bulunduğunu ve bu dinlerin çok kalabalık cemaatler içinde hükümferma olduklarını.. şu andaki hüviyetleriyle, ilâhî, fıtrî, tabiî olmadıklarını, içlerinde yanlışlıkların, tahriflerin mevcut olduğunu biliyor, bundan dolayı da, sığıra tapma, kendini yakma, altı ay bir şey yemeden girip mağarada yatma gibi acayiplikleriyle bunları din olarak kabul edemiyoruz. Belki, bunlar da, birer hak kaynağa bağlı idiler; ama, daha sonra tahrif edilen diğer dinler gibi bunlar da değişikliğe uğradılar ve bir yönüyle din görünümlü beşerî bir sistem hâline geldiler.

Eğer Müslümanlar, dinlerinin kaynaklarını hassasiyetle korumamış olsalardı, aynı akıbet Müslümanlığın da başına getirilmek istenecekti. Aslında, dünden-bugüne böyle bir gayretin yok olduğu da söylenemez. Bir taraftan kasıtlı kimseler, diğer taraftan da gafil Müslümanlar, yakıştırma tevil leriyle aynı şeyleri yapmak istemektedirler. Meselâ bir kişinin içki içerken, zina irtikâp ederken yine de, kendini bütünüyle Müslümanlığı yaşıyor gibi görmesi, amelî sahada böyle bir tahribin ifadesidir. Hırsızlığı, kumarı, faizi de buna kıyas edebiliriz.

Konfüçyüs’e “peygamber” diyemeyiz, çünkü peygamber olmayana “peygamberdir” demek küfür olduğu gibi, peygamber olana da “değildir” demek yine küfürdür. Konfüçyüs ve ülkesi için düşündüğümüz aynı şeyler, Avrupa için de bahis mevzuudur. Ama kat’î bir şey söyleyemeyiz. Zira, bir şey bilemiyoruz.

Sokrates için söylentiler vardır, ama, Sokrates’in hayatı da bize tam intikal etmemiştir. Yahudiliğin tesirinde bir feylesof mudur, başka bir fikir adamı mıdır? Tam bir şey bilemiyoruz. Bazı düşünürler, onun Yahudilik tesirinde bir feylesof olduğuna hükmederler. Ancak tarihî vesikalar, Sokrates’in böyle olduğu mevzuunda, herhangi bir kanaat serdetmemektedirler. Eflâtun’un, kendisinden naklettiği şeylere bakılırsa, Sokrates diyor ki: “Benim gözüme bazı şeyler görünüyordu – Halüsi nasyon olabilir-. Bana insanlığın irşadı için bir şeyler telkin ediyorlardı. Çocukluğumdan beri, bütün insanlara, Allah fikrini telkin etmek, onları Allah’a tevcih etmek için vazifeli bir insan olacağımı biliyordum…” Binaenaleyh, Sokrates’in söylediklerinde şayet bir hakikat payı olsaydı fikre, felsefeye daha yakın ve daha uyumlu Avrupa topluluğu için zuhur etmiş bir peygamber olduğu söylenebilirdi. Dikkat buyurun “Sokrates peygamberdir.” demiyorum. Çünkü değilse küfre girerim. Ama bir ihtimal ile sadece “olabilir” diyoruz…

Hadisin beyanına göre 124 bin veya 224 bin peygamber gelmiş. Biz bunların nerede zuhur ettiğini bilemiyoruz; ancak dört tanesinin yerini bilebiliyoruz. Muhbir-i Sadık Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), her yerde bunların zuhur edebileceğini söylüyor. O’nun bu irşadına binaen size, dünyanın çeşitli yerlerinde, adını ve sayısını bilemediğimiz bu peygamberlerin zuhur ettiğine dair bir kısım emareler arz edeceğim:

Bunlardan birisini bugün Riyad Üniversitesi’nde matematik profesörü, Kerkük Türklerinden Adil Bey’den nakledeceğim. Hoca diyor ki: “Amerika’da doktoramı yaptığım sırada, yer yer Amerika yerlileri ve zencilerle görüştüğüm oluyordu. Bu kabileler arasında bazen öyle dinî prensiplerle karşı karşıya kaldım ki, bu prensipler aynen bizdeki ulûhiyet akidesine uyuyordu. Meselâ: “Allah’ın eşi ortağı yoktur. Çünkü iki ilâh olsa idare karışır…” diyorlardı ki, bu, hemen hemen “Eğer yerde, gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de gök de) bozulup gitmişti.”[8] âyetinin mânâsını ifade ediyordu. Eğer bu hakikati zencilere bir peygamber fısıldamasaydı, bunu kendi kendilerine bilmeleri mümkün değildi. Yine bu zenciler “Allah doğmaz, doğurmaz.” diyorlardı ki; bu da ancak aydınlanmış bir zihnin ifadesi olabilirdi. Çünkü doğmak, doğurmak beşere ait bir hassadır ve ihtiyaçtan ileri gelir. Allah böyle şeylerden müstağnidir. Eğer bir peygamber onların kulaklarına bu meseleyi üflemeseydi bunu nereden bileceklerdi? Binaenaleyh, hâlâ ateş dansları, yaşlıların kesilip yenmesi ve daha değişik telakkileriyle bu iptidaî cemaatlerde, böylesine derin, köklü ve ancak mütekâmil milletlerde rastlayabileceğimiz bir ulûhiyet akidesinin bulunması mümkün değildir. Olsa olsa bu onlara, dıştan bir nebi diliyle üflenmiş, telkin edilmiş bir hakikat olabilir.

Asrımızın fikir adamlarından, ateizmden dönmüş Pro fesör Mustafa Mahmud, daha evvel günümüzün modası olarak materyalizmin hayranı iken, Kur’ân-ı Kerim’i tetkik edip, İslâmiyet’i inceledikten sonra, 180 derece bir dönüşle küfürden uzaklaşmış ve füze hızı ile mescide ulaşmış birisidir. Mustafa Mahmud bir seyahatinden bahsederken diyor ki: Afrika’da, Neyam-Neyam ve Maw-Maw kabileleriyle karşılaştım. Neye inandıklarını sordum. Dediler ki; “Biz öyle bir Mâbud’a inanıyoruz ki, gökte durur, yerdekileri idare eder.” Allah gerçi gökte durmaz ama, öteden beri “O Rahmân, Arş’a istiva etmiştir (oturmuş).”[9] âyet-i kerimesiyle ifade edildiği gibi, ilâhî emir ve hükümler gökten gelir. Onun için nazarlar ve eller göklere doğru kaldırılır.. ve gördüm ki, İhlâs sûresinin mânâsını söylüyorlar: “Allah, her şey kendisine dayanan ve kendisi hiçbir şeye dayanmayan bir varlıktır. O bir ana ve babadan doğmamıştır. O’nun eşi benzeri yoktur…” Başka bir kabileye gittim. Hâlâ, yaşlı ve hastaları kesip-yiyor olmalarına rağmen, bu vahşiler, Allah’a tıpkı bizler gibi inanıyorlardı. Kur’ân’ın anlattığına yakın bir tevhid anlayışları vardı. Şayet bu hususlar onların kulaklarına bir nebi tarafından fısıldanmış olmasaydı, bunları bilmeleri düşünülemezdi. Evet bu gerçekleri onlara nebiler fısıldadı. Sonra da âbâ an-ced, bu asra kadar gelip ulaştı…

Evet, ister Kur’ân-ı Kerim, ister realite, isterse tarihî gerçekler, bizlere, sayısını tam bilmesek bile, dünyanın hemen her yanına pek çok peygamberin gelmiş olduğunu göstermektedir.

Bu arada kadından peygamberler gelip gelmeyeceğini arz etmekte de yarar var. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten, ulemâ, fukahâ ve cumhur-u muhaddisîn derler ki, kadından peygamber gelmemiştir. Şaz olarak rivayet edilen, Hazreti Meryem ve Hazreti Âsiye’nin peygamberliği meselesi ise, kuvvetli değildir. Neticede de şu hükme varırlar: Kadınlardan peygamber geldiğine dair kat’î bir hüküm yoktur. Esas itibarıyla kadından bir peygamberin gelip-gelmeyişi de bir eksiklik değildir. Cenâb-ı Hak bütün eşyayı yaratırken zâid (+) nâkıs (-) esası üzerine yaratıyor. Müsavi şeyler arasında birbirini itme vardır. Madde parça ve parçacıkları dahi eğer sırlı bir izolasyona tâbi tutulmasalardı, aynı yükleri taşıyanlar birbirlerini iterlerdi ve çekirdek de dağılıverirdi. Esasen patlama işi de bundan ileri gelmektedir. Bunlar öyle bir hesapla yapılmıştır ki, kimi zâid, kimi nâkıs bu zıtlar, en küçük âlem olan atomlardan tutun da, ta nebülözlere kadar hepsinde aynı kanun cereyan etmektedir. Atomların teşkil ettiği insan ise, mikro âlem ile makro âlem arasında muvazene kuracak yapıdadır ve normo âlemin efendisidir. Ve insanda da, aynı kanunlar hükümfermadır. Yani insanda da, artı ve eksi olacak ki, birbirini celp etsin. Birinin şefkati, zaafı; öbürünün gücü, kuvveti bunları bir araya getirsin ve böylece atomdaki, nebülözlerdeki vahdet gibi bunların aralarında bir aile vahdeti teşekkül etsin.

Kadını sun’î olarak erkekleştirmek, artık günümüzde, herkesin gülüp geçtiği ve zaman zaman da içini çekip üzüldüğü mevzulardan biri olmuştur. Zamanla kadın kadınlıktan çıkarılıp bütün bütün erkekleştirilince, bu sefer o kendini farklı şekillerde ifade etme arayışlarına girmiş, ailede âhenk kalmayınca da, ailenin huzuru kaçmış, derken çocuklar ana okullarına, kreşlere bırakılmış, anne baba da kendilerine yeni muhitler aramaya başlamışlardır.

Allah’ın kadın mevzuundaki bu umumî kanunu, bir kadının peygamber olup olmama meselesinde de üzerinde durulmaya değer önemli bir husustur.

Ayrıca kadın çocuk doğuruyor. Bu çocuğu erkek dahi doğursaydı her hâlde erkekten peygamber gelmemesi lâzımdı. Çünkü, nübüvvet vazifesini ayda 15 gün hayızdan dolayı yapamayacak, imamete geçemeyecek, orucunu tutamayacaktı. Tabiî bir de lohusalık durumu var… ve hele hamile olunca, işleri yürütmesi bütün bütün zorlaşacaktı. Zira çocuğu karnında veya kucağında taşırken, sevkülceyş yapacak; insanları idare edecek; strateji tespitinde bulunacak ve fizikî durumunun gereği, bütün boşluklara rağmen, en önde bulunması gerekli olan bir insan kadar çelik-çavak hareket edecek… Bütün bunlar, kadının peygamberliğini imkânsız kılan şeylerdir. Evet, bunların kadınlar tarafından, kadınlara has arızalarla birlikte yürütülmesinin imkânı yoktur. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu hususa dikkati çekmiş ve onları: “Yani dine ait meseleleri tam yerine getiremeyen ve o günkü sosyal hayat itibarıyla bazı şeyleri idrak edemeyenler.”[10] diye anlatmıştır. Evet, dediğimiz gibi, neredeyse, ayın yarısı arızalı… Keza, çocuğu olduğu dönemde de ibadetleri noksan ve bazı vazifeleri açısından eksik… sonra da peygamberlik..! Hâlbuki peygamber, muktedâ bih, rehber ve kusursuz bir önderdir. Çünkü, herkes onun vaziyetine bakıp durumunu ayarlayacaktır. Herkes kadınlığa ait keyfiyetleri de, peygamberin saadet hanesindeki kadınlardan öğrenecektir.

İrtikâb: Kötü bir fiilde bulunma, yanlış
Muktedâ bih: Kendisine tâbi olunan, uyulan
Serdetmek:
 İleri sürmek
Nass-ı kat’î:
 Kur’ân’ın kesin ifadesi, hükmü
Vesenîleştirmek:
 Putperest yapmak

[1] 124 bin nebi olduğuna dair bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/652; et- Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/95
[2] Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsiru Ruhu’l-Beyan, 2/323; 6/49; 8/215
[3] Fâtır sûresi, 35/24
[4] İsrâ sûresi, 17/15
[5] Zilzâl sûresi, 99/7-8
[6] Fâtır sûresi, 35/24
[7] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/171; Mâide sûresi, 5/75; Tevbe sûresi, 10/30-31
[8] Enbiyâ sûresi, 21/22
[9] Tâhâ sûresi, 20/5
[10] Buhârî, hayz 6, zekât 44, iman 21, küsûf 9, nikâh 88; Müslim, küsûf 17, iman 132; Nesâî, küsûf 17, Muvatta, küsûf 2


29 Ekim 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

"İslamiyet Akıl ve Mantığa Uygundur Diyorlar. Halbuki İslamiyet Nasslara Dayanmaktadır ve Dolayısıyla Teslimiyet Gerekmektedir" Sözü Nasıl Anlaşılmalıdır?

Evet, öyledir. İslâmiyet hem akıl ve mantığa uygundur hem de teslimiyeti gerektirir. Zira akıl ve mantıkla teslimiyet birbirine zıt mânâya gelen kelimeler değildir. Bir şey hem mantıklı olur hem de teslimiyeti gerektirir. Yani hiç kimse teslimiyet gerektiren bir husus karşısında, “Öyleyse bu mantıkî değildir.” gibi bir hüküm veremez ve mantık böyle bir hükmü kabul etmez. Şimdi de bu meseleyi yine akıl ve mantık çerçevesinde izaha çalışalım.

İslâmiyet evvelâ, inanılması gerekli olan hususları, kâinatı okuyan kitabıyla ele alıp aklî ve mantıkî olarak bizlere izah etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyeti bu şekilde ispat edildikten sonra, telâzum ifade eder mahiyette peygamberlik ele alınmış ve bunun zarureti üzerinde gayet muknî delillerle durulmuştur. “Böyle bir ulûhiyete, dellâllık yapacak peygamberler lâzımdır.” hükmünü netice veren bütün bu deliller gayet aklî ve mantıkî delillerdir.

Öldükten sonra insanlar tekrar dirilip ebedî bir hayata mazhar olmalılar ki, onlara verilen ebed hissi abes olmasın. Cenâb-ı Hak abesten münezzeh olduğuna göre insanlara böyle ebedî bir hayat bahşedecektir. Hem varlığı ilk defa kim yarattı ise, bu ikinci yaratılışı da yine O yapacaktır.[1]

Kur’ân kelâmullahtır. Bütün cin ve insanlar toplansa onun tek bir âyetine dahi nazîre getiremezler.[2] Madem o, Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdır, öyleyse Tevrat, İncil, Zebur ve diğer O’nun tasdikinden geçen bütün suhuflar da aslî hüviyetleriyle Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdırlar…

Teker teker her birini mevzu ile alâkalı yerlerde arîz ve amîk anlattığımız bu meseleleri burada tafsil edecek değiliz. Sadece bir fikir vermek için temas etmiş oldum. Şimdi, inanılması gereken akideye ait bütün meseleleri böyle aklî ve mantıkî delillerle ispat ettikten sonra, iş bir yere varır ki, insan orada deliller ayağıyla yürüyemez. Vicdanında duyduğu, gönlünde hissettiği hakikate ait mânâlar o denli kuvvetlidir ki, deliller orada çok sönük kalır. Bu bir seviye meselesidir ve gayet normaldir. Şu kadar var ki İmam Rabbânî gibi büyük zatlar “seyr minallah” tamamlandıktan sonra yine insanın delillere ihtiyaç duyacağını ifade etmişlerdir ki, bu o seviyede miracını tamamlayan insanlara mahsus bir keyfiyettir ve çoğumuz itibarıyla bizimle alâkası yoktur.

Cenâb-ı Hakk’ın her işi ve icraatı akla ve mantığa müstenittir. Nasıl olmasın ki, O, Alîm ve Hakîm’dir.. abes iş yapmaz.[3] Nitekim biz, fiziğin, kimyanın, astronomi ve astrofiziğin kanunlarıyla bir kısım sabit prensiplere ulaşıyor ve görüyoruz ki, şu icraat karşısında en mahir insanların yaptıkları dahi çok sönük kalmaktadır. Öyleyse Allah’ın (celle celâluhu) her işte bir hikmeti vardır. Bu hikmet ise aklî ve mantıkîdir; tamamen o çizgide cereyan eder.

İşte tekvînî âyetleri böylece âfâkî ve enfüsî delillerle bir araya getirmemiz bizi azamet ve kibriyasına uygun bir inançla Cenâb-ı Hakk’a inanmaya zorluyor. Bu iman da bizi O’na teslim olmaya sevk ediyor. İşin başında akıl, mantık sonunda da böyle bir teslimiyet söz konusudur. Mademki O’na teslim olduk ve oluyoruz, o zaman O’nun dediklerini yapmamız gerekiyor. Tabiî burada da karşımıza ibadete müteallik meseleler çıkıyor: Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ubûdiyetle ilgili bütün hususlar…

Bunların yerine getirilmesi bir bakıma teslimiyettir. Fakat bunlar arasında da yine akıl ve mantık ayağıyla yürümemiz, hikmet açısından bunları bir değerlendirmeye tâbi tutmamız da her zaman mümkündür.

Beş vakit namazın bu vakitlerde farz olup başka vakitlere kaydırılmamasının elbette birçok hikmeti vardır. Namaz hareketlerinin bu şekilde ayarlanmış olması hiç şüphesiz gelişigüzel değildir. Abdestte yıkadığımız uzuvların yıkanma emri elbette bir faydaya müstenittir. Cemaatle namaz kılmanın cemiyet hayatını tesiste de büyük rolü vardır. Zekâtın farziyeti fakir-zengin arasındaki dengeyi muhafaza açısından nice faydaları omuzlamıştır. Orucun insan sağlığına getirdiği faydalar sayılamayacak kadar çoktur. Aslında, İslâm’ın bütün emir ve yasaklarının baş döndürücü mucizeliği hikmet, akıl ve mantık zaviyesinden tetkik edilip incelenirse, bu inceleme bizi yine aynı noktaya getirir ki, o da teslimiyettir.

Bir misal olsun diye haccı ele alalım. Biz baştan haccın farziyetini kabul etmişiz, diyelim. Çünkü Cenâb-ı Hak “Ve lillâhi ale’n-nâsi hıccu’l-beyti…”[4] demekte ve kadın-erkek her gücü yeten Müslüman’a haccı farz kılmaktadır. Böyle bir bakış, işe teslimiyetten başlamadır. Biz teslimiyet adına buna “Lebbeyk!” diyor ve hacca koşuyoruz. Daha sonra da haccın âlem-i İslâm çapında bize vaad ettiklerini incelemeye koyuluyoruz. Bu, her seviyede insanın katıldığı İslâm âlemi çapında bir kongredir. Ve Müslümanların yekvücut hâline gelebilmelerine en kısa ve en garantili bir zemin durumundadır. Bir de içtimaî adalet cephesinden meseleye bakacak olursak zengin-fakir, âlim-avam herkesin aynı şart ve seviyede sadece kulluk yapma düşüncesiyle burada bir araya gelişleri, İslâm’ın nasıl âlemşümul bir din olduğu mevzuunda yakînimizi kuvvetlendirecek ve itminanımıza esas olacaktır.

İster başlangıcı akıl ve mantık ayağıyla yürüme şeklinde eda edip, neticede teslimiyet noktasında karar kılmış olalım, isterse başta teslimiyetle yola çıkıp akıl ve mantığı birer vasıta olarak kullanalım sonra da yine aynı noktaya gelmiş olalım, bunlar neticeye tesir eden faktörler değildir.

Binaenaleyh, İslâm bir yönüyle aklî ve mantıkîdir. Bir yönüyle de esası teslimiyettir. Yerinde aklîlik ve mantıkîlikten başlar teslimiyete ulaşır; yerinde teslimiyetten hareketle aklîliğe ve mantıkîliğe gider ve onlar da onu yine teslimiyete götürür. Zaten şu kâinatı bir kitap şeklinde karşımıza koyan Allah’ın (celle celâluhu) nizam ve sistemi de başka türlü olamaz…

Âfâkî ve enfüsî delil: İç ve dış âleme ait deliller.
Âlemşümul: Evrensel.
Arîz ve amîk: Enine boyuna, etraflıca, genişliğine, derinliğine.
İtminan: Tam tamına emin olma, tatmin olma.
Muknî: İkna edici, doyurucu.
Telâzum: Birbirini gerektirme.
Tekvînî âyetler: Yaratılış delilleri, kâinat kitabının âyetleri.
Yakîn: Kuvvetli, tam iman, kesin bilgi.

[1] Haşir ve kıyamet için bkz.: Rûm sûresi, 30/50; Yâsîn sûresi, 36/78-79; Hac sûresi, 22/1-2; Nisâ sûresi, 4/87; İnfitâr sûresi, 82/13-14; Zilzâl sûresi, 99/1-8; Kâria sûresi, 101/1-11; Nahl sûresi, 16/77.
[2] Kur’ân’ın benzerinin getirilemeyeceğini beyan eden tahaddi (meydan okuma) âyetleri ile ilgili bkz.: Bakara sûresi, 2/23-24; Mü’minûn sûresi, 10/38; Hûd sûresi 11/13-14; İsrâ sûresi, 17/88; Tûr sûresi, 52/33-34.
[3] Cenâb- Hakk’ın Azîz ve Hakîm olduğuna dair bkz.: Bakara sûresi, 2/32; Nisâ sûresi, 4/26; En’âm sûresi, 6/73, 83; Yusuf sûresi, 12/100; İnsan sûresi, 76/30.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/97.


29 Ekim 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Beş Vakit Namaz Farzdır. Kutuplarda İse, Bazen Altı Ay Gece, Altı Ay da Gündüz Olur. Burada Nasıl Namaz Kılınacak?

Bu soruyu soranların samimî olup olmadığını bilmiyoruz. Zira şimdiye kadar bu soru hep İslâmiyet’in âlem şümul bir din olduğunu inkâr eden mülhitler tarafından soruldu. Ve demek istendi ki: Siz İslâmiyet’i âlemşümul kabul ediyorsunuz ama, altı ay gece ve altı ay gündüz olan bazı yerlerde namazıyla, orucuyla bunu yaşamak acaba mümkün olacak mıdır?

Hemen arz edeyim ki, dünyada hiçbir sistem hatta, bu sistem sadece iktisadî bir sistem dahi olsa, kat’iyen, İslâm’ın ulaştığı âlemşümul hüviyete ulaşamaz. İşte günümüzdeki binarıza sistemler ki, insan bunlara sistem demeye sıkılır. Hatta bunların içinde, daha sistemin nazariyecisi hayatta iken, birkaç defa revizyona tâbi tutulanları da var… Meselâ, Marks’ın iktisadî sistemi, Engels’le beraber birkaç defa gözden geçirilip düzeltilmiş olmasına rağmen, birbirini takip eden enternasyonellerde, yer yer yine tadilâta girilmiş, rötuşlar yapılmış ve her defasında ayrı bir kılığa sokulmuştur.

Bu husus, günümüzdeki her iktisadî sistemde böyle olduğu gibi, bütün zamanlarda ve çeşit çeşit sistemlerde de, sık sık göze çarpan tabiî kusur ve beşerîliğe ait bir arızadır.

Şunu da hemen ilâve edeyim ki, ben böyle mukayese ile işi örtbas edip hafife almak niyetinde değilim. Ne var ki, bazılarının meslek ve meşrebi diyalektik olduğundan bizim için de muvakkat bir tenezzül ve çocuk edasına girmeye sebep oluyor…

Sâniyen, acaba dünya nüfusunun kaçta kaçı bu türlü yerlerde yaşıyor ki, onların biraz da hususiyet arz eden durumlarıyla, öyle âlemşümul bir din tenkide tâbi tutuluyor. Evet, o buzullar ve karanlıklar diyarında yaşayanlar, insanlığın kaçta kaçıdır? Belki de milyonda biri bile değil. Öyle ise, küre-i arzın her tarafını ve bütün beşeri bir tarafa bırakarak, üç-beş gayri medeni ve zavallı kimselerin durumlarını mevzu kanunlara menat gibi gösterip tereddüt imal etmeye çalışmak, nasıl samimiyetle ve ilmîlikle telif edilecek ki!..

Sâlisen, acaba kutuplar da Müslüman var mıdır ki, Müslümanların namaz meselesi dert ediliyor da, kutuplarda yaşayan insanların namaz kılacakları soruluyor. Eğer bir gün insanlık kutuplarda yerleştikten sonra, bazı kimseler ibadet ü taatı sormaya gelirlerse o zaman böyle bir soru irad etmenin de mânâsı olur. Yoksa şimdilik öyle bir soruyu sırf masum gönüllere şüphe atmak için uydurulmuş kabul edeceğiz. Materyalistlerle konuşurken, gönül istemediği hâlde dil, diyalektik yapıyor, affola!

Şimdi de İslâm’ın bu hususta bir şey deyip demediğini kısaca arz edelim. Şurası muhakkak ki, hiçbir noktada açıklık bırakmayan İslâm bu mevzuu da ihmal etmemiştir. Evet bu husus bir hâdise münasebetiyle, ta ilk asırda vuzuha kavuşturulmuştur. İmam Müslim’in Sahih’i ile, Ahmed b. Han bel’in Müsned’inde, Efendimiz’le ashabı arasında şöyle bir müzakerenin cereyan ettiğini görüyoruz. Peygamberimiz: “Dinden dönüldüğü zaman, Deccal çıkar.” başka bir riva yette: “O, şarktan zuhur eder ve kırk günde, yeri bir baştan bir başa dolaşır. Onun bir günü sizin bir seneniz… Ve bir günü de vardır ki, bir ayınız; diğer bir günü bir haftanız; sair günleri ise sizin günleriniz gibidir.” buyurur. Sahabi sorar: “Miktarı bir sene olan o günde, bir günlük namaz yeter mi?” O cevap verir: “Hayır, takdir ve hesap edersiniz.”[1] Yani, bütün bir gece ve gündüz olan ayları ve haftaları yirmi dört saatlik günlere böler, ibadetinizi ona göre yaparsınız.

Mesele fukahânın eline geçince, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde, Şafiî’nin “el-Ümm” kitabından, mezhebindeki “Minhac”a kadar ve Hanefîler in ka dim kitaplarından “Tahtâvî” hâşiyesine kadar, üzerinde du rulmuş ve işlene işlene herkesin bileceği bir mesele hâline getirilmiştir. Bu mevzu, vakitlerin namaza sebep olması bahsinde ele alınır ve izah edilir. Biz bu mevzuda sadece meselemizle alâkalı kısma temas edeceğiz.

Vakitler, namazların sebepleridir. Vakit bulamayınca, namaz da farz olmaz. Meselâ, bir yerde yatsının vakti tahak kuk etmiyorsa, yatsı namazı da farz olmaz. Ama bu, günün bir vaktinin bulunmadığı yerler içindir; yoksa Deccal hadisin de anlatıldığı gibi, senenin büyük bir kısmı gece veya gündüz olduğu yerlerde, o uzun gün veya geceyi, günlerimiz ve gece lerimiz ölçüsüne göre bölüp, hesap ve takdir etmekle vazifele rimizi yerine getiririz. Yani o mıntıkaya en yakın yerin imsa kiye sini kullanarak, mevcut gece ve gündüzü, belli bölümlere ayırıp, geceleri, gecede yapılan ibadeti, gündüzleri de, gün düz yapılan ibadeti eda ederiz. Tıpkı yeme, içme, yat ma ve kalkmada, tabiî ve fıtrî olarak bu parçalama işini yaptığımız gibi…

Evet aylarca güneşin batmadığı ve doğmadığı yerlerde, fıtrat kanunlarına karşı nasıl iki büklüm isek, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerde de, yaşadığımız hayata hemâhenk olarak, aynı âhengi muhafaza etme mecburiyetindeyiz.

Hâsılı, diyebiliriz ki, İslâm, bu hususu da kat’iyen ihmal etmemiş, kutuplara en yakın yerlerden, beş vaktin tahakkuk ettiği bir daireye ait evkat cetveli nin kullanılması prensibini getirmiştir.

Burada diğer bir meselenin de ele alınması uygun olacaktır. O da vaktin bulunmadığı yerde namazın da tahakkuk etmeyeceği hususudur. Evet, gerçi vakitler namazlara sebep gösterilmiş ise de, namazın hakikî sebebi Allah’ın emridir. Binaenaleyh, vaktin tahakkuk etmediği yerlerde dahi başka bir vakit içinde o namazın kaza edilmesi ihtiyata muvafıktır.

İşin doğrusunu O bilir.

Âlemşümul: Evrensel
Îrâd etmek: Ortaya getirmek, söylemek
Menat: Sebep, bir hükme mesnet teşkil eden illet
Vuzuha kavuşturmak: Açığa çıkarmak

[1] Müslim, fiten 110; Tirmizi, fiten 59; Ebû Dâvud, melâhim 14; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/181

5 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Ehl-i Tasavvufun Kıdem Anlayışı İslâm Akidesiyle Telif Edilebilir mi?

Ehl-i tasavvuf, âlemin kıdemine kâil değildir. Hele bütünü hakkında böyle düşünmek tamamıyla hatalıdır. Mutasavvıflar içinde, âlemin kıdemine değil de, “vahdet-i vücud” hatta biraz daha ileri götürerek “vahdet-i mevcud” faraziyelerine saplananlar olmuştur; ama bu, âlemin kıdemine kâil olma demek değildir. Zâhiren, âlemin kıdemine kâil oluyor gibi görünseler de, aslında öyle olmadığı muhakkaktır.

İlk önce mutasavvifîni ve sofîliği anlamak lâzım. Mutasavvıfîn, büyük ölçüde, tasavvufun nazariyatçılarıdırlar. Bu sahanın gerçek erleri olan sofiyyûn ise daha çok hâl üzerinde dururlar.. ve mesleklerini dayandırdıkları bir kısım noktalar da yok değildir. Sevr Mağarası’nda Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Bekir’in mânen bir şeyler aldığı veya Hz. Ali ile baş başa kaldığı zaman, Hz. Ali’nin O’ndan bir şeyler aldığı kanaati bu meslek erbabı arasında çok yaygındır. Vâkıa, Kitap, Sünnet, İcmâ esaslarına göre hareket eden bir insanın, bu kanaatte olması zor görünse de, yolun sâliklerince bu mevzudaki inanç tamdır. “Men lem yezuk lem ya’rif – Tatmayan bilmez…”

Günümüzde olduğu gibi, o devirde de bu mesele hakkında şüphe ve kuşkuda bulunanlar vardı. Hatta, Hz. Ali’ye soranlar da oldu: “Yâ Ali, senin yanında, Resûl-i Ekrem’den sana intikal eden gizli bir şey var mıdır?” O, kılıcının kabzasında, diyete, âkile ve zimmîler hukukuna ait üç husustan başka bir şey olmadığını söyledi.[1] Bunun dışında Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî mahiyette bir şeyler aldığına dair herhangi bir nakil bilmiyoruz.

Sevr Mağarası’nda Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen sırlı muhaverelere gelince, o hususu da ispat etmek oldukça zor. Evet, Kur’ân ve hadisin dışında böyle gaybî bir şey varsa, yani kitaba yazılmayan, ama sahabe ve tâbiînin, Sevr Mağarası’ndaki muhavereye dair anlattıkları şeyler içinde, Resûl-i Ekrem’in gizliden gizliye Hz. Ebû Bekir’e bir şey öğrettiğine dair herhangi bir hususa rastlamadığımızı da söyleyebiliriz. Bence, böyle yapılacağına, doğrudan doğruya, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde elçisi ve beşerin en büyük mümessili olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesayası altında bulunulduğu anlatılmalı ve tekellüflere girilmemelidir. Kanaatimce bu daha samimî, daha inandırıcı olur.

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok vazifeleri vardı. Müslümanların, İslâmiyet’in bütün icaplarını rahatlıkla yerine getirme imkânlarına kavuşturulmaları; keza, Müslümanların, yeryüzünde mahkûm değil, hâkim olarak yaşayabilmeleri için, maddî-mânevî bir kısım dinamiklere sahip olmaları gibi pek çok şeylerle donatılmaları icap ediyordu. Bu noktada, gönül hayatının, her şey üzerinde hâkimiyet tesis etmesi çok önemliydi. Binaenaleyh, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), farzlardan âdâba kadar, din adına ne varsa hepsini yaşıyor, yaşanmasını teşvik ediyor ve her şeyde Allah’ın isteklerini ve hoşnutluğunu arıyordu. Meselâ O’nun hayatında, her sabah 100 defa “Lâ ilâhe illallah vahdehu lâ şerîke leh” vardı. Diğer dua ve münacatlar da öyle… Biz sabah-akşam namazlarında sadece, O’nun okuduklarının onda birini okuyabiliyoruz. Keşke hepimiz okuyabilseydik! Demek, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeylerden ancak çok az bir şey yapabiliyoruz. İnşâallah, yaptıklarımızla, vazifemizi yapmış sayılırız. Gerçek sofîlik ve vilâyet ise, ihlâsla O’nun yaptıklarını yapmaktan geçer. Vâkıa, kulluk vazifemizi zirvede eda etsek dahi, Hakk’a karşı şükür, Efendimiz’e karşı da minnet borcumuzu yerine getirmiş olamayız.

Bir gün ashabdan biri gelir der ki: “Yâ Resûlallah, ben günün dörtte birini salât ü selâmla geçiriyorum.” “Güzel, daha fazla yapsan daha iyi olur.” Adam yükseltir. Efendimiz “Daha fazla yapsan daha iyi olur.” demeye devam eder…[2] İşte, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu cevabı, ibadet ü taati, altından kalkamayacak hâle getirmedikten sonra, yapabildiğin kadar yap demektir. Evet, götüreceğin kadar al! Zira; “İnne’d-dine yüsr” yani, din ona ait mükellefiyetleri herkesin yerine getireceği kadar kolaydır.[3] Onu ağırlaştırıp yaşanmaz hâle getiren, altında kalır-ezilir. Sonra götüremeyecek hâle gelir ve mağlup olur.

Mükellef, farzları terk edemez; müekked sünnetlerin terkinde de itap var. Sair şeylerde, artırabildiği kadar artırabilir. Bir de bunu sonuna kadar da götürmeye azimli olursa, artık ona, Allah’a yaklaşma ve dost olma yolları açılmış demektir. İşte Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönüllerde inkişaf hâsıl eden, bu bâtın tarafına “Bâtın-ı Muhammedî” diyoruz. Bu yola giren kimse -inşâallah- hakikî mü’min, gerçek müttaki mânâsına uygun sofî ve tam mânâsıyla vilâyete namzet sayılır.

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mesleği, bir iki asır sonra perdelendi. Kur’ân okunuyordu, ama gırtlaklardan aşağıya inmiyordu. Hadis okuyorlardı; ama, muktezası gönüllerde mâkes bulmuyordu. Şunu bunu ilzam etmek için güzel laflar söylüyorlardı; ama, sözler gönüllerin derinliğinde heyecan uyarmıyordu. Bunun için mücedditler, yani dini aslına irca etmek ve yeniden Müslümanlarda eski aşk, eski heyecanı meydana getirmek isteyen kimseler zuhur etti. Meselâ Ebû Hanife, İmam Şafiî, Ahmed İbn Hanbel’i bunlardan sayabiliriz. (Ömer İbn Abdülaziz, ondan sonra Şafiî’dir, diyenler de var.) Aslında, bunlar, çeşitli sahaların mücedditleridirler. Bu büyük zatlar, kitlelerde heyecanın sönmüş ve ölmüş olduğunu görünce, buna bir çare aradılar. Sünnet’e dikkati çekmek için medreseler, tekyeler kurdular. Bu müesseselere fertleri davet ettiler. Bunlara, seviye, idrak ve anlayışlarına göre nasihat etmeye başladılar. Bunlar, samimî, hasbî kimselerdi… Eğri büğrü hâlleri ve yanları yoktu. Söyledikleri sözler, derhal cemaat arasında heyecan uyarıyordu. Onlar konuşurken âdeta mescit kandilleri dahi harekete geçiyordu. Bunlar, bulundukları yerlerde manyetik alanlar meydana getiren güçlü kimselerdi. İbrahim İbn Edhem, Fudayl İbn İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişr-i Hafî, Ahmed İbn Hanbel bu zahid zatlardandı. Böyle güçlü zevât, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evrâd ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı.

Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah’a teveccüh etti. Derken onların etrafında herkes müridler gibi toplanmaya durdu; arkasından da birer birer tasavvuf ekolleri meydana gelmeye başladı. İşte ondan sonradır ki, müteakip dönemlerde, Kâdirî, Rifâî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve bunlar, o dönem itibarıyla tarihsel olarak İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler.

Bunlar arasında Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet’ine uymayı esas alan ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen İmam Rabbânî gibi mürşitler, hep bu esası işlemiş ve: “Ancak Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen sahil-i selâmete çıkar.”[4] diye ısrarla Peygamber yolunu tavsiye etmişlerdir.

Sünnet mizanlarına göre hareket etmeyen insanın, dış âlemle alâkası kesildiği nispette, ölçüler alt üst olur. Evet, tasavvuf berzahında yaşamanın insanî buudları değiştirdiği, insanı âdeta başkalaştırdığı içindir ki, zaman zaman bir kısım dinî ve tabiî prensipler hafife alınır olmuş ve şer’-i şerifteki muvazene de bozulmuştur. Böyle bir muvazenesizlikle, evliliğin gereksizliğine inananlar, insanlardan kaçıp kendi iç dünyalarına kapananlar, “Bana kalbim yeter.” deyip sadece kalbî ve ruhî hayatla meşgul olanlar hiç de az değildir. Zaman gelmiş böyleleri, bütün bütün zâhirî duygulara sırtını dönerek beden ve cismaniyete ait her şeyi inkâr etmişlerdir.

İşte böyle bir istiğrak ve vecd içinde bulunanın gözünde, bütün dünya ve içindekiler silinir gider de, çevresinde sadece ve sadece Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîleri parıldamaya başlar. Artık O’nun tecellîlerinden başka her şey yok olur. O da: “Allah’tan başka mevcut yoktur.” demeye başlar. Vâkıa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat “Hakâiku’l-eşya sâbitetün – Allah var, Allah’ın yarattığı eşya da var.” diyerek, eşyanın varlığını kabul etmişlerdir; ama vecd insanına göre, bunda hiçbir beis yoktur. Zira, eşya O’nunla kâimdir. O var olduğu için eşya da vardır.

Ehl-i Sünnet’in bu mevzudaki değiştirilmez, sabit hükümlerine rağmen veli, vecd ve istiğrak hâlinde verdiği bu hükmü, bu durumdan ayıldıktan sonra “sahve” haline de tatbik eder. Meselâ, Muhyiddin İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiye ve Fûsusu’l-Hikem‘inde; Sühreverdî, Heyâkilu’n-Nur‘da ve daha başkaları pek çok kitapta, “Sen, ben her şey hayalât, sadece Allah var.” gibi sözleri ve benzerlerini tekrar eder dururlar. Ancak, bu büyük zatların bu mevzudaki düşünceleri vahdet-i mevcudcuların (monist) mütalâalarıyla karıştırılmamalıdır. Evet bunlar, “vahdet-i vücud” erbabıdır, “vahdet-i mevcud” değil. Vahdet-i mevcud bir bakıma, Epikür’le başlamış, Hegel’le geliştirilmiş, tarihî maddeciliğin elinde ayrı bir şekil almış “ruh-i küllî” esasına dayanan, istismara müsait bir nazariyedir. Vahdet-i vücud bir hâl ve istiğrak ifadesidir. Maddecilikle de hiçbir alâkası yoktur. Aksine, o, Allah adına, bütün kâinatın nefyi ve inkârıdır. Bundaki kusur, sadece sünnet mizanları ile ölçülüp biçilmeden, müşâhede ve duyuşa göre hüküm vermekten ileri gelmektedir. Bu kusuru niçin yaptılar diye aklınıza gelebilir. Evet, “Muhyiddin İbn Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklarını yazdı. Keşke kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman bunları tashih etseydi. Neden iltibasa müsait bu mülâhazaları olduğu gibi bıraktı?” diyebilirsiniz. Bence, evvelâ, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşni yerine daha dikkatli olmak icap eder.

Evet bunların, şeriatın ruhuna muhalif beyanları karşısında insanın “Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?” diyesi gelebilir. Ancak, onlar, asıl âlemi, vücud olarak, kendi sekir ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabul ediyor, bizim âlemimize döndükleri veya diğer tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıkları zaman, onu uykuya dönmek kabul ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki?

Onun için Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri gibi zatlar, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleriyle baş başa kaldıkları zaman, müncezip oluyor, o âlemi hakikî âlem olarak görüyor; bize göre rüya, onlara göre hakikat sayılan bu âlemde kalemi ellerine alıyor, o âlemde düşünüyor, o âlemin ölçü ve kıstasları içinde yazıyor; yazdıkları şeyleri biçimlendiriyor ve kat’iyen bu âleme ait hususiyetlerle telif etmeyi düşünmüyorlardı. Şayet onlar bu âlemi hakikî âlem olarak bilselerdi, herhâlde o âlemdeki hataları, bu âlemde tashih edeceklerdi. Etmediklerine göre, demek ki, bizim âlemimize hiçbir zaman hakikî âlem nazarı ile bakmadılar.

Mevzuu böylece icmal ettikten sonra diyebiliriz ki, hiçbir mutasavvıfa, maddeci demenin imkânı yoktur. Aksine maddeciler ile vahdet-i vücudcular arasında tam bir zıddiyet vardır. Maddeciler, madde ve kâinat hesabına Allah’ı inkâr ederler. “Sadece madde ve atom vardır; her atom parça ve parçacığı da şuurlu olarak hareket etmektedir.” demelerine mukabil, mutasavvifînden vahdet-i vücudcular Allah hesabına kâinatı nefyeder, “Her şey O’na dayalıdır, O’ndan başka her şey fânidir. Öyleyse biz de bunların fâniliğine hükmetmeliyiz ki, huzurumuzu ihlâl etmesinler. Çünkü O’ndan ayrı olan her şey fânidir.” derler. Aradaki bunca zıddiyete rağmen, hâlâ da ikisini “bir” görüp göstermek, doğrusu anlaşılır gibi değildir.

Bazı tenkitçiler, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri’nin eserlerinin içine, bir kısım Batılı panteistlerin fikirlerinin sokulduğunu iddia ederler. Bu arada Afzal-i Kâşî’ye ait olduğu söylenen, pek çok panteistçe düşüncenin, İslâm ruhunu tahrif niyetiyle, İslâm düşmanları tarafından bu eserlere karıştırıldığını ileri sürerler.

Evvelâ, Hz. Mevlâna’ya isnat edilen bütün eserlerin ve onun eserleri içindeki her parçanın ona ait olduğu söylenemez. Günümüzde Mevlâna’ya ait olduğu söylenen eserlerden bazılarının başkalarına ait olduğu şimdiye kadar çokları tarafından ortaya kondu.

Bunlardan, “Fîhi Mâ Fîh”i için, Afzal-i Kâşî’nin adından bahsedilmektedir. Afzal-i Kâşî’nin kendisi Neoplatonisttir ve hayatı boyunca Eflatunculuğu tekrar ihya etmeyi düşünmüştür. Hatta bu hususu, hayatına gaye edinmiş olduğu da söylenebilir. Bu zat aynı zamanda, Hurûfî’dir. Harfleri kâinatın atomları gibi telâkki eden Fazlullahi’l-Hurûfî’nin mezhebinden…

Hadis-i şeriflerin bile arasına bir sürü şeylerin sokulmak istenilmesi yanında, Mevlâna ve Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların sözleri arasına bir kısım yalan ve uydurma şeylerin sokulması mevzuunda -kanaatimce- biraz müsamahalı düşünmek lâzımdır. Yani, girebilir demek iktiza eder.

Buhârî gibi, yüzlerce hadis imamı, önünden hadisler geçerken, o söz Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mi, değil mi, onu bilebiliyordu. Bu mevzuun mütehassısı olan bu zatlar, tahkik ettikleri sözlerde, âdeta, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri kokuyor mu, kokmuyor mu, bunu hissedebiliyordu. Onun için hadisler, sağlam mihenklere vurulup ayıklandı; ama tasavvuf büyüklerinin sözleri için böyle bir garantiden bahsedilemez

Ayrıca Muhyiddin İbn Arabî: “Bizim durumumuzda olmayanın ve hâlimizi bilmeyenin, bizim kitaplarımızı okuması haramdır.” demiştir.

Sâlik: Bir yola giren, bir yolda giden.
Âkile: Diyet ödemeyi yüklenen kimse veya kimseler.
Zimmî: İslâm Devletinin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslim.
Muhavere: Karşılıklı konuşmak, diyalog.
Tekellüf: Zorlama, külfet.
Müekked sünnet: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ara vermeden, devamlı yaptıkları, bir mücbir sebep olmadıkça terk etmedikleri sünnet.
İtab: Azarlama.
Müttaki: Takva sahibi. Dinin emir, yasak ve tavsiyelerine titizlikle uyan kimse.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
İstiğrak: Kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk’a yönelme.
Vecd: İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, mantık ve muhakemenin önüne geçmesi.
Teşnî:
 Kötüleme, ayıplama.
Sekir: Basiret ve şuurunu, yaşadığı hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında geçici olarak kaybetme hâli.
Müncezip: Kendini ilâhî cezbeye bırakmış, cezbeye salmış.
İcmal etmek: Özetlemek
Panteist: “Her şey Tanrı’dır.” diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî görüşü benimseyen kimse.

[1] Buhâri, diyât 31; ilim 39; cihad 171; Tirmizî, diyât 16; Nesâî, kasâme 12.
[2] Tirmizî, sıfatü’l-kıyame 23.
[3] Buhârî, iman 29; Nesâî, iman 28.
[4] İmam Rabbânî, el-Mektûbat, 1/240 (260. Mektup).


05 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah Her Şeyi Yarattı, O'nu Kim Yarattı?

Bu soru da çok sorulan sorulardan biridir.

Ben bu soruyu, Resûl-i Ekrem’in (sav) Peygamberliğinin bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbârın tahakkuku karşısında boynumu büküp “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah.” diyerek şehâdet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (sav) Allah’ın şerefli elçisidir. Kıyâmete kadar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından görüyor gibi seyretmiş ve söylediği her şeyi dosdoğru söylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkında verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynı aynına doğru çıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) “Bir gün gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her meseleyi halletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah’ı kimi yarattı?” diyecekler.[1] Ben, bu soru tevcîh edildiği zaman kendi kendime düşündüm ve “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah.” dedim. Nasıl da görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!… Şu, nefisleri ve enâniyetleri firavunlaşan, sebeplere ulûhiyet isnat eden ve her şeyi sebepler içinde izaha kalkışan insanların idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı…

Asıl meseleye gelince, bu da, inkârcıların ortaya attıkları sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar, nâmütenâhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini kat’iyen değerlendiremezler.

Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi… Ve Allah’ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbeptir (sonuçtur). Bu, bir yanlış kanaatin neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, Müsebbibü’l-Esbâb’tır ve varlığının evveli yoktur.

Bugüne kadar kelâmcılar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak “Müsebbibü’l-Esbâb” olan Allah’ın varlığını isbâta çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hulâsasını, bir iki misalle anlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı’dan gaflet etmenin ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek doğru değildir. Böyle bir şeyi mümkün görüp ihtimal vermek sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ, yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; oksijen, hidrojen, karbon, azot… vs. gibi.. bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere… Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın bu yolla izah edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalâtadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa… Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..

Evet, “Şu şundan, şu şundan, şu da şundan…” demek, herhangi bir meseleyi halletmesi şöyle dursun, bilâkis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı “Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan…” düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimal verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zât’a vereceğimiz âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı’ya isnat edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.

Bunu böyle kabul etmeyip de “O ondan, o da ondan…” demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham ortaya çıkacaktır. Meselâ, yağmur, buluta bağlı; bulut, zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine, o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara… Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine “Şöyle de olabilir, böyle de” diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir âhenk ve birbiriyle münasebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye yeltenmekten başka, bir de ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysaki, her netice için mutlaka mâkul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i mâkul ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerâmeti olarak mâkul hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.

Şimdi bir misalle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına… İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.

Bir başka numune, meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltılması kat’iyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifade etmektedir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhâl farz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre, sebeple netice arasında mâkul bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsait hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de mâkul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.

Oysaki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, Güneş’e olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüz binlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın kendi kendini nakzetmesi ve çürütmesi demektir.

Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların “devir ve teselsül” yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müsebbibü’l-esbâp olan Allah’a ulaştırıp sonra da her şeye “mümkinü’l-vücûd” demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O’na dayandığı zâta “Vâcibü’l-Vücûd” diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, Yüce Yaratıcı’nın her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O’nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. İlimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle O’nun varlığını ilân etmekte ve O’nu haykırmaktadır.

Bu mevzuda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlere iktifâ ederek sadede dönüyorum.

Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Allah’tır. Allah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i Ale’l-Itlak’tır. Her şey gidip O’na dayanmakta; bütün karanlıklar, izah edilemeyecek gibi görünen şeyler, O’nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de O’dur. Artık, O’ndan öte bir şey yoktur ki, O’na da bir sebep aransın!..

Bunu da yine bir-iki basit misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ, vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle mâkul bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle “Kendi kendine hareket ediyor.” deriz. Verilen bu misaller, Allah’ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misallerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya “İşte sebeplerin bitişi.” deyip suratlarına çarpacağız.

Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.

Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa “kentrilyon” seneleriyle, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysaki, sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilen bir mevzudur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden Güneş’teki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesâmetinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihîdir.

Binâenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle, Yaradan’dan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de O’nun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, âhiri olmayacağı da zarurîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedricî olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar, bir gün büzüle-çekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:

Farz ediniz ki, İzmir’den kalkan bir tren, “50-55” km ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte “55” kilometredir. Buna göre, trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz kat edilmedik 27.5 kilometrelik mesafesi kalmıştır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 kilometrenin ancak yarısını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte kat edebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, âdeta hiçbir zaman Turgutlu’ya ulaşamayacaktır: ‘Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.

Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında her şey fenâ ve zevâl bulup gidecek, sadece O kalacaktır.

Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O’na yaratılmışlık isnadı, Yaratıcı’yı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.

Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfûz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mânâ ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.

İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Ulûhiyet bilir.


Âşire: Saniyenin onda biri
Fena: Yokluk, yok olma
Ganiyy-i Ale’l-Itlak: Kayıtsız, sınırsız zenginlik sahibi Allah (cc)
Gayr-i mâkul: Akla uygun olmayan, saçma
Gayr-i mantıkî: Mantıksız
Habbe: Tohum, tane
Hezeyan: Saçmalama
Muhal farz: Olabileceğini kabul ederek, varsayarak
Nakzetmek: Hükmü bozmak, yok saymak
Müsebbibü’l-Esbab: Sebepleri birbirine bağlı icad eden, yaratan Allah (cc)
Nâmütenâhi: Nihayetsiz, sonsuz
Tedrici: Yavaş yavaş, azar azar
Tenâsüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu
Termodinamik: Isı enerjisi ile kinetik enerji arasındaki olayları inceleyen fizik kolu
Teselsül: Art arda gelme, birbirini takip etme, zincirleme
Zeval: Zail olma, sona erme

[1] Buharî, Bed’ul-Halk, 11; Müslim, İman, 2/4

12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Hazreti Havva'nın, Hazreti Âdem'in (aleyhisselâm) Eğe Kemiğinden Yaratıldığı Söyleniyor, Ne dersiniz?

İnsan, tekâmül neticesi şu hâli iktisap etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev’i olarak yaratılmıştır. Yoksa, nev’ilerin değişmesi neticesinde bir şeyler iktisap ede ede bu hâle gelmemiştir. Istıfa-i tabiîye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hâle gelmiş değildir. İnsan, nev’i olarak, Allah tarafından yaratılmıştır. Hazreti Âdem de bir bakıma, Hazreti Mesih gibi mucize olarak yaratılmıştır. Sebepler âlemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkân yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekâmülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar… Yapılan haklı tenkitler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususta yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir…

Sebepler âlemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malûl (sebep-netice) dengesi içinde “tenasüb-ü illiyet prensibi”ne göre ele alırız. Meselâ diyoruz ki bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah’ın (celle celâluhu) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsait olması gibi şartlar lâzımdır. İşte bu sebepler, omuz omuza verince “illet-i tâmme” dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebep), malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah’ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir rüşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur.

İnsanın ilk yaratılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz: Diyelim ki, bir canlıdan diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleştirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmeyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani “tenasüb-ü illiyet” prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve her şey mükemmeldir. O zaman Allah’ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vâkıa, harikulâde kabîlinden Allah (celle celâluhu) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir…

Evet bu, işin esbap içinde izahıdır. Mesele, illetle-malûller, sebepler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, natürel seleksiyonla değil, Allah’ın (celle celâluhu) ve Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder.

Allah diyor ki: Sizin izah edemediğiniz noktayı Ben size anlatayım; bu bir mucizedir. Hazreti Âdem annesiz babasız; Hazreti Mesih ise babasız bir mucizedir.[1] Allah, herhangi bir varlığı bazen anasız, bazen babasız meydana getirdiği gibi, bazen de hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hazreti Âdem’in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye imkân yoktur. Kur’ân-ı Kerim meydan okuyor. “Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler.”[2] Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler?

Bunun gibi, Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da izah edemiyoruz. Tabiî, edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da safdillik olur. Çünkü aynı şey Hazreti Âdem ve Hazreti Mesih için de bahis mevzuudur.

Hazreti Âdem ve Havva’nın yaratılışı unutulduğu için, Hazreti Mesih’in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hazreti Mesih’in dünyaya gelişini soranlara; Kur’ân “Allah’ın nezdinde Hazreti İsa’nın durumu, Hazreti Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.”[3] buyurmaktadır..

Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hazreti Mesih’le Allah (celle celâluhu) onu yeniden hatırlatıverdi.

Şimdi serrişte edilmek istenen Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden yaratılması meselesine gelelim. Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalektiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hazreti Âdem’in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hazreti Havva yaratılıyor… Niye eğe kemiği ve niye Hazreti Âdem’den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim: İnsanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah’ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensipleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsî hüviyeti, iç âlemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah’ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah’ın varlığına kat’î şahit olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylesof, mütefekkir, kelâmcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selâmete çıkmaya çalışıyor. Hele bunların bin tanesi bir araya getirilince, Allah’ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil.

Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden Hazreti Havva’nın yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşid şöyle bir misalle dile getiriyor: “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşâhede ile sabittir ki bir mimar elinden çıktığını gösteren kat’î, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede, küçük bir taşta, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.”[4]

Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikten başka bir şey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah’ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikati ilân ettiği hâlde, her şeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?

Eğe kemiği meselesi, Buhârî, Müslim ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde anlatılıyor.[5] Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerim de Nisâ sûresinde “Ey insanlar o Allah’a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı.”[6] şeklinde meseleye temas ediyor. Burada Arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler “hâ” şeklinde, erkeğe râci zamirler “hû” şeklindedir. Bunu aşağıdaki âyette açık olarak görmek mümkündür: “Sizi bir nefisten yarattı; eşinizi de ondan yarattı.”[7]

Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenâb-ı Hak evvelâ Hazreti Havva’yı, zat-ı Âdem’den değil de mahiyet-i Âdem’den yarattı. Çok dakik bir husustur bu… Nefs-i Âdem, mahiyet-i Âdem’den başkadır. Meselâ, bir insanın, “Zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir.” denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah’a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mahiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibarıyla başka, cesedi itibarıyla başkadır. Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Havva’nın hilkatini ele alırken “minhâ” sözüyle “o nefisten” diyor, Âdem’den değil.

Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp ahâdî olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icap eder. Bu husus âyet ve hadislerin izahında önemli bir usûldür. Âyet burada mütevatir ve Allah’ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi âyete irca etmek ve müphem noktaları âyetle aydınlatmak gerekir. Evvelâ, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadis-i şerifi ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lâzım gelir. Buyuruyor ki: “Kadınlara hayır tavsiye edin.” Yani, onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçi olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; ihmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün îradına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, “menat” kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır.

Allah’ın Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunu anlatmak için bir husus tespit ediyor. O da, erkeğe nispeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılganlığı… Demek ki, esasen hadis-i şerifte anlatılmak istenilen şey, Hazreti Havva’nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi hâline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur.

Tabiî burada ifadenin bu şekilde îrâd edilmesi ne hikmete binaendir, o da ayrı bir mesele…

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu ifade ederken, “min dal’ihî: eğe kemiğinden” demiş. Buradaki “min” Türkçemizde, “-den” karşılığıdır. Ama bu bazen “teb’îz” içindir, bir şeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen “beyan” mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binaenaleyh, burada Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu türden pek çok ifadeleri vardır… Meselâ, buyuruyor ki, “Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur.” Kaçan bir deve münasebeti ile bunu söylüyor. Ve devam ediyor: “Deve, şeytandan yaratılmıştır.”[8] Şeytanın artığından gibi bir şey… Esasen, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerinde nasıl insanların şeytanları var, öyle de, hayvanlar içinde de şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır, diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama “Bu adam odundandır.” deriz. Elbette ki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyeti yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi “Falan insan şeytandır.” dendiği zaman iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kastedilmiştir.

Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin “eğe kemiği”nden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onunki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü âyetin sonunda şöyle diyor:

“Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi.” (Nisâ sûresi, 4/1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lâzım…

Hadiste “dalâa” kelimesinin kullanılması, kök itibarıyla eğrilik tabirinden daha çok, eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hâl-i âlem buna şahittir. Evet, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet bazı dönemlerde kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmak istemişlerdir. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklâmlar müessir olsun diye en âdi reklâmlarda dahi onun alet edilmesi, hadiste işaret buyrulduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde mânidâr olur.. Tekerleklerin üzerine, helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir…? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), erkeğin en eğri tarafından alınmış, diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhâlde bu hususu ifade etmek için bundan daha güzel ve tatlı bir tabir seçilemezdi.

Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat’ın Tekvin bölümünde Hazreti Havva’nın, Hazreti Âdem’in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir.[9] Esasen Hazreti Âdem’in herhangi bir tarafından Hazreti Havva’nın alınmasında hiçbir beis yoktur. Allah’ın mucize olarak yarattığı Hazreti Âdem, daha su-toprak arası bir hâlde iken o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp ondan da Hazreti Havva’nın yaratılması, hiç de istiğrap edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hazreti Âdem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için bir şey söyleyememekte, mâkul bir tefsir getirememektedir. Binaenaleyh biz ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah’ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffelkalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan kâinata, her şeyde Allah’ın ilim, irade ve kudretinin Kahhâr hâkimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz.

Doğruyu O bilir ve doğru, O’nun dediklerinde aranmalıdır.

Ceffelkalem: Hiç düşünüp taşınmadan, körü körüne.
Evolüsyon: Evrim.
İktisâp etmek: Kazanmak, edinmek.
İllet-i tâmme: Bir neticenin meydana gelmesi için gerekli sebeplerin tamamı.
Îrâd: İfade etme, söyleme.
Mütevatir: Yalanda ittifak etmeleri aklen imkân ve ihtimali bulunmayan birçok kişi tarafından nakledilen kesin bilgi.
Menat: Bir hükme mesnet teşkil eden şey.
Mualece: Teşebbüs, girişim.
Pâyimâl olmak: Çiğnenmek, ayaklar altında kalmak.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.
Tenasüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu, uyumu.

[1] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/59.
[2] Ankebût sûresi, 29/20.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/59.
[4] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye, s. 82 (Katre’nin Zeyli).
[5] Buhârî, nikâh 80; Müslim, radâ 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/497, 5/8.
[6] Nisâ sûresi, 4/1.
[7] Zümer sûresi, 39/6.
[8] Ebû Dâvûd, salât 25.
[9] Kitab-ı Mukaddes (Eski Ahid), Tekvin, Bab: 2, Âyet: 21-23.


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Kur'ân-ı Kerim'in 23 Senede İnmesinin Hikmeti Nedir?

Kur’ân-ı Kerim 23 yılda inmeseydi de, bir anda inseydi, o zaman da “Niçin Kur’ân-ı Kerim birdenbire indi de, ceste ceste inmedi?” derlerdi…

Bu gibi meselelerde esas, teslimiyet ve Hakk’ın takdirini yerinde bulma olmalıdır. Yoksa, her meselede sorular sorulmaya başlar: “Öğle namazı niçin on rekâttır? Cuma namazı neden cuma günü; zekât neden kırkta bir de, kırk birde bir değil? ilh…” soruların arkası kesilmez, gider. Onun için bunların bir ubûdiyet sırrı olduğunu bilmemiz lâzımdır. Zatî olarak namazın bir kısım hikmetleri olabilir. Evet, ferdin günde beş defa, Mevlâsının huzuruna gelmesinin, elbette birtakım maslahatları ve faydaları vardır. Ama, rekâtların adetlerine gelince, vitir üç rekât, akşamın farzı üç rekât, ikindinin dört rekâttır. Ve bu sayılar Allah tarafından vaz’edilmiştir. Eğer bize denilseydi ki: “Günde beş defa ibadetle mükellefsiniz, fakat ibadet şekillerini siz tespit ediniz.” Biz rekât sayıları üzerinde çeşitli fikirler yürütebilirdik… Ve tabiî günlük işlerimize, yaşayış şartlarımıza göre bir program düşünürdük. Adedi tayin keyfiyetinde aklın yolu başka, vahyin yolu başka… Vahiyde, senin mâneviyatın, ledünniyâtın hesabına ayrı bir kalem oynamakta, ayrı bir hikmet nescedilmektedir. Binaenaleyh burada namazın hikmetleri araştırılır, rekât sayılarınınki değil…

Kur’ân-ı Kerim’in 23 senede nüzulünde de bu türlü hikmetler vardır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu dönem, beşerin kemale yüz tuttuğu bir dönemdir. Onun için en kâmil ve en mütekâmil Nebi gelmişti. Evet, yeryüzüne, Allah’ın matmah-ı nazarı, kâinatın, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmişti. O’nun cemaatinin yapacağı şey, o gün için en müterakki, en mütekâmil olma, tekâmülün merdivenlerini son basamağına kadar katetme, medenî milletlere muallimlik yapma işi idi. Hâlbuki o güne kadar onların iktisap ettikleri kötü ahlâk ve fena huylar ruh ve damarlarına öylesine işlemişti ki, bunları teker teker söküp atmak ayrıca yerlerine ahlâk-ı âliyeyi getirip vaz’etmek, fıtratlarına güzel huyları yerleştirmek, ayrı ayrı işlerdi. Kur’ân bir anda bütün emirleri ile birden gelip onların karşılarına dikilseydi, altından kalkamazlardı. Aslında, böyle bir durum, insanlığın tekemmülünde takip ettiği seyre de aykırı olurdu.

Günümüzden misal verecek olursak bir kısım sigara, içki müptelâsı veya sokaklarda gezme hastası, yahut kahvehanede oturma alışkanlığı olan kimseler düşünelim. Bunların başlarını kesseniz ve “Arkadaş kahvehaneye gidersen öleceksin.” deseniz, o yine birtakım bahaneler ileri sürerek gidecektir. Eğer bir gün kahvehaneye gitmeyip evde kalsa, evinde bir köşeye oturacak, üf üf edecek ve fırsat bulunca da kahvehanenin yolunu tutacaktır. Çünkü alışageldiği hayat şekli değişmiştir. Hâlbuki o, lüzumlu olmayan basit bir âdetini terk etmiştir.

Şimdi bir de sigara tiryakisini ele alalım: Nikotik olmuş bir adama diyorsunuz ki: “Vücuduna zararlı olan bu sigarayı terk et. Çünkü senin sigara içmen tedricî bir intihardır. Sanki elindeki hançeri birdenbire değil de, yavaş yavaş sinene saplıyor ve âheste âheste intiharı tamamlamış oluyorsun.” Hatta bunu bir hekime anlattırsanız, yani doktor dese ki: “Sigarada, hiçbir fayda olmadığı gibi, şöyle şöyle zararları da var.” Bu adam sigarayı terk etmek için bir hayli tereddüt geçirecektir. Bırakın onu, bildiği hâlde doktorun kendisi de vazgeçmiyor ya!

Bir de alkolik kimseyi ele alınız; adam mesh olmuş, sîreti değişmiş, iç âlemi başkalaşmış. O kadar ki, bir adım daha atsa kendinden aşağı tabakadaki mahluklara benzeyecek. Şimdi bu kimseye birden “İçkiyi bırak!” demek “Fıtratını değiştir!” demek gibi olacaktır.

Böylesine, insanların dem ve damarlarına işlemiş âdetleri, ahlâk-ı seyyieyi binlerceye çıkarınız ve sonra Kur’ân’ın inişindeki tedriciliği düşününüz…

Evet, dikenleri kesip evvelâ çapa yapıyor, kötü şeyleri tahliye edip temizliyor. Sonra tezyin ediyor. Yani kötü huyları onların ruhlarından çıkararak, âlî huyları getirip yerleştiriyor ve kısa denecek bir zamanda binlerce iş yapıyor. Buna göre biz, Kur’ân-ı Kerim’in 23 senede nüzulünü çok süratli buluyoruz. Nur Mürşid’in dediği gibi: “Acaba şu asrın filozofları Ceziretü’l-Arab’a gitseler, çalışsalar, o zamana nispeten, o zatın bir senede yaptığının yüzde birini yüz senede yapabilirler mi?”[1] İşte, hodri meydan! İçkiden binlerce yuvanın yıkıldığı meydandadır. Yeşilay Cemiyeti her sene konferanslar vermektedir. Bu işi genişleterek orta, lise mekteplerine kadar götürmektedir. Buna karşılık acaba kaç kişi içkiyi terk etmektedir? Buyurun üniversite, bütün profesörleriyle seferber olsun, bir sene çalışsınlar acaba yirmi adama içkiyi terk ettirebilecekler mi? Şayet başarabilirlerse, bunu onlar hesabına çok büyük muvaffakiyet sayacak ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) icraatının yanına altın yazılarla yazıp asıvereceğiz… Heyhat, o bir kere olmuştu! Dost-düşman, o surette ikincisini muhal görüyor.

Evet, 23 sene çok seridir; bu yüzden de, Kur’ân’ın yaptıkları mucizedir. Beşer, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 senede katettiği mesafeyi binlerce senede katedememiş; katedemez de…

Kur’ân-ı Kerim bir taraftan böyle kötü huyların binlercesinin kaldırılmasını hedef almış, diğer taraftan da kaldırılan bu kötü huyların yerini ahlâk-ı âliye-i Kur’âniye ile donatmak, tezyin etmek vazifesini hedeflemiş ve bütün bunları kimseyi örselemeden, törpülemeden, ürkütmeden, ruhlarını rencide etmeden onlara kabul ettirmiş… Ortaya attığı birçok meseleyi o kadar çeşitli safhalardan geçirip tatbikat sahasına getirmiştir ki bugün onların birkaçının pratik hayata hâkim olması için dahi, bilmem ne kadar 23 seneye ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu 23 sene, süreye ihtiyaç duyulan bir kısım emir ve yasakların, o günün insanının kabullenip benimsemesi için gerekli olan bir zamandı ve belli şeylerin tedricen kaldırılması, belli şeylerin de vaz’edilmesi için bu süreye ihtiyaç vardı. Meselâ bu süre zarfında üç dört devrede içki yasaklanmış,[2] iki devrede kız çocuklarının diri diri gömülmesi kaldırılmış,[3] darmadağınık kabile hayatı, bir iki hamlede halledilmiş ve kabileler arasında vahdet temin edilerek kitleler içtimaî şuura yükseltilmiş, böylece kendilerine bir cemiyet teşkil etme liyâkati kazandırılmıştır ki bu, bütün kötü huyların atılması, onların yerlerine ahlâk-ı âliyenin getirilip ikame edilmesi gibi çok çetin icraatlarla mümkün olabilmiştir. Bundan dolayı da daha uzun zamana ve mehile ihtiyaç hâsıl olmuştur.

Ayrıca görüyoruz ki, bizim hayatımızda, şu sene şartlar şöyle gitti, binaenaleyh şöyle bir içtimaî denge ve düzen iktiza ediyor. Buna göre gelecek sene şartların değişeceği hesap edilerek, plân elastikiyeti ona göre ayarlanıyor; daha sonraki senelerin şartlarına göre, teferruattaki değişmelerin dizaynı yapılıyor, derken zamanın akıcılığı ve eşyanın tabiatına uygunluk aranarak yaptığımız şeylerin sürekliliğini temine çalışıyoruz. Bunun gibi, Saadet Devri’nde de, Müslümanlar tıpkı bir ağaç gibi büyüyor, âheste âheste yeni şartlara adapte oluyor ve fıtrî olarak gelişiyorlardı. Müslümanlığa her gün iltihaklar, ısınmalar oluyor, her gün yeni yeni fikirler, şuurlar kazanılıyor; onlara alıştırmalar yapılıyor ve derken fertler, içtimaî fertler hâline geliyordu. Bunlar yavaş yavaş oluyordu ama; bütün olmalar âhenk içinde birbirini takip ediyordu. İşte, bu seyir içindeki çeşitli safhalar, ebedlere kadar devam edecek olan İslâm hakikatinin mikro plânda, zaman buuduna ait bütün hususiyetlerini aksettiren bir ayna oluyordu…

Bu, 23 senede değil de, birdenbire yapılmak istenseydi, bir ölçüde o bedevî cemiyet bu işe dayanamayacak ve ölecekti. Bunu, şuna benzetebiliriz: Meselâ bir insan güneşe maruz kaldığı zaman, cildinde değişmeler olur. Soğuk memleketlere götürüldüğü zaman da bu defa ona göre birtakım küçük küçük değişmeler meydana gelir, ama kat’iyen 20 mutasyon ağırlığında ciddî bir değişiklik birden olamaz. Olsa, bu türlü seri fizikî değişmelerde canlı öldüğü gibi, bunda da öyle olur. Bu, tıpkı (bir) atmosfer basınç altında duran birinin birdenbire 20 bin fitlik bir irtifaya çıkması gibi bir şey olur ki, insan orada hemen ölüverir. O noktaya uçaklar dahi çıkarken, oksijen maskeleri vesaire ile sizi ihtiyatla çıkarıyorlar.

İşte böyle birden 20 bin fit irtifaa yükselmek nasıl öldürüyor; öyle de hayat anlayışı, aile anlayışı, fert anlayışı sıfır derecede olan bir cemiyete, birdenbire, Kur’ân inip aynı günde hemen “İşte ahkâmı tatbik edin. Bu kitaptaki hükümlerin hepsini eksiksiz yaşayın.” diye karşılarına çıksaydı, o cemiyetten hiç kimse bunu kabul etmezdi. Çünkü bu, birdenbire cemiyetin 20 bin fite yükselmesi demekti ki o cemiyet buna dayanamayacaktı. Öyleyse Kur’ân-ı Kerim’in, ahkâmını insanlara 23 senede getirmesi, ceste ceste, peyderpey telkin etmesi, insan fıtratına riayetin iktizasıdır ve tabiat-ı beşere de en uygun olanıdır.

İnsanı kâinattan ayıramayacağımıza göre, onu kâinatın içindeki hâdiselerin seyrine göre ele alma mecburiyetinde olduğumuzu ve onu kâinattaki gelişmelerin dışında mütalâa edemeyeceğimizi kabullenme mecburiyetindeyiz. Kâinatta nasıl ki tedricî gelişme oluyor ve kanunlar o istikamette hareket ediyor, insanın tekâmül ve terakkisi de, aynı şekilde olacaktır. O terakkinin zembereği, esası ve prensipler mecmuası olan Kur’ân-ı Kerim de, işte bu esasa binaen 23 senede nazil olmuştur.

Allah’ın hikmeti bu süreyi 23 yapmış… Bu 24 de olabilirdi, 25 de. Nebiler Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mukaddes hayatları 63 yıl olacakmış. 23 sene sonra hayatına, nübüvvetten hâtime verilecekmiş, vahiy de sona erecekmiş. Ama 64 sene olurdu, vahiy de 24 seneye çıkardı. Biz de onu, aynı hikmet çerçevesi içinde kabul ederdik…

Gerçeği yalnız Allah bilir.

Nescedilmek: Dokunmak, örülmek, işlenmek.
Ceste ceste: Azar azar, parça parça.
Matmah-ı nazar: Gözde.
Ledünniyât: İnsanın iç âlemi.

[1] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 311 (On Dokuzuncu Söz, Sekizinci Reşha).
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/219; Nisâ sûresi, 4/43; Mâide sûresi, 5/90-91.
[3] Bkz.: En’âm sûresi, 6/140, 151; İsrâ sûresi, 17/31.


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Vefat Etmiş Evliyâdan, Sağ Olan Evliyâya Nazaran Daha Çok Yardım Görüldüğü İddia Ediliyor; Bu Doğru mudur?

İnsana Allah’tan başka kimse yardım edemez. Yardım, medet, inayet Allah’tan gelir. Veli de Allah’ın dostu demektir. Herkes derecesine göre Allah’ın dostudur; bilhassa mü’minler… Fakat dostluğu ileri götürerek tam kurbiyet kazanmış bir kısım kimseler vardır ki, hadis-i şerifin ifadesiyle, nafile ibadetlere gönül vererek Allah’a yaklaşırlar.. yaklaşırlar da, Allah, gören gözleri, işiten kulakları, söyleyen ağızları olur.[1]

Yani Cenâb-ı Hak onlara basiret verir. Onlar da artık doğruyu görür, doğru değerlendirir ve doğru konuşurlar. Onların gönülleri “mehbet-i ilham-ı ilâhî” olur ve Allah (celle celâluhu), ilhamlarıyla bunları serfirâz kılar. Bu insanlar, Allah’a biraz daha yaklaşıp kurbiyet kazanınca, tam Hak dostluğuna erer. O’nun inayet ve desteğine mazhar olurlar. “Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur.”[2] Evet mü’minlerin mevlâsı yani velisi Allah’tır. Mü’minler de, Allah nazarında velidirler. Kâfirlere gelince, onlarda vilâyet yoktur. Allah (celle celâluhu) onların ne gören gözleri, ne işiten kulakları ne de söyleyen ağızları olur. Onlar hizlân ve hüsrandadırlar.

Öyleyse velilik için bir sınır tespit edemeyiz. Veliliğin mü’minlerin en küçüğünden, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar mertebeleri vardır. Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşâhede eder. Bu, veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, vilâyetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi; başına gelecek şeyleri, Allah’ın ona bildirmesiyle bilmesi, farkında olarak veya olmayarak onları başkalarına anlatması, ayrı bir kademesidir. Çünkü Allah, onun konuşan dili olmuştur. Bunlar, vilâyetin bir kısım tezahürleri. Sonra veli öyle bir noktaya gelir ki, bunları da, işin fâkihesi olarak görür ve bu çerezlerle meşgul olmayı nakîse bilir; Yunus’un dediği gibi “Bana Seni gerek Seni!” diyecek bir makama yükselir. Artık keşif, keramet yoktur ve işte sahabenin veliliği budur. Bazı kimseleri Allah (celle celâluhu) vilâyetin bir kısım sıkıntılı yollarından geçirmeden de sahabenin veliliğine getirebilir.

Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslâm’a sahip çıkan delikanlıları sahabenin vilâyetine mazhar görüyorum. Keşifleri, kerametleri, kabirleri müşâhedeleri, hatta kalbî müşâhedeleri olmayabilir ama, makamlarının büyük olduğu muhakkak. Çünkü, Allah onları çok kudsî işlerde istihdam ediyor. Büyük kimselere, mânevî âlemin paşalarına, mareşallerine yaptırdığı işi bunlara yaptırıyor. Yani dinini onlarla ihya ediyor… İnşâallah bunlar da velidirler.

Fakat ister öyle veli olsun, ister böyle, Allah’ı hatıra getirmeden, “İnayet, meded!” diye velinin kapısına gitmek, hatalıdır. İmam Birgivî, “Bir insanın ‘Meded yâ Resûlallah!’ demesi dahi tehlikelidir.” der; vâkıa biz bunu biraz yumuşatarak diyoruz ki: İnsan hiç olmazsa Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu diyebilmelidir. Çünkü, Hak sarayının söz götürmez sultanıdır O. Allah indinde yaratılmışların en eşrefidir. İmam Birgivî’nin büyük bir insan olduğu muhakkak ve müsellem. Bununla beraber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendisine büyük salâhiyetler bahşettiğini, bizzat kendileri anlatır.[3]

Evet, o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hak sarayının kapısına vurmadan içeriye giren mahremlerdendir. Ona kaç defa nazla gitmiş, niyazla dönmüştür. Evet O, bir insanın varamayacağı noktalara varmış, imkân ve vücub âlemiyle dudak dudağa gelmiş,[4] sonra da niyazla geri dönmüştür.[5]

Sadede dönelim: Efendimiz gibi, O’nun ümmetinden bazı kimselerin insanlara inayeti, el uzatması, teveccühü olabilir. Fakat bunların hepsi vesile ve vasıtadır. Esas her şeyi yaratan Allah’tır. Ehl-i Sünnet akidesi böyledir. Allah bir kısım kimseleri affedecektir de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatini ona vesile yapar. Evet mü’min, inayet ehlinin inayetini düşünürken böyle düşünmeli, böyle inanmalıdır.

Burada kendi mülâhazamı da şöyle anlatayım: Hiçbir zaman nefsimin muhasebesini yaparken, doğrudan doğruya Mevlâ’nın huzuruna kendi kendime gitmeyi düşünmedim. Kademe kademe önce, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisiyle bağlı bulunduğum zatın arkasına düştüm. Yani, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine getirdiği nuru, feyzi, esrarı bana intikal ettiren, doğruyu gösteren, Kur’ân’ın âyetlerini gökteki yıldızlar gibi tanıtan, içimde iz’an hâsıl olmasına yardımcı olan, Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) göklerde kanat çırpıp uçan bir tavus gibi bana gösteren ve bir hurma ağacı gibi en tatlı, en leziz meyvelerini kalbimin dudaklarıyla vicdanıma duyuran, evet bütün bunları bana iş’ar ve işaret eden hangi zat ise, evvelâ onun vesâyâsı altına giriverir, sonra onunla Huzur-u Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) varırız. Orada beni mahcup etmemek için “Bu da bizdendir, yâ Resûlallah!” dediğini tahayyül etmeye, duymaya çalışır ve Resûl-i Ekrem’e dehalet etmiş olurum. Ama nazarı daha ilerilerde olanlar bu sefer Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peşine düşer ve Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Bu da bizdendir yâ Rabbi!” der, gönlüm ve gönüller, huzur ve itminana kavuşur.

Evet, çoğumuz muhasebemizi yapıp Huzur-u Hazret-i Kibriyâ’ya sığınırken hep böyle bir râbıta, bir ittisal ile gideriz. Böyle bir ittisalde de şirk ve şirki işmam eden şeyler yoktur. Çünkü, neticede her şey Allah’a dayanıyor. İşin esası, tek başımıza kendimizi bu kapıları çalmaya, kapı tokmaklarına dokunmaya liyakatli görmüyor, hatta utanıyor ve birinin arkasına takılıyoruz.

Bu asrın âfâkında, büyük feyizler, büyük nur ve sırlarla tulû’ eden zat dahi, kendi muhasebesini yaparken “Günahlarım beni mahcup etti. İsyanlar altında eziliyorum. Senin kapına geldim, ama, Efendim Abdülkadir Geylânî’nin sesiyle Senin kapının tokmağına dokunuyorum.”[6] diyor ve onun söylediği sözlerle müracaat ediyor; âdeta yukarıya gidecek dilekçesinin altına imzayı, o salâhiyetli zata attırıyor. Böyle bir dehalet, bir sığınma, şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, aynı zamanda cüret ve suiedepten de uzaktır. Abdülkadir Geylânî kendisine dehalet eden bu zatı Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdim edecektir. Abdülkadir Geylânî ki, vilâyet dünyasının zirvesini tutmuş çok yukarılarda bir velidir. “Benim ayağım kıyamete kadar gelecek bütün velilerin omzundadır.” demiştir. Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki yönle bağlıdır; hem Hasanî, hem Hüseynî. Sahib-i salâhiyet büyük bir imamdır ve onun vesileliği, yolda kalmışlara Hakk’ın büyük bir rahmeti ve inayetidir.

Fâkihe: Yemiş, meyve.
İş’ar: Anlatma, bildirme.
İşmam etmek: Hissettirmek, duyurmak.
İttisal: Birleşme, bağlanma.
Mehbet-i ilham-ı ilâhî: İlâhî ilhamın indiği yer.
Nakîse: Eksiklik, kusur.
Râbıta: Bağ, bağlantı.
Serfirâz: Üstün, seçkin.

[1] Bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[2] Muhammed sûresi, 47/11.
[3] Meselâ Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinden günah işleyenlere şefaat edeceğini haber vermiş (Ebû Dâvûd, sünnet 21; Tirmizî, kıyamet 11; İbn Mâce, zühd 37); her peygamberin kendisine has ve kabul olunan bir duasının bulunduğunu, kendisinin ise bu duasını ahirette ümmetine şefaat etmek için yapacağını bildirmiş (Buhârî, daavât 21; Müslim, iman 86); mahşerde insanlar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, Allah’a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını isteyeceğini (Buhârî, tevhid 36; Müslim, iman 326-327; Tirmizi, kıyamet 10) buyurmuşlardır.
[4] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/1; Necm sûresi, 53/4-18.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/285-286.
[6] Bediüzzaman, Said Nursî, Hizbu hakâiki’n-nûriyye, s. 227 (Hulâsatu’l-hulâsa’da).


12 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Cin Nedir? Nasıl Çağrılır? Tedavide ve Kayıp Bulmakta Kullanılabilir mi? Cincilik Yapan Hocaların İslâm'da Yeri Nedir? Mahzuru Var mıdır? Uğraşan İlim Adamları Var mıdır?

Cin, “cenne” kökünden gelen bir kelimedir. “Cennet” ve “cinnet” de aynı kökten gelir. “Mecnun” kelimesi ise, ism-i mef’uldür ve cine tutulmuş gibi bir mânâya gelmektedir. Biz ona, delirmiş deriz. Cinin lügat mânâsına gelince, “mestur” demektir. Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun” diyoruz.

“Cennet” de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu a’lem- bütün bu işler için esbap plânında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.

Cinlerin varlığı, öteden beri münakaşası yapılagelmiş bir husustur. Tabiî, ruhla, melekle beraber. Aslında, enbiyâ-i izâm, onları görüp müşâhede ettikten, asfiyâ ile onların mülâkatları olduktan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka bir şey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki… Bilhassa, görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insafsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka bir şey olmasa gerek…

Hele cinin, dünyanın dört bir yanında, milyonların iştigal mevzuu hâline geldiği günümüzde… Ve hele hele, erbab-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!…

Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tespit etmeye çalışıyoruz. Meselâ makro âleme müteallik olanları teleskopla, mikro âleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır…

Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gayb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhanîler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir… Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında câzibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güneş, küre-i arzı etrafında döndürüyor. Dünya da ta’cilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya, Güneş etrafında bu ta’cilli hareketiyle dönerken, Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilelmerkeze karşılık, bir de anilmerkez var. Bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…

Şimdi ortada hiçbir şey yok o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte… derseniz. Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstein’a göre hayyiz olsun, netice değişmez…

Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu, itibarî, izafî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşv ü nema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz…

İşte bunlar Allah’ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabîl kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Câzibe (çekim) kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nisbî olmayıp hakikî birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: “Ruh, zîşuur bir kanun-u emrîdir.” “De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir.'”[1] hakikatini, bu kadar veciz takdim etme âdeta imkânsızdır. “Ruh, zîyahat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş câmi, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u haricî giydirse, her biri bir ruh olur. Eğer ruh, vücut libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.” [2] Aslında bununla her şey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar, çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşâhede edilmiştir. Ağaçlarda da öyle…

Size, bir dergide, bu mevzu ile alâkalı kaleme alınmış yazılardan birinin hulâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki: “Benim kanaatim buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vesairede bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden bu hareketleri izah etmeye imkân yoktur.” Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfi, güneş şuaları da besleyici mahiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Üç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsait görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim.” der gibidir… Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için meyvelerini döküverir. Ziraatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yani, ağaç “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibarıyla kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım.” demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebatların içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır.

Hem nasıl hücrenin içinde DNA molekülüne aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, DNA şifre gönderiyor, RNA da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.

Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhî ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında da, yine, Allah (celle celâluhu) vardır. Evet her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada inkâr edemeyeceğiniz Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermadır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir… Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “Galiba cinnet getirmişler.” diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Meselâ, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz… Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Cinni mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.” [3] diyor… Fotonlarla ve partiküllerle izah edilebilecek gibi bir şey… Amma, ne foton ne de partikül, mâric u nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatîf varlıklar… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükâbere ve mantıksızca bir iddiadır.

Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Meselâ, insanın “fahhar” gibi “salsal”dan yaratıldığını[4] anlattıktan sonra cin taifesinin üzerinde durur ve “Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.” [5] ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek, cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda bu kadar malumat veriyor. Nebiler dahil, sahabe-i kiram ve ehl-i keşif arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyorlardı. Evet, temessüllerle görüşüyor-konuşuyor ve münasebet kuruyorlardı. Evet, cinler, latîf bir madde ile zîşuur bir ruha sahip bulunup bu iki hususun bir araya gelmesiyle hâsıl olan ayrı bir buudu ihraz eder ve buudlarının hususiyetine göre temessül ederler. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin değişik temessüllere şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulak ardı edilmemelidir.

Latîf şeyler olan cinler, madde âlemine ait “nâr ve mâric”ten birtakım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrakliler, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak zekât vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı âlemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun… keza, berzah âleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir, göründükleri insanların mir’ât-ı ruhlarına aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Onun için, cinleri, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) başka, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) başka, Ebû Zer (radıyallâhu anh) de başka şekilde müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn Mesud, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hazreti Ömer, zayıf nahif bir insan şeklinde, Ebû Zer ise daha başka surette… Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.

Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve unvanlarla bu işle iştigal eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapsişik cemiyetler, daha ziyade cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri “Ruh ve Madde” daha sonra “Ruh Dünyası” dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddia ediyorlar. “Cinler ve ruhlar bizim hâkimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değil mi?” Bunların her zaman münakaşası yapılabilir…

Cinleri çağırıp teshîr etme meselesine gelince, ahir zamanda cinlerin içine girme çok daha ileri seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yani, âlem-i şehadete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezler- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme, cinlerle alâkalı istihbarat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.

Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele hâline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle alâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa “O kitabı kabul etmememi istiyorlar.” diye bağırıyor. Keza hasta, kitabın içinde ne olduğunu bilmediği hâlde kitabı koynuna koyarken “Hazreti Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?” diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hazreti Hamza’nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabı’nın isimlerini ihtiva ediyordu…)

Keza, hayır müesseselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın kaldığı binada, zaman zaman eşyanın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşâhedeler olmuştu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pek çok hâdiseye şahit olmuştu… Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken bir zamanlar şahit olduğu bir vak’ayı bana şöyle anlatmıştı: “Bir yerde, fincan kullanarak ruh çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. “Kimsin?” dedik. “Şeytan!” diye yazdı ve ürperdik. Hazreti Âdem’den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi, dedim:

“Sana Meyve’nin Altıncı Meselesi’ni[6] okusam dinler misin?”

“Dinlerim.” dedi ve okumaya başladım:

“Hem nasıl ki bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir.”

“Nasıl buldun?”

“Evet, güzel.”

Ben okumaya devam ettim:

“Aynen öyle de; bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri hâlde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i rahmâniyede bir lamba ve soba olan Güneş’imizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı Kâinatın Sultanı’nı, Münevviri’ni, Müdebbiri’ni, Sânii’ni, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.”

Buna karşı çok şiddetli şekilde:

“Hayır! Hayır!” yazdı.

Şimdi iyi dinle:

“Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.”

Tamam mı?

“Tamam.”

“Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”

Bir şey sormama lüzum kalmadan itirazı bastı:

“Hayır! Hayır!”

Ben okurken, misallere “Evet.”, misallerin gösterdikleri hakikatlere “Hayır.” çekip durdu. Ve sonra, kendisine:

“Cevşen’i okuyayım mı?” diye teklif ettim.

“Oku” dedi.

Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zaptedemiyordum. Bir aralık düştü. Bir ara da:

“Bırak şu gırgırı!” diye yazıverdi… Bu hususta büyük bir zat diyor ki:

“Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar.” [7]

İnsan ve cin şeytanlarının -dikkat edildiği zaman- tabirleri, ifadeleri, idyumları hep aynıdır. “Bırak şu gırgırı.” Ne kadar da suretâ insan olanlarınkine benziyor!..

Bazıları “Ruh çağırıyoruz.” diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cine, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddî, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum.

Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka bir şey değil…

İdyum: Deyim.
Lâyemut: Ölmez, ölümsüz.
Mâric u nâr: Hâlis ateş.
Perestiş etme: Tapma, kul olma, çok sevme.
Nimlatîf: Yarı latif, nüfuz edebilir, maddî-nuranî.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.

[1] İsrâ sûresi, 17/85.
[2] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 696, 697, 975, 976 (Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat, Üçüncü Menba ve Lemeât).
[3] Rahmân sûresi, 55/15.
[4] Rahmân sûresi, 55/14.
[5] Rahmân sûresi, 55/15.
[6] Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 193-277 (On Birinci Şua).
[7] Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 121-122 (13. Lem’a, Onuncu İşaret).


19 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlılar Hakkındaki Söylentilere Ne Dersiniz? Türkler Müslümanlığı Niçin Kabul Etmişlerdir?

Bilhassa son zamanlarda Osmanlılar için akla hayale gelmedik isnatlar, iftiralar yapıldı. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabında çok ciddî bir hususa temas ediyor. Mealen diyor ki:

“Bizim milletimiz kadar, kendi âbâ u ecdâdına düşman, beşer tarihinde ikinci bir millet gösteremezsiniz. Her milletin sonradan gelenleri (halefler), evvel gelmiş olanları (selefler), -ister ilim adamı, ister içtimaiyatçı, ister veli, ister edip olsun- alkışlamış ve tebrik etmiştir. Meselâ daha evvel, Batlamyus coğrafya ve kozmografyaya dair bir şeyler yazmıştı. Kopernic geldi, onun bir kısım yazdıklarına yanlış dedi. Ama, şu mânâda dedi: ‘Batlamyus ruhun şâd olsun! Gerçi söylediğin şeylerde eksikler var ama ne yapacaksın, devrinin kültürü o kadardı, o kadar söyleyebildin.’ Kopernic’ten az sonra Galileo, arkadan da Einstein geldi. Einstein, Kopernic’i de Galileo’yi de alkışladı; temellerini attıkları sistemden dolayı onlara teşekkür etti; tabiî yanlışlarını da düzeltti ve kat’iyen onları lânetlemedi. Evet, Batılı böyle düşünür…”

Sekiz asır evvel “sıfır”, Hindistan’dan Anadolu’ya, oradan da Müslümanların eliyle Avrupa’ya gitti. O gün Avrupalı, Roma rakamlarını kullanıyordu. Aslında, bu rakamlarla ne matematik, ne de hendese yapılabilirdi. Anadolu Müslüman’ı Avrupa’ya “sıfır”ı ulaştırdı. Sıfır oraya ulaşır ulaşmaz, âdeta rakamlara hayat geldi. Avrupalı bir ölçüde, bizim ilim adamlarımıza karşı nankörlük yaptı. Ama sıfırı kullanma meselesinde ve matematikle gelen yeni prensipler karşısında da, Müslümanların mesailerini takdirle karşıladı ve değerlendirdi. Sıfır olmasaydı, ciddî hiçbir mesele çözülemez ve feza fethedilemezdi. Bahşedilen bir sıfırdı ama; netice çok mühimdi.

Bizim millete gelince -bir fikir vermek için anlatıyorum- İmam Gazzâlî Hazretleri 1058’de dünyaya teşrif etmiş. Yaklaşık bin senelik bir zaman… Kendi devrinin kültürüne göre, meselâ astronomi, tıp ve hendese ilimlerine dair çok ileri şeyler söylemiş. Söylediği şeylerin çoğu devrini aşkındır. Onun hakkında Gibb, aynen şöyle der: “Ben insanlık âleminde böylesine kendi devrinin kültürünü çok iyi bilen ve kendinden sonrakilere intikal ettiren ikinci bir adam tanımıyorum.” Yani, Gazzâlî gibisini tanımıyorum, demektedir. Fahruddin Râzî’nin yazdığı kitapları yığsak, başımızı aşar. Ben, kendi hesabıma “Bu kadar şey yazılmaz.” diyorum. Sadece tefsire dair yazdığı eser aşağı yukarı altı bin yaprak… Hesap ediyorlar, çocukluğu dahil, hayatının her gününe 15-20 sayfa düşüyor. Size basit gelir ama; bir sayfayı yazmaya kalksanız, yarım saat, kırk dakikadan evvel yazamazsınız ve hele bunlar tenkit ve araştırma eseri ise…

Bu zatlar kendi devirlerinin kültürünü çok aşmışlar. Bir asır, iki asır, üç asır… Nazarlarını ötelerde, ötelerin de ötesinde gezdirmiş ve nazarlarının ulaşabildiği yere ayaklarını da koyabilmişlerdir. Ne acıdır ki, sonra gelen mirasyediler, bu muhteşem serveti daha ileriye götürememişlerdir. Meselâ, Benû Musa gelmiş, o güne göre Bağdat’ta en büyük rasathaneyi kurmuş; Avrupalının, şeytanlar Ay’dan, yıldızdan haber getiriyor zannettiği bir zamanda, onlar keşif üstüne keşifler yapmışlardır. Müslümanlar Endülüs’e gittiklerinde, orayı da ilim adına aynı şekilde feth ve keşfetmişlerdir.

Ama sonra, bazı zalim ülkeler değişik bahanelerle, hatta dinlerinin, diyanetlerinin tehdit altında olduğunu ileri sürerek üzerimize yürümüş, iflâhımızı kesmiş ve bizlere düşünme, çalışma, üretme fırsatı vermemişlerdir. Daha sonra ise, Avrupa kafalı kimseler, her şeyi Batıdan görerek, kendi kökünden kopmuş, kültüründen, mazisinden, kitabından, kütüphanesinden uzaklaşmış ve ortada kalmışlardır.

Her kültür, bir evvelki kültürün neticesi ve kendinden sonra gelecek kültürün de mukaddimesidir. Kültürlerin telâhuku, tıpkı bina gibidir. Sen o binanın yapısına bir şey koyacaksın, bir başkası gelecek, o da onun üstüne bir şey koyacak; derken böyle öze bağlı tabiî gelişme, iç içe sürüp gidecek… Nasıl ki, ilim ve felsefede Kopernic’ten, Galileo’ye, Newton’a, Einstein’a kadar böyle olmuştu…

Evet ben, bütün bu karmakarışık şeylerle sözü, Osmanlı düşmanlığına getirmek istiyorum.

Efendim, Osmanlılar minare yapacaklarına, neden ülkeyi fabrika bacalarıyla süslememişler? Bu maskaraca iddiaya gülmek lâzım… O devirde fabrika da, bacaları da henüz rüyalara bile girmemişti. O devirde yapılacak şeyin en büyüğü oydu ve onlar da onu yaptılar. Kaldı ki -düşmanların dahi itirafıyla- yeniçeri, milletten aldığı gücü, millete karşı kullanmasaydı Batılılardan hiç de geri kalmayacaktık. Osmanlı, kendi devrinin beyi, paşasıydı. Sözü o söylüyor, devletler arası dengeyi elinde o tutuyor, dünya çapında huzuru o temin ediyordu. İnkâr edenler etseler bile, bu işin mütehassısı olan Batılı münsif ilim adamları artık bunu itiraf ediyorlar.

Osmanlı düşmanlığı, Avrupalıların iğfali ve körü körüne onları taklitle yapılmaktadır. Meselâ bir zamanlar Fransızlar, Sultan İkinci Abdulhamid için “Le Sultan Rouge” demişler. Bizim gazeteler, bunu oradan alıp serlevha yaparak “Kızıl Sultan” diye hemen neşredivermişlerdir. Evet, bugün atalarımıza, soyumuza ait ne kadar sövmeler, küfürler varsa bütünüyle Avrupa’dan tercüme edilmiştir. Yani kaynak Avrupa’dır. Onun için, içimizde büyüklerimize karşı kullanılan hemen bütün uygunsuz laflar, neseb-i gayr-i sahih ve Avrupa menşeli kelimelerdir. Keşke, bu millet de en azından, Avrupalılar kadar kendi atalarına karşı saygılı olabilseydi!

Ayrıca biz, Osmanlı’nın, Müslümanlığı istismar ettiğini asla düşünemeyiz. Çünkü o, kuvvetli iken de, zayıf iken de Müslümanlığa sımsıkı sarılmıştı.

Sadece Osmanlılar değil, Alparslan’ın amcası Tuğrul Bey, Abbasî devleti başındaki Halife el-Kâim hilâfetin şahs-ı mânevîsini muhafaza ve müdafaa edemeyecek hâle gelince, Halife el-Kâim’in huzuruna edeple girdi. Aslında, buna hiç de mecbur değildi, ama karşısındaki zat, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait vazifeyi temsil ediyordu. Bel kırıp boyun bükerek makamında onu ziyaret etti. “Ben size dehalet ediyorum. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait büyük mânâların müdafaası hususunda bize düşen bir vazife varsa, emre âmâdeyiz.” dedi ve teslim oldu. Halife yine el-Kâim’di ama, hilâfeti muhafaza eden, onun bayraktar kumandanı Tuğrul Bey’di. O devirde Türklerden bin çadır birden Müslüman olmuştu. Tuğrul Bey de bunların idarecisiydi. Az bir tasarrufla, İsmail Hami Danişmend Bey’den naklettiğim bu satırlar, yüce milletimizin İslâm’a karşı tavrını göstermesi bakımından çok önemlidir. Şimdi rica ederim, Tuğrul Bey’in şu asil davranışının istismarla ne alâkası var? Tuğrul Bey’in bu asil davranışını istismarla alâkalı göstermek, şanlı milletimizi tanıyamama bahtsızlığından başka bir şey değildir.

Osmanlı’nın temelinde de işte bu ruh vardı. Ertuğrul Gazi de, baştan başa Anadolu’yu katedip Söğüt civarında bir yere yerleştiğinde, yine İslâm bayraktarı olarak yerleşmiş veya yerleştirilmişti. Müslümanlara karşı hiçbir menfi tavır ve vaziyeti olmadığı gibi, Halifeye de fevkalâde saygılıydı. Kayıboyu Söğüt’e yerleştiğinde, Anadolu’da başka beyler ve beylikler de vardı ve bunlar arasında kavgalar sürüp gidiyordu. Önce Ertuğrul Bey, sonra da Osman Gazi bu umumî kargaşa içinde sadece ve sadece nazarını Bizans’a dikmiş, onunla hesaplaşma yolları araştırıyordu. Bu öyle erkân-ı harpçe bir şeydi ki, bir taraftan Müslüman’a asıl hedefi gösteriliyor, diğer taraftan da Müslümanların kuşkulanmalarına meydan verilmiyordu. Osman Gazi ilk iş olarak Anadolu’daki beylikleri bir araya getirmeye çalışabilirdi. Fakat babasından aldığı vasiyet, sahip olduğu müthiş dirayet ve kiyaset, sonra da kayınpederi şeyhinden (Edebâlî) aldığı dersle fevkalâde itinalı, temkinli hareket ediyor ve “Müslümanların karşısında alternatif olarak küfür bulunursa, onlar benimle birleşirler, böylece kefere ve fecereyi ezeriz.” diyordu.

Bunun için, hedef olarak Bizans’ı seçmiş, onunla uğraşıyor ve mü’minlere kat’iyen sataşmıyor, onların arasındaki sürtüşmelere, vuruşmalara karışmıyordu. “Benim hedefim Bizans’tır ve bir gün Konstantin mutlaka fethedilecektir.” diyordu. Bu kadar coşkun bir insanın, Müslümanlığını istismarcılık ve jeopolitik olarak görüp göstermek kasıtlı değilse, akılsızlıktır. Osmanlı bütün samimiyetiyle altı asır, dünyanın en uzun ömürlü devletlerinden biri olarak, hiçbir aileye nasip olmamış bir lütfa mazhardır ve Kur’ân’ın bayraktarı bir millettir. Kim bilir, içteki ve dıştaki bir kısım hainler ona darbe vurmasalardı, bir, bir buçuk asır evvel, belki cihanın daha pek çok yerleri İslâm’ın gülen yüzüyle tanışmış olacaktı…

Osmanlılar en zayıf oldukları dönemde bile dinlerine sımsıkı bağlı idiler. Voltaire’in yüz kızartıcı bir eseri vardır. O, bu eseriyle, doğrudan doğruya gözümüzün nuru Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedef alıyordu. Tam devletin hasta olduğu devirde, Fransa, bu eserin sahnede temsil edilmesini kararlaştırıyor. Ama, yaralı ve hasta aslan, Efendisine (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan böyle bir hakaret karşısında kükrüyor. Kızıl Sultan dedikleri adam -yüz bin defa hâşâ!- Fransızlara ültimatom gönderiyor: “Benim ve bütün Müslümanların Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakaret eden bu piyesi oynatırsanız, Hindistan, Arabistan ve bütün İslâm âlemini aleyhinize ayaklandırırım.” -Keşke İslâm dünyasında o şuur olsaydı!Bu hasta aslanın kükreyişi, Fransa’da öyle bir sarsıntı meydana getirir ki, Fransızlar Voltaire’in piyesini temsile cesaret edemezler. Bu sefer, İngilizler sahneye koymak isterler; bizim yaralı aslan bir ültimatom da onlara gönderir; derken onlar da oynatamazlar. İşte şanlı ecdadımız budur!

Evet, hasta devrinde dahi Peygamberinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sakalına konacak bir gubar karşısında tir tir titreyen Osmanlı’ya uzatılan dil koparılmalı. Osmanlı, tarihte devlet olarak sahabeden sonra en muallâ mevkii işgal etmiş ve altı asır Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) adını bayraklaştırmış üstün bir millettir.

Allah’ın binlerce rahmet ve mağfireti üzerlerine olsun!

Gubar: Toz.
Telâhuk: Birbirine eklenme, katılma, birikim.

19 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Günümüzde Fen ve Tekniğe Ait Meselelerle İslâm'ı Anlatmak Yaygın Haldedir. Bunu Nasıl Görürsünüz?

Evet, günümüzde, çeşitli ilim dallarını ele alıyor ve onları birer adese yaparak, eşya ve hâdiselere, hatta dinî meselelere o adese ile bakıyor.. anlatırken de aynı usûle riayet ediyoruz. Meselâ “Cenâb-ı Hak vardır.” derken, diyoruz ki: Fizik ilmi mevzu olarak ele aldığı şu sahalarla Allah’ın varlığına delâlet ediyor. Kimya esrarengiz hâl ve hüviyetiyle, şu kanun ve yollarla aynı noktaya parmak basıyor. Astrofizik şu meselelerle Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ilân ediyor… vs.

Bazen de toplu olarak bunların hepsini nazara alıyor ve kâinat içinde cereyan eden, makro ve mikro plânda hâdiselerle O’nun varlığına ve birliğine dair deliller araştırıyoruz.

Bir kitap var, adı: “et-Tıb Mihrabü’l-İman.” Mânâsı: “Tıp ilmi imanın mihrabıdır.” Bu isim bana çok tonlu gelir. Bir insanın tıp tahsili yapıp da Allah’a inanmaması düşünülemez. Evet, o mihrapta hep imana dair meseleler okunur.

Çünkü insan anatomisi öyle baş döndürücü mahiyette yaratılmıştır ki, insanın hangi yanına bakarsanız bakınız, gördüğünüz âhenk karşısında kendinizden geçecek ve “Allahu Ekber” diyeceksiniz. Tıp işte böyle bir mihraptır!

Günümüzde umumiyet itibarıyla çeşitli ilimlere müracaat ederek dinimizi anlatmaya çalışıyoruz. Kur’ân’a bakarken ve baktırmaya çalışırken, onun mucizeliğini anlatma sadedinde bu ilimleri birer vasıta olarak kullanıyoruz. Meselâ, anne karnında ceninin geçirdiği embriyolojik safhalarda, çocuğun uğradığı kademelerin hepsi, Kur’ân’da, sırasıyla bugün tespit edilen ve ileride tespit edilecek olan keyfiyete göre ifade ediliyor.[1] Bugünün ileri tekniğiyle ve röntgen şuaları yardımıyla tespit edilen bu safhalar nasıl olmuştur da on dört asır evvel, ümmî bir Zât (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarafından tespit edilmiştir. Bir insana isnat edilmesi itibarıyla bu mümkün değildir. Öyle ise Kur’ân, Efendimiz’e ait bir söz olamaz. Bu kadar tahşidattan sonra da şu neticeye varıyoruz: Kur’ân Allah kelâmıdır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ispat, aynı zamanda onu bize tebliğ edenin risaletini de kabullenme demektir. Bunun ötesinde, imana ait hemen her meseleyi bu silsile içinde ele almak mümkündür.

Kur’ân’ın mucize oluşunu ispat sadedinde, müstakil olarak ve tafsilatıyla üzerinde durduğumuzdan, misallendirmeyi daha fazla uzatmak istemiyoruz.[2] Burada anlatmak istediğimiz husus şudur:

Biz, çeşitli ilimlere müracaat ediyoruz ve dinimizi onlarla anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü insanlığın kafa yapısı o noktaya gelip dayanmış bulunuyor. Maddeperest anlayış ve materyalist düşünce, ilim ve tekniğe ait meseleleri inkâr ve küfrüne birer malzeme olarak kullanma gayretindedir. Bu iğfal sebebiyle kafaları bulanmış ve bakışları kararmış insanımıza, aynı malzemeleri kullanarak, ilim ve tekniğin dine zıt ve düşman olmadığını ispat etmek zorundayız. Diğer bir tabirle, Marks, Engels ve Lenin gibi maddecilerin maddeyi değerlendirerek, inkâra gitmelerine karşılık, bizim de aynı maddeyi değerlendirerek imana yürümemiz âdeta bir vecibe hâline gelmiştir. Ben şahsen bunca tahşidatta hiçbir mahzur görmediğim gibi, günümüzün inanmış ilim adamlarının, bu gibi meseleleri çok daha rahat anlatabilecek seviyede kendilerini hazırlamaları gerektiğine de inanıyorum. Zira Kur’ân âyetleri yer yer elimizden tutarak bizleri, semalara çıkarır, yıldızların, galaksilerin, sistemlerin içinde gezdirir, seyrettirir ve kâinat çapında o muhteşemlerden muhteşem Cenâb-ı Hakk’ın saltanatının haşmetini tanıttırır. Sonra bizi insanlar arasında dolaştırır. İnsan azalarına dikkatimizi çeker ve bidayetten nihayete kadar, varlığı gözler önüne serer.. insanın teşrîhî durumunu ele alıp bu upuzun yolculuğu zerreler âlemine kadar sürdürür.[3] Bazen Allah’a karşı en saygılı insanın âlimler olacağını söyler[4] ve benzeri beyanlarıyla ilme teşvikte bulunur; daha birçok ilmî ve fennî meselelere parmak basar, muhataplarına araştırma ve düşünmeyi tavsiye eder. Ne var ki, bu mevzuda anlatılan hususların, Kur’ân’ın ruhuna uygun olmasını ilk şart olarak göz önünde bulundurmak lâzımdır. Yoksa Kur’ân adına Kur’ân tahrif edilmiş olur.

Bu arada usûl bakımından bir iki hususa dikkati çekmekte yarar görüyoruz:

Birincisi: İslâm’a ait hakikatleri anlatmaya sadece bir vesile ve vasıta olarak kullanılması gereken bu gibi mevzuları, kendi kendimizi göstermeye ve ilmimizi ispat etmeye vasıta olarak kullanmaya kalkınca, her şey değişir ve anlattıklarımızın hiçbiri muhataba tesir etmez hâle gelir. Ağzımızdan çıkarken apaydın ve nurlu olarak çıkan bu hakikatler, kalbteki niyetle orantılı olarak nurunu ve aydınlığını kaybeder ve kapkaranlık bir hâlde bize geri döner. Konuştuklarımızın iknaya yönelik olması gerekirken, ilzâmı hedefler ve ona göre bir şeyler söylemeye çalışırsak, aksi düşüncedeki muhatabımızın gönlüne girme yollarımızı tıkadığımızdan dolayı hiçbir zaman müessir olamayız. Hâlbuki bunun aksine davrandığımız zamanlarda, biz farkında olmasak bile dinleyenler arasında mevzua ihtiyaç duyanlar, hisselerini alır ve istifade ederler. Çünkü artık kendimizi değil, bizzat hakikatin kendisini göstermek niyetini taşıyoruz. Hatta bazen öyle olur ki, sizin herhangi bir meseleyi çapına uygun anlatamadığınızı düşündüğünüz bir sohbetiniz, talâkat-ı lisaniyenizin fevkalâde olduğuna inandığınız bir başka konuşmanızdan daha tesirli ve daha istifadeli olmuştur. Demek ki bu mevzuları anlatmada en birinci gaye ve hedef, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil ve bize ait hakikatleri, muhatabın seviyesine göre takdim olmalıdır.

İkincisi: Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzuları anlatma gayretine girmek kat’iyen doğru değildir. Hele, kendi meselelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehâlükle bu mevzulardan bahsedip meselelerimize itibar ve güç kazandırmayı hedeflemek, kabul ettiğimiz hakikatlere karşı saygısızlığın ifadesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin söylediğini esas kabul edip, kendi meselelerimizi onlara tasdik ettirmek, hiçbir yönüyle tecviz edilecek gibi değildir.

Arzu edilirse mevzuu şöyle toparlayabiliriz:

İlimler, vicdanlarımızda meknî hakikate konan, toz ve toprağı süpürmek için birer vasıta, birer süpürgeden ibarettir. Yoksa Allah korusun ilimlerin gösterdiğinin doğruluğundan hareket etmeye başlarsak, âyet ve hadisleri onlara uydurmaya çalışır ve uymadığı yerde de hem kendimiz hem de muhatabımızı şüphe ve tereddüde düşürmüş oluruz. Hâlbuki bizim hareket noktamız şu olmalıdır:

Allah’ın ve Resûlü’nün beyanları doğrudur. İlimlerin söyledikleri de bu beyanlara uyduğu sürece doğru sayılır. İnhirafları ölçüsünde de yanlıştır. Aynı zamanda ilimlerin doğru olan kısmı dahi, imanî hakikatleri ayakta tutucu kaideler değillerdir. Bunlar imanî meselelerde ancak fikir verici ve düşündürücü mahiyette kabul edilebilirler. İmanî hakikatleri vicdanımıza yerleştirip tespit edene gelince o, doğrudan doğruya Rabbimizin hidayet elidir. Cenâb-ı Hakk’ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünkü o, bütün bir hayat, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bile olmadan kendisi de hep bir natüralist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdanında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emaresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyetini hissedemeyecek; zâhiren tabiatperestlikten kurtulacak ama hayatının sonuna kadar bir natüralist olarak ömür sürecektir.

Onun içindir ki, ilimlere tebeî bir nazarla bakmalıdır. Ve insan bütün ilimlere ait delillere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vesvese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakikatler o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu meseleyi ışık cümbüşü içinde destanlaştıranlar dahi bir yere gelince benim vicdanımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilave edemeyeceklerdir.

İnsan kalbindeki imanıyla mü’mindir, kafasındaki malumat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan, âfakî veya enfüsî delillerle sıçrayabileceği mesafeye çıktıktan sonra eğer bunların zâhirî keyfiyetlerinden sıyrılmazsa, terakki adına bir adım dahi atamaz; o, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atacak ve doğrudan doğruya, Kur’ân’ın aydınlık tayfları altında, kalb ve vicdanının nurlu yolunda yürüyecektir ki, o zaman aradığı aydınlığa ulaşabilsin.

Bir Batılı düşünür, “Allah’a lâyıkıyla inanabilmek için okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum.” der. Şüphesiz, kâinat kitabının, insanın kendi mahiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri vardır. Fakat bunlar vazifelerini tamamladıktan sonra, insan, onlardan sıyrılmalı ve imanıyla baş başa kalmalıdır. Bütün bu anlattıklarımız biraz tecrübeye dayanan meselelerdir. Vicdanî tecrübeleriyle derinleşemeyenlere bu dediklerimiz nazarî gelebilir. Fakat geceleri aydın ve Rabb’e iştiyak içinde kanatlanmış ruhlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar…!

Talâkat-ı lisaniye: Düzgün, akıcı ve güzel konuşabilme hâli.
Meknî: Gizli, saklı.
Tebeî: Aslî olmayan, başka bir asla tâbi olan, dolaylı.

[1] Bkz.: Hac sûresi, 22/5; Zümer sûresi, 39/6.
[2] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/9-25. (“Kur’ân, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı olamaz mı? Değilse nasıl ispat edilir?” sorusuna verilen cevap.)
[3] Bkz.: Mü’minûn sûresi, 23/13-14.
[4] Bkz.: Fâtır sûresi, 35/28.

24 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

İmama İtaatın Hükmü Nedir? Kur'an, Ulü'l-Emre İtaat Edin, Buyuruyor?

Evet, Kur’an Ulu’l Emre itaatı emrediyor: “Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin.” (Nisa/59) diyor. Yani, “Ey iman edenler, Allah’a itaat ve inkıyad dairesi içine girin. O’na karşı başkaldırıp serkeşlik etmeyin. Allah’ın Rasûlü’ne -harf-i tarifle anlatılan o belli Rasûle- de itaat edin.” (Biz, diğer peygam-berleri de sever ve kabulleniriz. Zira biz, onlara itaat ve sevgiyi, o belli Rasûl ile öğrendik. Peygamberlerin kadr-u kıymetini, O’nun elimize uzattığı ölçü ile ölçüp anladık. Mesih, O’nun nûrlu beyanı içinde, bizim gözümüzün önünde büyük bir peygamber olarak abideleşti, yoksa O, teslisle karartılmış ve kilisede, evet o karanlık zeminde tamamen tanınmaz hale gelmişti. Hz. Mesih’ten Hz. Adem’e kadar bütün peygamberleri O’nun sayesinde tanıdık. Öyleyse, diğerlerini tanımak istiyorsanız, evvela o belli Rasûl’ü tanıyınız, O’na itaat ve inkiyad ediniz!. Ve yine O’nun aydınlık ikliminde ışıktan birer yumak haline geliniz. İşte o zamanı her şey aydınlığa kavuşacaktır.

“Medyun O’na cemiyyeti, medyûn O’ne ferdi;
Medyundur O masuma bütün bir beşeriyyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”

“Ve uli’l emri minküm” Yani “Rasûl’ün aydınlık yolunda, O’nun yürüdüğü şehrahı bulmuş, sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz.” Üç-beş kişiyi idare edenden, binlercesini, milyonlarcasını idare edenlere kadar, Allah’ın gös-terdiği, Rasûl’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli, kararlı olan bütün önderlere, bütün liderlere tabi olunuz! Yerinde ve belli ölçüler içinde. Öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da başkaldırılmasa hatta bir ölçüde müdârat ve mümâşat yapılsa bile; mutlak itaat edileceklerin peygamber çizgisinde olmaları şarttır.

Âyet, birbirine bağlı, Allah’a, Rasûl’e ve ulu’l emre olmak üzere üç itaattan bahsediyor. Peygamber, bütün büyüklüğünü, ihtişam ve celadetini, Allah’ın elçisi olmada kazanmıştır. O bir insandır, fakat bizim Allah’a ulaşmamız yolunda, gaye çapında bir vesiledir. Biz de bu vesileye tutunmuş gidiyoruz. Efendimizin elinde bulunan vesile öyle bir iptir ki, biz o ipe tutunduğumuz zaman Allah’a ulaşırız. Zira bu ipin öbür ucu Allah’ın elindedir. Efendimiz (sav) Kur’an’ı anlatırken öyle buyuruyor: “Kur’an öyle bir iptir ki bir ucu Allah’ın elindedir, kim ona tutunursa, Allah’a yükselir.” İşte, Nebi Cenab-ı Hakk’ın emirleriyle ve bizim Allah’a karşı vazifelerimizle böyle içli dışlı olmuş ve böyle bütünleşmiştir. Nebi, Allah değildir. Hıristiyanların Hz.Mesih için dedikleri gibi, Allah’ın tahtının bir yanına oturmuş da değildir. Fakat yeryüzünde O, “Bir Mir’at-ı mücella dır ki, O’nda Allah görünür daim.”

Zatıma mir’at edindim zatını,
Bile yazdım adım ile adını.

diyen Süleyman Çelebi’nin ifadesi içinde, O’na bakmadan Allah’ı görmek imkansızdır.

Şimdi, bu yol buraya kadar aydın olduğu gibi O’ndan sonra da aydın olarak devam edecektir. “Ve uli’l emri minküm” Rasûl nasıl Allah hesabına hükmeder, karar verir ve itaat ister, aynen öyle de “Ulu’l emr” dediğimiz kimseler de evvelâ, Rasûlullah’ın yolunda olacak, O’nu dinleyecek, O’na itaat edeceklerdir.. İşte Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir, işte Faruk-u Âzam Ömer, işte Zinnûreyn Osman, işte Haydar-i Kerrar, Şah-ı merdan Hz.Ali (ra). Bunlar, bir göz açıp kapayacak kadar dahi Efendimiz’e (sav) muhalefet etmemişlerdir. Muhalefettense, yerin dibine girmeyi yeğlemişlerdir. Sonra da mü’minler bu türlü emirlere itaat ve inkıyad edeceklerdir. Aksine çok büyük hizmetler yapsalar da Allah Rasûlü’ne muhalefetleri nisbetinde inkıyad edilme hakkını kaybederler. Onun için emir olma mutlaka itaatı gerektirmez. Emir, emirliğinin yanında eğer Rasûlullah’a sımsıkı bağlı ise ona da itaat edilir. Hem de ibadet neşvesi içinde. Şimdi eğer mü’minler, yukarıdaki ölçülere uygun hareket etmiyorlarsa, bildikleri şer’î maslahatlar, ve mecbûr oldukları zarûretler vardır. Dine hizmet, ve “i’lâ-i kelimetullah” sulholmayı, inkıyadı ve müsbet hareket etmeyi emrediyorsa, bütün dünya toplansa, onlara menfî hareketin en küçüğünü dahi yaptırtamaz.

İkincisi; itaat dairesi, çok geniş ve mütedahildir. Efendimiz (sav) buyururlar ki: “Eğer bir yerde üç kişi bulunursa, bir tanesi onlara emîr olsun.” Üç kişinin birisi emîr olacak ve diğer iki kişi onu dinleyip ona itaat edecekdir. Bir yolculuğa çıkarken, içlerinden biri emîr seçilecek; oturma-kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme veya durma, hepsi ona sorulacaktır. İşte, itaat dairesi ta buradan başlar!

Namaz bize itaatı talim eder. Çünkü imam, “yat” der yatarız, “kalk” der kalkarız. Böylece bir askerin talim ve terbiye ile disipline edilişi gibi, namaz da temel hedefinin yanında bizi disipline eder. Esasen cemaatle namaz kılarken de söz dinlemeye alışırız.

Bilhassa yüce bir davaya gönül vermiş olan mü’minler, Müslümanlığı alakadar eden mevzularda, kat’iyyen kendi başlarına hareket edemezler. Görüşürler, konuşurlar, meşveret ederler; gerekirse, meşveret söz kesen birine götürülür, iş onun tesbitiyle bağlanır ve ondan sonra ortaya konan her ne ise, herkes o hususta itaat ve inkıyad eder. Hadd-i zatında, meşveretle hareket eden bir ulu’l emrin arkasındaki mü’minler onu kabullenme içinde Hakk’a itaat etmiş olurlar.

Evet, Hakk’ın hatırı için, Efendimiz’in beyanıyla “saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahi bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” “İsmeû ve etîû velev üstü’mile aleyküm abdün habeşiyyün keenne re’sehû zebîbetün”le anlatılan kimselere dahî itaat edeceğiz. Tarihi gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi için, siyahi bir köleye itaat mümkün değildi. Ama Efendimiz bütün cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ve O’nun bu ifadeleri aynı zamanda; “İmam mutlaka Kureyş’den mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine de beraberinde getirmişti. Demek ki Habeşli bir köle imam olabilecekti…

Hülâsa, mü’minler, iman ve Kur’an hizmeti adına yapacakları her meseleyi meşveret edecek, neticede meseleyi bir hükme bağlayacaklar ve bir söz kesen de bu hükmü noktalayacaktır. Bundan sonra ise artık itaat ve inkıyad faslı başlar. Aksi takdirde herkes kendi kafasına göre hareket ederse, ondan anarşi doğar. Kalbler bir noktada ittihad ve ittifak edemediğinden dolayı da Cenab-ı Hak, cemaate lûtfedeceği şeylerden onları mahrum bırakır. Ferd hususi meziyet ve fazîletleriyle belli şeylere taliptir ve Allah onları verir. Ama cemaate Allah’ın vereceği bazı şeyler vardır ki, onlar ancak cemaat halinde istendiği zaman verilir. İnsanlar şayet cemaat yapısını bozmuş ve parçalamışlarsa, teker teker ve münferit hareket ediyorlarsa, Allah’ın, cemaata terettüp eden lütûflarından mahrum kalırlar. Bir istiska duası, bir hüsuf ve küsuf namazı, bir bayram namazı, bir Arafat’ta toplanma vazifesi.. evet bütün bunlar, cemaatle yapılır, cemaatle eda edilir. Zaten bu mükellefiyetler de Müslümanların cemaat olma seviyesine ulaşmalarından sonra bahismevzuu olmuştur.

Namaz Mekke’de farz kılınmış olmasına rağmen, Cuma namazı Medine’de farz kılınmıştır. Zira Mekke’de henüz bir cemaat teşekkül etmiş değildi. Ne zaman ki mü’minler hicretle cemaatleşti, işte o zaman Cuma namazının farziyeti söz konusu edildi.

Halbuki Medine’de bu merhale daha önce katedilmişti. Gerçi Cuma farz değildi; ama Es’ad b. Zürare, cuma günleri, Medine Müslümanlarını toplar ve onlara cuma namazı kıldırırdı. Çünki Medine cemaatleşme adına, o gün için Mekke’den daha müsaitti.

Belki de kader, Es’ad b. Zürare, Allah Rasûlü’nün arkasında cuma namazı kılamayacak diye onu bu nasipten mahrum bırakmak istememiştir! Zira Allah Rasûlü’nün şeref kudüm buyurduğu dakikalarda, Esad b. Zürare ebedî yolculuğa çıkmış bulunuyordu. Seniye-i Veda’da söylenen türküleri o, berzahtan dinleyecekti. Bera bin Azib (ra) ne zaman Esad b. Zürare’yi hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da bunları anlatırdı.

İtaat, cemaat olmaya has bir hal ve keyfiyettir. İnsanlar cemaat halinde hareket etmeye başladıkları andan itibaren büyük veya küçük her dairede itaat ve inkıyad da önem kazanmıştır.

Bir mü’min, itaatın ne demek olduğunu bilmeli ve mutlaka etmelidir. Efendimiz, kemal-i hassasiyetle bu iş üzerinde durmuş ve bu duygunun gelişmesi için lazım gelen her şeyi yapmıştır. Biz bu mevzuda sadece bir-iki misal arz edeceğiz.

Ammar b. Yasir ve Halid İbn-i Velid beraberce bir birlikte bulunuyorlardı. Bunların aralarında bir huzursuzluk çıktı. Halid, Ammar’a biraz sert konuştu. Bunun üzerine Efendimiz (sav) ikisinin de hakkını verdi: (Ammar Sabikûn-u evvelinden yani ilk Müslüman olanlardandı. Fakat Halid de o birliğin başında kumandandı.) Ammar’a “Kumandanınıza itaat edeceksiniz.” dedi. Fakat beri taraftan da Halid’e: “Sakın sakın Ashabıma ilişmeyin” dedi. Çünkü o daha önce iman etmişti.

Allah Rasûlü bir seriyye gönderiyordu. Onlara, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Daha sonra yolda seriyye kumandanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Rasûlü mutlak itaatı emretti” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için Müslüman olduk. Gidip Rasûl-i Ekrem’e (sav) soralım. Eğer bu hususta da kumandana itaat edilecekse o zaman kendimizi ateşe atalım” karşılığını verdiler. Medine’ye dönüldüğünde durum Allah Rasûlü’ne intikal ettirildi. Efendimiz: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyyen ondan çıkamazdınız” buyurdu. Yani Cehenneme giderdiniz. Allah’a isyanda mahluka itaat olmaz. Demek ki, Allah’la isyanın dışında her şeyde Emîre itaat edilecek..!

İtaat anlayışını kuvvetlendirmek için, Efendimiz (sav), Hudeybiye’den sonra, Mu’te’ye gönderdiği ordunun başına azadlı kölesi ve evlatlığı Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etti. Oysa ki, ordunun içinde Cafer İbn-i Ebu Talib vardı. Cafer çok büyük bir insandı. O, yaptığı işler itibariyle eşsizdir ve ona hayranlık duymamak mümkün değildir. O, Hz.Ali Efendimiz’den tam 8 yaş büyüktü. Müslümanlığı önceden tanıyanlardandı. Habeşistan’a hicret etmiş ve orada Necaşi’nin karşısında Kur’an okumuş, konuşmuş ve ona te’sir etmişti.

Zaten nâfiz’ül kelâmdı, tesirli konuşurdu. Şimdi de kılıcını kullanma zamanı gelmişti. Doğrusu o, bu mevzuda da hatırı sayılırdı. Ama Efendimiz, bütün bu meziyetlerine rağmen Cafer’in başına Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Mute’de düşman ordusunu hesap eden mağazi yazarları, üçyüzbin kişi olduklarını söylüyorlar. O kadar olmasa bile, zannediyorum yüzbin olduğunda şüphe yoktu. Bu yüzbinlik ordunun karşısında da sadece üçbin Müslüman vardı. Bir insanın kaç kişiyle dövüştüğünü lütfen bir düşünün. İşte Cafer’i adım adım takip edenler derler ki, başına, gözüne, kulağına inen her kılıç darbesi, ağaç buduyor gibi onu budarken, bir an olsun yüzünü düşmandan çevirmedi. Bu manzarayı mânevî bir ekranda seyrediyor gibi seyreden Efendimiz, Medine Mescidinde oturmuş ve olanları teferruatıyla Ashabına anlatıyordu. Bir ara, Cafer’i cennette gördüğünü, diğerlerinin boynunda birer tasma olduğu halde, onun kayıtsız, dümdüz yürüyüp gittiğini haber verdi ve tablonun diğer yüzündeki durumu da şöyle izah etti: Diğer komutanlar sıkışdıklarında, başlarını hafif sağa-sola çevirdiler. Cafer işte, yaşama endişesine hiç düşmeden dosdoğru yürüyüp gitti… İşte Cafer buydu. Ama yine de ordunun başında Cafer değil de Zeyd İbn-i Hârise vardı. Bu azatlı köleye herkes itaat etti ve dinledi. Hatta bir aralık, “Bu kadar düşman karşımıza çıkınca Efendimiz’e haber versek de sonra yapacağımızı yapsak” diyenler oldu. O zaman Zeyd İbn-i Hârise öne atıldı ve dinleyip, itaat etmelerini söyledi ve “ne olursa olsun Efendimiz bize geri gelin diye bir şey söylemedi. Öyleyse dayanacak ve burada hepimiz şehid olacağız!” dedi. Mute’de üç kumandan şehid olmuştu. Ondan sonradır ki, Halid zuhûr etti. Âdeta o ana kadar akan kanlar Halid’i yiyip bitiriyordu. Şimdi artık O konuşacaktı. Müslümanların ilelebed iftihar edecekleri Halid bin Velid’in Müslümanlığı kabullenmesinin üzerinden henüz bir kaç ay geçmemişdi ki, kendini bu çetinlerden çetin muharebenin ortasında buldu. Buldu ve savaşa iştirak için adetâ yanıp tutuşuyordu. Bazı meğazi yazarlarına göre, Efendimiz önce Halid’in savaşa iştirakını istememiş, fakat, sonra bu düşüncesinden vazgeçip izin vermişti. Şimdi soralım acaba Halid, Kur’an’dan 60 gün içinde ne öğrenmişti? Efendimiz’i ne kadar tanımıştı? Tanımıştı ki, içtimaî mevkiine rağmen, kendinden evvelki zatların emrine girip çalışmış ve bilmeyerek kaderin kendi hakkındaki hükmünü beklemişti. Birinci kumandan şehid olduktan sonra sıra ile Cafer İbn-i Ebu Talib ve dili kadar kılıcı da keskin Abdullah İbn-i Revaha da şehid düşmüş ve peşipeşine cereyan eden hadiseler adetâ, şanlı bir geleceğe namzet olan büyük kumandanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.

Şimdi bir de meseleye cemaat ruhu ve itaat açısından bakalım: Efendimiz (sav) bir azatlı köleye itaat ve inkıyadı, onu kumandan nasbederek öğretmiş oluyordu. Tabii böyle bir operasyonu günümüzün şartlarına görede değerlendirmemek icab eder. Zira o gün, köle hayvan muamelesi görüyor, efendileriyle beraber oturup yemek yiyemiyor, üçüncü sınıf bir insan olarak kabul ediliyordu. İşte Efendimiz (sav) öyle birisini, onların başına getirdi; “itaat ve inkıyad edin” buyurdu. Bu mevzuda Efendimiz (sav), o kadar ısrarlıydı ki, vefat etmeden bir kaç gün evvel babasının intikamını almak ve düşmanlara ders vermek üzere, Bizans’a teşkil buyurdukları bir ordunun başına, 20 yaşını henüz doldurmuş, Üsame İbn-i Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Halbuki bu orduda Ebu Bekirler, Ömerler birer nefer olarak bulunuyordu. Bununla da Efendimiz, yine bir cahiliye düşüncesini yıkmak; itaat ve inkıyad ruhunu oturtmak istiyordu. Çünkü Üsame, bir kölenin evladı ve fakirlerden fakir bir insan idi. Efendimiz (sav) de işte böyle fakir, genç ve bir köleden doğma birisine itaat ettirmek suretiyle, itaatin ne demek olduğuna dikkat çekiyordu. Allah Rasûlü, bütün hayatı seniyeleri boyunca itaat ve inkıyada çok ehemmiyet vermişti…

Yeniden onun düşünce dünyasında hizmet-i imaniye ve İslâmiye ile gerilen ve yeni bir diriliş hazırlayan günümüzün kudsileri, evet bu güzideler kadrosu da -inşallah- aynı şuurla meseleye sahip çıkarlar. Aksi taktirde her türlü perişanlık, dağınıklık, itaatsızlık, Müslümanları uzun zaman tünelde iki büklüm yürümeye mecbur ve mahkum edecektir.

Halbuki, insanımızın uzun süre beklemeye tahammül ve gücü yoktur. Kudsiler doğrulmak ve bu tüneli en kısa zamanda geçmek zorundadırlar. Ta ki, itaat ve inkıyatları bereketiyle, canı dudağına gelmiş insanların gönüllerine biraz ümit üflemiş olsunlar!

31 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

"Ruhlar Mütegayyir Olmadığına Göre Hâdis de Olamaz" Sualine Nasıl Cevap Verebiliriz?

Bu da kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar var: Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmaktadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimî bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh “Bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberra birisi dizmiş, tanzim etmiştir.” diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir Zât’ın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden her şey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberra olan bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya (celle celâluhu) delâlet eder ki, O da Allah’tır, Vâcibü’l-Vücud’dur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, arızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte Zât-ı Ulûhiyet için serdedilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.

Allah, mütegayyir değildir; Allah değişmez, O yemez, içmez, israfâtı, vâridâtı yoktur. Ezelîdir; varlığı Zâtî ve Kendindendir, aynı zamanda da ebedîdir.

Öbür taraftan, ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkep değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur’ân’ın beyanıyla, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hâsıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah’ın emriyle meydana gelen, zîşuur nuranî kanunlardan ibarettir. Tohumdaki nemalanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi ruh da bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.

Ruh maddeden mürekkep olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile -hâşâ- bazılarının aklına, Allah’a benziyor gibi bir şey gelmekte. Yani, Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?

Allah’ın tebeddülden, tegayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberra olması Zât’ındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kaim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil her şey O’nunla kaimdir. Her şey elini O’na uzatmış istiane etmekte, O ise, “iyyâke nestaîn”[1] sözü ile yapılan bütün istianelere iane etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah’ın yardım elini uzattığı mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kaimdir. Evet, ruh da Allah’a dayandığı sürece vardır. Allah’a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.

Bir misalle arz edecek olursak, Güneş’te şua, ışık ve renkler vardır. Ay’da da bunu müşâhede ederiz. Fakat Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’da o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ay’ın üzerindeki o arazî ışıklar, Güneş’te zatî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş’i yok farz ettiğimiz zaman, Ay’ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneş’i bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur’ân Ay için “nur”[2] veya “münîr”[3] tabirini, Güneş için ise “parıl parıl yanan bir lamba”[4] ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenâb-ı Hak için pek uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.

Ahirette de Allah, ruh ile beraber cesetleri de bâkî kılacaktır. Allah bâkî, onlar da bâkî, ama onların bekâsı Allah ile kaim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat O’nun varlığı kendi Zât’ı ile kaim. Onlar yok olabilirler ama Zât-ı Ecell-i A’lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberradır.

Besâtet: Basitlik, sadelik.
Elvan u eşkâl: Renkler ve şekiller. Kevnî: Varlık âlemiyle ilgili. Müberra: Uzak, beri.
Mütegayyir: Değişen. Bir hâlden başka bir hâle geçen.
Tebeddül-tegayyür: Değişme, başkalaşma.

[1] “Yalnız Senden medet umarız.” (Fatiha sûresi, 1/5)
[2] Yûnus sûresi, 10/5; Nuh sûresi, 71/1.
[3] Furkân sûresi, 25/61.
[4] Furkân sûresi, 25/61; Nuh sûresi, 71/16; Nebe’ sûresi, 78/13.

07 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Yoktan Var Olmaz, Vardan da Yok Olamaz Diyorlar. Zamanımızda Geçerli midir?

Lavoisier’e dayandırılan bu söz sadece bir iddiadır. Diyorlar ki: ‘Madde enerjiden mürekkeb ve enerjinin şekillenmiş halidir. Madde-enerji, enerji-madde bir devr-i daim halinde sürer gider. Demek ki, var yok olmaz, yok da var olmaz. Meselâ, yeryüzünde insanlar var olurlar, öldüklerinde çürür ve bu sefer de toprak olurlar. Ve varlıklarını toprak şeklinde devam ettirirler. Güneşteki hidrojen helyuma çevrilir, ondan çıkan şua, radyasyon ve çeşitli boydaki dalgalar, dünyanın yedi bucağına yayılır hatta birçok sistemlere kadar gider, ve onlar da kendilerine göre bunlardan istifade ederler. Yani, değişen sadece varlığın keyfiyetidir; yoksa bizzat varlık hep devam etmektedir.’

Evvela, Lavoisier ‘Var yok olmaz, yok da var olmaz’ derken bunu eşyanın kendisine nispet ederek söylemektedir. Yani, hiçbir varlık kendi kendine yok olmaz. Yok olan da yine kendi kendine var olamaz. Aynı zamanda, var ve yok etme gücüne sahip olamayan, sebepler, tesadüfler; hatta varlık içinde en kabiliyetli olan insanlar dahi, bu hükme dahildirler.. onlar da bir varı yok, bir yoku da var edemezler. Onların eliyle sadece terkipler değişir; varlık varlığını devam ettirirken, yok da ebediyyen yok olarak kalır. Ancak, mes’ele Cenâb-ı Hakk’a (cc) isnat edildiğinde bu hüküm tamamen tersine çevrilir. Allah (cc) varı yok eder, yoku da var eder. Her baharda binlerce, yüz binlerce, yoktan ve hiçten yaratılan bunca nebâtatı gördüğü halde, yok var olmaz diyen muannid evvelâ kendisi yok olmalıdır. Evet, Allah (cc) varı yok eder yoku da var eder. Zaten Lavoisier’nin de buna bir itirazı yoktur.

İkincisi: Varlık veya yokluk bizim mâlumatımızın dar mahbesine sıkıştırdığımız şeylerden mi ibarettir ki böyle bir iddiada bulunmak doğru olsun!

Epikür ve Tales’ten bu yana maddenin en küçük parçası olarak bilinen atom bugün daha küçük parçalara ayrılmış olarak bilinmektedir. Atom, kendi çekirdeğinin etrafında dönen, eksi yüklü elektronlar, artı yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan müteşekkildir. Dün bilinmeyen bu husus bugün herkesin malumudur; ve bugün yine her kesin malumudur ki, bunlar durmadan dalga neşretmektedirler. Görülüyor ki, bilgilerimiz daima yenileniyor ve bilgi dağarcımıza her an yeni bilgiler ilâve oluyor. Atom nazariyesi bir çok değişikliğe uğraya dursun, belli bir dönemde foton nazariyesi ortaya atıldı ve ilim adamları artık bütün mesâilerini partiküller üzerine teksif etmeye başladılar. Biz çok şey bildiğimizi zannediyoruz; halbuki çok şey bilmiyoruz. Varlık hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nisbetle deryada katre kalır…

Biz yine düne kadar, her şeyin atomdan meydana geldiğini kabul ediyorduk. Ancak bugün anti-madde nazariyesiyle atomun karşısında da bir anti-atom olduğu söylenmektedir ki, ‘Daha bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı’ (Yasin/36) manâsına gelen âyetin içinde bu manâyı düşünmek de mümkündür.

Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu ilmî gerçeklere ve telkin ettiği îmana bakınız ki, ‘Atomdan seyyarata kadar, her şeyi Cenâb-ı Hakk (cc) çift olarak yarattı. Tek olan birisi vardır o da Allah’tır (cc).’ Sadece O tek olan Zât’tır ki, parçalanmaz, bölünmez, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez, kemmî ve keyfî olarak ele alınmaz. O zâtında vardır ve bir Zât-ı ecell-i âlâdır. Tebeddülden, tağayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberrâdır.

Anderson’dan Asimov’a kadar, fizik ve astrofizik dünyasında yeni bir görüş olarak üzerinde durulan, anti-madde, anti-atom, anti-proton ve anti-nötron hususu bilgi sınırımızı tesbitte ve bilgi kapasitemizin azlığı mevzûunda düşüncelerimize bir buud daha kazandıracak mahiyettedir. Çok şey bildiğini zanneden insan, hiçbir şey bilmediğini bu yeni gelişmelerle daha iyi anlamış durumdadır. Zaten okudukça insanın, bir taraftan ilmi, diğer taraftan da cehâleti artmaktadır.

Anderson, pozitronu bulduktan sonra, elektron yerinde dönen başka bir şey buldu. Çünkü bu bulduğu artı yüklüydü. Halbuki elektron eksi yüklü olması gerekiyordu. Bu, maddenin karşısında zıt bir maddenin olduğunu ispat ediyordu. İlim dünyası şimdi bu sırrı çözmekle meşgul ve yoğun bir faaliyet içinde çalışıp durmaktadır. Bir de sıralamayı devam ettirirsek, bakın iş nereye kadar uzayacakdır: Anti-x, anti-partikül, anti-proton, anti-nötron, anti-elektron, anti-molekül. Ondan sonra da canlılara gelelim. (Yalnız şimdilik böyle bir tabir bilinmiyor) anti-bitki, anti hayvan, anti-insan ve anti-dünya…vs.

Çok sözleri kehânet derecesine varan Einstein demiştir ki, ‘Görünen üç buudlu mekanın dördüncü bir buudu daha vardır; o da zamandır.’ Tabii ki bu sezip görebilmeye bağlıdır. Siz o mekanın içinde bulunsanız, eşyaya bakışınız başka türlü olacaktır. Öyleyse, içinde bulunduğumuz mekânın dışında bu mekandan başka bir mekân vardır. Ve bu mekan hiçbir zaman başka bir maddenin değişmesinden teşekkül etmiş değildir.

Madde ile anti-madde arasındaki münasebet nedir? Bu sorunun cevabında deniliyor ki, bunlar birbirini yok edebilecek bir mahiyette yaratılmışlardır.

Ve yine ilim adamları, bir gün bütün kâinatta, maddenin anti-maddeye galebe edeceğinden bahsetmektedirler. Halbuki onların sözlerini te’yid eden hiçbir delilleri de yoktur. Bunu şunun için söylüyorum; acaba ilim adamları her şeyi biliyorlar mı ki, böyle bir neticeyi hemen kestirip atıyorlar.

Haydi onların bazı dediklerini kabul edelim. Yeryüzünde madde daha çoktur, anti-madde ise daha azdır. Ama bir de ileri sürdükleri hususlar üzerinde düşünelim. Meselâ onlar diyorlar ki, kâinat yaratılırken madde ve anti-madde birbirine mukâbil yaratıldı. Diyelim ki madde tarafında ikibin iki tane madde vardı; anti-madde tarafında ise bu oran ikibin taneydi. Sonra madde anti-maddeyi yedi, tüketti. Sonunda madde, anti-maddeden sadece iki tane fazla kaldı ve bu fazlalıktan dolayı, kalan iki fazla maddeden bu âlem vücuda geldi. Böylece de, madde anti-maddeye galebe çalmış oldu. Aslında hiç de böyle bir durum yoktur. Çünkü, eğer böyle bir şey olsaydı, yeryüzünde anti-maddeden bahsetmeye imkân olmazdı. Zira, iddiaya göre anti-madde baştan bütünüyle yok edilmiş sayılıyordu.

Bir de şöyle düşünelim. Anti-madde düşüncesi maddenin karşısında; anti-atom düşüncesi atomun karşısında bize sırlı bir âlemden bahsetmektedir. Biz maddî ve görünen varlıklarız. Niçin acaba cinler, anti-maddeye yakın bir şeyden yaratılmış olmasınlar? Neden meleklerin nurdan yaratıldığını kabul etmeyelim? Neden onlar bizi yokedebilecek güçte olmasınlar?

Acaba geçmiş peygamberlerin serencamesi arasında bu tür hâdiseleri görmek mümkün değil midir? Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Hıcr Sûresinde meleklerin bir yerde madde adına görünmelerinin orayı mahvettiği anlatılmaktadır. Demek ki Allah’ın (cc) emir ve müsaadesi olsa, melekler zincirleme reaksiyonlarla, kâinatı yok edebileceklerdir. Binaenaleyh, bir yerde madde bir nesic, bir kaneviçe meydana getirirken, bir yerde de anti-madde, meselâ; cinler ve ruhânîler gibi bir kaneviçe meydana getirmektedir. Madde-anti madde; mekân-anti mekan, zaman-anti zaman çarpışması neyse, dünya da âhiretin karşısında aynı durumdadır. Onun içindir ki Efendimiz (sav), gerçekten Cenneti görüyor, üzüm salkımına elini uzatıyor, Cehennemi müşâhede ediyor ve gördüğü o dehşetli manzaralardan irkiliyordu. Evet O, madde âlemindeyken de anti-madde âlemiyle münâsebet içindeydi…

İşte âlemin varlığı, maddesiyle anti-maddesiyle bu kadar karmaşıklık arz ederken, kalkıp birisinin, yüz sene önce söylenmiş bir söze dayanarak, ‘var yok, yok da var olmaz’ gibi laflar etmesi ilmî hiçbir mesnede dayanmayacağı gibi, tutarlı da olmayacaktır.

Burada, âlem hakkında çok şey bilmediğimizi bir kere daha tekrar etmek durumundayım. Bir zamanlar, esir maddesi etrafında da fırtınalar koptu. Var diyenleriyle bir grup, esir maddesinin mevcudiyetini çeşitli delillere istinad ederek ispat ederken, Michaelson ve daha başka bazı ilim adamları araştırmalarının neticesini, esir denen bir madde yok diye noktaladılar. Bu sefer Lorenz devreye girdi ve hayır, yok diyemezsiniz dedi: Bunların hepsi de söylediklerini, araştırmalarının onlara verdiği malumata dayandırıyorlardı. Durum böyle olunca ve bu bilinemeyenlere bir de insanın kendisi eklenince, varlık veya yokluk hakkında hüküm mâhiyetinde sözler söylenmesi biraz tuhaf değil mi?

Bir gün gelecek, İsrafil sûra üfleyecek madde veya anti-maddeden bir tarafı yok edecektir. Bu defa beriki diğerine göre belki gelişecek ve siz öyle varlıklarla karşılaşacaksınız ki, sizin gibi insan görünecek, ama elinizi vurduğunuzda bir tarafından öbür tarafına geçiverecektir. Siz ona, ister cin, ister melek, isterse ruhânî deyin. Ancak denmesi gereken bir şey daha vardır; o da varlığın maddeden ibâret olmadığı hakîkatıdır. ‘her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir; göz ise manâya karşı kördür.’ Maddenin ötesinde, bütün ihtişamıyla maddeye zıt ayrı bir varlık sahası vardır ki, gerçek manâ, İlahî nûr ve Cenâb-ı Hakk’ın (cc) tecelli ettiği âlem de işte bunun ötesindedir.Bu mevzûda hiç bir şey bilmiyoruz. Çünkü ilmin eli oralara uzanmaktan henüz uzaktır.

Üçüncüsü: Hepimiz müşâhede ediyoruz ki, var yok olmakta, yok da var olmaktadır. İşte gözümüz önünde Allah (cc) bir anda ışığı var ediyor, sonra onu yok ediyor ve onun yerine karanlığı var ediyor. Sonra karanlığı yok edip ışığı var ediyor. Biz de gözümüz önünde cereyan eden bu hâdiseleri müşâhede edip duruyoruz. Her mevsim yoktan varlık sahasına çıkarılan bunca nebatat ve hayvanat bize yoktan nasıl var edildiğini gösterip dururken bir gün de gelecek bütün bunlar yok olmakla, bu sefer de varın nasıl yok edildiğini yine görmüş olacağız. ‘Küllü men aleyhâ fân’ (Rahman, 55/26) sırrı zuhur edecek ve dünya üzerinde ne varsa maddelerine ait yönleriyle yok olacaklardır.

Evet, her şey fânîdir; ancak bir Bâkî vardır. O da hiç şüphesiz Allah’tır (cc). Ve o Allah (cc), varı yok; yoku da var etmeye muktedirdir.

Hasılı; maddeciler, varı yok, yoku da var eden ve kâinattaki baş döndürücü icraatıyla varlığını hissettiren yüce Yaratıcı yerine maddî bir ilâh, daha açık ifadesiyle de, bir (İlâh-Madde) ikâme ederek bir kısım bulanık düşüncelere sığınmak istemekteler. Zira, iddialarına nazaran âlemi idare eden sadece maddedir. Kimyevî ve mihanikî kuvvetler ise, maddenin vasıfları ve hususiyetlerinden başka bir şey değildir.

Ne var ki, onlara göre bu her şey olan maddenin hakikati meçhuldür. Ne acıdır ki, idrak edilemediğinden ötürü hakikat ve künhünü bilemedikleri Allah’ı (cc) inkâr eden materyalistler, hakikatını bilemedikleri maddeyi her şeye esas kabul etmekte hiçbir beis görmemekteler..? Onların bu gibi pek çok tenakuzları üzerinde durmayacak sadece sistemleriyle alâkalı bir-iki söz edeceğiz:

Materyalistler, yaratılış ve varoluşta en birinci âmil olarak maddeyi görürler. Onlara göre madde her şey üzerinde hâkim, kuvvet de onun esiridir. Âlemin idaresini, kâinattaki nizam ve âhengin muhafazasını, her şeyin esası sayılan bu kör ve şuursuz zerrelere, ilimsiz, idraksiz atomlara havale ederek varlık hakikatını izah etmeye çalışırlar.

Bu utandırıcı ve gayr-i ilmî hurâfeleri kabul etmek için insanın hakikaten kör ve şuursuz olması lazımdır.

İşte, maddecilerle aramızdaki en bâriz farklılık da burada ortaya çıkar. Maddeciler güya tecrübe ve müşahedeye dayanarak, maddenin, her şeyin esası, hareket ve şekillenmesinin de kendinden olduğunu iddia ederler. Bizse, yine ilim, fen ve müşahedeye dayanarak, maddenin kör, âtıl, şuursuz bir mevcut olduğunu, hareket ve değişik terkipler içindeki hizmet ve gücünü varlığı kendinden, her şeyi ilim ve Kudretiyle idâre eden bir Zât’tan (cc) aldığına inanırız. Günümüzdeki temsilcileriyle beraber bütün materyalistler tamamen doğmatisttirler. Henüz ispat edilememiş ve bedihî olmayan şeyleri, ispat edilmiş ilmî mes’eleler gibi gösterir ve göz boyamaya çalışırlar. Hıristiyanlıktaki doğmatizme başkaldırarak her şeyi inkâr eden maddeciler neticede bir başka yoldan aynı girdaba kapıldı ve aynı gayyâlara sürüklendiler.

Materyalistlerin, bin bir tantana ile ilân ettikleri esasların hemen hepsi de bir kısım fasit kıyas ve yakıştırmalara dayanmaktadır.

Varın yok, yokun var olması iddiası da yine onların bu yakıştırmalarından biridir. Bir gün ilim adamları onların bu iddialarını da iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispat etseler; onlar, inkâra esas teşkil edebilecek yeni yeni iddialar üreteceklerdir.

07 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur. Bu mevzuda bizi aydınlatır mısınız?

Türk haremi bir mübarek mânâdır. Batının insan harası haremlerini incelemek yerine, bizim gül kokulu, ahlâk mektebi olan haremlerimizi onlara kıyaslamışızdır. Aile çökmüştür. Tanzimat kafasının tarif ettiği harem, yoktur. Yoktur ama biz İslâm tohumu ile yetişen çocuklarımıza, harem düşmanlığı verirken kendimizi kurşunlamışızdır.

Biz hanımlarımızı, kalabalık önünde teşhir etmeyecek kadar Türk-İslâm muhafazakârlığının güzelliğine vurgunuz. Ama olmaz diyenler, hani şu pek önemli ilerici devrimcilerimiz için, kadın hâlâ harem dedikodularının malzemesidir. Peki, harem nedir? Onlara sorarsanız, Avrupa’nın bize kindârlığının hikâyeleri doğrudur. Harem bir insan harası örneğidir. Milyon kere estağfirullah..

Biz Tanzimat’tan sonra haremimizin ne olduğunu kendi kaynaklarımızdan değil, Batı’nın dağarcığından öğrenmeye merak salmışızdır. Ne hata..

Geçenlerde, bir Alman’a dediğimi hatırlıyorum: Çıkın piyasaya ve kitapçılara, Fransız, Alman, İtalyan ve hatta Asya ülkelerinin haremlerinin pislik ve ter kokan romanlarını, piyeslerini, filmlerini bulacaksınız… Ama eskisini bir kenara bırakınız, fetihten sonra kurulan saray haremimizin, yıkılışa kadar beş yüz yıllık akışı içinde, bir tek, evet, bir tek dışarıya sızmış cıvık aşk ve beden söylentisine rastlayamazsınız. Haber sızmasın diye alınan tedbirden değil. Haremde, sefahat ve yatak kokan maceralar olmadığı için.

Sadece saray hareminde değil, konak, ev ve hatta kulübe haremlerimizde bile, bir başka asâlet, bir başka fazilet, bir başka “Kadının gölge hâkimiyeti” vardır. İnkârcılığımız, güzelliklerimizi idrakimize mâni olmuştur. Aslında harem-selâmlık ayırımı, ev hayatının; kadın ve erkek bünyesinin güçlülük ve zayıflığına göre meydana gelmiş harikulâde bir dengesidir. Harem sadece kutsal makam, gizlilik değil, ama ailenin soysuzlaşmasının önlendiği, Türk-İslâm ihtişamı demektir.

Hayır, bizim haremlerimiz gül kokulu, fesleğen râyihalı, fazilet köşelerimizdir…

İlhan Murat

Bizde yatak odası çok muallâ ve mukaddestir. Zira soy orada mayalanır ve gelişir. Aile en has mahremiyetiyle orada teşekkül eder. Onun içindir ki, bizde yatak odası açılmaz ve misafir buyur edilmez. Değil bir yabancı, oraya evdeki diğer fertler dahi istedikleri zaman giremez. Oranın o kadar hususiyeti vardır ki, aldığımız terbiye gereği, biri bizi alsa, tekrim ve teşrif gayesiyle orada yatırmak istese biz yine yatmayız. Hâlbuki ne olur? O da diğer yatak odaları gibi bir yatak odasıdır. Bizde işte her şey bu denli farklıdır ve edep bu denli gelişmiştir. Bu mânâda harem sadece Osmanlı’ya mahsus değildir. Hepimizin hanesinde böyle bir harem vardır. Bundan dolayı atalarına taş atan adam ise, başına çalacağı taşı yanlışlıkla başka tarafa atmaktadır.

Osmanlı’daki harem biraz daha özel bir mânâ taşımaktadır. O da haremin herkese açık olmaması, bir kısım saraylarda görüldüğü üzere âdeta surlarla çevrilmiş bulunması gibi hususiyetlerdir. İşte Topkapı Sarayı: Harem, saray sakinlerinden olan kadın ve cariyelerin, meşru dairede eğlenebilecekleri, tenezzüh edebilecekleri ve dinlenebilecekleri bir boşluğa açılan ve dış dünyaya, oraya has mahremiyeti muhafaza için, kapalı duran büyük bir bina. Bu şekildeki tanzimden gaye, kadınefendi ve cariyelerin bakışlarına uygunsuz herhangi bir şeyin ilişmemesi ve dıştan gelecek şeylerden korunmaları içindir. Haremdeki kadınlar, İslâmî ölçüler içinde, meşru dairedeki zevk ve safalarını orada yaşıyor ve yine orada meşru zevk ve lezzetlerden istifade ediyorlardı. Dışa bakmıyor ve erkek olarak sadece kendi efendilerini ve mahremlerini görüyorlardı. Esasen bu, saraya mensup erkekler için de geçerliydi. Onlar da, bu yüksek surların arkasında, helâl dairesindeki zevk ve lezzetlerle iktifa ediyor; eğer surlar arkasında yaşamak kalebentlik ise, eşleriyle böyle bir hayatı paylaşıyorlardı. İşte harem, işte siz, gidip görebilirsiniz. Eğer bunu tenkit ediyorlarsa, yine tenkit edecek şeyi bilmiyorlar demektir.

Haremde çok kadın bulunduğunu tenkit ediyorlarsa, o babta da diyeceklerimiz var:

Evet, Osmanlı padişahlarından, iki veya üç kadınla evlenenler olmuştur, bu doğrudur. Diyeceğimiz bir şey de yoktur, olamaz da. Batılı ve onun düşüncesi ne bir esas, ne de her şeydir. Bir zamanlar başka türlü düşünmüştür. Şimdi, çok evliliği “poligami” deyip ayıplamaktadır. Yarın da, bugününü ayıplayacaktır.

Sonra, bu mevzuda sözü kim söylemesi gerekiyorsa o söylemiştir. Cenâb-ı Hak bir erkeğin -şartlarını haiz olduktan sonra- dört kadınla evlenebilmesine ruhsat vermiştir. Bu ruhsatı kullananlar yalnız Osmanlı padişahları değildir ki, tenkit edilsinler. Başta Efendimiz, sahabe-i kiram ve dinde en büyük saydığımız kimseler ve daha niceleri… Bunlar arasında gecelerinde iki yüz rekât namaz kılan, gündüzlerinde de savm-ı visalle ömrünü geçiren pek çok kimse var idi ki iki üç kadınla evli bulunuyorlardı. Demek ki dinin ruhsat verdiği bu mevzuu dile dolamaya kimsenin hakkı yok. Meselenin bu yönünü, kısmen de olsa, Allah Resûlü’nün çok kadınla evlenmesi hususunu arz ederken ifadeye çalıştığım için bu kadarla iktifa edeceğim.[1] Ancak iktiza ederse, dine ait bu hükmü müstakil bir mevzu olarak tahlil etmeyi de düşünüyorum.

Harem derken akıllara takılan ve tenkit gören hususlardan biri de, cariyeler mevzuudur. İslâm’da kölelik müessesesinin açık bırakılma hikmetini bir soru münasebetiyle tafsilatıyla anlattığımı zannediyorum.[2] Onun için burada gayet kısa ve sırf bir fikir vermek açısından şunları söyleyip geçeceğim:

Cariyeler, harplerde esir alınan kadınlardır. Müslümanlar bunları evlerine alıyor, terbiye ediyor, onlara, insanlığın kemaline giden yolları gösteriyor ve yine onları aziz birer misafir gibi koruyorlardı. Maddî ihtiyaçlarını tekeffül etmenin yanında mânen de görüp gözetiyorlardı; eğer Müslüman olursa, çoğu kere onu salıveriyordu, dilerse onu istifraş ediyor ve eğer ondan bir çocuğu olursa, zaten “ümmü’l-veled” (beyin çocuğuna ana olma) hâline geliyor ve hürriyete kavuşma yollarından biriyle hürriyete kavuşuyordu. İstifraş meselesine gelince, bu durumun da kendine göre şartları vardır. Önce kendi cariyesi olacaktır. Sonra bu cariye evli bulunmayacaktır. Ayrıca onda başkasının da hissesi olmayacaktır gibi birçok kayıtlarla bağlandıktan sonra istifraş edilebiliyordu.

Meseleyi kendi nezaketi içinde ele almak gerekirse: Cariyenin bir ortak mal olma yönü vardır ve işte efendi onun bu yönünü kaldırarak ona kısmî bir hususiyet verir. Yani onu bir cihetle orta malı olmaktan sıyanetle saygı değer hâle getirir. Bir cihetle de onun için hürriyete giden kapıları açar. Düşünün bir de bunlar saraylara alınır ve kendi evlerinde bulunmayan bir izzetle tekrim edilirse buna hangi akıl sahibi itiraz edebilir.

Günümüzde esirlere yapılan muameleleri görüyoruz. Bir hayvan sürüsü gibi ahırlara doldurulan bu insanlar en bed ve iğrenç muamelelere tâbi tutulmakta ve arşa yükselen feryatlarından sadistçe zevk alınmaktadır. Daha geçenlerde, bir İsrail askerinin Filistinli bir gence nasıl muamele ettiğini bütün dünya gördü. Batılının toplu katliamları ise hepimizin malumudur. Onların bu hunharca davranışlarını bilip gördükten sonra, tenkit ettikleri hususa bakıyor ve şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: Bu insanlar, insanlığın ne demek olduğunu, insanca muamelenin nasıl yapıldığını bir türlü hafsalalarına sığdıramadıklarından, İslâm’ın insanca muamele emrini anlayamıyorlar. Anlayamadıklarından dolayı da bilmeden “İnsanlığı, insanca davranmayı” tenkit ediyorlar. Doğrusu böyle bir cehalet urbası, Batılıya tepeden tırnağa yakışsa da ben, onların içimizdeki uzantılarına bunu bir türlü yakıştıramıyorum. Biraz da hayretim bundan kaynaklanıyor…

Onlar harpte bizden esir alırken biz ne yapacağız? Onları geldikleri gibi bir daha silâhlansınlar, semirsinler ve bize hücum etsinler diye geriye mi göndereceğiz? Yoksa onlar istedikleri kadar bizi esir etsinler, bizim mürüvvet anlayışımız buna mânidir mi, diyeceğiz. Bu biraz fazla aptallık olmaz mı? Hem, karşı tarafa caydırıcı hiçbir müeyyide tatbik edilmeyecekse, niçin harp edilsin? Niçin binlerce insan öldürülsün? Kimisi dul, kimisi yetim kalsın. Mademki baştan bütün bunlar göze alınıp harbe giriliyor, herkes neticeyi işin başında kabul etmiş demektir. Ve esir düşmek de bunlardan biridir. Esire yapılan muamele İslâmî prensiplere göre olursa, daha insanî bir yaklaşım olmaz mı? Öyleyse onlar bizden esir aldıkları gibi biz de onlardan esir alacağız. Şimdi, aldığımız bu esirleri ne yapacağız? Onları salıverecek miyiz, yoksa öldürecek miyiz? Hayır; onları Müslümanlar arasında taksim edeceğiz. Böylece Müslümanların evlerindeki mânevî atmosfer, onları İslâm’a karşı yumuşatacak. Arada ferdî dostluklar olacak ve hiç zorlanmadan bir müddet sonra hepsi bu insanî muamele karşısında eriyecek ve İslâm’a dehalet edecekler. İşte o zaman Müslüman’ın mürüvveti ortaya çıkacak. Kendi dinini din olarak seçmiş bir Müslüman kardeşini esaretten kurtarmanın yollarını araştıracak. Köle azat etmenin İslâm’a ait değer ve kıymeti bir taraftan ona teşvikçi olacak, bir taraftan da işlenen suçlarda ceza olarak ön görülen birinci şart köle azat etmek olduğu yerlerde meselenin o yönü işlettirilecek ve ardı arkası kesilmeyen yollarla köleler hürriyete kavuşturulacak.

Biz esirlerimize insanca muamele eder ve onları insanlığa giden yolda eğitmeye çalışırız. Dünya ve ukbâ muvazenesini korumasına yardımcı oluruz. İslâm’a girmesi için elimizden geldiğince birer şefkat havarisi olur ve onu koruruz. Zaten sarayda da yapılanlar bunlardı. Onlara, bir taraftan insanlık aşılanıyor, diğer taraftan da birer kadınefendi muamelesi gösteriliyordu. Orada bulunup da, saraydan memnun olmadığı için kaçmaya yeltenen kaç misal gösterilebilir? Hayır, böyle bir misal göstermek mümkün değildir.

Bir de böyle bir davranışın ve hareket tarzının neler kazandırdığını tarihteki misalleriyle görmeye çalışalım.

İslâm literatüründe “mevâlî” diye bir tabir vardır. Bunlar sonradan hürriyetlerini elde eden insanlardır. Ve bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyamete kadar da anacak olduğumuz deha çapında büyükler vardır.

Allah Resûlü’nün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsame İbn Zeyd (radıyallâhu anh) bizzat Allah Resûlü tarafından Bizans’a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak verilmişti. Asker arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi insanlar vardı. Ve Üsame o gün ancak 18 yaşlarında bulunan mevâlîden bir insandı. Zaten babası Zeyd İbn Hârise de Mute’de orduya kumanda etmiş ve orada şehit düşmüştü. İmam Malik gibi birisini yetiştiren Nâfi, mevâlîdendi. Abdullah İbn Ömer’in çok sevdiği cariyesi Mercâne, “En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etmedikçe hakikî takvaya ulaşamazsınız.”[3] mânâsına gelen âyetin tesiri ve coşturuculuğuyla sahibi tarafından hürriyete kavuşturulmuştu. Hâlbuki efendisi, Abdullah İbn Ömer onu çok seviyordu. Ancak takvaya erme arzusuyla Mercâne’yi, Allah için hürriyete kavuşturmuştu. İşte bu Mercâne daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi olmuştu. Abdullah İbn Ömer, Nâfi’yi alır sever ve bağrına basardı. Ümmetin allâmesi daha sonra onu elinden tutup ilmin zirvelerine çıkardı. İslâm dünyasının en parlak yıldızlarından biri olan Nâfi, bir mevâliydi.

İmam A’zam, Mesrûk, Tâvus İbn Keysân ve daha niceleri hep mevâlîdendi. Hatta Emeviler devrinde iki âlim kendi aralarında konuşurken elli kadar büyük saydılar da, ancak, elli birinci şahıs mevâlî olmayanlardan çıktı.

Eğer o saraylarda böyle insanlar yetişecekse -ki, yetişiyordu- gelin hep beraber evvelâ şu hürriyetimizden vazgeçelim, sonra oralarda kendimizi yetiştirelim ve daha sonra da hürriyetimize tekrar kavuşalım.

Bütün şu anlatılanlarda insaflı bir insanın tenkit edeceği tek nokta dahi yoktur. Yeter ki beyni yıkanmamış ve şartlanmışlıktan vazgeçmiş olsun…

Tekrim etmek: Yüceltmek, şereflendirmek, daha saygın bir konuma yükseltmek.
Savm-ı visal: İftar etmeksizin peş peşe birkaç gün tutulan oruç.
Tekeffül etmek: Kefil olmak, üstlenmek.
İstifraş etmek: Odalık olarak almak, yatağına alıp beraber yatmak.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.

[1] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/89-101 (“Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kadınla evlenmesindeki hikmetleri izah eder misiniz?” sorusuna verilen cevap).
[2] Bkz.: Gülen, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/103-116 (“Bir din ki, Allah tarafından geldiğinden ve beşeriyetin hayrı için gönderildiğinden şüphe yoktur. Hâl böyle iken nasıl oluyor da bu din köleliği mübah kılıyor?” sorusuna verilen cevap).
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

21 Ocak 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bazıları, Akraba Evliliklerinin Zararlı Olduğunu İddia Ediyor. Bu Hususu İzah Eder misiniz?

Evvelâ, akraba evlilikleriyle ortaya çıkması muhtemel hastalıklara bir göz atalım:

İrsî hastalıklar: Ana babadan çocuğa “irsî” olarak geçen hastalıklara verilen addır. İrsî hastalıklara, yakın akraba olan ana babanın çocuklarında, diğer çocuklara oranla daha çok rastlanır. Akrabalar arasında yapılan evliliklerden doğan çocuklarda, ortak atadan aktarılan ve irsî hastalığın taşıyıcısı olan genlerden iki tane bulunması ihtimali büyüktür.

Az rastlanan irsî hastalıklardan birisi akşınlık (albinizm)’dir. Akşınların gözlerinde ve saçlarında boya maddesi (pigment) yoktur. Bu hastalık sadece görünüşü bozmakla kalmaz, yarı körlüğe de yol açar.

Verâseti, DNA adı verilen ve gen adlı birimlerde toplanmış olan bir madde gerçekleştirir. Genler organizmanın gelişmesini düzenleyen bilgiyi taşırlar.

Bazı hastalıklar irsîdir ve bu hastalıklara bir enzim yetersizliği yol açar. Vücutta meydana gelen bütün “biyokimyevî” hâdiseler, enzimlerin kontrolü altında gerçekleşir. Bütün “bileşimler” ve “çözülmeler” belli bir sıra izlerler. Yani bir madde doğrudan doğruya son ürüne dönüşmez, daha önce çeşitli bileşik dizilerinden geçer. İstenilen son ürünü meydana getirmek için bu dizilerdeki bileşiklerin her birine yeni maddeler eklenir ya da çıkarılır.

Zekâ geriliğine yol açtığı sanılan mongolizm, fenikletonüri gibi 28 kadar irsî hastalık bilinmektedir. Bunlarda yetersiz enzim tespit edilmiştir.

Orak hücreli anemi, talessemi gibi bazı kan hastalıkları, ayrıca sistinüri ve galaktosemi de irsî hastalıklardır.

Sâniyen, İslâm, akraba evliliklerini teşvik etmemiş, belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerini tecviz etmiştir. Sâlisen, İslâm’ın yasaklar çerçevesi içine aldığı akrabalar da küçümsenmeyecek kadar bir yekün teşkil etmektedir. Mamafih, aslında zararlı olan akraba evliliği değil, anne-babada meknî bulunup, evlenince katlanıp çocukta ortaya çıkan hastalıklardır. Bir aile, bir sülâle, bir oymak ve bir kabilede bu hastalıklardan biri varsa, aynı oymak içinde aynı hastalığı taşıyan iki kişi izdivaçla bir araya gelince, hastalık ortaya çıkıyor. Yani çocuk annesinde ve babasında meknî bulunan bu hastalığı tevârüs edinmiş oluyor.

Şimdi, eğer böyle bir hastalık taşıyan aile, kabile içinde değil de dıştan olsa, hatta evlenenlerin biri Çin’den biri de Maçin’den gelse hastalık olmayacak mı? Aksine, kimden ve nereden olursa olsun, çocuğun kaderi olarak ortaya çıkan, anne-baba hastalığı akrabadan olmuş, uzaktan olmuş fark etmez. Binaenaleyh, asıl mahzurlu olan, iki hastanın bir araya gelmesi; çocukta, kâmil mânâda ortaya çıkan bu tür hastalıkla hasta olanların evlenmesidir.

Bu tür hastaların evlenmesiyle çocuklarda bir kısım arızalar oluyorsa, hekimler bunu araştırmalı; şayet böyle bir hastalık varsa, bunların evlenmeleri tecviz edilmemelidir. Böyle, aynı kabile, aynı oymak içinde, izdivaçla ortaya çıkan hastalıklarda hassasiyet gösterildiği gibi, dünyanın ta öbür ucundan alıp evlendireceğimiz kimseler hakkında da titiz davranılmalıdır. Zira aynı hastalık onlarda da olabilir, dolayısıyla aynı vahim netice, onlar için de bahis mevzuudur. Binaenaleyh böyle bir meselede belli çerçevenin dışında akraba evliliklerine cephe almak bir haksızlıktır ve ilim adına faraziyecilerin işine de çok yaramayacaktır…

Şayan-ı teessüftür, bir kısım dindar ilim adamları da meseleyi faraziyecilerin aceleciliği içinde ele alarak tıbbî hükme menat teşkil eden hususu tamamen kulak ardı edip, “Zaten Kur’ân da bütün bütün akraba evliliklerini yasak etmiştir.” diyerek Kur’ân’la tenakuza düşmektedirler. Bir kere Kur’ân-ı Kerim: “Ey peygamber, Biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği (savaş esir)lerinden elinin altında bulunan (cariye)leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye)leri hakkında mü’minlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Ahzâb sûresi, 33/50) buyurmaktadır.

Pratikte de, ne Peygamberimiz ne de ashab efendilerimiz, muharremat âyetiyle çerçevesi belirlenenlerin dışındakilerle evlenmede beis görmemiş ve bu mübahı kullanmışlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) halasının kızı Zeyneb binti Cahş’la Hazreti Ali amca torunu Hazreti Fatıma’yla ve daha yüzlercesi yüzlercesiyle evlenmişti… Hem sıhhatli bir oymak içinde niçin kız alınıp verilmesin ki? Hatta, o oymak ve o sülâlenin sıhhat, ruh, karakter ve fizikî yapısının korunması için bunda fayda bile olabilir. Meselâ, Dağıstan halkının umumiyet itibarıyla bu mevzudaki hassasiyetleri sayesinde, sağlam nesiller olarak bugünlere kadar gelip ulaştıkları söylenmektedir. Denilebilir ki, bunlar daha sıhhatli, daha zinde, Allah’ın bir lütfu, ihsanı, takdiri olarak daha uzun ömürlü olabilmişler.

Şanlı Osmanlı Devleti’nde de bu mübah kullanılıyordu ama, endişe edilen rahatsızlıkların pek çoğu yoktu. Hatta, bizzat Âl-i Osman Hânedanı bu mübaha karşı açıktı ve bizim korkulu rüyalarımız sayılan hastalıklardan hiçbiri de bilinmiyordu. Hem bir insan kendi soyunun, sopunun sıhhatini, güçlü, kuvvetli ve zinde olmasını düşünüyorsa, tabiî ki, en sıhhatli ailelerden kız alacaktır. Kendi kabilesi en sıhhatli ise neden ondan almasın ki…?

Hâsılı, çiftlerin bir araya gelmesinde mahzur teşkil eden şey uzak ve yakın olmaktan daha ziyade eşlerin bir araya geldiklerinde, çocuğun acı kaderi olabilecek hastalıklardır. Ve zannımca üzerinde durulması gerekli olan da budur. Yoksa, insanlara faydalı olan şeylerin en küçüğünü dahi ihmal etmeyip gösteren ve bir yudum içki gibi, zararın en küçüğünün üzerinde hassasiyetle durup onları sakındıran Kur’ân-ı Kerim, çok önemli şeyleri önemsememiş çok önemsiz şeyler üzerinde de fazlaca durmuş sayılırdı ki, bu da onun herkesçe kabul edilen “muvazene kitabı” olma ruhuna aykırı demektir.

Kur’ân-ı Kerim “Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız -eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hariç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Nisâ sûresi, 4/23) âyetiyle haram olanların çerçevesini belirledikten sonra, yukarıda temas edip geçtiğimiz Ahzâb sûresinin 50. âyetiyle de şöyle buyurarak: “Ey Peygamber, Biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği (savaş esir)lerinden elinin altında bulunan (cariye)leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye)leri hakkında mü’minlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Ahzâb sûresi, 33/50) herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde, neyin yasak olup neyin olmadığını apaçık göstermektedir.

Bununla beraber, evlenmeyi, sağlık prensiplerine riayet ölçüsü içinde mübah kılmak başka, izdivaca zorlamak başkadır. Belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerine yollar açık ve herhangi bir mâni yoktur. Ama, aynı zamanda, evleneceklerin sağlık açısından bir araya gelip gelemeyeceklerinin tetkik ve araştırılması neticesinde, şayet bir mahzur bahis mevzuu ise böyle bir izdivacın engellenmesinde de sakınca yoktur. Hatta, engellemek, yararlı ve insanîdir.

Her şeyin en iyisini Allah bilir.

Meknî: Gizli, örtülü.
Şâyân-ı teessüf: Üzüntü verici.
Tecviz etmek: İzin vermek, müsaade etmek.
Tenakuza düşmek: Çelişmek, zıtlığa düşmek.
Tevârüs: Irsiyet, soya çekim yoluyla elde etme.


4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah Bilinebilir mi, Tarif Edilebilir mi?

Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzuda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:

Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vurulu yordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar: “Efendim kapıyı vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır.” ilh… Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vu rulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdik; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle ken dini bize tanıttırmak isteyen zata bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul (akletme), anlama diyoruz.

Bu misali, mevzumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah’ı (celle celâluhu) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecellî-i Zât’a yükselerek tanımağa çalışırız.

Yani, eserlerinde tecellîden isimleriyle tecellî etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecellî ufkuna ulaşır; gayptan şuhûda yükseliriz ve müşâhede zevkimiz arttıkça, tecellî-i Zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemal ve şefkat esintileriyle inbisat eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra’şedâr olup ürpeririz.

Görülüyor ki; Zât-ı Bârî hakkında, bizim “mârufumuz” ve “malumumuz” ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O’nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehadet ve gayp âleminin birleşme noktası olan vicdana bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk ‘ın ifadesiyle: O’nu idrak , idrakten acz ifadesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnat edilen bir söz deki itirafla, “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf.”[1] ölçüsüyle bir Mâruf ve Malum’dur.

Kur’ân-ı Kerim ‘in, O’nun ef’âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O’nu ef’âl ve sıfatlarıyla bir Mâbud-u Mutlak tanır; kemal sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemal de (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemalini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.

Öyle ise, ahd ü peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Mâbud-u Mutlak!… Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğun ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semavatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında vaz’et tiğin şiirimsi âhengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul yüz binlerce menzilde Sana ait eserlerle Zât’ını tecellîlerinle bütünleşiyor ve itminana eriyoruz.

Bîhûş – Sermest: Aklı başından gitmiş, kendinden geçmiş.
Gayb: Alâmet ve emare ile bilinme yen, his ve akıl ötesi âlem.
İnbisat: Açılma, ferahlama.
Mâbud-u Mutlak: İbadete lâyık tek ve yektâ Zât.
Ra’şedâr: Titreyen, ürperen.
Mehâbet: Heybet, ihtişam; saygıyla ka rışık çekinme, ürperme.
Muhât: Kavranan, ihata edilen.
Şehadet: Görünen âlem, duyu organları ile kavranılan varlıkların, gerçeklerin, hâdiselerin âlemi.
Şühûd: O’na ait emarelerin sezilip duyulduğu âlem.
Tecellî-i Zât: Hazreti Zât’ın hiçbir isim ve sıfatı mülâhazaya alınmaksızın, keyfiyet ve kemiyet olmaksızın Zâtî tecellîsi.

[1] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 2/410.

4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah'ın Özü ve Nitelikleri Nelerdir?

Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izafisinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan , şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.

Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nispetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, saniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizazı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nispette bir şeydir. Onun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın ” Allah niçin görülmüyor? Nasıldır?” demesi -hâşâ- O’na kemmiyet ve keyfiyet izafe ederek, O’nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah’ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzeh tir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muallâdır. Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O’nun varlığına nispetle mikroskobik bir şey bile o lamaz. Bizler daha Antarktika kıtasını bilemezken, bütün kevn ü mekânları evirip çeviren Allah’ın -hâşâ ve kellâ- ” nitelik” ve “niceliği” hakkında nereden bilgimiz olacak! Allah, Allah ol duğu için, O’nun tabiriyle ” nitelik” ve ” nicelik”ten de mu kaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurları mızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir…

Kelâmcı : “Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır.” der. Tasavvufçu ise: “Aklına ne gelirse, onun verâsının verâsının verâsındadır. Ve sen, daima seni saran perdelerle âdeta bir fanus içindesin…”

Descartes der ki: “İnsan, her şeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey, sınırsızı düşünemez.” Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhîdir. Binaenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O’nu ihata edemez.

Alman edibi Goethe : “Seni bin bir isminle anıyorlar, ey Mevcud-u Meçhul! Bin değil, Seni binlerce isminle ansam, yine de Seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü Sen, her türlü tavsi fin verâsındasın.” sözüyle, bu Mevcud-u Meçhulü anlatır bize…

Mütefekkirler; Allah’ı, mevcut fakat idrak edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O’nu göremez, kulak O’nu işitemez. Öyle ise, sen, O’nun hakkında sadece nebilerin talimine uyup öylece inanmalısın!..

Allah nasıl bilinir ki! O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O’nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O’nun muhît olan ilm-i ilâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah’ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır… Yanlış yolla O’nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; ” Allah’ı aradım da bulamadım.” hezeyanıyla fen ve felsefe namına dalâlet lerini izhar ederler.

Allah öyle bir Allah’tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun miracında seyr-i ruhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarurî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinlik lerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdanî duygu; bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zühul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.

Kâinat , bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur’ân , belâgatli lisanıyla en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.

“Sığmam dedi Hak, arz u semaya
Kenzen bilindi, dil madeninden.” (Hazreti İbrahim Hakkı)

Afakî: Haricî, dış âleme ait.
Enfüsî: Dahilî, iç âleme ait.
Hezeyan: Saçmalama, saçmalık.
İzafî: Göreli, göreceli, nisbî, rölatif.
Kelâm: İslâm inanç esaslarını konu edinen ilim dalı.
Kemiyet – Keyfiyet: Nicelik – nitelik.
Kenzen: Sırlı bir hazine, define şeklinde.
Kevn ü mekân: Varlık, kâinat.
Mebde: Başlangıç.
Mevcud-u Meçhul: Varlığı isim, sıfat ve eserleriyle bilinip Zât’ı dünya gözüyle görülemeyen Hz. Allah (celle celâluhu).
Muallâ: Yüce, uzak.
Nakıs kıstas: Noksan, eksik, kusurlu ölçü.
Senâ etmek: Methetmek, övmek.
Şemme: En küçük miktar, az bir koku.
Tasavvuf: Belirli bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî yörüngeli yaşama disiplini.

4 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bizim Salavât Getirmemizle Cenâb-ı Allah, Peygamberimiz Üzerine Rahmeti ve Selâmı İndirir mi? Zaten Cenâb-ı Allah, O’nun Üzerine Rahmetini İndiriyor. Bizim Salavât Getirmemizin Hikmeti Nedir?

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük hayırların, yümünlerin, bereketlerin temelinde bir nüve gibidir. O size, doğru yolu gösteren, dosdoğru çığırı açan, sırat-ı müstakîme delâlet eden, yanılmaz, yanıltmaz bir rehber, bir Muktedâ-yı Küll’dür.

Bu nurlu yolda, insanları zulmetten nura çıkarmaya vesile olan o Zât’a, bu nurlu yolda yürüyen herkesin sevabından bir hisse verilecektir. “es-Sebebu ke’l-fâil”[1] sırrınca ümmetinin işlediği hasenatın bir misli O’nun defterine kaydedilecektir.

Makam-ı Mahmud’un sahibi olan Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatıyla defteri kapanmayacak, yığın yığın hasenat, salih amel devamlı O’nun defterine kaydolacak; makamı büyüdükçe büyüyecek, salâhiyet sınırları genişledikçe genişleyecek ve -inşâallah- her gün, ümmetinden daha geniş kitlelere şefaat etme hakkını kazanacaktır. Binaenaleyh, bu meseleyi değişik iki zaviyede ele almak icap eder:

Birincisi: Bizler Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât ü selâm okumakla ahd ü peymânımızı yeniliyor ümmet olma isteği ile kendisine müracaat ediyoruz. Yani “Seni andık, seni düşündük; Hakk’ın senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk.” diyor ve dehalet ediyoruz. İşin bu yönüyle bizim dualarımız, “Makam-ı Mahmud”un Sahibi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) makamını yükseltmesi niyetiyle yapıldığından, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaat dairesi genişlemiş oluyor.[2] Böylece daha çok kimse o şefaat dairesinden istifade edebiliyor.

İkincisi: Bir kişinin Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, O’nun kadir ve kıymetinin yükselmesi istikametinde yapacağı dua, kendisinin, O’nun himayesi altına girmesine vesile olması içindir. Böylece, o kişi hakkında şefaat dairesi vüs’at kazanmış oluyor. Binaenaleyh, salât ü selâma Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilân etmiş oluyoruz. Devletini büyük tanıyıp yardım için ona müracaat eden kimse gibi, biz de aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle şimdiden sarsılmışlık içinde, melce ve menca olarak Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dehalet ediyor, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı hâlde bulunuyoruz.

Cenâb-ı Hak, Şefaat-i Uzmâ sahibi Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatine bizi mazhar eylesin.

Bu işin bişaretini de arz edeyim. Deniliyor ki, her peygamberin kendi ümmetine verdiği bir şey vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Ben, ümmetime vereceğimi, ahirete sakladım. O da şefaatimdir.”[3]

Muktedâ-yı küll: Bütün bir varlığın rehberi, her yönüyle kendisine uyulan Zât.
Vüs’at: Genişlik.
Yümün: Bereket.

[1] “Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir.” (Bkz.: Müslim, imare 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edep 115.)
[2] Buhârî, ezan 8; Ebû Dâvûd, salât 38.
[3] Buhârî, tefsir (17) 5; teyemmüm 1; Müslim, iman 326-327; mesacid 3.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

İslâm'da Meşrepçilik Var mıdır? Sahabe-i Kiram Arasında Böyle Ayrılıklar Oluyor muydu? Birleştirici Bir Fikir Ne Olabilir?

Meşrep kelimesi Arapça’dır ve içmek mânâsına gelen “şurb” kökünden gelir.

Halk arasındaki mânâsı ile insanların, aynı hakikatleri teferruatta değişik anlaması demektir.

Hususiyle bugün, İslâm, iman ve Kur’ân’a hizmet etme davasında, maksatta hedefte bir olmakla beraber, vesile ve yollarda farklı mülâhaza ve farklı düşüncelere “meşrep” nazarıyla bakabiliriz.

Dünyanın şarkında ve garbında, kim dine, imana hizmet eder; kim âli olan İslâm dinini âli gösterirse, meşrebi ne olursa olsun o kabul edilmeli, takdir görmeli ve alkışlanmalıdır. Yollar, metotlar bir olmayabilir. Önemli olan hedef ve maksat birliğidir.

Bu yolların değişik değişik olmasına tesir eden çeşitli sebepler vardır. İnsanın yetiştiği muhitin, aldığı kültürün, onun üzerinde tesiri olduğu gibi, aynı zamanda, Esmâ-i İlâhiye’ye mazhariyet keyfiyetinin de tesiri vardır. Buna göre, ayrı ayrı meşreplerin zuhur etmesi normaldir ve öteden beri de zuhur edegelmiştir.

Hazreti Ali’nin meşrebi hiçbir zaman Hazreti Ebû Bekir’le kabil-i kıyas değildi. Faruk-u A’zam Hazreti Ömer’le Ebû Zerr’in meşrepleri de tamamen birbirinden farklıydı. Hâlbuki ikisi de aynı celâdet ve şehamet içinde idi. Fakat Hazreti Ömer’de fevkalâde bir devlet ve idare anlayışı, mükemmel bir teşkilâtçılık bulunmasına mukabil, Hazreti Ebû Zer, daha çok ferdî bir insandı…

Bundan anlaşılıyor ki, bütün dinleri tevhid, bütün meşrepleri telif eden ve bütün mizaç ve mezakları aşan Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde dahi, meşrepler ve mizaçlar tamamen ortadan kalkmadı; meşreplerin tevhidine gidilemedi ve gidilmedi…

Aslında bunları tevhid etmek fıtrata da aykırıdır. Zira farklı farklı yaratılan kimselerin aynı şekilde düşünmesine imkân yoktur. Tabiî, zorlamanın da çeşitli komplikasyonları olma ihtimali vardır.

Denebilir ki, mezhepleri telif etmek isteyenler, fıtrattaki bu ince hususu kavrayamamış, insanın mahiyetini tanıyamamış ve dolayısıyla beşeri ve beşerdeki istidatları görmezlikten gelen veya göremeyen kimselerdir. Allah’ın yarattığı kabiliyetler, eğer O’nun hikmetlerinin iktizasına göre faaliyet gösterecek ve fonksiyonlarını tam ifa edeceklerse, elbette ayrı ayrı mezhepler de olacaktır.

Binaenaleyh, istidatlardaki bu farklılık fıkıhta, Hanefî, Şâfiî, Malikî, Hanbelî, Evzâî, Sevrî ve Zührî… -ilâ maşâallahmezhepler hâlinde zuhur edecektir. İnsanların gönlüne, hissiyatına, kalbine, vicdanına hitap eden ve şeriat-ı garrâ, din-i mübin-i İslâm’a hizmet etme maksadıyla, ta Devr-i Risaletpenâhî’den, bugüne kadar kurulmuş, kalb ve ruhun inkişafının hedeflendiği sistemlerde de değişik tarikatlar şeklinde ortaya çıkacaktır.

İlk sofîler Süfyan-ı Sevrî, İbrahim İbn Edhem bilhassa hemen her sofînin itimat ettiği Bayezid-i Bistâmî, daha sonraları Cüneyd-i Bağdadî.. hususiyle açtığı çığırla dev bir insan olarak, bütün ehl-i hak tarafından sevilip sayılan Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylânî ve şahlar şahı Şah-ı Nakşibend Hazretleri ayrı ayrı meşrepleri, ayrı ayrı mizaçları temsil ederek, hep aynı rengin değişik tonlarında, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikatini canlandırmaya çalışmışlardır.

Muhyiddin İbn Arabî’nin tarikatını, İmam Rabbânî Hazretlerininki ile yan yana koyacak olursanız, birbirinden çok uzak oldukları görülecektir. Büyük veli İmam Rabbânî, sahabe mesleğinin büyük temsilcisi ve fark mezhebinin de kutbudur. Herkesin ittifakıyla Hakikat-i Ahmediye’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi anlamıştır. Zâhir ve bâtın-ı Ahmediye’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) telif etmiş ve O’nun iç-dış bütünlüğünü en mükemmel şekilde anlatanlardan birisi, belki de birincisi olmuştur. Dört yüz seneden bu yana neşrettiği envarın aydınlığını hâlâ kalblerimizde hissetmekteyiz…

İşte bu dev insan, yer yer Muhyiddin İbn Arabî’ye karşı “Fütûhât-ı Mekkiye değil, Fütûhât-ı Medeniye…” diyerek peygamber yolu ve sahabe mesleğini nazara verir ki, bu yol Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolu ve bu cemaat da Hakikat-i Ahmediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsilcileridirler. Haddizatında bu mesele, bir meşrep meselesidir. İbn Arabî “vahdet-i vücud”a kâil ama, bu, bir ölçüde, “Allah’ta Allah’tan başka varlık yok.” mânâsına değil de, “Allah’ta Allah’tan başka varlıkların bizzat vücutları yok.” mânâsına “vahdet-i şühud”u işmam eden bir vahdet-i vücud demektir.

Ben, bu dolambaçlı ve karmakarışık yollara, meşreplerin ittihat edemediğini anlatmak için sizleri çektim ve dolaştırdım.

Soruya esas teşkil eden meseleye gelince, dünya durdukça, meşrepler ve mezhepler de ihtilaf edecek ve kimse bunun önüne geçemeyecektir. Ama, vesilelerde ayrılmalara rağmen, maksatta birleşilebileceği de her zaman mümkün olabilecektir. Diller ayrı ayrı da olsa, anlattıkları hakikat tektir ve tek olacaktır. Arap şairin dediği gibi:

“Bizim ifadelerimiz çok çeşitli ve dağınıktır.
Ama senin güzelliğin birdir.
Hepsi senin o güzelliğine işaret etmektedir.”
 [1]

Sözler başka başka, ibareler değişik; edalar, havalar hepsi ayrı ayrı ama, hepsinin anlattığı da o biricik güzellik… Evet, ruhlarda Allah’ın rızası, gönüllerde Şeriat-ı Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi ve ruh bu esasa pervane olduktan sonra ihtilaflar, sürtüşmeler bulunsa bile, anlaşıp ittihat etme her zaman mümkün olacaktır.

Bugün, gerçek İslâm anlayışı ile bir ittihat ve vifakın meydana gelmesi için lâzım gelen bir kısım şeyler varsa, -ki bence vardır- onların üzerinde durmamız icap edecektir.

İttihat ve ittifak, birleşip bütünleşme ve meşrep anlayışını aşabilme, ya hissî plânda veya fikrî ve mantıkî plânda olur. Bir seviyede hissî plândaki bu ittihat ve ittifak anlayışı, çeşitli cemaatlerin bir araya gelmelerine, sûrî dahi olsa bir vahdet tesis etmelerine kâfi gelebilir. Ama, insanlar belli bir seviyede sabit kalmadıkları, daima fikir ve ruh plânında inkişaf ettikleri için, çok zayıf ve pamuktan bir iplik mesabesinde olan bu hissî vahdet ve bu vahdeti meydana getiren bağ, bazen kâfi gelmeyebilir. Onun için insanlar hissî bağın kâfi geleceği noktaya kadar hissî bağlarla bağlansalar da, onun kâfi gelmediği noktada, bir masanın etrafında oturup fikrî ve mantıkî bir vahdet temin etmeleri şarttır. Evet, hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak; zalimler karşısında zilletten kurtulmak; Ümmet-i Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın sükun ve huzuru için bir misal olmasını temin etmek ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkı olan bir saygın ufukta kabul görmesini sağlamak için, fikir ve mantık plânında anlaşma mecburiyetindedirler.

Meseleyi bir ölçüde misallerle müşahhaslandıracak olursak, insanlarımız arasında, 20-30 sene öncesine kadar hissî bir ittifak ve ittihat vardı. Bu ittihat ve ittifak, Müslümanların karşısında alternatif olarak komünizm ve inkârcılık gibi cereyanlar bulunduğundan dolayı idi… Yani karşı tarafta, -hâşâ- Allah ve Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabul etmeyen, Kur’ân-ı Kerim’i kökten inkâr eden bir zümre; beride de ne kadar antikomünist varsa -komünizm karşısında hür devletlerin ittifakı gibi- bir araya gelip birleşmişlerdi. Meselâ, milliyetçilik esaslarıyla yürüyen, yeniden doğuş ve diriliş felsefesiyle yürüyen, iman esaslarının neşrini prensip olarak benimseyip öyle hareket eden, siyasî sahada işe vaziyet etmeyi düşünüp ve bu plâna göre hizmet veren ne kadar siyasî ve gayri siyasî klik varsa, hemen hepsi antikomünist bir birlik teşkiliyle ittihat ve ittifak etmişlerdi. Onun için ateizme karşı olan herhangi bir kişi, Sebilürreşad okuduğu gibi, Yeni İstanbul, Hür Adam, Büyük Doğu, hatta Orkun ve Millî Yol da okuyordu. O günlerde inananlar cephesi adına münteşir gazete ve mecmuaların marufları bunlardı. Ama bunlardan birisi daha çok Altaylar ve Sübhandağı etrafında dolaşıyor, diğeri, Gâr-ı Hira’dan, Sevr Mağarası’ndan ve mukaddes şehir Medine’den bahsediyordu. Birisi gönülden, bir diğeri de dimağdan bahisler açıyordu. Bu hissî hava içinde, hemen pek çok kimse diyordu ki: “Ne olursa olsun, karşımızda Allah’ı inkâr edenlerin teraküm ettiği bir zamanda, vahdetimizi zedelememeliyiz.”

Görüldüğü gibi, ittifak o sıralarda böyle tamamen hissîlik üzerine müessesti. Bu itibarla, bir an geldi ki, artık, mevcut uhuvvet anlayışı kâfi gelmez oldu. Müslümanlar fikir plânında, kalb plânında ilerlediler. Düşünüp, araştırıp, okuyup terakki ettiler. Neyin ve hangi fikirlerin İslâm’a zıt olduğunu görüp öğrendiler veya büyük bir kısmı itibarıyla öyle zannettiler. Bir müşterek müdafaa, müşterek mülâhaza, müşterek hamle o güne kadar onları bir araya getirmişti; ve uzun zaman da beraber yatıp-kalkmış, aynı çatının altında beraber bulunmuş.. tıpkı, Allah’a, Peygamber’e küfredenlerin bir çatı altında toplandığı gibi bunlar da hissî müttefikleriyle yan yana gelmişlerdi. Kim bilir, belki de işte o zaman, akı-karayı, iyiyi-kötüyü enine boyuna görme imkânı elde ettiler ve her şeyi anladılar. Evet, görüp anladılar ki, kendileri, bütün efkâr ve kalbleriyle Medine medeniyetine doğru ve her plânda Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ilâhî gerçekleri hâkim kılmak istikametinde hareket ederken, başkaları başka sevdada ve bu düşüncelerden fersah fersah uzak… Derken, o zamana kadar bağlandıkları hissî bağlar çatır çatır kopmaya başladı.. derken, bütün bütün duygu ve hislerin başka başka olduğu ortaya çıktı.

İşte, bu dönemden sonradır ki, hissî bağlar da yetmemeye başlamıştı. Bundan böyle, birbirinden kopup biri Çin’e biri Maçin’e doğru, ayrı ayrı istikametlere giden kimseleri, fikir ve mantık plânında bir araya getirecek esaslara, umdelere ve dinamiklere ihtiyaç vardı…

Biz kendi açımızdan, önce Türkiye, sonra da topyekün âlem-i İslâm’da yeniden varoluş ve diriliş tablolarını müşâhede edip herkesin kendine düşeni yaparak, istikbal örfânesine bir şeyler hazırladığı inanç ve kanaatini muhafaza etsek bile, riayetinde zaruret olan bir kısım esasların kulak ardı edilmemesi gerektiğini hatırlatmakta da fayda mülâhaza ediyoruz:

Evvelâ, bugün herkesin, başkalarını kendi meşrebine sokmaya çalışmadan vazgeçerek, Hak yolundaki her hizmeti alkışlaması şarttır. Nasıl ki, değişik meslek erbabı, sanatkâr ve zanaatkârlar birbirlerini kabullenip, semere-i sa’ylerini, çalışmalarının neticelerini mübadele edip değiştiriyorlar ve umumî maksat istikametinde birbirlerine destek oluyorlar. Öyle de, değişik meşrep ve mezhep mensupları arasında aynı anlayışın yolları araştırılmalı, maksat ve neticenin yumuşatıcılığıyla, sebep ve vesilelerin sertliği mutlaka kırılmalıdır. Bunun için de yapılması gerekli olan tek şey, herkesi kendi hizmet sahası içinde alkışlamak ve “Benim Allah’ımın adını anan, Peygamberim’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdir ve tebcil eden herkes kardeşimdir.” diyerek başkalarını kabullenmektir. Kabullenip, kapitalizm ve komünizme yutulmamak, ateistlerin meydana getirdiği korkunç vakuma kapılmamak için, sûrî dahi olsa bir ittihat ve ittifak temin edilmelidir. İngiltere insanı, kendi kader ve kendi geleceği için “Anglo-Sakson ve Galli” olarak bir vahdet temin etmişlerdir.

Bu iki ayrı ırk, birbirlerinden öyle nefret eder, öyle tiksinirler ki, bir Anglo-Sakson’a “Galli” desen ağzına bir yumruk indirir. Galliye de “Anglo-Sakson” desen o da sana bir yumruk savuruverir. Bununla beraber, bu iki zümre arasında, zâhir plânda bugüne kadar en ufak bir çekişme, bir mücadele hissedilmemiştir. Çünkü bir masa başında oturmuş, aralarındaki farklı noktaları görüşmüş, asgarî müşterekleri tespit etmiş, İngiltere’nin kaderi ve istikbali adına bir kısım fedakârlıkları göze alarak anlaşma noktalarını bulmuş ve anlaşmışlardır.

Bunun bizim davamız açısından mânâsı şudur: Her birimiz hangi meşrepten olursak olalım, Allah’ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir, yolumuz bir, yöntemimiz birdir. Evet işte, böyle bir anlayışla vahdetimizi hissîlikten çıkarıp bu “bir bir”ler üzerine kurmak mecburiyetindeyiz. Zira bütün bu “birler” birliği iktiza etmekte ve vicdanlarımızı birlik ruhuna çağırmaktadır. Aksini iddia, nefsin mazeret mırıltılarından başka bir şey değildir.

Şimdilerde, kıymetli bir hazineyi belli bir noktaya götürmeye azmetmiş olan bizler, onu yerine ulaştırdıktan sonra ille de bir düello gerekiyorsa, o mel’un işi, emaneti sahiplerine devrettikten sonra yapalım. Fakat önce mutlaka, bu mübarek milletin bugününü-yarınını düşünelim. Ve şu memleketin, dinsizlere, inkârcılara peşkeş çekilmesine fırsat vermeyelim ve buna imkân hazırlamayalım…

Bu mevzuda ikinci yol da şudur: Hiç kimse, başkalarını kendi yol ve sistemine girmeye zorlamamalıdır. Varsın herkes kendi anlayışı içinde hizmet etsin. Şurası unutulmamalıdır ki, bir kısım kimselerin, içine düştükleri fikirlerden vazgeçmeleri zor, hatta çok defa imkânsızdır. Zor kullanmak ise kat’iyen çıkar yol olmadığı gibi, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara da sebebiyet verebilir. Müsamaha ve tolerans ise, Kur’ân’ın tavsiyesidir. Toleranslı hareket edip müsamahalı davrananlar, yarınlara ait önemli bir meseleyi halletmiş sayılırlar.

Üzerinde durulması gerekli olan diğer bir husus da şudur: Meşrepler, mizaçlar ittihat etmediği için, herkes kendi meşrebi içinde, Kur’ân ve imana hizmet ederken oldukça mühim şeyler de yapmaktadır. Bir kısım büyük kalemler, hayat-ı içtimaiyemizle alâkalı meseleleri, problemleri halletmektedirler ki, İslâm’ın bu türlü problemlerinin halledilmesine de ihtiyaç vardır. Binaenaleyh, bırakalım, bazıları içtimaî ve iktisadî meseleleri halletsinler. Bizler de yapabileceğimiz şeylerle meşgul olalım. Abbasîler devrinde olduğu gibi, şimdilik onların adaptasyonlarını yapalım. Ehl-i Sünnet kıstaslarıyla ölçüp biçelim, atacağımızı atıp tutacağımızı tutalım ve yeni terkiplerle, yepyeni bir dünyanın kurucuları ve hazırlayıcıları olmaya çalışalım.

Bir başka grup düşünelim ki, Ehl-i Sünnet açısından tenkit edilecek bazı yanları olabilir. Ama, böyle bir araştırma ve tetkik mevzuunda, değil onların, Batının bile alınacak müsbet yönleri olduğunu kat’iyen hatırdan çıkarmayalım. Bizim izzet ve onurumuz, onların da düşmanlık ve nefretleri hesaba katılarak, alınabilecek şeylerini almada ne zarar var! Aslında her bâtıl mezhep içinde dahi, bir dâne-i hakikat vardır ve o mezhep, hayatiyet ve mevcudiyetini ona borçludur. İşte, o tek dâne-i hakikat her zaman alınabilir ve alınmalıdır da…

Bu meseleyi izah için bir misal arz edeyim: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten ayrı Müslümanlar içinde, öteden beri devam edegelen birbirine zıt iki kutbun temsilcisi iki mezhep vardır: Mutezile ve Cebriye. Mutezile mezhebi, “Kul fiilinin hâlıkıdır.” prensibine göre hareket eder.. Cebriye mezhebi ise “Her şeyi Allah yaratır, kul robot gibidir.” düşüncesiyle hareket eder. Bunlar, insanın iradesi ve Allah’ın yaratması mevzuunda birbirine zıt kutuplarda bulunmaktadırlar.

Mutezile “İnsan kendi fiilini kendi yaratır, Allah müdahale etmez.” şeklinde düşünmüştü. Günümüzde, rasyonalistlerin çoğu da Mutezile gibi düşünmektedir.

Cebriye ise, bunun aksine, insana hiçbir pay ayırmamakta, hiçbir irade tanımamaktadır. Onlara göre mükellefiyetleri ve iradesizliğiyle insan, eli kolu bağlı, sırtından yediği bir tekme ile suya düşürülmüş ve kendisine “Sakın ıslanma!” denmiş gibi bir durum arz etmektedir.

Ehl-i Sünnet, ondan aldığı bir dâne-i hakikatle öbüründen aldığı başka bir hakikati birbirine mezcetmiş ve bir sentez yapmıştır. Mutezile’ye demiştir ki: Evet insanın iradesi vardır. Kur’ân’ın pek çok âyeti buna delâlet eder. İnsanın iradesi vardır ki, insan iradesiyle amel-i salih yapacak ve Cennet’e girecektir. Vardır ki, Kur’ân-ı Kerim “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” [2] demektedir. Fakat “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” [3] fehvasınca, Allah’ın dilediğinin, bir esas olduğu da kat’iyen hatırdan çıkarılmamalıdır. Evet, sizin irade dediğiniz şeyin tasarruf dairesi o kadar dardır ki, âdeta varlığı ile yokluğu müsavidir. Ama, şart-ı âdi olarak o irade vardır ve günah-sevap, ceza-mükâfat gibi hususlara da bir esastır.

Ben bütün bunlarla şunu anlatmaya çalıştım: Kapitalist bir sistem içinde de bir dâne-i hakikat vardır, komünist sistem içinde de. Ama, komünizma onu istismar ediyor. Devletçiliği, fakiri koruyup kollamayı istismar ediyor ve münafıklık yapıyor. İşte bunlar kitleleri, cemaatleri sürükleyip götürüyorlar. İslâm’a gelince, onun bütün meseleleri, bütün prensipleri hak, hakikat, istikamet ve adalettir. O, her yönüyle birleştirici prensipler mecmuasıdır.

Meşreplere gelince, her meşrep içinde bir dâne-i hakikat vardır. Cenâb-ı Hakk’ın, farklı mizaç, meşrep ve mezaklarda yarattığı şeyleri görmezlikten gelerek, fıtrat hakikatine karşı çıkıp, ayrı ayrı cetvellerden fışkıran suları karıştırarak, hayalî vahdet yolları araştırmayalım. Herkes kendi sahasında envâr-ı Kur’ân ve imanı neşretsin ve başkaları ile uğraşmasın.. ittifak edemiyorsa da hiç olmazsa ihtilafa düşmesin. En azından Müslümanları çekiştirip durmasın. Her Müslümanı alkışlamasını bilsin. Her “Allah” diyenin arkasında olsun. -İnşâallahü Teâlâ- o takdirde, kısa zaman sonra, ittihat ve ittifak teessüs edebilir.

Celâdet: Yiğitlik, kahramanlık, metanet.
Fehvasınca: Uyarınca, gereğince.
Şehamet: Akıl ve zekâ ile birlikte olan cesaret.
Teraküm etmek: Birikmek, yığılmak.
Vifak: Anlaşma, uyum içinde olmak.

[1] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, 2/160.
[2] Necm sûresi, 53/39.
[3] Tekvîr sûresi, 81/29.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Lut Kavmi, Nuh Kavmi Gibi Bazı Kavimler Belli Suçlardan Helâk Edilmişlerdir. Bugün Bütün Ahlâksızlıklar Yapıldığı Hâlde, Neden Toplu Olarak Milletler Helâk Edilmiyor?

Öteden beri ilâhî bir kanun olarak Cenâb-ı Hak, âsî ve tâğî kavimlere -ahirette ceza vermesi muhakkak ve mukadder olmakla beraber- terbiye ve tedip için çok defa, dünyada da ceza vermiştir. Hakikaten, Hazreti Lut kavmi hakkındaki ceza, ürpertici ve ibret verici mahiyettedir. Hazreti Lut’un vazifeli olduğu Sodom ve Gomore, Lut Gölü çevresindedir. Bu birkaç belde, bir gecede tek bir sayha ile yerle bir edilmişlerdir. Hazreti Lut’un kavmini, utandırıcı günahları ve suiakıbetleriyle en ince teferruatına kadar anlatan Kur’ân-ı Kerim,[1] Hazreti Nuh’un kavmini de tafsilâtıyla nakleder.[2] Tûfan hâdisesi zuhur eder. O günkü dünya karala rı suların altında kalır; denizler buharlaşır; gökten yağmurlar yağar; yerden sular fışkırır ve bütün o âsi cemaat helâk olur… Ancak, sefine-i Nuh’a (aleyhisselâm) binen az bir grup, bir kısım zayıf hadislere göre 60-70 insan, Allah’ın tevfikiyle kurtulur. Sonra da insanlık, yeniden, bunlardan üreyip çoğalır. Bu mevzuda, arkeoloji uzmanları, birtakım emarelerle bu hâdisenin cereyan ettiği yer ve cereyan keyfiyetini araştıradursun, biz, kudsîler topluluğu üzerinde duralım.

Evet, Ümmet-i Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelince, hakikaten ister ümmet-i davet (Müslüman olmayanlar), isterse ümmet-i icabet (Müslümanlar) olsun, bugün hepsi de pek çok melaneti birden işlemektedir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davetini duyan Avrupa, Amerika ve sair yerlerde öyle kötülükler irtikâp edilmektedir ki, hakikaten ne Hazreti Lut ne Hazreti Salih ne de Hazreti Hud devrinde bu melanetlerden hiçbirisi irtikâp edilmemiştir.

Ancak, O’nun ümmetinden olma hususiyeti, âdeta bu ümmete paratoner olmuştur. Bu hususiyeti teyit eden Kur’ân-ı Kerim’den bir âyetin işaretini ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bişaretini zikretmek yerinde olur.

Enfâl sûresindeki bir âyette: “Sen onların içinde bulundukça, Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azap edecek değildir.”[3] buyrulmaktadır.

Hatta burada Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mukayeselere gelmeyen büyüklüğünü mukayese için, şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz. Hazreti Mesih’in şöyle dediğini Kur’ân-ı Kerim nakleder:

“… Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mâide sûresi, 5/118)



Evet, Hazreti Mesih, azan, sapan cemaatinin durumunu Allah’a karşı ifade ederken: “Eğer Sen onlara azap edersen onlar Senin kulların. Eğer mağfiret edersen, Azîz ve Hakîm Sensin.” der.

Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için Kur’ân’ın ifadesi şöyledir: “Habibim, sen onların içindeyken Ben onlara azap edecek değilim. Aynı zamanda istiğfar ettikleri, (Bana döndükleri) müddetçe onlara azap etmeyeceğim…”[4]

Âyetten anlaşılıyor ki, Ümmet-i Muhammed’in iki mühim paratoner ve iki mühim seddi var. Belâlar, bu paratonerlerle tesirsiz hâle gelecek ve azaplar bu sedleri aşamayacaktır.

Birincisi: Maddî ve mânevî şahsiyet-i mâneviye-i Ahmediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizde bulunması -İlâ yevmi’l-kıyame Allah devam ettirsin!-

İkincisi: Ümmet-i Muhammed içinde hakka, hakikate sahip çıkan ve daima Allah’a yönelen ehl-i hizmet ve ehl-i istiğfar bir zümrenin bulunması… Bundan dolayı rahmetinden bekleriz. Allah bize, bilhassa toplu olarak azap etmeyecektir…

Hadis-i şerife gelince, sahih hadis kitaplarında gördüğümüz şekliyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin helâk olmaması için Allah’a (celle celâluhu) çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en mühimi de Veda Haccı’nda, Arafat ve Müzdelife’de oldu. Bu iki mübarek yerde O, Allah’ın ilham ettiği ölçüde pek çok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı-yakardı.[5] Ancak, bu husus kabul edildi mi edilmedi mi bir şey diyemeyeceğim!

Evet O Sultanlar Sultanı’nın, Ümmet-i Muhammed’in helâk olmaması mevzuunda pek çok yalvarış ve yakarışları olmuştu. Bunu sahabe-i kirama şöyle anlatıyor:

“Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman Ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim bunu kaldırmadı.”[6]

Evet, iradeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı… Başka kavimler günah işledikçe semavî ve arzî afetler onları kırıp geçirecek; ama, Ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek, ittihat ve ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar. İşte, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunun kalkmasını Rabbisinden çok diledi; ancak, Cenâb-ı Hak -hikmetini Kendi bilir- bunu kaldırmadı.

Bir de şu hususu, bir âyetin işareti, ehl-i keşif ve tahkikin beyanı olarak arz edeceğim. Bir yerde az dahi olsa, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a, dine ve diyanete samimî hizmet varsa ve orada ehl-i hakkın mağlup olma endişe ve tehlikesi de bulunmuyorsa, bu işi yapan topluluk, paratoner gibi belâların def u ref’ine vesile olacaktır. Evet bu şekilde dine hizmet eden, on tane samimî adam olsa, bunlar paratoner gibi belâları kırıp def u ref’ine vesile olacaktır. Ama; ehl-i hak mağlup ise, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onları da sarsacaktır.

İşin doğrusunu Allah bilir.

İrtikâp: Kötü bir fiilde bulunma, suç işleme.
Tâgi: Azgın, âsi, yoldan çıkmış.
Tedip: Ceza verme, haddini bildirme.

[1] Bkz.: Hicr sûresi, 15/58-79; Şuarâ sûresi, 26/170-175; Ankebût sûresi, 29/26-37; Zâriyât sûresi, 51/31-37.
[2] Kur’ân’da 71. sûre olan Nûh sûresine bakınız. Ayrıca bkz.: Hûd sûresi, 11/25-49; Şuarâ sûresi, 26/105-121.
[3] Enfâl sûresi, 8/33.
[4] Enfâl sûresi, 8/33.
[5] İbn Mâce, menâsik 56; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/14.
[6] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 11/374; el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 1/117; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 8/292.


25 Mart 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Bir Müslüman'ın Müsamaha Ölçüsü Ne Olmalıdır?

Müsamaha bir Müslüman sıfatıdır. Her Müslüman bu sıfatla muttasıf olmalıdır. Müsamaha gönülleri yumuşatıcı bir unsurdur; hakikatları kabul ettirme de ancak onunla olur. Maamafih, müsamaha ne kadar güzel bir haslet olursa olsun, ifrata-tefrite düşülmeden dengeli ve belli bir ölçü içinde olmalıdır.

Allah Rasûlü kendi şahsına yapılan her türlü bed muameleye karşı alabildiğine müsamahalı davranırdı. Ancak bir başkasının hakkı veya dinin esaslarına saldırı söz konusu olduğunda, kükremiş arslanlara döner ve o hak yerine gelinceye veya o bela defedilinceye kadar da yerinde duramazdı.

Uhud’ta emri dinleme nezaketini tam kavrayamamış ve geçici dahi olsa bir bozguna sebep olmuş sahabiye karşı tek kelime söylememiş ve kat’iyyen sert davranmamıştı.. yakasına sarılıp hak isteyene, tebessümle mukabelede bulunup ve yanındakilere, “buna hakkını verin,” demişti ki; bunlar O’nun müsamaha ikliminin genişliğini ispat etmesi bakımından, ibretle seyredilmesi gereken tablolar arasından sadece bir-iki misâldir. Mekke fethinde ilan ettiği umumî af ise, bugünün insanının henüz hayâl edemeyeceği kadar derin ve baş döndürücüdür. Evet, Allah Rasûlü’nün müsamahası bu kadar geniştir.

İffeti gökteki melekleri dahi gıptaya sevk edecek kadar temiz ve pâk olan anamız.. evet, binlerce yüzbinlerce anayı uğruna feda edeceğimiz ve bastığı toprağı gözümüze sürme diye çekeceğimiz anamız Hz. Aişe’ye, iftira atan ve o muallâ dâmene çamur sıçratanlar arasında, kandırılmış Müslümanlar da vardı. Bunlardan biri de Hassan b. Sâbit’ti. Allah Rasûlü’nün bu mübarek şairi nasılsa bir münafık tarafından iğfal edilmiş, kandırılmış ve O da onların sözüne inanarak iftira şebekesinin arasına girmişti. Daha sonra âyet nazil olup da; anamızın iffeti vahiyle tesbit edilince bunlara iftira sopası (Haddi kazif) tatbik edildi. Ve aradan seneler geçti. Hassan b. Sabit iyice yaşlanmış ve gözleri görmez hâle gelmişti. Hz. Aişe validemizin yanında methiye okuyordu. Orada bulunanlar arasında Hz. Aişe’nin yeğeni Urve de vardı. Hâdiseyi bildiği için de Hassan b. Sabit’e karşı içinde gizli bir nefret taşıyor ve teyzesine çıkışıyordu: “Ne diye bu adamı huzuruna kabul edip dinliyorsun?” Ve anamız cevap veriyordu: “Sus Ya Urve! Ben Allah Rasûlü’nün O’na duâda bulunup: “Ya Rabbi O’nu Ruhu’l-Kudüs ile teyid et” dediğini duydum.”

Bu şebekeye girenlerden biri de Mistah’dı. Halbuki Hz. Ebu Bekir O’nun bakım ve görümünü üzerine almış ve o aileye her türlü yardımını aralıksız sürdürüyordu. İftira hâdisesine onun da ismi karışınca, Hz. Ebu Bekir, bir daha asla Mistah’a yardım etmeyeceğini söyledi. Canı iyice yanmıştı. Fakat derhal gökten bir mesaj geldi. Âyet şöyle diyordu: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah (cc) yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın (cc) sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah (cc) Gafûr’dur, Rahîmdir”. (Nur,24/22)

O yeminle Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğini söyleyen insan, bu hitap karşısında derhal dediğinden vaz geçiyor; yemin keffaretini ödüyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi Mistah’ı himayeye devam ediyor..

Bunlar, şahsa karşı yapılan en çirkin muamelelere karşı bir mü’minin verdiği müsamaha örnekleridir. Hakikaten çok zor olan böyle bir imtihanı onlar en muvaffak bir şekilde atlatmışlardır. Ve hakkı neşir vazifesini omuzlayan insanlara onlarda nice ibretler ve dersler vardır.

Günümüzün davâ adamları da kalblerinin yumuşaklığı ile vicdanlara girip hakikatı anlatacak ve kalbleri fethedeceklerdir. Huşûnet, sertlik ve kabalık hiç bir devirde faydalı olmadığı gibi günümüzde de faydalı olacağı düşünülemez. Müsamahanın sıcak iklimi ise, nice buzdan dağlar eritmiştir. Allah Resûlünü öldürmek için yola çıkan nice düşman, O’nun müsamahası ile hayat bulmuş, İslâm’a girmiş ve Allah Rasûlü’nün en sadık dostu olmuştur. Ömer’i dize getiren Allah Rasûlü’nün bu müsamahası değil midir? Ya Halid’i bitirip tüketen ve gönlündeki karanlıkları gideren bütün bunlar Efendimiz (sav) in müsamaha dünyasından esip gelen aydınlık tûfanı değil midir?

Zaten Cenab-ı Hakk (cc) da kendi dinini neşredenlerden bunu talep etmekte ve bunu istemektedir. O, Firavunun hidayete gelmeyeceğini ezelî ilminde bildiği halde Hz. Musa ve Harun’u (as) ona gönderirken, Firavuna karşı yumuşak bir dil kullanmalarını emretmekte ve “Ona tatlı dille konuşun. Belki o aklını başına alır veya korkar” (Tâhâ, 20/44) demektedir.

Evet, biz bize karşı bağnazca, fanatikçe ve küfür hesabına mürteciyane hareket edenlere, müsâmahalı, esnek ve bir mümine yakışır mürüvvet edebini takınarak mukabele etmek zorundayız. Kur’ân’ın bize öğrettiği ahlâk anlayışı böyle olmamızı gerektirmektedir. “Onlar (mü’minler) ki, boş bir şeyle karşılaştıklarında oradan vakarla geçip giderler”. (Furkan, 25/72)

Bir mü’minin ferdî plânda daima göz önünde bulundurması gereken düstur Rabb’imizin şu ifadeleri olmalıdır: “Eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız bilin ki Allah (cc) Gafûrdur, Rahîmdir”. (Teğâbûn, 64/14)

Cenab-ı Hakk (cc)’ı kendisine karşı Gafûr ve Rahîm bulmak isteyen, O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanmalı ve müsamahayı, karakterinin ayrılmaz bir parçası kılmalıdır.

Müsâmahalı insan, hayatın her safhasında daima kazanır ve hiçbir zaman kaybetmez. Bugününü yaşarken aynı zamanda yarın olmak, ancak müsamahalı insanlara mahsus bir ilâhî mevhibe ve hikmet buududur.. buna mazhar olanlar da geleceğin dünyasının biricik mirasçılarıdırlar.

4 Mayıs 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Şefaat Hak mıdır? Kimler Ne Ölçüde Şefaat Edebilirler?

Evet, şefaat haktır. Birçok âyet ve hadîste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu âyet ve hadîsleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzûa başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliyâ asfiyâ ve şehitler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzûda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i âzama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu âhirete saklamıştır.. ve âhirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdûn”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mahmûd”un sahibi ünvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara keffâreti sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Rasulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” manâsına “şefaat-ı uzmâ’sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” (Bakara, 2/255) mealindeki âyet de bize bunu anlatmaktadır.

Bunun böyle olması da gayet tabiî ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilâhîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (cc) bir mîzan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, âhirette vereceği şefâat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdit ve sınır konulmuş olmasaydı,bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek meselâ, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimâli vardır. Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir.

Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzûda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadîsi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebîler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi…

Evet, belki de Hallacın dediği gibi, Allah Rasulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı. Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu manâ ile alâkalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır.

Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi muttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve muttakîler önünde bize, imamlık pâyesi ihsan eyle!

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (cc) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, muttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz…

Efendimiz bir hadîslerinde, âhiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (cc), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’tan şahit ister. O da Ümmet-i Muhammedi şahit gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahit kıldın.. onlar da ellerindeki Kitapta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahit olarak gösteriyorum.”

Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasulün de sizin üzerinize bir şahit olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143).

Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahit olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu manâda bütünüyle şefaat edecektir.

Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (cc) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir..

6 Mayıs 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Allah (celle celâluhu), Neden Bana Sormadan, İşin Başında İrademe Danışmadan Beni Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? Sonra, Benim Kaderim Neden Zengin ve Müreffeh Olmak Değil de, Belâ ve Musibetlere Maruz Kalmak Şeklinde Tecellî Ediyor?

Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.

Şimdiye kadar yaptığımız izahattan anlaşıldığı üzere, insanın iradesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (celle celâluhu) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.

İnsan bir işe iradesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle iradesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hatta ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi suiistimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, “Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?” diyebilir mi? “Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu.” gibi tamamen iradî hatalarımızdan kaynaklanan cüz’î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?

Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. İrademizi hesaba katmadan birtakım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.

Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, iradesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre alet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz… Şu kadar ki, insanın suiistimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.

Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam mânâsıyla anlayamadığından, ancak zâhirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İleride dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir tedibe tevessül etmiştir… Ama, siz zâhire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Hâlbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakikî, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adaletli verir.

Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibarıyla o suçsuzdur; fakat, hâkim zâhirî sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, “Hâkim zulmetti.” dersiniz ama, o kimse hakkında kader, hakikî sebebe bakarak adaletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir.

Yeri gelmişken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Hz. Musa (aleyhisselâm), “Yâ Rabbi, bana adaletini göster.” diye dua eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, “Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle.” diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü fark eden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adaleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hak’tan sorar ve şu cevabı alır:

“Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iade etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık.”

Evet, hakikî sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serapa zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakikî sebepleriyle serapa adalet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahzâ adalet ve mahzâ güzelliktir.

İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.[1] Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifadesiyle[2] ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibarıyla pek çok lütuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (celle celâluhu) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin sırat-ı müstakîmden sapmasına vesile olacaktı. Kul dua eder, fakat duada istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa ya istediği aleyhinedir ya da ileride veya ahirette çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.

Öyleyse, Allah’ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (celle celâluhu), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık’tır ve Alîm’dir, aynı şekilde Hakîm’dir de; hiçbir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef’âlindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O hâlde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olmak ve O’na teveccüh etmek, “lütfun da hoş, kahrın da hoş” anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.

[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/216.
[2] Bakara sûresi, 2/216.


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Cenâb-ı Hak Bir Âyetinde "Ben İstediğim Kulumu Hidayete Erdiririm" Diyor. Bu Durumda Cenâb-ı Hak Kulları Arasında Bir Ayrım Yapıyor mu?

Evvelâ, Allah bir ayrım yapsa, kimin hakkı var ki, O’na “Niçin ayrım yaptın?” desin. Allah, mülk sahibidir[1]. Hepimizi belli şeyler içinde evirip çeviriyor; ama, kimsenin, herhangi bir hak iddia etmeye de hakkı yoktur. “O Mülk Sahibi, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” Hakikatinin sahibidir. Ayrıca, O’nunla alâkalı sual sorulurken, çok nezihane, edibane sormak lâzımdır. Allah, her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan Mâlikü’l-Mülk’tür.[2] Kimsenin böyle, bu tarzda soru sormaya hakkı yoktur ve edebe münafidir.

Ancak şöyle denebilir: “Cenâb-ı Hak beni hidayete veya dalâlete atıyorsa sonra acaba beni hangi esas, hangi prensip ve hangi hikmete binaen muaheze edecektir? Zira, O, Hakîm-i Mutlak’tır. Acaba bu husustaki hikmeti nedir?”

Evet, Allah dilediğini hidayete, dilediğini de dalâlete götürür. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’in mükerrer yerlerinde hep böyle zikredilmiştir.[3] Meşîet-i ilâhiye esastır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gerekli olan husus da şudur: Hidayet ve dalâlet Allah’ın yaratmasıyladır. Ama sebebiyet, kulun mübaşeretidir. Kulun mübaşereti o kadar zayıftır ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya bütün kâinatların yaratılması, kendisine ait olan Allah’ın (celle celâluhu) Zât’ı zikredilmektedir.

Bir misal ile meseleyi tavzih edelim: Meselâ bizler, yemek yeme, su içme ameliyesini yapıyoruz. Bu yeme ve içmenin neticesinde içimize giren çeşitli proteinler, vitaminler, demirler, bakırlar yerlerini alıyor ve bedende, kendilerine has fonksiyonları ifa ediyorlar. Bütün bu meseleler öyle hassas hesaplarla yapılıyor ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işlerin halli için yetmiyor. Yettiği farz edilse bile, insanın ağzına lokmayı koyması için gerekli olan elindeki kuvvet, kafasındaki dirayet, ta baştan Allah tarafından verilmiş. İnsan lokmayı ağzına koyar-koymaz, Allah tükürük bezlerini harekete geçiriyor, ağzı sulandırıyor ve yemek daha ağızda ıslanırken, hemen beyne haber gidiyor; oradan da mideye şifreler çekiliyor ve ona “Dikkatli ol!” deniliyor. “Hangi çeşit usare ve asidi ifraz edeceksen et; çünkü şu cinsten, şu çeşit yemek geliyor.” Derken, midedeki bütün fakülteler faaliyete geçiyor. Sadece buraya kadar olanları dahi, insan, kafasıyla düşünmeye kalkışsa, bunların pek azını bile yapamaz. Kaldı ki onun, bazen yanlışlıkla dilini çiğnediği de oluyor.

Mide kendine ait fonksiyonu ifa ediyor. Kendi eriteceği şeyleri, meselâ nişastalı, glikozlu şeyleri eritiyor. Ve iş bununla bitmiyor; bağırsağa giderken ona da bir şifre gönderiliyor:

“Şunlar geliyor.” Yani sert ve ancak asitli şeylerle halledilebilir cinsten nesneler. İnsanın bundan sonraki safhada hiç dahli yoktur. Sonra selülozlu şeyler bağırsaklara giriyor, derken onlar faaliyete geçiyor. Bunların bir kısmı, meselâ elma kabuğu gibi şeylerse -insan vücudunda bu gibi enzimler olmadığından- erimiyor ve dışarıya atılıyorlar. Bütün bunların hepsi fevkalâde hassasiyet içinde ve haberli olarak cereyan ediyor. Evet, midede ne erir, ne erimez bunların hepsi de haberli oluyor. Sonra sıra karaciğere geliyor ve karaciğer de kendisine ait yüzlerce vazifeyi yapıyor…

Görüyoruz ki, bir lokma, insanın midesine girdikten sonra, onun vücuduna faydalı hâle gelinceye kadar, bin ameliye görüp-geçiriyor. Ve bu bin ameliyenin hiçbirinde insanın dahli olmuyor.

Şimdi, bu nankör insan kalkıp dese ki “Ben, lokmayı ağzıma koydum, vücuduma demiri, kömürü gönderdim, stok yaptırdım. Hangi hücrelerin nelere ihtiyacı varsa, onları onlara tevdi ettim. Vitamin isteyene vitamin, protein isteyene protein gönderdim. Hararetlerini de ayarlayıp hepsini faaliyete geçirdim.” Allah’ın bu icraatına şerik olduğunu iddia etmiş olmaz mı?

Belki, bu mevzuda düşünülmesi ve söylenmesi gerekli olan şey şudur: “Bu esrarengiz mekanizma, gaybî bir el ile çalıştırılıyor. Ben lokmayı ağzıma koyunca, birdenbire esrarengiz şeyler olmaya başlıyor. Binaenaleyh, bu lokmanın halledilmesi mevzuunda benim bir dahlim yoktur. Bu işi yaratan Allah’tır (celle celâluhu). Hazım ve sonrasını yaratan da O’dur.” Böyle demekle insana ait iş, Allah’a isnat edilmiş olmaz. Belki Allah’ın işi, Allah’a isnat edilmiş olur. İnsanın bu mevzuda o kadar cüz’î bir mübaşereti vardır ki, bunca işi kendisine isnat etmeye asla hakkı yoktur.

Gelelim hidayete. Hidayet, öyle mühim bir meseledir ki, insanın onu elde etmedeki iradesi, çok küçük bir izhâr-ı liyakattan ibarettir. Meselâ çok defa isterim ki, kalbî bir inşirah, bir inbisat içinde bütün hissiyatımla içimi cemaate dökeyim. Hâlbuki “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz”in[4] sahibi olduğundan, bütün içimi, hissiyatımı ifade edemiyorum; ancak alâkaderilimkân bir şeyler söyleyebiliyorum. İstiyorum ki, nâfizülkelim ve alabildiğine muhlis olarak, ahkâm-ı ilâhiyeyi, ahkâm-ı Kur’âniye’yi nakledeyim. Hâlbuki her şey bir noktada takılıp kalıyor. Ne kadar arzu ediyorum, namaza durduğum zaman kendimden geçeyim; vecd ve istiğraklarla kendimi unutayım, dünya ve mâfîhâdan bütün bütün sıyrılayım. Hâlbuki bu arzumun binde birine dahi muvaffak olamıyorum. Demek ki, elimde samimî isem sırf bir istek var. Geri kalanları tamamen Yaratan’a ait… Ey Rab, göz açıp-kapayıncaya kadar dahi olsa bizi bize bırakma!..[5]

Dikkat buyurulsun; iman zevki, iman aşkı, iman hazzı, Cennet iştiyakı ve Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi almaya, kabul etmeye teşne olma keyfiyeti, bütün bunlar öyle ilâhî mevhibelerdir ki, bunları insanın sinesine ancak Allah yerleştirebilir. İnsan, sadece mübaşeret eder. Onun için Saduddin-i Teftâzânî bu mevzuda “İman, insanın cüz’î iradesini kullanması suretiyle, Allah’ın onun ruhunda yaktığı bir şem’adır.” der. -Şem’ayı yakana ruhlar feda olsun!Böyle büyük bir neticede senin cüz’î iradeni kullanmaktan başka bir dahlin yoktur. Sanki düğmeye dokunuyorsun ve hayatın tenvir ediliyor. Binler avizenin, bir tek düğmeye dokunmakla etrafı aydınlatması gibi, iman tarafına, cüz’î iradenin o kadarcık yönelişi, hidayet nurunun yakılmasına vesile oluyor.

Evet, bu meseleyi de ağızdaki lokma gibi anlama mecburiyetindeyiz. “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.”[6] “Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.”[7] fehvasınca kimse, O’nun dilediğinden başkasını dileyemez… O’nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O’nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz.

Netice olarak işin çoğu O’na aittir. Bize ait olan o kadar cüz’î, o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah’a karşı suiedeb ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir.

Alâ kaderilimkân: İmkân nispetinde, mümkün olduğu kadar.
Mâfîhâ: İçindekiler.
İfraz: Salgılama.
İstiğrak: Basiret ve şuurun, yaşanan hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında kalıp, kendinden geçmesi.
Meşîet-i ilâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi.
Mübaşeret: Bir işe başlama, girişme.
Nâfizül-kelim: Sözü tesirli.
Vecd: Coşku (ilâhî aşkın insan benliğini bütünüyle sarması).

[1] Bkz.: Fâtır sûresi, 35/13; Zümer sûresi, 39/6; Şûrâ sûresi, 42/39; Zuhruf sûresi, 43/51; Mülk sûresi, 67/1.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/26. Arıca bkz.: Mâide sûresi, 5/1; İbrahim sûresi, 14/27; Burûc sûresi, 85/16.
[3] Bkz.: A’râf sûresi, 7/186; Kehf sûresi, 17/17; Zümer sûresi, 39/37.
[5] İnsan sûresi, 76/30.
[5] Bkz.: Tirmizî, daavât 99.
[6] İnsân sûresi, 76/30.
[7] Müddessir sûresi, 74/31.


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

İrade-i Külliye ve İrade-i Cüz'iyye Ne Demektir?

İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’ân-ı Kerim’de beyan olunmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’î iradenin insana verildiği de malumdur. Hâl böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın İrade-i Külliyesi mi günah işletir?

Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..”[1] Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlıkı yalnız Allah’tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (c.c.) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, “kesb” veya “Cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:

A) Küllî irade, B) Cüz’î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.”[2] Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da “Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (c.c.) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (c.c.) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: “Beni niye buraya getirdin!” diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin… Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız.”

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.

Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz’i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk’ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu’tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu’tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur’un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme

[1] Sâffât sûresi, 37/96
[2] İnsan sûresi, 76/30


14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

Hızır (aleyhisselâm) İle Görüşülebilir mi?

İnsan, düşünce ile alâkalı meseleler üzerinde durup, o meseleleri ihtiva eden kitapları tetkik ettiği nispette derinleşir. Kalbî hayatı ile ilgili meseleler üzerinde durup, onlara inhimak ettiği zaman, kalbî hayat açısından buud kazanır. İlmî meseleler üzerinde ısrarla durup, bu mevzuda her gün yeni yeni terkiplere ulaşabildiği, yeni yeni komprimelere varabildiği nispette de ilmî derinliklere erer. Bütün bunları aşarak sırf rızâ-i ilâhî ve Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etme üzerinde ısrarla duran bir insan da Allah’la olan münasebetlerinde derinleşir (Hâlık-mahluk, kul-Mâbud münasebetlerinde).

Aslında, Allah’la münasebette derinleşen bir insan, netice ve encam itibarıyla, diğer yollarla elde edilebilecek her şeyi de elde edebilir. Belki çok az bir çalışma, cüz’î bir malumat ile Cenâb-ı Hak, onun ilmine keramet-i ilmiye lütfetmek suretiyle, birini bin yapar ve onu yılların gayretiyle elde edilemeyecek neticelere ulaştırır. Artık böyleleri bir defa okur ama, ondan binlerce terkibe varabilir.

Zâhirî ilimler, öğrenildiği kadar insanın dimağ ve kalbinde yer işgal eder ve insanın sa’yi nispetinde bir arzı (eni) bir de tûlu (boyu) olur. İnsanın, Allah ile münasebetlerinde derinleşmesi sayesinde ise, hem bâtın âlemine ait mârifet, hem de zâhir âlemiyle alâkalı müktesebat elde edilir. Evet beriki sadece zâhirde kalırken, bu, bâtın âlemin sınırlarını aşar, zâhiri de kavrayabilecek noktaya ulaşır.

Maddeciliğin esas alındığı bir asırda yaşadığımız için, her şey maddî kıstas ve maddî kriterlerle ele alınır oldu. Bu itibarla da pek çoğumuz mâneviyata karşı yabancılaştık ve ruhî değerlerden yoksun kaldık. Bu hızlı maddîleşme, dimağımızdan mâneviyatı silip süpürüp götürdü. Rahmet-i ilâhiyeden ümit ve recâ ediyoruz bizleri yeniden, mânâ ve ruh insanları hâline getirsin…

Allah’la münasebette derinleşen bir insan, gayb âlemine muttali olur, melâike-i kiramla görüşebilir, cinlerle münasebete geçer, ruhanîlerle muhabereye girişebilir, Hızır’ı (aleyhisselâm) görür, hatta onun makamına yükselir.. Hazreti Mesih’le hemdem olur; Hazreti Mehdi ile tecdit musahabesinde bulunur… Evet, insan Allah ile münasebette derinleşir, şekilden, suretten kurtulup ruhun bütün dinamiklerini Allah’a vâsıl olmada kullanabilirse, olur bütün bunlar…

Binaenaleyh, bazı kimselerin “Hızır (aleyhisselâm) ile görüşüyorlarmış, nasıl olur? Biz de görüşebilir miyiz?” gibi mülâhaza ve düşünceleri, biraz işin dışında olma ve yabancılıktan kaynaklanıyor. Hızır’ı (aleyhisselâm) görmek herkes için mümkündür. Kim bilir, belki camide, saflarınızın arasında bile bulunabilir. En azından, camilerde, Hızır’ın (aleyhisselâm) mübarek gölgesinde, seyr u sülûk eden birisi mutlaka vardır. İçinizde melâike-i kiram da vardır. Belki âlem-i cismaniyette, âlem-i cismaniyeti seyre dalan yani sizin bakışlarınızda fâni olan ve sizin bakışlarınızla âlem-i şehadeti seyre dalan ruhanîler de vardır. Sizin içinizde, kalb ve hissiyatınızla bütünleşen latîf mahluklar da vardır. Ama hissedemezsiniz bunları… Cenâb-ı Hak maddî sahada beşerin inkişafına muhâzi olarak, mânevî sahada da bizleri inkişafa muktedir kılsın!…

Sıdkına, sadakatine, sadık ve masduk olduğuna inandığımız Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem), devrimize kadar pek büyük sâfi kimseler, ruh-u sâfiyeye mazhar olan kişiler, Hızır’la (aleyhisselâm) da, melâike-i kiramla da, ruhanîlerle de görüştüklerini ifade ediyorlar.

Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayarak, devrimize kadar temâdi edip gelen bu büyük kimselerin evet, Allah’tan çok korkan, kalbleri haşyetle tir tir titreyen bu zatların, böyle bâlâ-pervâzâne iddialarda bulunmaları mümkün değildir. Bunlar kat’iyen doğru söylemektedirler. Biz de aksine ihtimal vermeyecek şekilde buna inanıyoruz.

Ehl-i keşif ve ehl-i müşâhede, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğuna kâildirler. Muhaddisîn-i kiram devrinde, Buhârî ve emsali bazı kimseler “Vefat etmiş.” diye hükmetseler bile, başta müçtehitlerden dört imam ve sair fukahâ, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğu kanaatindedirler. Binaenaleyh, ister zıllinde olsun, isterse bizzat kendisiyle olsun, bazı kimseler onunla mülâkat temin edebilirler veya o, onlarla görüşebilir…

Hızır’la görüşebilecek kimseler, Hızır makamına yükselmiş kimselerdir. Kısacası kendini aşmış, benliğini yenmiş kimseler. Bir misalle arz edeyim. Malum, Yunus Emre, Taptuk’un evine hep düz odun taşırmış. “Niçin hep düz; ormanda hiç eğri odun yok mu?” demişler. “Taptuk’un evine, odunun bile eğrisi giremez.” demiş. Evet düz gidecek ve hedefe varacaksın..! Ok gibi düz ol ki, dosdoğru hedefe varasın…

Taptuk denemiş. (Bunu Belhli İbrahim Edhem, Mevlâna, Şibli ve Şems-i Tebrizî için de söylerler…) Müridlerinden bir başkası, eline kovaları almış çeşmeden geliyor. Bu arada âdeta, mahmuzlu çizmelerle atı mahmuzlar gibi, varıp Yunus’un ayaklarına ve kalçalarına dürtüyor ve kanatıyor. Kapının önüne kadar hiçbir şey demiyor. Kapının önünde: “Biz o meseleyi çoktan Sarıköy’de bıraktık.” diyor. Yani nefsimizi düşünmeyi, bu acıları kâle almamayı, biz çoktan köyümüzde bıraktık, demek istiyor. Mürid şeyhine geliyor. Şeyh: “Ne dedi?” diyor. Mürid: “Sarıköy’de bıraktık.” diyor. Şeyh: “Hâlâ kendini düşünüyor. Olmamış, daha çekmesi lâzım.” cevabını veriyor.

Yunus ne güzel der:

“Vurana elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın.”

Devrin mürşidleri, mübelliğleri de böyle olmalı.. yani, vurana elsiz, sövene dilsiz, Kur’ân talebesi gönülsüz gerek. Kırılan, darılan Kur’ân talebesi olamaz. Hızır’la görüşmek için kendini düşünmemek lâzım. Nakşibendîlerin

“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”

diye, dört esasları vardır. Bu devirde Hızır’ı görme maksadını da terk lâzım geldiğinden, bizim yolumuzda da dört şey vardır. “Acz-i mutlak, şevk-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.”

Bâlâ-pervâzâne: Yüksekten uçarcasına, haddini aşarcasına.
Ehl-i keşif ve müşâhede: Eşyanın perde arkasına, gaybî âlemlere ait bilinmezleri Allah’ın izni ölçüsünde keşfedip, görebilen kişiler.
İnhimak etmek: Bir konuda yoğunlaşmak, derinleşmek.
Muhaddisîn-i kiram: Değerli hadis âlimleri.
Mübelliğ: Allah’ın dinini insanlara anlatan, bildiren kimse.
Müktesebat: Elde edilmiş, kazanılmış bilgiler.
Seyr u sülûk: Belli bir usûl dairesinde kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümek.
Zıll: Gölge.


28 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii

"Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim?" Sualine "Evet Rabbimizsin!" İle Cevap Verildiğine Aklî Delil Var mıdır?

Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izah etmek çok zordur. Ancak bu gibi şeylerin imkânı anlatılabilir.

Aslında, Allah (celle celâluhu) böyle bir şeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmaz. Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:

1) Böyle bir şey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun ispatı nasıl yapılır?

2) Mü’min fert bu işten haberdar olmuş mudur?

Evvelâ, “Cenâb-ı Hakk’ın, bir âlemde, ruhlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onların da: ‘Evet Rabbimizsin.’ demesi, kat’î midir?” suali vârid oluyor.

Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: “Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti)…”[1] denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bü tün tefsirciler bu söz alınma meselesinin zamanı hakkında ihtilaf içindedirler.

Bir kısmı “Zerrat âleminde daha atomlar hâlindeyken, ileride terkip hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır.” demektedir.

Bazı tefsirciler ise “Bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür.” derler.

Bir hadis-i şerifin de teyidine dayanarak, bazı müdakkik müfessirler de derler ki, “Hayat nefh edildiği anda o, insandan alınmış bir sözdür.”[2]

Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç ve dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lâfzî konuşma tarzlarımız var… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara bir şeyler anlatırız.

Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle?” Biz de: “Şunu, şunu dedik.” diye anlatırız. Kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu, nefsî bir konuşmadır.

Bazen olur ki, rüyalarımızda bir şeyler konuşuruz. Başkalarından da bir şeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.

Bazı kimseler uyanıkken dahi, misal âleminden nazarlarına arz edilen misalî levhaları görür ve misalî şahıslarla konuşurlar. Belki çok maddeciler bunlara inanmaz ve “halüsinasyon” derler; varsın desinler… Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi. Âlem-i misale, âlem-i berzaha ait misalî levhalar, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Vahiy ise, başka bir konuşma tarzıdır. Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geliyordu. Efendimiz de şuuru açık olarak duyuyor ve hissediyordu; ama, buudlar âdeta başkaydı. Efendimiz’in dışında kimse bir şey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek bir şey idiyse yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysaki, bazen zevcelerinden bir tanesinin dizine başını koyup yatarken, bazen bir sahabinin göğsüne başını dayayıp otururken, mübarek dizini birinin dizine koyduğu hâlde vahiy gelirdi de, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyardı ama, öbürleri ne bir şey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-i Ekrem, vahyi, harfiyen beller ve onlara anlatırdı: Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzı.

Velinin kalbine ilham geliyor, âdeta onun içine fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi bir şey… Morsta nasıl “di..di..dit; dâ..dâ..dit” = …, —., denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de, bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ, veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı, bakarlar o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.

Bir de telepati var… Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla muhabereleşmeyi hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhabereleşmesi. Bu da bir başka beyan.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu) “lâ yuad velâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.

Şimdi gelelim meselemize. Allah (celle celâluhu) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde söyledi, bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhâlde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olmaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise ruha hitap nev’inden değildir…

Şu nokta çok önemlidir, insanlar, misal âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sadık (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize diyor ki:

“Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar.”[3] Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile onun yanında bulunan kimseler bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tespit edemezler. Çünkü, artık mükâleme başka buudlarda oluyor; sizin buudlarınızda değil. Tıpkı Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.

Binaenaleyh, bu “Elestü bi-Rabbiküm”[4], Allah’ın (celle celâluhu) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım hıfzedeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceğini intizar etmek gerektir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarla bunu hissedebiliriz.

Bir keresinde bu meselenin izahını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum.” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa, içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum hâlde nâmütenâhî arzularımla duydum bu sesi. Evet, esasen ben nâmütenâhî olan Zât-ı Ulûhiyeti bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrak edeyim. İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhîyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; Cennet ve Cemalullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “Onu duydum.” diyorum.

Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için latîfe-i rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim, “Dikkat edin, kalbler, ancak Allah’ı anış ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.”[5] buyuruyor.

Bir diğer husus da şudur: Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Bir noktada Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” diyor. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette gidiyor; tek delil de vicdanı…

Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdariptir. Vicdan, Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan, vicdanının sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Mâbud arzusunu onun içinde duyacaktır. İşte bu hava, bu eda, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah Teâlâ’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına verilen “Evet Rabbimizsin.”[6] cevabıdır ki, dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu, kafada, cesette aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, ispatı, kendi sahasında yapılabilir bir husustur. Ehl-i tahkik, ehl-i şühud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık ve seçik, görmüş ve göstermişlerdir.

Ama, aklî ispatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusâtı ispat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.

Hâhişkârlık: İstekli, arzulu olma.
Mütenâhî: Sonlu, sınırlı.
Nâmütenâhî: Sonsuz, sınırsız.
Mahsusât: Duyularla hissedilen şeyler.

[1] A’râf sûresi, 7/172-173.
[2] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kurân Dili, 4/167-175 (sadeleştirilmiş baskı).
[3] Buhârî, cenâiz 87.
[4] “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
[5] Ra’d sûresi, 13/28.
[6] A’râf sûresi, 7/172.


24 Mart 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

"Bir Saat Tefekkür, Bir Sene Nafile İbadet Hükmüne Geçer" Mealindeki Tefekkürün Yolu, Usûlü, Metodu Nasıldır? Belli Bir Vird veya Zikri Var mıdır? En Çok Tefekküre Sevk Eden Âyetler Hangileridir? Sessizce Yapılan Dualar Tefekkür Yerine Geçer mi?

Zannediyorum, soru sorulurken cevabı da verilmiş oldu. Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadet hükmünde olduğu, zayıf bir hadis-i şerifte[1] ifade ediliyor ama; hadisten daha ziyade Kur’ân-ı Kerim’de bu meseleyi teyit eden pek çok âyet var: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ihtilafında, aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” [2] Evet, ayların, güneşlerin âhenk içinde doğup batmasında, nizamın baş döndürücü bir keyfiyetle deveran ve cereyan edip durmasında, düşünebilen kimseler için ibretler vardır. Bu âyet-i kerime tefekkür mevzuunda sarih bir delildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir insan bu âyeti okur da düşünmezse, yazıklar olsun ona.” [3] buyururlar. Ümmü Seleme Validemiz, bu âyet nazil olduğu zaman veya Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyeti okurken ağladığını nakleder. [4] Zaman ve Mekânın Efendisi bir gece, teheccüd vaktinde bu âyeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. [5] Düşünmeye açılan bir kapı ve tefekkür iklimine açılan yollarda birer rehber sayılan bu ve emsali âyetler, İslâm’da düşünce hayatının buudlarını göstermeleri bakımından çok önemlidirler.

Yalnız, önce tefekkürün ne demek olduğunu bilmek lâzım. Tefekkür, evvelâ, bir ilk bilgiye dayanmalıdır. Yoksa âmiyâne, cahilâne tefekkürlerle hiçbir yere varılamaz. Böyle kapalı tefekkür, zamanla bıkkınlık meydana getirir. Sonra da insan tefekkür etmez olur. Bir insanın evvelâ, tefekkür edeceği mevzuu çok iyi bilmesi, tefekküre esas teşkil edecek hususları zihninde hazır malzeme hâline getirmesi, yani bir malumat-ı sabıkasının bulunması lâzımdır ki, sistemli düşünmesi mümkün olabilsin. Ayların, yıldızların cereyan ve deveranını, onların insanoğluyla münasebetini, insanı teşkil eden zerrelerin akıllara durgunluk veren hareket ve faaliyetlerini biraz olsun biliyorsa, bunlarla alâkalı düşündüğü zaman bu bir “tefekkür” olabilir. Yoksa, ayların güneşlerin harekâtına bakıp da şairane ilhamlarla bir şeyler duyup bir şeyler söyleyenlere mütefekkir değil, ilhamlarını söyleyen hayalci denir. Keza tabiat bataklığına saplanmış bir kısım natüralist düşünür ve şairlere de mütefekkir demek mümkün değildir. Hele Cumhuriyet döneminde, kalburüstü gösterilen şair ve yazarlarımız arasında mütefekkir o kadar azdır ki, bir elin parmak sayısını geçmez. Onlar da dinî duygu ve dinî düşüncelerinden ötürü ademe mahkûm edilmiş ve toplumun onları tanımasına kat’iyen meydan verilmemiştir.

Bu dönemde az bir zümre, eşya ve varlığı kurcalamış ama, onlar da eşyanın hakikatine kat’iyen nüfuz edememişlerdir. Vâkıa, bu dönemin tabiatsever şairlerinin beyanları içinde insan, cennetleri dinliyor gibi olur: Suların şakır şakır akmasında, yağmurun şıpır şıpır yağmasında, ağaçların hemhemesinde, kuşların demdemesinde öyle destanlar keserler ki, insan kendisini cennetlerin ortasında zanneder. Fakat bu insanlar hep, netice ve ötelere kapalı yaşadıklarından, eskinin düşmanı, yeninin de cahili olarak kalakalmışlardır. Ömürleri, şehadet âleminin tenteneli perdesi üzerinde sayıklamakla geçmiş ve tek kürekli sandalla seyahat ediyor gibi kendi etraflarında dönüp durmuşlardır. Bunların, hayata dair düşüncelerinin her yanında bir tıkanıklık vardır; bunların tefekkür dedikleri şey de, bu tıkanıklık içindeki ümitsizce ızdıraplardır. Ve tabiî böyle bir tefekkürün hiçbir faydası da yoktur.

Tefekkür etmek için evvelâ, bir ilk malumat, hâlihazırdaki durumun kavranması, öze uygun yeni terkipler, yeni komprimeler ve bütün bunlar üzerinde gerçeği arama düşüncesiyle fikir sancısı lâzımdır. Bu sistemle düşünebilen şahıs, düşüncede sürekli yeni yeni hükümlere varabilir; bu hükümleri daha başka düşünce hamlelerine esas yaparak daha ilerilere sıçrayabilir; ondan yeni yeni neticeler çıkararak tefekküründe derinleşip buudlaşır. Sonra da tek buudlu veya çift buudlu düşüncesini, üç buudlu, çok buudlu tefekküre ulaştırarak zamanla “zülcenaheyn” bir mütefekkir ve bir insan-ı kâmil seviyesine çıkabilir.

Hâsılı, düşünmenin ilk esası olarak okuma, kâinat kitabını mütalâaya alışma, sinesini Hak’tan gelen esintilere, kafasını şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine karşı açık tutma, varlığa, onun mukaddes tercümesi sayılan Kur’ân adesesiyle bakma gibi hususları sıralayabiliriz… Yoksa, Kutup Yıldızı şurada duruyor, Güneş şöyle batıyor, Zühre şöyle, Merih böyle… başı, hedefi, gayesi belirlenememiş, cahilce eşyanın yüzüne bakış kat’iyen tefekkür olmayacağı gibi, böyle bir düşünceyle bir yere varmaya da imkân yoktur. Sevap kazandırıp kazandırmadığı da her zaman münakaşa edilebilir.

Bir saat tefekkürün, senelerce yapılan ibadete denk olması şundandır: İnsan, bir saat sağlam tefekkür sayesinde onda, erkân-ı imaniye inkişaf eder; içinde mârifet nurları parlar; derken kalbinde muhabbet-i ilâhiye belirir… Sonra ruhanî zevklere ulaşır ve kanatlanmış gibi olur.

İşte böyle bir tefekkürle herhangi bir insan, bu türlü tefekkürden mahrum bir işin, bin ayda varabildiği mesafeye varmış, dolayısıyla da en büyük kazançlara ermiş sayılır. Böyle bir anlayış ve şuur içinde Rabbine teveccüh edememiş bir insana gelince, bin sene durmadan yatıp-kalksa, terakki adına bir adım atmış sayılmaz. Bu itibarla da yaptığı şeyler bir saat tefekküre mukabil gelmez. Ama bu demek değildir ki, onun bin sene yaptığı ibadet ü taat boşa gitmiştir. -hâşâ- Allah karşısında onun ne bir rükuu, ne bir secdesi, ne bir kavmesi, ne de bir celsesi boşa gitmemiştir. “Kim zerre kadar hayır yapsa onu görür, kim de zerre kadar şer yapsa onu görür.” [6] Yani herkes kazancına göre bir kısım şeylere mazhar olur. Bu esasa binaen ne şekilde olursa olsun o da vazife-i ubûdiyetini eda etmiş; kulluğunu yerine getirmiş ve Rabbiyle bir çeşit münasebete geçmiş sayılır. Fakat tefekkürden hâsıl olan şeyleri elde edemez.

Evet, bu mânâdaki bir tefekkür, arz ettiğim gibi bir sene ibadete mukabil gelebilir.

Bir diğer şey daha soruluyor: Tefekküre esas teşkil eden veya vesile olan belli vird veya zikir var mıdır? Belli virdler ve zikirler insanın tefekkürünü geliştirebilir mi?

Bu da yine kâinat kitabını mütalâada olduğu gibi, şuurlu olmaya bağlıdır. Şuurlu dua, şuurlu münacât, şuurlu yakarış, bazen insanın iç dünyasında en paslı gibi görünen kilitleri de açabilir. Ancak, bu vird ve zikrin, nereden, nasıl seçilip alınacağına dair bir şey söyleyemeyeceğim. Bu durum, istidat ve kabiliyetlere göre farklılık arz edeceği gibi, şahısların inanç ve kanaatlerine göre de değişik olabilecektir. Bu itibarla, isteyen sinesini “Cevşen”le, isteyen “Evrâd-ı Kudsiye” ile, isteyen “Me’sûrât”la, isteyen Şazilî, Şah-ı Geylânî, Ahmed Rifaî ve Ahmed Bedevî Hazeratından birinin evradıyla coşturabilir. Bu büyük zatların büyük virdleriyle meşgul olurken, insan o zatları âdeta yanında hisseder ve o huzur içinde okuduğu şeylerin zevkine doyamaz. Keşke, herkes bu virdleri okuyup onlardan istifade edebilseydi, böylelikle kendilerini yenileyecek ve Allah’la münasebetlerini kuvvetlendireceklerdi…!

Bir diğer husus da şu: Tefekküre sevk eden âyetler, sessizce yapılan dualar, tefekkür yerine geçer mi?

Mânâsı anlaşılmıyor ve insan onda derinleşemiyorsa tefekkür olmaz. Sevap olur da tefekkür olmaz. Tefekkür, fikretmeden gelir. Vak’alarla yeni vak’aları bir araya getirme ve terkipler yapmak demektir. Bir şeyin sebebiyle neticesi, illetle malûl arasında münasebet kurma Allah’la kul-Mâbud münasebetini perçinleştirme her zaman bir tefekkür sayılsa da bu kudsî münasebete ulaştırmayan evrâd u ezkâr veya en mübarek zatların dersi de olsa sevap olur, fakat tefekkür olmaz. Tefekkür olabilmesi, ruhu ve gönlü çalıştırmaya, tefekküre mevzu olan şeyin üzerinde durmaya, araştırmaya, Rabbimizle münasebetlerimizi derinleştirip kuvvetlendirmeye bağlıdır. Rabbim muvaffak eylesin!

Günümüzde en kıt, en az olan şey tefekkürdür. Bu itibarla insanımızın tefekkür noktasında yaya olduğu söylense mübalâğa yapılmış sayılmaz.

Celse: İki secde arasında bir defa “Sübhânallah” diyecek kadar oturma.
Kavme: Namazda rükûdan doğrulup, en az bir kere “Sübhânallah” diyecek kadar ayakta durma.
Me’sûrât: Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen dualar.
Tefekkür: Varlık ve hâdiseleri iyice okuma, geniş, derin ve sistemli düşünme.
Vird: Belli aralıklarla devamlı okunan dua, zikir.
Zülcenaheyn: “İki kanatlı” mânâsına hem ilim hem de mârifette zirvelere ulaşmış olan âlimlere verilen bir lakap.

[1] el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 1/370.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[3] Bkz.: İbn Hibbân, es-Sahîh 2/366; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[4] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[5] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[6] Zilzâl sûresi, 99/7-8.


7 Nisan 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

Osmanlı'nın Yıkılışında Medrese ve Zâviyenin Tesiri Var mıdır?

Medrese, aklî ve şer’i ilimlerin talim edildiği yerdir. O, hem aklı, hem kalbi, hem de vicdanı kanatlandırdığı günlerde gerçekten fonksiyonunu eda ediyordu. Zaviyeler ise Efendimiz’in (sav) ruhani hayatının temsil edildiği mukaddes Allah evleridir. Bu evlerde Allah anıldı, tefekküre giden kapılar aralandı, kalp delindi ve Cenab-ı Hakk’ın varlığına oradan menfezler açıldı. Bu evlerde tabiatın cidarları parça parça oldu ve onun tenteneli perdesi arkasında, Cenab-ı Hakk’a ait lahûti ışık parıltıları bizlere göz kırpmaya başladı. Bu evler, günümüzde bir kısım evlerin eda etmeye çalıştığı fonksiyonları eda ediyorlardı.

Mescitler de, yer yer bu evlerde yapılan vazifeyi omuzladı ve çok buudlu, çok ciddi hizmetler verdiler. Bu iki mübârek müessesenin millet-i İslâmiyeye olan hizmetleri hiçbir zaman inkar edilemez. Daha sonra ise, bu müesseseler yıkılan bir dünyanın enkazı altında kaldılar. Veya bir dünya onların külleri altında kaldı. Bizim esas problemimiz, imparatorluğun yıkılması değildi; esas problemimiz, ruh planındaki iflasımızdı. Ne acıdır ki, devleti idare edenler bunu bir türlü anlayamamışlardı ve anlayamıyorlar. Yoksa, bazılarının iddia ettiği gibi bizim yıkılmamızı hazırlayan sadece medrese değildir. Aksine medrese ne zaman yıkıldıysa, millet o zaman yıkılmıştır. Çünkü medrese bizim tarihimizde, ortaokulun, lisenin, üniversitenin ve daha üstündeki akademilerin yaptıkları vazifeleri yapıyordu. Râşid Halifeler, Efendimiz’in (sav) açtığı medresede ders görmüş ilk ve en büyük çıraklardır. Dev âsâ bu çırakların yetiştikleri mektep de Mescid-i Nebeviydi. Bu ilk Mescitle, mabetlere mektep olma yolu açıldı ve öyle devam etti. Mescitlerde Tefsir, Hadis, Fıkıh öğreniliyor, usûl-ü kelâmiye müzâkeresi yapılıyor ve bütün kâinat, eşya ve hadiseler didik didik ediliyordu. Rönesans nasıl ki, Avrupa’da eşya ve hadiselerin hallac edildiği aydınlık bir devredir, bizim Rönesansımız da Hz.Muhammed (sav) ile başlamış, Râşid Halifeler ile geliştirilmiş ve dördüncü asırda birdenbire amûdi (dikey) ve çok hızlı bir derinleşme vetiresine girerek devam etmiştir. Düşünün, İbn-i Sina, Birûni gibi kimseler, daha Hicri 4.-5. asırlarda yetişmişlerdi. Efendimiz (sav) den sonra, henüz dört asır geçmemişti ki, İslâm büyükleri öyle kitaplar yazdılar, öyle eserler ortaya koydular ki, bunlar kendilerinden sonra asırlarca Avrupa Üniversitelerinde okutuldu. Avrupalı büyük ölçüde Rönesans düşüncesini ve sanayi inkılâbını bu eserlere borçludur. Evet batı, yeryüzünde hâkimiyetini bu eserlerden istifade ile kurdu. Bilhassa tıp sahasında İbn-i Sina, Razî ve Zehravî gibi ilim otoritelerinin eserlerinin, Batının ilmî yapılanmasında önemli katkıları olmuştur. Daha sonra binbir iddia ile hazırlanıp ve en debdebeli bir eda ile ortaya sürülen kitaplardan hiçbirisi bin sene, hem de kıymetinden hiçbir şey kaybetmeden ellerde dolaşma bahtiyarlığına ermemiştir ama, İbn Sina sekiz asır, Zehravî tam bin sene batıda otorite olarak kabul edilmişlerdir.

Nizamülmülk medreseleri, mescid veladetli ilim yuvalarının en düzenlisi sayılabilir; zira oralarda bir taraftan Gazâli’nin getirdiği ruh ve manâ temsil ediliyor, diğer taraftan, çağın ilimleri değerlendirilip ta’mim edilmeye çalışılıyordu. Akıllar, fen ve tekniğe ait ilimler ile kalbler dînî ilimlerle nurlandırılıyor ve talebenin himmeti coşturuluyor ve bu kalb-kafa izdivacından İbn-i Sinalar, Raziler, Birûnîler, Battanîler, Zehravîler yetişiyordu. Bunlardan her biri kendi sahasında ve önemli bir konuda başı çekiyor; kimisi astronomiyi geliştiriyor, kimisi fizikte kanunlar koyuyor, kimisi de o devirde, iptidai vasıtalarla,’sinüs’, ‘kosinüs’ prensipleriyle arzın çevresini ölçmeye çalışıyordu. Ve, yine o devasa insanlar dünyanın, güneşin etrafında döndüğünü, hem de tam 700-800 sene evvel ortaya koyuyordu ki, o günlerde henüz Kopernik ve Galile’nin yedinci dedesi bile mevcut değildi. Cihanın garbı vahşetler içinde yüzerken, bizim aydınlık dünyamızda, hidrolik sistemle çalışan araçlardan saatlere, onlardan da iptidai robotlara kadar, ancak, son asırlarda tanıyabildiğimiz bir kısım teknolojinin ürünleri, şurada-burada âdiyattan nesneler olarak teşhir ediliyordu. Karaamidli (Diyarbakırlı) İ.El-Cezeri, 800 sene önce hidrolik sistemle pek çok otomatik eser ortaya koymuştu. Ta o zamanlar biz, yaptığımız robot atlara, hareket kabiliyeti verirken, batılılar henüz saatin işleme keyfiyetini bile bilmiyor ve ‘Acaba içinde cin mi var?’ diyorlardı. İşte o devirde medrese bu denli çağının önündeydi…

Bunun yanıbaşında, gönüllere nûr saçan ve insanları maddî âlem ötesi iklimlerde dolaştıran tekye ve zâviyeler daha bir başkaydı. O zamanlar tasavvuf ehlinden öyleleri vardı ki; nazarları zaman ve mekanların en karanlık noktalarına kadar ulaşabiliyordu. Ve bunlar sayılamayacak kadar da çoktu. Bunların içinde öyleleri de vardı ki: ‘Ben bir lahza Efendimiz (sav) mulahazasından ayrı kalsam mahvolurum’ diyordu. Yine bunlar arasında ‘Yakaza halinde, ben Efendimiz’ı (sav) temessülen 75 defa gördüm.’ diyenler vardı. Bazıları, sahabelerle görüşüyor, ve enbiya-ı izama misafir gidiyordu. Niceleri gönüllerindeki derinleşme ve mazhar oldukları vâridat-ı sübhâniye ile çağlayanlar haline geliyor ve ma’şeri vicdana boşalıyorlardı. Nasıl ki Cenab-ı Hakk, Nil-i mübâreki çöle bağlayıp onunla o kum deryasını suluyordu öyle de, mukaddes feyizler halinde nezdinden gelen deryaları onların gönüllerine bağlamıştı. Artık vicdanî terbiyenin olgunlaştırmasıyla, Allah onları katre iken derya yapmış, zerre iken güneş haline getirmiş, hiç ender hiç iken de onlara kâinatlar kadar inbisat vermişti. Meselâ; bunlardan Muhyiddin-i İbn-i Arabi, 4. Murat’ın Revan seferinin 6 ayda olacağını hem de adını vererek bildiriyordu. Ve yine Abdülaziz’in kolları kesilmek suretiyle katledileceğini asırlar önce haber veriyordu. Evet, Şeceret’ün Numaniye bu kabil pek çok vak’ayı buğulu bir cam arkasından seyrettiren enteresan bir esrar hazinesidir.

Evet, tekye, medrese ile iç içe girmiş ve insanı ruhuyla, kalbiyle, aklıyla ve bütün letaifiyle en kâmil manâda ele alıyor, ve ‘İnsan-ı kâmil’e giden şehrahlar hazırlıyordu.

Görülüyor ki bu dönemde hem tekye, hem zaviye hem de medrese tam tekmil fonksiyonunu eda ediyor. Ne var ki gün geliyor, bu muhteşem devir de kapanıyor. Artık medrese yeni bir şey bulma, yeni bir şey verme yerine, eskilerin nakliyle meşgul olmaya başlıyor. Meselâ İbn-i Sina, Battani ve İmam Gazâli ne dediler diye, onlara şerhler haşiyeler yapmakla iktifa ediliyor. Tabii, böyle bir medreseden de artık ne İmam Gazâli, ne de Battanî çıkar oluyor. Her yanı papağan gibi öncekilerin fikirlerini söyleyen kimseler işgal etmişti. Gerçek ilim adamı yetişmediğinden dolayı da ufkumuz kararıyor, yolumuz tıkanıyor. Her taraf birer kara delik haline geliyor ve bu kara delikler milleti yutuveriyor. Bugün olsun tarih önünde her şeyin hakkını vermek mecburiyetindeyiz. Onun için diyoruz ki, gerçekten 10-12 asır tekye ve zaviye fonksiyonunu tastamam eda ederek Anadolu’yu nûra garkettiği ve insanların sînelerini aşkla şevkle coşturan bir altın çağdı. Bilmem ki, yıkılış dönemimizde, tekye ve medrese aynı seviyede miydi..? İçlerinde, yerde dururken Arş-ı Âzamı müşahede eden var mıydı? Cemaat-i İslamiye onların temsilinde miydi..? Yoksa sadece, eskilerin yerini onlara ait kerametleri söyleyerek teselli olan insanlar mı almıştı? Dînî hayat sırf bir folklor, medreseler ‘Kil-ü kal yuvası,’ tekyeler, zaviyeler de sadece merasim yapılan yerler haline gelmişdi ise bu iş çoktan bitmiş sayılırdı.

Evet, Medresenin belli zamandan sonra fonksiyonunu eda etmediği rahatlıkla söylenebilir. O, aldığı şeyleri koyun gibi hazmedip süt halinde çömezlerine verdiği sürece vazifesini eda ediyor sayılırdı.. ve bu süre hiç de kısa değildi.

Vazifesini eda etmediği devirlerde ise her şey gibi medrese de kendi devletinin, kendi milletinin, kendi hükümdarının başına bela oldu.

Dininin, ruhuyla, devletiyle bütünleşmeyen medrese hiçbir zaman medrese olamadığı gibi tekye de tekye olamamıştır. İlim yapmayı bırakıp diniyle devletiyle uğraşan müessesenin adı ne olursa olsun, hakiki mânâda o müessese içten içe bozulmaya uğramış ve dolayısıyla da tekrar kendisini yenileyip eski hüviyetine dönmedikçe, ondaki çöküntü devam edecektir. Temeldeki ârıza, sonunda elbette ki duvarları ve çatıyı da saracaktır. Mektep ve medrese içtimai hayatın temeli demektir. O temel sağlamlaştırılmadıkça, devletin ayakta durması mümkün değildir. Osmanlı’da da bu olmuştur.

Yani, medrese ve tekyeler bizzat Osmanlıyı yıkan güçler değildir. Aksine onlar Osmanlıyı ayakta tutan dinamiklerdir. Ancak kendileri yıkılınca, onlara dayalı olan devlet de ister istemez çökmüştür. Bu acı fakat gayet tabii bir neticedir. Zira Kur’ân ‘Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez’ buyurmaktadır.

23 Haziran 1978, İzmir Bornova Merkez Camii

Bazı Kimseler "Biz Niçin Allah'ı Görmüyoruz?" Diyorlar. Buna Nasıl Karşılık Verilmelidir?

Görme, ihâta meselesidir. Meselâ: İnsanın vücudunda mikroplar var, hatta bir dişin dibinde belki birkaç milyon bakteri bulunur. Bunlar kendi ellerindeki imkân ve edevâtla, insanın dişini yontmaya, yıpratmaya, aşındırmaya çalışırlar. Hâlbuki insan, ne bunların gürültüsünü duyar, ne de mevcudiyetlerinden haberdardır. Onlar da tamamıyla insanı göremez ve hele kat’iyen ihâta edemezler. Esasen, insanı görüp tam ihâta edebilmeleri için, onun dışında ve tamamen müstakil olmaları ve aynı zamanda onu görebilecekleri teleskop gibi bir göze sahip bulunmaları lâzımdır. Demek ki, ihâta edemeyişleri görmelerine mâni oluyor. Onlar ise, o anda neyin karşısında bulunuyorlarsa ancak onu görüyorlar…

Mikro âlemdeki bu misale benzer bir misal de, makro âlemden arz edelim; meselâ: Büyük bir teleskobun başına oturduğumuzu düşünelim ki; bu teleskop, ışık yılıyla dört milyar sene ötesini gösteriyor. Yine de, bütün kâinat ve mekânlar hakkındaki bilgimiz “deryada katre.” Belki, sadece o teleskopla gördüğümüz saha hakkında, bulanık faraziyeler nev’inden bir kısım mâlûmata sahip olabiliyoruz. Bu faraziyeler ile de yeni faraziyelere ulaşarak başka mâlûmatlar elde etmeye çalışıyoruz.

Biz burada da, kâinatın idaresini, umumî şeklini, muhtevasını ve mahiyetini göremeyecek ve idrak edemeyeceğiz. Çünkü, mikro âlemde olduğu gibi, makro âlemde de tam bir ihâtaya sahip değiliz.

Görülüyor ki, elimizde mikroskop veya X ışınları, mikro varlıklar karşısında ihâtasızlık içinde olduğumuz gibi, makro âlemde de aynı ihâtasızlık içinde bulunuyoruz. Şimdi bir de, Allah’ı (cc) düşünelim: Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Allah’ın kürsîsine nispeten, bütün kevn ü mekânlar (yani ışık hızıyla trilyon defa trilyon derinlikleri bulunan kevn ü mekânlar), çöle atılmış bir halka gibidir. “O’nun arşına nispeten de kürsî, çöle atılmış bir halka gibidir.” (1) Kemmiyet ve keyfiyet ölçüleri içinde, arş ve kürsî ele alınırken ortaya konan nispetlerle bu ne müthiş azamet!.. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, emir ve iradesini bu arş ve kürsîden tenfiz ve hükmünü oradan icrâ ediyor…

Şimdi, kâinatlara nispeten mikroskobik bir hüviyette olan sizlerin, bütün kevn ü mekânları anlayabilme iddianız, nasıl abes bir iş ise, öyle de bütün mekânlar O’na nispeten mikroskobik bir varlık hâline gelen; Arş-ı Âzam’ı anlama gayretiniz de o derece abes bir iştir. Kaldı ki, Arş-ı Âzam da ancak, Allah’ın emirlerinin tenfîz ve icrâ mahallidir. Böyle olunca, Allah nasıl ihâta edilip kavranacak ki?..

Onun için Kur’ân-ı Kerim’de “O’nu gözler ihâta edemez; O (nun ilmi) ise bütün gözleri ihâta eder.” buyurulmaktadır. (En’âm, 6/103)

Evet, o basar ve basiretler O’nu idrak ve ihâta edemez. Görmek için ihâta lâzımdır. O, bütün basar ve basiretleri idrak buyurur, ihâta buyurur da, gözler O’nu ihâta edemez. Mevzuun aydınlığa kavuşması için, bu cihetin de böylece bilinmesi şarttır.

Bir diğer yönüyle; nur, Allah’ın (cc) hicâbıdır (perde). Biz, nuru bile ihâta edemiyoruz. Efendimiz’e (sav) miraçtan dönüşte, sahabî sordu: “Rabbini gördün mü?” Bir defa şöyle buyurdular: (Ebû Zerr naklediyor) “O bir Nur; nasıl görürüm O’nu.” (2) Başka bir yerde buyururlar ki: “Ben bir nur gördüm.” (3) Hâlbuki nur, mahlûktur. Allah, Münevviru’n-Nur’dur. Nur’a şekil veren, biçim veren, tasvîrini yapan Allah’dır (cc). Nur, Allah değildir; O’nun mahlûkudur. Başka bir hadiste tavzih buyururlar: “Allah’ın hicâbı nurdur.” (4) Yani sizinle O’nun arasında bir nur vardır. Siz, nur ile muhâtsınız. Burada da ayrı bir derinlik var! Yine muhât diyoruz; ama sıfatları ile, başkası ile değil. Sıfatları ne gayri, ne de aynı…

Ulûhiyete dair meselelere girince, mevzu derinleşiyor, ağırlaşıyor ve altından kalkılamaz bir hâl alıyor.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah (cc) görülmez. Hicâbı, nurdur O’nun. Siz, görseniz görseniz ancak nur görürsünüz. Meselâ nefs-i emmâre sırrını aşmağa çalıştığınız zaman, kızıl bir nur görürsünüz; nefs-i levvâmeye geldiğiniz zaman mavi; nefs-i mutmainneye geldiğiniz zaman da yeşil bir nur görürsünüz. Sonra bir seviyeye gelirsiniz ki, orada gördüğünüz nurun rengini tâyin ve tespit edemezsiniz. Bunlar, ehlullahın müşâhedesidir ve ancak vicdanî tecrübelerle inkişaf eder.

Bir fikir verebilmek için, mevzua bu renklerle girdim ve arz etmeye çalıştım. Binâenaleyh, sizin de göreceğiniz sadece, Cenâb-ı Hakk’ın nurunun gölgesinin gölgesinden ibaret olacaktır. Bu itibarla da yine görmüş sayılmayacaksınız.

Şimdi de, mevzûu bir üçüncü yönüyle ele alalım: İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:

“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli, âlemde ve sûretten münezzehtir, mukaddestir, Teâlallah.” (5)

Evvelâ, Rabbimizin zıddı yoktur. Bu çok mühim bir husustur. Bir şeyin zıddı olacak ki, görülebilsin. Yani sen ışığı görüyorsun; çünkü onun karşısında karanlık var. Kezâ, bir kısım uzunluklar hakkında fikrini söylüyorsun; Meselâ: Bu iki metre diğeri üç ilh… Zıddı olduğundan dolayı, bunlar tertibe girebiliyorlar.

Allah’ın ne zıddı, ne de niddi vardır ki: karanlık ışığı gösterdiği gibi, O da, zıddıyla görünsün.

Bir de bu meseleyi fizik açısından ele alalım. Acaba insan, şu önüne serilip teşhir edilen kevn ü mekânın kaçta kaçını görüyor. Evet, gördüğünüz şeyler hakkında bir rakam verebilir misiniz? Meselâ, düşünelim ki, görülebilecek şeylerden milyar kere milyar eşya şu kâinat meşherinde bizim nazarımıza arz edilmiş ve “Buyurun, görün, ibret alın; Yaradan’ı alkışlayın!” denmiş. Hâlbuki nazarımıza arz edilen bu şeylerin ancak milyonda beşini görebiliyor, geri kalanları ise tanımıyoruz bile. Evet, sadece belli bir boyda, belli ışık dalgaları içinde olanları görüyoruz. O hâlde dikkat buyurun, “Ben niye Allah’ı görmüyorum?” diyen bir insan, milyonda beş gördüğü daracık kâinatın içine, bütün kevn ü mekânı elinde tutan Allah’ı da sokmak istiyor!.. Âh, sefil düşünce!..

Evet, âyât-ı tekvîniyye (kâinat kitabının mevzu ve meseleleri) karşısında bin türlü kafa sancısı çeken, O’nu görecektir. Büyük nebî Hz. Musa ve nebîlerin efendisi Hz. Muhammed (sav) kendi durumlarına göre mutlaka O’nu göreceklerdir. Diğerleri de kendi çaplarına göre… Ve, burada araştırma, tefekkür etme hususuna büyük bir teşvik vardır. Âhirette bey ve sultan olmak isteyenler, dünyada, kafa ve kalb yapılarını yenilemeye çalışacak, daha doğrusu, orada, fikren ve ruhen yükselmiş kimselere yakışır şekilde Allah’ı görmek ve duymak için burada, kalb ve ruhlarını yaşayacak, himmetlerini âli tutacak; bir kova su ile oraya gitmeyecek, bir umman taşıyacaklar ötelere… İbrahim Hakkı Hazretlerinin zayıf olduğuna bakmadan tercüme ettiği bir hadis-i şerifte -bazıları mevzu da diyor- şöyle buyrulmuştur:

“Sığmam dedi Hak, arz u semâya;
Kenzen bilindi, dil madeninden.” (6)

Cihanlar, azameti yanında zerreler kadar dahi olmayan O yüce varlık, ne lütûfkârdır ki; her mü’minin kalbinde “kenzen” bilinir ve O’nun duygularının itmînanına vesile olur!..

Her şeyin doğrusunu O bilir.


Basar: Görme Faraziye: Varsayım
Basiret: Feraset, kavrayış, ön sezi
İhata: Kavrama, içine alma, kuşatma
Kevnü mekan: Varlık, kâinat
Muhât: Etrafı kuşatılmış, çevrilmiş, ihata olunmuş
Nidd: Eş, benzer
Nefs-i emmâre: İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis
Nefs-i levvame: Kötülüğe sürükleyen fakat sonrasında vicdan azabı veren nefis
Nefs-i mutmaine: İyilikle kötülüğü ayırt eden, kişiyi Allah’a yaklaştıran nefis
Tenfiz: Hükmü yerine getirme

[1] İbn Kesîr, Tefsir 1/310; Taberî, Tefsir 3/10.
[2] Müslim, İman 291
[3] Müslim, İman 292; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat 8/170
[4] Müslim, İman 293
[5] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı, 4. beyit.
[6] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2/173; el-Cürcânî, et-Ta’rifât, s. 218


Sızıntı, Şubat 1979, Cilt 1, Sayı 1

Allah Kelimesi İle Tanrı Kelimesi Arasında Nasıl Bir Fark Vardır?

Bizim eski atalarımız Müslüman olmadan önce yaratıcı bir zâta inanıyorlardı. Belki kendilerine göre, değişik tanrıları da vardı. Ama onlar daha çok kendi lehçeleri ile “Tengri” dedikleri zaman, Zât-ı Ulûhiyeti kastediyorlardı. Bu kelime sonra biraz daha incelik kazandı ve tanrı şeklini aldı ki, aslında mâbut demektir ve Arapça’daki “ilâh”ın, Fransızca’daki “Dieu”nun, Farsça’daki “Hudâ”nın karşılığı olan bir kelimedir. Ama hiçbir zaman, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’sını câmî, İsm-i Zât olan “Allah” kelimesinin karşılığı değildir. Allah dendiği an, bütün kâinatta tecellî eden isimleriyle bir Zât-ı Ecell-i A’lâ akla gelir. Allah kelimesiyle anlaşılan budur. Yani O, Mâbud-u Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Maksûd-u Mutlak, Rezzâk-ı Mutlak, Bâri-i Mutlak, Cemîl i Mutlak’tır. İlâ âhir…


Esmâ-i Hüsnâ’yı câmî Allah kelimesinden böyle umumî bir mânâ anlaşılır. Ve bu itibarla da Allah’ın (cc) ism-i hâssıdır. Allah dendiği an bu Mâbud-u Mutlak anlaşılır ve Vâcibü’l-Vücûd akla gelir. Ama, tanrı dendiği zaman Yunanlının aklına Zeus gelir. Mısırlının Apis Boğası ve Hintlinin aklına da kendi inekleri… Demek tanrı kelimesiyle yerli-yersiz mâbut kelimesinin akla gelmesine karşılık, Lâfza-i Celâl olan Allah kelimesi Vâcibü’l-Vücûd’un ism-i hâssı olarak sadece o Esmâ-i Hüsnâ sahibi Zât-ı Zülcelâl-i akla getirir. Onun için bir insan, “tanrı” kelimesini Allah yerinde kullanırsa, maksadını anlatamaz ve hata etmiş olur. Tanrı, ilâh kelimesi yerinde Hudâ, Dieu ve God yerinde kullanılabilir; fakat Allah yerinde değil.. “Allah”, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının has ismidir. Onun için “Lâ ilâhe illallah” diyoruz; fakat “Lâ Allah’a illallah” demiyoruz. Evvelâ ilâhlar, tanrılar ne varsa hepsi nefyediliyor, sonra da isbatta, Mâbud-u Mutlak getiriliyor ve sadece Allah vardır, deniliyor.

Mevlit yazarı Süleyman Çelebi, bu hususu çok güzel tefrik ederek “Birdir Allah O’ndan artık tanrı yok.” deyip, her iki kelimenin yerini de tayin ve tespit etmiştir.

Buna binâen bir insanın ağzından tanrı kelimesi çıktığında, hemen reaksiyon göstermemeli, o adamın maksadına bakmalı, Allah yerinde o kelimeyi kullanmışsa tatlıca ikaz etmeli, aksine, tehevvür gösterilmemeli. Hele günümüzde kat’iyen!..


Bâri-i Mutlak: Eşsiz yaratıcı
Câmî: Toplayan, kapsayan, içine alan
Cemîl-i Mutlak: Mutlak güzellik sahibi Allah (cc)
Esmâ-i hüsnâ: Cenab-ı Hakkın güzel isimleri İsm-i hâss: Özel isim
Hâlık-ı Mutlak: Tek yaratıcı
Mâbud-u Mutlak: İbadetin mutlak sahibi, ibadete lâyık olan Zât
Maksûd-u Mutlak: Kendisine Rab olarak yönelinecek tek Zât
Rezzâk-ı Mutlak: Tek rızık verici Allah (cc)
Vacibü’l-Vücûd: Varlığı kendinden ve kesin olan Allah (cc)
Zât-ı Ecell-i A’lâ: Yüce ve büyük Zât

Sızıntı, Mart 1979, Cilt 1, Sayı 2

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı?

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimisini Topal Olarak Yarattı?

1) Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’na karışamaz ve O’nun icâdına müdahale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah’tır (cc). Sen bunları sana lûtfeden Allah’a daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Hâlbuki sen Allah’a (cc) bir şey vermemişsin ki -hâşâ ve kellâ- O’na adâletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O’na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!

Allahu Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak… Dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2) Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah’ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi… Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i kübrâ ve Allah’ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi.” derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah’a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nev’inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. Bu, arızalıda, arızaların itmesiyle Hakk’a teveccühü; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

“Her işte hikmeti vardır,
Abes fiil işlemez Allah…” (Hz. İbrahim Hakkı)

Bedbîn: Kötümser, karamsar
Dûn: Aşağı, derecesi düşük
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
Serrişte: Bahane

Sızıntı, Mart 1979, Cilt 1, Sayı 2

Allah Kâinatı Yaratmaya Neden Lüzum Gördü ve Neden Daha Önce Yaratmadı da Sonradan Yarattı?

Bu sorunun iki yönü var: Biri; kâinatın niçin yaratılmış olduğu, ikincisi ise neden daha önceden yaratılmadığıdır. Evvelâ, hemen arz edeyim ki, biz insanlar her şeyi kendi ölçülerimiz zaviyesinden ele alıyor ve ona göre fikirler imâl ediyoruz. Meselâ, biz bir şeyi yaparken lüzum hisseder öyle yaparız. Ve çok defa, kat’î zaruretlerle ancak harekete geçeriz. Böyle bir düşünce saplantısıyla, Cenâb-ı Hakk’ı da kendimize kıyas ederek öyle yapacağını zannediyoruz. Hâlbuki böyle bir soruyu tevcih ederken düşünmeliyiz ki; Allah birer eksiklik ve noksanlık olan bu türlü şeylerden münezzehtir.

“Allah, kâinatı niye yarattı?” sorusunu cedel yoluyla ele almak da mümkündür: Kimdir kâinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan gösterebilir misiniz ki; şu tohum atma, döllendirme, mahsûl alma ve bütün imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mes’ut olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hâdiseler karşısında, aceleden verilmiş kararlarla, dünyaya gelişine pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifade edecek kadar ehemmiyetsizdir. Yoksa, herkes “Var” olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Rica ederim, çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini duymaktan, olgunlukta aile ve çoluk çocukla hemhâl olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür? Ve hele ötelere inanan insanlar için… Bir de bu insan, bütün bir saadetin teminâtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını nemâlandırabiliyorsa, şikâyet etmek şöyle dursun; mutlak saadete açılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfettiğinden ötürü çok çok memnun olacaktır.

Evet biz, bütün bunları vicdanlarımızda duyuyor ve kâinatı yaratan, bizi buraya getiren Zât’a, kalb dolusu şükranlarımızı arz ediyoruz.

Meselenin, kendi realitesi içinde izahına gelince: Bu kâinatın, büyük-küçük, canlı-cansız, rengârenk sanat eserleriyle süslenmiş; bitip tükenme bilmeyen bir “manzaralar resmî geçidi” ve bir meşher mahiyetinde, herkesi seyr ve tenezzühe sevk edecek cazibedârlık içinde hazırlanmış olduğu görünüyor.

Bu güzel manzaralar, bu fevkalâde süs ve ihtişamlar, bir sel gibi akıp giden hâdiseler üzerinde, bir iş ve ameli, o iş ve amele hâkim kudretli ve sevimli eli gösteriyor. Bizler, bu fiiller adesesiyle dalgalanan isimlere şâhit oluyor ve maşukuna visal aşkıyla koşan âşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bizim için bir belirsizlik arz eden sıfatlar dairesi önünde buluyoruz. Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu… Kalbe açılan menfezlerle zâtîşeinleri takibe çalışıyor ve kendimizden geçiyoruz. Bir yükseliş ve urûc içinde cereyan eden bu yolculuk, eşya ve hâdiselerden tut tâ insan-kâinat münasebetlerine; ondan insanın Allah’ın isimleri, sıfatları dairesiyle alâkasına kadar çok geniş bir sahada cereyan etmektedir.

Şimdi, biraz da Yaratıcı’nın maksadı mevzuunda bir şeyler söylerken, bu idrak ve inkişâfı, bir avam anlayışı içinde takip edelim:

Meselâ, pek çok işte çok mahir bir sanatkâr düşünelim ki, bu sanatkârın mahir olduğu yönlerden bir tanesi de, güzel yazı yazma (hüsnühat)dır. Bu maharetiyle O, objektifi aşıyor, sübjektife başkaldırıyor ve inşa gücüyle kendini gösteriyor ve yine farzedelim ki, bu sanatkâr, aynı zamanda fevkalâde bir heykeltıraştır; birkaç çekiç darbesiyle en sert mermerlere âdeta canlılık getiriyor, dudağına tebessüm, yanağına gamze hâkkettiği suretlerle ayrı bir maharet izhar ediyor. Hüsnühat yönüyle alkışlanan sanatkârımız, heykeltıraşlığı ile de hakkında yazılan methiye ve takdirleri dinleyedursun, biz onun üçüncü bir kabiliyetini daha kurcalayalım:

Meselâ, sanat dehâmız aynı zamanda mahir bir dülger olsun.. cevize sanat ruhunu aksettiren, gürgene ölümsüzlük kazandıran, abanozu sanat ruhuyla dirilten üstün bir dülger.. Sanat ve sanatkârdan anlayan eller bu hususta da onu alkışlaya dursun, biz onun maharetlerinin bir başka yönüne daha bakalım:

Meselâ, şimdi de aynı zâtın mükemmel bir ressam olduğunu düşünelim. Fırçasının geçtiği yerlerde en güzel motifler, en şahane kombinezonlar sıralansın dursun ve bir-iki el hareketiyle insanı kendinden geçirecek şeyleri resmetsin… Daha bir sürü sanat sıralayabiliriz ki, ilâve edilen her yeni sanat, sanat-dehâmızın ayrı bir yönüne aydınlık getirmekte ve onu o yönüyle de tanımamıza yardımcı olmaktadır.

Şimdi, böyle bir sanatkâr, kabiliyetleriyle kendini göstermedikten sonra, onu bilmemiz mümkün olmayacağı gibi, bazı sanatlarını izhar etmemesiyle de, tam ve kusursuz bir tanımadan söz edilemeyecektir. Bu itibarladır ki, her istîdat, kendinde saklı kabiliyetleri izhar ve ilim planındaki varlıklara, haricî vücût giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk ve heyecanı, rutubet habbeciklerinin yağmur olmak için bin bir güçlüklere katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle yapılan şeylerden değil midir?

Bunlar, hem bizde, hem de bütün varlıklarda bir zaafın, bir arzunun ve önüne geçilmez bir iştiyakın ifadesidir ki, zaten, aslından aksetmiş gölgeleri, bunun dışında da düşünemeyiz. Ama, asıl Sanatkâr’a gelince, O, kendi sanatlarında eksiklik ifade eden bu türlü ârâzlardan münezzehtir. Şurası unutulmamalıdır ki, aslın ne cilvesi, ne de cilvenin tertibi, kat’iyen gölgedeki gibi olmayacaktır.

Evet, bütün kevn ü mekânları dolduran rengârenk ve çeşit çeşit dalgalanmalar, bize bin bir isimden haber vermekte ve her isim bir sanat âbidesi üzerinde aydınlatıcı bir nur gibi, hünerli bir Zât’ın sıfatlarını tanıtmaya rehberlik yapmakta ve o gizli Zât’ın mesajlarıyla kalbimizi uyarmaktadır.

Büyük Sanatkâr, güzelliğin, envai ile kendi güzelliğini, nizam ve ahengin şiirimsi keyfiyetiyle irade ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar her şeyi vermesi ile rahmet ve şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve unvanlarıyla kendini bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.

Tabir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mahiyetleri, haricî vücutlarla sahneye sürüp, kudret ve iradesinin cilvesini göstermek; en hârika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların idrak menşurundan geçirerek, zeminden semâya kadar bir hayret ve hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyarmak istiyor.

Demek mahir, hem binlerce fende mahir bir Sanatkâr, sanatlarıyla hârika istîdat ve kabiliyetlerini gösterdiği gibi, en yüce mânâsıyla, bu kâinatın Sahibi de, kendi sanat şe’nini göstermek için, bu muhteşem kâinat sarayını yaratmış…

Şimdi de, “Daha önce niye yaratmadı?” meselesine gelelim: Evvelâ “Daha önce” ne demek? “Şu kadar zaman, şu kadar sene de, neden daha fazla değil” demek istiyorsak; zaman kaydına giren sonsuz “evvel’lere dahi aynı sual vârit olacaktır. Meselâ, niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yüz trilyon sene evvel yaratmadı? Bilmem ki, böyle bir sual ve itiraza, mâkul bir sebep göstermek mümkün olabilecek midir?

Şayet, “Niye daha evvel yaratmadı?” sözüyle, ezeliyeti, yani zaman kaydı altına girmemeyi kasdediyorsak, o husus varlığı kendinden olan Zât-ı Ecell-i Âlâ’nın kendine has sıfatı ve Zâtı’nın lâzımıdır. Yani O, O’ndan başkasına ait olamaz, başkasında ezeliyet bulunmaz.

Ancak, mahlûkatın Allah’ın ilmi içinde bir ilmî vücûtları vardır ki; istersek ona tasavvufî ifade ile “sabit ayn’lar, zılâl-i envâr” diyelim; istersek O’nu sadece plân ve proje gibi sınırlı ve mahdut şeyler olarak ele alalım; lizâtiha onlara ezeliyet atfetmek hata; bizim böyle bir hususu kurcalamamız da en azından; Allah’a karşı sû-i edep olacaktır.

Bizler, daracık kıstaslarımızla haricî vücut giymiş, şu cesetler ve ruhlar hakkında bir şeyler söylesek bile, bizim için gayp sayılan hususlar hakkında söz söylemek, en hafif mânâsıyla kendini bilmemezliktir.

Bütün kevn ü mekânlar, Kürsî’sine nispeten çöle atılmış bir halka mesabesinde kalan ve Arş’ına nispeten de, Kürsîsi o hâle gelen, Arş-ı Azîm’in Sâhibi’ni, insan nasıl bilecek ki; O’nun Daire-i Ulûhiyetinin sırlarına tercüman olsun!..

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kendine has işlerine ve Zât’ına ayna olacak pek çok şey vardır. Evvelâ, mahlûkat yok iken de O, kendini bilir, eşyaya muhtaç olmadan kendine has işleri bilir; isimlerinde Zatî şe’nlerini görür, bilir isimler âleminde esirde, partiküller dünyasında ve nihayet atom ve büyük mürekkeplerde, isimlerinin cilveleriyle kendini bilir, bildirir ve şuurlu mahlûkatlarına da gösterir..

İlm-i ezelisinde ayrı bir bilme, isimler âleminde -bize göre- ayrı bir bilme; eterde ayrı bir bilme devam edip gider de, O’nda bir değişme olmaz. Zira O, İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:

“Yemez içmez, zaman geçmez, beridir cümleden Allah, Tebeddülden, tegayyürden dahi elvan u eşkâlden, Muhakkak ol müberrâdır, budur Selb-i Sıfâtullah.” (1)

Biz bugün, O’nun neleri tertip edip sahneye sürdüğünü görüyoruz; ama, dün ne olduğumuzu ve yarın ne hâle geleceğimizi bilemiyoruz ve kestiremiyoruz. İlmî varlık ne idi? Ayân-ı sabite ne idi, ruhlar âlemi neyin ifadesi ve nebülozla-rın helezonik keyfiyeti, varlığın hangi muzlim noktasını şiirleştirip âhenge kavuşturuyor ve vuzuh getiriyordu? Bütün bunları bilemediğimiz gibi, yarınki “ukbâ” hayatıyla yine önüne ve sonuna bakacak, bu büyük bilmece karşısında: ”Seni de şuûnatını da hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” diyeceğiz.

Şayet, sözü biraz uzattı isem, bu türlü meselelerde ihtiyatlı olmak gerektiği için uzattım, hata etti isem, O’ndan bağışlanmamı dilerim.

Her şeyin en doğrusunu O bilir.


Cedel: Münakaşa. Galibiyet için çekişme. Diyalektik
Zâtî şe’n: Zâta ait iş, hâl ve tavır.

[1] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sünnet İnancı, 5 ve 6. beyitler

Sızıntı, Nisan 1979, Cilt 1, Sayı 3

Allah'ın Bizim İbadetimize İhtiyacı Olmadığına Göre, Biz İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?

İbadet duygusu insanda Cenâb-ı Hakk’ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zât’a delâlet edecek tablolar, levhalar.. meselâ, nizam ve intizam levhaları görür. Sonra bu fevkalâde nizamı kuran, nizam sahibi Nâzım’a intikal eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi lâzım geldiğini anlar.

Keza; varlığa güzellik ve estetik yönünden baksa, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş döndürücü bir eda ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu çizgiler, bu renk ve bu âhengi görüp de bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zât’ı görüp bilmemek mümkün değildir…

İster âfâkî, ister enfüsî tetkik ve tefekkür, insana, içini okşayan öyle şirin ilhamlar kazandırır, öyle coşturur ve öyle tablodan tabloya koşturur ki, sevinç ve heyecandan bir çocuk gibi çığlık atıp zıplamak gelir insanın içinden… En güzel iş ve icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıktan kelebekler gibi konup kalktığını gördükçe, bizleri bütün insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu güzelliklerin kaynağı güzel sıfatları takdirlerle alkışlar; hayret, hayranlık ve edeple onların Sahib-i Zîşan’ı karşısında kendimizden geçeriz.

Bir başka zaviyeden kâinatta her şey, âdeta bir başka yerde hazırlanmış ve insanın istifadesine arz edilmiş gibidir. Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim edilen bu nimetlerle, yeryüzü âdeta geniş bir nimet sofrası; bağlar, bahçeler de birer tablacı hâline gelirler. İnsan, önüne konan bu nimet sofrasındaki nimetlere elini uzattıkça, gerçek nimet Sahibini duyuyor, hissediyor gibi olur. Ve kendini bir başka zevk, haz, hayret ve hayranlık buudunda bulur. Evet, şuurlu farz edildiği takdirde bir yavru, ağzını, rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı zaman, kendisi için hazırlanmış çok nâfi bir gıdanın, bir başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve hâdiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde ikramda bulunan Birisini hisseder, O’nu düşünür, O’nun nimetleri karşısında iki büklüm olur.

Evet, her nimet, her ihsan bir taraftan o nimet ve ihsan sahibine delâlet eder, diğer taraftan da bizleri, O’nun karşısında saygılı olmaya zorlar. Nerede bir nimet, bir güzellik, bir nizam ve intizam tablosu varsa, orada, o nimet, o güzellik, o in’am, o ihsan tablolarına karşı takdir, hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah’ın (celle celâluhu) Kendisini bildirmesine karşı, hemen ubûdiyetle mukabele edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek, Mutezile ve bir ölçüde Maturîdîler -ki, itikatta bizim de bağlı bulunduğumuz mezheptir- derler ki: Hiçbir nebi gelmese ve hiçbir mürşid insanları irşad etmeseydi, kâinatın yüzüne serpiştirilen hakikatlere bakarak, insan Allah’ı bilme ve ona göre tavır alma mecburiyetindeydi. Maturîdîlerin nokta-i nazarına bir hayli misal bulmak mümkündür.

Meselâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe’nin harîminde neş’et etmiş, kendilerine Allah’a giden yolu gösteren kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak üzere, tevhid adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti. Fakat bedevinin dediği gibi: “Bir yerde bir hayvan tersi oradan hayvan geçtiğini, bir yerde izler ise orada birisinin yürümüş olduğunu gösterir. Bakın şu burç burç olan sema ve onun âhengine ve vadi vadi yeryüzüne! Bütün bunlar, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’a delâlet etmez mi?”[1] Bedevi söylüyor bunu. Çölden, kumdan başka bir şey bilmeyen birisi böyle düşünürse, diğerlerini hesap etmek lâzım…

Efendimiz insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir idrakle gelmişti. Tabir caizse insanüstü bir insandı. O, ısmarlama anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek mânâsını kavramış ve kendisine henüz peygamberlik gelmeden kâinat kitabında Hakk’ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı Hira’ya çekilerek kendini ibadete vermişti… Âişe Validemiz, Buhârî’nin başındaki bir hadis-i şerifte, – Hatice Validemizden naklen- kendisini ibadete verdiğini ve ancak azığını tedarik etmek maksadıyla ara sıra evine döndüğünü söylüyor ki,51 bunlar, idrakle, insanın bazı şeyleri keşfedeceğini ve keşfettikten sonra da Cenâb-ı Hakk’a belli ölçüde kulluk yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu mevzuda, Zeyd İbn Amr’ın vefatı esnasındaki düşünce ve sözleri de üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd, Hazreti Ömer’in amcası oluyordu. Vefatı sırasında, bütün aile efradını etrafına topladı ve gelecek Peygamber’le alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu zat, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine yetişememişti. Yani atını sürmüş, sahile yanaşmış, fakat İslâm vapuruna yetişememişti… Ama, bütün ruhuyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) atmosferini, O’nun gerçek mânâ ve mahiyetini, hakikat-i Ahmediye’yi sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak, duyduğu hissettiği bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: “Allah’ın ufukta bir nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. O’nun âsârını başımızın üzerinde görüyor gibi oluyorum.” Sonra, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor: “Ey Yüce Yaratıcı, ben Seni tam bilemedim; bilseydim yüzümü yere koyacak bir daha da kaldırmayacaktım.” Mealinde hislerini ifade ediyor. Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa kâinata, nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumî armoni içinde o da kendine çeki düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve Allah’a kulluk yapacaktır.

Demek Allah’ı bilme ve tanımanın yanında, hemen Allah’a kulluk başlıyor… Evet, madem bu bin bir nimetle bizi perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte Allah (celle celâluhu), insan vicdanında meknî olan bu kulluk düşüncesini formüle ediyor. Yani “Yüzümü yere koyacağım, kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım.. azametin karşısında iki büklüm duracağım..” ve Recaizade Ekrem’in “Nerede Allah’ım dizlerin, başımı koyayım…”; bir başkasının: “Nerede o mübarek elin ki başımın üstünde olduğunu hissediyorum.”… Bunlar ve bunlar gibi ilâhî aşk, ilâhî heyecanla, insanın ne diyeceğini bilemediği esnada, vahy-i semavî gerçek kulluk düşüncesi, kulluk şekli ve kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde düşünce sürçmelerine meydan vermeyecek, aşk ve heyecanımızı Yaratıcı’nın emirlerine göre imale edecektir. Yani, Allah O’na: “Ben Allah’ım, sen de Benim kulumsun. Nimetlerimle Beni tanıdın. Ben de sana kulluğun âdâbını öğreteceğim. Benim huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânâsına “Büyük Sensin Allah’ım, Senden gayri her şey küçüktür.” denir.. kulluk şuuru içinde el pençedivan durulur ve sonra, Benim huzurumda derinleşi lebildiği kadar derinleşilir. Miracının gölgesinde, dereceye göre, ruhen Nebiler Sultanı’nın yükseldiği yerlere yükselme arzusu uyanır, yükseldikçe şükran hissiyle rükua gidilir, rükuda eğildikçe yeni bir buuda ulaşılır, derken, secdeye varılır; oradaki mahviyet ve tevazuu ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir. Kalkılır, bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci secdeye gidilir ve daha sonra “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde ânıdır. Secde ettiğiniz zaman Allah’a çok dua edi niz.”[3] buyruğu vicdanlarda duyulur. “Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor.”[4] sırrıyla, secde edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakikî namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan miraca muvaffak olunur.

İşte, ibadet, “Allah’a iman ve Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki mârifet ve buğu buğu bu mârifetten yükselen muhabbet ve hayretle yapılması gerekli olan şeylerin, Cenâb-ı Hakk’ın iş’ar ve irşadıyla yine O’nun emirlerine göre kanalize ve formüle edilmesi.” demektir.

Bunlarla meselenin bir yönünü arz etmiş oluyorum. Yani, Rabbimizi bilip tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz işler yapmamak için, O’nun âyât-ı beyyinâtının rehberliği ve Efendimiz’in neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun kulluk yapıyor ve Yaratıcı’nın hoşnutluğunu araştırıyoruz.

İkinci meseleye gelince, insan; ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve sınaî işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ diyelim ki, her birerlerinizin bir işi var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık yapıyor; kiminiz plastikle meşgul oluyor, kiminiz de tuhafiyecilikle… Birisi, bizim menfaat ve faydamızı, yaptığımız şeylerde aldanmamamızı, ticarî prensipleri iyi bilerek iyi iş yapmamızı temin için bizleri alıp önüne oturtuyor ve diyor ki: “Siz bu işi mutlaka yapacaksınız. Çünkü, bunu yapmanız hem bir zaruret hem de bir ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en semereli biçimde yapmanız için, insan unsurunu, güç unsurunu çok iyi kullanmanız, şu tasarruf tedbirlerini almanız ve daha şunu şunu yapmanız lâzımdır…”

Şimdi, bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz ve irşad karşılığında hiçbir talepte bulunmayan bu ihlâslı, bu hayırhah insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem verir ve tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen bunun gibi; Rabbinize karşı olan ibadet ü taati, kendi arzumuza ve şaşkınlık içinde yapacağımız herhangi bir keyfiyete göre değil de, belki her birisiyle bizleri ayrı bir sema yolculuğuna hazırlayan, her birisinde ayrı bir miraç ruhu bulunan O’nun formüle ettiği ibadet kalıpları içinde yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız şeyler “yediveren” başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki de, “Allahu Ekber” dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla ilhamlara açılıyordur. Belki, Fatiha-i Şerife’yi okuduğumuz zaman sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve daha namazın diğer rükünleriyle, hatta diğer ibadet şekilleriyle kim bilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak oluyoruzdur. Evet, secdeye vardığımızda bütün yolların dümdüz olup, bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz. Dualarımızın O’na yükselip, soluklarımızın nezd-i ulûhiyette duyulduğunu ve melâike-i kiramın etrafımızı aldığını ifade edebiliriz. Bütün bunların olmadığını kim iddia edebilir ki!.. Kaldı ki Muhbir-i Sadık’ın bunları destekleyen nurlu beyanları da var…

Öyleyse en mâkul ibadet keyfiyeti, Rabbimizin bize tarif buyurduğu keyfiyettir. Zira, şu insan makinesini yapan Allah (celle celâluhu), bu makinenin en semereli şekilde çalışmasını, dünya ve ukbâ adına en verimli olmasını da yine Kendisi bilir. Makine ve fabrikayı yapan zat, onun bir tarafına şayet bir katalog sıkıştırmışsa, onu, ona göre idare etmek en akıllıca idare şeklidir. İşte bu itibarladır ki, şu-bu şekilde değil; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim dairesi içinde ve Allah’ın emirlerine uygun şekilde kulluk yapmak en akıllıca kulluk şeklidir. Bunu Allah, ümmet-i Muhammed’e ihsan etmiş.. Ümmet-i Muhammed içinde de bihakkın, kulluk şuurunda olanlara ve bilhassa, değişik devirlerde, dini ihya yolunda hizmet edenlere lütfetmiş ve gözlerini hakikate açmıştır. Buna, sadece “Hâzâ min fadli Rabbî” veya “Min fadli Rabbinâ” deriz. Evet bu, Rabbimiz’in bize sırf bir ihsanıdır. Rabbim lütfuyla, bunu bizlere verdiği, bağışladığı gibi, yine lütfuyla devam ve temâdisini temin buyursun. Bizi -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasıyla arz edeyim- göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bir süre içinde nefsimizle baş başa bırakmasın!..[5]

Âyât-ı beyyinât: Apaçık âyetler.
Nezd-i ulûhiyet: Cenâb-ı Hakk’ın yüce katı, huzuru.
Ukbâ: Ahiret âlemi.

[1] el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî, 26/62; İbn Kayyim el-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, 1/362.
[2] Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, iman 252; Tirmizi, menakıp 13.
[3] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 152.
[4] Şuarâ sûresi, 26/219.
[5] Bkz.: Ebû Dâvûd, edep 110; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/42; el-Hâkim, el- Müstedrek, 1/730.

Sızıntı, Mayıs 1979, Cilt 1, Sayı 4

Kur'ân'ın Nâzil Olan İlk Âyetinin "Oku" Diye Başlamasında Ne Hikmet Görüyorsunuz?

İkra “Oku” (Alâk, 96/1) ilâhî emri, O en şerefli varlığın zâtında tecellî ile beşere emanet edilen sonsuz kemâlata muhatap ve mükellef olmak için bir vazife verme ve bir dâvettir.

Müşâhede edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Hâlık’ın nizam ve kudretinin büyüklüğüne ihtişâm ve güzelliğine vukûf kazanılacak olan bu kâinat, Levh-i Mahfûz’un bir tecellîsi ve yansımasıdır.

Allah, insan haricindeki canlı ve cansız her varlığı “kalem” olarak vazifeli kılmış, böylece de, her varlık kendisine tevdî edilen, kendisinde tecellî eden vak’aları kaydetmiş ve kaydetmektedir.

Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu itibarladır ki, “Gör, müşâhede eyle!” suretinde değil de “Oku!” şeklinde bir emir vâki’ olmuştur. Zira, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pırıl pırıl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphânedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece “yazmak” ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak ama ve hele mutlaka “okumak” vazifesi ile şereflendirilmiştir.

İlim, kâinatta tecellî edegelen nizam ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münasebetlerini idrakten ve bu idraklerin tasnîfi ve bir araya getirilmesinden ibarettir. Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvazene, kat’iyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle, bir nizamın elbette bir kurucusu ve vaz’edicisi vardır; hem de, varlığı her şeyden daha ayân bir kurucu.

Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî plânın, mimar dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi… Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; kâinat çapındaki bu nizam, Levh-i Mahfûz ise, mukayyet nizam da, Kur’ân-ı Kerim’dir ve Levh-i Mahfûz’un aynasıdır.

Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hata-sevâp potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka, görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka ve tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.

Evet, idrakle ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zira, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı’ı tarafından fevkalâde bir âhenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunların birkaçı şunlardan ibarettir:

1) Tek’ten çok’a gidiş,
2) Çoklar arasında benzerler, farklılar ve zıtların bulunuşu,
3) Zıtlar arasında faâl bir denge ve âhenk,
4) Münâvebe (peşi peşine) vazife devir teslimi),
5) Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme,
6) Cehd ve gayret,
7) Tahlil ve terkip (çözülüp-sentezlenme),
8) İlham ve inkişaf (içe doğma ve açıklığa kavuşma),

İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu itibarladır ki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar ve zıtlar bulunacaktır. Kezâ; insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar, durgun, boş değil, canlı ve faâl bir muvazene içinde olacaktır.

Yine bu itibarladır ki, sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imanı ihmal ve kaybetmesi vukû bulacaktır.

Yine bu itibarladır ki, ilim ve cehil, ikrâr ve inkâr, fazilet ve redâet, zulüm ve adâlet, muhabbet ve nefret, mücadele ve barış içinde olma, gevşeklik ve atâlet muhtevalı bir tevekküle dayalı yaşayış temposu ve davranış tarzına mukâbil; her şeyi insanın yapabileceği inancına dayalı sabırsız bir sürat, haşin bir “bozup-yapma, yıkıp-kurma” ihtiras ve cinneti gibi esasların ve hallerin peşi peşine gelmesi, münâvebesi de vukû bulacaktır.

Yine bu itibarladır ki; hatta o Müstesna Varlık, beşerin Medâr-ı İftihârı’nın öğrettikleri dahi unutulabilecek; ama mutlaka yeniden hatırlanıp yeniden öğrenilecektir. Kezâ; böyle bir cüzlere ayrılma, bir tahlil, bir çeşitlenme, bir çoklaşma sonunda, elbette bunda da bir yeniden ele alma bir terkip cereyan edecek ve elbette bir ilham, bir zuhûr da olacaktır.

Bütün bunlar olmuştur, olmaktadır ve aralıksız olmaya devam edecektir. Hazreti Mûsa’ya, içtimâî ilimleri ve içtimâiyâtın sıhhatle devamını mümkün kılacak olan emirler “On Emir”; Hazreti İsâ’ya, beşerî münasebetlerde yumuşaklık, şefkat, muhabbet ve müsamaha, sabr u tahammül; Hazreti Peygamber’e (sav) bütün bu hususlara ilâve olarak ilim, irade, hikmet, muvazene, telif, terkip, özlü anlatma (icmâl) ve eksiksiz ifade (tekmil) bahşedilmiş idi.

Bu itibarladır ki; Müslüman olmak diğerlerinden bir bakıma daha külfetli, daha mesûliyetli, ama bir o kadar da lâtif ve yüksektir. Zira, içtimâî esaslar yanında, muhabbet ve müsamaha, hilm ü şefkat; sabr u tahammül yanında, ilim, irade, hikmet, denge, telifçi ve terkipçi olmak gibi daha yüksek hususiyetleri de gerektirmektedir.

Bundan ötürüdür ki; fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimler sahasında yapılan keşifler, temin edilen terakkiyat, sonunda Levh-i Mahfûz’da tasavvur edilip, Kur’ân-ı Kerim’de kayda tâbi tutulan ve kâinatta yer yer ve peşi peşine tezâhür eden esaslardan bazılarının anlaşılmasına ve genişçe idrak edilmesine hizmet ettiğinden dolayı, bütün ehl-i keşif ve himmeti tebrik ve takdir gerektir. Ancak, böyle bir hizmetin, kazanç ve muvaffakiyetine mukâbil, Hâlık ve Nâzım’ı inkâr, ilâhî ilham ve irşâdı ret, insanı ilâhlaştırma, insan iradesini mutlak hâkim kılmak gibi bir kayba ve dalâlete düşmekten, insanlığı korumak da icap edecektir.

Fizik ve kimya lâboratuvarlarında yapılan tecrübelere, öğrenilmiş kanunlara uyularak, fizik, kimya ve biyoloji vak’alarına yeni istikametler verilmezse, ibdâ ve ihtirâda bulunmak muvaffakiyetine istinâden, gittikçe sabırsızlaşan, gittikçe hızlanan, gittikçe küstahlaşıp mesûliyetsizleşen, bir cüret ve keyfîlik üzere, insanı ve insan cemiyetini dahi, bütün bütün kaybetme ihtimali var. Evet, değişik tecrübelere tâbi tutulma sath-ı mâilinde yuvarlanmakta olan bugünün beşer ölçülerine karşı, insanın bir “lâboratuvar hayvanı”, insan cemiyetinin de bir “lâboratuvar” olmadığını lâyıkıyla hatırlamak lâzımdır.

Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvelâ ilimlere esas teşkil eden meselelerin lâyıkıyla anlaşılmasına yardım edecek; sâniyen insan irade ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşâhede ile müşâhede ettirmiş olacaktır.

O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisan kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan “kalem” (1) olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir “oku” (Alâk, 96/1) olursa…

Ne var ki, bu mesele, zannedildiği kadar kolay da değildir. Zâhirî ve bâtinî hassaların faâl ve vak’alar karşısında titiz oldukları nispette bir duyuş, bir görüş olsa bile, bu hassalardan bir tanesindeki arıza büyük ölçüde diğerlerini de tesirsiz kılar.

Onun için Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’da; körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. (2) Zira tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk mâkes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşâhede ve duyuşa tercüman ise lisandır.

Binâenaleyh, âfak ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Kezâ; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül, şeriât-ı fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.

Demek ki “oku”, bir bütünleşmenin ve bütünleştirmenin; bir müşâhede ve değerlendirmenin; bir görme ve onun yanında sezmenin, sonra da bu iç irfana dili tercüman kılmanın ifadesi oluyor ki, bizim için bir ilk emir olması, ne kadar mânidardır.

Ehemmiyetine binâen uzun anlatıldı ve yer yer sadet haricî mevzûlar kurcalandı. Tekraren mütalâası bizi mâzur gösterir ve affettirir ümidini beslemekteyiz.

Bâtınî: Görünmeyen, içe ait
Cehd: Çalışma, çabalama, azimli ve ısrarlı gayret
Enfüs: Canlı, hayat sahibi
Fasîh: Açık, düzgün ifade
Hikmet: Her şeyi yerli yerince yapma
İbdâ: Örneği ve benzeri olmayan bir şey meydana getirme
İhtirâ: Yeni bir şey bulma, icad etme
Kesâfetli: Karışık, yoğun, bulanık
Levh-i Mahfûz: Olmuş olacak her şeyin yazılı olduğu kader kitabı
Muvâzene: Denge
Müşâhede: Şahit olma, görme
Redâet: Fenalık, bayağılık
Sath-ı mâil: Yörünge, çizgi
Şeriat-ı fıtrıye: Cenâb-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği tabii kanunlar
Tecelli: Görünme, ortaya çıkma
Tekvinî: Yaratılışla ilgili
Tenzilî ferman: Kur’ân-ı Kerîm
Tevdî edilmek: Emanet edilmek, bırakılmak
Vâzı’: Koyucu, yerleştirici
Vukûf: Anlama, bilme, haberli olma
Zahirî: Görünen, dışa ait

[1] el-Hâkim, el-Müstedrek 2/492
[2] Bkz: Bakara sûresi, 2/18, 171


Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5

"Zaman İhtiyarladıkça Kur'an Gençleşiyor" Deniliyor, İzah Eder misiniz?

Kur’ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâlihazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tabir caizse son noktasına kadar bilen Hazreti Allah’ın ilminden gelmiş Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri, insanlığın durumunu ve onun kazanacağı hâlleri parlak olarak anlatması Kur’ân’ın mucizesidir ve Kur’ân’a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur’ân 14 asır evvel nazil olmuştur ama, O, Mele-i A’lâ’dan, her şeye hâkim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah’ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.

Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur’ân gençleşiyor.[1] Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor; belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkip kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha salim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatler de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa’yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu hâlde, sanki fizik, zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, astronomi, astrofizik, tıp ve sair ilimler de böyle… Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyamete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir hâlde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemal emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.

İşte bu hâl, Kur’ân’ın anlaşılmasına yardım ediyor; ve bir gün gelecek Avrupa’da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatleri casus gibi araştırması neticesinde Kur’ân’ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, “Allah’ım ne büyüksün!” diyecektir. Evet, teleskoplarla, ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve “Allah’ım ne büyüksün!” diyecekler.

Kur’ân-ı Kerim 14 asır evvel en arızasız bir toplumun içtimaî kanununu vaz’etmiş, fakat biz bunu henüz anlayamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, komünizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur’ân’ın bu içtimaî yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimaî noktaları değil, beşerin hayatına taalluk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız… Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare hâline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz, Allah’ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibarıyla derinliği sezilememesine rağmen içinde bin bir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir ekonomik sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer “Bu memleket şu sistemle yükselir.” diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de çeşit çeşit iktisadî sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur’ân-ı Kerim yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedit ve ceyyit şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur’ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazen Kur’ân’dan öyle şeyler anlıyoruz ki; “Bunu beşer söyleyemez.” demek mecburiyetinde kalıyoruz.

Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatleri Kur’ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zaviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur’ân âyetleri arasında muvafakat bulunacak ve her yerde Kur’ân’ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak ispatlanmış şeylerdir.

Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir.” (En’âm sûresi, 6/125)



Bu âyet, bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki, burada “sema” kelimesi kullanılıyor. “Yessa’adu” fiilinin aslı “saide – yes’adu” yükselme, yukarı doğru çıkma demektir. Bu, tefe’ul babına konulup “yessa’adu” denilerek, tekellüfün hâkim olduğu, yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatine işaret edilmektedir. “Yessa’adu” fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur’ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.

Başka bir misal:

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz.” (Hicr sûresi, 15/22)



Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur’ân’ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutları sıkıştırarak yere yağmurun yağmasını sağlar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.

Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki, Kur’ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.

Bir başka âyet; “Ve min külli şey’in halaknâ zevceyn -Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık.”[2] Arapça’da, “umum, bütün” mânâsına gelen “küll” kelimesi mârifeye muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar fert varsa hepsini ihtiva eder. “Ve min külli şey’in halâknâ zevceyn” derken buradaki “şey'” kelimesi nekredir. “Her şeyi çift yarattık.” demektir. Allah’a bile “şey” denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O’nun dışında olan her şey çift olarak yaratılmıştır.

İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılar da öyle çifttir. Nebatat da çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki “zevceyn” kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta her şeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca her şeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde, mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez. Yâsîn sûresindeki âyet, bu hakikati daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:

“O Allah’ı tesbih ü takdis ederiz ki yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.” (Yâsîn sûresi, 36/36)



Görüldüğü gibi o günün insanının müşâhedesine arz edilen tablonun dışında, o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki, “Daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı.”

Başka bir âyet ve başka bir mevzu:

“Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz.” (Zâriyât sûresi, 51/47)



Arapça’da fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. “Ve innâ le mûsiûn” bir isim cümlesidir ve mânâ itibarıyla üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, “Eskiden genişlettik, bıraktık.”, “Şu anda genişletiyoruz.”, “İleride genişleteceğiz.” gibi mânâlara değil de “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” mânâsına geliyor.

En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922’de astronom Hubble bildirmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye, bizden senede yüz altmış sekiz bin kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmakta. Bu da Belçikalı matematik âlimi, rahip Lemaitre’nin iddia ettiği gibi kâinatın, genişleme (expansion) hâlinde olduğuna delâlet eder.

İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren “mekân genişlemesi” 1400 sene evvel Kur’ân-ı Kerim’de zikrediliyordu. Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakikat karşısında Kur’ân’a “Senin taleben oldum.” deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.

Bir diğer âyette ise: “Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneş’i ve Ay’ı buyruğu altına aldı.”[3] buyruluyor.

Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arap ça’da “tekvîr” kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet, “Geceyi gündüze, gündüzü geceye sarıyor.” demektir. Böylece “yükevviru” kelimesiyle küre-i arzın küre viyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Nâziât sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibarıyla daha açık anlatılmaktadır: “Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ -Gökleri nizama, intizama koyduktan sonra yeri de Allah, devekuşu yumurtası hâline getirdi.”[4]

Demek oluyor ki dünyamız, kutuplardan basık bir küre, bir devekuşu yumurtası şeklindedir. Tevil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur’ân’ın bu hakikatini de hafızada tutmada yarar var.

Bu hususlarda Kur’ân’ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

Ayrıca, Kur’ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz’etmiştir. Ama terbiye-i Kur’ân bırakılarak denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakırkeyf tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur’ân’la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, ona teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapturapt altına alma da yine Kur’ân’ın emirleri ile tahakkuk edecektir.

İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim “ahir zaman” dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur’ân’ın hakikatleri -inşâallah- araştırmacılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur’ân’ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyecektir.

Câzibe ve dâfia: Çekme ve itme kuvveti.
İnhisar etmek: Yalnız bir şeye mahsus olmak.
Kabza-i kudret: Gücü, kuvveti altında.
Mele-i A’lâ: En büyük meleklerin içinde bulunduğu yüce meclis.
Şâyeste: Lâyık, yaraşır, münasip.
Vüs’at: Genişlik.

[1] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 498 (Hakikat Çekirdekleri, No: 79)
[2] Zâriyât sûresi, 51/49
[3] Zümer sûresi, 39/5
[4] Nâziât sûresi, 79/30


Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5

Kullar Arasında Eşitsizlik mi Var?

Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş; bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Yoksa başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lâzımdır.

Allah (cc) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğine de fakr u zaruret. Fakat, bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazanç sebebi olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah (cc), bazı kimseler, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menâl vermiyor. Mâmâfih, zayıf bir hadis-i şerifte; Allah’ın, malı istediğine, ilmi ise isteyene verdiği ifade edilmektedir ki, mevzûmuz itibarıyla oldukça mânidardır…

Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (cc) mal-menâl, dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama, Allah’ın (cc) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametten de ayrılmış isen, Allah’ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

Evet, istikametin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü, seni Allah’a karşı başkaldırmaya sevk eder de, her gün O’na karşı bir isyan bayrağı açarsın. Yine, şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin senin için bir belâ ve musibettir.(1)

Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

Binâenaleyh, bunlara Cenâb-ı Hakk’ın mal ve menâl vermesi bir istidraçtır; dolayısıyla da sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, her şeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah’ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır.

Bu arada, Efendimiz’in (sav) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur: “İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allah’a kasem ettikleri zaman, Allah (cc), onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kılmaz. Berâ İbn Mâlik onlardan birisidir.”(2) Hâlbuki Enes’in kardeşi Berâ’nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri yoktu, kût-u lâyemûtla yaşıyordu. İşte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin aydınlığıyla değerlendirilmişlerdir. Ve işte bunlardır ki, Resûl-ü Ekrem’in (sav) diliyle, yemin etseler, Allah’ın (cc), yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için; müstakillen ne servet, ne de fakirlik bir felâket, veya nimet sayılmamalıdır. Belki yerine göre fakirlik, Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (sav) iradesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuşlardır: “İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim.”(3) Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir. Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü’minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah’ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi, kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır. Yani,

Ya Rabbi, Senden ne gelirse gelsin makbûlümdür.

“Hoştur bana Senden gelen,
Ya hıl’atü yahut kefen;
Ya taze gül, yahut diken,
Lûtfun da hoş, kahrın da hoş”

Şarkî Anadolu’da; “Senden, o hem hoş, hem bu hoş.” derler.

İnsan hil’at da giyse, servet içinde de yüzse, Allah’la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylânî gibi, yine ayağı velilerin omzunda ve mübarek başı da Resûl-ü Ekrem’in (sav) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyası da hüsran, âhireti de hüsran olacaktır. Kezâ, Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesut gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrana uğrayacaktır.(4)

Hânis: Yeminini bozan, sözünde durmayan
Hil’at: Bir çeşit üst elbisesi, teşrifat elbisesi, kaftan
Kiyâset: Anlayışlılık, kavrayışlılık, akıllılık
İstidraç: Allah’ın dinsizlerin sapıklığını artırmak için üst üste ihsanda bulunması
Kut-u lâyemût: Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek

[1] Bkz: Teğâbûn sûresi, 64/15
[2] Tirmizî, Menakıb 54
[3] Buhârî, Tefsiru sûre (66) 2; Müslim, Talâk 31
[4] Bkz: Kasas sûresi, 28/78-84


Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler?

Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler, Yoksa Cenab-ı Hakk’ın İrâde-i Külliyesi mi Günah İşletir?

Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz’î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine “Herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî irade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı..” (Sâffât, 37/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlıkı yalnız Allah’tır.

Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’âliniz Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi… Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok.” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Musavviru’n-Nur” olan Hz. Allah’a (cc) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah’a aittir.

Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, “kesb” veya “Cüz’î irade” diyoruz. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:

1) Küllî irade,

2) Cüz’î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.” (İnsan, 76/30) Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da “Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır.” diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (cc) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: “Beni niye buraya getirdin!” diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin!” diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin… Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. “

İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.

Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz’i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk’ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu’tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu’tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur’un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme

Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Kuran-ı Kerim'de Hidayet-Dalâlet Kavramları Nasıl Telif Edilir?

Bu soruda iki şık var:

Birincisi; Cenâb-ı Hak küllî iradesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet meâlen şöyledir: “Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz. Ama kime de Allah yol göstermişse hidayet onu saptıran olamaz.” Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, nebîlerin gittiği istikametli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf’ûle, birer fonksiyondur. Bu itibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktizâ eder. Arz ettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellîsine bağlayan ancak Allah (cc)’dir. Evet, ikisini veren de Hak’tır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşit (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mişârını dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Müşahhas bir misal arz edeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek, mânâsını tetkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifade edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü mâkes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (cc) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” unvanıyla döven kuldur.

İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “Beni saptır.” demiş olur. Allah da murat buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misal arz edeyim: Siz, Kur’ân-ı Kerim’i ve va’z ü nasihati dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nura gark olur. Hâlbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedîyi duyarken, va’z ü nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya affeder.

Aşr-ı mişar: Onda bir
Mudill: Dalalete düşüren, saptıran
Râcî: Nisbet ve ilgisi bulunan, dokunan, dair
Şehrah: Doğru yol

Sızıntı, Temmuz 1979, Cilt 1, Sayı 6

Peygamber Efendimizin (sas) çok kadınla evlenmesinin hikmeti nedir?

Hemen arz edeyim ki, bu hususta ileri-geri söz söyleyenler, hiçbir şey okumamış ve düşünmemiş kimselerdir. Eğer, “Megâzî” ve “Siyer”e azıcık bakmak zahmetine katlansalardı, kendilerini küçük düşürecek böyle bir soruyu sormayacaklardı.

Bu soruyu şimdiye kadar, beş altı yerde benden sordular; ben de her def’asında eksik-tamam bazı şeyler anlatmağa çalıştım. Bu defa da onlardan hatırımda kalanları tekrar edeceğim.

Özetle

  • Hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerin böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur

  • Dinimizin bazı esasları bu pâkize annelerimiz vasıtasıyla talim edilmiştir

  • Efendimiz bu evlilikler vasıtasıyla değişik din ve kabilelerle akrabalık tesis etmiştir

  • Efendimizin evliliklerinin teker teker her zevcesiyle ilgili hikmetleri de vardır

Peygamberler Sultanı Zât-ı Risâletpenâhın izdivaçlarında, değişik yönler vardır: Zât-ı Ahmediye’ye (sav) taallûk eden hususlar, umumî olarak izdivaçlarında gözetilmiş olabilecek hedef ve maksatlar; bir kısım zarûretler ve nihayet zevcâtın hususî durumlarının gereğini yerine getirme gibi keyfiyetler… Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker tahlil edelim.

Mevzuu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O mübeccel Zât, yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da nazar-ı itibara alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün hasımları, O’na hiç olmayacak şeyleri isnat ettikleri hâlde, bu istikamette bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.

Peygamberimiz (sav) ilk izdivaçlarını, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç, Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk-çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.

İşte, bütün izdivaçları da böyle izdivaca alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan izdivaçta, beşerîlik ve şehevîlik görmek, ne insafla ne de iz’anla kat’iyen telif edilemez.

Burada akla gelen diğer bir mesele de, Peygamberlik müessesesiyle çok evlenmenin telifi keyfiyetidir. Buna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.

A Evvelâ, bilinmelidir ki, bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur; Zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan bazı din müntesipleridir. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülecek bir keyfiyettir. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin teslim ve kabul ettiği, kendi peygamberleri bilip uydukları, nice enbiyâ-yı izâm vardır ki; bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir. Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleyi serrişte etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Binâenaleyh, çok kadınla izdivacı, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok izdivaç, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra anlatmaya çalışacağım hususlarda görüleceği gibi “teaddüd-ü zevcât”ın peygamberlik vazifesi nokta-i nazarından, tasavvurlar fevkinde faydaları vardır.

Evet, çok kadınla izdivaç, bilhassa ahkâmla gelen enbiyâ için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, ona ancak bir insanın nikâhlısı muttali olabilir. Binâenaleyh, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir istiâre ve kinâyeye başvurmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı bulandırır ve istinbatı zorlaştırır- her şeyi alabildiğine vuzûh içinde anlatacak, mürşidelere ihtiyaç vardır.

İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pâkize zevcât, kadınlık âlemine karşı irşat ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta elzem olur.

B Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz’in zevceleriyle alâkalı oluyor ki, o da:

  • Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz’ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu.

  • Zevcelerin her birerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir bağlılıkla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.

  • Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (sav) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.

  • Bu izdivaçlar vasıtasıyla, Nebiyy-i Ekmel, âdeta bütün Ceziretü’l-Arap’la yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karâbet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dinî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (ra) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı…

C Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve teker teker her zevcenin serencâmesi içinde, meseleyi ele alalım:

Evet, burada dahi göreceğiz ki; mantık, vahiy ile müeyyed o Zât’ı hayat-ı seniyyesi karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; tabir-i diğerle beşer düşüncesi Fetânet-i A’zam önünde rükûa varıp iki büklüm oluyor.

1 İlk zevceleri Seyyidetinâ Hz. Hatîce’dir (ra). Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.

Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhâlfarz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..

2 Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (ra). En yakın arkadaşının kızı; acı-tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en mutenâ ikramı… Umum neseplerin sona erdiği günde, sona ermeyen karâbetiyle onun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı.

Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir nâdire-i fıtrat, dâvâ-yı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kat’iyen sübut bulmuştur ki; o muallâ varlık, ancak nebî zevcesi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı Muhammedî’yi (sav) emsâlsiz kavrayışıyla, bihakkın temsil ediyordu.

Bunun içindir ki; Efendimiz’e rüyasında, onunla izdivaç yapacağı iş’âr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden peygamber hânesine kadem basıyordu…

Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için vesile-i şeref olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimiz’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hânesine intisap etmiş bulunuyordu.

3 Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme’dir (ra). Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.

Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti; Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.

Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı… Ve, işte Kâinatın Fahrı, onu nikâhı altına alırken bu inâyet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.

Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi dirâyet ve fetâneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma istîdadındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.

Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!…

4 Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (ra). Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı… Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce tanassur etmesini, sonra da vefâtını görmüş mûzdarip bir kadın…

O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tanassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz’in müdahalesi ve muâlecesi…

İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefâtı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimizle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun îfâsı sayarak alkışlamak lâzımdır.

Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın-erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.

Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de, Hâne-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesir icrâ edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.

5 Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (ra). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ’nın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav) Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz’e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise’ye vermeye râzı olmuşlardı.

Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki müsavâtı tesis, tahkîm ve tersîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisâlden ibaret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.

Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd’i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz’le izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz’in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi, muhâl-farz, Peygamberimiz’in, vahy-i münzelden bir şeyi ketmetmesi câiz olsaydı Zeyneb’le izdivacını emreden âyetleri ketmederdi. Evet, bu Zât-ı Risâlet Penâhiye o kadar ağır gelmişti…

İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.

Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz’le başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz.[1]

Zeyneb’le izdivaç hususunda söylenecek daha çok şey olmakla beraber, sual-cevap mevzuunun istiâb haddini aşacağı için, şimdilik tek başına tahlîl edileceği âna havale ediyor ve kısa kesiyorum. 6 Saadet hânesiyle şerefyâb olanlardan biri de, Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (ra). Gayr-i müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esarete dûçar olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, huzûr-u risâlete getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.

İşte o zaman Fetânet-i A’zam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti.

Peygamber Efendimiz Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh akdedince, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir ihtirâm âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, “Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretin’in gönlü fethediliverdi.

Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükûn meltemleri estiriyordu.

7 Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bintü Huyey’dir (ra). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz’e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam anam” tâzimleri ve hem de Efendimiz’in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.

Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz’i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.

Bundan başka, düşmanların iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.

8 Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde Validemizdir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.

Efendimiz, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz’in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.

İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karâbet tesisi ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir.

Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz’in bu kadar kadının, mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hakkâniyete riâyette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârit olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden.” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder…

Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.

Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrîdir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.[2]

Sualin ehemmiyetine binaen, mevzuu uzatma lüzumunu duydum; mâzur görüleceğini umarım.

Dilgir: Kalbe sıkıntı veren
Enis: Dost
Fetânet-i A’zam: Anlayışı, kavraması en üst derecede olan Efendimiz (sav)
İhtiram: Hürmet, saygı
İrtihal: Ölüm
İstiâb haddi: Sınır, çerçeve, kapasite
Kurb-u Nebevi: Peygamber Efendimize (sav) yakınlık.
Medyun-u şükran: Şükran borcu
Megâzi: Hz. Peygamberin katılmış olduğu savaşları konu edinen ilim dalı
Muallâ: Yüksek, yüce, âli
Mübeccel: Muhterem, saygıdeğer
Siyer: Peygamber Efendimizin (sav) hayatını ve özelliklerini konu edinen ilim dalı
Tanassur: Hıristiyan olma, Hıristiyanlaşma
Tersin etmek: Sağlamlaştırmak, güçlendirmek
Vahy-i münzel: İndirilmiş olan vahiy, Kur’ân

[1] Bkz. Ahzâb sûresi, 33/4
[2] Bkz. Ahzâb sûresi, 33/52

Sızıntı, Ağustos 1979, Cilt 1, Sayı 7

Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği Mubah Kılıyor?

Bir Din ki, Allah Tarafından Geldiğinden ve Beşeriyetin Hayrı İçin Gönderildiğinden Şüphe Yoktur. Hâl Böyle İken Nasıl Oluyor da Bu Din Köleliği Mubah Kılıyor?

Bu mevzûun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takip ettiğimiz zaman, hem sualimizin cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek istifhamların cevabını bulabiliriz:

1) Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler… Sonra içtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve âdil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.

2) Tarihin eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşiyâne ve zâlimâne muamele, içimizde burkuntular hâsıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zâlim idarecileri eğlendirmek için arenâlarda aslanlarla boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.

3) Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar haklıydı; fakat, İslâm’a hücum ve tenkidinde büyük bir haksızlık irtikâp ediyordu. Çünkü, menşe itibarıyla kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik, geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.

Kölelik, harpler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde sürüp gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehâdetiyle bir zevk ve safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde behîmî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefâhetin; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet; esirler ve halâik gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, müstemlekeler kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşâhede etmişlerdi. Ticarî emtia pazarları gibi, esir pazarları.. kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. akşamları pis kokulu ve haşarâtın gayet mebzûl bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. hatta çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi.. ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, herhangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, o günkü batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi…

İslâm, evvelâ, köleliği bir vak’a olarak ele aldı. Sonra kölelerin ne ticaret ne de eğlence metâı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: “Sizin bazınız bazınızdandır.” (Nisâ, 4/25) “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız.” (1) gibi ilâhî prensipleri ilân ederek, düşünceye istikamet verip inhirafın önüne geçti. “Siz âdemoğullarısınız. Âdem de topraktandır.” (2) “Biliniz ki, hiçbir Arab’ın Arap olmayana ve hiçbir Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ iledir.” (3) Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradan’ın insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitap karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm’ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mâzisi esarette geçmiş -hadîsin ifadesiyle- nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşraf ve ileri gelenlerden hep tâzim görmüşlerdir. Hz. Ömer (ra) “Bilâl, Efendimiz; ve onu Efendimiz Ebû Bekir (ra) hürriyete kavuşturdu.” (4) derken, bu mânâya saygısını ifade ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel “Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz.” (5) “Sizden hiçbiriniz, ‘Bu kölemdir, bu câriyemdir.’ demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin.” (6)

Buna binâen, Hz. Ömer (ra) Mescid-i Aksâ’nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlerinde, bineği Medine’den oraya kadar hizmetçisiyle nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (ra) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (ra) takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu… (7)

Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğunu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en metruk, en ücrâ bir yerinde, duyguları itibarıyla bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâptı. Zira muâsır millet ve devletler, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihzâ ve alaya karşı, en çaplı en tutarlı ve en müsbet bir davranış mâşerî vicdanın kabulüne takdim ediliyordu.

Bu yapıcı ve müsbet muâmelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle müsavât prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (sav) Zeyd’i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen, o; Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muâmele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onların hukukuna riayete çalışıyorlardı. Esasen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara mâlik görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. “Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz.” (8) Bu türlü cezaî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gâyet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hâdiselerdi ki, bu mevzûda İslâm’ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.

İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifade etmek ise, kat’iyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukâbil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücûdunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azat etmek ise, vücûdunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm’da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazîlet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavelelerle, ona giden kapıları açık tutar.

Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de, her gayret gibi, yine İslâm’ın zuhûruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimizin (sav) ve Hazreti Ebû Bekir’in (ra) köle alıp âzât etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından bilinen hususlardandır.

Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faâliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (sav), on kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlıklar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususîyle Ömer İbn Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, bazı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikâpları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu.

Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zihâr muâmelesinde, adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzat edilmesi tavsiye ediliyordu. “Kim hataen bir mü’mini öldürürse, onun keffâreti bir mü’min kölenin âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyettir.” (Nisâ, 4/92)

Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan; diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da -topluma hür bir fert kazandırma ölçüsüyle- cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında, diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdeta bir ferdi ihyaya denk tutulmuştur.

Bunlardan başka İslâm’da “mükâtebe” ve “tedbir” yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal te’diyesiyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur’ân’ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzûda getireceği teklifi, efendi kabul ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefâtı veya herhangi bir hâdiseye bağlamakla yapılan hürriyet va’didir ki, “Ben vefat edince sen hürsün.” şeklinde söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka, sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faâliyeti her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgal etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lütfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.

Burada denilebilir ki; “Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında, ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabul edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da köleliği kabullenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pek çok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm’ın, köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme mânâsına gelmez mi?”

Her şeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği vâz’ ve icat etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamıştır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasında harpler devam ettiği müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir- esaret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır. Şimdi düşünelim;

Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:

1) Bazı zâlim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
2) Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme,
3) Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama,
4) Yahut da, alıp onları mü’minlere dağıtıp, ganimetten bir parça sayma.

Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:

1) Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara revâ görülen mezâlim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır’ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların gadri ve cevri, beşerin hâfızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var; Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; bir dönemde Rusya’da doğranan otuz milyon kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan… Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?..

2) Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şâhit olmuştur. Bilûmum Balkanlardaki esir kampları, hususîyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerikalılar, Japon kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği; erkeklerinin ağaç kabuğu yiyerek ölüme terk edildiği (Sarayiçi) mazlumlarının; Azerbaycan ve komunist Rusya’daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardan çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbiyle, hem Avrupa, hem de Asya, esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla telifi mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka bir şey değil!..

3) Esirleri kendi memleketlerine iâde gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iâde etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefâsızlık ifadesi olur.. hele iâde ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım mâlûmatlarla yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birliklerimizde moral çöküntüsüne mukabil, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iâde muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla tecviz edilebilir ki; bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuştur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.

4) Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, iş bu muvakkat esir etme yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu… Ne esir kampları ve oradaki mezâlim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok fevkinde tabiat-ı beşere de yakışır bir yol…

Her mü’minin hânesindeki esir; doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -nitekim binlerce misaliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan istifade etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik’in şeyhi Nâfî’den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce tabiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir “Mevâlî” topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.

Bununla beraber, biz bu tatbikata muvakkat dedik; Zira bu şekilde bir tatbikat tekerrür edip dursa bile, İslâm’da hürriyetin esas olması, esaretten kurtulma hususunda istifade edilecek yolların çokluğu ve dinin değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin ârızî ve tebeî olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm’ın bu mevzûda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaati dairesi içinde kalacaktır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini vaz’etmiştir. Cihan sulhunu temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlemşümûl tatbikat zemini hazırlamakla mükelleftirler. Zaten bu da İslâm’ın tâdil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki; en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan, hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da, geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.

Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi toplumumuzun bütün fertlerinin, İslâmî mânâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair, dinin herhangi bir tekeffülü yoktur. Onun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin, teferruata ait meselelerde ihmal ve kusurları da görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususta diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecektir.

Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken; mü’minlerin, uzun zaman ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin tenakuzu gibidir.

Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü’minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddî sebep ve sâik var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğimiz gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak mütalâa etmektedir. Binaenaleyh, nâkıs ve nâtamam fertler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü fertlerin, terbiye-i Muhammediye (sav) ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normâldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesile ederek İslâm’ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve insafsızlıktır.

İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta da, İslâm’ın tatbikatı, tabiat-ı beşeri hesaba katma ölçüsü içindedir ve orijinaldir. İlk Müslümanlar, köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini izâle etme, aile kurma yolunu gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.

İtiyat ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli ihyâ etme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü’minler de, bunu yapmışlardır.

Her mü’min, “Kardeşim” deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış -zarar melhuz değilse veya hayır ümit ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.

Eğer bu ameliyelere tâbi tutulmadan o istîdat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir “âr” olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hallerine avdet hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı câhil pek çok köle daha sonraları arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Lincoln’in bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makine gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa, çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, tâlim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de hissedilen bir marazdır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hatta diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur. Her ne ise, sadet haricî oldu…

İşte İslâm; köleye, benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna muvazene getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta “İste vereyim.” der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermiştir. Zeyd bin Hârise’nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra, içinde, eşrafın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan tayin edilmesi, kademe kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.

Bilâl-i Habeşî’nin (ra) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe’nin kölesi Sâlim’in (ra) Müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk’in Ehl-i Beyt-i Resûlullah’dan sayılması, kölenin Müslümanlıkta ve Müslümanların hânelerinde ne hâl aldığının canlı misalleridir. Bunları, yüzlerceye iblâğ edebiliriz. Ancak soru cevap mevzuu içinde bu kadar kabarık muhteva sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum…

Hulâsa olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği vaz’etmedi; bilâkis onu tâdile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harplerin döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm’ın muallâ bünyesinde, tenkit edildiği şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o, ahkâm vaz’ etmişti ve onu arz edildiği şekilde sefalet ve perişaniyetten; mazlumiyet ve mağduriyetten halâs ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yönelmişti.

İslâm’ın başlattığı, ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün, bu cins kölelik artık kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum.


Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
Avdet: Dönüş
Behîmî: Hayvanca, hayvanî
Deformasyon: Bozulma, aslından uzaklaşma
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada birleşen şekil, piramit
Emtia: Mal, eşya
Halaik: Kadın köle, hizmetçi
İnhiraf: Doğru yoldan çıkma, sapma
İstifham: Soru
Mebzul: Bol miktarda, fazlaca
Mevâlî: Azad edilmiş köle
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın
Mükâtebe: Efendisi ile kölesi arasında bir bedel karşılığında özgürlük etme üzerine kurulu olan bir akit.
Müsavât prensibi: Eşitlik ilkesi
Tebei: Tâbi, varlığı başka bir şeyle mümkün olan
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma
Tedbir: Vukuu köle sahibinin ölümüne bağlanmış olan köle âzâdı.
Tediye: Eda etme, ödeme
Zihâr muâmelesi: Bir kimsenin karısına, “Sen bana anamın sırtı gibisin.” diyerek onu kendisine haram kılması

[1] Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/408
[2] Ebu Dâvud, Edeb 120
[3] Müslim, İmare 36; Tirmizî, Cuma 80, Cihad, 28
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 1/209
[5] Müslim, Eyman 29; Müsned 5/161
[6] Muslim, Elfaz 3; Müsned 2/484
[7] Ebû Avâne, Müsned 4/72; Beyhakî, Sünen 8/7
[8] Ebû Davud, Diyet 7; İbn Mâce, Diyet 23; Nesâî, Kasem 10


Sızıntı, Eylül 1979, Cilt 1, Sayı 8

Bütün Peygamberler Arap Yarımadasından Zuhûr Ettiğine Göre, Peygamber Gönderilmeyen Diğer Kıt'alarda Yaşayanları İnanç ve Amel Açısından Mes'ul Tutmak Nasıl Hak ve Adâlet Olur?

Bu sualin iki yönü var:

1) Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadasından zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir nebînin gelmeyişi.

2) Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azaba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.

Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında nebînin yerine dikkati çekmekte fayda, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım.

Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak’tan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazifeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istîdat değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen meselelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim ruha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir…

Nebîde, duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkip ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır.

İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyayı keşfedebilir. Onların irşat ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz, ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamaz da…

Tabiatın esrarı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir derstir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahit gösteren Yüce Yaratıcı’nın, isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât’ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin… Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekle sokan bir Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’yle, O’na verilecek unvanlar ve isnat edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O’nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki nebî, eşya ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi, her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan Muhteşem Yaratıcı’yı, Muhteşem Kudret ve İrade Sahibi’ni, isim ve sıfatlarıyla -Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvazene ve sırlı münasebete riâyet ederek- anlatan da yine odur.

Öyle ise, zeminin hiçbir kıt’asının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimal verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşat dairelerinin dışında, varlık âlemine dair, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şüphe, tereddüt ve tenakuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esasen; her kıt’a ve her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını, akıl, hikmet ve Kur’ân müştereken teyit etmektedirler. Hem de aksine ihtimal verilemeyecek şekilde…

En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı kat’iyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizamı, bu meşher ve sanatlar resmî geçidini, bir fuar mahiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın, eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihap edeceği bir kısım müstesna kimselerle, Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini hâşâ abes kılsın! Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesten münezzeh ve mukaddestir!

Kaldı ki, O Zât’ın kendi beyanı olan Kur’ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır. “Celâlim hakkı için biz her millete -Allah’a kullukta bulunun ve putlara ibadetten kaçının- diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36) Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, nebî ve ulu kişileri ilâhlaştırmış ve eski putperestliğe dönmüştür.

Yunan’ın ilâhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayalinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle, çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir.

Ne Çin’in Konfüçyüs’ünü, ne de Hind’in Brahman ve Buda’sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir. Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur.

Eğer Kur’ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyanıyla,[1] Hz. İsa’yı bize tanıtmasaydı, değişik kaynak ve anlayışlar içerisinden, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayabilirdi. İnsana ulûhiyet isnat edilmesi, Zât-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması ve birkaç tane gösterilmesi gibi mevzuların en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesinin, akıl, mantık ve tevhid inancıyla telif edilmesi mümkün değildir.

Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait bazı din müntesiplerinin, kendi kitap ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kim bilir nice nebîler ne hâle getirildi! Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün bâtıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerinin cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurafe yığını durumuna gelmişlerdir.

Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimali, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet mâkuldür.

Peygamber olmayana peygamber demek, nebînin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, benzer bir kısım sapmaları gördükten sonra, Budizm’in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hatta Konfüçyüs’ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm’in tevil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum.

Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû bulmuştur ki, muhâlfarz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı.

Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarurîdir. Bir kere Kur’ân: “Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihanın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyana göre sayıları 124 bine baliğ bulunan nebîlerden[2] ancak 28 tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair herhangi bir mâlûmata sahip bulunmamaktayız. Esasen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur’ân: “Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık.” (İnsan, 76/78) diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir.

Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır. Ezcümle, hepsinde “çok”tan “tek”e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergaha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münasebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muallim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adaları’ndaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir…

Prof. Dr. Mustafa Mahmud’un, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu teyit etmektedir. Doktorun ifadesine göre Mavmavlar, Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât’ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır.

Neyamneyam kabilesi için de, Mavmavların kanaatine benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da, her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Mâbud-u Mutlak’dır, diye düşünmektedirler.

Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur’ân’daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hatta, Mavmavlar, “Aynı, İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar.” desek yerinde olur.

Medeniyetten bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin tesir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek: “Her milletin bir resûlü vardır ve resûlleri geldiği vakit aralarında adâletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez.” (Yûnus, 10/47) beyanı, ilâhî ve âlemşümûl bir hakikattir ve hiçbir kıta bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mustafa Mahmud’un naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerküklü matematik profesörü Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika’da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen araştırmacı kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu: Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah’ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her şeyin O’nun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı.

Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle telif etmek kat’iyen mümkün değildi…

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği, ancak Kâinatın Sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhid akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün değildir. Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beşer nev’ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış…

Şimdi de, sorunun ikinci şıkkı olan, peygamberleri görmemiş kimselere, azap edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim.

Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her fert az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrifin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık takip edip dururken, kendi iradelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak, rahmet müjdesini vermiştir: “Biz peygamber göndermedikten sonra azap edicilerden değiliz.” (İsrâ, 17/15)

Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azap veya rahmet…

Vâkıa mezhep imamları, teferruatta biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatta, her biri bir kitap binlerce delil varken Allah’ı bilmeyen mâzur olamaz derler. Eş’arîler ise: “Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz..” meâl-i âlîsiyle ifade edilen âyete dayanarak, azaba müstahak olmanın, tebliği müteakip olacağı hususunu esas alırlar.

İki imamın nokta-ı nazarlarını telif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehl-i necâttır. Zira, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşat edilir, ondan sonra davranışlarına göre ceza veya mükâfat verilir.

Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah’a karşı ilân-ı harp ediyorsa, o, dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhadının cezasını görecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah’ın peygamber göndermediği boş bir kıt’a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir nebînin estirdiği meltemden nasibini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre “fetret devri” denmiş ve o devrin insanlarının azaptan bağışlanacağı ifade edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkâr-ı ulûhiyete sapılmasın.

Her şeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan bilir.

Antropoloji: İnsanın kökenini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi
Eş’ârî: Ebü’l-Hasen el-Eş’ârî’nin öncülüğünü yaptığı kelâm metodunu benimseyen kimse
Zülâl: Saf, berrak, tatlı soğuk su 

[1] Bkz. Mâide sûresi, 5/72-73, 116-117; Nisa sûresi, 4/171
[2] Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/265; İbn Hibban, es-Sahih, 2/77; el-Müstedrek, 2/652


Sızıntı, Ekim 1979, Cilt 1, Sayı 9

İşlediğimiz Günahlar Yıllar Geçmesine Rağmen Aklımızdan Gitmiyor, Hatta Aynı Günahlara Teşvikçi Oluyor

İşlediğimiz pek çok günahlar yıllar geçmesine rağmen aklımızdan gitmiyor, hatta aynı günahlara teşvikçi oluyor. Sokakları bu tür günahları hatırlatan manzaralar istila etmiş durumda. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Sadece dua ediyoruz ki, şehit olalım ve günahlardan temizlenme yolunu bulalım.

Bu soru değil, samimî bir gönülden gelen talep. Sahabeye yanaşma ve yaklaşma yolunda atağa kalkmış bir kalbin ızdıraplarının ifadesi. Biz, çarşısı, pazarı günahlarla dolup taşsa da, bu toplumun içinde kalmaya karar vermişiz. Burada çeşitli münasebetlerle anlattığım; şu anda hatırladığım bir hissimi, müsaadelerinizle, bu münasebetle bir kere daha anlatmak istiyorum.

İlk defa Allah Resûlü’nü ziyaret nasip olduğunda, Ravza-i Tâhire’ye giderken nerede ise cinnet geçirecektim. Sanki bana, kendisini bizzat göreceğim gibi geliyordu. Acaba nerede diye diye durmadan sağıma soluma bakıyor ve O’nu arıyordum. O anda Cennet’in bütün kapıları açılsa ve bana “Gir!” denseydi, reddedecek bir ruh hâleti sarmıştı benliğimi. İsterseniz buna Peygamberin Köyüne âşık olma diyebilirsiniz.

Fakat benim arkadaşlarıma bir vasiyetim var. Eğer diyorum, bir gün buraları terk eder ve oraya gidersem, ben bunu şahsî füyûzatım için yapmış olacağım. Beni yakamdan tutup sürüye sürüye buraya getirsinler. Aksi hâlde Rabbimin huzurunda iki elim iki yakanızdadır…

İşte meselenin iki ayrı yüzü. Bir tarafında Peygamber Köyüne duyulan dayanılmaz hasret; diğer yanda burada düşen boyunduruğu kaldırma mecburiyeti. Birincisi, tamamen şahsî, ikincisi ise bütün bir milletin, hatta topyekün İslâm âleminin kaderiyle alâkalı bir husus.

Teker teker hepimiz de aynı tercihle karşı karşıya bulunuyoruz. Siz de en az benim kadar oralara âşıksınızdır. Fakat buralarda kalmaya kendinizi mecbur biliyorsunuz. Çünkü milletimiz devletler arası muvazenedeki yerini burada kaybetmiş, nesil burada mahvolmaya başlamış ve her şey burada bitmiştir. Eğer yeniden milletimizin aydın ufuklara yürümesi adına bir ümit ışığı yanmaya başlayacaksa, o da buradan başlayacaktır. Biz de ızdırap çekecek, maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunacak ve burada kalacağız.

Evet, kabul ediyorum, günahlar yollarımızı alıyor ve her an ruhumuzun yaralanmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat buna rağmen, niyetlerimiz sağlam ve hâlistir. Gönlümüzü süsleyen tek düşünce vardır. O da Rabbimizin dinine omuz vermek. Allah Resûlü’nü neslimizin kalblerine yerleştirmek, ve bu uğurda başımıza gelecek bütün belâ ve musibetlere baştan razı olarak, buralarda kalmada azimli olmaktır. Onun içindir ki, insanlar arasında kalıp onların cefasına katlanmayı, dağlara çekilip inziva etmeye ve köşemize kapanıp zikir çekmeye tercih ediyoruz.[1] Toplumun içinde duracak, ara sıra onun paletleri arasında ezilecek; fakat yine o toplumun içinde kalmaya devam edeceğiz. Zira, burada vazife yapmaya mecbur, hatta mahkûmuz!…

Ravza-i Tâhire: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kabri.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.

[1] Tirmizî, sıfatu’l-kıyame 55; İbn Mâce, fiten 23.

12 Ekim 1979, İzmir Bornova Merkez Camii

Hz. Âdem'le Havva'dan Dünyaya Gelen Çocuklar O Zaman Evleniyorlardı. Şimdi Neden Yasak Edildi?

Bu sorunun da, benzeri sualler gibi, belli mihraklarca ayarlanıp, sistemli olarak gençler arasında neşredildiğini esefle müşâhede etmekteyiz. Evvelâ, bu ve benzeri soruları ortaya atanların samimiyetine inanmak oldukça güçtür. Bunun arkasında söylemek istedikleri şey ise az bir dikkâtle anlaşılacak kadar açık ve vâzıhdır. Bu türlü soru imâl etme gayretlerinin en mühim hedeflerinden birisi, belki de birincisi, dinin esaslarında bir kısım tenakuzların, zıtlıkların bulunduğu zannını uyarmaktır.

Ve, aynı cinsten soruların hemen hepsinde bazı nifak rejiminin menfî kâideleri mevcuttur. Hâşâ… “Allah yoktur. Din bir afyondur. Mukaddesler birer tabu ve emperyalizmin istismar vasıtaları… Âile ve onda haram ve helâl sınırları âlemşümûl hakikatlere zıt ve belli bir dönemin değişik istismar unsurları… vs.” Perdenin aralanmasıyla ortaya çıkan şu şeyler ise doğrusu tüyler ürperticidir: Birbirine zıt emirlerle, bugüne kadar devam edegelen din, artık akıl ve mantıkın zaferi karşısında merciiyetini kaybetmiştir. Öyle ise serâzât ve çakırkeyf, aklımıza esen her şeyi yapmalıyız. Bu, kız kardeş, hala ve teyze ile evlenmek bile olsa…

İşte masum gibi görülen sualin arkasındaki, tüyler ürpertici, şenî tasavvurlar ve iğrenç plânlar! Ve işte “pozitivizm” ve “rasyonalizm” kalkan yapılarak, körpe dimağların iğfal edilmesi!

Cemiyetimizin bir kesiminde, din ve neslin muhâfazası prensiplerini tahrip etmeyi hedef alan bu türlü istifhamlar, imâl edildiği çevreye bakılarak; “Bu da onların çarpık fikirlerinden biri, doğrular ise, onların iddiasının aksi olduğuna göre, bunun böyle olması en doğrudur.” demek, en isabetli cevap olacaktır. Ama, biz, yine de bir iki cümle ile bunun üzerinde durup bir şeyler söylemek istiyoruz.

1) Evvelâ, bu bir dinî mesele, hem de dinin teferruâtına âit bir meseledir. Dine inanmayanın, hele dinin temel prensiplerini kabul etmeyenin, bu türlü şeyleri kurcalamaya asla hakkı yoktur.

2) Din, emir ve yasaklarıyla inananlar için bağlayıcı olduğunda kimsenin tereddüdü olmasa bile, inkârcılar için böyle bir şey her zaman söz konusu olmasa gerek. Bu itibarladır ki, bir kısım kimseler serâzâd, çakırkeyf, her istediklerini yaptıkları halde, inanan hiçbir insan onlara karışmamaktadır; nitekim şu anda da bilip karışmadığı gibi. Zira, amel ve davranışlardaki sapıklık ve inhiraflar sadece ve sadece, düşünce, tasavvur ve kanaat bozukluğundan doğar. Bunlara istikamet kazandırılamadıktan sonra, davranışları düzeltmeye uğraşmak beyhûdedir.

3) Bu mesele, dinin teferruâtına âit bir meseledir. Bu türlü meselelerde, beşerin tekâmülüne muhâzî olarak, gelişme mânâsında değişmeler her zaman olmuştur. Şu anda muhatabı bulunduğumuz emir ve yasaklar -hikmetlerden kat-ı nazar- o zamanki emir ve yasaklardan farksızdır. Bu hususta mühim olan âmirin emridir. O; dün bir batında dünyaya gelenlerin izdivacını yasaklar; bugün de anne – baba münasebeti zaviyesinden yeni yasaklar kor ve “Bu muamele haramdır.” der. Bu, tıpkı bir çocuğun bütün bir gelişme döneminde, hayatına âit kanunlara müdahale edilip, yemesi, içmesi, giymesi değiştirildiği; hatta seviyesine göre bir dil kullanılıp tenezzülât yapıldığı gibi.. devamlı gelişme kaydeden beşer hayatında da, aynı şeylere riayet edilmiştir. Nasıl ki, çocuğun bakım, görüm ve anlayışına riayet etmek bir küçüklük; hatta bilgisizlik değildir; aksine bir büyüklük ve irfan nişanesidir. Öyle de, dünden bugüne gelişen ve olgunlaşan insanlığın, her devrine göre kanun koymak ayn-ı hikmet ve hakikattir.

4) Bu meselenin, sualde ifade edildiği şekilde cereyan etmesi, itimat edeceğimiz kaynaklarda mevcut değildir. İsrailiyat menşeli de olabilir. Ancak, Kur’ân’ın nasslarına istinâden, hilkat zincirini Âdem (as) ve zevcesine bağladığımız için, (Hucurât, 49/13) böyle bir şeyi kabul etmeye kendimizi mecbur biliyoruz. Meselenin aslına inilmeden olduğu gibi kabul edildiği takdirde, insanoğluna, maslahatlara riayet etme dersi vermek sadedinde, muvakkaten tecviz edilmiş, sonra da yasaklanmak suretiyle, zamanla bu kâbil ahkâmın değişebileceği hatırlatılmıştır.

5) Muvakkaten tecviz edilen böyle bir muamele, muhataplarının farklılığıyla hususiyet arz etmektedir. Evet, yetiştikleri yuva, gökten gelen emirlerle daima nurlu ve hâne halkı olarak vicdanları devamlı uyanık olan bir aile, elbetteki başkalarından çok farklı olacaktır.

Yeryüzünde ilk insan olma tazeliği; işlenen küçük günahın büyük cezasının, gönüllerde ürperti hasıl eden dehşetinin devam etmesi ve böyle bir sürçme ile cennetten uzaklaştırılmış anne ve babanın inkisâr dolu birer gönülle, başında bulundukları bir yuvada, mübahlar dahi endişe verici ve ürkütücüdür. Böyle bir yuvada, birbiriyle izdivaç yapacak kimseler, yan yana dursalar dahi, oruçlu insan gibi, ferman çıkacağı âna kadar birbirlerine ters bile bakmazlar. Böyle bir yuvada kalblerin eğilmesi, vahyin yıldırım gibi çarpan âyetleriyle düzeltilir. Ve, böyle bir yuvada bütün sınırlar yok edilse dahi, insanlar, vicdanlarının yol vermeyen surlarını aşamazlar ve aşmazlar.

Hâlbuki, günümüzdeki hânelerde, bahsedilen mânâların ve bağlayıcı hususların hiçbiri bulunmadığından, sınırlara riâyet edilemeyecektir. Belki de, çok erken yaşlarda münasebetsiz davranışlar, bütün bir hayat boyu hacâlet hâlini alıp devam edecektir. Hele, yuvanın muhtaç olduğu huzur ve emniyeti öyle ihlâl edecektir ki; o yuva artık bir çıyan yuvasına dönüşecektir.

Şimdi, bir kere düşünün! Kız kardeşine, halasına, yeğenlerine karşı, behimî hislerinin mağlûbu, sergerdân bir grubun barındığı evde, huzur tasavvur etmek mümkün müdür! Böyle bir evde, herkes göz koyduğunu kapmak için, kötülükler düşünecek, hatta öz kardeşleriyle rekabete girişecek…

Belki de, aynı düşünce ile Hz. Âdem’in (as) evlâtları arasında cereyan eden cinayetlere başvurulacak ve keşmekeşlikler sürüp gidecektir.

Demek ki, koruyucu müeyyideler, vicdanları uyanık tutan sâikler mevcut olduğu zaman, o türlü mevzuat sû-i istimâl edilmese bile, tenbih edici faktörlerin yok olması, bağlayıcı atmosferin silinip gitmesiyle her çeşit su-i istimâle kapı açılabilir.

Sırf bâtılı tasvir etmemek için duyduğum ve gördüğüm şeyleri şerh etmek istemiyorum. Yoksa, ailedeki küçük ihmallerin neticesi, insanı insanlığından utandıracak öyle hâdiseler cereyan etmektedir ki, bunları duyup işitip ürpermemek mümkün değildir.

Bir hususu daha noktalarken diyebiliriz ki; barınaklarının duvarlarında “İniniz, bazınız bazınıza düşman olarak.” (Bakara, 2/36) sesinin ihtizazları duyulan bir topluluk, hâvi bulunduğu haşyet, saygı, ürperti ve sarsıcı endişelerle günümüzün hânelerine benzemediği gibi, o hâneye âit muvakkat ahkâm da, hânelerimizdeki âhkâma benzemeyecektir.

Kaldı ki, bu şekilde cereyan eden muamelenin adedi hakkında da bir şey söylememiz oldukça güçtür. Belki, hâdise bir kere, belki de iki kere cereyan etmiştir!

6) İzdivacın tekeffül ettiği hikmetlerden bir tanesi de servet dağılımını temin ve malın belli ellerde terâküm ve tedâvülünü önlemektir. Hâlbuki, o devirde bütün insanlar Hz. Âdem’in evlâtlarından ibaret olduğu ve küre-i arz baştan başa onların istifadelerine takdim edildiği için, ne temerküz, ne tehaşşüt, ne de terâküm asla bahis mevzûu değildi. Günümüzde ise, içtimâî yapı, kazandığı hüviyetle büyük farklılıklar arz etmektedir…

Şunu da hemen arz edeyim ki; başka tariklerle servet dağılımı yapılsa da, değişik ahkâm ortaya çıkması kat’iyen söz konusu değildir. Bu mevzûda söylenmiş ve söylenecek bir söz, mutlak hikmet sahibinin hikmetli beyanından ibarettir. Acaba, Cenâb-ı Hak, Âdem ve Havvâ’yı yaratmada, sonra da evlâtlarının izdivacından başka bir yol koyamaz mıydı?

Zât-ı Ulûhiyet’e karşı böyle bir soru, hem bilgisizlik hem de sû-i edeptir.

Allah (cc) bir Âdem (as) ve Havvâ yarattığı gibi, ikinci bir Âdem ve Havvâ da yaratabilir. Hem şu anda ve bütün geçmiş devirlerde, binlerce, yüz binlerce âlemler yaratan Allah’a, (cc) ikinci bir Âdem ve Havvâ yaratmak hiç mi hiç ağır gelmez. Ne var ki, hikmeti öyle iktizâ ettiği için öyle yapmıştır.

Hem bizim sınırlı ve bozuk güzellik ölçülerimize hikmet ve hendesemize göre yaratacak değildi ya! Biz, kâinattaki güzellik ve çirkinlikleri, O’nun emir ve nehiyleri menşurundan geçirmek suretiyle güzellik ve çirkinlik şuuruna erebildik. O’nun her emrini minhâc edinerek eşya ve hâdiselerin tefsirine koyulduk. Her hükmünün, birer sabit kanun olduğunu kavradığımız nispette, ortaya attığımız prensiplerde isabet edebildik.

O, bütün insanlığı Âdem (as) ve Havvâ köküne bağladı ise, öyle olmasını en güzel kabul ettik. Kaldı ki, insanlar arasındaki râbıtanın böyle bir kökle alâkası da, oldukça kuvvetlidir.

Cismâniyetteki bu vahdet, ruhlardaki birliğin tohumunu taşımaktadır. Tıpkı bir ağacın köküne ve çekirdeğine inildikçe birlik zuhûr ettiği gibi… Daha ileri gidilince her şeyin “Âdem” vahdeti içinde saklı olduğu görülecektir. Bu safhada ağaç hem erkek ve hem de dişiyi birden temsil etmektedir. Aşılayan da odur, aşılanan da. Birbirinden uzaklaşıp erkeklik-dişilik ayrılığı ortaya çıkınca, telkih ve telakkuh durumu da değişik olacaktır.

İnsan olarak herkese karşı duyduğumuz insanî alâkayı, Âdem (as) ve Havvâ vahdetiyle, Yaradan’ın gönlümüze koyduğu muhabbette ve insanlıkta görüyoruz. Dünkü ahkâmın bugünkü değişikliği ise, hükümleri karşısında iki büklüm olduğumuz Zât’ın hikmetine; hikmeti içindeki kökten uzaklaşmaya ve beşerî silsile içindeki techîz edilmeye; erkeğiyle kadınıyla insanlığın özüne ait mânâları yüklenmeye veriyor; “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.” diyoruz.

Âlemşümûl: Evrensel
Behimî his: Hayvanca, hayvanî his,
Çakırkeyf: Yarı sarhoş
Minhâc: Yol, usûl Muhâzî: Paralel
Muvakkaten: Geçici olarak
Nass: İslam Hukukunda kendisinden hüküm çıkarılan âyet veya hadis metni
Pozitivizm: Hakikatin, deneme ve gözlemle elde edilebileceği görüşünde olan felsefe akımı
Serâzad: Başıboşluk
Sergerdân: Başı dönen, şaşkın
Şenî tasavvur: Ahlak dışı, iğrenç, utanç verici düşünce
Tecviz: Cevaz verme, uygun bulma
Tedâvül: Elden ele geçme, dolaşma
Tehaşşüd: Yığılma, birikme, toplanma, yığınak
Telâkkuh: Aşılanma, gebe kalabilme
Telkih: Aşılama
Temerküz: Odaklanmak, yoğunlaşmak
Tenâkuz: Çelişki, zıtlık
Tenezzülât: Tenezzül gösterme, aynı seviyeye inme
Teraküm: Birikme, yığılma, toplanma

Sızıntı, Kasım 1979, Cilt 1, Sayı 10

Azrail (as) Bir Tane Olduğu Halde, Bir Anda Vefât Eden Bir Sürü İnsanın Ruhunu Nasıl Kabzediyor?

Bu soruda da yine, beşerî ölçü ve kıstasların insanı yanıltmış olduğunu görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, “nomen”i “fenomen”de görmek, ruhun fonksiyonunu cesette aramak da birer yanlışlıktır. Buna binâen, sualin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını, terminolojik hataları izah etmeden soruyu cevaplandırmak, muvafık olmayacaktır. Evvelâ inhiraf noktaları bilinmeli, sonra soruya cevap verilmelidir.

Melek, tâbi bulunduğu âlem itibarıyla; hilkat ve mahiyeti, mükellefiyet ve vazifeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mahiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, elbette ki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun bu yönleriyle tanınmasında zarûret olduğu kanaatindeyiz.

Melek, Arapça’da kuvvet demek olan “melk”den veya elçilik mânâsına gelen “mel’ek” kökünden türetilmiştir. Birincisi itibarıyla çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet mânâsına; ikincisi itibarıyla da emr-i ilâhînin âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik mânâsına gelir.

Bu üstün vasıflar Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazifelendirilenlerde, bulunmasında zarûret vardır. Bu üstün varlıklar, hayat’a memâta nezâret edenlerden alın da, arş-ı ilâhi hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazifelilerine kadar, geniş bir sahada, Allah’ın icraâtına nezâret ve temaşâ ile mükelleftirler.

Makro-âlemden mikro-âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller; bütün terekküp ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah’ın “kelâm” sıfatından beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlemşümûl cazibe ve dâfia kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..

Melekler, o kadar eşya ve hâdiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede (kâinatta cereyan eden kanunlar) bu şuurlu kuvvetler her şeyi elinde tutan Hakk’ın, sonsuz kuvvetinin -kâbiliyet ve istîdatlarına göre- onlardaki tecellîsinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellînin nokta-i mihrâkiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham Sahibi’nin onlardaki tecellîsinden başka bir şey değildir.

Bu itibarla, Yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve Yaratıcı’nın muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazifelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarûri olan bir kısım kayıtları onlar için de vârit görmek, bir düşünce inhirafı ve bir cehâlet ifadesidir.

Evet; eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddî bir ceset taşıyıp çözülme ve dağılmaya mâruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümlerde, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Hâlbuki, büyük bir farklılık var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..

Melekler, yaratılış itibarıyla da insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaratılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyâl kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme, pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezâhür etme gibi hususiyetlere mâlik bulunan melâike, Hz. Âişe’nin (ra) naklettiği bir hadîse göre, nurdan yaradılmışlardır. (1) Bu itibarla da, nurun hususiyetlerine mazhardırlar.

Güneş gibi parlak cisimlerin, bir tek şey olmalarıyla beraber, her şeffaf cisimde aksiyle görüldüğü, her göz bebeğine bir anda girebildiği gibi, varlıkları “nur”dan olan melekler dahi, aynı anda pek çok ruha birden aksedebilir, binlercesi ile bir anda muâmelede bulunabilirler.

Kaldı ki, mahiyetleri lâtif olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kâbil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görünmeleri de kâbildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzû haline gelmiştir ki, erbâbınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat’îdir. Allah’ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, herhangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhar etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nispetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.

Bu madde ötesi seyyâliyet ve cevvâliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruh’a nispetle daha cevvâl olan melâike’nin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna işaret etmektedir.

Melâike ve ruhların temessülleri öteden beri bilinen şeylerdir. Başta nebîler olarak pek çok gönül erbâbı bu mevzûdaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şâhit göstermişlerdir.

Cebraîl’in (as) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münasebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde; muhârebe sırasında da bir muhârip suretinde zuhûr etmesi gibi durumlar, hep temessüle misal olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok, hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (as) Hazreti Dıhye (ra) (2) suretinde göründüğü gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de “Uhud” harbinin en hareketli ânında, Mus’âb b. Umeyr şekline girerek, Resulûllah’ın (sav) önünde akşama kadar harbeder. (3) Kezâ, pek çok melekler, Zübeyr b. Avvam suretinde, Bedir harbine iştirak ederek mü’minlerin kuvve-i mâneviyelerini takviyeye medâr olurlar. (4)

Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayp âleminin erleriyle temasları sayılmayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezâhürü, meselemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes, bildiği, tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir ruh’un, rüyâlar vasıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şâhit olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan, “şuuraltı” meselesini tamim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar: veyl olsun cehâlete!

Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsilen anlatıldığı yerlere havale ederek, netice olarak diyebiliriz ki; her varlık aynalarda misaliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyla ve bütün fonksiyonlarıyla görünebilir…

Bu hususta onun bir fert olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münasebet kurduğu şahısların çokluğu mânî olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan aynaların kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedilmesi ve tesirine şâhit olunması gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler… Hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.

Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizatında Allah’dır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezaretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde o bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hazır ve nâzır olan Yaratıcı, akla hayale gelmez ve hesap altına girmez pek çok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var, hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki -bazıları akıldan uzak görseler bile- kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.

Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil aleyhisselâm yapsın; ruhu kabzedilecek her zât, vâdesi dolunca ona teveccüh eder ve ruhu kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şu misali arz edebiliriz. Meselâ, aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir “göndermeç” düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyâl -ve olursa- mors alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlûkat, vâde ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan berî olan Zât, bir anda, canlı makinelerden ibaret olan insan ruhuyla münasebet kuramasın, istediği zaman onu alıp, istediği zaman devam ettiremesin?

Bütün bunlar bir yana, ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalâalar vardır:

1) Beyan ettiğimiz üzere, her canlıya hayatı veren Allah (cc) olduğu gibi, onu alan da yine O’dur. Buna göre Azrâil’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraâta nezâret ve alkışlamaktır.

2) Allah’ın emri ve izniyle her ruhu Azrâil aleyhisselâmın kabzetmesidir ki; bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misaller vererek meseleyi aydınlatmaya çalıştık.

3) Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrâil’e (as) yardımcı olacak birçok melâike vardır ve sınıf sınıftırlar. Bir kısmı ise, incitmeden, telâşlandırmadan usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruh’u bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesi’ne ulaştırıcıdırlar ki; Kur’ân bu sınıfların hepsine işaret eder.

“O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun.” (Nâziât, 79/1-3)

Bu itibarla ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların bütünü Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. (5) O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir. (6)

Netice olarak diyebiliriz ki, baştaki suale sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirafıdır. Yani meleklerin insana benzetilmesi suretiyle yanlışlık yapılmaktadır. Oysaki, kat’iyen görüp kanaat getirdik ki; melek ne yaradılışı itibarıyla, ne de mahiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icrâatı itibarıyla da tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan ruhu gibi temessül eder; bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münasebet kurabilir. Günümüzde alabildiğine yaygınlaşan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münasebet kurma, hatta ispritizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzûunda, kanaat-ı kat’iyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh, bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunların da kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse… Bir de mükelleflerin bir tâne değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zâta gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüde düşürecek bir hususun kalmadığını görürüz.

Her şeyin doğrusunu O bilir.

Âlemşümûl: Evrensel
Cazibe ve dâfia: Çekme ve itme
Cevvâliyet: Hareketlilik
Fenomen: Beş duyu organı ile algılanabilen, müşahhas
İnhirâf: Doğru yoldan çıkma, sapma
İspritizma: Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş
Manyetizma: Telkin ve hipnoz olayları ve nazariyeleri
Nokta-i mihrâkiye: Hareket, çıkış noktası
Nomen: Beş duyu ile algılanamayan, mücerred
Seyyaliyet: Akıcılık, akışkanlık
Şeriât-ı fıtriye: Cenab-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği tabiî kanunlar
Tahavvül: Başkalaşma, hal değiştirme
Temessül: Bir şekle, surete girmek
Terekküp: Birden fazla şeyin bir araya gelerek birleşmesi
Teşriî emir: Hüküm koyma ilgili emirler
Vâbeste: Bağlı, ilgili
Veyl: “Vay haline.., vah vah.., yazık yazık!” anlamında bir deyim 

[1] Müslim, Zühd 10; Müsned 4/168
[2] Buhârî, Menakıb 22; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe 100
[3] İbn Sa’d, Tabakat 2/121
[4] Meleklerin inmesiyle alâkalı bkz: Müslim, Cihad ve Siyer 58; İbn Kesîr, Tefsir 3/560-561
[5] Bkz: En’âm sûresi, 6/61
[6] Bkz: Enfal sûresi, 8/50; Nahl sûresi, 16/32


Sızıntı, Aralık 1979, Cilt 1, Sayı 11

Abdülhamid Han'a "Kızıl Sultan" Deniliyor, Doğru mudur?

Abdülhamid, idareye vaziyet etmek üzere tahta çıktığında her taraf kazan gibi kaynıyordu. Bu yönüyle o, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali’ye (radıyallâhu anh) çok benzer. Asrın Mimarı Hz. Ali için; O korkunç hâdiselere karşı Hz. Ali gibi bir kamet-i bâlâ lâzımdı ki dayanabilsin ve dayandı der.[1] Emevîlerin sert tutumu ve Haricîlerin çıkardığı fitnelere munzam, cemiyetin fitne kazanı gibi kaynadığı o devrede diğergâm, hasbî, civanmert, dünyaya karşı zahit bir kamet-i bâlâ ancak duruma hâkim olabilirdi. Ve işte, Hz. Ali tam bu işin adamıydı. Onun içindir ki kader-i ilâhî onu sona bırakmıştı. Abdülhamid de öyleydi. O da fitne ve fesat üzerine gelmişti. Dünyada herkesin kabul ettiği zekâ, deha ve tedbirin adamıydı. Tedbirini vehim olarak değerlendiren tarihçiler vardır. Onlara göre Abdülhamid çok vehimli bir insandı. Küstahlığı biraz daha ileri götürenlere göre ise o, korkak bir insandı.

Tahta çıktığı zaman Osmanlı topraklarında manzara şuydu: Tunus bulgur kazanı gibiydi. Mağrip memleketlerinde Fransızlar, İtalyanlar cirit atıyor ve her yerde fitne arıyorlardı. Mısır ciddî hâdiselere gebeydi. Araplar her yerde, Osmanlı askerine karşı bir düşman tavrına girmişti ve onu arkadan vuruyordu. Böylece her yerde, Birinci Cihan Harbi’nde mağlup düşmemize zemin hazırlanıyordu. Bir İngiliz casusu olan Lavrens, Şerif Hüseyin’e kadar yanaşmış, hatta Avrupa’da onu temsil etme pâyesiyle pâyelendirilmişti. Her yerde Lavrens’in dümen suyuna uyulmuştu. Mehmetçik, dindaşları tarafından şehit ediliyor, edilirken de, o kavurucu çöl sıcağında dudaklarına bir yudum su götürecek dost elinden mahrumdu. Ve işte böyle bir devrede Abdülhamid enkaz yığını hâline gelmiş bir saltanata buyurun edilmişti.

Girit daha farklı değildi. Giden valiler hiçbir iş yapamıyordu. Asker eli kolu bağlı duruyordu. Batı bir kâbus gibi orada Osmanlı’nın üzerine çökmüştü ve kalkmaya da niyetleri yoktu.

Balkanlar’da, Rusya’nın tahriki, açıkça kendini gösteriyordu. Muhtariyet isteyen milletlerin başını Slavlar çekiyordu. Bulgarlar bu emellere alet edilmişti. Sadece Balkanlara ait meseleleri halletmek dahi çok zordu.

Anadolu’da da dönmeler yoğun faaliyete girişmişlerdi. Bu dönmelerden bilhassa bazıları amansız bir gayret içindeydiler. İsimleri değişmiş Ali, Veli olmuştu ama ruh dünyalarında zerre kadar değişiklik olmamıştı. Kinleri hiç dinmemişti; gayz ve öfkeleri her yerde yangın çıkarmaya yetecek mahiyetteydi. Nasıl Allah Resûlü’nün Medine’de en amansız düşmanı bunlardı ve nasıl Hz. Ali’nin baş düşmanı İbn Sebeleri yetiştiren de yine bu mezbelelikti, Abdülhamid’e karşı da en büyük hasım ve düşman yine aynı iklimde yetişip boy atıyordu. Mithat Paşa da bir dönmeydi ve arkasında bütün bir Avrupa vardı. O da fitnenin bir ucunda, kendine düşeni yapmaya çalışıyordu.

Ermeniler dışta ve içte örgütlenmiş ayrı bir düşman cephesiydi. Süryaniler tahrik ediliyordu. Asırlarca omuz omuza aynı cephede vuruştuğumuz unsurlar şimdi bizi arkadan vurmaya başlamıştı ve bu kalleşçe tavır ciddî boyutlara tırmanmıştı. Bütün bunların önünü almak da çok zor bir meseleydi. Abdülhamid’in böyle bir dönemde 33 sene gibi uzun bir süre devleti ayakta tutabilmesi dahi büyük bir hâdisedir. Başka hiçbir iş yapmasaydı bu kadar süre ayakta durabilmesi onun istidadını göstermeye kâfi gelirdi. Düşman amansızdı ve etrafında kendisine müzâhir olacak ciddî dostlardan da mahrum bulunuyordu. Müstebit değildi. Ruhunda mevcut olan disiplin anlayışını cemiyete aksettirmek istiyordu. Böylece laçkalaşmaya başlamış cemiyet hayatına ait her ünite belli bir disiplinle, hiç olmazsa daha aşağıya çekilmesi önlenmiş olacak ve toplum hayatı yükseltilemese de daha kötü hâle gelmekten korunacaktı. Bunun için de Abdülhamid’in disiplinli olması gerekiyordu. Ne var ki, bizim kendilerine çok sevgi ve saygı duyduğumuz bazı zatlar bile durum değerlendirmesinde yanılmış ve Abdülhamid’i hicveden yazılar ve şiirler yazmışlardı. Neden sonra yıkılışı görenler nedametlerini gizleyemedi ve onun büyüklüğünü anlayamadıklarından aleyhinde bulunduklarını itiraf ettiler.

Maarif hayatına onun kadar hizmet eden -Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri müstesna- ikinci bir Osmanlı Padişahı göstermek oldukça zordur. O Türk maarifine hizmet eden nadide bir insandır. İlk defa Avrupa standartlarına uygun mektepler onun devrinde hizmete girmiştir. Kabataş, Kuleli İstanbul’da açılan okullardan sadece ikisidir.

İslâm âlemiyle ciddî diyaloğa girme meselesini yine Abdülhamid halletmiştir. Medine’ye kadar giden tren hattı onun devrinde yapılmış ve faaliyete geçmiştir. O bir bakıma Yavuz’un idealini pratikte gerçekleştirmiş bir kişidir. Zira Yavuz’un yaptığı fetihlerin neticesi ve beklenen meyvesi ancak İslâm âlemiyle böyle yakından temasa geçmekle mümkün olacaktı. Fakat o günün şartları gereği, o devrede yapılamayan tren hattı gecikmeli dahi olsa, Abdülhamid tarafından devreye sokulmuş oluyordu.

Günümüz Türkiye’sinde âdeta yedi harikaya eklenmiş bir sekizinci harika gibi büyütüle büyütüle neredeyse efsaneleşecek olan Boğaz’da yapılan köprünün plânı dahi o dönemde, hem de bugünkünden daha modern olarak Abdülhamid devrinde yapılmıştır. O, ufku bu kadar geniş bir insandır. Şartlar elvermediği için tatbike konulamayan bu köprü plânı bugün arşivlerimizde durmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir tarihçi arkadaşımızın gayretiyle basına intikal eden bu mesele, Abdülhamid’in firasetini bir daha ispat etmiştir.

Onun ileriye matuf düşüncelerini etrafındakiler sezip bilemediler. Bundan dolayı da anlaşmazlıklar zuhur etti. O attığı her adımı en az elli sene sonrasına göre atıyordu. Fakat etrafında bulunan devlet ricali günübirlikçilikten bir türlü kurtulamamışlardı. Esasen, günümüzde de değişen bir şey yok. On sene sonrasına dair yaptığı teklifleri, arkadaşları tarafından engellenen idarecilerimizin durumu da aynıdır. Ona “Kızıl Sultan” diyorlar. Bence Fransız yakıştırmasının ona isnadı dahi bizde müsbet bir kanaat hâsıl etmelidir. Bazı dönmeler tarihin hiçbir devrinde bize hakikî mânâda dost olmamıştır. Bugünkü düşman tavırları da dünkünden az değildir. İşte onların attığı bir iftira, ecdadına sövmeyi mârifet zanneden birtakım nesepsizler tarafından aynen tercüme ile dilimize aktarılmış ve öyle denmiştir. O kızıl sultan mıdır, yoksa âteşîn bir deha mıdır, artık tarih diyeceğini demeye başlamıştır. Onun kızıl sultanlıkla zerre kadar alâkası, bu alâkaya esas teşkil edebilecek yanı yoktur.

Amcası Abdülaziz şehit edilmiş ve intihar süsü verilmeye çalışılmıştır. Abdülaziz’i öldürten Mithat Paşa ve birkaç yandaşıdır. Vermek istedikleri intihar süsü o kadar acemice hazırlanmış bir komplodur ki, küçük bir çocuğu dahi buna inandırmak mümkün değildir. Abdülaziz’in öldürülmesinde, her iki bileğin damarları da kesilmiş olarak intihar etti denmektedir. Bir adam, bileğinin birindeki damarı kestikten sonra diğerini hangi elini kullanarak kesecektir? Ayrıca boynundaki damarlar da sağlı ve sollu kesilmiştir. Bunun intiharla ne alâkası var! Sonra intihar etmesine sebep nedir? Aslında söylenenlerin hepsi yalan, uydurma ve iftiradan ibarettir. Sonra bu mevzuu araştırmak için bir heyet kurulmuş ve verilen raporlar tetkik edildikten sonra mahkeme Mithat Paşa ve adamlarını suçlu bulmuş ve idamlarına hüküm vermiştir. O nasıl bir kızıl sultandır ki, amcasının kâtili olduğu mahkemece sübut bulduğu ve kendisine olan düşmanlığı herkesçe müsellem bulunduğu hâlde, yetkisini kullanarak verilen idam kararını müebbet hapse çevirmiş ve onu Taif’e sürgün etmiştir. Bu dönmeyi kaçırmak için bütün dünya gizli servisleri faaliyete geçince Abdülhamid, Tâif valisine kesin emir verir: “Eğer Mithat Paşa kaçırılırsa bu ihmalini çok ağır olarak ödersin.” Vali tedirgin bekler. Her gün bir kaçırma ihbarıyla bunalmıştır. O kaçırılmadan evvel hak ettiği cezayı ben vereyim der ve ihtimal Mithat Paşa’yı zindanda boğdurur. Meselenin Abdülhamid’le uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktu. Hem başka bir devlete sığınma talebinde bulunacak kadar kimliğini ortaya koymuş bir haini öldürtse ne olurdu? Fakat onda şefkat âdeta zaaf derecesindeydi. Hiç kimsenin kanını dökmek istemiyordu. İşte onun bu şefkatidir ki, Hareket Ordusuna karşı dahi, fiilî bir müdahalede bulunmasına mâni olmuştu.

Mahmud Paşa aklı hiçbir şeye ermeyen bir adamdı. Bir kır bekçisi kadar dahi devlet işlerinden anlamazdı. Daha sonra Meclis’te oturduğunda uyuklamaya başlardı. Meclis Başkanı, Batılı gözlemcilere karşı çok ayıp oluyor, gerekçesiyle onu uyandırmaya çalışırdı. Böyle Meclis’te horul horul uyuyacak kadar memleket meselelerine karşı lâubâli bu insan, Hareket Ordusu diye bir grup çapulcuyu etrafına toplamış ve Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmiştir. Tahsin Paşa, durumdan haberdar olunca derhal Hünkâr’ın huzuruna girer ve bunları dağıtmak için müsaade ister. Hünkâr işin bidayetinden beri bu meseleden haberdardır. Tahsin Paşa’nın gelenleri geri püskürtmek için yaptığı ısrarlı talep, Abdülhamid tarafından hüsnü kabul görmez. Hünkâr, “Kendi milletimin kanını akıtamam.” der ve teklifi reddeder. Hâlbuki başındaki adamdan da belli olduğu gibi Hareket Ordusu, ordu disiplin ve anlayışından çok uzaktır ve gelenlerin ekseriyeti niçin geldiğini bile bilmemektedir. Bir kısmı da padişahı korumaya geldiklerini zannetmektedir.

Hayır, başka değil o sadece şefkatinin kurbanı olmuştur. Abdülhamid, İttihad ve Terakki Fırkasının bu kadar akıl almaz davranışlarını şefkat ve insanî düşünce ile karşılamasaydı, davranışları herhâlde biraz daha farklı olurdu.

Bir bakıma onun düşünce ufkunda, onların yaptığının toz ve gubarı dahi yoktu ki böyle bir fecaati netice verecek olan onların hareketlerini kendi insanî ölçüleri içinde değerlendirdi. Yani milleti idare iddiasına kalkışacak insanların bu denli akılsız olacakları onun aklının köşesinden bile geçmiyordu. Bir de; nasıl olsa, benden sonra Sultan Reşad duruma vaziyet edecek. Benim bıraktığım yerden o başlar ve devam ettirir düşüncesindeydi. Onun için tevekkül yanı, tedbir tarafına galebe etti ve o mürüvvet âbidesi, milletle beraber kendi heykeli altında kalıp ezildi.

Bir de Abdülhamid’in mânevî yanı vardır. Devlet adamlığına denk bu yanıyla da o ayrı ve çok muallâ bir mevkidedir. Dinle dünyayı bu şekilde dengeleyebilme, bilhassa öyle bir makamda bunu yapma, çok ender insana nasip olmuş bir tali’lilik pâyesidir. Ve işte o ender incilerden birisi de Abdülhamid’dir. Hacca gittiğimizde, bize hizmet eden çok yaşlı bir insan vardı. Abdülhamid’in adını duyunca saygısından ürperirdi. İşte bu yaşlı zat bize, Abdülhamid müteaddit defa hacca geldi. Falan yerde kaldı ve bizimle haccetti diye hikâye ederdi. Hâlbuki o, zâhire göre hiç hacca gitmemişti. İtimat ettiğim bir zat da, Mehmed Âkif’ten naklen bana şöyle bir hâdise nakletmişti:

Mehmet Âkif sabah namazı için Ayasofya Camii’ne gider. Camiye oldukça erken gitmiştir. Orada durmadan gözyaşı döken ve dua dua yalvarıp yakaran birini görür. Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı hâdise ile karşılaşır. Daha da erken gitmeye başlar, fakat netice değişmez. Adam aynı yerde oturmakta ve sessiz sessiz ağlamaktadır. Dayanamaz Âkif, adama sokularak: “Dostum, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümidini kesme. Zira kâfir kavimden başka kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” der. Adamın konuşmaya mecali yoktur. Eliyle “Başımdan git, beni meşgul etme!” der gibi işaret eder. Fakat Âkif kararlıdır. Bu adamı bu kadar ağlatan nedir? İşte bunu öğrenmek istemektedir. Ayrılmaz ve ısrarla niçin ağladığını sorar. Adam başından geçen ve kendini bunca yıl ağlatan hâdiseyi şöyle anlatır:

Ben ordu mensubuydum. Abdülhamid Han zamanında binbaşıydım. Bir gün babamın ölüm haberini aldım. Babam servet sahibi bir insandı. Bağları, bahçeleri vardı. O vefat edince bütün bu mameleke benim sahip çıkmam gerekiyordu. Ordudan ayrılıp işlerimin başına dönmeye karar verdim. Durumumu şerh eden bir dilekçeyle Mabeyne müracaat ettim ve istifa etmek istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra dilekçeme cevap geldi: “İstifan kabul edilmemiştir.” Bunun üzerine ikinci bir dilekçeyle Sadarete başvurdum. Oradan da aynı cevabı aldım. Başka yol kalmadığı için doğrudan Hünkâra durumumu anlatan bir mektup yazdım ve istifa talebimi tekrarladım. Oradan da gelen cevap aynı oldu. İstifam Hünkârca da kabul edilmemişti. Bizzat görüşme talebinde bulundum, kabul buyurdular. Vicahî olarak durumumu tekrar ettim. Hiç cevap vermedi ve bir müddet sessiz sessiz durdular. Ben ısrar edince: “Peki istifanı kabul ettik.” dediler. Elinin tersiyle de, “Gidebilirsin.” işaretini verdiler. İstifamı istemeyerek ve benim ısrarım üzerine kabul ettiği, jest ve mimiklerine kadar her şeyi ile belli oluyordu.

Huzurdan çıktım. Artık serbesttim. Malımın-mülkümün başına gidebilecektim. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Allah Resûlü, ordumuzu teftiş ediyordu. Etrafında Raşid Halife Efendilerimiz vardı. Bir adım geride de Abdülhamid Han Hazretleri el-pençe, edep içinde duruyordu. Bölük bölük, tabur tabur askerler geldi geçti ve Allah Resûlü onları memnun, yüz aydınlığı içinde teftiş ettiler. Bir aralık dağınık bir tabur geçmeye başladı. Başlarında kumandanları yoktu. Biraz dikkat edince taburumu tanıdım. Darmadağınık geçiyorlardı. Efendimiz mübarek yüzlerini Abdülhamid Han’a çevirdiler ve “Abdülhamid, hani bunların kumandanı?” dediler. Abdülhamid başını eğmiş olduğu hâlde, “Yâ Resûlallah, ısrarla istifasını istedi. Neticede de istifa etti.” cevabını verdi. Allah Resûlü elinin tersiyle “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” dediler. Dünyam başıma yıkılmıştı ve işte o gün bugün böyleyim. Şimdi, söyle bana, ben ağlamayayım da kim ağlasın.

Bu belki bazılarına objektif gelmeyebilir. Fakat anlatılan bu hâdiseye ben inanıyorum. En küçük hizmetleri dahi O’nun bizzat teftiş ettiğine dair bana anlatılan o kadar müşâhede var ki, inanmamaya hiçbir sebep görmüyorum.

Mevzuun başında da söyledim. Abdülhamid’e ilk defa Fransızlar “Le sultan ruj” diyerek “Kızıl Sultan” adını taktılar. Ermeniler de bunu gazetelerinde neşredip yaydılar. Onun için ona “Kızıl Sultan” diyen insan kimin ağzını kullanıp, kimin emellerine alet olduğunu düşünüp ürpermelidir. Evet, yarasa bakışlı renk körlerine göre o kızıl sultandır. Ama bize göre o Ulu Hakan ve Cennetmekân’dır…!

Kamet-i bâlâ: Büyük şahsiyet, yüce kişilik.
Munzam: …ilave olarak, …yanında.
Diğergâm: Başkalarını düşünen, fedakâr.
Hasbî: Samimî, karşılık gözetmeyen.
Civanmert: Yiğit, gözü pek.
Zahit: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Gubar: Toz
Mamelek: Sahip olunan her şey, mal varlığı.
Sadaret: Sadrazamlık makamı, bugünkü Başbakanlık.

[1] Bediüzzaman, 19. Mektup, 5. Nükteli İşaret.

21 Aralık 1976, İzmir Bornova Merkez Camii

Esîr Var mıdır ve Keyfiyeti Nedir?

Esîrin varlığı kat’î değil. Ne var ki, yüzde yüz itimat edeceğimiz bazı zevâtın, misal sadedinde dahi olsa bunları irât edip kullanmaları, bizi hiç olmazsa dikkatli olmaya davet etmektedir.

Çok eskilerde, Huygens’in tereddütle ortaya attığı bu, her yere nâfiz ve gayet ince bir mevcut olan Eter fikri, J. Clerk Maxwell tarafından şu şekilde teyit görünce, artık mutlak boşluk düşüncesi unutulmuştu. Maxwell şöyle diyordu: Mekân dahilinde elektrikî mıknatıs hâdiselerin vücudunu ispat ettikten sonra, esîr gibi bir vasatın lüzumuna ihtiyaç vardır. Makro âlemden, mikro âleme kadar her şey bu esîr içinde hareket eder. Maxwell, bu keşfin ilk neticesi olarak ziya dalgalarının elektrikî mıknatıs dalgalarından başka bir şey olmadığını ve binâenaleyh ziyânın da bir elektrikî mıknatıs hâdise olduğunu iddia ediyordu ki, bu keşif hakikatte, tabiî hâdiseleri bir birliğe doğru götürmek yolunda atılmış ilk adımdı.

Hadd-i zâtında Maxwell’den evvel Faraday da elektromanyetik hamûlelerin boş mekân içinde hareket edemeyecek ve faâl olamayacaklarını, mutlaka bir vasata muhtaç bulunduklarını düşündükten sonra, bulduğu kanunlarla bu hamûlelerin, enine dalgalı cereyânlar halinde dalgalanacağını ve bu dalgaların aynen ışık gibi aksetme, kırılma ve çift kırılmaya tâbi olacağını haber veriyordu. Maxwell ise, ışığın nispeten kısa elektromanyetik bir dalgadan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Daha sonra ise Hertz yaptığı pek çok tecrübelerle, Maxwell’in nazariyesini ispat etti. Yani, bir odanın herhangi bir köşesinde meydana getirdiği elektrik akımını odanın diğer köşesinde hiçbir irtibat vasıtası olmayan elektrik devresinde şerâreler hâsıl ettiğini, bu dalgaların süratinin, ışığın süratine müsavî olduğunu gördü ki, bu dalgalara, adına izâfeten Hertz dalgaları dendi. Aslında bununla bugün herkesin çok iyi bilip ve istifade ettiği radyo, telsiz, telefon esası keşfedilmiş oluyordu.

Esîr fikri, uzun zaman hâkim olduktan sonra, onun gerçekten var olup olmadığını Morley ve Michelson tecrübe ile öğrenmek istemiş ve şöyle düşünmüşlerdi: Arzın bir noktasına tespit edilen bir cihazda, bir ışık şuâının yarısı yerin hareket istikametine doğru bir noktaya aksettirildiğinde, şuâın diğer yarısı da arzın hareket istikametine amûdî istikametindeki noktaya gönderilse ve oradan da yine cihazdaki muayyen noktaya yansıtıldığı takdirde, arzın hareket istikametindeki şua parçasına vâsıl olması lâzım gelir. Çünkü arzın hareket istikametinde giden ve dönen şua, esirin içinde daha yavaş gidecek ve dönecekti. Hâlbuki, yerin hareket istikametine amûdî olarak gönderilen şua parçası esirin ters akışına maruz kalmayacağı için daha çabuk gidecek ve tabiî aynı zamanda daha çabuk dönmüş olacaktı. Michelson ve arkadaşının yaptıkları tecrübe menfi olarak “eter”in aleyhinde çıktı. Hatta âletin yanlış olabileceği hususu düşünüldü ve tecrübe yenilendi. Yine aynı netice elde edildi. Demek ki eter diye bir şey yoktur. Haddizâtında bu tecrübeye radyo dalgalarının bir yerden bir yere intikali için, bir vasata ihtiyaç bulunmadığını da açıklıyordu.

Bu menfî neticeye itiraz edenler oldu. Bunlardan Lorentz, cisimlerin hareket istikametinde boyundan kaybedecekleri prensibine dayanarak Michelson’un denemelerinde de aynı durumun bahis mevzuu olduğunu söylüyor, her iki şuanın merkez noktaya aynı anda avdet ettiğini riyâzî olarak ispatlamaya çalışıyordu ki, meselenin ilk tecrübe ile ispat edildiği devrede bu oldukça mâkul bir itiraz sayılırdı. Ancak, Michelson’un nasıl bir mevcudu tecrübe ettiğini, hem de Lorentz’in esîr vardır ifadesinden ne kastedildiğini anlamak oldukça mühimdir.

Bunlardan biri, yaptığı tecrübe ile ona yok derken, her hâlde esîrin katı bir madde olduğu tasavvuruna karşı diyordu. Ve en azından onu hava gibi kabul ediyor ve bir çeşit atmosfer hüviyetinde, arzı saran bu seyyâl maddenin arzla beraber hareketini de düşünüyor ve tecrübesini böyle hayalî bir “eter” içinde yapıyordu.

Acaba, esir denen şey, madde üstü bir şey olamaz mıydı ki, günümüzde anti-madde, anti-atom, anti-proton, anti-nötron gibi meşhûd dünya karşısında gayri meşhûd ve gayr-i meş’ûr bir âlem olarak zıt bir çizgiyle izah edilen bu yanlış anlayışlarla telif edilmesin. Kaldı ki Bilim-Teknik ve Sızıntı gibi popüler bir kısım mecmualar, yeniden esîre dönüş hususunda oldukça dikkate değer şeyler de kaydediyorlar.

Netice olarak diyebiliriz ki; esîr mevzuunda müşâhede ve tecrübeye dayalı herhangi bir hüküm mevcut değilse bile, “ceffelkalem” esîr yoktur diye kestirip atacak kadar mâlûmata da, henüz sahip bulunmamaktayız.

Mekân fiziğindeki yeni temayüller etere yeşil ışık yakadursun, biz terminolojide mutâbakata varılmadan sürdürülen bu mücadelenin daha yıllarca devam edip gideceği kanaatindeyiz.

Bu hususta sözlerimi bitirirken, en doğru sözlünün beyanı içinde toprak, su, hava, ateş mürekkeplerinden evvel arş-ı rahmet bir “amâ” üzerinde olduğu ve bunun altında, üstünde hava bulunmadığı sözünü,[1] geleceğin fizikçilerine tetkik mevzûu olarak arz edip geçelim…

Amudî: Dikey
Hamule: Yük
Nâfiz: Tesir eden, hükmünü icra eden
Seyyal: Akıcı, akışkan
Şerâre: Kıvılcım
Şua: Işın, ışık parçası

[1] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân 12; İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 221; el-Esbahanî, el-Azamet 1/365

Sızıntı, Ocak 1980, Cilt 1, Sayı 12

Adalet sözünden ne anlaşılır veya ne anlamalıyız?

Adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta haldir. Yani: Aşırılıkla alakasızlık arası dengeli bir durumdur. Bu da insanda bulunup pek çok hayra vesile olacak olan büyük bir potansiyelin yerinde kullanılmasıyla mümkün olacaktır. İnsanda şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvvetler güzel kanalize edilirse adalet meydana gelir, ifrat ve tefritinde ise saçmalar…

Mesela insandaki şehvet duygusu ki, umumi manası itibariyle, hem ferdin hayatının devamına vesile olan şeylere arzu duymaya, hem de neslin ve insan nevinin devamına vesile olan şeylere arzu duymaya şamil olur. Fert, yeme, içme ve tenezzüh gibi şeylere duyduğu arzu ile varlığını ve sıhhatini devam ettirdiği gibi hemcinsine karşı duyduğu arzu ile de neslini ve insanlığı devam ettirmeyi yüklenmiştir.

Şimdi bu mülahazadan uzak olarak bu duyguyu ele aldığımızda, ya onu kemle giden yolda önümüzü kesmiş bir cellât olarak görecek ve kilise babalarının yaptığı gibi onu tamamen terk edeceğiz ki, işte bu tefrit ve alakasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde sınır tanımadan bu mevzuda her münasebeti meşru sayacağız ki, bu da ifrat ve taşkınlıktır.

Öfke de öyledir. Hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde pireye kızıp yorgan yakma bir ifrat ve en aziz ve en mukaddes şeylerin payimal oluşu ırzın çiğnenip namusun doğranması karşısında sükûtta bir tefrittir. Adalet ise küfür zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerde müsamahalı ve yumuşak olmaktır.

Aynı durum vehimde de cereyan eder. Olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat ve korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme ise bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup her şeye ulûhiyet isnat etme düşüncesi vardır ki, Ganj dolayları bu telaşın doğurduğu putlarla doludur. Diğerinde ise yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet ve nefsini, varsa- milletini ölüme götürme gibi bir vahşet vardır. Adalet ise hayati ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak ihtiyat ve tedbire riayetle beraber uzak ihtimallerle melhuz olan endişe verici şeylere karşı da fütursuz olmaktan ibarettir. Akıl için de benzeri mütalaa serd edilebilir. Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan sadece akla itimat ve ifrat; aklı tamamen azledip, ya katı pozitivizm veya vicdanı esas alarak bunun dışında herşeyi inkâr etmek bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde ise Ogüst Kornt pozitivizmini ve Hıristiyan mistisizmini görürüz.

Akılda adalet ise his ve müşahedenin mahsullerini değerlendirme, yeni terkipler yapma ve bununla his ve müşahede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikameti ise ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün olabilmektedir. Semavi nağmelere sırtı dönük bir akıl, ya Aristoles gururu içinde bir firavun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şeydir. Hâiz olduğumuz bu duygularda adalet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde esastır. Bu cümleden olarak itikatta adalet şarttır ve en başta bir ilahın vücudunun tasdik ve onun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu; zira bir ilahın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhad ve tatil olduğu gibi, “Allah cisimdir, cevherdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır” dernek dahi bir teşbihtir ve küfürdür. “Allah vardır, kemal-i sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; aza ve alet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir.” Evvelki iki inhiraf arasında vasat bir yol ve adalettir.

Sair itikadı şeyleri de düşünebiliriz, mesela “İnsanın kudreti ve ihtiyarı yoktur” demek bir cebirdir.” İnsan kendinden meydana gelen bütün işlerin mucit ve halikıdır.” demek de ifratkar bir iradeciliktir. Şart-ı adı kaydıyla insan iradesinin kabul edilmesi ve herşeyi Allah’ın yaratması esasıyla ele almak ise bir adalettir.

Ameli hususlarda da adaletin cereyanına şahit oluruz. Evvela, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukba, ruh ve ceset muvazenesi içinde ele alma bir adalettir. Buna göre dünya cismani yaşayış ve hayvani hayat, ahirete ve kalbi hayata baktırmayacak şekilde ise bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismaniyeti nefy ve inkârı netice veren Hıristiyan sprutualizmi ise bir tefrittir. Ve bu iki şey arasında muvazene ise istikamettir.

Bu hususlardan birini Yahudilik temsil ediyorsa diğerini de Hıristiyanlık temsil etmektedir. Mesela Yahudilikte amden katilde af tarafına gidilmeden behemehal katilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka affedilmesi lazımdır. Ve bu haliyle birinde ifrat, diğerinde de tefrit vardır. Adalet ise af yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasındadır. Nazari ve ameli bütün bir hayat içinde bu şekilde adaleti görmek ve göstermek mümkündür. Ne var ki, insanlar ciddi rehberlerle bu doğru yola götürülmedikten sonra adalet bulmaları da oldukça zor olacaktır.

Günümüzde çok bahis mevzu olan (sosyal adalet) ise adalet anlayışının içtimaiye akseden bölümlerinden sadece birisidir. Tasavvurda ve pratikte istikamete ermiş kimselerin adaletsizliği düşünülemeyeceği gibi onlar arasında içtimai adaletsizlikten söz etmekte asla bahis mevzuu olmayacaktır.

Ancak onunla da ne anladığımızı belki merak edenler vardır. Sual cevap muhtevası içine aldıramayacağımız böyle bir hususu şimdilik huzura getirmeden tevakki ediyorum.

Sızıntı, Ocak 1980, Cilt 1, Sayı 12

Tenâsüh Nedir ve İslâm İnançlarına Göre Doğru mudur?

Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, “metempsycose” derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesetler ruhların kalıpları gibidir; ervah, kışla mahiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.

En ibtidâî cemaatler arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibarıyla, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj’ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddî farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifadelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.

Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezhep gibidir. Hususîyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede birkaç kişi bir araya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik’in fiziğe ve onun kanunlarına tesirinden; hatta bir kısım ruhların ikaz ve irşatlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve söz edilir.

Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vak’alarını anlatmaya aktarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.

Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot’un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, “Ovide’in” eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesnet yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu “ruhlar seyr-ü seferi”nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. “Camkitinüma” şârihinin beyanına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanaatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve madenlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Ruhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikaline “nesh”, kendine münasip bir hayvan bedenine geçmesine “mesh”, ot ve ağaçlara girmesine “resh”, madenlere hülûluna ise “fesh” derler.

Bu anlayışta âlemşümûl bir ruh telâkkisinin kabul edilmesinin tesiri var mıdır? Hülûl ve ittihatla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arz edeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh’un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlât ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâha kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.

Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemen hemen bu sezilmektedir. Mısır’dan Hindistan’a ve oradan da Yunanistan’a götürülen bu düşünce, bir tarafta filozofların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönlünün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Bir kısım Kabbalistler tarafından daha sonraki dinlere ve hatta kelâmcıların bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştırılmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi ispat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat’taki Niobe’nin mermer olmasını ve Hz. Lût’un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, Yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabullenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve her şeye bir ruh kesip biçiyordu.

Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine tamimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.

Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şüphe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnetsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayat-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiçbir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.

Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiçbir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan ruhu’nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabul edilen, hiçbir ruhtan da, onun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tespit edildiği gösterilememiştir. Hâlbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski mâlûmat ve müktesebâtın intikali de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri bir şey de bilmemekteyiz.

Tevrat’ta mevzû edilen Niobe’nin mermer ve Hz. Lût’un zevcesi Edithe’nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsamahalı davranıp böyle bir şeyi kabul etsek bile, ruh kabzedilmiş, ceset ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei’nin, Vezüv’ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazabın eserleri görülmektedir. İbret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.

Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibarıyla mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.

Mısır’da, Yunan’da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve ruhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne “Ahen-Aten”in Mısır’ında, ne de “Pythagore’un “Yunanistan”ında tahriflerin doğurduğu tenâsühü kimse bilmiyordu. Aten’e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez ruhu yükseklerdeki “mahkeme-i kübra”ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris’in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: “Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnut edecek her şeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım…” Bunları söyleyen Osiris’in cemaatine katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, Cehennem’e atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.

Yine, Aten dinine ait imanî hakikatleri aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: “Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüz görmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdın. İnsanlar ve büyük-küçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarını da sen görürsün… Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütün gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin…”[1] Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dört bin sene evvel Mısır’da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.

Yunan’da da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesetten ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesût bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun’un “Cumhuriyet” kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun’a göre “Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayatı büsbütün unutur ve yalnız hakikatin tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasip bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hatalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı bir hayata nâil olur.”

Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şüphe etmemek gerektir.

Mısır’da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velût dimağlarıyla daha rengin, daha hayalî kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.

Bu anlayışın esiri Hintli, maddeyi Brahman’ın son tecellîsi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil, ölümü beşerî kusurlardan tecerrüt; vecd ve istiğrâka yükselmelere vesile ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan “Vedanta”da ruh, Brahman’ın bir cüz’ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikal ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdıraptan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan “Marifet-i Mukaddese”yi benlikten ve ona ait bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan Allah’a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizm’in Nirvana’sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizm’le bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm’de aktif bir ruh vardır.

Tenâsüh akidesi daha sonraları bazı Yahudilerce de benimsenmiştir. Kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şiâ tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski-yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihat. Atenizm’de Ahen-Aten, Brahmanizm’de Brahman, Yahudilik’te Uzeyr (as), Hıristiyanlık’ta Hz. Mesih (as) ve Gulât-ı Şiâ’da ise Hz. Ali (ra) hep aynı şey olarak kabul edilmek suretiyle, âlemşümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş’âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya tevile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadisçisinden fıkıhçısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatinin muayyen ferde bakması, muayyen muhatabın kendi sevap veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdut görmüşlerdir.

Bu meseleyi vâzıhan intikal ettirebilmek için, gelecek hususların serdedilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz! Evet, aşağıda anlatılan şeyler muvâcehesinde, tenâsüh akîdesini kabul etmek mümkün değildir:

1) Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre, binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir.

2) Bu dünya imtihan için açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşayan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybîlikten çıkacak, hem de görüp tattığı ızdıraplardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği bir yola girecektir ki, bu da tenâsüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi, kendi kendini yıkması demektir.

3) Her ferdin mutlak saadete namzet olabilmesi için böyle çok ızdıraplı bir ruhlar muhâceretine lüzum görüldüğü takdirde, Allah’ın zalimlere ceza, iyi kimselere de, mükâfat va’di abes olacaktır. Bu ise Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhâldir, bâtıldır.

4) Kur’ân ve sâir semavî kitapların, günahların affedileceğine dair olan beyanları, affedilebilmek için ruhların ızdıraplı ve uzun seyahatlerini fuzûlî ve mânâsız göstermektedir. Rahmeti Sonsuz olana şâyeste olan da budur. Buda, bir sükûnet ve bir atâlet olan “Nirvana”sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki, Brahmanizm muzdariplerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.

Bizde ise, affedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (cc) tevbe eden herkesin günahını bağışlayacağını vadetmektedir. Bu hususta günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacaktır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatıyla, Allah’ın rahmetine mazhar olabilir…

5) Kezâ tenâsüh devr-i dâim yücelebilmek için, uzun ve yorucu seyahat, Cenâb-ı Hakk’ın hususî iltifat ve rahmetine zıttır. Zira, o istediği zaman erâcif içinde aldığı en pesbayağı şeyleri dahi som altın hâline getirir ve en kıymetli yapar. Bu da onun, hususî atâyâsı, husûsi ihsânıdır.

6) Peygamberlere uyan kimseler arasında; ilk hayatları itibarıyla çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar, uzun, kirli bir geçmişten sonra, velîleri çok geride bırakacak kadar muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vâkidir ki, aksine fikir beyan etmek âdeta imkânsızdır. Böyle, bir hamlede ve bir nefhada olgunluğun zirvesine yükselmek, Allah’ın lûtfunu ifade ettiği gibi terakkî için umûmi bir muhâceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.

7) Her ceset için ayrı bir ruh kabul etmek, Kudreti Sonsuz olan Allah’ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruhu bütün cesetlere sokup çıkarmak, Kudreti Sonsuza âcizlik isnadını işmâm eder. Bu noktada dahi tenâsüh akîdesinin akla mülâyim gelmediği açık ve vâzıhdır.

8) Bundan başka yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa birkaç milyonunda, başka cesetteki sergüzeşt-i hayatlarına dair bir kısım emâreler bulunmalı değil miydi? Hiç olmazsa, bazı kimselerde, birkaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan birikmiş umumî bir kültür olamaz mıydı? Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi, ne büyük rakamlara ulaşacağı düşünülecek olursa, her yerde böyle birkaç insanla karşılaşma zarureti, kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Hâlbuki nerede!?.

9) Bir de, toplumun hemen her kesiminde eski bir ruh taşıyan her fert, 3-4 yaşına girer girmez, bütün eski müktesebatıyla görünmesi gerekmez miydi? Bu hususta şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak’a gösterilebilir mi? Bazı dâhi ve ilhama mazhar kimselerde bir kısım hârikalar görülse bile bu, hazır bir malûmâtın kullanılmasından daha çok, ya semâvî desteklenme veya yüce fetânetin eşya ve hâdiseleri kavramasından ibarettir.

Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyanıyla yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka, herhangi bir cesedin başkasına ait bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şeyden bahsetmek mümkün değildir.

10) Sâir canlılarda insanî fonksiyonları gösterir, herhangi bir emâre keşfedilmemiştir. Hâlbuki, daha evvelki cesette kazanılmış bir kısım hususiyetleri taşıyan ruh, ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infiâlleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen, bugüne kadar tenâsühü işmam eder herhangi bir garabete rastlanmamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, tenâsüh akîdesi, eski toplumlar arasında bir inanç inhirafı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da, habis ruhların aldatmacalığından ve şeytanların, bazı bünyelere girip hâkim olmasından öteye herhangi bir hakikati yoktur. Evet, En Doğru Sözlü’nün beyanıyla, şeytanın kan damarları içinde dolaştığını,[2] kalb ve kafayı tesir altına aldığını öğreniyor, tenâsüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.

Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez. İşin doğrusunu O bilir.

Kâil Olma: Kabul etme
Kisve: Kılık, şekil, görünüm
Lâhûtî: Uluhiyet âlemine müteallik olan, ilahi
Mahkeme-i kübra: Pek büyük mahkeme
Merdut: Reddedilmiş, geçersiz, hükümsüz
Metapsişik: Normal psikolojinin sınırları dışında kalan olayların incelenmesi
Muhâceret: Göç, göç etme
Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Mücrim: Cürüm işlemiş olan, kabahatli
Müdellel: Delille ispat edilmiş olan
Nakzetmek: Hükmü bozmak, yok saymak
Nirvana: Budizm’de, bencilliğin ve nefsi arzuların yok edilmesiyle ulaşılan hâl
Parapsişik: Tabiat üstü olaylarla ilgili
Rengin: Güzel, latif, süslü, sanatlı
Sehhâr: Sihirli, büyülü
Sergüzeşt-i hayat: Hayatta kişinin başından geçen olaylar, haller
Seyr ü sefer: Gidiş geliş, yolculuk
Şerare: Kıvılcım
Tenâsüh: Ruh göçü
Ulûhiyet: İlâh olma, ilâhlık
Üstûre: Efsane, mit, mitoloji
Ehram: Kaidesi üç, dört veya çok kenarlı olan ve tepeye doğru küçülerek bir noktada birleşen şekil, piramit
Etnoğrafik: Millet, kavim, aşiret ve toplulukların yaşayış tarihine ait
Gulat-ı şiâ: Şiilikte, aşırılığa gidenler
Hacâlet: Utandırıcı, yüz kızartıcı
Hulûl: Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İnhiraf etmek: Doğru yoldan çıkmak, sapmak İrtikap: Kötü, fena, günah teşkil edecek bir şey yapma
İttihad: Birleşme
Kabbalistler: Tevrat’ın gizli manalarını araştıran ve yorumlayanlar

[1] A. History of Egypt, 371-376, Prof. Breasted, Ter: Ö. R. Doğrul
[2] Buhârî, Ahkâm 21, Bed’u’l-Halk 11; Ebû Dâvud, Savm 78


Sızıntı, Şubat 1980, Cilt 2, Sayı 13

Biz Fetret Devri İnsanı mıyız? Fetret Devrinin Hükmü Nedir?

Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, peygamberimizle Hz. İsa arasındaki boşluk kastedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz’e (sav) kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz’in (sav) aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.

Bu devrin insanları, ne tam manâsı ve orijiniyle Hz. Mesih’in getirdiği dini anlamış, onun envar ve esrarından istifade edebilmiş ne de vahyin aydınlatıcı tayfları altında ilerleyerek Efendimiz’e (sav) ulaşabilmişlerdir. Ancak, bunlar, gidip bir puta tapmamış, herhangi bir putu kendilerine ilâh edinmemiş iseler, Allah’a (cc) inanmamış olsalar dahi affedilecekleri mevzuunda icma vardır. Efendimiz (sav)’in anne-baba ve dedesinin bu akide itibariyle affa mazhar olacakları kesindir; zira onlar da fetret devri insanlarıdır. Vakıa, bir hadislerinde Efendimiz (sav), anne ve babasının ihya edilerek kendisine îmân ettiklerini söylemiştir. Hadîs, hadîs kriterleri açısından zayıf olmasına rağmen, İmam Suyutî gibi, Allah Resûlü’yle 20 küsur defa yakazaten görüşen büyük bir müceddid bu hadîsi kabulle, Allah Rasûlü’nün anne ve babasının îmân ederek kurtulduklarını ifade etmektedir. Gerçi İmran b. Husayn’ın babası olan Husayn’a Allah Rasûlü: “Senin baban da benim babamda cehennemde” demişti. Husayn Resulullah’a “Sen mi hayırlısın baban mı?” deyince Allah Rasûlü de ona bu cevabı vermişti. Ancak bu durum, o sözün söylendiği zamana münhasırdır ve daha sonra Allah Rasûlü, anne ve babasının kabrine gelip duâ etmiş ve Cenab-ı Hakk’tan (cc) onların kendi ümmeti içine girmeleri talebinde bulunmuştur. İşte bu duâ, Allah (cc) tarafından kabul edilmiş ve Allah Rasûlünün hem annesi hem de babası îmân ederek ümmet-i Muhammed arasına dahil olmuşlardır.

Aslında, mevzua esas teşkil eden cevap açısından mes’eleyi bu hadîse dayandırmaya bile gerek yoktur. Zira ister Amine validemizin, isterse Efendimiz’ in (sav) muhterem pederleri Abdullah’ın, puta taptıklarına dair hiçbir delil yoktur. O devrede çeşitli muvahhidlerin olduğu ve bunların asla putlara tapmadığı ve Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadıkları bilinen gerçeklerdendir. Hem bunlar fetret ehlidir. Ve bütün fetret devri insanları bu şartlar altında ehl-i necattır. Fetret insanları Cennete girecek de Efendimiz’in (sav) anne ve babası bundan mahrum edilecek; olacak şey mi bu?

Hem, hiç bir şeyi zayi etmeyen, insanın bedenine giren maddî atom ve elektronları dahi zayi etmeyerek ahirette onlara kıymet ve değer verip, onları âhiretin bâki binasında kullanacak olan ve abes işten, israf etmekten münezzeh bulunan Allah (cc) Efendimiz’in (sav) maddi yapısının dünyaya gelmesine vesile anne-babasını hiç zayi edip cehenneme atar mı?..

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde yaşayan Zeyd bin Amr gibi-ki Hz. Ömer’in amcasıydı-Varaka b. Nevfel gibi insanlar da zayi olmayacaklardır. Onlar vicdanlarında bir olan Allah’ı (cc) duymuş ve inanmışlardı. Belki inandıkları Allah’a (cc), “Allah’ım” diyemiyor hatta bu ismi de bilemiyorlardı; ama, manâ olarak böyle bir Allah’a (cc) inanıyorlar ve dualarını ona yapıyorlardı. Efendimiz’ in (sav) gelmesine yakın, hava o kadar yumuşamıştı ki, Efendimiz (sav) bir yüksek basınçla âdeta onların iklimini tesir altına almıştı. Sanki bir yağmur geliyordu da, bu yüce ruhlar ellerindeki his, duygu, hafi, ahfa âletleriyle gelecek bu İlâhî yağmuru önceden seziyorlardı. Seziyor ve etraflarındaki insanları müjdeliyorlardı. Şefaat atmosferi o kadar geniş olan Allah Rasûlü ümit edilir ki, kendisini böyle candan ve yürekten istikbâl eden bu insanları da unutmaz ve âhirette, ellerinden tutarak onları da kendi nûrlu ve mutlu dünyasına yükseltir ve saadetlerine vesile olur. Bu müşahhas zevat gibi, fetret karanlıklarını, hanîf olarak aydınlıkta yaşayanların yanında, fetret devrinde bulunan insanlar, eğer açıktan bir puta tapmaları söz konusu değilse, biz onların da kurtulacaklarına inanıyoruz.

Bu, mes’elenin düne bakan yönüdür. Bir de bugüne bakan yönü var ki, soruda ele alınan husus da bu olsa gerek.

Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk (cc) ‘ın engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek…

Biz, öyle bir devir idrak ettik ki-hele başka memleketlerde-İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalplerden Allah Rasûlü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah’ı (cc) inkarda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Binbir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefâhirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekamül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşüncelerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vakalara ve realitelere göz yummak olur.

O devrede yaşanan olaylardan birini naklederek neslin maruz kaldığı mahrumiyeti göstermek isterim: Bir arkadaş, gençlere sohbet ediyor. Dinin ulvî meselelerini şerh ve izahla başlayan sohbetin mecrası bir ara günlük hâdiseleri dile getirmeye kayıyor. Komünist blokun yaptıkları ve yapmak istedikleri bir bir sıralanıyor. O sırada, sohbet dinleyen gençlerden biri heyecanla “Bu insanları kesmeli, paramparça etmeli, hepsini öldürmeli” gibi laflar ediyor. Fakat bir köşede oturmuş derin bir vecd ve iştiyakla söylenenleri dinleyen ve ilk defa böyle bir havayı teneffüs etmekte olan başka bir genç biraz evvelki heyecanlı gence, aynı heyecanla ve yangın görmüş bir insan telaşıyla şöyle karşılık veriyor: “Arkadaş, öldürelim diyorsun. Bak eğer dün bu dediğini yapmış olsaydın, ben talihsiz bir insan olarak onların arasında ölüp gidecektim. Çünkü dün ben de onların arasındaydım. Fakat görüyorsun ki, bu gün bu temiz ve nezih arkadaşların içindeyim.. dünden bu güne yerden göğe bir mesafe kat ettim. Ve şunu kasemle temin edebilirim ki, sizin karşı cephe dediğiniz insanlar arasında benim gibi kurtuluş bekleyen binlerce insan var! Onlar sizden tokat değil, şefkat bekliyorlar. Eğer onlara el uzatırsanız, onlar da sizin gibi olacaklar. Esas vazife, öldürmek midir diriltmek mi?” Bu sözler orada bulunanları rikkate getirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladılar. Evet, biz, böyle bir nesil gördük ve onların dalâleti karşısında kanlı göz yaşları döktük. Bunların bir çoğu masumdu. Müspeti bilmediğinden menfiye takılıp kalmıştı. Bunları fetret devri insanı saymamak, şahsen bana, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) geniş rahmetine zıt gibi geliyor…

Buhari ve Müslim de şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Rasûlü de bu manzarayı göz yaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu aslâ ateşe atamaz.” Ve Allah Rasûlü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (cc) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular.

Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zâviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî) adesesiyle bakmak istiyoruz.

Bir de bu mes’elenin bize bakan yönü vardır ki çok önemlidir: Biz gençlerimize, onları doyuracak şekilde hakikatları takdim edemedik. Hem kendi gençliğimizi ihmal ettik hem de bizim götüreceğimiz mesajlara su ve havadan daha muhtaç bütün dünya gençliğini… Çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına elimizdeki hakikatları duyurmaya muvaffak olan sahâbî ve onlardan sonra gelenlerin çalışma ve gayretlerine çalışmalarımızı kıyas ettiğimizde, nasıl bir atâlet ve tembellik içinde olduğumuzu daha iyi anlamış oluyoruz. Onlar, gece-gündüz ellerindeki hakikatlara muhtaç sîne ve gönül aradılar ve bunu hayatlarına gaye ve ideal yaptılar! Burada yine bir arkadaşımızın başından geçen şu hâdiseyi nakletmeden geçemeyeceğim:

Bu arkadaşımız, Almanya’ya gitmişti. Orada hak ve hakikatlara tercümanlık yapıyordu. Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı evin genç sahibi, gün geldi, bu arkadaşımızın dırahşan çehresi ve temiz nasiyesinin tesirinde kaldı ve o da nurdan o halkaya girdi. Gün geçtikçe malumatını artırıyor ve her geçen gün dinî hayatında mesafe kaydediyordu. Bir gün hidayetine vesile olan arkadaşla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:

-“Vallahi seni çok seviyorum, çünkü benim kurtuluşuma sebep oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum. Çünkü eğer sen bu eve iki-üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibariyle tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan gitti ve hidayete eremedi. Buna da senin bu gecikmen sebep oldu..”

Aslında bu feryat bütün bir dünyanın feryadıdır. Muhatap ise bütün Müslümanlardır. İşte, mes’elenin bir de bize bakan ifritten böyle bir yönü var… Acaba biz, Müslüman olarak bize düşen vazifeyi yapabildik mi? Yapmadı isek bize de sorulacak çok şey var demektir.

22 Şubat 1980, İzmir Bornova Merkez Camii

Vahdet-i Vücud Nedir ve İtikadımızla Telif Edilebilir mi?

Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd”, daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.

“Vahdet-i vücûd”, çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, “monizm” arasında fark görmemişlerdir.

Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd”, anlayışı da, her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen, Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş, çok münakaşa götürür mevzulardandır.

Bu ekole mensup olanlarca, tevhidin üç mertebesi vardır:

1) Tevhid-i ef’âl (Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah’tır, akidesi): Bu anlayışa göre, hangi sebeple, ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin, onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O, doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir. Burada kelâm ilminin mevzu edindiği şeylerden olan “kesb” ve “halk” hususlarına intikal ederek, meseleyi dağıtmakta fayda mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı…

Bu görüşte olanların tevhid-i ef’âli teyit eder delilleri de vardır. Ezcümle: “Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratır.” (Sâffât, 37/96) kezâ, “Hepsi Allah’dandır.” (Nisâ, 4/78) vs. gibi âyetler zikredilebilir.

2) Tevhid-i sıfât (Bütün kudretlerin, iradelerin, ilimlerin Allah’a ait olduğuna itikat etme: Buna göre bütün cazibeler, dâfialar ve her türlü kuvâ, meleke ondan bir mânâ, bir hâl ve O’na mahsus bir iştir.

3) Tevhid-i Zât: Vücud, yalnız bir zâttan ibarettir. O’nun dışında, görünen şeylere gelince, muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellîsinden başka bir şey değildir.

Tevhid’in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münakaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbi tutulabilir. Ne var ki, bizim mevzuumuz bunlardan, tevhidin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhid-i Zât’la alâkalı olduğu için, sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.

Bu türlü tevhid anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumunda, kimsenin diyeceği bir şey olmamış ve üzerinde münakaşa da yapılmamıştır.

Aslında bütün eşya ve hâdiseler Allah’a, O’nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği, ehlince sabit bir hakikattir. Böyle bir anlayışta da az-çok aynı mânâda bir tevhid düşüncesi sezilir ki, tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.

Zaten, Sa’düddîn Teftâzânî de “Şerhu’l-Makâsıd”ında, vahdet-i vücûda taraftar olanları iki sınıfa ayırarak, bunlardan bir zümrenin, Ehl-i Sünnet’in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki, biraz evvel arz edildiği üzere, böylelerin durumu hiçbir zaman münakaşa mevzuu olmamıştır.

İmam Teftâzânî’ye göre, vahdet-i vücûdçular iki zümredir: sofîyye ve mutasavvife. Sofîyye, mevcut gibi vücûdda da çokluğu kabul eder; ancak hakikat yolcusu Allah’a ulaşınca, kendini irfan denizine gömülmüş görerek, zâtını Allah’ın zâtında, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında fânî ve yok olmuş bilir ki, böyle bir sâlik’in nazarında, Allah’tan gayri her şey kaybolur ve Hak yolcusu, varlığını, Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından (odaklaşma) ibaret sayar ki, işte tasavvuf erbâbının “fenâfi’t-tevhid” dedikleri hâlet de budur. Çok defa, bu mertebedeki ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden “hulûl” ve “ittihat” ifade eden sözler de sarf edilmiş olur.

Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhid, makâm-ı cem’in gereğidir. Tabiî bu da, her şeyden evvel bir irfan, sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın, eşyaya hakikî varlık vermesi, müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu itibarla da, o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr, riyâkârlık ve mücerret bir iddiadır. Buna binaen cem’in ne demek olduğunu bilemeyen, irfansız; farktan habersiz olan da kulluk esrarından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem’i yerine göre kabul edendir.

İkinci zümre, açıktan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundan ibarettir. Âlemde görülen çokluk ise, sadece bir hayal ve seraptır.

Görüldüğü üzere, sofîyyede, “Vahdet-i Vücûd” telâkkisi bir zevk, bir hâl işi olmasına mukâbil, sonradan gelen mutasavvifede hakiki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaate sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki, dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı eşyanın hakikatinin mevcut ve sabit olduğu mevzuunda ittifak hâlindedirler.

Şeyhülislâm M. Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabında, Vahdet-i Vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak, zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi, kelâm ulemasına göre, vücûd, mahiyet üzere zâiddir. Bu vâcipte de böyledir, mümkinde de… İmam Eş’arî ise, tam aksine, vücupta da, mümkinde de Vücûd’u, mahiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise, vücûpta, Eş’arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, mümkinde, kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol: vücudu, Zât-ı Bârî’nin aynı ve O’nun vücûdundan ibaret saydıklarından, eşyaya itibarî ve izâfî birer vücut vererek her şeyi Allah’ın zâtından ibaret görmüşlerdir.

Aslında vücûd gibi, sâir, ilâhî sıfatların da, Zât’ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münakaşa edilegelen mevzulardandır. Ancak, pek çok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında, vücûd-u Bâri’yi Zâtı’nın aynı sayma düşüncesinde, Vahdet-i Vücûd’a, hatta Vahdet-i Mevcûd’a (monizm) gidileceğini çıkarmak, bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce, mânevî mes’uliyeti, altından kalkılamayacak kadar büyük olsa gerektir.

Vâkıa Celâlüddîn Devvâni “Risâletü’z-Zevrâ” üzerine olan beyanlarıyla, Hakk’ın varlığının Zâtı’nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hak’dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre, vücûd, vücûd olması itibarıyla, Hakk’ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifade ediyor ki, bu da Allah’dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun, hakiki olmayıp, itibarî ve mecâzî olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. Devvânî, aynı eserde bir kademe daha ileri giderek: Âlemin, Allah’dan başka birtakım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının, hem vücûd itibarıyla, hem de zuhur itibarıyla imkânsız olduğunu ifade eder. “Vücûd itibarıyla âlemin varolması düşünülemez. Zira, Cenâb-ı Hak’tan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhûr itibarıyla da mümkinâtın hakiki varolması düşünülemez. Çünkü, bir şeyin zuhûru, ancak Hak’dan ibaret olan Vücûd’a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk’ın vücûdundan başka müstakil hakikatler düşünülürse, o vücûtla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelir ki, mevcudiyetine hükmedebilsin. Demek ki, vehim ve hayal olarak itibar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerektir.” der.

Muhyiddin İbn Arabî bir derece daha ileri giderek, bir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli, aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifade etmektedir. Allah (cc) daimi tecellî etmekte, âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devam edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifadeleriyle, bu kanaate iştirâk eder: “Ey ruhumuzun ruhu, biz kim oluyoruz da, kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçten ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçtir. Sen ise, bir Vücûd-u Mutlak’sın ki, her şeyin ortaya çıkacağı bir aynada, fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer aslanlarız, fakat hakiki değil, sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden aslanlar. Sancak üzerindeki bu aslanların hareketleri hissedilir de, bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın!- Bizlerin varlığı senin ihsanın, senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp, onu ezelde kendine âşık etmişsin.” Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları Hakk’ın tecellîsinden ibaret sayan bu düşünce, Hak’dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun, bu âleme var nazarıyla bakması, mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.

Ne var ki, Hakk’ın tecellîsinden ibaret olan varlıklarda, bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu, aynaların istîdadına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki, Vücûd’un birliğine zarar vermez.

Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikati, “Suyun rengi tasın rengidir.” sözüyle ifade eder. Binâenaleyh, hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi… Bütün varlık bu nurun aksi ve mevcelenmesinden ibarettir. Nasıl ki, muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur, dolu, şimşek ve gök gürültüsü ayrı ayrı görüntüler arz ediyor olmalarına rağmen, tek hakikatin değişik ahvâlinden ibarettir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de, bir hakikatin cilvelerinden ibarettir.

Görüldüğü üzere “Vahdet-i Vücûd” mevzuunu felsefî hüviyette ele alan mutasavvife, ilk sofîlerin vahdet-i şuhûda götüren, oldukça duru tevhid akîdelerine mukabil, hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında, meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki, bunun ötesinde, âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür. Birkaçını arz edelim:

1) “Siz onları (kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da (taş, toprak ve silâh) sen atmadın, ancak Allah attı.” (Enfal, 8/16)

2) “Gerçekten sana biat edenler (Hudeybiye günü) ancak Allah’a biat etmiş olurlar.” (Fetih, 48/10)

3) “Kasem olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Aynı istikamette delil olarak gösterilen hadîs-i şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim’in rivayet ettiği: “Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul: Yarabbi, Sen Rabbülâlemînsin, Seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak: Bilmiyor musun, falan kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin, eğer onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulurdun…” (1) Kezâ, yine aynı kaynakta: “Kulum nâfileler ile Bana yaklaşır, böylece Ben de onu severim ve sevdiğim vakit de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (2)

Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.

Başta, misal olarak bir ikisini arz ettiğim, tasavvuf büyüklerinin de, bu istikamette ifade ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ne var ki soruya cevap sadedinde, bütün bir “Vahdet-i Vücûd” tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misale temasla iktifa edeceğiz:

Evvelâ, Kur’ân-ı Kerim’den ilk iki âyeti, Muhkemât’a hamlederek, Kelâm-ı İlâhî’de herhangi bir zıtlığa meydan vermeden, mâkul bir tefsire gitmek en isabetli yoldur ki, şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır.

Bu tevîl, ister fiilin -kimden sâdır olursa olsun- Allah’a ait olduğunu ifade etsin, ister bir mucize mânâsını ifade etsin, ister en şerefli kulunun fiilini, -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin, isterse güçlülük, isabet ve teyit mânâlarını kastetsin, çok fark etmez…

Aslında, delil olarak getirilen bu âyetlerde, Vahdet-i Vücûd’dan daha ziyâde, eşyanın hakikatinin teyit edildiği görülmektedir. Zira, kâfir-mü’min ayrılığından, kâtil, maktûl ayrılığından; muhatap ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan, vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü tevillerle mümkün olabilecektir. Hele, şahdamarından daha yakın olmayı ifade eden âyetten, (3) mezkur istikamette bir hüküm çıkarmak, kat’iyen mümkün değildir.

Hadis-i şeriflerde ise, Vücud birliği şöyle dursun, apaçık çokluktan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar, bir ikinci varlık olduğunu kabul edip de, belli bir zaman sonra birlikten bahsetmek, mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hulûl ve ittihad akîdesidir.

Hatta bu mevzuda ehlûllahın vahdet-i vücudu teyit ediyor gibi görünen sözlerinde dahi, hep maksatlarının aksine, ikilik hissedilmektedir;

“Gâh güneş, gâh deniz olursun; gâh Kafdağı, gâh Ankâ olursun; Sen zâtında ne o, ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde, bu kadar suretlerle tecellî ettiğinden dolayı hakkında hem tevhid eden, hem de teşbîh eden hayrettedir.”(Mevlânâ) Hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutmadan, ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.

Kaldı ki, mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifadelerin gölgesinde, başkaları Vahdet-i Vücûd’a delil arayadursun, nazariye taraftarları, nefis öldürme, benliği imhâ etme… gibi, çokluk ifade eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.

Vahdetten hareket edenlerin, noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var!… Hele, bu büyük zâtların Allah’a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet, kat’iyen felsefî “Vahdet-i Vücûd” anlayışını cerh etmektedir:

Bir kere, kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu, âmir, memur ayrılığını da kabul etmiş demektir. Memuriyeti kabulle beraber, vücut birliğinden bahsetmek bir tenakuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar istisnâ edilecek olursa, Allah karşısında memuriyeti inkâra, şimdiye kadar hiçbir mü’min cesaret edememiştir. Öyle ise, sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden “Vahdet-i Vücûd” anlayışları, bir hâle mağlûbiyet, bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifadede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil, mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışları, bu iç-idrak ve müşâhedede bir felsefe yapmak ve hatta bu istikamette, batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.

Başkalarının iddiâ ettiği gibi, İslâm büyükleri, “neoplatonizm” tesirinde, bir “panteizm” felsefesi yapmak istedikleri şeklinde kat’iyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât, iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde, âriye olarak “neoplatonizm”den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından, iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcuttur.

Her şeye rağmen Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde, bir dünya ve ukbâ muvazenesine sahip bir topluluğun, aşağıda arz edeceğim hususlar muvâcehesinde, mutasavvifeye isnat edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez:

1) Bütün kâinata yayılmış, her yerde ve her şey sayılan bir ilâh akidesi, en uygunsuz, en münasebetsiz şeyleri dahi “Allah” kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.

2) Kur’ân-ı Kerim, yer yer kâinattan, Allah’ın varlığına ve birliğine istidlâl eder, bu ise “eşya” hakikatinin sabit olduğunu gösterir.

3) Kur’ân-ı Kerim’de, mükerrer âyetler, kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakta ve helâki müteâkip yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcut olan bir şeyin, yok olması demektir. Baştan sabit ve mevcut olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abestir. Kur’ân ise, abes şeylerden bahsetmekten çok yüce ve müberrâdır.

4) Bütün peygamberler (as) istisnasız, büyük, küçük her şeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekte ve Hâlık ile mahlûk arasındaki münasebetin bir Yaratıcı ve yaratılan münasebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnat edildiği şekliyle “Vahdet-i Vücûd” düşüncesinde ise, hem peygamberlerin, hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlerinin tekzip edilmesi bahis mevzuu olur ki, bu da dünyânın en doğru insanlarına, en şenî’ bir tecavüz ve isnat sayılır.

5) “Vahdet-i Vücûd”a mesnet olarak irât edilen delillerin hemen hepsinde, dâvâya delâletten daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.

6) Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmı, itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere de ceza va’d ve tehdidini ifade etmektedir. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı içinde bu âyetlerden bir şey çıkarmak imkân haricîdir. Zira, “İtaat eden kim? Nimet nerede? Suçlu kim? Azap nedir?” sualleri buna göre hiçbir zaman cevap bulamayacaktır.

7) Bütün eşya O’ndan ibaret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler, O’nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde, şirki ve müşriki, putu ve putperesti kınamak haksızlık olacaktır. Zira, mâdem her tekevvün O’nun tezâhürüdür, bahsedilen şeyleri de O’ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Hâlbuki, tevhid akidesini tespit eden Kur’ân ve Sünnet, aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.

8- “Vahdet-i Vücûd”un, ikinci zümreye göre izah edilmesi hâlinde, maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise, bilicmâ küfürdür. Ve… ehlullah böyle bir küfrü irtikâptan kat’iyen müberrâdır.

Bütün bunlardan sonra, mutasavvifeye isnat edilen Vahdet i Vücûd mesleğiyle, felsefî Vahdet i Vücûd mesleği arasında, daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.

Felsefî Vahdet i Vücûd (panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile, felsefî -nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki, bu da şu iki ana bölümde hulâsa edilebilir:

1) Yalnız Allah, hakiki bir varlıktır; âlem bir kısım tezâhürâtın (manifestations), yahut meydana gelmeler, sâdır olmaların (emanations), heyet-i mecmuasından başka bir şey değildir ki, “Spinoza”nın görüşü de budur.

2) Yalnız âlem hakikidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibarettir ki, bu da ya tabiî vücûdiyecilik (pantheisme naturaliste) veyahut maddî vücûdîcilik (pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve taraftarları da buna zahib olmuşlardır.

Buna binâen diyebiliriz ki:

İslâm mutasavvifesi, Vâcibü’l-Vücûd’da fânî olmalarının ifadesi olarak, kâinatı inkâr etmelerine mukâbil, berikiler, Hâlık-ı Kâinatı sarıp sarmalayıp -hâşâ!- bir tarafa koyma gayreti içindedirler.

Mutasavvifenin, Vahdet-i Vücûd düşüncesi, zımnen Vahdet-i Şuhûdu ifade etmesine karşılık, berikilerin “Vahdet-i Vücûdu” Vahdet-i Mevcûdu, (monizm) işmâm etmektedir.

Birinciler, hâl, müşâhede ve istiğrak gibi, ahvâli ifadede, kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri, ilim yapma, felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.

Birinciler, Allah (cc) ile başlayıp, o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil, ikinciler Cenâb ı Hakk’ı, eşyaya tâbi kılarak meseleyi tetkike koyulmuşlardır.

Birincilerde ilâhî bir zevk, ikincilerde ise sadece nazarîlik…

Birinciler, kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede, ikinciler ise, Vâcibü’l-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.

İşin en doğrusunu O bilir.

Cazibe: Çekim gücü
Halk: Yaratma
Dâfia: Defeden, kovan
Ehlûllah: Allah dostları
Heyet-i mecmua: Genel yapı
Hulûl: Tenasüh inancına göre, ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
İfrat: Aşırılık, ileri gitme, bir konuda ölçüyü aşma
İnhisar ettirmek: Yalnız bir şeye mahsus kılmak
İstidlâl: Delillendirme, delillerle neticeye varma
İşmâm etmek: Duyurmak, hissettirmek
İtibarî: Farazî, öyle kabul edilen
İttihat: Allahla bir olma, ‘var olan sadece Allah’tır’ deyip kâinatı yok sayma
İzâfî: Bağlı, bağlı olduğu şeye göre değişen, göreli
Kurbiyet: Yakınlık
Kelâm-ı İlâhî: Kur’ân-ı Kerîm
Kesb: Çalışma,kazanma
Kuvâ: Duygular, hisler, fiziki güçler
Muhkemât: Dinde te’vile ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık ve kesin olan meseleler
Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Müteşâbihât: Birden fazla anlamı mümkün olan, gerçek manasının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazi ifadeler
Panteizm: ‘Her şey Tanrı’dır’ diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî bir ekol
Tecellî: Gerçekleşme, tahakkuk etme
Tefrit: İfratın zıddı, ortalamanın altında kalma
Tenakuz: İki sözün birbirine uymaması, çelişki
Ukbâ: Ahiret
Vahdet-i mevcûd: Vücud birliği, “Var olan sadece Allah’tır, Vücûd yalnız O Zat’tan ibarettir, O’nun dışında, görünen şeyler muhtelif mertebelerde O’nun zuhur ve tecellisinden başka bir şey değildir.”şeklinde ifade edilebilecek bir tasavvuf ekolü
Zahib olmak: Bir zan taşıyan, bir fikre inanan
Zındık: İnançsız, ateist
Zuhur: Görünme, ortaya çıkma

[1] Müslim, Birr 43.
[2] Buharî, Rikak 38.
[3] Bkz: Kâf sûresi, 50/16


Sızıntı, Mart 1980, Cilt 2, Sayı 14

Niyet İnsanı Kurtarabilir mi?

Neticede bir iş ve amele götüren niyet insanı kurtarabilir. Aksine, azim ve gayrete inkılâp etmeyen bir niyet ise asla…

Niyet, bir kast ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.

İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, “benim” deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; iradenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşa gücünün en metin temeli de niyettir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinatta ve insan nefsinde her şey, hem başlangıç itibarıyla, hem de devam itibarıyla niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.

Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaştırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irade ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.

Niyetteki bu güç ve müessiriyete delâlet edecek pek çok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetten de haberleri yoktur.

Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arz etmektedir. Bu noktada o, ya bin – şifâ va’diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.

Kulluk şuur ve idrakiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşrû bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysaki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrakten uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka bir şeye yaramaz. Demek ki, Yaradan’ı hoşnut etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve “ahsen-i takvîm“e mazhar oluyor. O’nun hoşnutluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor…

Niyet, öyle bir mâyedir ki, “yok” onunla “var” olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve tesirsiz kalır.

Gazada, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerin bin türlü ifsadına hep ıslah gayretleriyle mukabelede bulunarak milletimizin yarınlarını aydınlatmak isteyen mertlerin saf niyetlerinin yanı başında; iş ve faaliyetlerini şahsî çıkarları ve hasis menfaatlerine bağlayanlar da küçümsenmeyecek bir yekuna sahiptirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de baş aşağı yıkılıp “Tamu”ya gideceklerdir.

Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saadet veya şekâvet vâdeden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zira, günlük, haftalık, aylık vazifeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazifelere terettüp eden fazilet ve sevâp, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın saniye ve dakikalarını içine alacak şekilde tesir ve şümûl gösterecektir.

Cihada hazır bir asker, fiilen cihatta bulunmadığı zamanlarda dahi, mücahitlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibâdete vermiş birinin ibâdetine terettüp eden hasenâtı elde edecektir.

İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedî saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzet olacaktır. Yoksa zâhirî adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti miktarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azaba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de Cehennem’de kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Hâlbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.

İşte böyle, hem bitmeyen bir saadet, hem de tükenip yok olmayan bir azap ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikamet düşüncesi, ebedî saadete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.

Son dakikalarında kalbi, kulluk şuuruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikametinde sarf edeceği için, o niyet ve kararlılıkta bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbi tutulur. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”[1] Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüz binlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.

Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdut ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibarettir- onların niyetleridir. Ebedî saadete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü’min ferde ebedî Cennet’i kazandırıyor; aksi de, kâfire Cehennem’i.

İnkârcı, isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahi, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azap olarak çekecektir.

Aslında, yaratılışına terettüp eden şeyler itibarıyla, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istîdat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet madenin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetikte bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın…

Evet o, fertlere ve topluma musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar hâline getirmeye çalışır. Onun bu ifsat ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki mânevî duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi… Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradan’a sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimaline karşılık, pek çok şey kazanması demektir. Böyle mânevî bir tesirle insanoğlunda mücadele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevk edilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhitler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesile olmuştur.

Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücadeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzû değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, Hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor…

Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.

Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere, isyanı şuurluca ve saptırması bilerektir. “Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: – Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. Allah (c.c.) buyurdu: – İn oradan (cennetten) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık. Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: Bana ba’solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: – Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.”[2] Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dair olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.

Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü’minin hayatında her şeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü “binveren” bir tarla hâline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.

“Ameller niyetlere göredir.”[3] muâmele de amele göre cereyan edecektir.

Ahsen-i takvîm: En güzel, en ideal şekil, hâl
Asfiyâ:
 İlim ve takvalarıyla seçkin, Hz. Peygamber’in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) gerçek varisi kişiler
Cesâmet:
 Büyüklük, irilik
Güdük:
 Kısır, verimsiz, neticesiz
Dûçâr olmak:
 Maruz kalmak, yakalanmak
İfsat:
 Bozma, karıştırma, karışıklık çıkarma
Şerir:
 Şerli, şirret
Tamu:
 Cehennem
Terettüp etmek:
Gerekmek, üzerine düşmek

[1] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/143; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 1/61
[2] A’râf sûresi, 7/12-16.
[3] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1; Müslim, İmaret 155; Ebû Dâvud, Talak 11.


Sızıntı, Nisan 1980, Cilt 2, Sayı 15

Kâlû-belâ Ne Demektir?

Bu sözler, Yaradan’ın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukavelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukavelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin.”[1] cevabı alınır.

Bu meselenin iki yönü vardır:

1) Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?
2) Ne zaman sorulmuştur?

Birinci şık itibarıyla birkaç mülâhaza arz edilebilir:

1) İnsan henüz hiçbir şey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

2) İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemale doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve misak almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı ‘ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir.

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya ” teklif ve kabul”, söz ve beyanla değil gibidir. Buna binaen bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiare-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukukî kıymeti haiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.

Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.

3) Bu türlü bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibaret, bir nefis mârifeti, bir “Nefsini bilen Rabbini bilir.”[2] hakikatini temsil; bir mahiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuuruna akseden rengârenk hakikatlerin petekleşmesine şahit olma ve bu şehadeti ilân etmektir. Ne var ki, bu icap ve kabul ; bu söz ve rip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok ikaz ve tenbihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de bu noktadan ileri gelmektedir.

İnsana emanet edilen nefis veya benlik (ego ), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gayesi de bu bilme ve itiraftan ibarettir. Binaenaleyh, insan , varlığıyla O’nun varlığını, sıfâtıyla O’nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O’nun kemalini, ihtiyaç larıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüp eden idrak ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyada O’nun nurunu hissettiği Yüce Yaratıcı’yı, ilân ve itiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukavelesi demek tir.

Bu sözleşme, kudret ve iradenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisât satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir “icap ve kabul” gibidir.

4) Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismaniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celâluhu) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlukattan yükselen sesleri, sadâ ları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine geti rir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (celle celâluhu), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anla tır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mi saklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lafzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lafzî ” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilham dan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî “nin ayrı bir tezahür ve tecellîsidir.

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.

Aslında bizlerin, her şeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira bugün artık anlamış bulunuyo ruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak mil yonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve gör mediğimiz âlemlere nispeten hiç hükmündedir.

Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk ‘ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.

Allah (celle celâluhu) zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele ya pacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…

İnsan ruhu , müstakil bir varlıktır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzuha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mev zuu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı… Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zaman üstü mahiyete sahip bulunduğundan, misakla alâkalı icap ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, komünizmin hâkim olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde dahi – materyalist bir dünya olması itibarıyla çok mânidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şah sına mahsus tedâileriyle ortaya çıkacaktır.

Binaenaleyh, “elest” bezmi nde de ruhlar Rab’le mukaveleye çağrıldılar. Cismaniyet berzahı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukaveleye imza attılar.[3] Ancak günümüzde çokça bulun duğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve misaka rastla madılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü ne o âleme bir bakışları, ne de o âlemle ilgili bir araştırmaları olmuştu. Aslında, Kant ‘ın; Yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitapları arkaya atarak, Bergson ‘un, umum kâinata sırt çevi rerek dinlemek istedikleri sessiz kitap da işte bu idi… Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın di lini anlama laboratuvar ları tesis edilecek ve şuura akseden indekste hakikatin çehresi görülmeye çalışılacak…

Bu kitap başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şahidi ve mukaveleye imza atan âkittir; ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.

Şayet kafalar şartlanmışlıktan arınabilseydi, insan , vicdanının bu ilk misak a “evet” dediğini duyacak ve görecekti.

Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vic dandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak… Bu yolla kal bin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridâtı, hiçbir kitapta görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitapların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiçbir şey anlayamayacaklardır.

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukavele ne zaman yapıldı? Hemen arz edeyim ki; bu mevzuda, âyet ve hadis olarak bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsircilerin, bir kısım beyanlarından bah setmek mümkündür.

Bu icap ve kabul , spermin dölyatağı na seyahati esnasında olmuştur. Cenin in insan şeklini iktisap ettiği zaman olmuştur. Veyahut, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur… ilh.

Bütün mütalâaların kendilerine göre müdafaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddî bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

Bu misak ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münasebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği ana kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir…

Düne bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (celle celâluhu) bütün bu devrelerin hep sinde de bu mîsâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın de rinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehadetine muttali bulunmaktayız.

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücut, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sadık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ızdıraplar için inliyor; verdiği sözde sadık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mesut ve talihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

En yüce hakikate pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zen gin bir kütüphane, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütalâacının nazarında!..

Berzah: Perde, aralık, mesafe.
Bezm: Meclis.
Elestü ve belâ: “Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “Evet Rabbimizsin” diye cevap vermeleri.
Gınâ: Kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmama.
İcab ve kabul: Karşılıklı akitlerde anlaşmanın iki tarafça da kabul edildiğini bildiren bağlayıcı sözler veya imzalar.
İs’af etmek: Yardım etmek, yerine getirmek.
Mefkûre: İdeal, ülkü.
İstiare-i temsîliye: İstiare olarak kullanılan kelimenin tek bir lâfız olmayıp terkip hâlinde bulunduğu istiare. Birçok unsurun, başka birçok unsura benzetildiği istiare.
Mîsâk: Verilen söz, yemin.
Muttasıl: Sürekli, aralıksız.
Nigehbân: Bakan, gözeten.
Râcih: Tercih edilen, üstün.
Tekellüf: Zorlama, külfet.
Tekvînî: Yaratılışı, varlığı ile ilgili.
Terettüp etmek: Gerekmek, lâzım gel mek
Vâridât: Gelirler. Kalbe doğan mânâlar, ilhamlar…

[1] A’raf sûresi, 7/172.
[2] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 10/208; el-Münavî, Feyzu’l-kadîr, 1/225; el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 2/343.
[3] A’râf sûresi, 7/172.


Sızıntı, Mayıs 1980, Cilt 2, Sayı 16

Şüphe Nedir ve Bir Kısım Kimselerin Endişe Ettiği Kadar Korkunç Bir Şey midir?

Şüphe, insanı sinsi sinsi kemiren ve yavaş yavaş ölüme götüren korkunç bir hastalıktır. İnsan; bir kere inanç, düşünce ve tasavvurlarıyla kendini bu hastalığa kaptırdı mı, artık hayatî bütün fonksiyonlarıyla, ruhî bütün melekeleriyle felç olmuş demektir.

Şüphe ve şüpheciliğin iki esasa dayandırılması mümkündür:

1) İrâdî olarak benimsenen, eskilerin reybîlik ve hisbânîlik dedikleri şüphecilik;

2) İç idrak ve dış müşâhede muvazenesizliğinden; niyet ve nazar inhirafından; bilgide, terkip kabiliyetine sahip bulunamayışından doğan diğer bir şüphecilik…

İkinci şık şüphecilik, hemen hemen her yerde üzerinde durduğumuz bir mevzûdur ve kanaatimce izâlesi de mümkündür. Birinci şık şüphecilik ise; o, bir mizâc inhirafı, bir cinnet ve bir marazdır. Bu kabil şüpheciler için Spinoza: “Hakiki reybî (şüpheci)nin vazifesi susup oturmaktır.” demişti. Keşke bu nasihati dinlemiş olsalardı. Hiç olmazsa zararları başkalarına dokunmaz; nefislerine münhasır kalırdı.

Vâkıa şüphenin, bir de ilmî maksat ile şartlandırılmış ve muvakkat olanı vardır ki, o türlü şüpheye kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ne var ki, bizim burada hastalık dediğimiz şüphe, Dr. Paul Sollier’in de ifade ettiği gibi “Halli imkânsız ve çözülmeyecek gibi olan şüphedir.” Böyle bir şüphe, sürekli olarak şuurumuzu baskı altına alır ve devam eder. Sonra bütün ahvâl-i ruhiyemizi ve bütün zihnî faaliyetlerimizi felce uğratır. Bu hâle gelmiş bir insan ruhu, bin bir tereddütün odak noktası olduğu gibi, bin bir kararsızlığın, iç içe kesişip durduğu karmaşık ve içinden çıkılmaz yollara benzer.

Şüphelerini aşamamış ve onlara söz dinletememiş bir insan için; bedenî iktidarsızlık, zihnî ve ahlâkî teşevvüş ve inhiraflar önüne geçilmez cebrî hâdiselerdendir.

Şüphe insanın tavırlarında katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hâsıl eder. Binaenaleyh şüpheci kimseler, bedene mütevakkıf işlerde hep kaçmak arzusu; yorgunluk getiren şeylere karşı da nefret izhar ederler. Hiçbir iş görmeden yorulmuş bu türlü tiplere, psikiyatrinin koyacağı teşhisler ne kadar iddialı olursa olsun, bunlar hakkında, iç yetmezliğin fonksiyonunu inkâr etmek kabil olmayacaktır.

Şüphenin zihin üzerindeki tesirine gelince, bu maraza müptelâ olanlar devamlı ve ciddî zihnî faaliyet gösteremezler. Az çok dimağı uzun süre şüphe dalgalarıyla sarsılmış bir insanın, sâlim düşünebilmesi bir hayli müşküldür. Böylelerin en bâriz yanları, dikkatlerinin zaâfa maruz kalması, zihinlerinin cevvâliyetini kaybetmesi ve hafızalarının dumura uğraması gibi hallerdir. Artık, bu tipler için, her şey gitgide gayri mümkün bir şekle girer ve önlerine “olmazlardan” aşılmayan tepeler dikilir. Onların önünde bir tek açık kapı ve yürünebilir bir tek yol vardır; o da başkalarını tenkit yolu. Bununla yaşar ve bununla varlıklarını sürdürürler.

Bir de şüphenin, ahlâkı baskı altında tutması bahis mevzûudur ki, bana göre en tehlikelisi de budur. Arzu ve isteklerin; ihtiras ve temâyüllerin; hulâsa şahsiyetin en bâtınî ve samimî esasını teşkil eden şeylerin mâruz kaldıkları sarsıntılar ve zıt dalgalanmalar, şüpheli insanların zihinlerinde meydana getirdikleri neticelerin bir aynını da ahlâkî sahada meydana getirirler.

İş hayatlarındaki beceriksizlik, sıkıntı ve harekete geçirici fakültelerinde (vaso moteurs) teşevvüşler hâsıl olan kimselerde, ürkeklik, merdümgirizlik gibi şeyler baş gösterir. Böyleleri, eğlence ve zevk ü safaya tâlip oldukları hâlde, herkesten kaçmak ve uzlet hayatı yaşamak isterler. Bu itibarla da bir türlü hüzün ve kederden kurtulamazlar. Bunlar hür düşünceden mahrum, mânevî mukavemet itibarıyla da alabildiğine zayıftırlar.

Hele, ileri safhadaki büyük şüphecilerde, bazen hiçbir şeyden müteessir olmama gibi bir sertlik, katılık ve cansızlık hükmettiği gibi, bu insanlar bazen de, tamamen yıkılmış mânevî şahsiyetleri itibarıyla, toplum insanı olma vasfını bütün bütün kaybederler.

Şüphe, içtimâî neticeleri itibarıyla da çok tehlikeli bir hastalıktır. Çevresinden ve çevresinde olup biten şeylerden şüpheye düşmüş bir kimse, göz göre göre kendisini bin bir endişe içine atar, hem kendini hem de çevresini rahatsız eder. Ve hele, mütereddit ve şüphelere mübtelâ olanların, mes’ûliyet endişesiyle, hareket etmenin gerekli olduğu yerde geri çekilmeleri veyahut hareket vaktini kaçırma gibi durumları o kadar tehlikelidir ki; bazen bir cemaatin bütün bütün mahvolmasına sebebiyet verebilir. Bilhassa ehemmiyetli ve büyük işlerde, siyaset ve harplerde başı tutanların tereddüt ve şüpheleri milletleri ve orduları batırmaya yeter ve artar.

Aslında, kendinden şüphe edenin başkaları için bir istinatgâh olması da düşünülemez, Zira, kendinden şüphe edenin, nasıl hareket edeceği belli olmadığından, arkasında birkaç defa yanılmaya maruz kalmış yığınlar, onun, en mâsum ve mâkul davranışlarını da hep kuşkuyla karşılarlar.

Mamâfih, şüphecilerin büyük bir kısmının “olduğu gibi” kalma meylinde olmalarına karşılık, az bir kısmının da, ileri gitme, hamle yapma gayretleri küçümsenmeyecek nispettedir.

Hâsılı, şüphecilerin ne düşüncelerinde, ne de iş ve davranışlarında itidâl ve muvazene yoktur. Onlar içinde, mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini mes’uliyet korkusuyla terk eden o kadar çok kimse vardır ki -maâzallah- böyleleri kritik bir dönemde bir millet ve bir devleti felç edebilir. Bunların atılganlıkları bir mâcera olduğu gibi, vehim uzantısı tedbirleri de bir sönüp gitme ve donukluktur. Bazılarına göre bu hâl bir iradesizlikten kaynaklanıyor gibi görünse bile, aslında hiç de öyle değildir. Aslında bu hâl isabetli ve seri karar verememeden, hayatla alâkalı umum ahvâl ve hâdiselerin bize ifade ettiği çeşitli çözüm yollarından birini tercih edememekten kaynaklanmaktadır.

Tereddüt ve tercih edememe keyfiyetiyle şüpheci, atılgandan daha zararlı ve daha tehlikelidir. Hareket edenin yönlendirilmesi ve davranışlarının kanalize edilmesi gibi bir problem olsa bile, hiç olmazsa o, hareket etmektedir. Şüpheciye gelince, onun hareketi durma, durması da hareket gibi bir garâbet arz ettiğinden, ne hamlesine ne de geriye çekilmesine bel bağlanamaz…

Hele, atılganlığındaki çılgınlığı cesaret, vehim ve korkaklığını da ihtiyat ve tedbir sayıyorsa, artık o, bu marazî ruh hâleti ile, hem kendini, hem de beraberindekileri mahvedecek bir ifrit hâlini almıştır.

Tehlike ânında cepheyi terk eden nice idareci veya kumandan vardır ki; bütün bir milleti böyle bir reybîliğe kurban etmişlerdir. Açtıkları gediklerde, sadece kendileri helâk olsalardı “Dayansın ehl-i kubûr” demekle iktifâ edilebilirdi. Ama, ne acı ki; böyle birkaç şüpheci sergerdan, maiyetlerindeki bir sürü zavallının felâketine sebebiyet vermişlerdir.

Modern reybîlerden, milleti temsil makamında, küfrünü izhar edecek kadar mertler bulunduğu gibi, mahiyetini setredebilen ve pek çok felâketlere sebebiyet vermiş nâmert şüpheciler de vardır:

“Ben ki hepsinden iştibâh ederim.
Kime sorsan diyor ki yok haberim.
Kim bilir belki hepsi vehmiyyât.
Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat.
Kim bilir de belki hepsi doğru da ben
Bîhaber kendi sehvî hissimden
Varı yok bilmek istedim, yoku var
İştibâh işte töhmetim, ne zarar…
Kim bilir belki aslımız toprak
Bunu bir muzdarip çamur yapmak
Hangi hâin tesadüfün işi bu
Bunu bir Hâlık irtikap etmez
Halk eden mahveder harap etmez.”



Zavallı Fikret!.. Küfründeki aşırılığın, günümüzün reybîlerine göre çok geri kaldığını görseydi, kim bilir ne kadar hayıflanacak ve ne kadar öfkelenecekti?..

Ama, yine de o şüpheci, bedbîn ve karamsar düşünceleriyle, tenâsüh görmüş, sanki günümüzün şüphecilerinin içinde yaşıyor gibi…

Burada reybîliğin çeşitlerini, delilleriyle ret ve cerhetme durumunda olmadığımızdan onu felsefe kitaplarındaki tenkitleriyle baş başa bırakarak bir tek hususu belirtmede fayda mülâhaza ediyoruz. O da, her teşebbüsün başında, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir iman ve o imandan kaynaklanan bir irade ve sönmeyen bir azme ihtiyaç olduğu keyfiyetidir. Bunların birinde şüphe ve tereddüt, diğerlerinin de tesirini kırar ve akîm bırakır.

Mükâfat ve ceza gününe kat’i inanç, fert için de cemaat için de tekâmülde ilk şart ve en ehemmiyetli unsurdur. Bu inanç istikametinde, teklif edilen yolu yaşamaya gelince o, en akıllıca bir davranış ve en ehemmiyetli bir hamledir. Bir insanın, kanaat, tasavvur ve davranışlarındaki zikzaklar ise bir başarısızlık âmili ve bir felâkettir.

Mâmâfih, şüpheye düşen birisi için, şu hususlar üzerinde durulmasında fayda vardır:

1) Böyle birisi mutlaka, bir mârifet ehline gitmeli ve götürülmelidir. Böyle bir müdâhele sâyesinde, şüphenin marazî olup olmadığı. derinliği ve hangi hususlara dair olduğu ortaya çıkacaktır ki bu da tedâviyi kolaylaştırma ve şüpheyi gidermede önemli olsa gerektir.

2) Şüphe, inanç mevzûlarıyla alâkalı ise, o sahada; ibâdetle ilgili ise, o hususta; düşünce sistemimize dairse, o yönde genişçe tahşidat yapılmalı; şüpheye sürükleyen sebepler nazara alınarak deliller getirilmeli ve tereddütler birer birer giderilmelidir.

3) Ayrıca, şüpheye düşen kimse; düşünce ufku aydın, kalbî ve ruhî hayatı olan kimselerle sık sık görüştürülmeli, onların hayat-bahş olan sohbetlerinden istifade ettirilmelidir.

4) Böyleleri için bazen imanca derin, ibâdetçe zengin ve düşüncede istikamete ermiş kimselerin umumî manzarası da oldukça faydalıdır. Bu türlü hastaların, yurt içinde ve yurt dışında hemen her yerde, iman, ibadet ve ihsan şuuruna kilitli mü’minler görmeleri, çok defa bin nasihatten daha tesirli olabilir.

5) Bundan başka, şüpheci, mâzînin zengin ve rengin atlasında sık sık gezdirilmeli; yüzü, tarih ve siyerin çağıltılarıyla, bencilliğin karanlık izbelerinden, kehkeşânların kol gezdiği şanlı geçmişimize çevrilmelidir. Bu yolla geçmişin aydın yüzünü ve gür soluklarını duyan hemen herkesin, ruhunu saran bulanık düşüncelerden kurtulduğu ve az-çok gönülde dirilişe yöneldiği çokça görülen vak’alardandır.

6) Şüphe bir hastalık hâlini almış ve etrafa da yayılma istîdâdında ise, hastanın bir hekim müşâhedesinde tecrîde tâbi tutulması ve hezeyanlarının toplum içinde yayılmasına meydan verilmemesi gerekir.

Bedbin: Kötümser, karamsar
Cerhetme: Çürütme, iptal etme
Cevvaliyet: Canlılık
Dumura uğrama: Körelme
Hayat-bahş: Hayat veren, canlandıran
Hisbânîlik: Şüphecilik
İnhirâf: Sapma, doğru yoldan çıkma
İrâdî: İsteyerek, iradeyle yapılan
Kehkeşan: Samanyolu
Merdümgiriz: İnsanlardan kaçma, sıkılma
Mütevakkıf: Bir şeye bağlı olan
Rengin: Güzel, latif, süslü, sanatlı
Reybîlik: Şüphecilik
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın
Teşevvüş:
 Bulanıklık, karışıklık

Sızıntı, Eylül 1980, Cilt 2, Sayı 20

İlhadın Bu Kadar Ön Almasının Sebebi Nedir?

İlhad, netice itibarıyla inkâr olduğundan, yayılıp gelişmesi daha çok gönül dünyasının yıkılmasıyla alâkalıdır. Tabiî, başka sebeplerin mevcûdiyetinden de bahsedilebilir.

İlhad: Düşüncede, inkâr, Allah kabul etmeme ve bir ateizm; tasavvurda, sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzât olma hâleti; amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına estiği gibi yaşama) keyfiyetidir.

Düşüncede ilhad, nesillerin ihmali, ilim ve ilim yuvalarının sû-i istimâli neticesinde serpilip geliştiği gibi, daha sonra arz edeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakta ve yaygınlaşmaktadır.

Bir toplum içinde ilhadın ilk yeşerdiği vasat, serpilip geliştiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler er geç ilhadın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir… Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, öğretilmesi ve inandırılması gerekli olan şeylerin, öğretilmesi ve inandırılması uğrunda, lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse, bilgisizlikten askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek her şeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhada itilmiş olurlar.

İlhad; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhad ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yoktur. Bazen bir ihmal, bazen bir gaflet, bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir.

Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların tesiri, tahribi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz.

Şunu da hemen arz edeyim ki, burada ilhad ve inkârın izâlesi ve bu hususta gerekli olan delillerin ortaya konması mevkiinde bulunmadığımızdan okuyucu bizden, mücelletlerle ifade edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında, soru-cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de her hâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususta meydana getirilen şaheserler varken, yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacaktır.

Sadede dönelim; günümüzde, her biri, ilâhî birer mektup olan eşya ve her biri kudret kaleminden çıkmış hâdiseler; tabir-i diğerle, tabiat ve onun kanunları, ilhada “meşcerelik” gibi gösterilmekte ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysaki, şarkta ve garpta elli bin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı; bu düzen ve istihsal gücünü nereden almıştır? Bir şiir gibi akıcı, bir mûsıki gibi ruhları okşayan tabiatın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür?

Tabiat, zannedildiği gibi, inşa edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini izah edebilir miyiz? Yoksa “Kendi kendini yarattı?” mı diyeceğiz! Bu ne korkunç mugalâta, ne inanılmaz yalandır!..

Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: “Ağaç, ağacı yarattı; dağ, dağı; sema, semayı…” Böyle bir mantıksızlığa “evet” diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet “tabiat” denilince, doğrudan doğruya “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar kastediliyorsa, bu da ayrı bir aldatmacadır. Zira kanun -eskilerin ifadesiyle- bir ârazdır. Âraz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yani, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini, onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhumunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifade ile, kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşv ü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; cazibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münasebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O hâlde, varlıkları düşünmeden kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak tamamen bir hokkabazlık ve diyalektiktir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garip değildir. Doğrusu, bin bir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla izaha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenakuz ve hezeyandır.

Müller’in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini ilân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişti. “Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü”, Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmaktan çok uzak bulunduğunu da -yine ilimler ve ilim adamları- söylüyordu.

Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen “evolüsyon ve transformizm”, yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantezi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamıştır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâ tamamen muallâkta olan, kültürsüz, mesnetsiz ve kaidesiz zavallı neslimizin ilhadını netice vermektedir.

Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve ruhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamıştır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşturan kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirafı olarak yadırgasak bile, “Niçin Allah’a İnanıyoruz?” gibi kitapları dünya efkârına arz eden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağripleri düşündürmelidir!..

İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra, ilhadın bir mizaç inhirafı, bir inat ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübalâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrak edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamamen fantezi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz.

Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmıştır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecektir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan muzdarip mürşitlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümit ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdıraplarımızdan kurtarsınlar!

İşte o zaman nesiller düşünce ve tasavvurda istikrara kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmaktan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmelerden ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak, kısmen dahi olsa ilhaddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki; düşüncede neslin ilhadı, tamamen bilgisizlikten, terkip kabiliyetine sahip olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zira insan, çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever; bilmediğine karşı ise, düşman kesilir; en azından alâkasız kalır.

Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokaktaki çocuğun neden “Apaçi” kıyafetine girdiğini; neden kendini “Zoro”ya benzettiğini ve nasıl “Don Juan” kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misaldir. Siz tahrip edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyette olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz.

Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düştü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere, onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor.

Neslin ilhada sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihaları ve Ankâ gönülleri bir muvazenesizlik ifadesi olarak hep ilhadı benimsemektedir. Bu serâzât gönüller, “Peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden”; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekte ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhada düşmektedirler.

Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdasızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet yüceltici duygulara galebe çalmakta ve Faust’un bir toyluk neticesi özünü Mefisto’ya kaptırdığı gibi, zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde ise, ilhad mecburî istikamet demektir. İnanç, mes’uliyet duygusu, ısrarlı kalb, ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri kalmasının en büyük teminatıdır. Yoksa, şeytanın hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrap ve kıble değiştirecek ve her “nev-zuhûr” felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye sayıp kendini onun kucağına atacaktır.

Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru Marksist-Leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler’e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh köküne, ulu millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır.

Tasavvur dünyası bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesten kurtulması, zihin ve düşüncede istikamete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır.

Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakîm düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştahlılık ve:

“Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış:
Bir millet göster, ölmüş mâneviyâtıyla sağ kalmış.”
 (M. Akif)

İlhada diğer bir sâik de, her şeyin mubah görülmesi, “ibâhîlik” ve mevcut her şeyden istifade edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mektep hâline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa “libido” ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. J.P. Sartre, A. Camus’la yerle bir edilmiş ve harabeye döndürülmüştür.

İnsanı insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu “ruh sefaleti” felsefesi, nesillere, “İnsanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan bir düşünce sistemi.” diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi.

İşte, Yaratıcı’yı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, her şeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhadın kucağına atmakta ve onda Hasan Sabbah’ın yalancı cennetlerini bulmaya çalışmaktadır.

Geleceğin basiretli sevk ve idarecileri, mürşit ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibare alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arz ettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibarettir, ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır.

Başlayan bu yeni dönemde, milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!…

Ateizm: Allah’ın varlığını inkar etme, dinsizlik.
Butlan: Batıl, boş, hükümsüz olma
Evolüsyon: Evrim
Existansiyalizm: Varoluşçuluk
İbâhîlik: Her şeyi helal ve mübah görmek
Muhâzî: Paralel
İlhad: Dinsizlik, Allah’ın varlığına birliğine inanmamak
Nihilizm: Her şeyi inkar etme, hiççilik
Serâzâd: Başıboş
Surî zevk: Sahte ve geçici zevk.
Şeriat-ı fıtriye: Cenab-ı Hakk’ın kainata yerleştirdiği tabii kanunlar
Tenâkuz: Çelişki, zıtlık
Transformizm: Canlı varlıkların şekil değiştirdiğini ve birbirine dönüştüğünü ileri süren biyolojik doktrin

Sızıntı, Ekim 1980, Cilt 2, Sayı 21

"Kur'ân Olmuş ve Olacak Her Şeyden Bahsediyor" Diyorlar. Bu Doğru mudur? Doğru İse, Günümüzdeki Bir Kısım Fen ve Tekniğe Ait Meseleleri de Bunu İçinde Mütalâa Edebilir miyiz?

Yüce Yaratıcı’nın, insanoğlunun öğrenmesine müsaade ettiği ve onun maddî-mânevî terakkisine vesile kıldığı her şeyden icmâlen bahsetmesi doğrudur. Ancak, Allah’ın (cc) müsaade etmediği ve insanoğlunun da dünya ve âhiret hayatına bir faydası dokunmayan şeylerden söz etmesi, hele tafsilde bulunması asla bahis mevzuu değildir. Zira, böyle bir şeyi kabullenmek, hikmet dolu bir kitaba abes isnat etmek olur ki, o mukaddes beyan bu türlü faydasızlık ve abesiyetten çok muallâdır!…

Kur’ân’ın ele alıp tahlile tâbi tuttuğu şeylerde, takip ettiği bir yol vardır ki, o yol bilinmediği zaman, tahlilci çok defa hayal kırıklığına uğrayabilir; yani, aradığını onda bulamayabilir.

Bir kere, Kur’ân’ın en birinci hedefi, bu kâinat meşherindeki kelime, satır, paragraf ve kitaplarla, meşher sâhibini tanıttırmak, iman ve ibadet yolunu açmak; ferdî ve içtimâî hayatı düzenlemek; dünya saadetinin, âhirette dahi devam ve temadîsini temin ederek insanı mutlak saadete ulaştırmaktır.

Bu itibarla o, bu yüce hedefi tahakkuk ettirme yolunda her şeyden bahisler açar. Ele aldığı şeyleri, o istikamette vesile olarak kullanır ve ehemmiyetine göre onlardan söz eder. İnsandan, onun ehemmiyeti kadar; yıldızlardan derecelerine göre ve elektrikten kâmeti nispetinde…

Böyle yapmayıp da o, sadece yirminci asrın “tabu”su sayılan bir kısım medeniyet harikalarından bahsetseydi, pek çok şeyin anlatılıp tanıtılma hakkı zâyî olacak ve bir kısım sabit hakikatler, gelecek keşifler ve bilhassa insan, ihmale uğrayacaktı. Bu ise, Kur’ân’ın, ruh ve maksad-ı aslîsine bütün bütün zıt bir keyfiyettir.

Beşer için inen ve beşerin Yaratıcısıyla münasebetini, onun ebedî saadetini hedef alan Kur’ân, hedeflediği mevzûun azameti, genişliği ve hayatîliği nispetinde çok yönlü ve rengârenktir. Onun, bütün bu yönlerine âyine olabilmek için, kütüphâneler dolusu kitaplar yazılmış ve tefsirler meydana getirilmiştir.

Edebî dâhiler, onun büyüleyici ifadesine ve belâgat üstünlüğüne hayranlık destanları koşarken, nazarlarını âfak ve enfüste gezdiren ilim adamları, onun aydınlatıcı tayfları altında, eşya ve hâdiselerin hakiki yüzlerini görebilme ve anlayabilme bahtiyarlığına ermişlerdir. Psikologlar, sosyologlar; kitleler ve insan ruhuna âit en muğlâk problemleri, onunla çözüme kavuştururken; ahlâkçı ve terbiyeciler de onu, bitip tükenme bilmeyen, alabildiğine zengin ve rengin bir menbâ kabul etmiş, nesillerin terbiyesinde hep ona müracaatta bulunmuşlardır. (1)

Bu geniş ve zengin muhtevanın özüne uygun takdimini mevzuun mütehassıslarının pürüzsüz ve duru beyanlarına havale edip, okuyucuyu, bu istikamette yazılmış kitaplarla baş başa bırakacağım. Yoksa, bir seneyi aşkın bir zaman içinde (2) ancak bazı hakikatleri anlatılabilen Kur’ân’ı, bütün yönleriyle soru cevap sütununda ifade etmenin kâbil olmayacağını, her hâlde değerli okuyucularımız da takdir ederler.

Ancak, Kur’ân’ın bir yönü var ki; “Kur’ân muhtevası” deyince, daha ziyâde gençlerimizin aklına gelen de odur, o da, Kur’ân’ın fen ve teknikle, daha doğrusu pozitif ilimlerle alâkalı olabilecek yönüdür. Sualde kastedilen hususun bu olması itibarıyla, biz de daha ziyâde o husus üzerinde duracağız.

Vâkıa, bu sahayı da bâkir sayamayız. Bu mevzûda şimdiye kadar yüzlerce eser yazıldı ve bunlarla Kur’ânî hakikatlerin yüzlercesine ışık tutuldu; ancak pek çoğu itibarıyla, devrin, fen ve kültürünün tesirinde kalınarak kaleme alınan bu eserler, ihtiva ettikleri tekellüflü tevillerden ötürü okuyucu tarafından hep kuşkuyla karşılanmıştır. Hele, sübut bulmamış nazariyeleri birer ilmî gerçek zannederek, Kur’ân’ın hakikatlerini onlara uydurmaya çalışmalar, bütün bütün Kur’ân’ı tahrif ve küçük düşürücü mahiyette olmuştur. Oysaki, Kur’ân’ın o meselelere dair beyanı gayet açık ve az bir gayretle hemen herkesin anlayabileceği stildedir. Öyle ki, onu getiren Melekle, dağdaki çoban -letâifin zevki bir tarafa- ondaki ilâhî maksadı anlamada çok da fark göstermezler.

Bu itibarla, onu anlatmada objektif olmak, ilâhî beyanın sağlamlık ve berraklığına sadık kalmak ve onu vak’aların arkasından koşturmaktan daha ziyâde, bir endam aynası hüviyetiyle hâdiselerin karşısına koymak esas olmalıdır. Dil, esbâb-ı nüzûl ve kelime nüansları bilinerek tahlîle tâbi tutmak, ilmî ıstılahlara girmediğinden ötürü garipsense bile, yanlış olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, sahabe, tabiîn ve İbn Cerîr (ra) gibi ilk müfessirlerin anlayışlarının, sübut bulmuş ilmî gerçeklere çok uygun olmasına karşılık daha mütefelsif ve daha derin gibi görünen sonrakilerde, ilmin ruhuna uymayan tekellüflü tevillere rastlanılmaktadır. Bu da bize, yaşadığı devrin tesirinde kalmadan Kur’ân’ı anlatan tefsircilerin, onun ruhuna daha yakın olduğunu göstermektedir.

Şimdi de, arz etmeye çalıştığım şeylere birer misal ve sorulan soruya da bir cevap teşkil etmesi maksadıyla, bir iki numune takdim etmek istiyorum:

1- Ezelden ebede kadar her şeyi gören ve bilen Yüce Yaratıcı, evvelâ umumî mânâda geleceğin bir ilim ve irfan ve bunun zarurî neticesi olarak da bir iman devresi olacağına dikkati çekiyor. “Biz onlara, âfakta (bir baştan bir başa tabiatın sinesinde) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice tebeyyün etsin.” (Fussilet, 41/53) İlk devirlerden günümüze kadar, bütün tasavvuf erbabının ‘mevrid’ bilip sık sık müracaat ettiği bu âyet, bilhassa ilim gözüyle ele alındığında, tek başına bir mûcize olduğu kabul edilecektir.

Makro-âlemden mikro-âleme kadar, insanın araştırma ve düşünme sahası içine giren ne kadar şey varsa, gelecekte aydınlanan mahiyetleriyle Kur’ân’ı doğrulayacak ve Yaratanın varlığını ve birliğini gösterecektir. Şimdi vitrinlerde teşhir edilen bu mevzu ile alâkalı yüzlerce kitaba bakınca, ilâhî beyanın süratle tahakkuk etmeye doğru gittiğini görüyor ve daha şimdiden, gelecekte anlaşılabilecek, tabiata ait binlerce dilin onu tesbih ettiğini duyuyor gibi oluyoruz.

Vâkıa, bugün dahi pek çok hâdiselerin diliyle “Yedi gök arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz, onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsrâ, 17/44) hakikatinden anladığımız şeyler, küçümsenmeyecek kadardır. Evet, atomların çözülen dili, bize pek çok şey ifade ettiği gibi nebulaların tarrakalarından da, bir hayli şey anlamış bulunuyoruz. Ne var ki, henüz bu âlemşümûl tesbihi duyacak ve anlayacak kimselerin sayısı pek az, onu dünyaya duyuracak Kur’ân talebeleri pek cılız bulunmaktadır.

2- Kur’ân’ın anne karnında ceninin teşekkül ve gelişmesini anlatması da fevkalâde enteresandır: “Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, Biz sizi, topraktan, sonra nutfe’den (sperm), sonra alaka’dan (embriyo), sonra yaratılışı belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size açıktan göstereceğimizi gösterelim…” (Hac, 22/5); başka bir yerde ise, kademe kademe anne karnında geçirilen safhalara parmak basılır ve aydınlık getirilir: “Andolsun ki Biz insanı, çamurdan meydana gelen bir öz ve süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karargâha koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Arkasından alakayı bir çiğnem et yaptık. Onun arkasından da, bir çiğnem eti kemik yaptık ve kemiklere et (adale) giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratık olarak inşa ettik (yani belli bir devreden sonra diğer canlılardan ayırarak istîdadına göre bir şekil verdik).” (Mü’minun, 23/12-14)

Bir başka âyette ise; yine anne karnındaki değişik bir noktanın aydınlatıldığını görüyoruz: “Sizi annelerinizin karnında, üç karanlık içinde hilkatten hilkate (nutfe, alaka, mudğa) intikal ettirerek yaratmaktadır…” (Zümer, 39/6) Bilindiği gibi rahim, dışından içe doğru üç dokudan meydana gelir: parametrium, miometrium, endometrium. Bu dokuları, su, ısı ve ışık geçirmez zarları sarmıştır. Kur’ân bu dokulara (zulmet) diyor ve insanın bu üç zulmet içinde yaratıldığını ifade ediyor.

Şimdi, modern anatomiye rehberlik yapmış olan bu âyetlerdeki özlü ifadelerle hekimlerimizi baş başa bırakıp ayrı bir hususa intikal edelim.

3- Kur’ân, sütün meydana geliş keyfiyetini de süt gibi dupduru ve berrak olarak anlatmaktadır: “Hayvanlarda da sizin için ibretler vardır. Onların karınlarından fers (yarı hazmedilmiş gıdalar) ile kan arasından tertemiz, içenlere içimi kolay süt içiriyoruz.” (Nahl, 16/66) Alınan gıda maddelerinin, evvelâ yarı hazmı ve sonra emilen maddelerin, süt guddelerinde ikinci bir ameliye ve tasfiyeyi, Kur’ân, kelimesi kelimesine nakletmektedir.

4- Bir diğer mucizevî beyanı da, her şeyin bir erkek, bir de dişi olmak üzere çift çift yaratılmış olmalarıdır. “Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı.” (Yâsîn, 36/36) Canlılardaki erkeklik dişilik öteden beri biliniyordu; ama, otların, ağaçların “Ve daha bilemedikleri nice şeyler.” sözüyle atomlara, bulutlara kadar pozitif ve negatif çiftini tamim, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir. Kur’ân daha başka âyetleriyle de her şeyin çift olması esası üzerinde ısrarla durmaktadır. Arz edilen numunenin kâfi geleceği kanaatiyle diğer bir âyete geçmek istiyorum.

5- Kur’ân, kâinatın hilkati mevzûunu da, yine kendine has üslûpla ele alır: “İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi; Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 21/30)

Bu anlatış o kadar berraktır ki, ne dünkü Kant ve Laplas’ın, ne de modern çağın Asimow’larının faraziyeleriyle asla kirletilmemelidir.

İster hilkatin ilk maddesi esîr olsun, ister bütün kâinatları dolduracak kadar kocaman bir sehabiye “kaos” olsun; ve, sonra ister hayata dâyelik yapan su, dünyadan yükselen gaz ve buharların, tekrar yağmur şeklinde geriye gelip denizleri teşkil ederek, canlılara müsait vasat ve menşe olsun, ister başka şekilde meydana gelsin… Kâinatın, bir bütünün parçaları ve birbirine numune ve misal tek hakikatin yaprakları olduğu anlatılıyor ve Kaliforniya çınarlarından insanlara kadar, vücudun dörtte üçünü teşkil eden suyun, hayatiyet ve ehemmiyetine parmak basılıyor.

6- Bütün kâinat içinde yıldızımız Güneş’in, ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ve, Kur’ân, onun en mühim bir yanını dört kelimelik bir cümle içinde şöyle ifade ediyor: “Güneş de kendi müstekarri (yani kendine tâyin edilen çizgide ve belli bir zaman içindeki muayyen istikamet ve hareketi) içinde akıp gider.” (Yâsîn, 36/38)

Bu beyan, Güneş’in kendine tahsis edilen yörüngede akıp gittiğini anlattığı gibi, başka bir ağırlık merkezine doğru kayıp durduğunu da ifade etmektedir. Aynı zamanda, vazifesini bitirdikten sonra karar kılıp bir yerde duracağına da dikkat çekmektedir.

7- Kur’ân kelimelerinin zenginliğindendir ki, böyle dört sözcük ile pek çok hakikat ifade edilir ve pek çok karanlık mesele vüzûha kavuşturulur. Böyle büyüleyici ve belîğane ifadelerinden bir tanesi de, mekân genişlemesiyle alâkalı olan şu âyettir:

“Göğü kendi ellerimizle (kudret ve irade) yaptık. Ve, Biz onu, devamlı genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47) Yine dört kelime, âlemşümûl bir meseleye dikkatimizi çekiyor. Siz, bu hususu, ister Huble’nin katsayısıyla izah edin; ister başka bir yolla; gök cisimleri arasındaki mesafenin gittikçe arttığını anlatan âyet, kelimeleriyle, terkibiyle dupdurudur ve ne dediği de apaçıktır.

8- Bir diğer âyette ise, bu yaklaşma, uzaklaşma ve birbiri içinde dönüp durmadaki, itibarî kanuna dikkat çekilmektedir. “Allah O’dur ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti..” (Ra’d, 13/2) Bir nizam içinde hareket eden sistemler, yıldızlar ve peykler, bir kâide ve direk üzerinde hareket etmektedirler; ama, o direk bizim görebileceğimiz bir direk değildir. Bu direk, cisimler arasındaki itme kanunudur (ani’l-merkez). Hac sûresi 65’de ise, -“Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi ve kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize verdi? Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor. Gök ancak O’nun izniyle düşebilir.” (Hac, 22/65) – gök cisimlerinin yer üzerine düşme durumunda olduğunu, fakat Allah’ın müsaade etmediğini anlatıyor ki; bu da, cisimler arasındaki çekme kanunudur.

Bu mevzuda ister Newton’un “cazibe-i umumiye”si açısından, isterse modern astronomi çağının “hayyiziyle” ele alınsın anlatılan şey fevkalâde açık ve seçiktir.

9- Günümüzün aktüel meseleleri arasında mühim bir yer işgal eden, Ay’a seyahat mevzuu da bir işaretle hissesini alıyor zannındayım. “Dolunay şeklini alan Ay’a kasem ederim ki, siz mutlaka, tabakadan tabakaya binecek (yükselecek)siniz.” (İnşikâk, 84/18-19) Daha önceleri tefsirciler “Hâlden hâle, şekilden şekle uğrayarak değişiklikler göreceksiniz.” tarzında uygun bir mânâ vermişler ise de; biz, Ay’a kasem edildikten sonra, sibak itibarıyla yukarıda gösterilen mânânın daha muvafık olacağı kanaatindeyiz.

10- Küre-i arzın şekil değiştirmesiyle alâkalı beyan da fevkalâde caziptir: “Bizim, yere gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Galip gelen onlar mı, yoksa Biz mi?” (Enbiyâ, 21/44)

Yerin uçlarının eksilmesi; yağmur, sel ve rüzgârlarla dağların aşınmasından daha ziyade, kutup bölgelerinin basıklaşmasından ibaret olsa gerektir.

11- Son bir misal de Ay ve Güneş benzerliklerinden verelim: “Biz gece ve gündüzü iki âyet (alâmet) yaptık. Gecenin âyetini (Ay’ı) sildik; gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık.” (İsrâ, 17/12)

İbn Abbas, “Gecenin âyeti Ay, gündüzün âyeti de Güneş’tir.” (3) diyor. Bu itibarla “Gecenin âyetini sildik.” Sözünden, bir zamanlar Ay’ın da Güneş gibi ışık veren bir peyk olduğunu, ısının bulunduğunu; daha sonra Yüce Yaratıcı’nın, onun ışık ve ısısını söndürdüğünü anlatıyor ki; bir yönüyle Ay’ın geçmişini dile getirirken, bir yönüyle de, diğer yıldızların kader ve âkıbetlerine işaret etmektedir.

İşaret edilen bu birkaç numune gibi, Kur’ân’da daha pek çok âyet vardır ki, hem insanı alâkadar eden her mevzuun -hiç olmazsa- icmâli Kur’ân’da bulunduğunu, hem de bu meselelere dair, ilâhî beyanın herkesin anlayacağı şekilde, fakat beşer için ifadesi imkânsız mûcizevî olduğunu göstermektedir.

İleride iktidarlı birisinin, Kur’ân’ın bu kabil âyetlerini, zikredilen ölçüler içinde tefsir edeceği ümidiyle, ben daha fazla tasdi’ etmek istemiyorum.

Cazibe-i umumiye: Genel çekim kanunu
Daye: Kaynak
Faraziye: Varsayım
Hayyiz: Bir cismin boşlukta kapladığı yer
İcmâlen: Kısaca, özet olarak
İlmî ıstılah: Belirli bir bilim dalına
Âlemşümûl: Geniş, her şeyi kapsayan
Beliğane: Edebî, düzgün ve yerinde ifade ederek
Maksad-ı aslî: Ana hedef, asıl maksat
Meşher: Teşhir yeri, sergi yeri
Mevrid: Gidilecek yer, başvuru kaynağı
Mudğa: Et parçası, bir çiğnem et
Muğlak: Çözülmesi zor olan
Mütefelsif: Felsefe ile aklını karıştırmış
Nutfe: Sperm, döl
Peyk: Uydu
Sehabiye: Bulutsu
Sibâk: Bir şeyin öncesi, üst tarafı, başlangıcı
Sübût bulmak: Kat’i, kesin olmak
Tabiîn: Sahabe efendilerimizi görenler
Tabu: Dokunulması veya karşı çıkılması yasak ve uğursuz sayılan
Tamim: Genişletme, yayma
Tasdi’ etmek:
 Baş ağrıtmak
Tebeyyün: Görünüp anlaşılma
Tekellüflü: Zahmetli, külfetli
Vâkıa: Her ne kadar, gerçi, …ise de
Vüzûh: Net, açık ve anlaşılır.

[1] Bkz: Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 14; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 1
[2] Muhterem Müellif’in bir seneyi aşkın bir zaman diliminde, Kur’ân hakikatleriyle alâkalı yaptığı vaazlar kastedilmektedir.
[3] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân 10/228


Sızıntı, Aralık 1980, Cilt 2, Sayı 23

İnançsız Birine Önce Neyi, Nasıl Anlatmalı?

Sorunun cevabına geçmeden önce bazı hususları belirtmek faydalı olacaktır.

Evvelâ inançsızlığın çeşitleri vardır: Şahsın husûsî kanaati, iman karşısındaki davranışları; inanılacak şeylerin bütününe inanıp inanmama gibi halleriyle çeşitlilik arz etmektedir.

İman esaslarına karşı alâkasız olan birisi, o esasları kabul etmeyen bir diğerinden farklı olduğu gibi böyle bir şahıs da, o erkânın bütününü reddeden ve yok kabul edenden tamamen farklıdır.

Daha değişik bir ifade ile bu hususu şöyle bir tertibe tâbi tutmak da mümkündür;

1) İnanılması gerekli olan şeylerin varlığını düşünmeden, sırf bir alâkasızlık ve lâubâlîlikten doğan inançsızlıktır ki; büyük bir kısmı itibarıyla muhâkemesizlerin, budalaların veya hevâ ve hevesinin esiri zelil ruhların ve sefil akılların işidir. İnanç adına bunlara bir şeyler anlatmak oldukça zor, belki de imkânsızdır. Bunların davranışlarına insiyâkilik hâkimdir. Kitlenin ağır baskısıyla hareket eder, onunla oturur, onunla kalkarlar.

2) İnanç esaslarını kabul etmeyenlerdir. Bunlar hangi sâikle bu duruma gelirlerse gelsinler, münkir ve mülhiddirler.

3) İnanılması gerekli olan şeyleri yok kabul edenlerdir ki; eski devirlerdeki emsâllerine nispeten, günümüzde bunların sayıları da oldukça fazladır.

Bu son iki bölümde ele alınan inançsızları, ayrıca;

a) Her şeyi maddeye irca eden ve hiçbir metafizik hâdiseye inanmayanlar,
b) Bazı metafizik ve parapsikolojik hâdiselere inananlar, diye ikiye ayırmak da mümkündür.

İnançsızlık, günümüzde, azgınlaşan insanoğlunun en bâriz vasfıdır. Ve asrımızda gençliğin, bunalım sebeplerinden birisidir.

İnançsızlık bütünüyle bir felâket ve bütünüyle anarşinin temel rüknü ve kaynağıdır. Diyebiliriz ki, insanlık en huzursuz demlerini, en imansız olduğu devrelerde yaşadı. “Rönesans’ın” serâzât efendileriyle, Fransız İhtilâlinin serserileri, tabakât-ı beşer çapında ilk inançsızlığı temsil eden ve onu yaygınlaştıranlar oldular. Daha sonra ise, mujik (Rus köylüsü) bir tip, ona bir “din” deyip sahip çıktı. Ve onu, bugün dünyanın dört bir bucağında tutuşturulan fitne ateşlerinin kibriti ve çırası hâline getirdi.

Artık bir serserilik ve çılgınlık felsefesi olduğu iyiden iyiye anlaşılan günümüzdeki ilhadın; içtimâiyatçılardan, iktisatçılardan daha çok, psikiyatristlerin üzerine eğilmeleri gereken bir mevzû olduğu kanaatindeyiz. Evet, psikiyatri kitaplarındaki deli tipleriyle, günümüzdeki inançsız neslin durumu karşılaştırılınca, buna hak vermemek elden gelmez.

Ne var ki, bu ne benim mevzuumdur, ne de sorulan soruyla doğrudan doğruya münasebeti vardır. Ancak, hem bunu arz ederken, hem de inançsızlığı basit bir tertibe tâbi tutarken, inancın dereceleri ve farklılığı gibi, inançsızlığın da dereceleri ve çeşitleri olduğunu göstermeye çalıştık ki, her inançsıza, her söylenen sözün derman olamayacağına, farklı inkârların farklı şekillerde ele alınması lâzım geldiğine ve her münkirin durumuna göre irşâdın yapılması zaruretine dikkatleri çekmiş olalım.

Binâenaleyh, inançsızlık içindeki farklılıklar kadar, irşat, uyarma ve ıslahta da, az çok birbirinden ayrı usûllere başvurmada fayda vardır. İyi bir uyarı ve irşâdın yapılabilmesi için, muhatabın, yukarıda işaret edilen bölümlerden hangisine girdiğini önceden tespit etmek bir kısım uygunsuz beyan ve falsoları önlemiş olur. İşin bu kısmı bir hekim hazâkati içinde ele alındıktan sonra inançsıza neyin ve nasıl anlatılması lâzım geldiği de, bir ölçüde belirlenebilir. Mâmâfih, biz yine de gerekli gördüğümüz şu hususları sıralamak istiyoruz:

1) Muhatabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlara mı râcî bulunduğu hususunun tespiti lâzımdır ki, etrafında tahşidat yapılması lâzım gelen meseleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körü körüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşuna uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.

2) Muhatabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilinmesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.

Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az mâlûmatı olan birinin bir şeyler anlatmaya çalışması, umumiyet itibarıyla aksülamelle (reaksiyon) karşılanır. Bilhassa günümüzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da bir şeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde biri ve doğrudan doğruya onları muhatap alıyor hissini de vermeden anlatması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hâsıl olsun.

Muhatabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mühimdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aks ede ede, onu öylesine yıktı ki, aynı vatan sınırları içinde yaşayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve televizyonun birleştirici unsurlar olarak tek dil ve tek stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gönlünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitapları, kendilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodolojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getirmektedir.

Bu itibarla, kendisine bir şeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşina olduğunun çok iyi tespit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musahabelerine benzeyecek ki, çok da faydalı olacağı kanaatinde değiliz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.

3) Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, ikna edici mahiyette cevapların hazırlanması şarttır. Aksine, küçük bir falso, ehemmiyetsiz bir yanlış her şeyi alt-üst edebilir.

Bu arada bizim bilgisizlik ve görgüsüzlüğümüzle solgun görünen yüce hakikatler, muhatabımızın nazarında küçülür, değersizleşir ve söner gider. Daha sonra başkalarıyla, bu türlü bir araya gelme ve musahabeler için de farklı bir bakış meydana gelmesine sebep olur ki; kanaatimce karşı taraf bir daha da böyle bir pozisyona düşmemeye gayret edecektir.

Böyle bir duruma sebebiyet veren şahıs, ne kadar da hüsnü niyetli olursa olsun hatası büyük sayılır. Kim bilir günümüzde böyle yarım mürşitlerden ötürü, ilhadda şartlanan ne kadar genç vardır!.. Eskiler; “Yarım molla din götürür, yarım hekim de can.” derlerdi. Aslında, yarım mürşidin zararı, yarım hekimden çok daha büyüktür. Zira hekimin bilgisizliği veya yanlışı, kısacık maddî hayatı tehdit etmesine mukabil, mürşidinki çok uzun ve ebedî hayatı bozup mahvına sebebiyet vermektedir.

4) Anlatmada, diyalektik ve ilzam yoluna kat’iyen girilmemelidir. Fertte enaniyeti tahrik eden bu usûl, aynı zamanda neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât’la sıkı münasebet içinde olmaya bağlıdır. O’nun hoşnutluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlü münazaralar hasmı ilzam etme ve susturmaya yarasa bile, tesiri olabileceği kat’iyen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münakaşa ve münazara zemininin açılacağı baştan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yüksek gerilimle geliniyorsa.. böyleleri münazaracıdan daha ziyade birer hasım hâlinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kalkarken de, ikna olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık.. Dostlarına müracaat edecek, kitap karıştıracak ve bin yola başvurup, kendisine anlatmaya çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkta bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşat edenin, asıl yapmak istediği şeye zıt bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.

5) Anlatmada, muhatabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona ermelidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıracağı gibi, muhatabı da küstürecektir.

Mürşit, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun mânevî ızdıraplarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsıkîleşir ve tatlı bir zemzeme ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fethettiğimizden emin olabiliriz.

Hatta muhatabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilmeli ve kendimizi sık sık akort etmeliyiz. Böylece onu bıktıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.

Burada; şu nokta da, asla hatırdan çıkarılmamalıdır:

Muhatabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamzeden davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücudumuzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikinci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.

6) Muhatabın yanlış düşünceleri, isabetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkit edilmemelidir. Hele, başkalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere asla tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne bir şeyler yerleştirmekse, icabında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin “demine-damarına” dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de kat’iyen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.

7) Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihatten daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için uygun değildir. Bu itibarla irşat edenin az çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metot tatbik etmelidir.

8) Bunun aksi olarak. davranışlarında gayri ciddî; düşüncelerinde tutarsız; Yüce Yaratıcı’ya karşı teveccüh ve huzuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mütedeyyin ve bilgili geçindiği hâlde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geçmesine kat’iyen mâni olunmalıdır.

9) Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı verilmelidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsamaha ile bakılmalıdır.

Bir ferdin inancındaki derinliği, kendi içine dönük olduğu nispette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle bir şey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi vermeden başka bir şeye yaramaz.

Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhta yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsat eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.

Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlatmayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhatabın kafasına bir şey girmeyecektir. Bu hususta sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikamet dersi verememiştir.

Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!

10) Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, kadîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündüğünü ifade etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inanmayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı olduğunu mutlaka anlatmak lâzımdır. Hem, kavl-i mücerret olarak değil, misalleriyle anlatmak gerekir.

11) Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: “Kelime-i Tevhid“in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebatıyla veya o anda verilen şeylerle, kalben inanç ve iz’âna erdiği hissedilirse, başka hususlara geçilebilir.

İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, inkârcının her zaman tenkidine cür’et gösterebileceği meselelerin anlatılmasından kat’iyen sakınılmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, inançsızın durumunu tespit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları olmalıdır. Bunlarda, gönlün itminana kavuştuğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, “ata et, ite ot” vermelere veya yemek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya hoşafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.

Bu yazıyı, millî duygu ve düşünceye susamış ve inançsızlık girdabı içinde her hareket edişte ölüm deliğine doğru yaklaşan biçâre neslimizin kurtarılma vazifesini yüklenmiş muazzez maârif ordusuna armağan ediyoruz.

Hizip: Grup, fırka
Huşûnet: Sertlik, kırıcılık, katılık, kabalık.
İçtimaî ufuk: Sosyal seviye
İrca etmek: Döndürmek, çevirmek
İşmizâz: Hoşlanmamaktan ötürü yüz buruşturma
Metodoloji: Usûl, metot ilmi
Mülhid: İnançsız, ateist
Münkir: İnkâr eden, inanmayan
Parapskolojik: Tabiatüstü olayları araştıran psikoloji dalı ile ilgili
Râci bulunmak: Ait olmak
Rükûn: Bir şeyi meydana getiren esas unsurlardan her biri
Serâzad: Başıboşluk
Tabakât-ı beşer: İnsanlar arasındaki sınıflar
Tilmiz: Öğrenci
Vârit olmak: Söylenmek, ulaşmak, gelmek

Sızıntı, Ocak 1981, Cilt 2, Sayı 24

Neden Her Şey Ölüme Dayanıyor?

Eşyada tasarruf eden Zât’ın israf etmemesinden, en süflî şeylerden dahi en nâdide varlıkları icat etme âdetinden; her şeye daimî yenilikler bahşetmesinden ve bütün varlıkları kamçılayıp tekâmüle sevk etmesinden, bir baştan bir başa varlık âleminde her grubu bir tulû takip etmektedir. Tıpkı, yer dilimlerinden gündüzün geceyi kovalayıp durması; ışık, yerini karanlığa terk etmesi ve bu baş döndürücü nizamdan daima yeni, taze ve usandırmayan semerelerin alınması.. ve daha pek çok yüce maksatlar için, Güneş küre-i arz münasebeti içinde, hayatı ölümün arkasına taktığı gibi…

Şimdi kısaca, bu hususlar üzerinde duralım; ancak her şeyden önce ölümü tanımak gerekmektedir.

Ölüm; tabiî bir sona eriş, bir inkıraz, bir kendi kendine tükeniş ve ebedî yok olma değildir. O, bir yer değiştirme, hâl değiştirme, buut değiştirme ve vazife külfetinden sıyrılarak rahata ve rahmete ermektir. Hatta bir bakıma, her şeyin kendi özüne ve hakikatine intikâl etmesinden ibarettir.

Bu itibarla ölüm, hayat kadar cazip; dostlara vuslat kadar sevindirici ve ölümsüzlüğe ermek kadar büyük bir nimettir.

Ölümün bu hakikatini göremeyen maddeciler, hep onu ürpertici olarak tasvir etmiş ve hakkında yanık yanık ağıtlar yakmışlardır. Dünden bugüne ölümün hakikatini idrak edemeyen talihsizlerin durumları hemen hep aynı çizgide cereyan etmiştir.

Vâkıa ölüm, bir ayrılık olması itibarıyla, aklın nazarında ve insanın insanlığı üzerinde oldukça müessir bir hâdisedir. Böyle bir tesiri bütün bütün inkâr etmek kâbil olmadığı gibi, kalbin dilini bağlamak da mümkün değildir. Hele ince gönüllerde, hassas ruhlarda -geçici dahi olsa- onun meydana getireceği fırtınalar cidden çok müthiştir. Böyleleri için “ba’sü ba’de’l-mevt” akîdesi, her şeyini kaybeden dilenciye sultanlık bağışlanması ve idam edilecek birinin ebedî hayata erme fermanını alması gibi, bütün üzüntüleri unutturacak ve onu fevkalâde sevindirecek büyük bir hâdisedir.

Bunun içindir ki, ölüm, onun hakikatini idrak edenlerin nazarında, bir terhis, bir tebdîl-i mekân ve yüzde doksan dokuz dostların ve sevdiklerin bulunduğu âleme bir seyahat olmasına mukâbil, hakikatini idrak edemeyen ve sadece dış yüzündeki ürpertici durumu gören bir kısım talihsizler için ise o, bir cellât, bir darağacı; dipsiz bir kuyu, karanlık bir koridordur…

Ölümü ikinci ve ebedî bir varoluşun başlangıcı sayanlar, sinelerinde onun tatlı tatlı esintilerini duydukça Cennet baharları gözlerinin önünde tüllenmeye başlar. Bu itikadî zevk ve neş’eden mahrum inkârcı ise, onu hatırladığı her lâhza, vicdanında yaşattığı Cehennem’e girer-çıkar ve ızdırap çeker. Çektiği acılar sadece kendine ait olsa yine bir derece, kendiyle beraber, alâkadar olduğu ve lezzetlerinden lezzet alıp, acılarını ruhunda duyduğu ne kadar varlık varsa, onların elemlerini de gönlünde yaşar ve iki büklüm olur.

İnanan insanın nazarında her şeyin ölümü, hayat külfetinden dünyevî meşakkatlerden bir paydos olması ve onların misalî hüviyetleri, ilmî mahiyetleriyle başka âlemlerde varlıklarını sürdürmeleri cihetiyle de bir tekemmül, bir terakkî ve daha ulvî bir mahiyet kazanmaktan ibarettir.

Evet, ölüm, ebedî varolmayı sünbül vermesi ve insanı hayatın meşakkatlerinden kurtarması itibarıyla büyük bir nimet ve insana en kıymetli bir ilâhî armağandır. Ne var ki, her kemâl ve terakkî; dolayısıyla her lütûf ve mazhariyet, bir kısım imbiklerden geçmeye ve bir kısım potalarda şekillenmeye vâbeste olduğu gibi, bütün varlıklar da, böyle daimî bir erime arınma yoluyla daha üst seviyelere tırmanmaktadırlar. Meselâ: Altın madeni ve demir cevheri, ancak, eridikten ve bir bakıma ölüp yok olduktan sonra, öz ve hakikatleriyle görünme seviyesine ulaşmış olurlar. Yoksa, böyle bir ameliyeye tâbi tutulmadıkları takdirde, kendi hakikatlerine zıt bir surette, taş ve toprak hüviyetinde devam edip giderler.

Altın ve demire, diğer şeyleri de kıyas ettiğimiz zaman, anlarız ki; her şeyin bir noktada gurup edip gitmesi, eriyip tükenmesi, zâhiren yok olma gibi görünse bile, hakikatte daha yüce bir hâle intikal etmekten başka bir şey değildir.

Havanın zerrelerinden, suyun atomlarına; otların, ağaçların moleküllerinden, canlıların hücrelerine kadar her şey, fevkalâde bir şevk ve alabildiğine bir zevk içinde ölüme giderken, haddizâtında kendisi için mukadder kemâle koşmaktadır. Hidrojen ve oksijen terkibe girince husûsi mahiyetleri itibarıyla ölürler; fakat, bütün varlıklar için, en hayatî bir unsur olma yolunda ayrı bir dirilişe ererler.

Bundan dolayıdır ki, biz ölümle kayboluşa; yer değiştirme, hâl değiştirme diyoruz, ama kat’iyen inkıraz ve tükenme demiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki; partiküllerden en büyük mürekkeplere kadar, kâinatın sinesindeki bütün çalkalanmalar, hâlden hâle intikaller, erimeler, dağılmalar hep en iyiyi, en güzeli ve en tazeyi netice verip durmaktadır. Buna dense dense, varlıkların seyahat ve tenezzühü denir; ama kat’iyen ve asla yokluğa gitmeleri denemez!..

Diğer bir zaviyeden ölüm, mülk sahibinin nazarında, vazife devir ve tesliminden ibarettir. Her varlık, kendine has çizgide, kendini varlığa erdiren Zât’ın huzurunda bir resmî geçit vazifesiyle mükelleftir. Merâsim bitip, istenilen resim ve sûretler tespit edildikten sonra, onun gitmesi; yerine başkalarının gelmesi, sahneyi monotonluktan kurtarma ve en ceyyid, en yeni şeylerle hep ona canlılık kazandırmanın gereğidir. Böylece, varlıklar, figürler gibi sahneye çıkar, kendine ait rolü oynar, söyleyeceği sözü söyler ve sonra perdenin arkasına çekilir. Tâ başkaları da kendilerine ait oyunu oynama ve soluklarını duyurma imkânını bulsunlar. “Gelen gider, konan göçer.” fakat, bu gelip gitmelerde yenilikler, canlılıklar ve cazibeler meydana gelir.

Bir başka cepheden de; ölümün sessiz nasihatinde, hiçbir varlığın kendi kendine ve bizzat kâim olmadığını; her şeyin yanıp-sönen ışıklar gibi, sönmeyen ebedî bir güneşe delâlet ettiğini göstermek suretiyle, fenâ ve zevâlin öldürücü pençeleri altında, inleyen kırık gönüllere, oturaklaşma, huzura erme yolunu iş’âr etme vardır. Yani, gönlümüzü kaptırdığımız şeylerin, arkalarına bakmadan çekip gitmeleri, bizde bâki bir sevgili arama hissini uyarır. Böyle bir hissin uyanması ise, duygular dünyamızda ebediyete ermenin ilk merhalesidir. İşte ölüm, bu ilk merhaleye insanı alıp yükselten sırlı bir asansör hükmündedir.

Bundan ötürü, fenâ ve zevâle, kesip biçen bir kılıç nazarıyla bakmaktan daha çok, tımar eden, aşılayan bir el ve neşter nazarıyla bakmak daha muvafıktır. Hatta, bir bakıma, fenâ ve zevâli zâtî görmek de sakat ve hatalı bir anlayıştır. Zira, mutlak yokluk kat’iyen bahis mevzû değildir. Bilâkis her şey, bizim dar müşâhede buutlarımıza göre kaybolur, misalî ve ilmî hüviyetiyle, hâfızalarımızdan Levh-i Mahfuz’a ve nihayet bütün eşyayı kuşatan geniş daire-i ilme kadar, değişik buutlarda ve buutlar ötesi âlemlerde, farklı mahiyetlerle varlıklarını sürdürürler. Âdeta her şey, bir tohum hâlinde çürür, bir çiçek hâlinde pörsür gider; fakat, ruhu ve özü, binlerce başak ve tomurcukta devamlılığa erer. Şimdi, değişik bir zaviyeden tekrar suale dönelim. Her şey, ölüme değil de, hayata dayansaydı, yani, hiçbir şey fenâ ve zevâl bulmasaydı; varlık, varolma içinde dalgalanıp dursaydı da, eşya ve hâdiseler tek taraflı işleseydi ne olurdu?

Evvelâ, geçen hususlar, ölümün bir rahmet ve hikmet eseri olduğuna kanaat vermekle beraber, diyebiliriz ki; ölümün rahmete dayanmasına mukabil, âlemşümûl ölümsüzlük, öylesine bir abesiyet ve öyle korkunç bir felâkettir ki; eğer olduğu gibi tasvir etme imkânı olsaydı, insanlar ölüme değil de, ona ağlayacak ve ona âh u vâh edeceklerdi!..

Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?

Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden, kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerinin akislerini görüp durduğumuz Muhteşem Sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simâda görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesile âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahlûklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı..

Diğer taraftan da, bu koca kâinatın idaresinde öyle fevkalâde bir hikmet var ki, zerre miktar israf ve abesiyet göze çarpmamaktadır. En süflî ve pes şeylerden, en kıymetli şeyleri meydana getiren mutlak hikmet Sâhibi, elbette ki, hiçbir şeyi isrâf etmeyecek ve en değersiz enkâz ve kalıntıları daha başka yerlerde kullanacak ve yeni yeni âlemler icat edecektir. Hele, ruhunu ve özünü nezdine aldığı canlıların, hususîyle insanın, o ruh ve öze hizmet eden zerrelerini muhakkak ki, en iyi şekilde kullanacak ve taze taze ceyyit mahlûklar meydana getirecektir. Yoksa, önce değer verip varlığa mazhar ettiği bu nâzenin mahlûkları, enkâz hâlinde terk etmek suretiyle, âlemşümûl hikmetine aykırı icraatta bulunmuş olacaktı ki; Şân-ı Ulûhiyet bundan muallâ ve müberrâdır.

Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertip, tanzim, sevk ve idare edilmesi itibarıyla, selîm akıllara, zevkten anlayan gönüllere, şâirane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ırmakların fenâ bulma istikametinde denizlere koşmalarından, denizlerin, kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da baş aşağı, yeniden zemîne inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, her şeyin ciddî bir şevk içinde, bir keyfiyetten daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşâhede edilmektedir.

Ne âlemdir bu âlem aklı, fikri bî-karar eyler,
Hep i’câzât-ı kudret pîş-i çeşmimde güzâr eyler,
Semâvî handelerdir gökyüzünden Hak nisâr eyler,
Serâser nurlardan renklerle istitâr eyler,
Çemendir, bahrdır, kühsârdır, subh-ı rebîdir,
Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir.[1]
(Abdülhak Hâmid)


Âlemşümûl: Evrensel
Ba’sü ba’de’l-mevt: Öldükten sonra tekrar dirilmek
Ceyyid: İyi, latif, hoş
İnkıraz: Tükenme, bitme
Levh-i Mahfuz: Olmuş ve olacak her şeyin yazıldığı levha, Allah’ın (cc) takdir buyurduğu hükümlerin yazıldığı ana kitap
Tenezzüh: Gezinti

[1] Bu âlem öyle bir âlemdir ki; insanın aklını fikrini kararsız kılar.
     Kudretin bütün mucizeleri gözümün önünden gelir geçer.
     Gökyüzünden Hakk’ın saçıp dağıttıkları, semâvî tebessümlerdir.
     Baştan başa nurlardan renklerle perdeler.
     Çimendir, denizdir, dağlıktır, bahar sabahıdır.
     Bu yerlerde doğanın şâir olması pek tabiîdir.

Sızıntı, Şubat 1981, Cilt 3, Sayı 25

Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?

Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey, aslında böyle bir “son” ve “bitim” yazısıyla dünyaya gelir.

Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağrına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.

Bu, hemen bütün varlıkların müşterek alın yazısıdır. Bu yazı ile her varlık gün yüzüne çıkar ve yine bu yazı ile geldiği gibi ayrılır gider.

Başlangıçlar bitimin emâresi; sonradan meydana gelişler, sona erişin esasıdır. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. Ezelî olandır ki, ancak ebedî olan da O’dur.

Sonradan meydana gelen her şeyin varlığına hükmeden, onu belli bir programla bu âleme gönderen ve her şeyini görüp gözeten bir Yüce Varlıktır ki; bütün bu gelip gitmelerin, doğup-batmaların dışındadır. Olmuş, olacak bütün müddetler ve süreler de, O’nun tasarrufu altındadır.

Bu itibarla da, ne gelmelere ne gitmelere “tabiî” demek doğru olmayacağı gibi, âfetler ve onlara bağlı hâdiselere de “tabiî” demek kat’iyen uygun değildir. Eşyanın varlığa mazhariyeti, haricî bir emir ve irade ile ve aynı zamanda bir vazife çizgisinde cereyan etmektedir.

İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhir ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler.

Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhir, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcûd’un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan O gizli varlığın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir. Evet, hiçten ve yoktan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını; görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören; bir hayat boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız her şeyi terk edip gitmekle de, bir bir gelip bir bir gidenlere, gidip de gelmeyenlere mukâbil, gaybi olan bir “Bir”i göstermekteyiz. “O, “O”dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır.” (Mülk, 67/2)

Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur.

Şimdi bu küçük hazırlıktan sonra, mevzûmuz olan “Bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?” hususunu ele alalım:

Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yoktur. Varlığı, bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmaları, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzûda hiçbir mânî teşkil edemez.

Kudreti Sonsuz’un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misal bulamamakla beraber, yine de, O’na ayna olabilecek, bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür.

Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsâf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkten renge girer; onunla en revnaktâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir; pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, her şey aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irade ve meşîetin yönlendirmesiyle.. evet, gelişi-güzel ve kendi isteklerine göre değil, o muhteşem Meşiet ve iradenin istediği istikamette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler. “O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” (En’âm, 6/59)

Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddî takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi, elbette en azîz mahlûku, en değerli san’atı olan insanın her hâline ehemmiyet verecek ve O’nun bir ferdine sâir varlıkların cins ve nev’inin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı hususî olarak ele alacak, hususî iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla da huzurunda şereflendirecektir.

Bu dâvet ve sevkiyât, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir. Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda, toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcı’nın insana bakışı zaviyesinden, bunlar, aslâ neticeye tesir etmezler. Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki kitaba göre, belli fert ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve mâkuldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tespit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir…

Ayrıca, ruhların kabziyle vazifeli meleğin vazifesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irade ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle vadesi dolanları istikbâl edebilirler.

Bu türlü âfetler, çok ciddî tetkiklere tâbi tutulduğu zaman, gerçekten de hem bir ilk takdiri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu husustaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tespit etmek için ciltler lâzımdır. Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzû olacak, böyle fevkâlâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım.

Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insanın bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil, zelzeleden günlerce sonra kendini korumadan âciz çocukların, hiçbir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir arızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakta bir çocuğun bulunması, hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç arıza almadan kurtulması gibi… yüzlerce hâdise ispat etmektedir ki; hayat da ölüm de kendi kendine olmayıp; aksine, bilen, gören ve idare eden Bir’inin tedbiriyle meydana gelmektedir.

Hayata, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât’a ayna ve tercüman olma rnükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhîs edilirler.

Bu bilme, tespit ve sonra da vefat ettirme; yâni aynı anda ecellerini getirme, her şeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (cc) için gayet kolaydır. Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok, can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık her şeyi Bilen’den öğreniyoruz.

Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârit olabilir: Bu kabil musîbetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de mâsum telef olup gitmektedir. Acaba buna dair bir şeyler söyleyebilir misiniz?

Hemen arz edeyim ki, bu istifham da yine, akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıktan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı; belki bu itirazın da mâkul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Hâlbuki, insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu, semere zamanı ve nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme yeridir. Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle, mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiîlik yoktur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en mâkul ve en mantıkî olanıdır. Zira ikinci dirilişte, herkes niyetle davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire mâruz kalacak veya lütûfa mazhar olacaklardır.

Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir. Böyle bir süre, insanın iradesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup; ve yine her şeyi bilip gören Zât’ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka bir şey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferit olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur.

Öyle zannediyorum ki, pek çok meselede olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim, kudret ve iradesini bilememe, inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zaviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvâcehesinde, kafalarımızı, hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle, şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecektir.

Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnetsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikametinin bozulmasına değil de, hâlâ istikametini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir.

Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddiâ edilebilir. Ne var ki, imana taalluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda, itikatla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihan-pahâdır. Bu itibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir.

Bu hususu nazar-ı itibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız.

Cesâmet: Büyüklük, irilik
Meşîet: Dileme, isteme
Muvâcehesinde: Karşısında, önünde.
Revnaktâr: Parlak
Serencâme: Başa gelen, baştan geçen hadiseler

Sızıntı, Mart 1981, Cilt 3, Sayı 26

İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Nedir?

Her şey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tespit edilmiştir. Yani kâinat için vârit ve vâki olan her şey, insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârit ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, yine belli esaslar içinde varlığı sürdürme ve belli zaman sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattir. Her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da söner gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebetlere kadar da devam edecek bir çark ve nizamdır.

Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir ahenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında ortaya çıkarılıp geliştirilen pozitif ilimler, o ilimlere ait sabit prensipler ve âlemşümûl kaidelerle, her şey için böyle bir ilk belirleme, bir tayin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir ilk plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve ahengi izâh etmek, ne de onunla alâkalı, müspet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın alabildiğine hendesî, alabildiğine riyâzî; yani, tespit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik lâboratuvarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kaideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sabit bir kısım kaidelerle, fezanın derinliklerine açılmak kabil olmuştur.

Ahenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. Aslında ilimler mevcut olan bir kısım kaide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onlara belli ad ve unvanlar kazandırmışlardır.

Bu ifade ile, ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer ve ağırlıklarına dikkati çekerek, çok daha mühim hususların nazara alınması lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve ahengi, bir ilk belirleme ve kaderî bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!

Bugün, bütün varlıklar için hükümfermâ görünen bu kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile var. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkit edilecek bir mevzu olsa bile, âlemşümûl bir ahenk ve bu ahengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça mânidardır.

Aslında inanç ve itikada müteallik her hakikat, kendi kendine var ve haricî destek ve itiraflara dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları bu türlü haricîliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait beyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize “Yerine dön!” çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenakuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa-temas etmekte fayda olacağı, kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet haricî beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenâsüp ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar her şeyin göz doldurucu bir nizam ve intizamla hareketi, bütün eşyayı kıskıvrak bağlayan bir tayin ve takdire, bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O’nun iradesine ram ve O’na inkıyat üzere, hâlden hâle dönerek, bugüne kadar devam edegelmiştir.

Ancak, insan ve benzeri, irade ve hürriyete sahip varlıklar için, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra iradeliler, iradeleri altına giren hususlarda, emsallerinden bütün bütün ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de “önceden belirleme”nin mânâsı, insan ve benzerleri için değişik bir hüviyet alır. Ve, esasen sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekten doğmaktadır. Bu itibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavramanın, kısmen dahi olsa, meseleyi halledeceği kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i ilâhînin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.

Evet, insanın bir hürriyet ve iradesi, bir meyil ve seçme istîdadı vardır. Ve o hürriyet ve irade, meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevap ve günah insana nispet edilir. İnsan irade ve isteğinin, meydana gelen neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irade, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabul edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irade dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes’ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes’ûliyet ve cürümü önceden tâyin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes’ûliyet ve cürümden muallâ ve müberrâdır.

Meselâ, O Yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış olup da, dese ki; “Eğer dakikada, şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm.” Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münasebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, vâdettiği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz.

İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz’î irade ve ihtiyarıyla, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muaheze görür veya vefalı sayılır mükâfata mazhar olur.

Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur; ulu dergahta affedilmediği takdirde de mutlaka muaheze görür.

Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcı’nın, her şeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan iradesinin tevfik edilme keyfiyetini…

Allah’ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi her şey, sebep ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. O noktada, önce-sonra; sebep-netice; illet-mâlul; evlat-baba, bahar-yaz bir vahidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra, önce gibi; netice, sebep gibi; mâlul de illet gibi; bilinir ve hükmedilir.

Kimin, hangi istikamette nasıl bir temayülü olacak ve kim adî bir şart ve sebepten İbaret olan iradesini, hangi yönde kullanacak, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeplere göre meydana gelecek neticeler takdir ve tespit etmek, insan iradesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, iradesi kabul edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine: “Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahane hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz.” dese, onların iradesini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikamette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temayülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum.” ferman etse, O’nun iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.

Binaenaleyh, “ilk belirleme”de iradeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.

Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah (cc)’ın ilmî programlarından ibarettir. Yâni, kimlerin hangi istikametlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir Bilmekse, hariçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hariçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, Yaratıcının kudret ve iradesi icat eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdir ve tayin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, “İlim, malûma tâbidir.” sözüyle ifade ediyorlardı. Yani, nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücût bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce Yaratıcı’nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hariçte, herhangi bir şeyin varolmasını mecburî kılmaz.

Hâsılı; Allah, olmuş, olacak her şeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratacaktır.

Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman Öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden tayin edilmiş olması, mes’uliyeti giderici değildir. Zira takdir onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır Bu itibarla da, cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de muahezeye tabî tutulacaktır.

Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütalâa edilmesi şarttır. Bizim bildiğimiz şey, selefin sağlam prensipleri içinde meselenin avam anlayışına intikal ettirilmesinden ibarettir.

Cebriye: İnsanın iradesini inkâr eden sapık bir mezhep
Hendesî: Geometri ve muntazam şekillerle alâkalı
Mübeccel: Muhterem, yüceltilen, çok saygı gösterilen
Müberrâ: Fenalıktan uzak kalmış, temiz, noksansız, münezzeh
Tenâsüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu

Sızıntı, Nisan 1981, Cilt 3, Sayı 27

Ülfet Nedir ve Menfî Tesirleri Nelerden İbarettir?

Ülfet; alışıklık, dostluk, muhabbet karşılığı bir kelimedir. Burada kastedilen mânâ ise, az çok bunlarla alâkası bulunmakla beraber, daha geniş ve daha şümûllüdür.

İnsanın eşya ve hâdiselerle münasebeti, böyle bir münasebetten hâsıl olan mânâlar ve bu mânâların vicdan derûnunda bırakacağı akisler, esintiler ve daha sonra insanın davranışlarında beliren farklılıklar.. bir düzine vak’alardır ki, birbirini netice veren bütün bu şeinlerle, ruh canlı, dinamik ve duyarlı kalır.

Evet, varlığın güzellik ve cazibesine karşı insanın duyacağı hayranlık, kezâ bir saat gibi işleyen umumî nizama karşı onun içinde uyanan merak ve tecessüs, keşfettiği her yeni şeyle vasıl olduğu irfan ve daha derinlere inme arzusu; nihayet bu bilgi parçacıklarını bir araya getirerek derli toplu düşünmeye ulaşması, onu her hâdise karşısında duyarlılığa, zihnî cevvâliyete, ruhî faâliyete ve daima uyanık bulunmaya sevk eder.

Aksine, etrafındaki bin bir güzellik cümbüşünü duyup görmemesi ve birbiriyle uyum içinde olan kombinezonlar karşısında hissiz ve alâkasız kalması; gördüğü şeylerin sebep ve hikmetlerine inememesi; gördüğü şeyleri görüp geçmesi; ruhunda bir türlü irfana erememesi, onun duygusuzluğunun, ruhî ölgünlüğünün ve gözleri kapalı yaşamasının ifadesidir ki; böylelerine, ne kâinatın esrarlı kitabı, ne de her gün gözleri önünde enfüsün yaprak yaprak açılması hiçbir şey anlatamayacaktır. “Üzerine uğrayıp geçtikleri nice mucize (ve hârikalar) vardır ki, ondan yüz çevirip durmuşlardır.”[1] Yararlanamamışlardır olup bitenlerden; ibret alamamışlardır doğup batanlardan!..

Etrafında olup bitenleri sezen bir insanın, varlığa karşı duyduğu hayranlık ve tecessüs, onun için, önü sonu olmayan nâmütenahî denizlere açılma gibidir. Bu seyahatin her merhalesinde kendisine esrarlı sarayların altın anahtarları verilir. Dupduru gönlüyle, kanatlanan duygularıyla, terkipçi zihniyle, ilham esintilerine hazır ruhuyla teveccüh edip yürüdükçe ve emip hazmettiği şeyleri vicdanına duyurdukça “her taraf bağ-ı irem” olan düşünce dünyasında cennet bağları serpilip gelişmeye başlar.

Bu ruh ve bu anlayışa eremeyenler ise, etraflarını çepeçevre saran alışkanlıklar çeperinden bir türlü dışarıya çıkamadıkları için, eşya ve hâdiselerin monotonluğundan şikâyet eder dururlar. Bunların nazarında her şey kaos, her şey karanlık ve mânâsızdır. “Her mûcizeyi de görseler yine ona inanmazlar.”[2] Dimağlarında zincir, ruhlarında bukağı ve “Kalblerine mühür vurulmuştur, anlamazlar.”[3] Böylelerinden hiçbir hayır ve semere beklenemez, bunlardan bir şeyler ümit etmek beyhûdedir.

Bir de bilip duyduktan, görüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikten sonra, alışkanlığa dönüp gömülme vardır ki; her hâlde sualle öğrenilmek istenen de budur. Yani, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra, değişen dünyâlar, yenileşen güzellikler; derinleşmeyi, buûtlaşmayı gerektirdiği hâlde alâka ve duyarlılığını yitirip hiçbir şeyden ders almama vardır ki, maâzallâh, bu hâl insan için bir sukut ve duygularının ölümü demektir.

Böyle bir duruma dûçar olan, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşturulmazsa; kulağını açıp mele-i a’lâ’dan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, içten içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir.

Bunun içindir ki, kâinatın nâzımı Yüce Yaratıcı, dâima değişik ses ve soluklarla ders ve ikazlarda bulunup, hep yeni yeni, açık dilli ve açık mûcizeli sâfî mürşitler göndererek, ezelî nutkunu tekrar ettirip gönüllere fer, bakışlara da aydınlık getirmiştir. Ve, yine onun içindir ki, insanların alışkanlık peydâ ettikleri şeylere karşı, daima onların vicdanlarını uyarmış ve aklın eline verdiği tabloların tekrar tekrar gözden geçirilmesini istemiştir.

Evet, O kitabında, insanoğlunun yaratılıp yeryüzüne yayılması; bir hayat arkadaşıyla huzur ve itminana kavuşması; göklerin ve yerin hilkatindeki azamet ve ihtişâmı; dillerin; lehçelerin ihtilâfı gibi düşünmeyi gerektiren hususları, gece ve gündüz deverânının getirdiklerini, şimşek ve yağmurla gelen rahmet gibi şeyleri, değişik ifadelerle o kadar çok zikretmiştir ki, düşünen, bilen, duyan ve aklını kullananlar için, hiçbir alışkanlık ve ülfete mahâl bırakmamıştır. “O’nun âyetlerinden (kudretinin mucizelerinden) biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz yeryüzüne yayılan insanlar oluverdiniz. O’nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşıp itminana ermeniz için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum, için ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de geceleyin uyumanız ve gündüzleri O’nun lütfundan rızık ve nasibinizi aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de, size korku ve ümit dolu şimşeği göstermesi, gökten su indirip öldükten sonra onunla yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için ibretler vardır.”[4] Semavî beyan, daha yüzlerce ikaz ve irşatlarıyla, yanından geçip yüzünü göremediğimiz, binlerce hârika ve mucizeye dikkatimizi çekerek, ülfeti dağıtmaktadır. Ama yine de her biri bir bülbül gibi şakıyan hâdiseleri görüp hissedemezler.

“O mâhiler ki, derya icredür, deryayı bilmezler.” (Hayalî)[5]

Bundan başka bir de, düşünce ve tasavvurdaki ülfetin, insanın davranışlarına, ibadetlerine aksetmesi vardır ki, ferdin aşk, vecd ve heyecânının ölümü demektir. Bu duruma düşen fertte, ibadet aşkı, mes’uliyet duygusu, mâsiyetten nefret, günahlarına ağlama gibi şeyler bütün bütün zâil olur gider. Bundan böyle onu eski hâline ircâ da, oldukça zordur. Çok temiz soluklar, dupduru hatırlatmalar gerektir ki, o, yeniden kendini bulsun; etrafını görsün ve gönlüne inip çıkana nigehbân olsun.

İnsanoğlunda, yepyeni bir ruh mayalamak için gelen her yeni nefes, ona bu mânâyı fısıldamıştır. Evet, insanlık için eskime ve kadavralaşma mukadderdir; ama, kendini yenilemek de imkânsız değildir. Elverir ki katılaşmasına karşı ruhuna neşter çalan ele saygılı olunsun. “Hâlâ insanlar için vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah‘ın (c.c.) zikrine ve inen hakikate saygılı olup da, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçmesiyle kalbleri katılaşmış ve çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar.”[6]

Hulâsa olarak diyebiliriz ki, ülfet, insanoğluna musallat büyük bir musîbettir. Ve çokları da, bu musibete giriftâr olmaktadır. Bu duruma düşen kimse, etrafında olup biten şeylere karşı gâfil; kâinat kitabındaki güzelliklere karşı kör ve hâdiselerin hak söyleyen dillerine karşı sağırdır. Bu itibarla da, inancında sığ ve yetersiz, ibadetinde aşksız ve vecdsiz, beşerî muamelelerinde de muhasebesiz ve haksızdır. Onun bu durumdan kurtarılması, kuvvetli bir inâyet elinin uzanmasına; kulağını işitir, gözünü görür kılmasına vâbestedir.

Bunun için de, ülfete düşenlere âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür imkanı sağlanması; ölüm ve âhirete ait levhaların düşündürülmesi; çeşitli müesseselerin gezdirilip gösterilmesi; dinî ve içtimâî bir kısım faaliyetlerde bulunmalarının teşvik edilmesi… ayrıca mâzînin altın sayfaları sık sık mütalâa ettirilerek şanlı geçmişlerimizin nazara verilmesi; düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarıyla karşılaştırılmaları gibi vesilelerle böylelerinin kendilerini yenilemelerine zemin hazırlanmalıdır.

Kısaca arz edilen bu altı husus gibi, yapılacak ve söylenecek başka hususlar da olabilir; ancak biz, bir fikir verebildiğimiz kanaatiyle bu kadarını kâfî görüyoruz.

Kalblerin anahtarı elinde olanın, ülfetimizi gidermesi dileğiyle…

Âfakî:Dış dünyaya ait
Cevvaliyet:Canlılık
Enfüsî:İnsanın iç dünyasına ait
Giriftâr olmak:Tutulmak, yakalanmak
Hilkat:Yaratılış
Kombinezon:Tertip, düzenleme, tedbir
Mele-i a’lâ:Yüce topluluk
Ülfet:Alışma, kanıksama
Vecd:Coşku, İlâhi aşkın insan benliğini bütünüyle sarması

[1] Yûsuf sûresi, 12/105
[2] En’âm sûresi, 6/25; A’râf sûresi, 7/146
[3] Tevbe sûresi, 9/87
[4] Rûm sûresi, 30/20-24
[5] Banarlı, N. Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 1/574.
[6] Hadîd sûresi, 57/16


Sızıntı, Mayıs 1981, Cilt 3, Sayı 28

Taklîdî ve Tahkîkî İman Ne Demektir?

Taklit; benzemeye çalışmak, birinin hareketlerini tekrarlamak; bir şeyin ‘kalp’ını yapmak demektir.

Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulamak için cehd ve gayret göstermekten ibarettir.

Kelam ilminde büyük bir yer işgal eden bu mesele, asırlarca en dâhî imamların münazaralarına medar olmuş, oldukça nazik bir mevzudur. Böyle ciddi mevzuun, ulu orta ele alınması gayr-ı tabiî sayılsa bile, günümüzdün getirdiği bir kısım meseleler karşısında biz bunu zarurî görmekteyiz.

Evet, günümüzde taklit ve tahkik meseleleri, eski ehemmiyetlerine ilaveten daha da kıymetlenmiş ve nezaket kazanmışlardır. Zira bir taraftan tahkikte usul ve metot değişirken, beri tarafta da, bilgiyle beraber taşınan şüphe ve tereddüt,en ücra yerlere kadar sokularak taklîde ait her şeyi tarumar etmiştir. Artık yeni nesiller, eskilerin inandığı gibi ‘niçin’ siz ve ‘neden’ siz inanamıyorlar. Taklit, onların ruhlarına yabancı ve düşüncelerine ters geliyor. Bir bakıma haklı da sayılabilirler. Çünkü başkalarının hareketini tekrardan ibaret olan taklit, düşüncede şahsiyetsizliğin, anlayışta bağnazlığın, ferdî mükellefiyet ve muamelâtta müsamahasızlığın beslenip gelişmesine en müsait bir atmosfer sayılmaktadır.

Nice kavim ve cemaatler vardır ki; en sağlam itikadî prensipleri, sırf alışageldikleri şeylere uygun bulmadıklarından ötürü: ‘Biz babalarımızı üzerinde bulunduğumuz yola uyarız.’ (Kur’an-ı Kerim) diyerek, reddedilmişlerdir. Bu katı görüşün indirdiği balyozlarla kim bilir, nice elmas gibi hakikatler paramparça oldu; saadet ve fazilete giden yollar tıkandı. Ve, kim bilir, üç beş beyinsiz yüzünden ne kadar zaman ve nice milletler dünya ve ukbâ hüsranına uğradılar…

Vâkıa, insanın taklit etmesi gerekli olan şahıslar da yok değildir. Ne var ki, insanoğlunun öteden beri taklit edegeldiği bu zevatı, alelâde insanlar içinde mütalaa etmeye iman yoktur. Bunların herbirerleri, belli devirlerin ay’ı, güneşi; asırların nûru, ziyası; cin ve insin reis ve efendisi olmuşlardır. Zâten, daima Hak’la münasebetten olan, Hak’tan te’yid gören ve hep aydınlıkta yürüyen bu kimseler, imam ve rehber olsunlar ve kitleler tarafından taklit edilsinler diye gönderilmiştir.

Bu, özleri, sâfi, düşünceleri duru; kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanlar, hiçbir zaman hasîs işlerle yaralanmamış, maddeye serfürû etmemiş; doğruluktan ayrılmamış; alabildiğine hasbî; alabildiğine diğergâm ve alabildiğine incelerden ince yaşamışlardı. Üstelik bütün bir hayat boyu da, bu fevkaledeliği devam ettirmişlerdir.

Kaç insan gösterebilirsiniz ki, girdiği bir yol ve başlattığı bir işi sonuna kadar, aynı saflık, aynı duruluk içinde devam ettirmiştir. Halbuki bu zatlar, üç beş insanla hizmete başladıkları devrede, nasıl bir düşünce ve davranış içinde iseler, cihana hükmettikleri zaman da aynı davranış ve düşünce içinde olmuşlardır. Makamlar, mansıplar, hırslar, tama’lar onların ayaklarına zincir vuramamış; zaferler ve muvaffakiyetler bakışlarını bulandıramamıştır. Enbiyâdan asfiyâya, ondan müceddit ve müctehidlere kadar, tarihin kaydettiği bütün hakikat erleri, insanlığın büyük bir kısmı tarafından daima taklit etmişler ve kıyamete kadar da taklit edileceklerdir.

Taklidin bu türlüsü, yönlendirici, yüceltici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Bu taklitte, hürriyet ve iradeyi nefy ve inkâr yoktur. Bilakis hürriyet ve iradeyi müdafaa; ama, su-i istimal edilmelerine meydan vermeme vardır.

İnsanoğlu için ışık ve rehber sayılan ve düşüncede, tasavvurda, yaşamada, ona hep öteleri gösteren bu semavî taklit, daima mübeccel kalacaktır.

Mezmum ve zararlı taklid ise, akl-i selim kâle alınmadan; müspet fenlerin ortaya koyduğu sâbit neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânasına hakâret ve insanı, kendi gibi aciz, zayıf varlıklara kul ve köle eylemektir.

Taklidin böylesine bin nefrîn ve bunu tavsiye edenlere de yazıklar olsun!..

Şimdi bir parça da, sualle izahı istenen (taklit) üzerinde duralım:

Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp bildiği gibi, inanması ve netice itibariyle de davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla de ‘ilm-i yakîn’ bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Vâkıa, taklîd etmede takip edilen zatların, cazibe ve kuvve-i kudsiyesi ve bazı kere de, onlara karşı olan hüsnü zan mukallitlerin sebat ve devamlarının netice verebilir. Ama bu durum, hem çok nâdir, hem de ‘objektif’ değildir.

Meselenin gerçeğe aykırı, bu yönünden olsa gerektir ki; ehl-i sünnet imamlarından bazıları, taklide bir kıymet atfederken, diğer bir kısmı bu görüşün aleyhinde olmuşlardır.

Kanaat-i acizanemce, araştırma ve tahkik imkanını bulamayan bir kısım ümmî kimselerin -inanılan şeylere ta’zimin gereği olarak- imamlarını kabul etme mecburiyetine binâen (taklit)in geçerli olduğunu tercihte ihtiyat ve tedbir vardı. Ancak fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklidin mukavemet edemeyeceği de muhakkaktır. Bu bakımdan da -bilhassa günümüzde- tahkik yolunun işlettirilip, umûmî bir şehrâh haline getirilmesinde zaruret vardır.

Evet, kalbi ve rûhu itibariyle, kâfî derecede doyurulup tatmin edilemeyen gençliğin, hâli hazırdaki çılgınlığı, taklidin sâlim ve sıhhatlı bir yol olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, ilâhî kelâmın büyük bir kısmı, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımızı yakalayarak, bizi hep yeni yeni şeyler göstermekte ve daima cedid ve ceyyid bakış açıları kazandırmaktadır. Bizzat, o Kelam-ı Kadim’in şanlı tebliğcisine ‘De’ki; işte benim yolum budur: Allah’a basiretle da’vet ederim, ben ve bana uyanlar…’ dedirterek, büyük da’va ve da’vetin esasının (basiret) olduğuna dikkat çekilmektedir. Hele, İlâhî beyanın takriben beşte birinin insanı araştırmaya âfakî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik buyurduğu düşünülecek olursa, (tahkîk)in ağırlığı kendi kendine ortaya çıkar.

Bu büyük hakikatin, çoklarınca vaktinde kavranılmış olmaması, neslin büyük bir kesiminin maddî, manevi perişaniyet ve sefaletine sebebiyet vermiştir. Eğer bu gerçeği biraz daha önceden karayarak, kalb ve rûhu aç olan insanımızı (tahkik)le doyurabilseydik, bugün çeşitli sarsıntılarla kaybettiğimiz kurbanların sayısı üzücü ve utandırıcı bir seviyeye ulaşmayacaktı. Heyhat! Göremedik ve bilemedik. Nihayet dünkü felâketzedelerin zakkum olan yemişleri bütün bir cihanı dolduracak hale geldi. Müntesiplerinin cehaleti, hasımlarının amansız düşmanlığı karşısında ‘Esmezse, bir ezelî nefha yakında’ daha nice civanlar eriyip gidecek bir yakıcı atmosfer içinde.

Ümit ediyoruz ki, son felaketlerle iyice, ırgalanan insanımızın aklı başına gelmiş olsun da, bir kere daha tarihî tekerrürlere girilmesin.

Günümüzde, araştırma ve tahkik en ehemmiyetli bir mevzu haline gelmiştir. Baştan başa milletin, bu istikamette uyarılmasında zaruret vardır. Tahkike götürücü eserlerin mütalaa edilmeleri üzerinde ısrarla durmak şarttır. Keza, bu istikamette tertip edilecek konferans ve seminerlerin, yurt sathında yaygınlaştırılması da mübrem bir ihtiyaçtır.

Kitaplar, bu mevzu etrafında tahşidat yapmalı. Mecmua ve gazetelerde bu hususa geniş yer verilmeli ve her mahfîl bu istikamette değerlendirilmelidir.

Bağrı yaralı vatanımın, düşününe ve araştıran insanlara iyiye ve fazilete ereceği ümidiyle.

Sızıntı, Haziran 1981, Cilt 3, Sayı 29

Allah (celle celâluhu) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir?

Allah (cc) Mülkü İstediğine Verdiğine Göre, Neden İnanmayanlara Vermiştir de, İnananlar Geri Kalmış ve Terakkî Edememişlerdir?

Evvelâ, yaratana suâl sorma mevkiinde olmadığımızı, olamayacağımızı bilmek edebin ifadesidir. Varlığın asıl sahibi O’dur; O, dilediğini aziz, dilediğini zelil; istediğini sultan, istediğini dilenci kılar da kimse ona hesap soramaz. Her icraatında çok hikmet ve maslahatların bulunması her işi, akla ve fikre hayret verecek şekilde cereyan etmesi muhakkaktır. Ne var ki, bütün işlerindeki gerçek mantık ve hikmetleri yine sadece kendisine aittir. Bizim, o fayda ve maslahatlar adına öne süreceğimiz her şey, ya onun anlattıklarının bir tekrarı veya idrak edebildiğimizce ortaya atılmış bir kısım tevilciklerdir. Bu türlü te’vil ve tefsir gayretleri, tereddüt ve şüpheleri gidermeğe yarasa bile, hiçbir zaman asıl hakikati ifâdeye yetmeyecektir.

Bununla beraber, bu hususta söylenmiş ve söylenebilecek bir kısım hakikatleri sıralamada fayda mülahaza ediyoruz:

1. İlk önce, ortaya atılan tereddüt üzerinde duralım: Allah’ın, (c) mülkü ve dünyayı inanmayanlara verip de, bütün bütün inananları mahrum bıraktığı doğru değildir. Aksine, belli devirlerde ve belli şartlarla inananlar, inanmayanları bir hayli gerilerde bırakacak şekilde ilerlemiş ve dünyayı, maddi, mânevi hakimiyetleri altına almışlardır.

Nebiler kumandası altında çok iyi inanmış bir Tevrat toplumu, kitabına ve peygamberine saygılı bir İncil toplumu asırlarca, dünya çapında devletler kurmuş ve hükümran olmuşlardır. Ve hele Kur’an toplumu, köklü inanç ve sağlam prensipleri sayesinde, dünyanın çeşitli kıtalarında, çeşitli medeniyetler kurmuş ve asırlarca beşerin kaderine âdilâne hükmetmiştir.

Bu itibarla, bir kısım inkarcı mürtecilerin zannettikleri gibi, inkar ve ilhadı ilerletici, inancı da geriletici unsurlar olarak görmeye imkan yoktur. Aksine, toplumların ileri ve müreffeh olmasında imanın rolü her türlü takdirin üstünde ve yeri doldurulamayacak kadar büyüktür. Ancak, hikmetlerin kavranması ve sebeplere riayetin şart koşulduğu bu dünya hayatında, o hikmet ve sebepler dairesi içinde harekete de zaruret vardır.

2. Yüce Yaratıcı, imkânlar bahşedip yükseltmek istediği toplumlarda, âdî şart ve vesileler olarak bir kısım şeylerin yerine getirilmesini ister. Bu şart ve vesilelere riayet edildiği takdirde, o toplumu yükseltir ve müreffeh kılar. Aksine, riayet edilmediği zamanda perişan ve derbeder eder. Bu şart ve vesileler inananlar için bahis mevzuu olduğu gibi, inanmayanlar için de her zaman bahis mevzuudur. ‘Her mü’minin her sıfatının mü’min olması lazım gelmediği gibi, her inançsızın her vasfının da küfür olması lazım gelmez.

Nice kimseler vardır ki, dupduru ve tertemiz inançlarıyla beraber, boylarınca bâtıl vasıflar ve kötü hasletler içindedirler. İnandığı halde haram yiyen, yalan söyleyen, tembellik ve atalet içinde bulunan, tefekkürden hoşlanmayıp, ilmi sevmeyen insanların sayısı hiç de az değildir. Ve, yine nice kimseler vardır ki, inanmadığı halde, ilme aşıktır. Düşünmeyi sever. Başkalarının hukukuna karşı saygılı ve riâyetkardır. Yalan nedir bilmez. Boş oturma ve boş konuşmadan nefret eder. Evvelkisi, kafir sıfatlarını taşıyan bir inançlı, ikincisi de mü’min sıfatlarım taşıyan bir inançsız.. Bütün alemlerin Rabbi olan Yüce Yaratıcı, vasıf ve hasletlere göre hüküm verdiği için, mü’min vasıflarıyla serfiraz olanı, bu dünya hayatında yükseltecek ve bir bakıma mesut edecek, diğerlerini de, yine bu hayat itibariyle perişan ve sefil kılacaktır. Diyelim ki Cenabı Hak, sistemli düşünmeyi, ilmî gayreti, çalışma ve yorulmayı, hususiyle metotlu çalışmayı seviyor. Ve bunların aksi olan, düşünmemeyi, ilimle uğraşmamayı, tembellik ve uyuşukluğu ve çalıştığı zaman da sistemsiz ve metotsuz çalışmayı sevmiyor. Şimdi, buna göre O, yükseltmek ve alçaltmak; aziz ve zelil etmek istediklerini, yukarıda bir kısmını sıraladığımız vasıflara ve hasletlere göre yükseltecek, alçaltacak; aziz ve zelil kılacaktır. Zira O, hükümlerini vasıflara göre vermektedir. Kim, taşıdığı sıfatlarıyla, sonsuz kudret ve inayetle münasebete geçerse, herkesin hukukunu görüp gözeten Erhamürrahimin tarafından te’yid görür ve ilerler.

Evet, hangi toplum sistematik düşünüyor, hangi millette ilim aşkı var; hangi topluluk gayretli ve çalışkan ise, o topluluk inançsız dahi olsa, bu güzel hasletlerinden ötürü, muvakkat dünya hayatında mutlu ve müreffeh olacaktır. Aksine ise, bir şey söylemek oldukça zordur..

Böyle bir muvazenede imanın kendine has ağırlığı ise, gönülden inanmışlar için ebedî saadete vesile olma gibi bir mazhariyettir ki; her mü’min inancının semeresini kat kat görecek demektir.

3. Maddi terakkî ve teknik üstünlük, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, halihazırdaki nesle intikal eden mirasın, çok iyi değerlendirilmesine; iş bölümü ve mesailerin tanzimine; atâlet ve miskinlikle mücadeleye bağlıdır. Bir toplum, geçmişini inkar ediyor ve kendine intikal eden mirası hor görüyorsa; keza, herkes her işe karışıyor ve umum işler ehil olmayanların elinde kalıyorsa, o toplumun terakki etmesi asla düşünülemez.

Oysaki, bugün ileri gördüğümüz dünya, kendisine intikal eden mîrası çok iyi değerlendirdi ve asla geçmişi tahkirle uğraşmadı. Tahkirle uğraşmak şöyle dursun, geçmişle, hali, yan yana getirdi ve terkiplerini ondan çıkardı.

Bu dünyada, halihazırdaki parlak durumu ve gelişmiş teknolojiyi, esas ve kıstas kabul ederek, geçmişini inkar eden, onu hakir gören tek ferde rastlayamazsınız. Galileo, bütün hatalarına rağmen Copernik’i saygıyla yad eder; Einstein, yanlışlarını ıslah ettiği Newton’u hürmetle anar. Ve bu anlayış daha sonraki nesillere, onları ve eserlerini müşterek mütalaa etme fikrini ilham eder.

Ah, benim Gazalim, İbn-i Sina’m, El-Cabir’im, Eb-ul Heysem’im, Eb-ullz’im.! (vs) sizi kameti kıymetinize göre tanıyamadık. Bıraktığınız muhteşem mirası batıya kaptırdık ve şimdi onun istirdat [1] yollarını araştırıyoruz. Hayır hayır istirdat değil; batının bin bir akrobatlığı karşısında, şaşkın, beceriksiz, mahkur [2], mezmum [3], menfur [4] ve merdut [5] bir topluluk gibi hediye ve ulufe bekliyoruz.

Ve, yine bu ileri dünya, mesailerin tanzimine, iş bölümüne ve ihtisasa ehemmiyet verdi. Kim, hangi işi yapacaksa, daha başlangıçta o yola girdi ve o istikamette melekelerini geliştirdi. Bütün bir ömrünü böyle belli bir yönde tüketen ve himmetini belli bir noktaya teksif edenin ilerleyip muvaffak olmasından daha tabii ne olabilir? Yoksa, üçüncülüğü kabul eden bir dünyada olduğu gibi, sabah deve çobanı; öğlene doğru zürra [6]; akşam üstü sanayici ve yatarken de idareye talip olanların teşkil ettiği bir toplumda ne memleket kalkınmasından, ne de maddî refah dan bahsetmeye imkân yoktur.

4. Yüce Yaratıcının iki kitap ve iki çeşit kanun mecmuası vardır:

 Her bir meselesi bir ilme mevzu olan şu kâinat kitabı,

 Bu muhteşem kâinat sarayını kuran zâtın kâinat ve onun seyircileriyle alakalı beyanlarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim.

Birinci kitapta eşya ve hadiseler konuşur. İkinci kitapta ise, söz ve kelimelerle, birinci kitabın şerh ve izahı; seyircilerin vazife, mesuliyet ve gidecekleri yer anlatılır.

Birinci kitap, fizik, kimya, astronomi gibi dillerle kendini bize tanıttırır . Ve elektronlardan nebülözlere kadar geniş bir sahada dersini takrir eder. İkinci kitap, bu dağınıklığı derler, toparlar, ulvî bir bâtının zahirî ve yüce bir hedefin vesilesi haline getirir.

Her iki kitabın kısmen farklı, kısmen de müşterek ahkâmı vardır. Beşer bu iki kitabın ahkâmına da uyma mecburiyetindedir. Her iki kitabın ahkâmına uymanın mükafatı, muhalefetin de cezası vardır. Ancak kâinat kitabına uymamanın cezası ekseriyet itibariyle dünyada, Furkan-ı Mübin’e uymamanın cezası da, umumiyet itibariyle ahirette verilmektedir. Buna göre, her iki cihanın saadeti de, her iki kitabın ahkâmını inceden inceye tetkik edip kavramaya ve o çizgide hareket etmeye vabestedir.

Şimdi, bir toplum, eşya ve hadiseleri didik didik edercesine, tabiat kitabını okuyor ve onun ahkâmına uyuyorsa, dünyada bütün varlıklara merhamet eden Alemlerin Rabbi, O toplumu, bu muvakkat hayatta başarıya ulaştıracak ve yükseltecektir. Aksine, eşya ve hadiselere karşı kör ve sağır yaşayanları da, bu hayatta zelil ve perişan kılacaktır.

Evet, bir toplum, istenildiği gibi ve sıhhatli bir imana sahipse, onun ebediyen mesut olacağında kuşkuya mahal yoktur; ancak, dünya mutluluğu için gerekli olan malzemeyi değerlendirip kullanmadığı zaman da dünya hayatı itibariyle tokat yiyeceği muhakkaktır.

5. Maddî terakkî ve üstünlük, bazen, ruhen yükselememiş toplumları, azdırır ve saldırgan kılar. Günümüzdeki süper devletlerin, insanlığın kaderiyle oynamaları; içtimaî coğrafyayı değiştirip durmaları, maddî güç ve refah seviyelerine göre, kalbî ve ruhî hayatları yükselmemiş bütün toplumların, nasıl birer felaket toplumu olduklarını göstermesi bakımından çok manidardır.

Bu itibarla, inanmış dahi olsa,bir toplum, kendini keşfedeceği, benlik sırlarına ereceği, yani insanlık meleke ve kabiliyetlerini inkişaf ettireceği ana kadar hikmet eli, ona bahşedeceği şeyleri belli ölçüde verecek ve onu azdırmayacaktır. Bu husus inançsız bir toplum için, her zaman bahis mevzuu olmasa bile, inançlı bir toplum için daima söz konusu olur.

6. Toplumun, taban ve tavanı kendi aralarında ‘uyum’ temin edecekleri âna kadar, ehil olmayanların şımarmalarına, kuvvet ve hakimiyet kazanmalarına meydan vermemek için, yükseltme hükmü kısmen imhâl [7] edilir; ama, katiyen ihmâl edilmez.

Sen’in hikmetin ne kadar güzel, hükmün ne kadar tatlı..!

7. Değişen dünya, yenilenen şartlar ve umumî ahval muvacehesinde, aklın ve ruhun harekete geçirilmesi; bize ait kaynakların yeniden ele alınması ve günün ışığı altında didik didik edercesine bir kere daha gözden geçirilmeleri, evet bütün bunlar için, toplumumuzun hayat ve kültür seviyesi muvakkaten düşürüldü. Yani, aldatıcı ticarî emtiaya ve kalp paralara, geçici olarak pazar ve piyasaya çıkma izni verildi. Ta, asırlardan beri karanlık izbelerde ve ufunetli dehlizlerde terkedilmiş bulunan eşsiz elmaslar, sahihleri tarafından, yüzlerindeki tozu toprağı alınarak, saykıllanarak kalp paraların yerine piyasaya sürülsün ..

Diğer bir ifade ile, toplumumuz, bu mağlubiyet döneminde, hasımlarının çeşitli hokkabazlıklarıyla karşı karşıya bırakıldı ve tagallüplerin, tahakkümlerin, tasallutların en acılan, kendisine tattırıldı. Ta, ilerideki dünyasını, düşmanları ve onların entrikalarını bilmişlik üzerine kursun ve o dünya için vârid olan tehlikelerin ortaya çıkacağı delikleri şimdiden tıkamış olsun…

8. Ayrıca, her inanan insan, yüce hedefine doğru giderken, yürüyeceği yolun ve kullanacağı vesilelerin de hak olması lazımdır. Zira, batıl yol ve vesilelerle hak hedefe ulaşılamaz. Oysaki, günümüzde makyavelist düşünce o kadar yaygınlaştı ki, inanan insanlar arasında bile, başkalarını aldatmak, yalan söylemek, olduğundan başka görünmek ve hedefine varabilmek için her vesileyi meşru saymak, artık normal görülmekte ve normal kabul edilmekte.. Bu sevimsiz vasıflarından ötürü de, Yüce Yaratıcı, onları terbiye ediyor ve kendilerine gelmeleri için uyarıyor. Hattâ, geçici olarak hasımlarına ezdiriyor. Ama, er geç, gönlünü hakka verenlerin, doğru düşünüp doğru yaşayanların, yanî ezilen milletlerin de günü gelecektir. Bu dönemin sonu, başından daha hayırlı olacak ve rahmeti bol Yaratıcı, verdikçe verip bu toplumu hoşnutluğa erdirecektir.

[1] İstirdat: Geri almak, Geri almayı istemek
[2] Mahkur: Hakir görülen. Hakarete uğramış
[3] Mezmun: Zemm olunmuş, kötü
[4] Menfur: Nefret edilen, sevilmeyen
[5] Merdud: Reddolunmuş, kabul edilmemiş, kovulmuş
[6] Zürra: Ekinciler, ziraatçiler
[7] İmhâl: Mühlet verme


Sızıntı, Ağustos 1981, Cilt 3, Sayı 30

İnsanların Yaptıkları Hile ve Oyunlara Aynen Karşılık Verebilir miyiz?

İsimlerinden de anlaşıldığı üzere, hile ve oyun, inanan kimselere yakışmayan çirkin şeylerdendir. Hak bir din, doğru bir yol ve nurlu kitap, hileyi ve oyunu şiddetle reddeder. Evet, en olgun insanlık mertebesine namzet, eşsiz rehberin müstesna cemaatı, namzet oldukları yerin yüceliği kadar, hile ve aldatmadan uzaktırlar..!

Hilenin, inanan insana yaraşmadığını, biraz da umûmîleştirerek, aşağıdaki şekliyle takdim etmek istiyoruz:

1. Hedefi hak olan bir cemaatın, hedefine ulaşmasının en mühim bir şartı, hak olan yol ve vesilelerden ayrılmamasıdır. Bâtıl bir hedefe, bâtıl bir yolla varılır veya varılmaz; bunun her zaman münakaşası yapılabilir. Ancak; bâtıl yol ve vesilelerle, hak olan hedefe varmak, ilahî prensipler açısından mümkün olmadığında şüphe yoktur. Ne acıdır ki, günümüzde, doğruyu ve doğruluğu temsil ediyor gibi görünen pek-çok zümreler, kendilerine bir menfaat getireceği mülahazasıyla, gayr-i meşru vesilelere baş vurmakta ve hattâ bu davranışı, hasımlarına karşı muvaffakiyetin tek yolu olarak görmektedirler.

Temelden sakat ve gayr-i insanî olan bu faydacılık felsefesi, gönülden Hakk’a dübeşte olmuş insanların tertemiz atmosferlerinden fersah fersah uzaktır.

2. Hile, oyun birer kötü haslet ve kötülükleri de sürekli ve herkes içindir. Kimden kime, ne zaman ve hangi şartlar altında yapılırsa yapılsın bunlar daima kötüdürler. Yoksa, belli zamanlarda iyi, belli zamanlarda kötü; belli şahıslara karşı iyi, belli şahıslara karşı kötüdür şeklinde izafî olarak mütâlâa edilmemelidirler.

Bu itibarla, kim kime, ne zaman bir hile ve oyun yaparsa, mutlaka ona fenalık yapmış olur. İsterse, yaptığı şeyin aynısına aynı şahıs tarafından, daha önce kendisi de maruz kalmış bulunsun. Zira, başkalarının, bize karşı yaptıkları fenalıklar, hiçbir zaman aynı fenalıkları onlara karşı yapmamıza, meşru sebep sayılamazlar ve sayılmamalıdırlar.

Evet, kötülüğün türlü türlüsüne de maruz kalınsa, aynı kötülüklerle karşılık vermeye müsaade edilmemektedir. ‘Sizi Mescid-i Haramdan menettiler diye bir cemaata karşı beslediğiniz kin, sakın sizi tecavüze götürmesin. İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşınız.’ (Kur’an-ı Kerim)

Açıktan açığa onlarla karşılaşma ve muharebe hâli bahsimizden hariçtir.

3. Ticâretin esası doğruluk ve emniyettir. Hile ve iş oyunları ise, bu iki hususu da temelinden sarsar. Hile ve aldatmaya tevessül eden insan, ticarî hayatında, emniyet ve itimat edilmez bir insan olarak tanınır. Bu ise inanan bir insan için, oldukça haysiyet kırıcı bir husustur. Bir de buna, ‘Aldatan bizden değildir’ şeklinde yapılan tehditler ilave edilecek olursa, aldatmanın tamamen, aldatanın aleyhinde cereyan ettiği ortaya çıkar.

4. Hile ve iş oyunlarında, zahiren ve geçici olarak bir kısım kazançlar melhuz olsa bile, karşı tarafın, bu oyun ve aldatmaları sezeceği ana kadar devam eder. Böyle bir şeyin, onların nazarında uzun zaman gizli kalamayacağı düşünülecek olursa, kısa bir süre sonra, aldatılanların yapacağı tahribât, tamir edilemeyecek şekilde korkunç olacaktır. Belki de hile yoluyla kazanılan şeylerin bir kaç katı, böyle bir tahriple yok olup gidecektir. Üstelik, aldatanın haysiyetini de önüne katıp beraber götürecektir.

5. İnanan insanın hile ve iş oyununda bulunması, aynı kesimde bulunan bütün inançlıların, hilekâr ve aldatıcı olabilecekleri hissini uyaracaktır ki, böyle bir şey bütün mü’minlere karşı işlenmiş bir hıyanet ve cinayet sayılacaktır. Zira, bu türlü bir hareket, bütün inançsızları, imana ve imanlıya saldırtacağı gibi, bütün mü’minleri de mahcup ve perişan edecektir.

Bütün bunlardan sonra; tafsilatını bir başka zamana bırakarak; zaruretler muvacehesinde ve belli ölçüler içinde ve harplerde düşmanlara karşı hile yapmanın gerekli olduğunu da kaydederek mevzuu bağlamış olalım.

Sızıntı, Eylül 1981, Cilt 3, Sayı 31

Topraktan Yaratıldık; O Halde, Duada Ellerimizi Niçin Toprağa Doğru Değil de Göğe Doğru Çeviriyoruz?

Ellerimizin yukarıya doğru çevrilmesi, Yüce Yaratıcıya işaret, işlerimizi sonsuz kudrete havale etme ve yalvarış yakarış gibi hallerde olmaktadır. Bu gibi ahvalde, emre inkıyâd; yukarılarda pervâz etmeye hâhişkâr ruhun kanatlarıyla göklere doğru yükselme ve sultanlar sultanının huzurunda mest ve sermesi kendinden geçme, inanmış bir gönlün en zevkli ve en mutlu vaziyet ve hallerini teşkil eder. Bu lezzet ve zevki idrak edenler, şekeri kamıştan; gülü dikenden; yeri de gökten tefrik edemezler. Bu hali, bir kerecik olsun tatmayanlara gelince, şekil ve formüllerden kendilerini asla kurtaramazlar.

Keşke, emrolunduğumuz şeylerle, emreden Zâtın huzuruna yükselerek ‘çiy noktasına’ ulaşıp da rahmet halinde yere inebilseydik.! Ah, ne olurdu! Her hadisenin ses ve soluğunda, O’na ait nağmeleri duyup da, ‘niçin’ ve ‘neden’lerden kurtulabilseydik. Heyhat..!

Duada ellerin yukarıya kaldırılmasında çok şey söylenebilir ise de, biz şu bir iki hususla iktifa edeceğiz:

1. Evvela, bize dua etmemizi emreden zat, duada ellerimizin hangi istikamete dönük olacağını da tâyin buyurmuştur. Buna göre, dua bir ibadet olduğu, gibi, ellerin, belli şekilde ve belli yöne doğru kaldırılması da, o ibadete bağlı bir edeptir.

2. Duada ellerin yukarıya kaldırılmasıyla, yaratılışın menşei olan toprak arasında bir münasebet bulunduğu iddiası, oldukça garip ve anlaşılmaz gibi görünmektedir. Muhal farz, böyle bir münasebetin varlığından bahsedilse dahi, neden toprağın menşei olan fezayı ve semaları ayağımızın altındaki topraktan daha aşağı tutacağız?..

Kaldı ki el kaldırma, ne toprağa ne de toprağın menşeinedir; belki bütün bunların ötesinde, hattâ ötelerin de ötesinde, yalvarışlarla, yakarışlara cevap veren Yüce Yaratıcıyadır..

3. Toprağın, insan hayatında ağırlık ve ehemmiyeti ne kadar büyük olursa olsun, yine de belli ve sınırlıdır. O, insanın yaratılışında kullanılan malzemenin sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Evet insan, sadece karbon, azot, oksijen, hidrojen, kükürt gibi maddelerden ibaret değildir. O, bu maddi unsurlar çeperinin ötesinde, kalp, ruh, sır gibi taşıdığı bir kısım yüce hakikat ve lahuti duygular da ihtiva etmektedir ki, hepsi de yukarı âlemlerden gelmiş ve madde ile mukayesesi imkansız paha biçilmez şeylerdir.

Binaenaleyh, bütün üstünlüğü, kalp, ruh ve sır gibi melekelere sahip bulunmakla elde eden insan, kendini bu yüce duygularla donatan sultanına teşekkürlerini arz etmek veya el açıp yakarışa geçmek isteyince, bu dilek ve mesajları yukarı âlemlere ısmarlıyor gibi ellerini semalara doğru çevirmeden daha tabiîne olabilir?..

4. İnsanın yalvarıp yakarması, umumiyet itibariyle bir kısım ihtiyaçların giderilmesi istikametinde cereyan etmektedir; tıpkı bir dilenci gibi.. Dilenci, kapısına dikilip yakarışa geçtiği zâtın huzurunda, ellerini toprağa doğru değil, çevirdiği yön itibariyle daha çok o’na tazimde bulunacağı tarafa çevirir…

5. Yerinde, insanoğlu, başını yere koyup yalvarmağa durduğu an da olur. Secde hali, insanın, Yaratan’a en çok yaklaştığı bir pozisyon ve duaların da en fazla kabul edildiği bir ibadet şeklidir. Bu en makbul dua mahallinde, insan, hem elleri hem ayakları, hem de başıyla toprağa müteveccihidir. Yani, benliğinden geçmiş ve mahviyet içindedir.

Demek ki, O’na karşı kulluk yaparken, yerinde coşarak fezânın derinliklerine doğru iniltilerle yükselmek, bir ibadet olduğu gibi, yerinde de iki büklüm olarak tevazu içinde yerlere kadar kapanmak ve orada saygıdan donakalmak yine bir ibadettir.

Asıl mesele ise, O’nun huzurunda olduğumuzu kavramak ve iç derinliğidir. Bu yüce hale mazhariyetimiz dileğiyle.

Sızıntı, Ekim 1981, Cilt 3, Sayı 32

Günümüzde İnsanlığın Kaderiyle Oynayan Süper Devletler

Günümüzde insanlığın kaderiyle oynayan süper devletler oldukça güçlü ve istikrarlı görünüyorlar. Bu ise, bizler gibi üçüncü sınıf devletlerin sürekli ezilmesi demektir. Bunu sizin iyimserlik ve ümit vericiliğinizle nasıl te’lif ederiz?

Şimdiye kadar bu soru, bir kaç yerde sorulduğuna göre, umum insanımızın sorusu nazarıyla bakabilir ve o zaviyeden ele alabiliriz. Ancak, cevaba geçmeden evvel, sorunun içindeki bir kaç hususun vuzuha kavuşturulması lazımdır:

Evvelâ süper devletlerin ne istikrarlı ne de tam güçlü olduklarını kabul etmek doğru değildir. Hele, istikrarlı gibi görünen bu süper güçler karşısında, bizleri daima mağlup, daima yenik görmek, kafiyen isabetli sayılamaz kaldı ki muvakkaten onları güçlü ve istikrarlı farz etsek bile; inancın, azmin, ümidin eritip yerle bir edemeyeceği şey yoktur. Bu itibarla da, inanan insanların, bedbinliğe, karamsarlığa düşmelerine hiçbir sebep yoktur. Karamsarlık, inanç planında kaybedenlerin ruh hali ve onların ayrılmaz lâzımıdır.

Mamafih, biz, yinede ümitvar olmamızı gerektiren hususlara hiç olmazsa bir kaçına temas etmenin faideli olacağı kanaatindeyiz:

1. Her şeyden evvel, süper devletlerin güçlü ve istikrarlı görünmesi, hakkı tam temsîl edecek bir alternatifin bulunmayışındandır. Hak, kendine has çizgide temsîl edildiği gün, ‘kuvvet haktadır’ hakikatli düsturuna binaen, onu temsîl eden dünyanın, sıçrayıp yerini almasına hiçbir kuvvet mâni olamayacaktır.

2. Güçlü ve hâkim olmak için, kainattaki yüce hikmetlerin sezilmesi; ilimlerdeki tıkanıklıkların çözülmesi; toplumu teşkîl eden fertlerin iç ve dış ‘donatıma’ ulaştırılması ve yüce hedeflere ancak, yine yüce vesilelerle ulaşılabileceğine inanılması gibi, hakikatlerin bilinmesine ve yaşanmasına ihtiyaç vardır ki; ‘Dünyamız neden geri ve başka dünyalar neden ileri?’ sorusuna cevap verilmeye uğraşıldığı yerde, kısmen bunun üzerinde de durulmuş ve cevap verilmişti.. Ona binaen, burada kısa kesiyoruz.

3. Şimdiye kadar, Dünya üzerinde, bizim durumumuza düşmüş sonra da yeniden derlenip toparlanmış o kadar çok millet vardır ki, dağ silsilelerine benzeyen bu iniş ve çıkışlara bakınca, insan, ne dere yataklarının ne de yüksek şahikaların ebedî olamayacağı kanaatine varmaktadır.

Bu itibarla, en çukur yerlerle, en heybetli zirveler arasındaki bu yer değiştirmeler, bugün de olma istidadındadır ve yer yüzünde bunu engelleyecek hiçbir güç mevcut değildir. Evet, ne Sezar ve Napolyon’un, ebedî diktatörlük düşünceleri ne de Yavuz Selim ve Kanunî gibi eşsiz cihangirlerin ‘devlet-i ebet-müddet’ fikirleri, zamanın değiştiriciliği ve eriticiliği karşısında dayanamamıştır. Zaman bu muhteşem tâçdarları da, onların düşüncelerini de, o her şeyi aşındıran bağrında ezmiş öğütmüş ve yok etmiştir.

Sultan Süleyman’a kalmayan dünya;
Bu dağlar yerinden ayrılır bir gün.



Tatlı eserleri ve canlı hatıralarıyla ebediyet gamzedenler, ‘ebet-müddet’ mesut ve bahtiyar olsunlar!..

4. Dünyadaki umûmî manzara, içtimaî coğrafyada meydana gelecek değişikliği mecburî ve kaçınılmaz olarak göstermektedir. Evet, bugün dünya, bin bir huzursuzluğun boy gezdiği; bin bir meselenin çözüm beklediği; doyma bilmeyen hırsların, insanlığın kaderiyle oynadığı ve üç beş beyinsiz deve çobanının birer gece baskınıyla sıçrayıp başa geçtiği garabetiyle, anlaşılmazlardan öte anlaşılmaz bir hal almıştır. Meselâ:

Yirminci asırda, yeniden cihan hükümdarlığı fikrinin uyanması ve bu uğurda sürdürülen işgaller; idarî inhisarlar ve hortlayan hırslar, tama’lar gün geçtikçe dayanılmaz bir hal almaktadır. Bu ise, ‘üçüncü dünya’ dediğimiz bu âlemin gözünü açmış ve kendine gelmesine yardım etmiştir. Aslında bu durum, istismarcı güçlerin her gün biraz daha artan tedirginliklerinden ve hırçınlaşmalarından da bellidir. Ezilen bu dünyanın, bu kadar huşunet görüp, bu kadar hırpalandıktan sonra, kıpırdanmamasını düşünmek aklın alacağı şey değildir…

Dünyanın bazı kesimlerinde, asırlardan beri horlanan ve irdenen bir kısım ırklar, çok ciddi olarak derlenip toparlanma ve dünya ile hesaplaşma kararlılığı ve gayreti içindedirler. Bunların, öncüler veya destekçiler olarak sahneye çıkmaları ve beşerî düşünceye yeni şeyler ilave etmeleri; hatta, yeni bir hayat felsefesi, yeni bir bakış zaviyesiyle gelmeleri münâkaşa edilmeyecek kadar kat’î gibi görünmektedir. Binaenaleyh, içtimaî coğrafyanın, bu yönden de ciddî ırgalanmaya ve değişikliğe uğraması, kaçınılmaz ve bedihî gibidir.

Dünyanın belli yörelerinde, korkunç bir lüks ve israfın hüküm ferma olmasına mukabil, bir diğer kesiminde ‘tegallüpler, esaretler; tahakkümler, mezelletler’ her gün biraz daha artmaktadır, içtimaî terazideki bu dengesizlik, her iki toplumu süratle birbirine toslamaya götürmektedir. Böyle bir toslamada hasımlardan biri mezara kaldırılırken, hiç şüphesiz diğerleri de oksijen çadırına alınacaktır.

Tabakat-ı beşer çapındaki bu umûmî çalkantıda, ‘üçüncü dünya’ dediğimiz, bu mazlumlar, mağdurlar ülkesi iyi bir durum değerlendirmesi yapabilirse bu umûmî arenadaki boğuşmadan zararsız çıkabilir!.

Evet, bugün her ülkenin, onu derinden derine düşündüren dahilî dert ve sıkıntıları; üst üste yığılmış halledilmedik problemleri ve buna ilaveten, yer yer kendini gösteren açlıklar sefaletler ve nüfus kesafeti gibi faktörler bu Dünyanın pek de olduğu gibi devam edeceği teminatını vermemektedir. Kaldı ki Dünya, daha şimdiden gerildikçe gerilmekte ve zayıf noktalarında bir sürü çıban başı belirmektedir. Eskiden devletlerin halledeceği çok az mesele bulunurdu. Bununla beraber yine de bir sulh-u umûmî temin edilemezdi. Oysa ki şimdi, asırların birikimi çözüm bekleyen bir sürü mesele var ve bu meselelerden her biri, tek başına, beşeri birbirine’ katacak kadar çaplı ve derindir. Hadiseler haritasına göz atıldığında durumun herkes tarafından anlaşılacak kadar açık seçik olduğu görülecektir:

Bir tarafta hiç değişmeyen; değişmek şöyle dursun, her gün biraz daha karmaşıklaşan İslâm dünyası, ‘Babil kulesinin harabiyeti anındaki,tebelbül-ü akvam denilen’ ve ezen dahilî ve harici hasımlarına karşı ciddî bir metafizik gerilim içindedir. Bu dünya, er geç haritada göründüğü gibi kendini bir yamalı bohçaya benzeten hasımlarının karşısına dikilip, onlarla hesaplaşacaktır. Tabii kendini bin bir paradoksa boğanlarla da..

Evet, vakıa bu dünyada, kırmızıya dübeşte olanlar; maviye alkış tutanlar; sarıya destan çekenler vardır. Ama ne olursa olsun, artık, süper güçler bunları, kendi hesaplarına bir çizgide toplayamayacak ve istismara muvaffak olamayacaklardır. Hele, bugüne kadar ona kan kusturanlar, kendi bünyeleri itibariyle de delik deşik olmuşlarsa.. Bunlardan batı – bütün beylikleriyle – kendi yetiştirdiği gulyâbânilerin endişeli rüyaları altında, iliklerine kadar korku içindedir. Asya’daki kızıl imparatorluk ise sarısıyla çekişmeli ve kendi içinde balonlaşmış; her an patlamaya hazır, uyutulmuş cumhuriyetçiklerin (!) kendilerine gelecekleri korkusuyla tir tir titremektedir. Ama, korkunun ölüme faydası yoktur. Beklenen şey olacaktır ve bunun önünü kimse alamayacaktır. Kim bilir, belki de bir asırdan beri zaman ve hadiseler mektebinde ders gören soydaşlarımız ve inanç arkadaşlarımız, yola çıkmaya hazırlanmışlardır bile..

Bu itibarla pek yakın bir gelecekte, hem de neslimizin büyük bir kısmının görebileceği pek yakın bir gelecekte, ölüm yarışına girmiş süper güçlerin, birinin fena bulup gitmesine, berikinin de tesirsiz hale gelmesine mutlaka şahit olunacaktır.

Vakıa, böyle bir şey istemek – hele mesleği sevgi ve mürüvvet olanlar için – asla tecviz ve tasvip edilemez. Ne var ki, insanlar o yolda olunca Yüce Yaratıcı da esbabına tevessül[1] edilen şeyleri yaratacaktır. Onların fiilî isteklerine binâen yaratacağı için de kimsenin itiraza hakkı olmayacaktır. Hele O’na karşı hiçbir zaman!..

Bu arada, sırtında yıllanmış cürümler taşıyanlar cezalarını görürken, telef olan bir kısım masumlar da kazandıkları manevî mertebe ve hadd-ü hesaba sığmayan ücretlerle tatmin edilmiş olacaklardır.

Kim bilir, belki de asırlardan beri insanlığa musallat bir düzine ferâine’nin[2] yıkılıp gitmesi için de, buna ihtiyaç vardır.

Evet, iki cihan harbi yedeklerinde bir sürü yeni düşünce, yeni kadro ve yeni liderlerle geldiği gibi, tabakat-ı beşer çapındaki bu son çalkanmada da, bir kısım bakir düşünce, daha doğrusu hep bakir kalan düşünce, cedid ve ceyyid kadrolarıyla gelecektir. Elverir ki, dünyamızın basiretli idarecileri bu kanlı arenadan ustalıkla çıkmasını bilsinler veya bu boğuşmaya, kendilerini zarara sokacak şekilde karışmasınlar.

O’nun hikmetlerini seyretme ne tatlı bir temaşa, O’nun kudret ve kuvvetine itimat etmek ne müthiş bir kuvvet menbâıdır!

[1] Tevessül: Sarılmak, başvurmak
[2] Ferâine: Firavunlar

Sızıntı, Kasım 1981, Cilt 3, Sayı 33

Giyim-Kuşamımızı ve Evlerimize Alacağımız Eşyalarımızı Belirleme Hususunda Ölçümüz Ne Olmalıdır?

Müslümanlar olarak bizim meselelerimiz inanç çizgisinden başlıyor, ibadet yoluyla devam ediyor, muamelâtta yükseliyor ve sonra şahsî davranışlarımızı, âdetlerimizi içine alacak şekilde gelişiyor; bunların her birisinin bir derinlik teşkil ettiği çok buudlu bir hayat yaşıyoruz. Bunların hemen hepsinde ve bilemediğimiz bir kısım meselelerde bazı insanların rehberliğine ihtiyaç duymaktayız.

Dinin özünü anlama ve kavramada ve yaşanır hâle getirmede önümüzde, İnsanlığın İftihar Tablosu, İki Cihan Serveri var. Ve şu anda dahi O’nun sekine telkin eden ruhaniyetini âdeta başımızın üstünde görüyor ve hissediyor gibiyiz. Aydın gönüllerde ise bu husus devamlılık arz eden bir bahtiyarlık olarak sürer gider.

Allah Resûlü’nden sonra, hemen her asırda hâdiselerin ve zamanın her şeyi tapanlayıp dümdüz etmesine rağmen, nurlu elleriyle, isi-pası silip kaldıran ve dini ihya edip Muhammedî ruhu asıl hüviyetiyle yeniden ortaya koyan bir kısım büyükler gelmiştir. Sahabeyle temeli atılan bu meseleler, Ebû Hanife ve onun gibi yüce kimselerle ayrı bir buud kazanmış, daha sonra gelen İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Abdülkadir Geylânî, Mevlâna Celâleddin Rûmî ve Asrımızın Dertlisi gibi zevatla yenilenerek sürekli tazeliğini muhafaza etmiştir. Bizler, en küçük teferruatına kadar bütün İslâmî meseleleri işte o nurlu eller sayesinde, bu kadar zaman sonra ve bunca gaileye rağmen, kendi asrımızda bile taptaze ve dupduru bulduk. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz hamd ü senâ olsun ki, bizleri lütfundan ırak etmedi ve irademiz dışında kendimizi böyle bir nur havzının başında bulduk. Dışarıda daha müsaitler varken, bizim seçilişimiz sadece Cenâb-ı Hakk’ın ihsanının delilidir, yoksa bizim liyakatimizin değil. Çok küçük vesilelerle bu işin içine giren hemen bütün arkadaşlar da benimle aynı kanaati paylaşıyorlardır, zannederim. Bugüne kadar bizlere, bugün ve bugünden sonra gerekli olan şeylerin pek çoğu anlatıldı. Öncekiler, arkadan geleceklerin yollarını, herhangi bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde aydınlattılar. Bundan böyle bize, bu aydınlık yolda, sadece yürümek kalıyor.

Sorulduğu için misali de o mevzudan seçmek durumundayım. Meselâ, bizim yeme, içme ve evlerimizin nizam ve tefrişiyle alâkalı bütün yönler, tatbikî şekliyle bize gösterilmiş durumdadır. Allah Resûlü, bir hasır üstünde yatıyor ve yattığı bu hasır O’nun mübarek teninde iz bırakıyordu.[1] Hz. Ebû Bekir kendisine takdim edilen bir bardak soğuk suyu içtikten sonra, hıçkırıklarını tutamayıp ağlıyor ve kendisine niçin ağladığını soranlara, bütün nimetlerden hesaba çekileceğini hatırladığını söylüyordu.[2] Büyük Ömer, kızı tarafından daha güzel bir elbise giymesi teklifiyle karşılaşınca, Peygamber hanımı demeden Hafsa Validemize şiddetli sitem ediyordu.[3] Binlerce misalleriyle günümüze kadar gelen böyle bir hayat felsefesi, Asrımızın Dertlisi, dertlileri ve yolundakilerle son bir kere daha, tam bir dünya-ukbâ muvazenesi, ruh-beden dengesi temsil ediliyor ve bir kere daha hatırlatılıyordu…

Bize gelince, bütünüyle bu sadeliği içimize sindirdiğimiz söylenemez. Yadırganmama ölçüsünü muhafaza edip koruma en son taviz noktası olması gerekirken, meselenin başlangıcında bu ölçü kullanılıyor. Bazen yanılıyor ve bunların, muhatabımıza müspet yönde tesir edeceğini zannediyoruz. Hâlbuki bizim sadeliğimiz, hasbîliğimizin en büyük şahidi durumundadır ve muhatabımıza da tesir edecek odur. Ben hiç beklemediğim ve öyle değerlendireceğini tahmin etmediğim birisinin, entel tabakaya mensup insanlar içinde “Bu arkadaşa itimat edin, güvenin. Çünkü ben onun evinde sadece bir hasır gördüm ve ortası da delikti.” dediğini ve itimadına onun evindeki hasırı delil gösterdiğini müşâhede etmiştim. Sınır tanımayan lüks ve debdebeye bütünüyle yetişmemiz mümkün olmadığı gibi, o yolla hizmetimize kazandıracağımız bir şey de olacağını tahmin etmiyorum. Sadece mazeret olarak, o da belli bir devreye kadar yadırganmama ölçüsünü kullanabiliriz ki, daha ötesini tecviz etmek mümkün değildir.

Dünya – ukbâ muvazenesi: Dünya – ahiret dengesi.
Tecviz etmek: Cevaz vermek, caiz olduğunu söylemek.

[1] Buhârî, tefsiru sûre (66) 2; Müslim, talâk 31.
[2] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/30.
[3] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/211; İshak İbn Râhûye, el-Müsned, 1/196; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/79; İbnü’l-Mübarek, ez-Zühd, 1/201; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/49.

Allah'a Hakkıyla Asker Olmayı, Askerlik Anlayışı İçinde Anlatır mısınız?

Mü’minlerin en mümeyyiz vasfı askerliktir, bizler Allah’ın askerleriyiz. -Rabbim kabul buyursun!- Hakk’a öyle asker olsak ki, kapının arkasında durup, başımızı ilelebed kaldırmamak üzere o kapının eşiğine koysak, beklesek beklesek.. ara sıra mahzun, mükedder, mağmum, fakat ümitli nazarlarımızı sonsuza çevirerek, o kapının tokmağına bir kere daha dokunsak; cevap gelmeyince de “Ya Sabûr” deyip yeniden beklemeye dursak. Bu uzun bekleyişte ara sıra kapı aralanır gibi olsa, sonra da tekrar yüzümüze kapansa “Yine çağrılmadık, demek ki, izharı liyakat edememişiz” diyerek, hiçbir şey olmamış gibi, dopdolu vefa hisleriyle bu ızdıraplı, fakat zevkli intizarı devam ettirsek… Bu sadakatin neticesinde ümid edilir ki, bir gün gelecek -biz farkına varalım varmayalım- “Liyakatınızı izhar ettiniz” deyip mutlaka içeriye “buyur” edeceklerdir. Kur’an’da:”Evfu biahdî ûfi biahdiküm (=Bana verdiğiniz sözde sebat edip mevzi değiştirmeyin, cephe değiştirmeyin, muvakkat hâdiseler karşısında yılgınlık göstermeyin, Ben de size verdiğim sözü îfa edeyim)” buyuruluyor. Bu ifade ile deniliyor ki: Aramızdaki mukaveleyi nakzetmek, Benim tarafımdan katiyyen sadır olmaz.

O mukaveleyi bozarsanız siz bozarsınız. Öyleyse, bu mevzuda sebat edin ve mukaveleyi bozmayın! Bozmayın ki, Allah kapısı bir gün mutlaka açılacaktır.

Ama, soralım kendimize acaba biz, bu ölçüde sadâkat ve vefâ ile, hiç ayrılmadan o kapının önünde devam edebildik mi? Yılmadan, yılgınlık göstermeden, darılmadan o kapıda dişimizi sıkıp dayanabildik mi? Yoksa bir kere kapı yüzümüze kapandı diye bozulduk mu? Kâinattaki hâdiseler bizim çürük hendesemize göre cereyan etmedi diye sadâkatsizlik yaptık mı? Halbuki “Lâ tecrissüfün alâ ma teştehin nüfus (=Gemiler, nefis, heves ve arzulara göre cereyan etmez)” Ayrıca onların dümeni başkasının elindedir, o derya başkadır.. o deryada umum sefinelere hükmeden de başkasıdır.. onlar hevesâtımıza göre cereyan etmezler, O’nun istek ve emirlerine göre cereyan ederler. “Maşaellahü kân, vema lemyeşe’ lem yekün (=O, neyi dilerse o olur, olma dediği şey de olmaz)” Bu, Allah Rasûlü’nün bize, Cenab-ı Hakk’a teslim olmayı ifade eden nurlu beyanlarından bir beyandır ki, sabah akşam virdlerimiz içinde tekrar eder dururuz.

Allah’a asker olmak istiyorsak, tasavvufî ifadesiyle, “fenafillah” olma mecburiyetindeyiz. Ayrıca bütün güzellikleri, bütün mehâsini Allah’tan bilme, hizmetteki bütün duraklamaları, bütün tevakkufları, bütün falso ve fiyaskoları da nefsimizden bilme mecburiyetindeyiz… Zaten Kur’an da öyle buyuruyor: “Ma esabeke min hasenetin feminallah vema esabeke min seyyietin femin nefsike.” (Nisa/79). Başka bir yerde de mealen: “Başınıza ne musibet geldi ise, o ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor” deniliyor. Musibetler günahlarımızdan, hatalarımızdan, içimizin kararmasından, benliğimizin altında kalıp ezilmemizdendir. Kaldı ki Allah çok merhametli olduğu için, her kötülüğümüzden dolayı, hemen bizi muâheze de etmiyor.. Hatta çoğunu affediyor. Bu itibarla O’nun affına, gufranına karşı minnet ve şükran hisleriyle meşbu bulunmalıyız. Her ne ise, Rabbim bizi, meccani olarak af buyursun.

Allah’a gerçekten asker olmak lazım. Allah’a asker olunca rahat ederiz. Bunu vicdanında çok iyi yaşayan insanlar vardır. Evet mal, menal, evlad-ü iyal, her şeyi gözünden silmiş, sadece “Seni, Seni isterim!” diyen Yunus gibi, ne cennet hurî-gılmânı ne de başka şey, bana Seni gerek Seni! diyebilecek kadar bu mevzuda, tamamen Allah’a teslim olmuş mü’minler vardır. Zannediyorum ki benim, bu anlattıklarımın ötesinde onlar bu beyanlarımdan kendi ruh ve vicdanlarında geliştirdikleri bu meselenin gerçeğine intikal eder, kendi mir’ât-ı ruhlarında onu görür, o büyük hakikatın ihtişamı karşısında, hayret ve hayranlığa düşer ve bir zevk-ü neşve içinde askerliklerini sürdürürler.

Belâlara Karşı Sabır İstemek, Zımnen Belâ İstemek Mânâsına Gelir mi?

‘Allahümmec’alnâ Mine’s-Sâbirîn’ Diye Duâ Ediyoruz. Belâlara Karşı Sabır İstendiğinden, Bu Durum Zımnen Belâ İstemek Mânâsına Gelir mi?

Sabır, insanda bir dayanma gücüdür. Yani insan, irâdesini ancak sabırla gösterir. Hem insan sabırla öyle bir hâl ve keyfiyet kazanır ki, bu sayede rûhunda meknûz güç zuhûr eder…

Sabır, sabredilen şeyler itibariyle birkaç türlü olur. Bu şeylere karşı sabır, insanın kemâli ve terakkisi, hakiki insan yani insan-ı kâmil olması istikametinde yükselmek için basamaklar hükmündedir. Bunlardan birisi ibadet ü taata karşı sabırdır. ‘Afdal’ül-ibadeti edvemühâ vein kâlle.’ Yani, ‘ibadetin en faziletlisi, az dahi olsa, devamlı olanıdır.’ Hiç ara vermeden yapılan işler, suyun deldiği gibi, zamanla mermeri delecek kadar tesir icrâ eder. Aişe-i Sıddıka validemiz buyurur ki: ‘Efendimiz (sav) bir ibadete başladıysa, onu bir daha bırakmazdı. Hatta ikindiden sonra nafile kılarken gördüm. Zira bir gün ikindi namazının o ilk sünnetini kılamamış, üzerimde kaldı diye ikindiden sonra onu kaza etmişti.’ Mezhep imamlarının, delilleri değerlendirmeden kaynaklanan farklı mütalâaları bir yana, insanlığın Efendisi ve Efendimiz (sav), başlattığı bu işi sonuna kadar devam ettirmek istemişti. Ashab’da da bu hâl vardı… Evet, eğer Efendimiz (sav) bir gün yorgun düşer de gece ibadetine kalkamazsa, gündüz onu katlamalı eda ederdi; yani 8 yapacaksa 16, 10 yapacaksa 20 yapardı. Evet O (sav), başlattığı bir şeyi hayatının sonuna kadar kat’iyyen bırakmadı. Hadîsler arasında bu mevzûa delâlet edecek bir hayli rivayet var: Bu cümleden olarak Hz. Aişe (ra) Validemizin şu sözünü zikredebiliriz: ‘Öyle namaz kılardı ki, rükûunun, kıyamının, secdesinin, kavmesinin, celsesinin uzunluğunu ne sen sor ne ben söyleyeyim!’ Efendimizin (sav) arkasında eğer cemaatte zayıf kimseler olursa, o merhametkâni, o perverdigâr, onları düşünür ona göre davranırdı. Buyuruyor ki, ‘Bazen istiyorum ki, namazda uzun uzun Kur’ân okuyayım, ne varki, bir çocuğun ağladığını duyunca, anasının heyecanını düşünüyor, namazı hızlı kılıyorum.’ Bir seferinde O, Bakara Sûre-i Celîlesini okumaya niyet etmiş, derken bir çocuğun sesini duyunca ‘Vessemâi vettarık’ deyip kıraata son vermişti. Aman Allah’ım, bu ne rikkattir! Bu nasıl bir inceliktir! Kadrini tam bilmesek de, biz nasıl talihli insanlarız ki, bütün insanlar arasında, şansımıza O (sav) düşmüş. Evet Hz.Aişe (ra): ‘O’nun kıldığı namazın uzunluğundan, güzelliğinden ne sen sor, ne de ben söyleyeyim!’ diyor. Evet O, ibadetinde hep derinlerden derin oldu.. ve bu derinliği hayatının sonuna kadar da devam ettirdi. Ne yaşlılık ne de ‘enkada zahrek’ fehvasınca, insanı iki büklüm eden musibetler, sıkıntılar, O’nun ibadetteki incelik ve derinliğine hiç mi hiç tesir etmedi.. aksine O, sıkıştırıldıkça Allah’a karşı kulluk vazifelerinde daha bir derinleşti.

Hayat-ı seniyyelerinin son yıllarında -Aişe-i Sıddıka’nın rivayetiyle- bu uzun namazların bir kısmını oturarak eda ediyor.. uzun uzun Kur’ân okuyor ve rükûa gideceği zaman ayağa kalkıyor, kıyamdan rukûa varıyordu. Farz namazları bütün hayatı boyunca, bir-iki durum müstesna hep ayakta eda etmişti. O da hastalığının şiddetinden bayılıp düştüğü ve kendinden geçtiği zamanlarda…

Bazı zamanlarda da O (sav), âyetleri oturarak okuyordu, ne zaman ki, okuma niyetinde olduğu miktardan 30 veya 40 âyet kalıyordu, bu sefer kalkıyor ve onları ayakta okuyor sonra da rükûya gidiyordu. Çünkü tâ bidayette ibadeti böyle başlatmıştı ve sonuna kadar Rabb’imizle arasındaki bu münasebeti bozmadan, aynı seviyede götürmek istiyordu. O bakımdan ibadet ü taatta, sabır çok önemli bir meseledir ve bu sabrı sürdürebilenler önemli bir terakkidedir.

İkincisi, ma’siyyete karşı sabırdır. Bu sabır hususiyle günümüzün gençleri için çok ehemmiyetlidir. Bilhassa sokakların birer kanal haline gelip ma’siyyetle aktığı ve göz yoluyla kalbimize giren, günahların vicdanlarımızı yaraladığı bir dönemde, ma’siyyete karşı dişini sıkıp günaha girmeme ve günahlar karşısında sarsılmama çok önemli bir husustur. Bu da insanın terakkisi için ikinci bir merdivendir, bu merdiveni kullanan adam arş-ı kemâlata ulaşabilir.

Üçüncüsü sabır, sabırların en çetini, musibetlere karşı sabırdır. Yani Allah’ın insanın başına verdiği şeylere karşı onun sabretmesidir.

Dördüncüsü, dünyanın zinet ve depdebesine ve nefsi gıcıklayan müştehiyâta sabırdır ki, amudî kahramanlık yoludur.

Beşincisi, maddî-mânevî füyûzat hislerine karşı sabırdır ki, sadece kâmil insanlara müyesserdir.

Soruda, ‘sabır istemek bir bakıma belâ istemek gibi midir?’, deniyordu. Sadece sabır belâya karşı olursa doğrudur. Belâ gelmeden sabır isteme, belâ isteme manâsına geldiğini ehl-i tahkîk söylüyor. Fakat burada dikkatimizden kaçan ayrı bir husus var, o da, başta izah edildiği gibi sabrın sadece belâlara karşı münhasır bulunmadığı keyfiyetidir. Bu itibarla, ma’siyyete karşı olanın dışında:’Allah’ım! İbadet ü taatta bana sabır ver, caydırma! Allah’ım! ma’siyyete karşı sabır ver, ruhlarımıza ibadet ü taatı şirin ve ma’siyyeti çirkin göster!’ demeliyiz.. ve böyle demenin belâ istemekle alâkası yoktur. Bu manâlar mahfuzdur ve bunlara karşı Allah’tan sabır istememizde hiçbir sakınca yok.. ama bir kısım belâlar endişesiyle sarsılıp,’Allah’ım! Belâlara karşı bize sabır ver!’ demeye gelince, bu, ehl-i tahkîkin beyânına göre belâya davetiye çıkarma demektir. İşte bu nokta-i nazarı mülâhazaya alarak, belâlara karşı, belâ gelmeden -ki gelmesin Allah’ın inâyet ve keremiyle- Allah’tan sabır istemeyi muvafık görmüyorlar.

A'raf Neresidir? Hakkında Bilgi Verir misiniz?

A’raf, arfın çoğulu ve yüksek bir yer demektir.

A’raf, tefsirlerde Cennet ile Cehennem arasında kurulu olan sur olarak zikredilmektedir. Zaten bu kelime bir sûreye de ad olmuştur. A’raf suresi, A’raftan bahsettiği için bu ismi almıştır.

A’raf esasen orta menzil, orta yer demektir. Âyetten anlaşılan manâsıyla Cennetle Cehennem arasındadır; fakat keyfiyeti hakkında hiç bir malumata sahip değiliz.

Burada bulunan şahıslar kimlerdir? Bu soruya verilen birçok cevap vardır. Fakat verilen cevapların hepsi de dirayetle alâkalıdır. Zira hem A’raf hem de A’rafta bulunanlar hakkında Kur’ân’da zikri geçen hususun dışında herhangi bir rivayet bilmiyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de ise üç ayrı tablo sergilenmekte ve bu arada A’raftaki insanlardan bahsedilmektedir.

Birinci bölümde, Cennet ehlinin Cehennem ehline sorusu yer alıyor. Cennet ehli soruyor: ‘Biz Rabb’imizin bize vadettiğini gerçek olarak bulduk; siz de Rabb’inizin size vadettiğini gerçek olarak buldunuz mu?’ Bu soruya Cehennem ehli ‘Evet’ diye cevap veriyor.

Tam bu esnada aralarından bir münâdi şöyle seslenir: ‘Allah’ın (cc) laneti zalimlerin üzerine olsun!.’ (A’raf/44)

İkinci tabloda devreye A’raf ehli giriyor. Cennet ehline bakıp ‘Selam size’ diyorlar. Cehennem ehlini gördüklerinde de ‘Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!’ diyorlar.

Daha sonrada tanıdıkları Cehennem ehlinin ileri gelenlerine dünyadaki sözlerini hatırlatıyor ve onlara ne mallarının ne de çocuklarının hiç bir fayda vermediğini yüzlerine vuruyorlar. Bu sahne değişir gibi oluyor ve son olarak A’raf ehlinin Cennet ehline şu sözleri duyuluyor: ‘Girin Cennete artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz’ (A’raf/49).

Üçüncü tabloda ise, Cehennemdekilerin Cennet ehline verilen nimetlerden kendilerine de vermelerini talep ederek ‘Suyunuzdan veya Allah’ın (cc) size verdiği nimetlerden bizim üzerimize de dökün’ diye seslenişleri yer alıyor. Cennet ehlinin verdiği cevap ise şu oluyor: ‘Allah (cc) bunları kafirlere haram kılmıştır..’ (A’raf/50).

Demek oluyor ki A’raf ehli bir yönüyle Cennet ehliyle diğer yönüyle de Cehennem ehliyle münasebet içindeler. Her iki tarafı da yakından tanımakta ve bilmekteler.

Bu arada bazı sahabiden A’rafın sıratın şerefeleri ve A’rafdakiler de günahı, sevabı müsavi olanlar.. diğer bazılarından da, bunlar peygamberler, şehidler, âlimler ve âdeta melekleşmiş yüksek ruhlu insanlar olup, ötelerden bakar her iki menzilde olup bitenleri görür ve yukarda bahsi geçen muhavereye iştirak ederler, şeklinde rivayetler var ise de tahkik ehlince şayan-ı kabul görülmemiştir.

İsrailiyat ta bunlar günah ve sevapları eşit olan insanlar şeklinde yer almaktadır. Bazıları da bunların insan suretinde melekler olduğunu söylemektedir. Bu son kısım doğru kabul edilecek olursa âyette geçen ‘Ve hüm yatmeûn’ ‘Onlar Cennet’e girmeyi umuyorlar’ ifadesi Cennet ehline râci olur. Yani Cennet ehli Cennetlik olduklarını bildikleri halde daha henüz girmedikleri bir anda.. demek olur.

Bazılarına göre de, Cennet’e bakıp ümitle dolan, Cehennem’e bakıp korkudan ürperen bu insanlar orada Cennet’e tam ehil hâle gelebilmeleri için bir müddet böyle bir sıkıntı ve iç geçirmeyi tatmaları gereken kimselerdir.

Evet günahkârların bazılarına dünyada çektikleri sıkıntılar keffaret olurken, bazılarına da kabir azabı keffaret olmakta ve onları günahlardan temizlemektedir. Ancak bunlarla temizlenmeyecek durumda olanlar ise ahirette böyle bir temizlenme ameliyesinden geçeceklerdir.

İşte bunlardan bir grup da Cennet ehli Cennet’e girdikten sonra bir müddet kalacak ve Cennet umudu ve Cehennem endişesiyle A’rafta ömür süreceklerdir. Bu hayat şekli de onlar için bir keffaret ve günahlardan arınma olacaktır. Ve daha sonra da Cenâb-ı Hakk’ın (cc) rahmet ve inayetiyle Cennet’e gireceklerdir.

Her şeyin hakikat ve içyüzünü Allah (cc) bildiği gibi, A’rafı ve A’raftakilerini de ancak Allah bilir…

Bakara Sûresi 155. Âyetini Nasıl Anlamalıyız?

Çoklarının çok yerlerde anlattığı bu hususun tafsilini anlatanların anlatmasına havale ederek sadece sual soran şahsın sualine saygı ifâdesi olarak kısaca ve ancak meâl çapında, bu mübarek âyet üzerinde duralım: Belki de bir çok arkadaşlarımız itibariyle, anlatacaklarımız, “malûm-u ilam” kabilinden olacaktır. Ancak, Kur’ân’a ait her mes’ele bizim için çok mühimdir. Mevzua bizim vereceğimiz cevabın ehemmiyeti noktasından değil, Kur’ân’la alâkası cihetinden bakılmalıdır.

Âyette meâl olarak şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.”

Kasem olsun ki, sizi, içinize salacağımız bir kısım korkularla imtihan ve iptilaya tâbi tutacağız. Defaatla başınıza korku salacak, ehl-i dünyayı size musallat edecek, böylece kim korkuyor, kim korkmuyor, haricî vücud noktasında bunu ortaya çıkaracağız. Evet, kimin korkup korkmadığını ilim noktasından Cenab-ı Hakk (cc) biliyor. Fakat, kudret ve iradenin taalluk sahası olan haricî vücud noktasında kimin korkup kimin korkmadığını ortaya koymak için O sizi durmadan imtihana tâbi tutacaktır.

Bu imtihanlardan biri de korkudur. İnsan, zelzeleden, açlıktan, susuzluktan, maddî-mânevî düşmandan korkar ve bunlar onun için bir imtihan olur..

İmtihanın ikinci çeşidi de açlıkla yapılandır. Ümmet-i Muhammed belli devirlerde bu imtihanın en şiddetlisine maruz kaldı. Günümüzde böyle bir imtihan söz konusu değildir. Vâkıa, bugün de bir kısım açlıklar, sefaletler yok değildir ama, bunlar, günümüz insanının israf ve suistimallerine terettüb eden bir kısım tokatlardır. Oysaki bizden evvelki nesiller, hususiyle de son iki asrın insanı, hârici ve dâhili düşmanların tasallutuyla, açlığın en acımasızına maruz kalmışlardır. Evet, bugün de belki bazı Afrika ülkelerinde de açlık vardır; ancak bu onların su-istimalinden kaynaklanan bir tokattır. Başka vesilelerle o hususu, uzun uzadıya anlattığım için burada temas etmeyeceğim.

Mal noksanlığı, bir bakıma gelecek çeşitli âfetlerle olabileceği gibi, bereketin kaldırılmasıyla da olabilir. Bu da imtihan çeşitlerinden biridir. Ve günümüzde enflasyon bu imtihanların en zorlu olanıdır.

Nefislerdeki noksanlık ise, hem öldürülme hem de insanca yaşama haklarından mahrum bırakılma gibi manâlara gelebilir. Dıştan gelen taarruz ve istilâlara karşı yapılan mücadelede İslâm âlemi şehidler vererek nefiste noksanlık imtihanı görebilecekleri gibi dahilde, İslâmi hayâtı yaşayanlar, cemiyet hayatından tecrid edilip ve onlara üçüncü sınıf vatandaş muâmelesi yapılmak suretiyle de imtihandan geçirilebilirler. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın (cc) ibtila ve imtihanıdır. Ve mü’minler imtihan olmaktadırlar.

“Semerat”, meyveler demektir. Allah (cc) bağ ve bahçelerimize verdiği ve vereceği âfetlerle bunlarda noksanlıklar meydana getirir ve bizi imtihan eder. Bir de her türlü çalışma ve gayretin netice ve semeresiyle bizi imtihan eder ki, bu da yine semeratla imtihandır. Bu imtihanlar ya bizim çeşitli günahlarımıza terettüb eden imtihanlardır.. Allah (cc) bunlarla bizi uyarmak ve kendimize getirmek istemektedir; ya da derece ve mertebemizin artması içindir ki, bu da bizlere Cenâb-ı Hakk’ın (cc) bir lütfu demektir.

Sabır ve sadakat ancak imtihanlarla belli olur. Her türlü imtihan karşısında, Hakk (cc) kapısından ayrılmayanlar ve orada kalmaya kararlı olanlar, kapının her açılıp kapanışında, başı kapının eşiğinde bekleyenler bu imtihanı kazanmış olacaklardır. Az bir sıkıntı ile yol-yön değiştirip, kapının önünden ayrılanlar da kaybetmiş olacaklardır.

Efendimiz (sav) bir bela veya musibete maruz kaldığında hemen abdest alır ve namaza dururdu. “Sabır ve namazla Allah’tan (cc) yardım isteyin” (Bakara/153) âyeti bize bu hakikatı anlatıyor. Musibet sizi çepeçevre sardığı ve ufkunuzu kararttığı zaman bu girdaptan çıkmanın ve kurtulmanın yolu sabır ve namazdır. Evvelâ dişini sıkarak sabredeceksin; sonra da kullukta ısrar ederek, Rabb’inin dergahına yüz süreceksin.

İhtimal ki, Cenâb-ı Hakk (cc) bu imtihanlarla, bizim, sabır, tahammül, vefa ve sadakatımızı ortaya çıkarmakta böylece hem kendi lütûflarını hem de bizim gerçek değerlerimizi ihtar etmek istemektedir. Evet O, sabır ve sadakatınızı geçirdiğiniz imtihanlar karşısında gösterdiğiniz tavır mezurasıyla ölçecek ve kendinizi kendinize tanıttıracaktır. Ta ki, kimsenin Allah’a (cc) karşı bir delîli kalmasın. Belki de kul böyle bir ölçü ve tartı ile kendini deneyip ölçtükten sonra, şu itiraflarda bulunacaktır: Ya Rabbi, meğer ben ne dönek insanmışım. Sen beni bir kere imtihan ettin, kapıyı yüzüme bir kere kapadın, dümenimi bir kere bozdun, ben de artık bu iş olmaz dedim, ayrılıp gittim. Oysa ki bu bozgun, hiç durmadan tekerrür edip dursaydı, bana düşen vazife, yerimde sebat etmek ve.. senin düşmanlarınla yaka paça olmaktı. Sen belki, yüzlerce defa benim ordumu bozguna uğratacaktın; ama ben hep “Seni, Seni” diyecektim. Sen evimi başıma yıkacak, evlat ve mal acısıyla yüreğimi yakacaktın; ben hiç tavır değiştirmeden “Seni, Seni” diyecektim. Sen tepeden tırnağa vücuduma hastalıklar salacaktın, ben de dayanamayarak inim inim inleyecektim; ama, biraz derman bulunca ve iki kelime konuşma fırsatı yakalayınca yine “Seni, Seni” diyecek ve hep Seni isteyecektim. Bunları demem gerekirken, diyemedim, sarsıldım, döndüm ve ayrılıp gittim. Meğer ben ne dönek biriymişim..!

Kul, hak ve istikamet üzerinde olduğu demlerde de imtihan olur. Bir çok hadisin beyanıyla, Allah (cc) kulunu imtihan eder, başına çeşitli belâ ve musîbetler yağdırır, tâ ki kul, Rabbi’nin huzuruna tertemiz gidebilsin ve Cennet yamaçlarında huzur ve itminanla tenezzühten tenezzühe koşsun-dursun…

Evet, bizler de bir çok defa elenecek, kalburlara konacak, eleklerden geçirilecek ve imtihan olacağız. Böylece, has hamdan, kömür de elmastan ayrılmış olacak. Bilhassa günümüzde böyle bir imtihana zaruret vardır. Zira ilerde muhtemel dönekliklerin önünü almak ancak bu gün görülüp geçirilen imtihanlarla mümkün olabilecektir. Onun için, İlâhî da’vâyı omuzlamaya, taşımaya namzet olanlar arasında imtihan çok önemli bir faktördür; bunu da bizzat Cenâb-ı Hakk (cc) yapmaktadır ve yapacaktır.Bize düşen sadâkatla bu kapıdan ayrılmamaktır.

Boş Kaldığımız Zaman Şeytan Çok Çeşitli Şüphe, Tereddüt ve Sıkıntılarla Hücum Ediyor. İrademiz Hislerimizin Elinde Oyuncak Oluyor ve Bu Gibi Durumlarda Masiyete Karşı Sabrımız Azalıyor, Tavsiyeleriniz?

Evvelâ, şeytanın, saptırıcı fitne ve vesveselerine, fena şeyleri tezyînine karşı, namaz -niyazla yüzümüzü yerlere sürerek, secde ile gururumuzun hortumunu bükerek, “Akrebu ma yekûnul abdu min Rabbihi fehüve sâcid” “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde halidir” gerçeğiyle başımızı yere koyup, “Allahümme euzu bike mink” “Allah’ım Senden Sana; azamet, celâl ve ceberutiyetinden Rahmet ve Rahmâniyetine sığınırım” demeli ve Rabbimiz’in himayesine girmeliyiz.

“Boş kaldığımız zaman şeytan bize musallat oluyor” ifadesi tam gerçeği anlatıyor. Gerçekten şeytan, daha ziyade âtıl insanlara hücum eder hiç bir iş yapmayan, din adına aktif olmayan ve din adına yer yer dolup boşalmasını bilmeyen kimselerle uğraşır. Öyleyse biz de bu noktadan hareketle, ataletten kurtulma ve aktif olma yollarını araştırarak işe başlamalıyız.

Madem şeytan, daha ziyade ataletimizden istifade ediyor, boş durduğumuz zamanlarda içimize uygun olmayan kuruntular atıp, fena şeyleri düşündürerek bizleri fena şeyler yapmaya zorluyor; öyle ise biz de lâhuti bir meşgaleyle sürekli onun kurcalayıp durduğu boşlukları doldurarak ona karşı koymalıyız; yani ister düşünce, ister fiille, tepeden tırnağa dolmak ve ona, içimizde el atacağı bir yer bırakmamalıyız.

Afâkî ve enfüsî tefekkürle, sürekli Rabbiyle irtibatını yenileyip duran bir insana, şeytan yol bulup vesvese veremez.

Rabıta-ı mevtle iki büklüm bir insanı da şeytan kendine ait oyunlarla dize getiremez.

Gece, gündüz Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın dört bir yanda bayraklaşıp şehbâl açması uğruna çırpınıp duran bir dava adamını da şeytan kendine ram edemez.

Bütün his ve duyguları, yakîni imanla itmînana kavuşmuş bir insanın, İlâhî vâridat kaynağı gönlüne de şeytanın uğursuz eli uzanamaz.

Hasılı biz, Rabbimizle irtibat içinde olursak, O da bizi, bizim ve O’nun düşmanı olan şeytana terk etmeyecektir. Evet, hiç mümkün müdür ki biz vefalı davranıp O’nun dinine omuz verelim de, (Haşa) Cenab-ı Hak bize karşı vefalı davranmasın?.. O vefalıların en vefalısı olduğuna göre, elbette bizi arzularımızla baş başa bırakmayacak ve çürümeye terk etmeyecektir. Evet O, kitabında: “Evfu bi ahdi ûfi bi ahdiküm.” (Bakara/40) “Siz, sözünüzü tutun Bana karşı vefalı olun ki Ben de size vefalı olayım” diyor. O halde biz, Allah’ın dinine yardım edip dururken hiç Allah bize şeytanı musallat eder mi? Hayır ve asla! Aksine O, böyle bir durumda en azından bir âyetini lisanımızda temessül ettirecek, bizi kendimize getirecek ve o şeytanî girdaptan uzaklaştıracaktır. Tıpkı, Allah Resulü’nün bir kısım güzide ashabını uzaklaştırdığı gibi. Evet, onların da, insan olarak bakışlarının bulandığı, başlarının döndüğü anlar olmuştur ama, hemen Rabbin bürhanı karşılarına çıkmış ve nazarlarını meâliye ve uhrevîliklere çevirmiştir. Hak dâvâsında samimi olarak gönül veren herkes hayatına az dikkat etse görecektir ki, irâdesini kötüye kullandığı veya bilmeyerek bir uçurumun kenarına sürüklendiği nice zamanlar olmuştur ki, bir inâyet eli uzanıp onu tutmuş, desteklemiş ve düşmesine imkân vermemiştir. Evet her birerlerimiz, Cenab-ı Hakk’a karşı sadâkat ve vefamız ölçüsünde mutlaka O’nun desteğini görmüş ve “İn tensurullahe yensurküm” sırrını irademizin nasiye ve çehresine yazıldığını müşâhede etmişizdir.

Bizim irâdemizin çerçevesi yok denecek kadar dardır. Buna rağmen, O bizim bu irâdemizi şart-ı âdi yapmış ve şeytana ait bütün iğfalleri ters-yüz etmiştir.

Evet, şeytan ve nefsin içimize attığı şeylerin ta baştan önünü kesersek, bir ölçüde onların muharebe zeminine hakim olmuş oluruz. Çeşitli zamanlarda, sizi ciddi bir baskı altında tutup, artık altından kalkamayacağınız hale gelen hayalleriniz; bazen de bir an altında kalsanız da hemen sıyrılıp uzaklaşabileceğiniz hayallerinizi bir düşünüp, muhakeme edin; zannediyorum dediklerime hak vereceksiniz. Çünkü öyle yerler, öyle durumlar vardır ki, orada kendi kalbimizin hayatiyet ve canlılığı bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bir de çehresi hakikat gamzeden ve iradesinde Allah’ın iradesi çağlayan öyle kimseler vardır ki, onların yanına gittiğimiz zaman sanki Nebi ile diz dize oturmuş gibi kuvvet kazanırız. Onların söz ve sohbetleri bir iksir olur; içimizde buz bağlamaya başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir anda eritir. Bazen de biz, kendimiz aynı hal ve havaya mazhar oluruz. Bu defa da bir başkası bizim atmosferimize sığınır, bize dayanır ve varlığını sürdürmeye çalışır. Allah insanı topluluk içinde yaşayacak bir fıtrat üzere yaratmış ve sonra da onu toplumun içine salmıştır. İnsan, maddi-mânevî dünyasını ancak ve ancak kendi gibi bir toplumun içinde yaşayabilir. Bu noktada bize düşen vazife iyi arkadaşlardan uzak kalmamaktadır. Çünkü iyi arkadaş, her zaman nasihatlarıyla yüreğimizi hoplatıp içimizde aşk ve heyecan uyandırabilir. Böyle bir arkadaşlığı, çarşıda-pazarda gezerken ve uzun yola çıkarken hep devam ettirmek lazımdır. İnşaallah, bu şekildeki bir arkadaşlık fanusu, serası içimize şeytanların girmesine fırsat vermeyecektir.

Bir diğer husus da, mümkün mertebe, kalpleri inceltecek nasihatlara kulak verilmelidir. Evet, dinleyince ahiretle bütünleşeceğimiz ve öteler arzusuyla coşup heyecanlanacağımız nasihatlar çok önemlidir.. ve bu manâdaki nasihat aynen dindir. Seleflerimiz vâz-u nasihat ederken, cami aşkla, heyecanla dolardı. Koca Fahruddun-i Râzi, felsefe kitaplarını devirmiş bir insandı ama, kürsüye çıktığında hıçkırıklarından ne dediğini adetâ kimse anlayamazdı. Biz bu türlü nâsihleri, dinlemeden mahrum, bu itibarla da bir bakıma talihsiz bir cemaat sayılırız. Oysa ki insan aynı zamanda, yüreği hoplamaya, gözü yaşarmaya muhtaç bir varlıktır. Evet, insan iç alemi itibariyle her gün birkaç defa incelmeye, incelip kendi içinde derinleşmeye ihtiyacı olan bir yaratıktır. Ağlamak da o ihtiyaçlardan biridir. Kur’an “Onlar ağlar ve yüzüstü kendilerini secdeye atarlar.” diyerek hep iç inceliğinden, yaşaran gözden, rikkatli kalpten bahsediyor. Binaenaleyh, mümkünse, her gün Sahâbî, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Efendilerimize ait, evet, gerçekten İslâmi hayatı yaşamış o insanlardan bir kısım sayfalar mütalaa ederek, hayatımızı onlarla renklendirmeli ve çarşıya, pazara öyle çıkmalıyız. Bu sayede, hem zaman zaman gönül dünyamız düzelecek hem de gerçek gönül insanları olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinle kendimizi mukayese etme fırsatını bulacağız: “Onlar da Müslümandı, biz de Müslümanız; onlar nasıl öyle olmuştu, biz neden böyleyiz?” gibi mülâhaza ve murakabelerle yenilenebileceğimizi tahmin ediyorum; hiç olmazsa haftada bir kaç defa bu şekilde bir incelme ve kalplerin yumuşaması, -inşaallah- içimizde yer yer mevcudiyetini hissettiğimiz pasları izale edip giderecektir. Biz de bu sayede kalbimize akseden İlâhî tecellileri, bütün aydınlığıyla duyacak ve şeytanın vesveselerinin dışında, uzağında kalabileceğiz. Bu durum bazen bir şahsı dinleme, bazen Kur’an okuma, bazen de tefsirleri karıştırma şeklinde olabilir… Yenilenme şeklinde sınır yok ama, bizim buna en az hava, su ve ekmek kadar ihtiyacımız var. Evet, yüreğimizi hoplatacak bir insanı dinlemek, onunla diz dize gelmek, “Bize nasihat et” demek; kalbimizde, Efendimiz (as) ve sadık dostlarını bir kere daha duymak, bizi ayakta tutacak dinamiklerdendir. Sakın sakın, ülfet ve ünsiyet hastalığı ile: “Ben bunu biliyorum, bir kere daha, okusam ne olur okumasam ne olur.” demeyelim! “Dinlesem ne olur, dinlemesem ne olur” demek bir gaflet, bir aldanmışlıktır. İhtiyacın tekerrür etmesiyle, yemenin içmenin tekerrür etmesi gibi, mânevî hayatımızın, kalb, vicdan ve sair duygularımızın da bu türlü şeylerle, beslenmeye ihtiyacı vardır. İşte bütün bunları düşünerek her zaman kendimizi, bir rehberin kucağına atmalı ve onun bütün fenalıkları eriten kutsi atmosferi içine girerek, kendimizi yenileme yollarını araştırmalıyız. Bu, bazen okuma, bazen tefekkür ve bazen da ölümü düşünme ile olabilir. Bunları yapabildiğimiz ölçüde de insî ve cinnî şeytanlardan korunmuş olacağız. Her zaman dua ve niyazımız, Cenab-ı Hakk’ın bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koruyup muhafaza etmesi istikametinde olmalıdır.. olmalıdır ki, hayatımızı hep inayet seralarında sürdürebilelim.

Bütün Meselelerimizi Kendisini Dinlediğimiz Büyüğümüze Sormamızda Dinin Hükmü Nedir?

Bütün meselelerimizi rehberliğine inandığımız ve kendisini dinlediğimiz büyüğümüze sormamızda dinin hükmü nedir? Giyim, kuşam hatta evlere alacağımız eşyalarımıza kadar ona mı soracağız?

Bizim meselelerimiz inanç çizgisinden başlıyor, ibâdet yoluyla devam ediyor, muamelatta yükseliyor ve sonra şahsi davranışlarımızı, âdetlerimizi içine alacak şekilde gelişiyor her birisi bir derinlik teşkil eden çok buudlu bir hayat yaşıyoruz. Bunların hemen hepsinde ve bilemediğimiz bir kısım bazı insanların rehberliğine ihtiyaç duymamız gayet normaldir.

Dinin özünü anlama ve kavramada ve yaşanır hale getirmede önümüzde, insanlığın iftihar tablosu, İki Cihan Serveri var. Ve şu anda dahi onun selcine telkin eden rûhâniyâtını âdetâ başımızın üstünde görüyor ve hissediyor gibiyiz. Aydın gönüllerde ise bu husus devamlılık arz eden bir bahtiyarlık olarak sürer gider.

Allah Rasülünden sonra, hemen her asırda hâdiselerin ve zamanın her şeyi tapanlayıp dümdüz etmesine rağmen, nurlu elleriyle, isi-pası silip kaldıran ve dîni ihya edip Muhammedî rûhu asıl hüviyetiyle yeniden ortaya koyan bir kısım büyükler gelmiştir. Sahâbiyle temeli atılan bu meseleler, Ebû Hanife ve onun gibi yüce kimselerle ayrı bir buud kazanmış, daha sonra gelen Gazâlî, İmam Rabbânî, Abdülkâdir Geylânî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî ve Asrımızın Dertlisi gibi zevâtla yenilenerek sürekli tazeliğini muhafaza etmiştir. Bizler, en küçük teferruatına kadar bütün İslâmî meseleleri işte o nurlu elleri sayesinde, bu kadar zaman sonra ve bunca gaileye rağmen, kendi asrımızda bile taptaze ve dupduru bulduk. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz hamd-u senâ olsun ki,bizleri lütfundan ırak etmedi ve irâdemiz dışında kendimizi böyle bir nur havzının başında bulduk. Dışarıda daha müsaitler varken, bizim seçilişimiz sadece Cenâb-ı Hakk’ın ihsânının delilidir, yoksa, bizim liyâkatımızın değil. Çok küçük vesilelerle bu işin içine giren hemen bütün arkadaşlar da benimle aynı kanaatı paylaşıyorlardır, zannederim. Bugüne kadar bizlere, bugün ve bugünden sonra gerekli olan şeylerin pek çoğu anlatıldı. Öncekiler, arkadan geleceklerin yollarını, herhangi bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde aydınlattılar. Bundan böyle bize, bu aydın1ık yolda, sadece yürümek kalıyor.

Sorulduğu için misâli de o mevzûdan seçmek durumundayım. Meselâ, bizim yeme, içme ve evlerimizin nizam ve tefrişiyle alâkalı bütün yönler, tatbîkî şekliyle bize gösterilmiş durumdadır. Allah Rasulü, bir hasır üstünde yatıyor ve yattığı bu hasır onun mübârek teninde iz bırakıyordu. Hz. Ebu Bekir kendisine takdim edilen bir bardak soğuk suyu içtikten sonra, hıçkırıklarını tutamayıp ağlıyor ve kendisine niçin ağladığını soranlara, bütün nimetlerden hesaba çekileceğini hatırladığını söylüyordu. Büyük Ömer, kızı tarafından daha güzel bir elbise giymesi teklifiyle karşılaşınca, peygamber hanımı demeden Hafsa Vâlidemize şiddetli sitem ediyordu. Binlerce misâlleriyle günümüze kadar gelen böyle bir hayat felsefesi, Asrımızın Dertlisi, dertlileri ve yolundakilerle son bir kere daha, tam bir dünyâ-ukbâ muvâzenesi, ruh-beden dengesi temsil ediliyor ve bir kere daha hatırlatılıyordu…

Bize gelince, bütünüyle bu sadeliği içimize sindirdiğimiz söylenemez. Yadırganmama ölçüsünü muhâfaza edip koruma en son taviz noktası olması gerekirken, meselenin başlangıcında bu ölçü kullanılıyor. Bazan yanılıyor ve bunların, muhâtabımıza müspet yönde tesir edeceğini zannediyoruz. Halbuki bizim sadeliğimiz hasbiliğimizin en büyük şahidi durumundadır ve muhâtabımıza da tesir edecek odur. Ben hiç beklemediğim ve öyle değerlendireceğini tahmin etmediğim birisinin entel tabakaya mensup insanlar içinde ‘Bu arkadaşa itimat edin, güvenin. Çünkü ben onun evinde sadece bir hasır gördüm ve ortası da delikti’ dediğini ve itimadına onun evindeki hasırı delil gösterdiğini müşâhede etmiştim. Sınır tanımayan lüks ve debdebeye bütünüyle yetişmemiz mümkün olmadığı gibi, o yolla hizmetimize kazandıracağımız bir şey de olacağını tahmin etmiyorum. Sâdece mazeret olarak, o da belli bir devreye kadar yadırganmama ölçüsünü kullanabiliriz ki, daha ötesini tecviz etmek mümkün değildir.

Cehennemin, Cehennemdeki İnsanları Terbiye Edici Rolü Var mı?

Cehennem bir cezadır, kötü amellerin cezası.. Orada, buradaki kötü işlerin cezası çekilecektir. Burada mü’min belli şeylere katlanarak, Cennet’e girme hüviyet, hal ve hususiyetini kazanamamışsa, bu iş bir mânâda tamamlanacaktır. Bütün bütün istidat ve kabiliyetlerini küfürle kaybetmiş kimselere gelince, onlarda en küçük bir maya olmadığından dolayı, Cennet hesabına onlarda bir mayalanma olmayacaktır. Bir şeyin içinde alkolleşmeye dair bir hususiyet varsa, onda bir fermantasyon olur, fakat, hiç böyle bir hususiyet yoksa, onda hiç bir ekşime görülmez. Aynen öyle de, Efendimiz (sav): “Zerre kadar imanı olan, cennete girer.” buyurur. Çünkü onun içinde onu Cennet’e ehil hale getirebilecek böyle önemli ve hayati bir cevher var..

Demek ki, burada seyrini tamamlayamamış, kavsiyelerini bitirememiş, miraçlarını yapamamış olanlar; buna karşılık, kabirden başlamak üzere, bir azap, bir işkence silsilesi içinde değişik bir seyre tâbi tutulacaklar. Buna göre bazı kimseler, hesaplarını kabirde bitirecekler. Meselâ; rüyalarına girdiği kimselere bazı hak dostları diyorlar ki: “Altı ay çektik bitti…” Tabii rüya doğru ise, maksat mukarrebin hesabıdır. Daha başkaları, kabir hırpalamasıyla hesap ve mîzan dağdağasından kurtulacaklardır. Bazılarının işi mahşere kadar devam edecek. Mahşerde sorgu-suale ya çekilecek veya çekilmeyecek. Sonra bazıları, cehenneme girecek -Allah bizi muhafaza buyursun- Onlar da burada fevt ettikleri şeyleri tedarike çalışacaklar. Allah orada çalıştıracak, sonra çıkaracak.. ama cehennemlik olarak yad edilecek ve cennete girecekler. Böylece burada almaları gerekli olan hüviyeti almış olacaklar.. Yani özlerine ulaşacak ve fıtratı asliyelerine kavuşacaklar. Neticede, dünyaya ilk geldikleri gibi temizliği yeniden elde edecekler.. ve Allah da onları Cehennemden alıp Cennet’e koyacak…

Cenâb-ı Hakk'ın Atâ Kanununu İzah Eder misiniz?

Atâ kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir. İ’tâ da aynı kökden gelir.

Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. İnsan, şerri talep ederse, Cenâb-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur. Zaten insan hakkında yapılan takdirler onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır. Mesela: Benim elimi kaldırmam daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenâb-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-, kendi zâtı da dahil her şeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım” veya “Ben bunu böyle yazdım” diyor. İşte bu kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir..

Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder. Fakat, Cenâb-ı Hak o kulun güzel bir hali, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususi bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbatta cereyan eden şeylerdir. Yoksa ilm-i İlâhîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususi defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir; fakat Levh-i Mahfuz-u Âzâm’da değişiklik söz konusu olmaz.

Atâ bir lütuftur. Lütuflarda ise istihkak şart değildir. Esasen meseleye bu zaviyeden baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenâb-ı Hakk’ın atâsı olduğunu görürüz.

Cenâb-ı Hak Bizim Bu Dünyada Nasıl Hareket Edeceğimizi Biliyor. Emirlerine Uyup Uymayacağımızı da Biliyor. İmtihana Neden Lüzum Görüyor da Bizi Dünyaya Gönderiyor?

Evet, Allah nasıl hareket edeceğimizi biliyor, bununla beraber imtihan etmek için dünyaya gönderiyor, tâ sırtımıza yüklediği mükellefiyetlerle istîdat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirelim. Evet, O bizi yaratırken, tıpkı madenler gibi yaratmıştır.[1] Bakır madeni, kömür madeni, demir madeni, altın madeni, gümüş madeni.

Bunu, her şeyi var edip geliştiren Rabbimiz olarak yapmış. Nasıl bir sanatkârın mimarî ve estetik gibi kabiliyetleri, maharetleri olur. Ve o, bu sanat eseriyle görünüp bilinmeyi arzu eder. Aynen onun gibi; Cenâb-ı Hakk’ın da birçok isimleri ve bunların tecellîsi olarak sanatları vardır. İşte, bu çeşit çeşit sanatlarını insanların nazarlarına arz etmek için, bu meşhergâhı açarak gizli güzelliklerini izhar buyurmuştur.

Daha açık ifadesiyle, kömür madeninde isimler nasıl tecellî ediyor; demirde, altında, gümüşte nasıl kendisini gösteriyor; sonra insanın müdahalesi ile som altında, som gümüşte, mamûl demirde nasıl tecellî ediyor. Ve, bir adım atmakla, kömürün elmas olmasında -nasıl kendisini göstereceğini nazarımıza arz etmek için, çeşitli derece ve kademelerde- isimlerinin cilvelerini sergiliyor ve böylece, kendisini tam tanıyabilmemize, tam bir fikir edinmemize imkân veriyor. Evet, her şeyi yapan O’dur. Hem de, her şeyden binlerce meyve verdirerek…

Neticede O’nun bu icraatıyla insanlar tasaffi ediyor, saflaşıp berraklaşıyor ve Cennet’e ehil hâle geliyor. Yani, madenler altın oluyor, elmas oluyor, gümüş oluyor. Bu hususta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “İnsanlar tıpkı maden gibidir. Cahiliyede hayırlı olanı, İslâmiyet’te de hayırlıdır.”[2] Yani, cahiliyede izzetli, onurlu Ömer, İslâmiyet’te de, vakârlı, ciddiyetli, gönül sahibi, azametli ve aziz Ömer… Birinde, oldukça sert, oldukça haşin ve istediğini yaptırtan; öbüründe tevazu kanatları yerlere kadar ve insanların ayağının altında; fakat kâfirlere, fâcirlere karşı azîm, cesim bir Ömer!.. Cahiliye devrinde maden olarak nasılsa İslâmiyet’te de öyle.. Onun için; atak, canlı, dinamik insanlar gördüğümüzde arzu ederiz ki, Müslüman olsunlar… Çünkü cahiliyede aziz olan, İslâm’da da aziz olacaktır.

İslâm, -insan unsuru olan- bu madeni ele alır. Yoğurur; olgunlaştırır; som altın hâline getirir. Sahabi böyle som altın hâline gelmişti. Sonraları, değer ve ayar düşmeye başladı. 22 ayar, derken 21, 20, 18, 17, 15… Yirminci asırda Müslümanlar arasında 1 ayara kadar düşenler de oldu. Evet bu asır, o kadar cürûfu, züyûfu fazlalaşmış bir asır!..

Demek ki biz, dünyada imtihana tâbi tutuluyoruz; tasaffî edelim… Bu arada Allah (cc) ne yolla sâfileşeceğimizi biliyor da bizi imtihana tâbi tutuyor? -Hâşâ- O bilmediği şeyi bizden öğrenmek için değil. Yani O, bizi bizimle imtihan ediyor. Daha doğrusu biz kendi kendimizle imtihan oluyoruz.

Evet, biz cehd ve sa’y ettiğimiz, tasaffî etme yolunda bulunduğumuz; demir madeni isek demir olma; altın madeni isek, altın olma sevdâsına tutulup yoluna girdiğimiz.. evet, böyle bir gayretimiz olduğu takdirde Rabbimizin ezelde bildiği şeyin ortaya çıkmasına vesile olmuş bulunacağız. Ve, işte biz, bunlarla kendi kendimizi imtihan edip O’nun yüce huzuruna kendi durumumuzla çıkacağız. Kur’ân’ın ifade ettiği gibi “O gün onların elleri ayakları -ilâve edelim- gözleri kulakları, dilleri dudakları aleyhlerinde şehâdet edecek.” (Nûr, 24/24) Sen de bunu biliyorsan kendi kendinle imtihan olduğunu anlarsın. Allah (cc) senin durumunu -hâşâ- öğrenmek için imtihan etmiyor. Bilâkis seni sana gösteriyor ve seni, seninle de imtihan ediyor.

Her şeyin en doğrusunu O bilir.

[1] Buhârî, Menâkıb 41; Müslim, Birr 160
[2] Buhârî, Menâkıb 41; Müslim, Birr 160

Cenâb-ı Hak Hem Bir Tane Hem de Her Yerde, İzahı Nedir?

Cenab-ı Hak, hem bir tanedir, hem de her zaman ve her mekanda ilmiyle, kudretiyle, hâzır ve nâzırdır. Biz böyle demekle, Allah’ın zatıyla, bir cisim gibi yer tuttuğunu, bir hayyiz işgal ettiğini düşünmüyoruz. Allah bir tanedir derken, celâlinin ve azametinin ifadesini söylüyoruz. Allah her yerdedir derken de, Rahmâniyetiyle, Rahîmiyetiyle, ilmiyle, kudretiyle yani -benzetmek olmasın- güneş şualarıyla başımızı okşadığı halde, biz ona yetişemeyecek kadar bizden uzak olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’da bu sıfatlarıyla bizi kuşattığı ve bize bizden yakın olduğu halde, bizim O’na ulaşmama buudumuzla da bizden nâmütenahi muallâdır. Evet, Cenab-ı Hak “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16) buyuruyor. Bana şah damarımdan daha yakın olan Allah, demek ki keyfiyetsiz, kemmiyet siz olarak her yerde hâzır ve nâzırdır. O, “İnsanla kalbi arasına girer” (Enfal/24). Demek ki bana kalbimden de yakın. Eğer ben desem ki, “Kalbimde Allah vardır” doğrudur. Çünkü O beni benden daha iyi bilir. Ben kendi kalbimi anlayamamış olabilirim. Ve yine: “Attığın zaman sen atmadın, attığını Allah attı.” (Enfal/17) buyurulduğuna göre, demek ki Bedir’de ve daha başka yerlerde Efendimiz adına atan da Allah (cc) idi. Öyleyse atmaya varıncaya kadar her şeye doğrudan tesir ediyor. Öyleyse Allah her yerde… Bu ve benzeri ayetler, Rabbimizin, Rahmaniyet ve Rahîmiyetiyle, Cemaliyle, Celaliyle, Kemaliyle, Kudretiyle, İlmiyle, İradesiyle ve diğer sıfat ve isimleriyle her yerde hâzır ve nâzır olduğunu gösteriyor.

Ve, Allah aynı zamanda da bir tanedir. Bir tane olması, hem kâinattaki hakikatların, hem de Kur’an’ın nasslarının ifadesidir. Eğer, -haşa!- kâinatta iki ilah olsaydı, yer gök fesada giderdi. Zaten Allah Kelamı da bundan başkasını söylemiyor. “Allah’dan gayri göklerde ve yerde bir kısım ilâhlar bulunsaydı, yer-gök fesada gider, her yeri bir kaos alırdı” (Enbiya/22) Yani yıldızlar müsademe eder, zerreler ve küreler birbiriyle çarpışırdı. Öbür taraftan güneşten gelen şualar ve radyasyonlar karşısında yeryüzündeki uranyum inkılaplara girerdi, zincirleme reaksiyonlarla her şey yok olur giderdi. Eski kelâmcılar buna “Bürhan u temanü” diyorlar. Yani bu delîle göre, Allah bir tanedir. İki olmaz. Çünkü en küçük bir şey dahi, meselâ bir vapurun dümenine iki el karışsa karıştırır. Bir arabanın iki tarafında iki tane direksiyon olup da, iki şoför tarafından idâre edildiğinde, yollara rağmen keşmekeşliğe girileceği gibi, kâinat da, iki muhtar güç tarafından idâre edildiğinde fesat ve kargaşaya gireceği kaçınılmazdır. Binaenaleyh ahenk içinde devam eden şu kocaman kâinat mekânizması içinde, gizli bir kaderin işlediğini görüyoruz. Makro âlemden normo âleme, ondan mikro âleme kadar, her şeyde baş döndürücü bir nizam ve ahengin varolduğu seziliyor. Bu ahenk ve nizam, ilmî bir plân ister. Bunun, ilmî plândan varlık sahasına çıkması için de bir kudret ve irade gerekir. Sonra da devamlı görüp-gözetme şarttır. Bunun için de bir tek elden başkasının karışmaması. Zira insanlar bile kendi işlerine başkasını müdahale ettirmek istemezken -ki buna “Redd-i müdahale kanunu” denmektedir- nasıl olur da Cenab-ı Hakk’ın bu kâinat çapındaki iç içe işlerine başkası karışabilir. Onun için diyoruz ki, şu kocaman kâinat kitabının, fabrikasının veya saatinin içine iki el birden uzansaydı mutlaka her şey karışacaktı. Karışmadığına göre, kâinatın Sâhibi, Mâliki, İdarecisi bir tanedir.

Şimdi, meseleyi bir de vicdan yönüyle ele alalım:

Çevremizde cereyan eden olaylar, hem bizim iç dünyamızda hem de realite plânında, Allah’ın biricik dayanak, biricik sığınak ve biricik melce olduğunu ispat etmektedir. Çünkü, meselâ, ben âciz ve fakir bir insan olarak, acz ve fakrımı idrak şuuru içinde, kırılmış bir tahta parçası üzerinde, denizin müthiş dalgaları arasında, ellerimi kaldırıp “Ya Rabbi Ya Rabbi!” diyorum. Vicdanımın derinliklerinde biliyorum ki beni duyacak birisi var.. Beni duyması için de O’nun her yerde hâzır ve nâzır bir Rabbûl Âlemîn olması lazımdır. Öyle bir Rabbûl Âlemîn ki, benim niyazımı işittiği aynı anda bir karıncanın kendisine has ızdırar diliyle yaptığı duâ ve taleplerini de işitir.

Demek ki O, karıncaya da şah damarından daha yakın. Dünya çapında kabul olan bütün duâlar bu gerçeği ifade de güçlü birer beyandır.

Allah Rasûlü anlatıyor: -Geçmiş Peygamberlerden biri kavmini topladı, yağmur duâsı için yola çıktı. Yolda bir karınca gördü. Karınca sırtüstü yatmış el ve ayaklarını hareket ettiriyor ve kendine has diliyle duâ ediyordu. O Peygamber yanındakilere hitaben: “Artık geri dönebilirsiniz. Çünkü Allah sizden başkasının duâsı sebebiyle yağmur gönderecektir” dedi. Sonra da ihtiyaç veya ızdırar diliyle o duâyı yapanın karınca olduğunu bildirdi.

En küçüğünden en büyüğüne kadar muztar kalan her varlık Allah’a karşı duâ ve niyazda bulunur, Allah da bu duâlara cevap verir. Cenab-ı Hak “Muzdar duâ ettiği zaman onun duâsına icabet eden kimdir?” (Neml/62) âyetiyle bize bu hakikatı talim edip haber vermektedir. Zaten vicdanlarımız bunun şahidi değil mi?

Öyleyse Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. O, herkesin her halini görür, her sesi duyar, herkesin imdadına koşar, herkese Rahmâniyet ve Rahîmiyeti ile tecellî eder. Binaenaleyh, azametlidir, başka yardımcıya ihtiyacı yoktur. O, her şeyi tek başına yapar; cenneti, baharı yaratma kolaylığı içinde yaratır. Bu O’nun azamet, Celâl ve Vâhidiyetinden kaynaklanan bir neticedir. Ve Allah her yerde, her mekanda hâzır ve nâzırdır, ama cisim olarak ve mekan tutarak değil, O, esma ve sıfatlarıyla keyfiyet ve kemmiyetten müberra ve münezzeh olarak, hâzır ve nâzırdır. Bu da Cenab-ı Hakk’ın Ehadiyetinin, Cemâlinin, Rahmaniyet ve Rahîmiyetinin cilvesidir. Meselâ, işte şahid!

Eğer benim gözümden suyu çekip kurutsa, ve onu hiç sulandırmasaydı, bir hastalık olan göz kuruması gibi bir illete maruz kalacaktım. Demek ki O, her dakika gözümü görüyor ki, hastalıktan korumak için onu sulandırıyor. Gözü bana veren ve eşyayı görmeme onu vesile ve vasıta kılan aynı zamanda gözümü de, gözümün gördüklerini de bilen, birisi olması lazımdır ki, bu işler olsun. Ve yine, meselâ; yediğimi hazmedebilmem için, ağzımda lokmayı sulandıran, mideme şifre gönderen, kafamı harekete geçiren, vücudumdaki gıda maddelerini muhtaç olan hücrelere, hem de en âdil bir şekilde taksim eden bir zât olması lazımdır ki, şu benim hayatım devam edebilsin. Onun içindir ki, “Rabbimizin isimleri bizim üzerimizde Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle tecelli ediyor.” diyoruz. Eğer Rabbimiz her yerde hâzır ve nâzır olmasaydı, lokma ağzımızda kurur kalırdı, mideye inen şey taş gibi inerdi ve hiçbir şey hücrelere âdilane taksim edilemezdi. İşte bütün bunlarla biz, Allah’ın bize bizden daha yakın olduğunu anlıyoruz. Evet, Cenab-ı Hak isim tecellileriyle bize şah damarımızdan daha yakındır. Fakat biz, bize ait hususiyetlerimizle O’ndan çok uzağız…

Şimdi, bunu nasıl tevfik edeceğiz, onu bir misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ güneş bize bizden yakındır. Ama biz ondan çok uzağız. Güneş haddizatında bir tanedir, fakat her gün çeşitli boydaki dalgalarıyla başımızı okşar, her gün ağaçların dallarında bizim hesabımıza meyvaları kendi kazanında pişirir, durur.. Güneşin harâreti, ziyası, ışığı, renkleri tıpkı onun sıfatları gibidir. Eğer harareti onun kudreti, ışığı ilmi, yedi rengi de görmesi, duyması vs. gibi duyguları olsaydı bize bizden daha yakın olarak, bizde tasarruf yapacaktı. Kaldı ki güneş, kesif ve maddi bir varlıktır. Onun bünyesinde her zaman Hidrojen helyuma dönüşüp bundan hasıl olan ve milyonlarca tona tekabül eden ışın ve radyasyonlar da gelip bize, küremize, küremiz gibi daha nice yerlere ulaşmaktadır. Kaldı ki, Güneş, netice itibariyle maddeden ibaret bir varlıktır. Halbuki Allah maddeden münezzeh ve müberradır. Allah; ışın, radyasyon veya atom değildir. O, bunları yaratandır. Onun için bunlardan başkadır.. Allah-u Teâlâ Münevvirunnûr’dur. Nûra fer veren O’dur; nûru tasvir eden, şekillendiren O’dur; nûra kaynak olan O’dur; nûru yaratan O’dur. Bütün ziyalar, ışıklar, harâretler, renkler, O’nun kabza-ı tasarrufundadır. Allah’ın yarattığı güneş öyle olunca, elbette Allah (cc) evveliyetle hem bir tane, hem de her yerde hâzır ve nâzır olacaktır. Kaldı ki Nûr ismine mazhar Ehlullah’dan, “Abdal” dediğimiz bir kısım zatlar, “vücud-u mevhibe-i Rabbaniye” leriyle, yani ruh buudlu ikinci vücudla bir anda yüzlerce yerde bulunabiliyorlar. Sözlerine itimat edilir pek çok kişinin şehadetiyle bir zat, aynı günde hem İzmir’de hem Eskişehir ve hem de Ankara’da görülebilmektedir. Ve onu, kim bilir daha nerelerde görenler vardır! Allah’ın maddeden mürekkep âciz bir kulunun, ikinci varlığı olan dublesi, bir anda böyle yüz yerde görülürse, onu bu kadar kâbiliyet ve istidatlarla donatan, maddeden münezzeh ve müberra olan Hâlık, birliğiyle beraber niçin isim ve sıfatları ile her yerde hâzır ve nâzır olmasın ki! Değil mü’min veliler ve onlardaki “vücud-u mevhibe-i Rabbani”, bugün Avrupa’da rûhî tecrübeleriyle bir kısım spritualistler ve medyumlar aynı şeyi yapıyorlar. Gün geçmiyor ki, gazetelerde, mecmualarda bunlara dair pek çok enteresan hâdise neşredilmiş olmasın.

Evet, bunlara dair, her gün bir sürü şey duyuyor ve okuyoruz. Bunlardan birisi diyor ki: “Ben Londra’da bir seansta bulundum, aynı anda Fransa’da bulundum, aynı anda Belçika’da da bulundum.” Hakikaten o şahsı oralarda görüyorlar. Melâike-i Kirâm bir anda pek çok yerde bulunabiliyor, cinler bir anda bir çok yerde görülebiliyor, büyük şeytan, büyük kimselerin hepsine tesir etme yolunda, bir tane olmasına rağmen, tahtını bir yere kuruyor.. ve bilhassa baştakilerin hepsine bir anda sinyaller göndererek, hepsini bir ölçüde tesir altına alabiliyor… Allah’ın en aciz, en hakir varlıkları bu kadar hârika şeylere mazhar olurlarsa, acaba bunları var eden, varlıklarını devam ettiren, O Hayy-u Kayyûm olan Allah (cc), isim ve sıfat tecellileriyle her yerde hâzır ve nâzır olamaz mı?

Cenâb-ı Hakk'ın Huzûruna Girerken Ne Gibi Fikrî Bir Hazırlık Yapmalı ve O'nun Huzûrunda Neler Düşünmeliyiz?

Huzûr derken daha ziyade namaz gibi ibadetlerdeki huzûr kastediliyor zannediyorum. Eğer sorudaki huzûr bu manâda sorulmuşsa, zaten namaz bizzat kendisi huzûrdur. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Mi’rac gibi huzûrun en mükemmel ve en münevveriyle şereflendirilmişti.. bu çok önemli hâlin bizim mahiyet menşûrumuza aksi namaz şeklinde olmuştu. Evet O’nun Mi’rac’tan bize getirdiği en kıymetli hediye namaz olmuştur. Bizler için mikro plânda namaz bir Mi’rac demektir. Bunu duyup doyabilmemiz için, bir rahmet eseri olarak, günde beş defa namazla huzura alınıyor ve Rabbimiz’e muhatap olma bahtiyarlığıyla şereflendiriliyoruz.

Efendimiz’in Mi’rac’da semaları dolaşması, Rabbimiz’le bizzat vicâhî olarak, perdesiz konuşması ve kendi idrâki vüs’atinde Cenâb-ı Hakk’ı, minvechin, perdesiz hicapsız müşâhedesi ve ardından namazı, bir armağan ve hediye olarak bize getirmesi, evet bu iki hâdise birbiriyle o denli irtibatlıdır ki,namazı Mi’rac’tan ayrı düşünmek mümkün değildir. Evet, namaz, Mi’rac’ın ve herkes için bu kavsî urûcun, semere ve meyvesidir.

Tüccarlar, sağa-sola gider; alış-veriş yapar ve gelirken de bir şeyler alır, öyle dönerler. Allah Rasulü de tamamen ebediyyet gamzeden bir mukaddes alış-veriş için Rabb’inin huzuruna çıkmıştı. Kudsî yolculuğun daveti.. bu âdetâ bir alış-verişti; Cenâb-ı Hakk’dan gelmişti. Bu alış-verişte Rabb’imizin bizden istediği de sadece itaat ve kulluktu. Buna mukabil O da, namazımızı, Efendimiz’in Mi’racı gibi kabul buyuracaktı. Biz O’nun yolunda olacaktık, O da bizim elimizden tutacak ve bizi zâyi etmeyecekti. Biz görmeden O’na inanacaktık, O’da bir manâda namazımızda bize görünerek gözlerimizi aydın kılacaktı. Ortada böyle bir alış-veriş vardı; ama, hiç bir surette pazarlık yoktu. Çünkü verilenlerin hepsi bir lütuftu…

Allah (cc) lütfuyla O’nu huzûruna aldı. Ve en çok sevdiği bu insanı bizim nâmımıza konuşturdu. Tahiyyatı ile O’na selâm verdi ve bize de selâm gönderdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) istifade ettiği gibi, biz de o teveccühten istifade ettik. Namaz işte böyle bir huzûru sembolize eder.

İnsan namaza gelirken, bu anlayış ve bu düşünce ile gelmelidir. Böyle kudsî bir işe hazırlanma çok önemlidir. her şeyden evvel namaza hazırlanırken abdest alınır. Bazı hallerde de abdest yerine gusül yapılır. İnsan, abdestte her uzvunu yıkayışıyla ayrı bir mesafe alır, ayrı bir aydınlık idrak eder ve ayrı bir canlılığa ulaşır.. abdest içinde okunan duâlarla da belli bir metafizik gerilim içine girer. Bu arada camiye giderken yapılacak bir kısım duâlar da vardır ki, insan bunlarla adım adım Rabb’-inin huzuruna gelişini hisseder ve yaptığı duâlarla âdeta semavîleşir. Bu kapı, herkese olmasa bile çoklara açıktır. Hz. Ali (ra) gibi insanlar her namaz vakti sararıp solar ve âdeta bayılacak hâle gelirlerdi…

Zira namaz İlâhî huzûra ermek ve o âdeta, vicâhî olarak Hakk’la görüşmek demektir.

Bir insan düşünün ki, kendisine çok mühim bir meselede, seçkin bir topluluk karşısında, bir konuşma teklifi yapılmıştır.. ve o insan ilk defa böyle bir topluluk huzuruna çıkacaktır. Dinleyenler arasında her sınıfın en üst seviyedeki temsilcileri de bulunmaktadır. O insan böyle bir durum karşısında nasıl sararır, solar, bocalar, kem-küm eder ve müthiş bir heyecan içine girer; öyle de kul, namazında bu kişinin durumundan bin misli daha fazla bir heyecan ve helecan içine girer.. tabiî ne yaptığının şuurunda ise… Çünkü biraz sonra onun konuşacağı meclis, sadece misâl olsun diye sözünü ettiğimiz meclisten kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha mehabetli ve daha yücedir.

Evet bu insan, her an ayrı bir şe’n ve tecellide olan Rabb’in huzûruna girecektir. Ve daha önceki namazdan bir sonraki namaza ülfet adına intikal edecek heyecan yatıştırıcı müsekkinlere karşı dikkatli olmalıdır.

Düşünmeli ki, Hz. Mûsa (as) gibi ulü’l-azm bir peygamber, Cenâb-ı Hakk’a ait mehabetle dopdolu olduğu halde, yine de Firavunun yanına girmeden evvel (Rabbişrahlî..) (Tâhâ/25) demek suretiyle bir iç hazırlık yapıyordu; vicdanını konuşturuyor ve mukavemetini arttırması için Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyazda bulunuyordu…

Mü’minin abdesti ve mescide gidişi bir ilk hazırlıktır sanki. Hayalinde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) temessül etmiş ve biraz sonra da namazında O’na cemaat olacaktır… Bu şuur ve bu iştiyak içinde namaza duracak.. ve namazında okuduğu Kur’ân’ı bizzat Cenâb-ı Hakk’a takdim ediyor gibi okuyacaktır. Belki yer yer, mescidin dışında bırakmaya çalıştığı uygunsuz düşünceler onu rahatsız edecek; fakat o böyle eşkiya ve yol kesicilere kat’iyyen teslim olmayacak ve yoluna devam edecektir. Ayakta durmaya dermanı kalmadığını hissedince de, Rabb’in azameti karşısında iki büklüm olup rükû’a varacak, rükû’dan kalkarken de vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın kendisine Rahmet nazarıyla bakışını yakalamaya çalışacak.. çalışacak ve o bakışı yakalamış gibi, hayretinden dizlerinin bağı çözülecek, tam ve ciddi bir teslimiyet içinde, kulun Rabb’ine en çok yaklaşabileceği sınır nokta olan secdeye kapanacak. Ümmetlerin âhirette diz çöküp oturmasına mukabil, o, bu ızdırarî hâli ihtiyarî olarak dünyada yapacak ve diz üstü çöküp, yalvarış ve yakarışlarla Rabb’ine müracaatta bulunacak ve gönül dünyası huzûrun ışıklarıyla dolup taşacaktır. O, böyle yapıp ve bunlara mazhar olunca, âhirette böyle bir duruma düşmekten de -İnşaallah- kurtulacaktır. Zira Allah (cc) iki korkuyu bir arada vermeyeceğini va’d etmektedir. İki emniyetin bir arada verilmediği ve verilmeyeceği gibi.

Bu seviyeyi elde edebilmenin kendine göre yolları vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamamız mümkündür:

Birincisi: Âfakî ve enfüsî tefekkürde ısrar… İnsan hiç durmadan âyât-ı tekvîniyeyi düşünmeli, âfâktan enfüse ve enfüsden âfâka düşünce mekiğini gezdirip durmalıdır. Evet insanın tefekkürü, onu, bir taraftan semânın yıldızlarla yaldızlanmış ufuklarına götürmeli, diğer taraftan da mahiyetinin derinliklerinde seyahat ettirmelidir ki “kör ve sağırların” yediği damgayı yemiş olmasın. Çünkü böyle olanlar, kalblerini terk ve rabbanî latîfelerini ihmâl ettiklerinden dolayı, körler, sağırlar ve dilsizler gibi yaşamaktadırlar. Kendi mahiyetlerini görüp dururken de durumları daha farklı değildir.

İnsan tefekkürle, bir saatlik ibadetini bin senelik ibadet hükmüne getirebilir ve bu seviyede sevap kazanabilir. Ve işte, bu tefekkür şuuruyla namaz onu, esmâ dâiresinden sıfat dâiresine, oradan da Zât dâiresine sıçratır ve insan âdeta sonsuzluğa yelken açmış gibi olur.

İkincisi: ‘Râbıta-i mevt’ dediğimiz ölümün düşünülmesidir. Bu yapılırken de ihtimal ve faraziyelerle değil, bizzat ölümle burun buruna gelmiş bir insan hâletiyle yapmalıdır. Zaten Kur’-ân-ı Kerim’de “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” (Âli İmran 3/185) âyetiyle bu hakikata arz edilen çizgide parmak basmaktadır. Bir kısım tefsir ve mealcilerin söylediği gibi âyetin manâsı ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ şeklinde ifade edilmesi oldukça eksik bir manâdır. ‘Her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır’ şeklindeki ifade öncekinden daha tutarlıdır. Çünkü Türkçe’de ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ ifadesinin Arapça karşılığı ‘Küllü nefsin seyezûku’l-mevt’ şeklinde olur. Halbuki âyetteki ifade yukarıda söylediğimiz şekildedir. Âyetin Türkçeye en yakın ve az kusurlu meâli ise “Her nefis ölümü tatmaktadır” (Âli İmran/185) şeklinde olmalıdır. Evet, her nefis her an ölümü tadıp durmaktadır ve burada başka herhangi bir manâ da bahis mevzuu değildir.

Bu hususu da kısaca izâh etmek uygun olacak:

Biz her an ölüp dirilmekteyiz. Zira bizler, Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin akislerinden ibaretiz. Bu tecelliler o kadar seri bir şekilde ve peşipeşine gelmektedir ki, biz, kendimizi inkıta’sız ve devamlı kabul ederiz. Bu aynen sinema şeridindeki karelerin çok hızlı dönüşüyle, oradaki nesnelerin hareketli görünmesi gibidir. Aslında, biz, her an -ki an kelimesiyle zamanın en küçük parçası neyse onu kastediyoruz- var olup yine yok olmaktayız. Bu tecelliler O feyz-i akdesten geliyor ve biz de daimî bir var ve yok olmayla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu durumda sanki biz, saatin akrep veya yelkovanı üzerindeymişiz gibi oluruz. Yani ilk hareketin bizi her an öbür tarafa atması ihtimaliyle karşı karşıya bulunuruz.. ve zaten sonunda da bu durum kaçınılmaz bir netice olacaktır. Öyleyse, ölümü, istikbalde vâki olacak bir hâdise gibi değil, her an yaşanmakta olan bir vak’â gibi değerlendirmeliyiz.

Bu değerlendirme bizi, daima âhirete hazır hâle getirecek ve namazımızı da, âhiret hazırlığı içinde olan bir insan edâsıyla kılmaya vesile teşkil edecektir.

Üçüncüsü: Namazı huzur dolu insanların yanında kılmak da bir yoldur. Zira, başını secdeye koyduğu zaman soluklarında Muhammedîlik esip duran birinin yanında kılınan namaz da insanın o havaya bürünmesine bir vesiledir. Ondandır ki, cemaat olma tavsiye ve emredilmiştir. Çünkü ferdin iç mukavemeti her zaman huzur temin etmeye yetmeyebilir. Bu durumda, cemaat içindeki fertlerin manevî desteği onun imdadına yetişir ve ona da huzur kazandırır.

Göz yaşı içinde namaz kılan bir insanın hâl ve durumu, en azından, onun yanında namaza duran insanın da kalbini yumuşatır, hatta bazan ona da göz yaşı döktürür. Bir çoğunuz müşahede etmişsinizdir? Ravza-i Tâhire’de ve Beytullah’da öyle namaz kılan, secde ve rukû’uyla öyle ubûdiyette bulunan insanlar vardır ki, bizler onları seyrederken kalbimiz duracak hâle gelir…

“Rukû’ edenlerle beraber siz de rukû’ edin” (Bakara/43) âyetinin işaretinden biz bunu anlıyoruz. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Onun için evvela bu türlü ibadetle Rabb’ine kulluğunu takdim edenleri sevecek ve sonra da hep onlarla beraber olmaya çalışacağız. Bu arada namazlarımızı da onlarla beraber kılacak ve onlarla huzûr-bahş olan bir iklimde bulunmaya çalışacağız.

Hz. Aişe (ra) validemiz, Allah Rasûlü’nün namazını anlatırken şöyle der: “Allah Rasûlü’nün iki rekat namazına şahid oldum. Öyle bir kıyamda durdu ve kıyamını öyle uzattı ki, o kıyamın güzelliğini ne sen sor ne de ben söyleyeyim. Sonra rukû’u da böyle oldu. Ardından secde etti; secdesi de en az rukû’u kadar güzeldi…” İşte biz de bir taraftan namazımızı Allah Rasûlü’nün bu namazına benzetmeye çalışacak, diğer taraftan da namazı Hakk dostlarıyla beraber kılacak ve onların kulluk keyfiyetini gönüllerimizde yakalamağa çalışacağız.

Dördüncüsü: İrâdemize hürmet ve saygı duyarak ve irâdeli bir varlık olmanın gereğini yerine getirerek, namazımıza biraz çeki-düzen vermeliyiz. Evet irâdemize temrinler yaptırmalı ve huzûra giden yolda biraz da onun mevcudiyeti esasına göre yürümeliyiz.

Namaz, öyle dünyevî işlerimiz arasından geçiştiriliverecek kadar ehemmiyetsiz bir vazife değildir. O bizim için en mühim bir meşgaledir. Namaz ciddiyetle ele alınmalı ve öyle edâ edilmelidir. Değil başka bir iş yüzünden onun ihmâle veya aceleye getirilmesi, gerektiğinde her türlü işimiz ona fedâ edilmelidir.

Aynı zamanda cemaatin ehemmiyeti de unutulmamalıdır. Sadece Hanefî mezhebinde cemaat sünnet-i müekkededir. Halbuki diğer üç mezhebe göre cemaat farz veya vaciptir. Onlar “Ferke’û maa’rrakiîn” âyetinden bu hükmü çıkarmışlardır.

Son olarak şunu da ilâve edeyim ki, huzûr içinde ve erkânına riâyet edilerek kılınan bir namazın mü’minde hasıl edeceği haz ve zevki,ona başka hiç bir mazhariyet kazandıramaz.Yeter ki insan, bu mazhariyetin şuurunda olabilsin ve namazın kıymet ve değerini idrâk etsin!…

"Dinde Zorlama Yoktur" Âyetini İzah Eder misiniz?

Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah (zorlama) ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat’iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” prensibine de uygun düşmez.

Din, kendi mes’eleleri için ikrahı caiz görmediği gibi başkalarının İslâm’a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm’da musamaha ufku bu derece geniştir.

Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O’nda her şeyden önce îmân esastır. Îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir mes’eledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu manâda da dinde zorlama yoktur.

Hz. Adem’den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü’min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır.

Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur’ân-ı Kerim’de kıtâl ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir manâda zorlama değil midir?

Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm’ın değişmeyen bir kâidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm’ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm’ın cihad emriyle yerleşmiştir.

Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:

Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fâsılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn sûresinde bildirilen “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.

Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Mes’eleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat’iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir.Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu manâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm’ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.

Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.

Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hıristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupa’da zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.

Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm’a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O’nun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.

Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarptırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehâlet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.

Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu manâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla Cennet’e koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır…

Dünyada Nelerle İmtihan Olmaktayız?

Dünyada Nelerle İmtihan Olmaktayız? Birlik ve Beraberliğin Bozulmasıyla İmtihan Olunur mu? Sâhabî Birbiriyle İmtihan Olmuş mudur?

Cenâb-ı Hakk (cc) bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik” (En’am, 6/53). Demek oluyor ki, insanlar birbirleriyle de imtihan olabiliyorlar… Bu mes’eleyi de birkaç madde halinde sıralamak mümkündür:

Birincisi: İnsanlar içinden bir peygamber gelir ve diğer insanlar için o bir imtihan sebebi olur. Efendimiz (sav)’in gönderilişinde de aynı durum olmuştur. Meselâ, o gün bazı insanlar şunları söylemişlerdir: “Taif’te, Mesud b. Urve; Mekke’de Velid b. Muğire gibi insanlar varken ve bunlar peygamberliğe daha layık iken, nasıl oluyor da Ebu Talib’in Yetimi gibi fakir ve kimsesiz bir insan peygamber olabiliyor.?”

“Hem, Kureyş kabilesi asil olmakla birlikte o günün en güçlü kabilesi değildir. Halbuki bir peygamber en güçlü kabilenden gelmelidir. Tâ ki kabilesi onu koruyabilsin…”

“Ayrıca bizim gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir beşer, nasıl olur da peygamber olduğunu söyleyebilir? O bir melek olmalı değil miydi?”

Bazı kimseler içinse, imtihan hâlâ devam etmektedir: “Dokuz kadınla evlenmiş bir insan nasıl peygamber olur?”

Bu ve benzeri sözler hep aynı noktada birleşmektedir ve insanlar birbiriyle imtihan olmaktadır…

İnsanın dünyaya geliş gayesi imtihandır. O sık sık elenecek, kalburdan geçirilecek ve saf ruhlar saf olmayanlardan ayrılacak; elmaslar kömürden tefrik edilecek ve şeytan yapılı insanlarla melek yapılı insanlar ortaya çıkacak ve böylece dünyanın kuruluş gayesi tahakkuk etmiş olacaktır. Eğer böyle bir imtihan olmasaydı, elmas ruhlu Ebu Bekir, kömür ruhlu Ebu Cehilden ayrılmaz ve herkes aynı seviyede kalır giderdi. Evet, eğer böyle bir imtihan olmasaydı, Mâhiyet-i Ahmediye’deki hakikat, hiç bir zaman parlamaz, ortaya çıkmaz, incilâ etmez ve göz kamaştırıcı bir güneş hâline gelmezdi…

Allah Rasûlü insanları ele alırken onları madenlere benzetmiştir. Cahiliyede hayırlı olan, Müslümanlıkta da hayırlıdır; elverir ki dînin ruhunu kavramış olsun. İslâm insanları alıp belli bir süre belli potalarda eritip şekillendirir. Sonra da onları ruhlarıyla bütünleştirerek özlerine ulaştırır, yani esasen mahiyetlerinde mevcut olan Hakk (cc)’a ayinedarlık hususiyetini kuvveden fiile çıkarır. Ama madenlerin asıl yapıları her zaman hususiyetlerini korur.. altın yine altın, gümüş yine gümüş ve bakır yine bakır olarak kalır.. fark, hepsinin som ve sâfi hâle gelmiş olmasındadır. İmtihanlar, insanın asli madenine girmiş bulunan yabancı unsur ve tortulardan onu temizler ve her insanı kendi istidadının zirve noktasına çıkarır.

İkincisi: Şeytan bazı şerleri süslü gösterip hiç ümid edilmedik şahısları kandırabilir. Şeytana âlet olan insanlar içinde, bazen manevî yapısı itibariyle çok seviyeli olanlar da bulunabilir. İyilikleri sevimsiz ve kerih, fenalıkları sempatik ve şirin gösterme gibi, basit fakat tahripkâr pek çok kisbî şeyler vardır ki, bunlar şeytana nisbet edilebilir. Sahib-i Şeriat tarafından ona, kötülükleri güzel gösteren manâsına “Müzeyyin” denmesi de işte bundandır.

Ayrıca, nefsânilik ve şeytan ruhlar da rekâbet hissini tahrik eder ve bizler de bununla imtihan oluruz. Hatta gıpta gibi, ilk başta mâsum görünen ve hizmette insanları yarışa sevk eden bir duygu dahi eğer neticesi îtibariyle rekâbet hissine dönüşecekse burada da bir imtihandan söz etmek mümkündür.

Meselâ; bir şahsın insanların hidayetine vesile olucu çaba ve gayretleri, semere bakımından bir başkasından daha çok olabilir. Eğer az olan çok olanı kıskanıyor veya gıpta ediyorsa, bilmelidir ki ciddi bir imtihan geçiriyor.

Halbuki Allah (cc), bir âyetinde “Muhakkak Sen insanları doğru yola iletirsin” (Şûrâ/52) dediği hâlde başka bir âyetinde “Sen istediğini hidayete erdiremezsin; fakat Allah (cc) istediğini hidâyete erdirir” (Kasas/56) demektedir. Demek ki asıl hidâyete erdiren Allah (cc)’tır. Mürşid, doğru yolu açar ve icabında onu bir şehrah haline getirir, yanlarına ışıklar, reflektörler kor ve insanlar sapmadan o yolda yürür ve doğruyu bulurlar; fakat neticede “hâsılı bi’l-masdar” olarak îmânı gönüllere koymak tamamen Allah (cc)’a ait bir keyfiyettir. Biz ve irademize bırakılan “manâ-yı masdarîdir.” Bunun da hâricî vücudu yoktur, yani kudret ve iradenin taalluk ettiği sahada ona “var” denemez. Ancak onun ilmî ve izafî bir vücudu vardır.

Yine bu imtihan cümlesinden olarak, birisine Cenab-ı Hakk (cc), beyan gücü verir ve o insan îmânî ve Kur’ânî hakikatlara en güzel şekliyle tercüman olur. Bir başkası da bunu kıskanır.. ve “niçin bana da aynı haslet verilmedi?” diye hayıflanır durursa; işte bir imtihan daha ve işte onun fena âkıbeti!

Cenâb-ı Hakk (cc), peygamberlerin hepsini seçmiş ve peygamber kılmıştır ama, “Peygamberlerin bazısını diğer bazısından üstün kıldık” âyetinin ifadesince, bir kısmını diğer bir kısmına tafdil etmiştir. Bazı peygamberlere verdiği öyle hususî fazîletler vardır ki, diğerleri o mevzûda onun topuğuna bile yetişemezler. Ancak umumî manâda ve mutlak olarak peygamberliğe verilen bir fazîlet başka hiç bir fazîletle kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. Bu hususî fazîletler, diğer peygamberlerin peygamberliğini hiç bir zaman küçültmez.

Evet, yukarıda zikrettiğimiz şikâyet ve rekâbet manâsını taşıyan “Niçin”leri çoğaltmak mümkündür. Niçin ben daha fazla hizmet edemiyorum? Niçin ben maddî yönden daha fazla destek olamıyorum? Niçin ben daha fazla dinlenmiyorum? Ve daha binlerce niçinler.. Aslında bunların her biri, birlik ve beraberliğe indirilen darbelerdir.

Cenâb-ı Hakk (cc), inananları böyle niçinlerden sakındırıyor ve nizaya götüren bütün yolların, daha işin başında kapanmasını istiyor.

“Velâ tenâzeû..” (Enfal/46) ile başlayan âyet madde madde bu hususu tenvir etmektedir.

Bu âyet bir manâda inanan kesime, şu tavsiyelerde bulunmaktadır:

“Kat’iyyen maddî veya manevî çekişmeye girmeyin! Daima aranızda “hayt-ı vuslât” denen birlik noktaları bulunduğunu düşünerek müşterek hareket etmeye çalışın. Müsbet dahi olsa nizâa düşmeyin. Hased, kıskançlık veya gıpta sizi nizaya sevk etmesin. Aksi halde bütün gayret ve çalışmalarınız fiyasko ile neticelenir. Kuvvetiniz de zâil olur gider.

Ferdi çalışmaların mükâfatı fert planında kalır. Halbuki birlik ve beraberlik içinde yapılan amellere, Cenâb-ı Hakk (cc) umumî rahmetiyle mükâfat verir ve böylece her ferd bir cemaat sevabı kazanmış olur.”

Evet, teker teker her birerlerimiz, kulluğumuz neticesinde birer mükâfat urbası giyebilmemize karşılık; toplu ibâdet, ellerin Allah’a (cc) toplu olarak kalkması, yüreklerin toplu çarpması, toplu olarak herkesin aynı sancıyı çekmesi ve Allah (cc) ‘tan aynı şeyi istemesi başımıza öyle İlâhî bir saadet kubbesinin konmasına sebep olur ki, tek başımıza onu yakalamamız mümkün değildir. Ferdî harekette olsa olsa insan ancak, kendi ailesinin reisi olur; halbuki yürekler toplu atar ve aynı hat üzerinde fertler omuz omuza verirse, bu kuvvet devlet çapında ve devlet planında bir derinlik kazanır. Bu sağlam kubbenin altında binler ve yüz binler korunur ve her ferd bir ölçüde mensubu bulunduğu milletin gücünü temsil eder.. dışa karşı da işte bu güçle korunur. Şayet fert, bu birlik ve beraberlikten kopar ve müstakil bir korunma ve barınak yapmaya kalkarsa, gök kubbe kadar geniş olan bu İlâhî şemsiye ellerinden alınır ve her ferd elindeki yelpaze ile başbaşa kalır. Daha sonra da “Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz” hakikatı zuhûr eder. Derken bütün bir millet, bu hakikatın tokadını yer ve sarsılır.

Toplum iyi, Cenâb-ı Hakk’la (cc) münâsebeti de kavi ise, o zaman öteler başımızı okşar ve Efendimiz (sav)’in, mağarada, Hz. Ebu Bekir’e dediği gibi, iki iseniz üçüncüsü, üç iseniz dördüncüsü, dört iseniz beşincisi, altıncısı, yedincisi ilh.. Allah’tır. Ve Allah (cc) dostlarını koruyup kollamayı tâahhüt etmiştir.

Biz, tek başımıza hareket ettiğimiz, yani iki kişi ile dahi olsa, omuz omuza vermediğimiz zaman o ölçüde, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) cemaate olan hususî lütûflarından mahrum kalırız. Yani hiç bir zaman Cenab-ı Hakk (cc), ikinin üçüncüsü olup bizi desteklemeyecektir. Bu mevzûda terakkî tarikiyle bir mâiyet ve bir çeşit bütünleşme söz konusudur. Yani birinci, ikinci, üçüncü..vs. fert sağlam olacak ve bu sağlam fertler üzerine sağlam bir cemiyet kurulacak ve Cenâb-ı Hakk da (cc) bu cemiyeti koruyup kollayacak, hususî himayesine alacak, inâyet kubbesi altında toplayıp muhafaza edecek.. böylece fertler şahsî şemsiyeleriyle kendilerini korumağa çalışmak gibi bir külfetten kurtularak semavî bir emniyet ve güvene ereceklerdir.

Evet, cemaatleşme önemli bir faktördür ve Tevfik-i İlâhînin de en büyük vesilesidir. Evet, bir insan tek başına bir inzivâ hanede veya bir dağ başında hiç durmadan namaz kılsa, oruç tutsa, eline geçen her şeyi sağa-sola infak etse, gidip hac yapsa, Hacer-ül Esvede yüz sürüp gözyaşı dökse; Kabe’de, Ravza’da birleri binler haline getirme kapılarını zorlasa, yine de Cenâb-ı Hakk’ın (cc) ona lütûfları fert plânında olacaktır.

Ne zaman ki o, “himmetim milletimdir”, der ve gönlünü bir millet ve ümmet çapında genişletir, gelecek rahmet de o derece vüs’atli gelir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’den bahsederken “İbrahim bir ümmetti” der (Nahl/120). Ve himmetini âli ve yüce tutan Hz. İbrahim’i tek başına bir millet olarak kabul eder.

Himmeti bu denli âli insanların meydana getireceği cemaate, Allah’ın (cc) lütfu da o seviyede büyük olacaktır.

Müminlerin himmetleri âlidir, ancak; yine de insanlar birbiriyle imtihan olmada çok başarılı sayılmazlar. Fazla sayılmasa bile, şahsî iş ve küçük hesaplar umumî dengeye te’sir edip bozmakta ve çakıl taşları kadar âdi ve basit meseleler, Kâbe hürmetinde büyük ve muazzam birleşme, bütünleşme sebeplerine tercih edilebilmektedir. Bu ise, her an, her lahza gelmesi muhtemel İlâhî inayetten mahrum kalmayı netice vermektedir.

Eskiler, “Bi kader’il-keddi tükteseb’ül-meâli” derlerdi. Hadîs değildir; fakat “cevami’ül-kelim” gibi bir sözdür. Bunu, “çekilen sıkıntı, katlanılan meşakkat, maruz kalınan sancı ve ızdırap nisbetinde yükselme mukadderdir” şeklinde ifâde etmek mümkündür. Değiştirip şöyle de diyebiliriz: Maddî, manevî her türlü muvaffakiyet ve adım adım ilerlemek; her türlü mahrumiyet ve sıkıntıyla doğru orantılıdır. Evet bir tohum toprağın altından başını çıkaracağı âna kadar, kim bilir ne sancılar çeker, nasıl yarılır, nasıl çatlar.. rüşeymler toprağı nasıl zorlar, güneşe karşı nasıl hazırlıklı olur.. bütün bunlar varolma yolunda, dirilme çağında verilen kavgaları gösterme bakımından çok mühimdir.

Rabb’imiz, lütûf ve ihsanlarıyla, bizi serfiraz kıldıkça, imtihanlar da ağırlaşacaktır. Şayet O, bize Kendi keremiyle, Kendisine dost olma pâyesini bahşetmişse, bunu kat’iyyen şahsımıza ait bir fazîletten dolayı verilmiş kabul etmemeliyiz. Bize düşen bütün bunları Allah’ın (cc) lütfu görüp öyle değerlendirmek olmalıdır. Evet, iyilikler, güzellikler gelip geçiyor ve geçerken de bize uğruyor; çünkü o güzelliklere biz, herkesten daha çok muhtaç bulunuyoruz. Aynı zamanda biz, kendi şahsımızla o güzelliklerin mazharı olamayız. Bütün bu güzellikler bizde, damlalar üzerinde güneşin ışınlarının aksetmesi gibi, akıp akıp gitmektedir. Kat’iyyen unutmamalıyız ki, gelen bu lütûflar sağnak sağnak başımızdan aşağı yağıp, iliklerimize kadar varlığını hissettiren bu rahmet ve bu ihsanlar hep cemaat adına gelmektedir. Hiç kimsenin tek başına bunları sahiplenmesi de mümkün ve doğru değildir.

Üçüncüsü: Maddî menfaat ve kelepir sevdası da cemaat hayatındaki imtihanlardan biridir. Bilhassa, siyasîler arasındaki boğuşmalar hep bu menfi, tahripkâr ve fena düşünceden kaynaklanmaktadır. Bir makam ve mansıba çoklar gözlerini diktiğinden ve doyma bilmeyen hırslarla şahsî çıkar peşine düştüklerinden çok defa vifak, ihtilafa; birlik ve beraberlik de tefrikaya dönüşüp durmaktadır. Halbuki, yapılan her iş ve gösterilen her fedâkarlık, bir karşılık görme düşüncesiyle değil; Rabbin rızasını kazanma arzusuyla yapılmalıdır ki, bence, çoklarını boğuşmalara sevk eden bu maddî menfaatler imtihanını kazanmanın yolu da bu olsa gerektir.

Soruda birlik ve beraberlikle alâkalı imtihan sorulduğu için cevabımız da o yönde oldu. Yoksa, mutlak manâda insanın başından geçmesi muhtemel imtihan çeşit ve şekillerini belli bir adedle sınırlandırmak mümkün olmadığı gibi, onları burada teker teker saymamız da mümkün değildir. Soru sahibi, sahabinin birbiriyle imtihan olup olmadığını da soruyor. Şimdi de bir nebze bu husus üzerinde durmak istiyorum:

Böyle bir imtihandan sahabi vareste tutulamaz. Onlar manevî hayatın en ileri saflarında yerlerini aldıkları gibi, imtihanın en ağırına da yine onlar maruz kalmışlardır. Hele daha sonraki dönemde, idare keyfiyetindeki farklı içtihatlar, onlara imtihanların en ağır ve altından kalkılmazlarını yaşattırdı. Ancak imtihan ne kadar sert olursa olsun hiçbir sahabi hakperestlikten ayrılmadı. Kılıçların, kınlarına konmayacağı yerde bile, çok rahatlıkla, haksız olduklarını anlayınca geriye dönmesini bildiler.

Hz. Aişe validemiz, Hz. Ali’nin karşısına çıktığı esnada, seneler önce Allah Rasûlü’nün üstü kapalı olarak belirttiği, hata işleyecek hanımının kendisi olduğunu anlar anlamaz, derhal devesine binip geriye dönmesini bilmişti.

Hz. Zübeyr b. Avvam, mert, cesur bir insandı. Müslüman olduğunda henüz dokuz yaşındaydı. Amcası onu hasıra sarar, sonra hasırı tutuşturur; ve Zübeyr’in dininden dönmesini söylerdi. Bu kadar eza ve cefa O’na, asla taviz verdirememişti. Allah Rasûlü “Her nebînin bir havarisi vardır. Benim havârim ise Zübeyr b. Avvam’dır” buyurmuş ve onun şecaatına dikkatleri çekmişlerdi. Zübeyr, Allah Rasûlü’nün halası Safiyye’nin oğluydu. İşte bir gün bu şanlı sahabiyle, yine Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu, Haydar-ı Kerrar, Damad-ı Nebi, Hz. Ali (ra) Medine sokaklarından birinde el ele geziyorlardı. Derken Allah Rasûlü karşılarından geliverdi, o esnada mı daha önce mi bilinemez.. birbirini bu derece seven bu iki gencin istikbâlde nasıl karşı karşıya geleceklerini Cenâb-ı Hakk (cc) O’na gösterivermişti. Allah Rasûlü, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr’i karşısına almış ve şöyle demişti: “Zübeyr! Bir gün Ali’nin karşısına çıkacaksın; fakat o gün sen haksızsın!.”

Aradan seneler geçti. Zübeyr kendisine söylenen bu sözü her nasılsa unutmuş ve gelip Sıffîn’de Hz. Ali’nin karşısına dikilmişti. Bir ara Hz. Ali’yle karşı karşıya geldiler. Her ikisinin de kılıcı kınından sıyrılmıştı. Tam o esnada Hz. Ali, Zübeyr’e “Atından in, sana söyleyeceğim şeyler var” dedi. Zübeyr b. Avvam atından indi. Hz. Ali ona, senelerce evvel Allah Resûlüyle aralarında geçen konuşmayı hatırlattı. İşte Allah Rasûlü’nün haber verdiği günün, bugün olduğunu söyledi. Zübeyr beyninden vurulmuşa döndü. Evet, hatırlamıştı Allah Rasûlü’nün senelerce evvel haber verdiği şeyi.. derhal kılıcını kınına soktu. Hz. Ali’ye sarıldı ve helallik diledi. Atına bindi ve harp meydanını terk etti. Fakat gözü dönmüş bir talihsiz onu arkadan vurdu ve şehit etti. Sonra da başını kesip Hz. Ali’nin çadırına getirdi. Büyük bir mükâfat bekliyordu. Nöbetçi durumu Hz. Ali’ye söyleyince, Hz. Ali hıçkırıklarını tutamadı ve bir çocuk gibi ağladı. Sonra da dudaklarından şu sözler döküldü: “Zübeyr’in katilini Cehennemle müjdelerim. Allah Rasûlü’nün havârisini öldüren bir insanın yeri ancak Cehennem olabilir..” Hz. Ali kendinden konuşmuyordu… O, aynen Resûlûllah’dan böyle duymuştu.

Görüyorsunuz ki sahabi de birbiriyle imtihan oluyor ama, onlar sadece ve sadece Hak namına birbirleriyle vuruştukları gibi, haksız olduklarını anlayınca da anlaşıp sulh olmasını biliyorlardı.

Hiçbiri kaderi tenkid etmedi, arkadaşını suçlamadı ve böyle yapıp da musibeti ikileştirmedi. Allah (cc) onları imtihan ettikçe onlar, Kurân’ın aydınlatıcı tayfları altında, Cenâb-ı Hakk (cc)’ın kendilerine verdiği muhteşem fetâneti kullandılar ve doğruyu bulmaya çalıştılar.

Bir keresinde de Hz. Ebu Bekir (ra) ile Hz. Ömer arasında küçük bir anlaşmazlık olur. Hz. Ömer kırıcı bir söz söyler veya dargınlığını ifâde eden bir hareketle ayrılır ve evine gider. Her ikisi de bir iki dakika sonra olanlardan üzüntü duyar ve birbirlerini aramaya başlarlar. Nihayet her ikisi de birbirinden habersiz gidip durumu Allah Rasûlü’ne arz etmeyi düşünürler. Evvel gelen Hz. Ebu Bekir olmuştur. “Ya Rasulallah” diye söze başlar ve devam eder “Ömer’le aramızda bir münakaşa oldu; fakat ben haksızdım ve Ömer’in kalbini kırdım.” Daha o bunları konuşurken ileriden Hz. Ömer görülür. Telaş içindedir. O da Allah Rasûlü’ne, aynı şekilde, Hz. Ebu Bekir’in gönlünü kırdığını ve ne yapması gerektiğini sormaya gelmiştir. Gerçi Allah Rasûlü mes’eleyi dinledikten sonra bütün cihana Hz. Bekir’in kim olduğunu anlatacak ve şöyle diyecektir: “Arkadaşımı bana bırakın. Vallahi hepiniz beni inkar ettiğinizde O bana iman etmişti.. hepiniz beni kovduğunuzda evini ve sînesini Bana O açmıştı…”

Ancak burada bizim söz konusu etmek istediğimiz husus, her iki sahabinin de kendisini suçlu görüp, Hakk’ın (cc) hatırını her şeyden âli tutmaları gerçeğidir. Evet, onlar ateşin içinde dahi birleşmek gerekseydi, hiç şüphesiz oraya, Cennet’e girer gibi girerlerdi.

Hz. Ali, ilk altı ayında Hz. Ebu Bekir’e biat etmemişti. Çevresi onun hilafete sahip çıkmasını istiyor ve durmadan ısrarda bulunuyorlardı. Altı aylık düşünme müddetinden sonra ve Hz. Fatıma validemizin vefatını müteakip mescide geldi ve herkesin meraklı bakış ve heyecanlı bekleyişleri karşısında şunları söyledi: “Altı aydır biat etmeyişim, Hz. Ebu Bekir’e muhâlefetimden değildi. Şimdi gelişim de korkumdan değildir. Ancak şimdi, hakkın ona ait olduğu kanaatına vardım ve onun için de biat etmeye karar verdim.”

İnsan hak karşısında “vakkâf” olmalıdır. Sahabi bu sözü Hz. Ömer için söylerdi. O herhangi bir meselede, şahsî olarak ne düşünürse düşünsün, biri gelip de ona, âyet veya hadîsle o husustaki doğruyu söyleyince hemen fikrini değiştirir ve eski düşüncesinden vazgeçerdi.

Halifeydi ve minberde hutbe irad ediyordu. Kız baba ve velilerine hitapla evlenmenin kolaylaştırılması gerektiğini anlatıyordu. “Gençlerden fazla şeyler istemeniz doğru olmaz” diyordu ki; bir ihtiyar kadın arka saflardan şöyle seslendi: “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Bunları kendi fikrin olarak mı söylüyorsun yoksa bizim bilmediğimiz bir âyet veya hadîs mi biliyorsun da böyle bir hükme varıyorsun!”

Ömer, “Hayır” dedi, “Kendi fikrim ve düşüncem olarak söylüyorum.” Bunun üzerine kadın bir âyet okudu ve “Cenâb-ı Hakk’ın (cc) müsaade ettiği bir şeyi sen nasıl yasaklarsın?” dedi. Âyet şöyle diyordu: “Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi hiç bir şeyi geri almayın”. (Nisa/20) Demek ki yüklerle mehir almak bir kadın için caizdir.

Hz. Ömer, bu ihtiyar kadını edeble dinledi. Aslında bir tavsiye olarak Hz.Ömer dediklerinde haksız da değildi. Ancak O’ndaki titizlik ve hassasiyettir ki, ona şöyle dedirtiyordu: “Ya Ömer sen yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!.” Hâşâ ki, Ömer dinini bilmemiş olsun. Ancak O’ndaki hakperestlik anlayışı o derece geniş ve derin idi ki, bir ihtiyar kadının böyle bir itirazı karşısında, her türlü tevile açık sözünde, kendini müdafaa ve görüşünde ısrar yerine derhal hakkı kabul ediyordu.

Yüce işler, büyük meseleler, daima aynı çapta insanlar tarafından halledilmiştir. Bizler sahabi ruhuna sahip çıktığımız ölçüde Cenâb-ı Hakk’tan (cc) beklediğimiz muvaffakiyeti elde etme imkânı doğacaktır.

Tenâsübü illiyet prensibine göre bir dönemde belli ağırlıktaki bir yükü kaldırmak için gerekli olan kuvvetli pazular -ki öyledir- başka bir dönemde de aynı yükü, aynı ölçüde kuvvetli pazular kaldırabilecektir. Cılız ellerin o yükü kaldırması mümkün değildir.

Nasıl ki, bir kiloluk ağırlığı, karşısına konacak aynı miktardaki bir başka ağırlık dengeleyebilir -ki bu sabit bir kanundur-, asla değişmez. Aynen öyle de bu yüce hakikatlar ve yüce mefkû-reler, eğer bir dönemde Sahabi gücündeki insanlarla tahakkuk ettirilmişse, bir başka dönemde onu, çelimsiz ve cılız insanlardan beklemek muhaldir ve doğru değildir… Öyleyse, hakperestlik anlayışında, birlik ve beraberlik şuurunda sahâbi gibi olmalıyız ki, hasımlarımız fitne kapılarının sonuna kadar sürmeli olduğunu görmeli ve biz ümitle coşarken, onlar da ümitsizlikten kendilerini yiyip bitirecek hâle gelmelidirler. Bu da ancak nefisperestliği bırakıp hakperestliğe dilbeste olmakla mümkündür… Birlik ve beraberliğe giden yol da bu şuur ve bu düşünceden geçer..

Efendimizin İstanbul'un Fethini Müjdelemesi

Efendimizin Başka Şehir Değil de Sadece, Hususiyle İstanbul’un Fethini Müjdelemesi ve Bunun Bizim Dedelerimizin Eliyle Olması Neye Binaendir?

Efendimiz’in müjdesi sadece İstanbul’a mahsus değildir. Meselâ, Amr bin As’ın kurduğu “Fustat”a; Nâfi’nin inşa ettiği “Kayravan”a hatta “Vatikan”a dair de müjde ve işaretler vardır. Ayrıca Basra ile alâkalı rivayetler de mevcuttur. Bununla beraber İstanbul’un yeri bir ayrı ve İstanbul’un müjdesi bir başkadır. Söz konusu ihbar-ı Nebevi Ahmet bin Hanbel’in Müsned’i ve Hâkimin Müstedrek’inde şu şekilde rivayet edilmektedir: (Le tüftehunnel Kostantiniyyeh fele ni’mel emiru emiruhâ ve le ni’mel ceyşû zelikel ceyşû) “İstanbul mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan!. Ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!”

İstanbul, Müslümanların eline geçtikten sonradır ki, İslâm âlemi için çok büyük bir ehemmiyettir. Zira o, cihanın dört bir yanına giden fetih ordularının merkezi haline gelmiş.. Cihan devletine payitahtlık yapmış.. batı âlemine karşı İslâm âleminin önemli bir karakolu olmuş kutlu bir beldedir. Evet, Efendimiz’in müjdesine mazhariyeti, biraz da eda ettiği bu fonksiyonlardan ileri gelmektedir.

Bir devrede, bilhassa Raşid Halifeler döneminde Medine merkezdi. Fetih orduları sağa-sola hep Medine’den gönderilirdi. Evet, Medine, yıllar ve yıllar kendi özünde mayaladığı medeniyet, kültür ve devlet düşüncesinin bütün cihana yayılmasında hep birinci derecede bir merkez olarak kaldı.

Medine manâ olarak bu mevkisinden hiçbir zaman düşmedi. Ancak fizîkî coğrafya değişip, gelişip büyüdükçe, devlette, merkezini başka yerlere taşımak zorunda kaldı. Önce Şam, sonrada Bağdat uzun süre bu vazifeyi ifa ettiler. Daha sonra ise İstanbul bu vazifeyi onlardan devraldı. Şimdi, Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’ı koruma işi onun omuzlarındaydı. Hem de sadece muhafazası değil, bakım görümü de:

Her sene Sürre alayları İstanbul’dan hareket ediyor ve şehrin çıkışına kadar bizzat padişah tarafından hem de yaya olarak uğurlanıyor ve Hicaz insanına hedâyâ ve behâya taşınıyordu. Başta Nebi torunlarına, sahabe ahfadına ve daha sonra da bütün Medine fakirlerine dağıtılmak üzere gönderilen altın, gümüş, inci, mercan ve elmasların haddi hesabı yoktu. İstanbul her sene Peygamber köyüne, sahâbi beldelerine hizmet edebilmenin bütün hazzını bir talihlilik payesi olarak iliklerine kadar bir kere daha yaşıyordu.

Evet, işte onun ileride yapacağı bu büyük hizmet, asırlarca önce Allah Rasûlü tarafından tebcil ediliyor ve hüsn-ü kabulle karşılanıyordu. Fetihten sonra sanki Medine ve İslâm’a payitahtlık yapmış Şam ve Bağdat gibi beldeler, hayırlı ve sâlih bir evladın mürüvvetini, civanmertliğini gören ana-baba gibiydiler. Onlar böyle bir evlat yetiştirmiş olmanın İstanbul da onlara layık bir evlat olabilmenin hazzını paylaşıyorlardı. Medine’de doğup, Şam da, Bağdat’ta derinleşen İslâm nûrunu, İstanbul, aşk-u şevk menşurundan ve yeni bir düşünce prizmasından geçirerek, o güne kadar henüz ulaşılamayan karanlık dünyalara aksettirmeye çalışıyordu.

Bu itibarla, Mekke ve Medine’nin kutsiyetleri müsellem olmakla beraber, İstanbul’un da, Mekke ve Medine’ye ve bütün İslâm alemine hizmet etmesi açısından, çok yönlü böyle bir büyüklüğü vardır.

Tarihte, yeni bir çağın açılması ve bir çağın kapanması, İstanbul’un fethiyle olmuştur. Avrupa’ya giden İslâm orduları, İstanbul’da hazırlanarak gitmişlerdir. Hatta bir-iki defa Bağdat bile İstanbul’dan fethedilmiştir. Son, Revan Seferi 4. Murat tarafından, İstanbul’dan giden bir ordu ile gerçekleştirilmiş ve bir kere daha Vahdet-i İslâmiye İstanbul vasıtasıyla temin edilmiştir. İstanbul bütün bunlarla çok uğurlu ve mübarek bir belde haline gelmiştir. Ve yine İstanbul, Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce, evvela Eba Eyyüb el-Ensari Hazretlerini bir misafir olarak kabul etmiş, bağrını ona açmıştır. Eba Eyyüb el-Ensari ki, Efendimiz’e mihmandarlık yapmış, O’nu misafir etmiş bir insandır. Kaderin cilvesine bakın ki, Medine’de Efendimiz’e mihmandarlık yapan bu insan, İstanbul’a gelmiş, gömülmüş; sonrada İstanbul ona mihmandarlık yapmaya başlamış.. Evet, Büyük Hünkar, İstanbul’u fetheder etmez, henüz Fatih camiini yapmadan, Ayasofya’yı camiye çevirmeden, İstanbul adına tasarladığı plânları ele almadan evvel, yanında manâ gözü açık ve “Fekeşefnâ anke gıtâeke fe basarukel yevme hadid.” (Kaf/22) sırrının dünyadaki temsilcilerinden Akşemseddin Hazretlerine, “Allah Rasûlü’nün Mihmandarı, Sahabe-i Güzinden, Eba Eyyub El-Ensâri Hazretlerini bana bul.” demiş.. O zat da keşfen, bulup çıkarmış.. sonra da yanı başına kendi ismiyle, hem İstanbul’un hem de bütün İslâm dünyasının en güzide mabetlerinden biri inşâ ettirilmiştir.

Evet, bir yönüyle İstanbul, Efendimiz’e ait (sav) çok mühim bir emaneti bağrında saklamakta ve adetâ cihad adına gelen bu şanlı sahabi cihad şehrinin bir remzi olmaktadır. Büyük cihatlar umumiyetle İstanbul’dan şahlanan insanlarla gerçekleştirilmiş ve İstanbul merkezli nice fetihler görmüşüzdür. Evet, şayet üç Avrupa’da at oynatmışsak, bu Allah’ın lütfuyla İstanbul’dan yola çıkan ordularla, olmuştur. Bu mübarek ve uğurlu belde için “Beldetun tayyibetun” âyetinden de büyüklerimiz, ebced hesabıyla İstanbul’u çıkarmışlar ve ona “Tertemiz belde” demişlerdir. Gerçi, “Beldetün tayyibetün” daha evvel “San’a” için, buyurulmuş ama, böyle olması, Mekke’nin, Medine’nin de kastedilmesine ve İstanbul’a işarette bulunulmasına mani değildir. Evet, “Beldetun Tayyibetun” “temiz belde”, sözü İstanbul’u da içine alabilir. İstanbul maddi-mânevî şirinliği, güzelliği ve evliyaların merkatlarını, hatta çok kimselerin makamlarını bağrında barındırmasıyla, gerçekten mübarek bir beldedir. İnşaallah hâlâ o mübarekiyetini devam ettiriyordur. Ettirmese bile, bir gün -İnşaallah- tam manâsıyla arzu edilen o mübarekiyete yeniden ulaşacak ve orada Ruh-u Revan-ı Muhammedî hakiki manâda yeniden esmeye ve dalgalanmaya başlayacaktır. Efendimiz zaten, İstanbul’un bir kere daha fethedileceğine işaret buyuruyor. Yani asırlardan beri kendinden, kendi ruhundan kaçan insanımızın, yeniden kendi özüne sahip çıkacağını, kendi ruhuyla bütünleşeceğini, kalp ve ruhun hayatına yükseleceğini, Allah ile münasebete geçeceğini, müjdeliyor. Ümit ediyoruz bu da olacak ve ikinci bir fetih mutlaka gerçekleşecektir. Efendimiz İstanbul’la Deccalın zuhûru arasında ciddi bir münasebet buluyor ve bu noktaya parmak basıyor. Vakti gelince o da görülüp müşahede edilecektir. Ve daha kim bilir nice sırlar içindir ki, Allah Rasûlü İstanbul’a hususi manâda bir ilgi ve alâka göstermiş ve İstanbul’un fethini asırlarca önce müjdeleyip beşaret vermiştir!.

"Fela Üksimü Bimevakiinnücûm" Ayetindeki Yıldızların Yerlerine Kasem Edilmesinin Hikmeti Nedir?

“Hayır!. Yıldızların yerlerine yemin ederim.. Bilseniz, bu, büyük bir yemindir. O, elbette şerefli bir Kûrandır.” (Vakıa/75-77)

Ah kalbi kasvet bağlamış insan.! Cenab-ı Hak ezeli ilmiyle onun bu durumunu biliyor ve ona anlatacağı şeyi, yeminle teyit ederek anlatıyor.

İnsan, utanmalı, hicap etmeli, terlemeli, dudakları titremeli ve bu gibi âyetleri okurken ürpermeli..! Rabbi ona, Kur’an’ın şerefli bir kitap olduğunu söylemek ve kabul ettirmek için bunca tahşidatta bulunuyor ve sözlerine büyük bir yeminle başlıyor…

Kur’an’da bu tür yeminler çoktur. Cenab-ı Hak bazan yıldızlara yemin ettiği gibi, bazan güneşe, aya ve bütün bir semaya da yemin eder. Bazan da yemin yerdekilere yapılır. Zeytine, incire ve Tur dağına yapıldığı gibi. Bazan olur gündüze bazan da geceye yemin edilir. Şüphesiz bu yeminlerin hepsinde binlerce sır ve binlerce hikmet gizlidir.

“Vennecmi iza hevâ” (Necm/1) da kasem yıldıza yapılır. Mânâsı: “O semaya doğru urûç eden veya kavsiyesini tamamlayıp geriye dönen yıldıza yemin olsun ki” demektir. Ki bu sûrede Efendimiz’in miracı anlatılmaktadır. Durum böyle olunca da, üzerine yemin edilen yıldız, tevcihlerden biri itibariyle, bizzat Efendimiz’in kendisidir. Evet O, evvela halktan Hakk’a urûç etmiştir. Sonra da Hak’tan halka dönmüştür. “Hevâ” kelimesinde bu iki mânâ da vardır.

Evet, Allah Rasûlü’nün (asm), cennet ve Cenab-ı Hakk’ın O’na gösterdiği bütün güzellikler karşısında gözü kamaşmadan, mazhar olduğu nimetlere başkalarını da mazhar etmek için, yeniden bu kevn-u fesada dönmesi, elimizden tutup ötelere götürmek üzere aramıza gelmesi, “Vennecmi iza hevâ” ile anlatılıyor. Burada, bir yıldız diye Efendimiz’in (asm) mübarek şanına yeminin yapılması çok önemlidir. Evet, o yıldız bir manâda Efendimizdir. O’nun taşıdığı ulvî hislerin yanında, miraçta mazhar olduğu nimetlerle bir başka Muhammed (asm) olarak geriye dönmesi, beşer tarihinde eşi olmayan bir hadisedir. İşte O’nun taşıdığı bütün bu manâlar ve gönlünün içine aldığı bütün hakikatlar adına, Allah (cc) Hz.Muhammed’e (asm) kasem ediyor. Evet, İsra suresinde “Görür ve işitir.” deyip, kendisine ait sıfatları, “İnnehu semî un basîr” ifadesiyle -bazı tefsircilere göre- Hz.Muhammed’e (asm) isnad ettiği gibi, burada da o payeyi yine O’na veriyor “Vennecmi iza hevâ” diyor ve yemin ediyor.

“Veşşemsi ve duhahâ” da güneşe ve güneşle ortaya çıkan duhaya (Kuşluğa) kasem ediliyor. “Velleyli iza secâ” da ise, mahalli istirahat olması itibariyle, geceye ve geceyi bastıran karanlığa; sonra da yeniden karanlığın yırtılıp, aydınlığın çıkmasına, yani kâinattaki devr-i daimlere kasem ediliyor.

Başka yerlerde de “İncir’e, Zeytin’e, Tur’a” yemin edilmiştir. Tur, Hz.Musa’nın, Cenab-ı Hakk’ın beyan ve tecellilerine mazhar olduğu önemli bir yerdir. Tur’da Hz.Musa’nın bu mazhariyeti, bir cemaatin dirilişinin esaslarını taşıyordu. Hz.Musa emri orada alıyor ve bir cemaat bu sayede diriliyordu. Onun için de Tur, üzerine yemin edilecek bir payeye ulaşıyordu.

Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de bu tür yeminler çoktur. İşte bu yeminlerden biri de soruda söz konusu edilen yemindir ki, yıldızların mevkilerine yemin edilmektedir. Öteden beri yıldızlara yapılan kasemle ilgili olarak şunları söylemişlerdir:

Birincisi: Yıldızlar her devrin insanı için önemlidir. Zira insanla yıldızlar arasında daima bir münasebet olagelmiştir. Bu münasebetin en asgarisi ise insanların yıldızlar vasıtasıyla yönlerini tayin etmeleridir. İşte aşağıdaki âyet bu hakikata parmak basmakta ve şöyle demektedir: “Ve alâmâtin ve binnecmi hüm yehtedûn” (Nahl/16). “Bir de Allah bir kısım alametler yarattı. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.”

Karada, denizde yön tayininin dışında, her bir yıldız ve yıldızlar kümesinin, tıpkı bir Necm-i Kur’an gibi, insana bir şeyler fısıldaması, nizâm, âhenk ve ihtişam diliyle, perde arkası hakikatlar adına gönüllerimizi hoplatması yıldızların ayrı bir rehberliği sayılır ki Allah: “Ve binnecmi hüm yehtedûn” “Onlar yıldızlarla yollarını buluyorlar.” buyurur. İşte insanlarla yıldızlar arasındaki bu münasebete binaen Cenab-ı Hak yıldızların yerlerine yemin etmiştir. Zira yıldızlar belli yerlerde olmasalardı, insanların onlardan bu şekilde faydalanabilmeleri mümkün değildi.

İkincisi: Güneş ve güneş sisteminin hal-i hazırdaki duruma ulaşabilmesi, ayrıca dünyanın şu andaki şeklini kazanabilmesi ancak yüzlerce şartın mevcudiyetiyle mümkün görülmektedir. Mesela, atmosferden havanın kaçması, içindeki gazların dengelerinin bozulması derhal atmosferi, hayatı nâmüsait hale getiriverir. Aslında hava ile küre-i arz birbirini iter. Bunların bir araya gelmesi kerhendir. Yani Allah’ın emirleri karşısında ister istemez bu işe bel kırıp boyun bükmüşlerdir. Biz bunları tetkik edip öğrendikçe hayret ve hayranlığa düşüyor.. ve bunlardan Allah’ın varlığına ve birliğine deliller istinbat ediyoruz. Kendi varlığına ve birliğine deliller mahiyetinde olan bu yıldızlara ve onların yerlerine Cenab-ı Hakk’ın kasem etmesi gayet ma’kul ve lüzumludur. Güneş sisteminin dışına çıkalım. Samanyolu içinde, güneş sistemi gibi nice sistemler var ki, bunların hepsi de yerli yerine konmuştur. Bir yerde iki atom bile, birbiriyle çarpışsa, müsademe etse, kızıl kıyamet kopar. Bu kocaman cisimlerin kâinat fezasında, herhangi bir muvazenesizlikle kızıl kıyamete sebebiyet vermelerinin ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü? Görülen bu kadar karışıklık ve çokluk muvazenesizliğe sebep olması gerekirken, yıldızlar Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle baş döndürücü bir âhenge sahiptirler. İşte izafi bir kısım nâmlar takıp câzibe ve dâfia (çekme-itme) ile izah etmeye çalıştığımız bu âhengin arkasında, Kudret-i Sonsuz’un tasarrufu, nazarlarımıza veriliyor ve “Fela uksimu bi mevakiinnücum” denilerek yıldızların mevkilerine yemin ediliyor.

Üçüncüsü: Bu âyetten şöyle bir hususa da intikal edilebilir; yıldızlar öylesine yerli yerindedir ki, siz bir tek sistem üzerinde yapacağınız araştırmalarla, diğer sistemler hakkında da fikir sahibi olabilirsiniz. Hatta sistemlerle diyaloga geçebilir ve oralarda kentler kurabilirsiniz. Evet, birini anladığınız zaman, diğerleri hakkında edineceğiniz malumat da isabetli olacaktır. Çünkü bunlar, o kadar esaslı, o kadar yerli yerine konmuştur ki, hiçbirinde başıbozukluk ve gelişigüzellik yoktur. Hepsinde de gayet ciddi bir nizam ve intizam mevcuttur. Dikkat edersek, “Rahman Sûresinde” Allah, Rahmaniyetini bu muhteşem denge ve düzenle göstermiştir. Allah isminden sonra, Esma-i Hüsna arasında Cenabı Hakk’ın en mübarek ismi, Rezzak manasına Rahmandır. Bismillahirrahman’da, Rahman, Allah lafza-i celalinden sonra gelir. Kur’an’da, Rahman sadece besmelenin içinde 114 yerde Allah ismi celiliyle beraber bir ism-i sıfat olarak zikredilir. Lafza-i celalle omuz omuza vererek beraber zikredilen Rahman, Er-Rahman Sûresinde en başta gelmekte ve nimetlerin sıralanmasında en önde arz-ı endâm etmektedir.

Evet, başta “Er-Rahman” diye buyuruluyor. Sonra da merhamet-i ilahinin tecelli ve tezahürü olarak “Alleme’l-Kur’ân” ifadesiyle deniliyor ki: “Allah Kur’an’ı talim etti.” Bundan büyük merhamet tezahürü mü olur? Evet eğer, Kur’an’ın aydınlatıcı tayfları gözlerinize ziya çalmasaydı ve ondan gelen mesajlar dünyalarınızı aydınlatmasaydı kainat sizin için bir matem hane-i umumi olarak kalıp gidecekti.

Bütün varlıklar, cansız cenaze görüntüleriyle sizlere vahşet ve dehşet verecekti. Bu yüzden de hiç bir şeyin gerçek yüzünü göremeyecek ve hiç bir şeyi tam anlayamayacaktınız. Siz Kurân’ın aydınlatıcı ışıkları altında her şeyin mânâ ve hikmetini anladınız. Batılının bilim adına anlayamadığı şeyleri siz Kur’ân nûru ile sezebildiniz. Kur’an’ın ruhuna nüfuz sayesinde başlayan incelemelerinizle, öyle şeyleri fark ettiniz ki, başkaları onların isimlerini bile bilmiyor.. siz, kara deliklerin bağrında dahi, öbür âlemlere açılan aydınlık tüneller buldunuz! Evet, O’nun nûruyla nereye bakarsanız bakınız, her yeri aydınlık görüyorsunuz. “Halakal insane allemehul beyan” ve o Rahman, aynı Rahmaniyetini size şununla da gösteriyor: “O, sizi yarattı ve sonra sizi beyanla serfiraz kıldı.” Eğer siz dilsiz olsaydınız, yani gürül gürül ve şakır şakır konuşan şu kâinatın diline tercüman olamasaydınız, beyanı sübhaniyi anlayıp birbirinize ders veremeseydiniz ve bu kâinat şaheserini gene O’nun kelam sıfatından gelen beyanıyla aydınlığa kavuşmuş göremeseydiniz, ondaki ince nakış ve derin mânâlardan hiçbir şey anlayamayacaktınız. “Eşşemsü vel kameru bi husban” Şems ve kamer, çok dakik ve ince hesaplarla öyle mühim noktalara konmuş ve onların öyle mükemmel bir konumları var ki, atmosferinize gelip çarpan ve daha çarparken de çarpılan şahaplardan alın da, çarpıcı her şeyden korunmalarına kadar bu işler çok ince hesaplarla yapılıyor. İşte, böylece Allah size Rahmaniyetini izhar ediyor. Eğer merhamet-i İlâhî çok dakik hesaplarla böyle bir nizam vazetmeseydi, birbiriyle çarpışan cisimler arasında heba olup gidecektiniz. Evet, göklerden bazı taşlar düşüyor ise de bunlar sadece ibret içindir. Zira şimdiye kadar ne kimsenin başını yardı ne de gözünü çıkardılar. Demek ki her çarpan kaya Allah’ın inayetine çarpıyor ve çarpılıyor. Siz sebep olarak isterseniz ona atmosfer deyin, isterseniz tekasüf etmiş gaz yığınları deyin; evet hangi sebebi ileri sürerseniz sürünüz bunlar, Cenab-ı Hakk’ın inayetinin tecessüm etmiş şekilleridir. Allah en dakik hesaplarla her şeyi, fevkalade bir nizam ve ahenk içinde yerlerine yerleştirmiştir. İşte “Mevakiinnücum”da bir de, böyle bir manâ melhuzdur.

Dördüncüsü: Kutup yıldızı, onu yıldızlar arası yeri ve bize yol göstermesi; güneş sistemi, onun Samanyolu içindeki yeri ve konumu; Samanyolu, onun gökcisimleri arasındaki ihtişamlı yeri ve O’nun bir başka sistemin, veya kümenin yanındaki baş döndürücü, ama öbürüne göre mütevazı yeri, derken bu sistemlerin diğer sistemlerin yanındaki yeri ve onlarla âhenk içinde bulunması.. bütün bunların ötesinde de, ilmin tespit ettiği şekilde her yıldızın belli bir mesafeyle bir diğerinden uzak durması.. ve nihayet güneşin etrafındaki peyklerin belli mesafelerle ayrı ayrı yerlere yerleştirilmesi gibi.. kâinatta her şey ama her şey fevkalâde ve şiirimsi bir ahenk içinde tanzim edilmiştir ki “Mevakiinnücûm”un bunlara da işareti olabilir.

Beşincisi: “Yıldızların yerleri” Batı ve Doğuda değişik şekillerde ele alınıyor. Meselâ, Rus alimleri ona “yıldızların konduğu yerler!” diyorlar. Batı’da ise bu ifade daha ziyade kara delikler veya beyaz delikler şeklinde düşünülüyor. Aslında ilmin çözmeye çalıştığı mes’elelerin yanında, hâlâ çözüm bekleyen o kadar çok muammâ var ki, bir meseleyi izah ettiğimizi sandığımız an, izah bekleyen iki veya bir kaç mes’ele birden karşımıza çıkıyor. Meselâ, küre-i arzın atmosferi ile, küre-i arzın kendisi arasında bir zıtlık var. Bu zıt durumun, dünya ve fezada, hatta bütün kâinatta dengeyi tamamlayıcı bir faktör olduğu astrofizikçiler tarafından iddia edilmektedir. Kara delikler ile beyaz delikler, kâinattaki umum denge için çok mühim ve birbirine iki zıt unsurdur.

Modern tefsircilere göre “Mevakiinnücum” ayeti Kuasar ve pulsarlara da işaret etmektedir. Beyaz delikler, çok korkunç ışık ve enerji kaynaklarıdır. Bunlar artık günümüzde görülüp tespit edilebiliyor. İlim adamları bunlar için diyorlar ki: Beyaz delikler adeta diğer yıldız ve sistemlerin onların bağrında büyüyüp gelişeceği birer tarla gibidir. Bunlar öyle korkunç ve muhteşem bir enerjiye sahiptirler ki; Samanyolu bir yönüyle yok olsa bile, Allah’ın kudret ve iradesiyle bir beyaz delik, kendi bağrında yeniden bir Samanyolu’nun teşekkülüne medar olabilir. Bunlar, kâinatın bağrına öyle ahenkli yerleştirilmişlerdir ki, hiç şaşırmadan, kendilerine ait o dehşetli vazifeleri hem de en dakik biçimde yerine getirmektedirler. Evet, zâhiren kâinat nizamına çok tesiri olan faktörlerden biride yıldızların mevkileridir. Rus bilginleri bunlara yıldızcıkların, bağrında büyüyüp gelişeceği yerler diyorlar. Onların böyle demeleri bir yönüyle önemli sayılır. Çünkü, böylece Kur’an-ı Kerim’in geçmiş ve geleceği, bugün gibi bildiği tasdik edilmiş, yani bir de bu acayip dünyada “Mevakiinnücûm”a işaret edilmiş oluyor.

Altıncısı: Ve Kara delikler.. elektronlardan, çekirdeklerden mürekkep olan bu yıldızlar, elektronların enerjilerini kaybetmesiyle çöküyorlar ve çekirdekler üst üste çökünce, bu kocaman dev yıldızlar birer cüce haline geliyorlar. Bunlar güneş gibi veya güneşten daha küçük olursa, pulsarlar meydana geliyor. Aslında kitlesinden, ağırlığından bir şey kaybetmedikleri halde cirimleri fevkalade küçülüyor ve dev birer kara delik oluyorlar. Görülmüyorlar ama yanlarından geçen ışıklar kayboluyor, yani bunlar tarafından yutuluyorlar. Zaman, o noktada hızlanıyor. Girdaba uğrayan şeylerin kayboluşu anında çeşitli esrarengizlikler meydana gelmesi gibi bazı sırlı işler de meydana geliyor. Meselâ, güneş gibi bir sistem, bu kara deliklerden birine doğru yaklaşsa, bir lokma olup gider ve sonra yok olur. Astrofizikçilerin bazıları da, işte bu kara deliklere “yıldızların mevkii” diyorlar.

Yedincisi: Yıldız tabiri ile umumiyet itibariyle Enbiya-ı izam kastedilir. Meselâ, Tarık Suresi’ndeki “En-Necmüs-Sakıb” katı kalpleri delen, kapalı kapıları açıp içine nüfuz eden yıldız, Hz.Muhammed’dir (asm). Her Nebi bir bakıma, kendi asrı için peygamberlik vazifesi itibariyle bir yıldız gibidir. Ve onlara tutunanlar saadet semasına yükselir, Cenab-ı Hak ile münasebete geçerler. Allah (cc) yıldızların yerlerine kasem ederken, Hz.İbrahim’in, Hz.Nuh’un, Hz.Musa’nın ve diğer peygamberlerin göz kamaştıran mevkilerine ve Hz.Muhammed’in (asm) muhteşem makamına da dikkati çeker. Bilhassa işari tefsiri açısından bu husus çok mühimdir.

Sekizincisi: Ayrıca, daha derine inerek bir başka noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum: Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine de “necm” yani yıldız denir. Tefsirciler, “âyetler necm necm inmiştir” derler. Kur’an âyetlerinin de kendilerine göre mevkileri vardır. Bir kere, ilm-i İlâhide Kur’an-ı Kerim’in mevkii tasavvurlar üstü büyüktür. Biz onda kelam sıfatının gücünü, kuvvetini ve ihatasını tam göremeyiz. Bu itibarla da Allah (cc) doğrudan doğruya “Mevakiinnücûm” ile kendi kelam sıfatı içindeki Kur’an’ın yerine kasem etmiştir. Evet bu bakımdan yıldızın yerine yemin etmekle “Kaf vel Kur’an-il Mecid”in farkı yoktur. “O şanlı Kur’an’a kasem olsun ki” demek gibidir. Ayrıca Levh-i Mahfuzda da Kur’an’ın bir yeri vardır. Çünkü Kur’an Kadir gecesine kadar levh-i mahfuzdaydı. Ona ancak nazarı oraya ulaşanlar muttali olabiliyordu. Buna göre, “Mevakiinnücum”, Cenab-ı Hakk’ın irade ve kudretiyle meydana gelen ve kâinat kitabının şerhi, izahı olan Kur’an-ı Kerim’in necmlerinin mevkileri demektir. Demek oluyor ki, Kur’an da ayrı bir yıldızdır. Hem de kâinattaki yıldızları izah eden bir yıldızdır. Kâinat ve Kur’an arasında bu şekilde bir benzerlik ve bütünlük vardır.. Diğer taraftan, “İnna enzelnahu fi leyletil kadr” ile “Kadir gecesi, Kur’an’ı, semay-ı dünyaya indirdik” buyuruluyor. Esasen levh-i mahfuzu, hakikatı müşahede edebilen ve nazarı oraya ulaşan her veli, Kur’an’ı orada bütünüyle görüp mütalaa edebilir. İşte “Kur’an’ın bu noktadaki mevkiine ve şerefli yerine kasem olsun” mânâsına “Mevakiinnücûm”a yemin edilmektedir.

Dokuzuncusu: Cibrîl-i Emîne eminlik payesini kazandıran Kur’an’ın bir diğer mevkii de Hz.Cibrîl’in emin olan sînesidir. “Mevakiinnücûm”a kasem, O’nun sînesine kasem olsun ki, manasına da gelebilir.

Onuncusu: Bir diğer yönüyle de Efendimiz (asm)’ın pâk sînesidir.

Onbirincisi: O’na inanmış, Kur’an’ı her şey kabul eden, her okunduğunda, Rabbinin, kendisine hitap ettiğini ruhunda duyan temiz vicdanlar da, Allah’ın kasem ettiği yerlerden biri olabilir. Rabbim evvelkiler gibi, bizim sînelerimizi de öyle pak eylesin. Kasem edilen sîneler haline getirsin!

Bütün bu ve bizim bilemediğimiz nice mânâlar içindir ki, Cenab-ı Hak, “Mevakiinnücûm”a kasem etmiştir. Ve bu kasemin hakikaten büyük bir kasem ve yemin olduğunu da yine kendisi bildirmiştir.

Biz, bilemediğimiz sırlara da en az bildiklerimiz kadar inanıyor ve “Bilseniz bu çok büyük bir yemindir” ifadesini bütün vicdanımızla tasdik ediyoruz.

Günümüzde Bir Beldeden Bir Beldeye Gitme Orada Hizmet Etme Mukaddes Göç Sayılır mı?

Mukaddes Göç’ten kastımız Hicret’tir. Hicret, altında çok büyük manâ ve büyük hakikatlar yatan oldukça büyük bir meseledir. Bu kelime, insanın, bir beldeden bir beldeye hicret etmesini ifade ettiği gibi, insanın bir düşünceden başka bir düşünceye hicret etmesini de ifade eder. Ve, yine insanın kendi özünden kendi özüne hicretine de delâlet eder. Ben bu çok geniş, çok derin, çok muhtevalı kelimeyi, hem kelimenin kâmet-i kıymetine uygun şekilde hem de bugünkü önemi ölçüsünde ifade etmeye muktedir olabilir miyim bilemem, ama, Rabb’imin ihsanı ölçüsünde arzetmeye çalışacağım.

Hicret, her yüce davâda çok önemli bir esastır. Evvelâ şu kaziyye ile başlayalım: Hicret etmedik büyük bir davâ adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazifeli ve ideal adamı yok gibidir (dikkatli konuşuyorum). Bugüne kadar hemen herkes, doğduğu yeri, o yüce davâsı uğruna terketmiş ve başka bir yere gitmiştir. Hicretin, Allah emri olarak yapılmış olması, onun en bereketli, en ağırlıklı tarafıdır. Çünkü, hicret eden şahsın, ileride vereceği hizmet adına bu göçle gelen bir kısım manâlar var ki, o yönüyle de çok ehemmiyetlidir. Hz. İbrahim’a (as), -şimdiye kadar O’na bu ismi hiç kimse takmamıştır ama- O’na “Seyyah Nebî” dense sezâdır. Nakil imkânlarının çok dar olduğu bir dönemde Babil’de sesini duyuyoruz. Bakıyoruz ki, Hz. İbrahim (as) Babil’i velveleye vermiş. Sonra Kenan ilinde kendisini görüyoruz. Sonra bakıyoruz ki Suriye’de… Hz. İbrahim Aleyhisselam Suriye’de bulunan Firavun’un, -bir kısım tarihçilerin kaydettiklerine göre Saduk denen zalim hükümdar-karşısında ve yanında da pâkize eşi Sârâ orada şöyle niyaz ediyor: “Allah’ım bu mücadelede, bu yaka-paça olmada, eğer bizi mağlup edersen, yeryüzünde Senin adını anacak kimse kalmayacak.” Demek, yanında mübarek zevcesi, belde belde, diyar diyar dolaşıyor ve herkese bir şeyler fısıldamaya çalışıyor. Sonra O’nu, yerle bir olmuş Harem-i Şerif’in başında görüyoruz… Evet Hz. İbrahim Aleyhisselam ,yeryüzünde bütün canlıların, ezelden ebede kadar hem mihrabı hem de göbeği sayılan ve bağrında Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ı geliştiren, kıyamete kadar da saygıyla anılacak olan, hatta yıkılışı da kıyametin en büyük alâmeti sayılan Mekke-i Mükerreme’ye de uğradı…

Evet, Hz. İbrahim (as) Harem-i Şerif’e kadar gelmiş ve orada maddî-manevî sellerin önüne katıp sürüklediği yığın yığın çerçöple karşılaşmıştı. Yani küfür ve dalâlet selleri ile Betha’nın dağlarından coşup gelen maddî seller omuz omuzaydı. Sanki, karanlıkların karanlıklarla savaştığı o kapkara günlerde Cenâb-ı Hakk, Kabe’yi maddesiyle, manâsıyla nezdine almış gibiydi.. İbrahim Aleyhisselam bunları gördükten sonra, Kabe’nin bilinen bir kalıntısına işaret buyurmuş ve oğluyla beraber, orada Kabe’nin yeniden inşâsına çalışmış.. sonra insanları O’na çağırmış, vicdanıyla insan olan insanlar Hz. İbrahim’in sesine icabet etmiş ve Kabe’ye koşmuşlardı. Bu arada şunu da kaydedelim: Ezan-ı Muhammedî’nin yine Hz. İbrahim’in o çağrısından istinbat edildiğini muhakkıkîn söylüyor. “Ve ezzin finnâsi bilhacci…” (Hac/27). “Çağır herkesi, ata binerek, süvari olarak, koşa koşa gelsinler ve burayı ziyaret etsinler.” Bu makam öyle bir makam ki; insanlar buradan açılan bir menfezle, Allah ile münasebete geçebilirler. Zira Kalbe, Sidret’ül-Münteha’ya kadar rûhanilerin, meleklerin metafı (tavaf yeri)’dır. İnsanların bu metafta dönüp durmaları tasavvurlar üstü bir mazhariyettir. Efendimiz Aleyhissalatü vesselam: “İmam, veleddâllîn” deyince, siz “amin” deyin. Çünkü veleddâllîn’e gökte melekler “amin” derler. Kimin amin’i meleklerin amin’ine denk gelirse, onun geçmiş günahları mağfiret edilir. Tavaf öyle bir hâdisedir ki, biz o tavafı ifâ ederken Allah (cc) oraya bakar, Enbiya-i izâmın ervahı o tavafa iştirak eder.. ve tâ Sidret’ül-Münteha’ya kadar melekler de bu nûranî amud etrafında döner dururlar. Evet, tavaf eden her insan bilmelidir ki, o tavaf ederken, sağında solunda rûhâniler, yerin altına doğru cinlerin mü’minleri, Sidret’ül-Münteha’ya kadar da meleklerin, çevresinde tavaf ettikleri, Allah’ın: “Beytim” dediği bir kudsî bina etrafında dönüyor.

Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem, böyle mukaddes bir yerde dünyaya teşrif buyuruyor.. ve bu yer Hz. İbrahim hicretinde önemli bir konaktır. Evet, Hz.İbrahim (as) uzun seyahatı neticesinde oraya gelmiş, orada karar kılmış, orada oturmuş ve sanki bu mukaddes göçü de orada bitirmiş.. ve derken göç orada göçe gaye tohumla buluşmuş, tohum ulu bir çınara dönüşmüş ve çınar iki önemli dalıyla ebediyete yönelmiş. O iki daldan biri birkaç fasıl meyve vermiş ve kökle bütünleşmiş; diğeri ise “ezeliyetin hakkıdır” deyip ebediyete uzanmıştır. Evet, İsmail dalı da öyle bir meyve vermiştir ki o meyve terazinin bir kefesine konduğu zaman, bütün Enbiya-ı izâmdan daha ağır gelecek ve arkasından gelenler için vesile-i iftihar olacaktır. Bu muhteşem meyve insanlığın Emîn’i, büyük Fetânet, büyük Sıdk Sahibi Hz.Muhammed Aleyhissalatü vesselam’dır ve Hz. İbrahim’in (as) seyahatı olan mukaddes göçün de neticesidir.

Hz. İsa (as)’a niye Mesih dediler? “Mesih” in manâlarından biri de seyahat eden demektir. Evet, Mesih, fail sığası olarak çok mesheden, yani çok gezen, çok seyahat eden insan demektir. Hz. İsa (as) da hep hakikate aşina, hakikate dilbeste gönül ve çehre aramış, sağda solda dolaşmış durmuştur. Bu uzun seyahatları neticesinde, 12 havari elde etmiş, rahle-i tedrisine aldığı bu insanlarla cihanın fethine koyulmuş ve Allah’ın kendine tevdi ettiği mukaddes emanet ve büyük davâyı onlarla tahakkuk ettirmeye çalışmıştır. Bir de bunlardan bir tanesinin de ihanetini düşünecek olursak, sadece 11 insanla cihanın fethine çıkmış olduğunu anlarız. Seyyidina Hz. Mesih’in (as) nerede doğduğu bilinmiyor ama, mukaddes göçü, hicreti biliniyor. Hatta tâ Anadolu içlerine kadar geldiğini bazı tarih kitapları haber veriyor. O, Filistin çevresinde dolaşmış, Arap Yarımadası’nı gezmiş ve 33 yaşında, bizim buudlarımız, bizim ölçülerimiz içinde, bu fâni âlemden ayrılıp, kendine has bir âleme yükselirken, dünyanın büyük bir kısmını, en büyük seyyahlardan daha çok gezmiş ve âşina gönül, temiz simâ aramış durmuştu…

Hz. Musa (as), Firavun’un sarayında büyümüş ve belli ölçüde sarayın sımsıkı ve yumuşak hayatına alışmış olmasına rağmen, O da hicret etmiştir. Evet, eğer araştırabilsek, bütün Enbiya-ı izâmın hayatında, hicreti bir esas olarak görürüz.

Hiç şüphe yok ki bu kudsî muhacirler arasında en büyük Muhacir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve Sellem’dir. Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sav) tam doruğa ulaşmıştı. Efendimiz’le (sav) ubûdiyeti, iptidâ ile intihayı cem’ buudluydu. Evet O, kullukta, en mübtediyane mebde’li ve en müntehiyâne edâlıydı. Semavî sofrasında Cibril (as) bir bedevi ile aynı kaşığı kullanabiliyordu. O’nun hicreti de bu çizgide cereyan etmişti.

Evet, Mekkeli Medine Efendisi’nin göçü çok meşakkatli ve o kadar da derin, çok muhataralı ve o kadar da muhtevalı gerçekleşmişti. Başka Peygamberlerde hicretin ne seviyede ele alındığını bilemiyoruz; ama O, “Hicret etmen şartıyla.” deyip herkesin elini sıkıyordu. Hatta hicret etmeyene o gün, münafık nazariyle bakılıyordu. Ancak, Velid İbn-i Velid, Ayyaş İbn-i Rebia, Seleme İbn-i Hişam gibilere hicret etme fırsatı verilmemişti ve bunlar mâzur görülmüşlerdi. Evet sadece bu üçü hicret edemeyen talihlilerdendi. Onların hayatlarında meydana gelen bu gayr-i iradî boşluğu da Allah Resûlü (sav) dualarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ve bu hâl “O mevzû seni çok alâkadar etmez” buyurulacağı ânâ kadar da devam etti.. evet, Efendimiz (sav) hiç durmadan ellerini kaldırıyor: “Allah’ım Velid İbn-i Velid’e, Allah’ım Seleme İbn-i Hişam’a, Allah’ım Ayyaş İbn-i Rebia’ya necat ver!” diye yalvarıyor ve inliyordu. Zira bunlar ilk Müslüman olanlardandı. Ayyaş, Ebu Cehil’in anne bir kardeşiydi. “Lâilâhe illallâh Muhammedurrasûlüllâh” dediği andan itibaren zincire vurulmuştu. Mekke fethedilinceye kadar da ayağında zincir, boynunda bukağı, yer yer ağabeyi Ebucehil’in tokatlarıyla inleyip durdu; zaman zaman da -İslâm’la şereflenince Yermuk’un kahramanları arasına katılan- yeğeni İkrime’nin tekmeleriyle… Seleme İbn-i Hişam, Ebu Cehil’in baba bir kardeşidir ve O da zincirli ve bukağılıydı. Velid İbn-i Velid de Halid İbn-i Velid’in büyük kardeşi ve Velid İbn-i Mugîre’nin oğludur. İşin garibi, bunların hepsi de Mahzum oymağından Müslüman olmuş kimselerdi. Bütün güç ve kuvvetlerini sarfetmiş, Aleyhissalatü Vesselam’a ulaşmaya çalışmış, hicret etmek için uğraşmış, fakat bir türlü engelleri aşamamışlardı. Onun için de Allah Resûlü (sav) sabah namazında rukûdan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve “Necat ver!” deyip inliyordu. Hatta; öğlen, akşam ve yatsıda da duâ ettiği oluyordu.

Hicret o kadar önemlidir ki, bir taraftan Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, elini sıktığı herkese “Göç edeceksin” buyurur, diğer taraftan da bu göçü, iradesiyle yapamayan kimselere göç edebilmeleri için de duâ ediyordu.

Sa’d İbn-i Ebi Vakkas Fetih’ten sonra Mekke’de hastalanınca, çok ürperdi, ve fevkalâde rahatsız oldu. Öyle ki Efendimiz (sav) kendilerini ziyaret ederken; meâlen:”Ya Resûlallah! Arkadaşlarım hicret etti ve Medine’ye gittiler, ben ise ölüp burada kalacağım. Halbuki bizim için hicret yeri çok önemliydi. Biz oraya Allah için gitmiştik. Şimdi Mekke’de vefat edip kalacağımı düşündükçe çok üzülüyorum” diyordu. Mekke o kadar mukaddes, o kadar mübarek olmasına rağmen hicret ettikleri yurdu terk etme endişesi her an onlar için en büyük endişe kaynağı olmuştu.

Hicret, gerçekten Allah’ın hoşuna giden makbul bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanmaktadır. Evet, dünyada bir insan ailesini, evlat ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sever. Dâussıla (sıla hasreti) dediğimiz şey, şairlerin şiirlerine kadar girmiştir. pek çok insan bu hasreti terennüm etmiş, pek çok kimse bunu şiirleştirmiştir. Bu his hemen herkeste vardır. Tabiî ve fıtrî olduğu için de insanın bunu içinden söküp atması mümkün değildir. Nitekim Seyyidina Hz. Bilal, Medine-i Münevvere o kadar güzel olmasına rağmen, kalkmış Peygamber köyünde hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için destanlar koşmuştur. Hz. Ebubekir dahil başkalarının hasreti de bundan geri değildi. Bunlar bir da’vâ uğruna Medine’ye gelmişlerdi ama, dâussıla içlerini yakıyordu. Mesela; Hz. Ebu Bekir Efendimiz (ra) gibi, bir lahzâ Efendimiz (sav)’den ayrılmayı düşünmeyen bir insan bile, Mekke’yi özlüyor ve müşrikler hakkında için için intizarda bulunuyor, “Bizi yurtlarımızdan yuvalarımızdan ettiniz” diyor ve inliyordu. En mevsûk hadîslerde Efendimiz (sav) bile şöyle diyordu: “Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- ben senden çıkmazdım.” İşte bu duygu, bir dâussıla duygusudur. Evet, hicreti ele alırken, meseleye bir de bu zâviyeden bakmak lâzımdır. Şimdi bir düşünün, Sahabi Mekke’de doğmuş, orada büyümüş ve oraya alışmışlardı. Hele orada ataları Hz. İbrahim (as)’in bir evi vardı ki, her sene binlerce ve binlerce insan, dünyanın dört yanından kopar gelir ve orayı ziyaret ederlerdi. Onlar da bu Kâbe’nin efendileriydi. Çünkü kimisi orada yeme-içme işini üzerine almış, kimisi zemzem suyu işini idare ediyor, kimisi de hacıların kurban kesme işiyle meşguldu.. işte hemen hepsinin böyle alışageldikleri güzel şeyler vardı. Aslında hepimize, alışageldiğimiz şeylerden ayrılmak zor gelir: Mesela Ramazan’da alıştığımız iftarları, imsakları, teravihleri ve oruçları içimizde derin derin hissederiz.. ve yine Ka’be’ye giderken, Kabe’den de buraya dönerken, şu muvakkat ayrılışlarda ve firaklarda, içimizde ne türlü hicran esintilerinin bulunduğunu, çoğumuz kim bilir kaç defa yaşamışızdır. Halbuki hicrette Ashab Efendilerimiz, yurtlarını yuvalarını, evlât ü ıyâllerini de terkediyorlardı. Mesela, Hz.Ömer (ra) giderken zevcelerini götürmüyor. Hz. Ebu Bekir (ra) giderken, O’nun yanında da, Hz. Aişe (r.anh.) yoktur. Efendimiz (sav)’le arasında küçük bir bağın teessüs etmeye başladığı o dönemde, evet o azîzelerden azîze olan kadının ayrı bir izzet kazandığı o dönemde nerededir acaba Hz. Aişe (r.anh.) validemiz? Nerede isimlerini bile bilmediğimiz Hz. Ebu Bekir’in zevceleri, nerede o çok yaşlı ve gözleri görmeyen babası Ebu Kuhafe..? Nasıl bunları bırakıp gitmişti? Bu şefkat kahramanlarının şefkatsiz olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır, onların hepsi de birer merhamet âbidesiydi ve her türlü takdîrin üstünde kuvvetli aile bağlarına sahip idiler.. ama Hakk mülâhazası ve Hakk yolunda hicret her şeyin önüne geçiyordu.. geçiyordu da, kimileri böyle bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp ayrılıyor.. kimileri güpegündüz ve herkese meydan okuya okuya Medine yollarına dökülüyor.. kimileri de Allah yolunda hicretin dışında hiçbir şey bilmeden bir meçhûle doğru “şedd-i rihâl” ediyordu. Ayrıldıkları yerde yurt-yuva, evlât u ıyâl, mal-menâl her şeye sahip idiler; gidecekleri yerde ise onları, yalnızlık, gurbet, fakr u zaruret bekliyordu. Medine’deki babayiğitlerin, evlerini onlara tahsis edip, onları bağırlarına basacakları henüz belli değildi. Bu itibarla onlar bir insanlık kıvamını temsil ettikleri gibi, aynı zamanda müstesna bir topluluk olan Ensar cemaatinin ortaya çıkmasına da yardımcı oluyorlardı.. ve böylece Ensar kudsiler ölçüsünde havarileşiyor, Muhacirler de Ensar oluyordu. O gün için bu iki cemaatin hayat stilleri birbirini tutmuyor, düşünce ufuk ve kutupları birbirinden farklıydı. Muhavere ve müzakere seviyesi ise kat’iyyen aynı derecede değildi. Ve işte Muhacirin-i Kirâm bütün bunların yanında daha nelere nelere katlanmış, hayatlarını Hicretleştirmişlerdi. Ve bu işten hiç mi hiç dönen de olmamıştı. Evet, talihsiz bir şairden başka yeniden Mekke’ye gitmeyi düşünen olmamıştı. Onun da imânı henüz içine oturmamıştı.

Ashâp-ı Kirâm’ın Müslümanlığını derinleştiren ve Müslümanlığı bir başka türlü renklendiren Hicret, günümüzde de ayniyle bahis mevzuudur.

Ayrıca Hicret’in, Kur’ân talebesine kazandırdığı çok şey vardır. Çünkü herkes doğup büyüdüğü yerde, iyi şeylerle beraber bir kısım menfi izler de bırakır. Evet, her insan doğduğu köyde, şehirde, kasabada, onu tanıyan emsallerinin, yaşıtlarının arasında bıraktığı menfi izler vardır. Kavga ettiği günler, yumruk salladığı zamanlar vardır. Ma’rifet olsun diye yapıp sergilediği şarlatanlıklar vardır. Halbuki bütün bunlar, daha sonra Rabbin, ihsan-ı İlâhi olarak onun omuzuna yükleyeceği vazifenin tebliğinde, o iş için gerekli olan vakar ve ciddiyet ile telifi kat’iyyen imkânsızdır. Çünkü daha sonraki dönemde da’vâsı itibariyle, onun bidâyet-i hayatındaki bu çocuksu tavırları, bir kısım kimselerin kafalarını bulandırabilir, vazifesine gölge düşürebilir ve o döneme ait kaçınılması imkânsız bazı tavırlar onların çevrelerinde menfi değerlendirmelere sebep olabilir.

Nitekim Efendimiz’e Mekkeliler Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı. Evet, Cihanların uğrunda fedâ olması gerekli O Zât (sav)’a, O Dürr-i Yektâ’ya (binler rûhumuz olsa fedâ olsun) Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı. Aslında onların böyle düşünmesi O’nun getirdiği mesaja karşı bir tavrın ifadesiydi; ama onlar, bu yetimliği kullanmak istiyorlardı. Yani, “yahu dün sokakta bizimle beraber koşuşuyordu. Şimdi kalkmış semâların üstünde dolaştığını iddia ediyor, bizim aklımızın eremeyeceği şeyler getiriyor.” diyorlardı. Kaldı ki, O nezîh rûh ve O dâmen-i muallâ (sav), daima Allah tarafından korunmuş ve Peygamberliğe hazırlanmıştı. Yani tâ ilk günlerinde, bir gaybî inayetle sonraki vazifesine göre hazırlanmıştı. Buyuruyor ki “Ben hayatımda iki defa düğüne niyet ettim, çıktım giderken, yolda bir gaflet bastı, bir yerde çömeldim oturdum, ancak güneşin ışınlarının başımı okşamasıyla uyandım. Bir başka sefer yine bir düğüne gitmeye teşebbüs ettim.. yine yolda uyuyakaldım, anladım ki Allah benim düğüne gitmeme müsaade etmiyor.” Evet, Allah Celle Celalühü O’nu bir şeyler için hazırlıyordu. 25 yaşlarındaydı. Kâbe-i Muazzama yıkıldıktan sonra inşâsı için çalışılıyordu, O da taş taşıyordu. Zaten böyle şerefli ve kıymetli bir işte, O’nun çalışmaması da düşünülemezdi. Bir aralık amcası ve sırdaşı Hz. Abbas (ra) O’na (sav): “Belindeki peştemalin bir ucunu omuzuna koy, taşlar omuzunu incitmesin.” Peştemalin ucunu omuzuna koydu ama, vücudunda açılmaması gerekli olan bazı yerleri açılmıştı. O esnada gözüne melek göründü.. ve O birdenbire sırtüstü yere yıkıldı, derken gözleri yukarıya dikildi… O günden sonra da bir daha dizinin üstünden itibaren vücudunu açtığı müşahede edilmedi. Allah O’nu büyük da’vâ için hazırlıyor ve onu gelecekteki vazifesi adına zararlı her şeyden koruyordu. Koruyordu ama, Mekke’liye göre yine de O, Ebu Tâlib’in yetimiydi. Ve işte Aleyhissalatü Vesselam’a, Efendiler Efendisi’ne “Ebu Talib’in yetimi” dendiği ve kendisine bu nazarla bakanlardan destek bulamadığı bir dönemde, Ensar Efendilerimiz O’na sînelerini açtılar.. sîneleriyle beraber yurtlarının yuvalarının kapılarını da açtılar. Yetmiş şu kadar erkek ve birkaç kadın O’na: “Medine’ye gel Ya Rasulüllah!” dediler. “Malını malımız, canını canımız gibi bilip koruyacağımıza ve İslâm uğrunda her şeye katlanacağımıza söz veriyoruz” dediler. Ve Allah Rasulü (sav) kendini, böyle kuşluk güneşi hüviyetinde pırıl pırıl tanıyan, tepeden tırnağa hürmet hisleriyle dopdolu bir cemaatin sımsıcak kucağında buluyordu. Bu cemaat O’nu tanıdığı gün Peygamber olarak tanıyor, peygamberliğe has vakar ve ciddiyet içinde görüyor ve çocukluğunu da hiç bilmiyorlardı…

Ashâp Efendilerimiz (ra) de ilk memleketleri olan Mekke’de hep hor ve hakir görülmüştü. Hz. Bilâl-i Habeşî’yi anlamaları ancak Mekke fethinden sonra müyesser olmuştu. Bilâl-ı Habeşî ve onun gibi temiz ruh, sağlam karakter nice kimseler vardı ki, Mekke’deki içtimaî telakki ve o günkü bakış açısından dolayı hep horlanıp hakir görülmüşlerdi.. ve bunların Medine’de el-üstü bir cemaat oldukları ortaya çıkmıştı. Diğer Ashab Efendilerimizi de böyle kabul edebiliriz. Mekkelilerin yukarıdan baktıkları kimseler için Medineliler ağlıyor, “Ya Rasulallah! Malımıza, evimize, barkımıza ortak olsunlar, şu fedakâr arkadaşlarımız, hicret edip geldiler, biz de malımızdan, canımızdan fedakârlıkta bulunmak suretiyle katkıda bulunalım istiyoruz” diyorlardı. Bu da hicretin bir başka yanı…

Kaldı ki onlar, ısmarlama Nebî’nin hususî ihtimama mazhar cemaatiydi… Hicretin başını çeken o şanlı Nebî ise, en küçük yaşından peygamberlik dönemine kadar hep korunmuş, hep himaye altında yetişmiş ve gelişmişti.

Bizler için de hizmet adına hicret çok önemlidir. Evet, her birerlerimiz, mukteza-yı beşeriyet olarak bazı karışık işlere girdiğimizden ve elimizde olmayarak bazılarının hakkımızda bir kısım bulanık şeyler söylediğinden ve söyleyeceğinden ötürü bulunduğumuz yerden hicret edip ayrılmamız elzemdir. Zira niyetler ne kadar halis de olsa, tam bir emniyet ve güven telkin edebilmek için, muhatapların dimağlarında en küçük bir bulantıya meydan vermeyecek şekilde nezih bulunmamız, şarttır. Bu da ancak, bizim, yanlış ve eksiklerimizi bilmeyenlerin yanında mümkün olur ki, dilimizde bunu “gökten inmiş gibi” sözcüğüyle ifade ederiz ve böyle olmamız, böyle görmemiz hizmetin te’siri açısından çok önemlidir.

Allahü Teâlâ gönderdiği bütün mücedditleri, mürşitleri hicret ettirmesi de bunun ilâhî bir kanunu olduğunu gösteriyor. Allah bu kanunla bütün mürşitleri, mübellîğleri âdeta hicrete mecbûr kılıyor.. biri şarkın yalçın kayaları arasında zuhûr ediyor, sesi orada değil de daha ziyade Batı Anadolu’da ve İstanbul âfâkında yankılanıyor. İmam Gazali’nin gezmediği yer kalmıyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri bir baştan bir başa Hindistan’da seyahat ediyor. Bu müstesna büyüklerimizden hangisinin mücadelesini tetkîk etsek, hayatlarında hicretin ağırlık ifade ettiğini görürüz. Mukaddes göç, hizmetimiz açısından eski devirlere nispeten daha da önemlidir. Evet, bir mü’min kardeşimiz, buradan kalkıp diyar-ı küfre hicret ediyorsa, biz buna küçük nazarıyla bakamayız. Bugün bir Medine yoktur ama, her yere Medine’nin boyasını çalmak, Medine misal şehirler kurmak vardır.. bir diğer tâbirle, Medine sahibinin huzûruna çıkabilmek için, pek çok Medine meydana getirmek vardır. “Medineleri arkamıza bırakıp, senin ‘Medine’ ne koştuk ya Rasulallah!” diyebilmek için, bugün hicrete, hicret beldelerine ihtiyaç vardır. Sırf Allah rızası için ve İslâm’ı neşretmek için dünyanın dört bir yanına göç edenlerin durumunu hafife alamaz ve basite ircâ edemeyiz. Çünkü bu muhacirlerin herhangi bir maddi çıkarları ve menfaatleri yoktur; yaptıkları ve yapacakları şey sadece İslâm’ı tebliğ ve bekledikleri de sadece ve sadece Allah’ın rızasıdır. Türkiye’nin içinde ve dışında ve âlem-i İslâm’ın sair yerlerinde, Hakk da’vâsı için hicret eden kimseler, “innemel-a’mâlü binniyat ve innemâ liküllimriin ma nevâ” fehvasınca niyetlerine göre mükafaat elde edecek ve ilk hicret edenlerin arkasında -inşaallah- yerlerini alacaklardır! Yani Allah, muhacirleri muhacirlerle Ensar’ı da Ensar’la haşredecektir! “Muhacirler toplansın!” dendiğinde bu mukaddes göçün heyecanıyla yollara düşmüş olanlar, muhacirlerin arkasında yerlerini alacaklardır. kim bilir sizde herhangi birinizin önüne Ebu Bekir (ra) mı rastlayacak, Ömer (ra) mı rastlayacak, Osman (ra) mı rastlayacak.?! Bunları, Rabbine hesap verme mevkiini her an idrâk, bir ayağının mezarda bulunduğunu his ve idrâk eden bir insanın ağzından dinliyor gibi dinleyin; eğer bu mevzûda hilâf-i vâki ve mübalağalı beyânda bulunuyorsam, Allah’a hesap vereceğim demektir…

Uğrunda hicret ettiğimiz yüksek mefkûreyi her zaman tahakkuk ettiremeyebiliriz. Ama hâlis bir niyetle, “Keşke bize de nasip olsa, biz de gitsek, hiç olmazsa gidip bir kaç hafta kalabilsek.. kalabilsek de yüksek mefkûremize hizmet edebilsek” niyetlerini içlerinde yaşattıkları sürece kazanırlar. Efendimiz’in (sav) bir beyânıyla izâh edeyim, buyuruyorlar ki, “Bir insan yürekten, ihlâsla şehâdeti talep ederse, yatağında ölse dahi şehit olur.” Evet bir insan, sadece ve sadece Allah da’vâsı için, Rabb’imizin yüce adının en ücrâ yerlerde dahi şehbâl açması için, kafasında hicret kurup duruyorsa, “Gidelim, görelim, gezelim, anlatalım, İbrahim’lerin yolunda, Musa’ların, Mesih’lerin (Alâ Nebiyyinâ ve aleyhimusalâtu vesselâm) yolunda ve insanlığın İftihar Tablosu’nun yolunda, biz de bu vazifeyi yapalım” düşüncesiyle yatıyor, kalkıyorsa, o kimse memleketinde de kalsa, orada ölse, ümit ediyoruz ki Allah (cc) bu düşünce sahibini muhacirler defterine kaydeder. Rabbim, boyunduruğun yere konduğu bu devirde, İslâm dünyasına sahip çıkanları hem muhacirlikle, hem de şehâdet sevabıyla serfirâz kılsın! Evet bu yönüyle de “Mukaddes Göç” çok önemlidir ve üzerinde daha çok şey söylenebilir…

İbadetlerden Feyiz Almak, İbâdetin Tam Olarak Yapılmasına Bağlı mıdır?

İbadetlerden Feyiz Almak, İbâdetin Tam Olarak Yapılmasına Bağlı mıdır? Meselâ Namazlarda Tadil-i Erkân Olmazsa, Mânevî Dereceler Elde Etmeye Tesiri Olur mu?

Sorudaki ‘Feyiz’ kelimesini, ‘haz’ ve ‘zevk’ şeklinde değiştirmek herhalde daha muvâfık olacak. Zira, ‘feyiz’in ne olduğunu anlamak mümkün değildir.

Feyiz, dünyada, insanın kalbî ve ruhî hayatı ile alâkalı olarak gelen Vâridât-ı Sübhaniyedir. Ahirette ise feyiz, insanın cennete ulaşması, Rıza’ya kavuşması ve Cemâlullah’ı görme şerefine nâil olması gibi mazhariyetlerdir. Durum böyle olunca, ‘feyiz’ kelimesinin ifâde ettiği muhtevâyı idrak ve ihâta bizler için imkansızdır. Belki dört bir yanımızdan feyizler taşıp geliyor ve ruhumuzu sarıyordur da biz bunun farkında olamıyoruzdur. Belki de bizim farkında olamayışımız yine bize Cenab-ı Hakk’ın bir ihsan ve lütfudur. Zira O’nun en büyük ihsanı, ihsanını hissettirmemesindedir.

Mes’ele bu yönüyle ele alınınca, denebilir ki: Cenab-ı Hakk’a karşı yapılan bütün ibadetlerde mutlaka bir feyiz ve bereket vardır. O’nun Rahmet kapısına yönelen bir insanın mahrum kalması düşünülemez. Ancak insan yapacağı ibadetlerini, alacağı feyze, daha doğrusu haz ve zevke bağlamamalıdır. Bazan öyle namaz olur ki, siz onu kabz halinizde, yani ruhunuzun sıkıldığı, gönlünüzün daraldığı bir anda eda etmiş olursunuz. Zahire göre ve acele ile hüküm verecek olursanız, böyle bir namaz hakkında kötümser düşünebilirsiniz. Halbuki o en makbul namazlardan biri olmuştur. Zira maddi-mânevî füyûzat hislerinden tecerrüt etmiş olduğunuz bir zamanda dahi siz, kulluğunuzu unutmamış ve Cenab-ı Hakk’ın huzuruna gelmişsiniz. Size hiç avans verilmiyor; fakat bu durum aynı zamanda sizin sadakatinizden bir şey de eksiltmiyor.. ve işte hâlis kulluk da budur.

‘Madem Cenab-ı Hak, ‘Üd’ûnî estecib leküm’ buyurarak dudaklarımızdan dökülecek her duaya icabet edeceğini bildiriyor; öyle ise ben de O’nun kapısının eşiğini aşındırmaya devam etmeliyim.’ deyip oradan ayrılmamak bir bağlılık ve sadâkat ifadesi olacaktır. Eğer bir insan hayatı boyunca, hiçbir haz ve lezzet duymadan böyle bir kulluk yapıyorsa, bütün hayatı boyunca ihlas ve samimiyet içinde, ömrünü sürekli, en halisane kullukta geçirmiş sayılır.

Diğer taraftan, mânevî dereceler elde etmek de kulluğa hedef ve gaye yapılmamalıdır. Onun içindir ki, cennet arzusuyla kulluk yapanlar için Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri ‘İbadü’l-Cennet’ demiştir. Yani ‘Cennetin kulu’ demektir. Halbuki Cennet, amel ve ibadet için maksat olmaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır. Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah’ın emridir. Yani biz ibadeti Allah emrediyor diye yaparız. Evet, cehennem endişesiyle tir tir titreyerek, kalkıyor, Allah (cc) karşısında kemer beste-i ubudiyet içinde iki büklüm oluyor.. namaz kılıyor.. böyle birine ‘Abdü’n-Nar’ yani ‘Cehennemin kulu’ deniliyor. O zaman, Allah’ın kulu nasıl olacak? Kişi ibadetini, ne cennet sevdası ne de cehennem korkusundan değil, belki sırf Allah’ın kulu olduğu ve Allah o vazifeyi ona emrettiği için yapacaktır.

İnsan, maddi-mânevî bütün füyûzat hislerinden mahrumiyet içinde bulunduğu kabz halinde de mutlaka namazını kılmalıdır. Hatta insanın ağlama ve sızlaması bir feyiz ve bereket vesilesi olabileceği gibi, bazan bir ibtila ve imtihan da olabilir. Kesin hüküm veremeyiz. Evet, kalbini her an fikir ve murakabe elinde tutamayan bir insanın ağlaması, sızlaması bile onun için ciddi bir tehlike olabilir. Çünkü o, kalbinin derinliklerine çok vakıf ve nigehbân olamaz. Hatta bu haller tamamen namaza verilmiş atiyye ve ihsanlar da olsa, bu yüzden de insan namaz kılarken hep onları takip etse, ihlasa dair çok mühim bir kısım noktaları kaybetmiş olur. Zira, kapalı bir sandık gibi, Allah huzuruna, sadece Allah rızası duygusuyla meşbû ve meşgul olarak gitmek çok önemlidir. Rabbimiz’den dileyelim, samimiyette, kendisine bağlılıkta, ihlasta bizi zirvelere ulaştırsın… Buna karşılık, durumumuz halkın nazarında varsın mukassî, yıkık-dökük ve hırpani olsun. Böyle bir dış görünüşün pek önemi yoktur. Bu noktaya parmak basan Efendimiz (sav) ‘Allah’ım! Beni halkın nazarında büyük, kendi nazarında küçük etme’ diyor. Çünkü halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, Allah nazarında sinek kanadı kadar kıymetleri yoktur. Önemli olan Allah’ın nazarında büyük olmaktır. Bu noktada herkes endişe ile iki büklüm olmalı ve ‘Allahümmec’alnî fi ayni sağiran ve fi aynike kebiran’ yani ‘ Allah’ım beni kendi nazarımda küçük yap, Nazar-ı Uluhiyetinde de olabildiğince büyük yap!’ diye dua etmelidir.

Bir diğer husus da şudur ki, ibadette Cenâb-ı Hak rûhani zevkler ihsan edebilir. Evet, bazı büyük kimseler vardır ki, bunlar ucb denen şeyi kalplerinden silip atmış ve tam tevhide ermişlerdir. Onlar mazhar oldukları bütün güzellikleri, o güzellikleri sırtlarına bir urba gibi giydiren Zattan bilirler. Onun için, bu gerçeği gürül gürül söylemeyi de tahdis-i nimet sayarlar. Meselâ Efendimiz (sav) şecaat-ı kudsiyesi ile Huneyn’de kükrediği zaman, amcasının oğlu Harise bin Ubeyde veya amcası Hz.Abbas atının zimamından tutup engellemeye çalışır. O, öyle kükremiştir ki düşmana doğru tek başına gider. Orada: ‘Ene’n-Nebiyyü la kezib Enebnü Abdilmuttalib Lâ fahra’ Yani ‘Ben Peygamberim, bunda yalan yok; ben Abdulmuttalib’in torunuyum bunda fahr yok’ der. Allah Rasûlü (sav) bunları söylerken, makam-ı imtinanda söyler. Ve yine aynı makam içinde buyurur ki; ‘Herkes haşrolduğu zaman, ben Liva’ül Hamdin sahibi olarak haşrolacağım.’ ve yine makam-ı imtihanda buyururlar ki: ‘Allah bana beş şey verdi ki başka Peygamberlere vermedi.’ Bunlar imtinan makamında söylenen şeylerdir. Bir tanesi bana güzel bir urba giydirmiş, gezdiğim her yerde, o zatın bana karşı cemilesini, hediyesini, ifade ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve diyorum ki: ‘Bu sırtımdaki elbise güzel, hatta bana da güzellik katıyor, Rabbimin yarattığı hilkatteki güzelliğe ayrı bir buud kazandırıyor. Ama bu elbiseyi bana giydiren Zâtı anlatıyorum.’ İşte bu mânâda, Rabbimizin, başımızın üzerinde olan ikramlarını söylemede beis yoktur; hatta çok defa onları gizlemek belki nankörlük olur. Bu noktada Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazdığı kitaplar için ‘Avazım çıktığı kadar bağırıp diyecektim: -Yazılan sözler güzeldir, ama benim değildir, çünkü onlar Kurân’ın bağrında çimlenip geliştiler’ diyor. Bunu Hassan bin Sabit’in Efendimiz (asm)’ı senâ sadedinde söylediği bir sözden iktibâsen alır. ‘Allahümme eyyidhü bi rüh’il-kudus’ sözüyle teyit edilen koca şâir, Hassan İbn-i Sabit, her yanıyla, ince ve nârin bir şâirdir.. onun için, Nebîler Nebisi, İslâmiyet’i medh-ü sena ettiği, göklere çıkardığı, Kur’ân’ı müdafaada bulunduğu ve o büyüleyici sözleriyle müşriklerin kuvve-i mâneviyesini kırdığı için Mescid-i Nebevide kürsü tahsis ederdi. İşte, kendisi için kürsü konulan bu Hassan bin Sabit o kılıçtan daha keskin sözleriyle, kâfirlerin başlarına darbeler indirir ve müminleri sevindirirdi. Bir kere de şöyle demişti:

Ve mâ medahtü Muhammeden bi makâletî
Velâkin medahtü mekâletî bi Muhammedin (sav)

Yani ‘Ben güzel söz söylüyorum ve bu sözlerimle Hz.Muhammed’i medh ediyorum zannetmeyiniz. Benim perişan ve derbeder sözlerim, O’nun medhine dair mevzular içine girdiğinden dolayı güzellik kazanıyor.’ İşte bu, Hassan bin Sabit adına, tahdis-i nimettir. Bunları Allah’ın Peygamberine emretmiş olduğu: ‘Ve emma bi nimeti Rabbike fehaddis’ Yani ‘Habibim! Sen Rabbinin nimetini dile getir!’ emrine tam muvâfıktır. Hani şeytan gibi bir kadın olan (Ümmü Cemil) dedi ki, ‘Muhammed’in (haşa!) şeytanı artık gelmiyor.’ Allah Resulünü teselli için buyuruldu ki, ‘Mâ veddeake Rabbüke ve mâ galâ’ Yani ‘Rabbin seni kat’iyyen terk etmedi. Ve Rabbin sana darılmadı, arkasını dönmedi, göreceksin Habibim, çok yakın bir gelecekte, bugüne göre yarın, dünyaya göre âhiret, senin için daha hayırlı olacak.’ bir gün geldi ki, insanlığın beşte biri ve arzın yarısı O’nun getirdiği hidayet hediyesiyle serfiraz oldu. O muhteşem hidayetle şahlandı, küre-i arzın her tarafında minareler dikildi, çil çil kubbeler inşa edildi. her gün 5 defa, Ezan-ı Muhammedî yeryüzünde ilan edilir oldu. Yerin bir diliminde biterken, öbür diliminde sürekli ‘Eşhedü enne Muhammederrasûlullah’ sözü çınladı durdu. Her tarafta Ruh-u Revan-i Muhammedî şehbal açtı ve dalgalandı.

Evet, Duha Sûresiyle hem müjde hem de müşriklere cevap veriliyordu: ‘Allah seni hiç terk etmedi. Esasen şeytan onlara musallat olmaktadır.’ İsterseniz evvelki cümle ‘Ve lesevfe yu’tîke Rabbüke fe terdâ’ Yani ‘Allah sana öyle verecek, öyle verecek ki, artık razı olacaksın.’ ‘Velleyli’ sûresinden ‘Vedduha’ suresine geçerken de -zaten iki sûre arasında çok ciddi bir mutabakat var- önceki sûre ‘Allah seni razı edecek, hoşnut edecektir.’ ile biter, bu sûrede de hemen ‘Allah seni hoşnut edecektir.’ der.. ve bu iki sûre arasında tam bir birlik olduğunu ortaya koyar. Yani, dünyada ve ahirette sana öyle verecek öyle verecek ki, hoşnut olacaksın. Bu hoşnutluk Mahkeme-i Kübrada ve ahirette de devam edecektir. ‘İrfa’ re’seke işfa’tüşfa’ sel tu’te’ Yani ‘Kaldır başını, iste, istediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabule karîn olacaktır.. kimseye verilmeyen şeyler sana verilecektir. O dakikada sana ‘Habib-i zîşanım, artık razı mısın?’ diye sorulsa sen ‘Evet râzıyım.’ diyeceksin. Öyleyse: ‘Fe emmel yetîme felâ takhar’ ‘Sen yetime kahretme’ ‘Ve emme’s sâile felâ tenhar’ ‘Dilenciyi de kovma’ ‘Ve emma bi nimeti Rabbike fehaddis’ ‘Rabbinin nimetini tahdis et.’ Evet, şu mübarek ve muhteşem ümmete bak, tahdis et. Aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen peşinden gelenlere bak..!

Evet Ravza-i Tahireye girildiğinde, insanın içini bir his kaplamaktadır. Sanki Allah Rasûlü hayatta da, huzuruna varılınca O da görülüverecekmiş gibi olur. Bu ne eskimezlik!. Bu ne tazelik!. Bu ne yeniliktir ki, zihinlerimizde ve kalplerimizde, üzerinden 14 asır geçmiş olmasına rağmen, O (sav) vicdanlarımızda hâlâ taptazedir. Bugün O’na karşı duyulan saygı, O’nun daima vicdanlarda taptaze yaşadığını göstermektedir. İşte bunlar, Allah’ın O’nu hoşnut etme istikametinde, O’na lütfettiği nimetlerdir. Ve Cenab-ı Hak O’na nimetlerini tahdis etmesini emretmiştir. O da bir tahdis-i nimet olarak, yukarıda kısaca işaret ettiğimiz sözlerini ifade buyurmuştur. İşte yine böyle bir tahdis-i nimet sadedinde, ‘Namaz benim şehvetimdir’ demiştir. Ancak Efendimiz, hiçbir zaman namazdan aldığı ruh-i haz için namaz kılıyor değildir. Belki müstaitlere bu mevzuda işaret yapılmaktadır. Himmet âli tutulacak ve namaz o hale gelinceye kadar çalışma ve gayret devam edecektir.

Bütün bu söylenenler mahfuz olmakla beraber, namazın ta’dil-i erkânla kılınması ekser fukahaya göre farzdır. Ebu Yusuf’un dışında Hanefi mezhebi ta’dil-i erkâna vacip demiştir.

Ta’dil-i erkân, namazdaki rükûnların sükunetle yerine getirilmesi ve uzuvlarda itminan hasıl olacağı âna kadar devam edilmesidir. Bu, insan cesedinin maddi olarak namazda alacağı vaziyettir ki, ona riayet etmeden namaz tamam olmaz. Kanaatimce, ta’dil-i erkâna farz diyenlerin görüşüne uymak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen zâtlar, kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’an ve Sünneti anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyatla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.

Ayrıca, mü’minlerin ibadet-ü taatlarındaki zâhirî hallerine bakarak onlar hakkında hüküm vermek bize düşmez. Kaldı ki: ‘Senin haccın beyhûde; meşakkat çekme, namazın yatıp kalkma, geceleri kıyamın sırtında bir yük olmadan başka bir şey değil, orucun ise ancak bütün gün aç durmaktan ibarettir’ gibi su-i zannın ifadesi olan sözlerle, sanki bir meçhulün müdafaasını yapıyor gibi davranma, müminlikle bağdaştırılamaz. Zira insan nefsine karşı bir savcı gibi davranmalı; fakat, diğer mü’min kardeşlerinin avukatlığını yapmalıdır. Kendimiz için: ‘Doya doya namaz kılıp, namazlarımdan feyiz ve bereket alamıyorum. Acaba şu haliyle namazım kabul olur mu olmaz mı?’ diye, günahlarımızı da hatırlayarak bu tür şeyler düşünebiliriz. Fakat başka mü’minler hakkında meseleyi hep hüsn-ü zann zaviyesinden ele alma mecburiyetindeyiz. Zira Efendimiz (sav), ondan sonraki sahabe ve tâbiîn efendilerimiz böyle davranmışlar, hiçbir zaman mü’minlerin hallerini günaha, fesada hamletmemişler, ehl-i kıble, ehl-i salat bir mü’minin bir takım fena yönlerini serrişte edip onu tecrim etme yoluna gitmemişlerdir. O’nun hakkında hep güzel düşünüp ve hasenatını bayraklaştırmışlardır. Onlar adeta gül bahçesinde gezerken, ellerine, ayaklarına dikenlerin batıp kanatmasına mukabil ‘Huz ma safa da’ ma keder’ prensibiyle hareket etmiş, güllerin güzelliğine ait türküler söylemişlerdir. İşte o güzide topluluk arasında bir Nuayman vardı. -Bedir’de bulunduğu da rivayet edilir.- İçki yasak edilmiş olmasına rağmen, koruk gibi şeylerden ve usarelerden içki imal ediyor ve içiyordu. Defaatla sarhoş olarak yakalandı ve birkaç defa da Huzur-u Risalet Penâhîye getirilerek te’dib edildi. Yine böyle bir durumdan dolayı Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi Nuayman’ı kastederek: ‘Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun’ gibi sözler sarfetti. Bunu duyan Allah Rasûlü (sav) ‘Mü’min kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın! Yani: Onun yüzüstü düşmesini, perişan ve derbeder olmasını arzu eden şeytandır. Allah onun böyle olmasını istemiyor’ buyurarak onu ikaz etti.

Başka bir rivayette ise itab edene: ‘Sus! O Allah ve Rasulullah’ı sever.’ diyordu ve böylece Allah ve Rasûlü’ne karşı kalbinde muhabbet taşıyan ve fakat defaatle de olsa sürçmüş-düşmüş birisine el uzatıyordu. Sebep de O’nun Allah ve Resûlünü sevmiş olmasıydı. Allah ve Rasûlü de sevdiklerini derbeder etmezdi. O’nun için bu mevzuda çok insaflı ve izanlı olmak lazım…

Allah (cc), adaletli mizanında, hayır ve şerrin birbirine rüçhaniyetine göre hüküm verecektir. Hepimiz O’nun huzuruna gideceğiz. O gün sağımıza, solumuza bakacağız. Orada Everest tepesi gibi yığın yığın günahlara girdiğimizi göreceğiz. O günahların cesameti karşısında belki ümitsizliğe düşecek ve her birimiz orada çok küçük amellerimizi hatırlayacağız. ‘Bir kere anama su vermiş, babamın ayakkabısını çevirmiştim. Başka bir zaman salih bir kişinin cenaze namazında bulunmuştum. Bir defa da iki secde arasında, kalkınca -Rabbiğfir verham- demiş ve bunu tâ yüreğimde duymuştum’ diyecek ve sonra da, ‘Rabbim! Acaba bunlarla Senin gufranına mazhar olur muyum.’ diye ümit besleyeceğiz. Eğer orada Rabbimiz bizi mağfiret ederse, biz de ‘Mağfiret Sana ne güzel yakışıyor.’ diye zevkle gerilecek ve huzura ereceğiz.

Hakkımızda bugün veya yarın tasarladığımız bu güzel şeyleri her mü’min kardeşimiz hakkında da tasavvur etmeli ve onların bazı eksik gibi görünen hallerine karşı: ‘İhtimal ki, Cenab-ı Hak bu kardeşimize ahirete ait semereleri dünyada yedirmek istemiyor. Onun için bunlar çok parlak görünmüyorlar.’ deyip, meseleyi hüsn-ü zan zâviyesinden ele almalıyız.

Tebliğ ve İrşad Vasıtaları Olan Şeylerden Şahsi Kazanç Temini Olabilir mi?

”İn Ecriye İllâ Alellah” (Yûnus/72) Ayetinin İfade Ettiği Neşri Hak İçin Enbiyaya İttibaı İfade Eden İstiğna Düsturu Dolayısıyla Tebliğ ve İrşad Vasıtaları Olan Şeylerden Şahsi Kazanç Temini Olabilir mi?

‘Ecrimiz, mükafatımız Allah’a aittir’ âyetinin geçtiği yerde bunu Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb ve Hz. Lut gibi, beş büyük peygamber kendi kavimlerine karşı söylemişlerdir. Başka yerlerde Hz. İbrahim ve Hz. Musa da araya girer. Fakat, ‘mükafatımız sadece Allah’a aittir’ ifadesinin geçtiği yerlerde yalnız bu beş büyük zâtı görüyoruz. Bir de Sûre-i Yasin’de anlatılan ve büyük ızdırap çeken kahraman (Habib-i Neccar) da ‘Sizden yaptıkları tebliğ karşılığında ücret ve mükafat istemeyenlere tâbi olun’ demek suretiyle, yine bu ayetin manâsına işaret etmektedir. Hz. Nuh başka bir yerde yine, değişik bir ifade ile, aynı hususa dikkati çekmektedir. Yani enbiya-ı izam, yaptıkları tebliğ vazifesi karşısında, insanlardan bir şey istememe esası üzerinde yürüdüklerine dikkat çekilmektedir. ‘Ve mâ es’elüküm aleyhi min ecrin in ecriye illâ alellah’ yani ‘Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir şey istemiyorum, ücretim ve mükafatım münhasıran Allah’a aittir.’ Bu söz, her peygamberin adeta, Cenab-ı Hakk’a karşı, verdiği bir ahd-ü peyman ve bir yemindir. Onlar, peygamberlik vazifesini yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir şey almayacaklarına söz veriyorlar.

Neşr-i hak vazifesinde ne zaman olursa olsun, her devrin mürşitleri, enbiyayı izama iktida etmekle mükelleftirler. Hizmetini Allah için yapan hemen herkes; vaaz ve nasihat ederken, bir yerde sohbette bulunurken, gezerken, köy-köy, kasaba-kasaba dolaşırken, hak ve hakikatı neşretme karşılığında kat’iyyen bir şey almayacaktır. Evvela, sözün tesir etmesi, Allah’ın elindedir. Allah bu kimselerin sözlerinin tesirini, büyük bir ölçüde, onların hasbiliğine, diğergamlığına ve yaptıkları irşat vazifesi karşılığında hiçbir şey beklememelerine bağlamıştır. Enbiya-ı izâmın sözü tesirlidir, asfiyanın sözü tesirlidir. Günümüzde sözler tesir etmiyorsa, tesir için gerekli olan bir kısım şartları yerine getirmediğimizdendir. Evet, mükafatını dünyada almak isteyenlerin sözleri için Allah, sînelerde tesir yaratmamaktadır. Bu çok önemli bir meseledir. Diğer bir önemli mesele de şudur; neşr-i hak hizmetinde bulunan kimseler, enbiya-ı izâma iktida edip vazifelerinin karşılığında bir şey almamalıdırlar; almamalıdırlar ki, ehl-i dünya tarafından tenkide maruz kalmasınlar. Çünkü ehl-i dünya diyecektir ki, ‘Bunlar neşr-i hak vazifesi yapıyorlar ama, aynı zamanda temettü hakkı da arıyor ve geçimlerini bu yolla temin edip gidiyorlar.’ Mevlitçi niçin tenkit ediliyor? Çünkü gırtlağına hakkı temettü arıyor. Bir ilâhi okuyor, bir Allah’ı methediyor, sonra da sanki: ‘Methettim Allah’ını, ver bakalım şunu’ diyor. Onun için de sînelerde, ma’şeri vicdanda bir tesir uyarmıyor. Niyet bu olduğu sürece uyarmamaya da devam edecektir. Bir yerde, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş samimi bir insan görürsünüz; hasbidir, diğergamdır, Allah için yaşıyordur. Bakarsınız, sesi cılız çıksa bile, ma’şeri vicdanda kendine göre bir tesiri vardır. Bu da, neşr-i hak vazifesinde onun, insanlardan istiğna etmesine bağlıdır. Gönül ne kadar arzu ediyor ki, bu işe omuz verenler, İslâmî hizmetler içinde bulunanlar, Kur’ân ve iman hizmetine sahip çıkanlar; geleceğin gerçek mimarları kudsîler, aydınlar ve ışık ordusu mübarekler dünyanın malına, menaline meyil göstermesinler, eteklerini kire, lekeye bulamasınlar, istiğna içinde hareket etsinler ve neşr-i hak hizmetinde kimseden bir şey istemesinler. Kifaf-ı nefs edecek kadar bir şey bulurlarsa, onunla geçinsinler ve kendileri çekip gittiklerinde, arkalarında bir ev bile bırakmasınlar. Çünkü hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki ilklerden günümüze kadar, dünya çapındaki büyüklerden hiçbirinin ciddi bir evi yoktu. Medine-i Münevvere’de, Ravza-i Tahireye girerken, ‘Ömer Kapı’sı diye bir kapı var, ‘Bab-ı Ömer.’ Devletin başında bulunduğu ve Aral gölüne kadar ordular sevk ettiği, ülkeler fethettiği halde, nerede Hz.Ömer’den kalan ev..? Evet, neşr-i hak vazifesinde bulunanlar, arkada ev, han, hamam, halı kilim bırakmamalı ve çoluk çocuklarını zengin etme düşüncesiyle yaşamamalıdırlar. Evet, neşr-i hak vazifesi yapanlar mutlaka müstağni yaşamalıdırlar. Bu hizmet çığırını açanlardan birisinin vefatında, cüzdanında 25 tane 25 kuruş çıkmıştı… Hepsi bu kadar. Ne güzel misal.. Böylece dost ve düşman herkes bildi ve inandı ki, İslâm hizmetkârlarının dünya adına zerre kadar tamahları ve arzuları yok.

Evet, neşr-i hak hizmeti yapanlar sadece çoluk çocuklarını, dilenci etmesinler, okutsunlar veya bir işe koysunlar… Ayrıca bizzat İslâm’ı anlatanlar, bunun karşılığında kat’iyyen hakkı temettü aramasın ve şahsi arzularını yaşamasınlar. Yaşamak şöyle dursun, sürekli maddî-mânevî füyüzât hislerinden fedakarlıkta bulunmalıdırlar ki, güvenilirliklerini koruyabilsinler. Evet onlar, yaşama arzusuyla değil, yaşatma arzusuyla dolup taşmalıdırlar.. dolup taşmalıdırlar ki, bir an bile dünya onların hayallerine girmesin.. gözlerinin içinde dünya hayâli bir an-ı seyyale bile yer etmesin. Yoksa kazandıkları safvetlerini kaybeder ve sonra da iflah olmazlar. İslâmi hizmetlerle dünyalık peşinde koşanların kötü akıbetleri kendilerine dokunmasa bile, çoluk çocuklarına veya torunlarına öyle dokunur ki, dokunduğu gün iki büklüm olur, inlerler.

Neşr-i hak vazifesinde bulunan kimseler gerçekten ihlaslı ve müstağni bir yaşayış sergilemelidirler ki, bütün âlem hatta mele-i Alâ’nın sakinleri: ‘İşte bunlar onlardır.’ desinler. Dünyayı aşamayan insan, ahireti aşamaz. Dünyanın altında kalmış olanlar, önlerindeki sarp tepeleri aşamaz. Her zaman dünyaya hükmeden kimseler, kendini ve dünyayı aşmış kimseler arasından çıkmıştır. Öncekilerin çoğundan geriye kalan, tavlasında atı, sadağında oku, ve atının eğeriydi.. Halid öldüğü zaman, iki devleti yere sermiş bir insandı ama, ‘Atımdan, kılıcımdan başka geriye bir şey bırakmadım’ diyordu. Gerçekten onları anlamak çok zor. İnsan diyor ki: ‘Sen melek misin, sofi misin, derviş misin, söyle Allah aşkına sen nesin?’ Evet görüyoruz ki iki devleti (Bizans ve İran’ı) yere sermiş bir insan, atıyla kılıcından başka bir şey bırakmadan göçüp gidiyor. Ama o, sînelerimizde yaşıyor, kıyamete kadar da yaşayacak.

Netice olarak diyebiliriz ki, neşr-i Hak, istiğna ile bu kadar bütünleşmiştir ve onu ondan ayırmak kâbil değildir. Artık, bugün ikbâl ve istikbâl düşüncesini aşmış hasbiler üç asırdan beri yeryüzünde sahipsiz olan Kur’ân-ı ve bir fecir nesli bekleyen Resulûllah’ın ruhaniyetini düşünmeli (sav). Hem öyle bir düşünmeli ki, duyguda-düşüncede başka şeylere yer kalmasın… Bugün bütün dünya yepyeni bir devir bekliyor. İslâm ve Kur’an davasını temsil edenler de yepyeni bir diriliş türküsü söylüyorlar. Benim ifade etmeye çalıştığım şeyler de bu diriliş bestesini terennüm edeceklerin sadece bir tek vasfıdır.

Bu meselenin bir diğer yönü şudur: Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede bulunanlar, medar-ı maişetleri ve geçimlerini o hizmete bağlamamalıdırlar. Bu millet hamiyyetperverdir, hiçbir zaman sahip çıkanları yalnız bırakmamıştır; şöyle veya böyle mutlaka onlara destek olmuştur. Ama, onlar da müstağni davranmalı ve hiç bir şey talep etmemelidirler. Sadece geçinecek ve kifaf-ı nefs edecek kadar eline bir şey geçmesinde de -inşaallah- bir mahzur olmasa gerek. Bunu söylerken de ‘Vel âmilîne’ (Tevbe/60) kelime-i kudsiyesini esas alıyor, zengin dahi olsa, Müslümanlar hesabına vergi toplayan bir insanın, o vergiden istifade edebileceği prensibine dayanıyorum. Bunun için de kendilerine yetecek kadar almalarında da mahzur görmüyorum. Ama tekrar ediyorum; hizmet erleri için evvel ve ahir müstağni kalma esas olmalı.. onlar kat’iyyen ele-âleme el açmamalı, müntazırane bir hal içinde bulunmamalı ve bir şey beklememelidirler. Evet işte bu, geleceği kuracak mimarların mümtaz vasıflarından önemli bir vasıftır.

Kur'ân-ı Kerim'de Geçen "Kalb-i Selim" Kavramını Nasıl Anlamalıyız?

Selim “Selime”den gelir. İslâm kelimesiyle aynı köktendir. Lügat manâsı itibariyle kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has manada ise o, İslâm’dan başka her şeye kapalı olan kalb dir.

Kalb-i selim sahibi olmak, Kur’an’da bir mü’min adına ortaya konan vasıfları yaşamaktır. Bu tarif umumidir ve her şeyi içine alır mahiyettedir. Hz. Aişe validemize sorarlar: “Allah Rasûlü’nün ahlakı nasıldı?” Cevap verir: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz?” “Okuyoruz”, derler. Ve sözüne devam eder: “O’nun ahlakı Kuran’dı.” Evet, Kur’an, evvelâ Resûlullah (as) kendi hayatını ona göre düzenlesin, tanzim etsin diye indirilmiş bir kitaptır. Daha sonra da imam nasıl yapıyorsa arkadaki cemaat da öyle yapacak ve bütün Ümmet-i Muhammed düşüncelerini, tasavvurlarını hayat ve ahlâkını ona göre tanzim edecektir. Bir de biz, selim kalbi, daha ziyade insanlara zarar veren şeylerden salim olan kalb olarak düşünürüz .Çünkü bir hadiste “El-Müslimu, men selimel müslimûne min lisânihi ve yedihi” “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.” buyurulmaktadır. Bu biraz hususi, fakat enfes bir tariftir. Müslüman, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyecektir.

“Kalb-i Selim”, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçer. İkisi de Hz. İbrahim ile alâkalıdır.

Hz. İbrahim kavminin ve bilhassa babası Azer’in dalaleti ve sapıklığı karşısında iki büklümdür ve ızdırap içinde kıvranmaktadır. Bunun böyle olması gayet tabii ve fıtridir. Zira her insanda cibilli olarak, yakın çevresine karşı bir sevgi ve alâka vardır. Hele bu çevre daraldıkça sevgi ve alâka daha bir artmaktadır. Hiçbir sâlih evlad babasını sapıklık içinde görmek istemez, istemek bir yana, onun sapıklığı sâlih evladı her şeyden daha çok üzer ve dilgir eder. Hele bu Hz. İbrahim gibi şefkatin doruk noktasında bir peygamber ise; Onun ızdırabı herkesten fazla olur. İşte Hz. İbrahim böyle ızdıraptan iki büklüm bulunmaktadır.

Bir gün yine, içinde babasının da bulunduğu bir topluluğa tevhid dersi vermekte ve onları hak dine davet etmektedir. Ancak kavmi ve babası ona karşı diretir, onun davetine icâbet etmez. Atalarının dini üzere olduklarını söylerler. Bu hemen her devirde, gerçeğe inanmayan insanların mazeretler veya dayanakları olmuştur. İşte böyle bir manzara karşısında Hz. İbrahim ellerini kaldırır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır:

“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemîl yap ve “Naîm” cennetine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!” (Şuara, 26/83-89).

Hz. İbrahim selim bir kalbe sahipti. “Nitekim Rabbine selim bir kalple geldi” (Saffat, 37/84) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır. Ve O, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylüyordu. Yani küfrün hakim olduğu bir kalbin, selamete ermesi kat’iyyen düşünülemezdi. Kafir olan kimsenin evladı Hz. İbrahim (as) bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok Peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibariyle, âhir zamanda gelecek, en büyük Nebi, Nebiler Sultanının, ben ona benziyorum diyerek iftihar ettiği bir insandır. İşte bu Zatın babası Azer’in kalbi küfürle doludur ve O’nun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, “Rabbim! Ne olur bu benim babam!” diyecek… Fakat Allah, Azer’i meshederek, Hz. İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak.” Böylece “Halîlim, Dostum” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecelli edecek.

Mes’eleye bu zâviyeden bakınca kalb-i selimin ne demek olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kalb-i selimin, evvelâ küfürden, tereddütten, şirkten salim olması lâzımdır. İçinde küfrün kol gezdiği bir kalp ne kadar insanca davranışlar içinde de bulunsa selim olamaz. Günümüzde çok hümanistler var, “Benim kalbim temiz, zira ben insanları çok seviyorum, hep onlar için hayra koşuyorum.” diyorlar, ama boştur; çünkü inkâr içindeki bir kalb kat’iyyen selim ve salim olamaz. Çünkü o kainatın sahibini inkâr etmekte ve kalbi küfür içinde bulunmaktadır. Aslında insânî değerlere saygılı olmak çok önemlidir. Ancak hem o değerleri gerçek yüzleriyle idrak hem de bu idrakin sürekliliği, insanın insanlığının esası olan îmâna bağlıdır. Îmân olmayınca bütün iyilikler, güzellikler, fazîletler ya yalan veya süreksizdir. Dolayısıyla da değersizdir.

Hem, nasıl bir insan memleketine, hatta insanlığa çok faydalı bazı hizmetlerde bulunsa; fakat o memleketi idare edenleri ve o memlekettin kanununu, nizamını tanımayacağını söylese, zannediyorum böyle biri hemen derdest edilir ve cezalandırılır. Daha önceki faydalı işleri, hizmetleri hiç nazara alınmaz. Öyle de, Kâinatın Sâhip ve Mâliki’ni tanımayan bir insan, vatan ve milletine ne kadar faydalı olursa olsun, âhirette derdest edilip cezalandırılır ve yaptıkları ona hiçbir fayda getirmez. Siz Ebu Talib’e bakın ki, Efendimizi (asv) ta çocukluğundan itibaren yanına aldı, 48 sene himaye etti.. Ve hep O’na arka çıktı. Kimseyi O’na dokundurtmadı. Ama buna rağmen, îmân etmediği için O İlâhî teminatı kazanamadı. Hatta Ebu Bekir, başı bir kuşun tüyleri gibi kıvırcık kıvırcık bembeyaz olmuş, babası Ebu Kuhafe’yi alıp, Efendimizin huzuruna getirdiğinde Ebu Kuhafe Efendimiz’in dizlerinin dibine oturmuş, geç de olsa oğlunun girdiği nurlu yola girmiş ve Müslüman olmuştu. Bunun üzerine de Hz. Ebu Bekir ağlamaya başlamış ve Rasulullah (sav) de: “Niçin ağlıyorsun, baban hidayete erdi ya” diye sormuştu. Hz. Ebu Bekir’in cevabı da şu olmuştu: “Ya Rasulallah! Babamın yerine şu kelime-i tevhidi söyleyenin Ebu Talib olmasını ne kadar arzu ederdim!” Çünkü Ebu Talib Efendimiz’i (sav) himaye edenlerin başında idi, O’nu bağrına basmış ve: “Git, bildiğini yap, ben sağ olduğum müddetçe Sana kimseyi dokundurmam.” demişti. Ayrıca çocuklarından Haydar-ı Kerrar Hz. Ali’yi ve Mute’nin kahramanı Cafer’i Efendimiz’in (sav) emrine vermiş, vermiş ve onları en emin ele teslim etmişti. Ama, bütün bunların Ebu Talib’e bir faydası dokunacak mıydı? İşte bütün mesele burada! Eğer îmânla gitmişse, evet. Şayet îmânla gitmemişse, o zaman işi çok zor ve kurtuluşu mümkün değil.

Bu manâda kalb selimliği çok önemli bir husustur. İnsanlar birçok iyilik yapabilir; civanmert davranabilirler. Fakat evvelâ kalbin şirkten, küfürden ve dalâletten kurtulması gerekir.

İkincisi ise, o kalbin İslâmiyet ile mamur ve Kur’an ahlâkı ile donanmış olması lazımdır. Şayet, kalb Kur’an’ın tarif buyurduğu ve teklif ettiği ahlâk ile mamur değilse, o kalb selim değildir. Bütün bunlardan sonra Efendimiz’in (sav) yüce ahlâk ve ulvî seciyeleri de kalb-i selimin tezahürleridir. Bir insan ahlâkını Efendimizin ahlâkına uydurduğu ölçüde selim kalbe sahip sayılır. Aksine kendi kendini aldatmış olur. Ümid ediyoruz ve Rabbimiz’den niyaz ediyoruz ki bizi onun yüce ahlâkıyla serfiraz kılsın.

Bugün, İslâmiyet’e hizmet eden mü’minler, öyle ümit ediyoruz ki -İnşaallah- ellerinden geldiğince ibadet-ü taatta bulunmakta ve onunla gönüllerini mamur kılmaya çalışmaktadırlar. Aynı zamanda insanların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin maksadına matuf olarak da çok defa kendi maddi-mânevî füyûzat hislerinden fedakarlıkta bulunmakta ve kendi yaşama zevklerini, yaşama hazlarını bir tarafa iterek başkalarını yaşatma, onları mesud etme arzu ve iştiyakıyla gerilime geçmekte ve küheylanlar gibi koşmaktadırlar. Bir yerde bir araya geliyorlarsa, bu sadece ve sadece hizmet düşüncesini, hizmet azmini kuvvetlendirmeye matuftur. Gerçekten kulak verip onların heyecanlarını dinlediğiniz zaman, sînelerinin “ilâ-i kelimetullah” mülâhazasıyla attığını duyacak ve bunların o -va’dedilen zatlar olduklarını- anlayacak ve hissedeceksiniz. Müslümanlık bu fedakar ruhlarla her zaman iftihar edecektir. Zira onlar gelecek adına dirilişimizi tekeffül etmiş, desteklemiş ve omuz vermiş gerçek müminlerdir. Ve işte bunlar, selim ve salim kalb sahibi insanlardır.

Selim ve salim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’an âyetleri onu mal ve evladın karşısına koymuş ve: “Mal ve evlad fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir” buyurmuştur.

Sanma ki ey hace senden sim-ü zer isterler,
Yevme lâ yenfe’uda kalb-i selim isterler.

İyi yaşamış mısın? İyi ölmüş müsün? İyi dirilebilecek misin? Liva-ül hamdin yolunu bulabilecek misin? Kevser’in başına ulaşabilecek misin? Efendimiz seni uzaktan görüp, tanıyacak mı? Senin ahiretteki durumun, bu sorulara ve daha başkalarına vereceğin cevaba bağlıdır. Zira Allah Rasûlü: “Ben benimkileri tanırım” buyuruyor. Nasıl tanıyacağı sorulunca da “Sizin alnı beyaz, ayakları sekili atı, yüzlerce ve binlercesi arasından tanıdığınız gibi ben de benimkileri abdest azalarından tanırım.” cevabını verir. Allah Rasûlü sizi, alnınızdaki “Sîmahüm fî vücuhihim min eserissücûd” (Feth, 49/29) âyetiyle mühürlenen damgadan tanıyacaktır. Ebû Hureyre (ra), kollarını omuzlarına kadar yıkıyordu. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: “Abdest azalarının nûrunu arttırmak istediğim için” cevabını veriyordu. İşte bu selim bir kalbe sahip olmanın tezahürüydü.

"Malınızla Canınızla Cihad Ediniz" Buyuruluyor. Halbuki Biz İmkanlarımız Nispetinde Veremiyoruz. Veremediğimizin Sebebi Nedir?

Kur’an’da, Allah-u Teâlâ “Malınızla canınızla cihad edin” diye pek çok yerde emir buyuruyor. Evet, Kur’an’da şahsi hayatımızın tekamülü, ailevi hayatımızın Müslümanca teminat altında olması, cemiyet içinde İslâmi hayatın üfül üfül esip durması ve bulunduğumuz memlekette İslâmi ruh ve şuurun hakim olması mevzuunda açık kapalı pek çok emir mevcuttur. Esasen, böyle bir ruh ve şuur hâkim olmadıktan sonra insanın beş başı mamur bir Müslüman olması, Müslüman kalması, Müslümanlığı yaşaması mümkün değildir desek, mübalağa yapmış olmayız. Bilhassa günümüzde İslâmi hayat çok fena darbelenmiş ve âdeta onun her müessesesi temelinden sarsılmış gibidir.. Oysaki İslâm içtimaiyatçıları, gerçek bir Müslümanlığın ancak İslâmi bir toplum içinde mümkün olabileceği hususunda ittifak halindedirler. Çarşı İslâmî düşünceye göre tanzim edilmemişse, pazar ona göre değilse, insanlığı, insanlığa yükseltme müesseseleri sayılan maarif yuvaları, aynı duygu ve düşüncede elinizden tutmuyor ve bir Hızır gibi dâima gideceğiniz yolda önünüzde yürümüyor ve sonsuzluk yolunda size ışık tutmuyorsa, bir kaç adım yürüseniz bile bir yerde takılır kalır, bir yerde düşer, bir yerde sürçer, bir yerde Müslümanlık adına çok tâvizler verirsiniz.. Ve neticede beş başı mamur Müslüman olarak yaşamaya muvaffak olamazsınız. Çünkü bir yerde toplum önünüzü keser, bir yerde sokak önünüzü keser. Hepsinden fenası da bir yerde öğretilen yanlış şeyler ve eğitimdeki yanlışlıklar dev gibi, ejderha gibi önünüzü keser. Binaenaleyh, Müslümanca yaşamanın yolu, ancak, müeyyidâtın kemal-i ciddiyetle ele alınması ile mümkün olacaktır. Müeyyide; dinin anlatılması, insanların vicdanlarının uyarılması, insanın bu dünyada bir yolcu ve burasının da uğrayacağı çok yerlerden sadece bir yer olduğunu; onun için de buraya geldiği gibi, buradan da esas yurduna gideceğinin kendisine hatırlatılmasıdır. Evet, müeyyide olarak bu hatırlatma işinin yapılması lazımdır ki, insan, diğer bir müeyyide olan malıyla canıyla cihad vazifesini eda edebilsin.

Bu işe teşne gönüller için, bu mevzuda söylenecek her şey fazladandır. Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diyebiliriz ki, bugün İslâmiyet’e hizmet eden öyle fedâkar Müslümanlar var -hüsn-ü zannımıza verilsin- Sahabenin arkasında yerlerini alabilecekleri her zaman söylenebilir… Cenab-ı Hakk’ın bu nimet ve ihsanını yad eder, minnet ve şükranla O’nun huzur-u kibriyasında iki büklüm oluruz. Çünkü çok kurak bir dönemde; evet zeminimizin hiç bir şey bitirmediği; semamızın bir damla yağmur vermediği bir dönemde, Cenab-ı Hak bu kadar hiss-i semâhatle coşmuş, îmâna ve Kur’ân’a hizmetle gerilmiş müminleri, yeniden İslâm’a ve Kur’ân’a bağışladı.. Ve bir milleti geriye döndürdü, haristanımızı yeniden bir bağistana, bir bostana ve âdetâ bir cennete çevirdi -O’na binlerce hamd ve sena olsun!- Umumiyet itibariyle, sînesi bu mevzuda coşmuş ve ciddi gerilime geçmiş, samimi vicdanların sorduğu bu sorunun altındaki maksat -hissettiğim kadarıyla- şu olsa gerek: Acaba ma’şeri vicdanda, malla ve canla hizmet duygu ve düşüncesini nasıl uyarabiliriz? Nasıl uyarabiliriz ki, geçmekle mükellef olduğumuz zaman tünelini, biraz daha hızlı aşalım. Hariçte ve dahilde Müslümanın her halini gözetleyen ve kontrol eden, onun her müsbet davranışını engellemek isteyen, Kur’an’ı Kerim’in “Hâinet’el-a’yün = Hâin gözler” dediği gözler (Mümin Sûresi, 40/19) görmeden, varılacak yere varılsın, aşılması gerekli olan sarp tepeler aşılsın, geçilmesi gerekli olan tehlikeli yerler ve kandan-irinden deryalar da geçilmiş olsun. Yoksa binbir mâniâ arasında yürüyen Müslümanların karşısına bütün bir dünya çıktığı zaman şimdi bir senede aşabildikleri yeri, belki o zaman 10 senede ancak aşabileceklerdir. Ayrıca, küfrü de uyardıklarından dolayı, varacakları yere kat’iyyen varamayacaklardır. İşte bu noktadan, Müslümanların meseleyi daha hızlıca ele almaları îcab etmektedir. Diyelim ki, şimdi ellerindeki imkanlarla neslimize hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorlarsa, kendilerini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhyâ etmeleri lazımdır; çünkü, onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu andaki güç ve kuvvetimiz şu haliyle kalsa bile yine hiç bir şey yapılamayacaktır. Zira, yarın karşımıza daha güçlü engeller, daha kuvvetli mâniâlar çıkabilir ki, bu güçle, onları aşmamız mümkün değildir. Bu itibarla, Sahabe-i Kiramın kendilerinden sonra 30 sene içinde fethedip Rasulûllah’ın zimamdarlığına teslim ettikleri bir dünya, kemmî ve keyfî buudlarıyla kendilerinden sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarınkine hemen hemen denktir. İsterseniz dünya haritalarına bir bakıverin. Bu kadar geniş bir saha 4 büyük halife döneminde elde edilmiştir ki, izah etmek mümkün değildir. Hatta denebilir ki, hayret edilen bu noktaya tâ seyyidina Hz. Osman döneminde ulaşılmıştır. Bu, mes’elenin bir yönüdür. İkinci yön olarak şunlar ifade edilebilir: Bu fetihler zâhiri bir istibdat ve zorbalık ile elde edilmiş değildir. Bu fütuhat esnasında kat’iyyen kalplere ve vicdanlara baskı yapılmamıştır. Bilakis kalplerin teshiri, İslâm’ın gönüllere sevdirilmesi, akılların emre âmâde kılınması şeklinde olmuştur. Dolayısiyle de Sahabelerin gittikleri yerlerde Müslümanlık adeta çığ gibi gelmiş ve bu gelişmeyi bir kültür, bir ilim ve irfan devri tâkip etmiştir. O gün yapılanlar hâlâ dünyayı hayran bırakmaktadır. Diyeceksiniz ki, bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur; ama, bu bir fazilettir ve düşman dahi bu fazîleti îtiraf etmektedir. Evet, dünyayı hayran bırakacak bir ufka, bir noktaya, bir kuşağa ulaştırdıkları kültür ve medeniyet eserleri, İslâmiyet’i iyi temsil, insanları cezb etmiş ve Müslümanlaştırmada da rol oynamıştır. Bugün dahi oralarda, Müslümanlık hesabına bir kaynaşma varsa, onların, o mübarek, nurlu, bereketli, ihlaslı elleriyle atılan tohumların neticesidir. Bence bu mes’ele çok önemlidir. Evet, Sahabelerin bu samimiyetleri karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değildir. Onlar, mal ve can adına her şeyin fedâ edilmesi gerekli olan zamanı çok iyi ayarladılar. Meselâ, bir gün kendilerine “Mekke’den dışarıya çıkın!” dendiğinde, arkalarında ağlayan çocukları, meleyen koyunları, böğüren sığırları vardı. Arkalarına dönüp bakmadan, İbrahim’î bir ruhla, Halîlî bir anlayışla çocuklarını, hanımlarını bırakıp gittiler. Eğer Hz.Ebu Bekir’e: “Niçin arkana dönüp bakmadın?” diye sorsalardı, “Bir insanım, Aişe’nin; “Baba, baba!” diye yalvarışlarına dayanamaz ve ihtimal ki, kalbî alâka duyardım.. duyardım da bana denirdi ki “Ya Eba Bekir, bir kalpte iki muhabbet olmaz! Ben de al birini, diyebilirdim.” Bu ruhla hiç tereddüt etmeden, zamanı çok güzel ayarladılar ve o gün için her şeyin feda edilmesi gerektiğinden dolayı, gerekeni yaptılar. Daha sonra, o zaman feda ettikleri şeyler, maddi ve mânevî olarak, kat kat Allah tarafından kendilerine ihsan edildi. Mü’min, Mekke’de servetini bırakmıştı ama, Medine’de Allah, üç-beş sene içinde bıraktıklarının kat katını ona verdi.. Evet, meselâ Mekke’de Efendimizin kerime-i muhteremesi olan Rukiye validemizi dahi bırakıp ayrılan Hz. Osman, Medine’ye gittikten sonra o kadar zengin olmuştu ki, “Ceyşül-usre” dediğimiz, Tebük’e giden orduyu teçhiz etme mevzuunda, 300 deveyi yüküyle beraber vermişti. Belki aklımız, kısa zaman içinde bu servetin nasıl kazanıldığını almayabilir ama; Allah, Mekke’de bıraktıkları her şeyi Medine’de adeta (Men câe bilhaseneti felehü aşru emsâlihâ) (En’am/160) yani “Kim bir hasene ile gelirse, karşılığını Allah 10 kat verir” sırrıyla buldular. Aslında bu, geri verişin en asgarisidir. Yoksa Allah 100 verir, 1000 verir… Evet onlar, mevsiminde verilmesi gerekli olan şeyi çok iyi verdiler ve Allah tarafından birkaç katını elde ettiler. Bugün de “Siz Allah için verin, eğer Allah 10 kat vermezse ben vereceğim” diyen fedakâr mü’minler mevcuttur.

Eğer Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer efendilerimizin dünyaya az buçuk meyilleri olsaydı, daha sonra, dünyanın en zengin insanları olurlardı; ama, Efendimizin yolunda, O’ndan (as) ayrılmak istemediler. Bir ellerine geçeni öbür elleriyle hemen tasaddukta bulundular. Böylece, gelen gitti. Yoksa Abdurrahman b. Avf gibi kimseler diyorlardı ki, “Biz servetimizin sayısını bilmiyoruz.”Mesela, Hz.Enes gibi fakir, Efendimizin kapısında büyümüş, Efendimiz’in (sav) duâsına mazhar olmuş ve bir mevsimde Efendimize hizmet etmiş -zayıf bir rivayette doğrudan doğruya annesi Ümmü Süleym tarafından “Ya Rasulallah! Herkes sana armağanla geldi, benim verecek bir şeyim yoktur, ben de Enes’i sana armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurun” denilerek-10 yaşında Efendimiz’in hizmetine takdim edilmiş bu insan, halifeler döneminde zenginler arasında sayılıyordu. Efendimiz dar-ı fenâya gözlerini kapadığı zaman Hz.Enes 20 yaşındaydı. Bu şanlı sahabi gün gelip şöyle diyecekti: “Çocuğumun çocuğunun çocuklarını gördüm. Belki torunlarımdan elimle gömdüklerimin sayısı 100’ü aşkındır. Servetime gelince, ne koyunlarımın hesabını biliyorum, ne de başka varlığımın.” Demek ki, Enes o kadar Allah’ın lütfuna mazhar olmuştu. Bütün bunlar mallarını ve canlarını vermeleri gerekli olan mevsimde vermiş, mevsimi gelince de, dünyevî ve uhrevî semerelerini dermişlerdi. Nasıl bahar mevsiminde toprağın bağrına tohumlar atılır.. kilerde, ambarda ne varsa hepsi toprağa emanet edilir.. ve sonra toprak daneyi başak veya başaklar haline getirir ve iade eder. Öyle de insan, bütünüyle toprağa dökülmeli, bütünüyle tohum haline gelmeli ve onun vefalı bağrına kendini salıvermelidir. Böyle olduğu takdirde göreceğiz ki, her bir tohum mevsimi gelince beşer-onar başakla karşımıza çıkacak ve Kur’an’ın ifade ettiği gibi ve belki de 70 dane ile arz-ı endam edecektir. Evet, o gün Allah’ın verdiği karşısında herkes şaşkınlığa düşecek ve o tohumu ekenler dahi hayret ve hayranlık içinde kalacaktır. Bazıları da bu bereket ve kilerlerin, ambarların dolması karşısında gayz içinde yutkunacaktır ve “Liyağîza bihimül küffar” (Feth/29) sırrı zuhur edecektir. Öyleyse, “şimdi, bahar mevsimidir” deyip döküleceksiniz, vereceksiniz, “Ben şu kadar verdim yetmez mi?” demeyeceksiniz. İlle de sizin önünüzü almak için bir ta’dil bahis mevzu ise, ta’dil eden insanlar önünüzü almalı ve “Hayır o kadar ileri gitmeyin demeli.” Şimdi o kadar infak etmeyin ki, ilerde infak edeceğiniz anlar gelecektir. Eğer yarınlara ait infak mülâhazası olmasaydı, size, “bugün her şeyinizi harcayın” diyebilirdik. Pekala, “yarın ne olacak?” meselesine gelince? Yarın Allah’ın taahhüdü altındadır. İşte Halîlane bir ruhla, yani nasıl Halil İbrahim (as) evladına, zevcesine arkasını dönüp gitmiş ve geriye dönüp bakmamışsa.. bize de öyle yapmak yaraşır. Allah Rasûlü (as) buyuruyor ki: “Eğer Allah için Ashab içinde birisini dost edin denseydi, ben Ebu Bekir’i dost edinirdim. Ama Allah benim için Kendisi’nden başkasının dostluğuna râzı değil.” İşte Hz.Ebu Bekir’de öyle bir dostluk mevkiini ihraz etmiş ve İbrahim (as) Halîlürrahman olduğu gibi, o da halîlürrasül olmuştu. Efendimiz sormuş: “Ebu Bekir! Çoluk çocuğuna bir şey bırakmadın mı?” Sıddîkiyete yakışır bir eda ile cevap vermişti?: “Onları Allah’a bıraktım!” Evet Sıddık-ı Ekberin bu tavrı hadd-i zatında zamanı çok iyi değerlendirmenin ifadesidir. “Ve câhidü bi emvâliküm ve enfüsiküm fî sebîlillah” (Tevbe/41) âyetinden anladığımız da, mevsimin çok iyi değerlendirilmesidir. Bu yüce anlayışın bugün çokları tarafından, çok iyi değerlendirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, eğer, bugünkü mü’minlerin civanmertliklerini destanlaştırmak için Firdevsî’nin Şehnamesi gibi dâsitâni bir havada, bir destan yazılacaksa, o destan altmış bin beyitlik değil, altmış milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Bu asırda böyle civanmert davranışlara karşı, kadirşinaslığın ifadesi de ancak bu olabilir. Rabbim semâhat hissiyle coşmuş ve gerilmiş mü’minlerin cömertliklerini kat kat arttırsın. Biz bu işin baharını yaşıyoruz ve baharda açan çiçeklerin arasında bulunuyoruz. Bu bizim için beklenilen bir mevsimdir. Şimdi gençler her yerde kendilerine tevdi edilen vazifeyle kendilerine düşeni yapsınlar! Tohumu 60-70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kâmetin etrafında pervaz eder-döner gibi hizmetlerini sürdürdükçe, herhalde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de: “İşte şimdi bahar hediyeleriyle kapıma geldiler.. Ben de, senelerce evvel kendilerine vadettiğim, “Henien leküm” sadâsıyla onları karşılıyorum” diyecektir.

Evet, zannediyorum şimdi manzara ve durum budur. Ama İslâmî hizmetlerin hızlandırılması seviyesini, böyle bir fedakârlık ve civanmertliğin, Cenab-ı Kibriyanın huzurunda nasıl kabûle karin olduğunu, Hz.Cenab-ı Resulullah’ın huzurunda nasıl hora geçeceğini ve bu çığırı açan, bu mevzuda bize ışık tutan ve en karanlık dönemde bir ışık ordusu hazırlayan büyük dimağların nasıl hoşlarına gideceğini, nasıl memnun ve mesrur olacaklarını; rûhaniler âleminde bu işin nasıl karşılanacağını ben kendi idrak ve isti’dadımla ifade etme gücünde değilim. Onu sizin yüksek tasavvurlarınıza, idraklerinize havale ediyorum..

Bu mes’elenin diğer bir yanı da: “Malımızla, canımızla nasıl mücadele edeceğiz” hususudur. Bu da her şeyden evvel yine, inanca bağlı bir şeydir. Çünkü çiftçiler eğer saçtıkları tohumların toprağın altında çürümeyeceğine inanıyorlarsa, ellerindeki bütün tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına döker-saçar; sonra da beklemeye dururlar. Eğer bahçıvanlar diktikleri fidelerin ve fidanların hepsinin tutacağına inanıyorlarsa, hiç durmadan ellerindeki fidanların bir tanesini dahi ihmal etmeden, hepsini toprağın bağrına gömmeye çalışırlar. Elinde yumurtaları ve civciv makinası olan kimseler de, ellerindeki yumurtaların boş yere kokuşmaması ve çürümemesi için, hepsini ya o kuluçka makinasına kor veya bir kuluçka hayvanının altına yerleştirir. Ama dediğimiz kişilerin inancı bu seviyede değilse.. bazı tohumların çürüyeceğinden endişe ediyor; bazı yumurtalardan civciv çıkmayacağı kanaatını taşıyor veya o mevsimi, tam tohum atma mevsimi olarak görmüyorlarsa, elbette ki böyleleri, bütün tohumu kullanmayacak ve geriye bir şeyler bırakacak, kenz yapacak hatta torunlarına bile bir şeyler bırakmayı hedefleyip bu mevzuda civanmerdane davranamayacak ve vicdanlarında böyle mânevî bir gerilim ve heyecanı duyamayacaklardır.. bu bakımdan, diyebiliriz ki, Allah yolunda, dökülüp saçılma, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Şu anda, mevcudiyetimize inandığımız kadar, O’nun mevcudiyetine inanma ve O’nun uğrunda, şu anda yaptığımız her şeyin kat kat ve muzaaf şekliyle, dal budak salmış, çiçek açmış, meyve vermiş hüviyette, öbür âlem hesabına çalışan bir çark olduğuna.. hadisin beyanıyla “Ed-dünya mezratül-âhirah” dünyanın tamamen ahiretin bir tohum yeri, bir tarlası, bir ekin yeri, bir bağı, bir bahçesi olduğuna inanmamıza bağlıdır. Evet, kim ne kadar inanıyorsa, o kadar gerilime geçecek, o kadar açılacak, o kadar saçılacak, o kadar toprağın bağrına tohum dökecektir. Müslümanların şu âna kadar gösterdikleri cömertlik, izhar ettikleri hiss-i semahat bize, bu mevzuda daha büyük şeyler yapabilecekleri fikrini vermektedir. Bildiğiniz gibi Muhbir-i Sâdık’ın gelecek hakkında, beşaretleri ve müjdeleri var. Onlara mazhar olmaya çalışalım ve öyle davranalım ki, gökten bakanlar, desinler ki: “Ya Rasulallah! Acaba bunlar, onlar mıdır?” Evet Melekler de sorsunlar, “Bunlar onlar mıdır?” Evet, İslâm’a hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanırlarsa, gelecekte varılması mutasavver olan noktaya o kadar hızlı, o kadar derli-toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır..

Osmanlı Padişahlarından Murad ve Yavuz'u Diğerleriyle Mukayese Eder misiniz?

Öteden beri çeşitli cemaatler içinde bazı fertlerin Rabbimiz’in ihsan ettiği lütuflarla hususiyet arz etmeleri gayet normaldir. Efendimiz’in nur havzı içinde Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radıyallâhu anhüm) hazretlerinin her biri kendi başlarına birer hususiyet arz ederler. Sıddîk, dendiğinde insanın aklına Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gelir. Zira onda, akıl ve mantığı, yine akıl ve mantıkla yenip teslimiyette zirveleşmenin en son ufkuna sıçrama gibi ayırıcı bir özellik vardır. Hakkı bâtıldan ayırmada kılı kırk yaran hassasiyet isterseniz, böyle bir farukiyeti Hz. Ömer’de (radıyallâhu anh) bulursunuz. Edep ve hayânın, Kur’ân’a saygı ve Allah Resûlü’ne bağlılığın düşünüldüğü yerde de bir âbide gibi Hz. Osman (radıyallâhu anh) karşınıza çıkar. Allah Resûlü’nün kudsî dairesine ait vilâyetle alâkalı bazı hususiyetler arıyorsanız akla Hz. Ali (radıyallâhu anh) gelir.

Bunun gibi çeşitli devirlerde çeşitli cemaatler, büyüklüğü ve bir kısım ulvî hakikatleri temsil etmişlerdir. Fakat bunların içinde yine seçkin insanlar vardır; farklılık arz ederler.

Osmanlı padişahları içinde de Osman Gazi Hazretleri safvet ve içtenliğiyle âdeta bir semboldür. Orhan Gazi şecaat ve cesaret-i imaniyesiyle ona yakın bir vaziyettedir. Murat Hüdâvendigâr’a gelince o, hem mükemmel bir devlet reisi hem mükemmel bir ordu kumandanı hem de incelerden ince bir Hak dostudur. Evet o, devamlı surette ordusunun başındadır. Edirne’yi alır ve Trakya ilk defa bize onun zamanında açılır. O kadar safvet içindedir ki, bir gün hocasına gelir ve “Sizler nasıl oluyor da ilk tekbirde Kâbe’yi görebiliyorsunuz; ben senelerdir uğraşıyorum buna ancak ikinci veya üçüncü tekbirlerde muvaffak olabiliyorum.” der.

İslâm’ın izzeti ve kendi şehadeti için Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunur. Ve bu dua yere düşmez, o gün şehit olur. Eğer soruda kastedilen Murat bu Murat ise hakikaten muradına ermiş bir Murat’tır.

İkinci bir Murat da Fatih’i sinesinde yetiştiren ve ehlullahtan olduğuna şüphe bulunmayan Murat’tır. Allah’ın veli kulu Hacı Bayram Veli hazretlerine teslim olmuş ve onun bir dediğini iki etmemiştir. Fatih’i yetiştirsin diye Akşemseddin’i oraya gönderen de odur.

İkinci Murat, dinî ilimler ve tasavvufa dilbeste ve âşina bir insandır. Aynı zamanda devlet işlerinden de iyi anlamaktadır. Aslında bu iki durum, biri diğerinden bir şeyler eksiltmekle yaşayan iki zıt hayat tarzıdır. Devlet işlerini bütün incelikleriyle bilip temsil eden bir insanın dinî işlerde aynı ölçüde hassas olması veya bunun aksi ender-i nadirattandır. Buna rağmen İkinci Murat bu zor işin de üstesinden gelebilmiştir. Bir büyük düşünür bunu izah ederken, sadece Raşid Halifeleri istisna ederek işi hükme bağlamıştır. Evet, bir insana köy muhtarlığı dahi verilse eski safvetini zor korur. Hâlbuki bunlar cihana hükmederken dahi mümkün mertebe safvetlerini muhafaza etmişlerdir.

Yavuz ise apayrı bir destan insandır. O, İslâm birliğini temin maksadıyla gittiği muharebelerin birinden dönüyordu. Bu arada İstanbul’da halk, günlerdir onu istikbal edebilmenin heyecanıyla yollara dökülmüş bekliyordu. Bunu haber alınca, İstanbul’a gece yarısında başka bir yoldan giriyor ve gizlice Topkapı’ya dalıyordu.

Bir pençede dünyanın ödünü koparan ve kükrediği zaman ormana velvele salan bu adama bak ki, gece olup da, Rabbiyle münasebete geçince, tepeden tırnağa bir âbid ve zâhid kesiliyor. Sanki şimdi o herkesi tir tir titreten hükümdar değil de bir Tâvus b. Keysân veya bir Üveysi’l-Karnî’dir. Bu hâl ve bu vaziyet çok az insana nasip olmuş bir pâyedir. Onun içindir ki bunlar, sahabeden ve tâbiînden sonra adı anılması gereken şahıslar arasındadırlar.

Kanunî’ye gelince o da büyük insandır. Zaten onlara hata isnadı, yaptıklarının kendi kametine uygun düşmemesi sebebiyledir. Büyük bir seferden dönünce, kalbine gurur girmesin diye o geceyi bir izbede geçirecek kadar muhasebe ve iç murâkabesine sahiptir.

Ne var ki öyle bir şahsiyet, şeriatın ahkâmına karşı daha hassas davranmalıydı, diyoruz. Çünkü ona ancak böyle bir vasfı yakıştırabiliyoruz. Şunu da unutmamak gerekir ki, Kanunî kendi devrinde, istediği gibi hiç kimseye sormadan kararlar almış ve bunları kitaplaştırmış değildir. O, bütün meseleleri o günün ulemâsına sormuş ve onlardan aldığı fetvalara göre hareket etmiştir. Hele cin ve insin müftüsü, büyük müfessir Ebussuûd Efendi ki, onun şeyhülislâmıdır; böyle devâsâ birinin murâkabe ve kontrolü altında bulunan bir zatın, öyle aklına geldiğince hareket edemeyeceği gün gibi âşikârdır. Öyleyse bu hatalar içtihadî hatalar kabul edilmelidir. Hele bizler “Ölülerinizin kötü yanlarını anmayın. Onların hep iyi taraflarını anlatın.”[1] ikazına uyarak ecdadımızın hep iyi taraflarını anıp anlatmak zorundayız. Hayrü’l-halef olmak da bunu gerektirir.

Dilbeste: Gönlünü vermiş, âşık, seven.
Safvet: Sâfilik, temizlik, pâklık, iç duruluğu.
Âbid: Çok ibadet eden, kendini ibadete veren.
Zâhid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.

[1] Ebû Dâvûd, edep 30; Tirmizî, cenaiz 33.

Sıyamım Yok Kıyamım Yok, Gözde Yaş Gönülde Heyecanım Yok, Hizmette Görünme Riyakârlığı Mevcut...

Yoklarla çepeçevre sarıldığını düşünen bir dertlinin gönül ızdırabı.. Soru değil, bir bakıma hepimize ait bir vak’a raporu.. Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi:

Yoklarla çepeçevre sarıldığını düşünen bir dertlinin gönül ızdırabı.. Soru değil, bir bakıma hepimize ait bir vak’a raporu.. Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi:

“Ne ilmim var ne âmâlim
Ne hayr u tâata kaldı mecalim
Garîk-i isyanım çoktur vebalim
Acep rûz-ı mahşerde n’ola halim.”

Gözyaşları, ihlaslı ve samimi insanlar için, başka bir ifadeyle, daima ciğeri ve bağrı yanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Âdeta, sînesinde cehennem korları ve içi cayır cayır yanarken, onun duyguları dışa, göz yaşı şeklinde dökülür. Onun içindir ki, Allah Rasûlü tarafından, cehennemle göz yaşı arasında bir muvazene kurulmuştur. Cehennem kıvılcımlarının mahşerde insanları kovaladığı zaman, Cibril elinde bir bardak su ile görünür. Ve Allah Rasûlü ona sorar: “Elindeki nedir?” Cibril’in cevabı şu olur: “Mü’minlerin göz yaşı.. cehennemi söndürsün diye!”..

Başka bir hadîslerinde bu muvazeneyi şu sözleriyle ifade ederler.. “İki göz cehennem ateşi görmez: Düşmana karşı nöbet bekleyen ve Allah (cc) korkusundan ağlayan gözler”. Evet, Cehennemin korkunç kıvılcımlarını söndürecek ancak göz yaşıdır.

Allah Rasûlü bu ve benzeri hadîsleriyle, dışa karşı mücadele ve mücahede eden insanın bu durumuyla,içe karşı mücadele yapan ve nefsiyle yaka paça olan, bu yüzden de göz yaşı döken insanın amelini aynı mütalaa ediyor.

Kur’ân-ı Kerim, ağlayan insanların durumunu bir ibret vesilesi olarak nakleder. Ayrıca, az gülüp çok ağlamayı, kazanılan günahlar karşısında iki büklüm olmayı emreden nice âyetler vardır.

Ruh inceliğinin şâhidi durumunda olan göz yaşının her damlası, bir rikkat ürpertisidir ki, Cennetteki kevserlere denk kıymete sahiptir. Göz yaşının kuruması cidden acınacak bir zavallılık örneğidir. Allah Rasûlü, şeytandan sığındığı gibi, kurumuş gözden Allah’a (cc) sığınmaktadır.

Keşke her mü’min kendini sıkı bir kontroldan geçirip, bu acı hakikatı itiraf ederek şöyle diyebilseydi: Ne ilmim var, ne âmâlim; ne hayr u tâata kaldı mecâlim. Ne gözümde yaş, ne de yürekte dermanım. Ve ne de irade de ferim…

Ve yine, keşke her mü’min kendini şuna ikna edebilseydi: Ben bir hiçim. Eğer Cenab-ı Hakk’ın (cc) bir kısım lütûflarına mazhar olmuşsam, bunlar benim liyakatımdan değil, aksine muhtaç oluşumdandır. Benim bu müflis hâlim Cenab-ı Hakk’ın (cc) rahmetini ihtizaza getiriyor ve bütün bu lütuflar da onun için geliyor.

İnsanın kusurlarından sıyrılmasının ilk yolu, kusurun kusur olarak bilinmesidir. Bu bilmeyi daima bir ürperti takip etmelidir ki, insan kusurlarından kurtulmayı becerebilsin.

Îmâna ait meseleleri sevmek.. küfür, isyan ve günahtan nefret etmek, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) insanlara ve bilhassa mü’minlere verdiği en büyük nimetlerdendir. Bu sayede insan imanda ve insan olmada zirveye doğru tırmanır ve onu aşağıya doğru çekmek isteyen her türlü engel ve engebeden kurtulur. Âyette bu husus bir nimet olarak şöyle anlatılır: “Fakat Allah (cc) size imanı sevdirmiş; ve onu kalplerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu Allah’tan (cc) bir lütuf ve nimettir. Allah (cc) Alîmdir, Hakîmdir” (Hucurat/7-8).

Allah (cc) inananlara imanı sevdirmiş ve kalplerinde imanı süslü göstermiştir. Onlar iman adesesiyle baktıklarından dolayı, sanki Cenneti, hurileri ve hepsinin ötesinde Cenab-ı Hakk’ın (cc) cemalini görüyor gibidirler.

Eğer âyetteki ifadelere muhatap sahabî ise, zaten onlarda bu hâl değişmeyen karakter haline gelmişti. Onlar îmana ait bütün meseleleri, ibâdete müteallik bütün hükümleri, delicesine seviyor; küfürden ve küfre götüren şeylerden de alabildiğine nefret ediyorlardı. Onlar imanları sayesinde daha dünyada iken Cennete girmiş ve Cennet ikliminde yaşamaya başlamışlardı bile.. onlar için tekrar küfre dönmek ise, Cehennemde cayır cayır yanmayı Cennette reftâre dolaşmaya tercih etmek olurdu. İşte onlar bu sayede rüşde erenlerden olmuşlardı. Ve bu da, Rabb’in büyük ihsan ve lütufları arasında sayılması gereken nimetlerdendi…

Evet, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, insan kusurlarını hissedebiliyor ve onları görüyorsa, hatalardan sıyrılma adına ilk adımı atmış demektir. Ve eğer insan kendini kusursuz görüyor ve Müslümanlık adına, yapılması lazım gelen her şeyi tam ve eksiksiz yaptığı zan ve kanaatını taşıyorsa, o da yavaş yavaş batıyor demektir.

İmam Kastalânî, ondört kadar sahâbînin, nifaktan tir tir titrediğini ve münafıklar listesine kaydolup olmadıkları hakkında ciddi endişe taşıdıklarını nakleder. Bu endişe ve korku onlardaki imanın ayrı bir buuda ulaştığının alâmetidir. Onlar arasında Hz. Ömer ve Hz. Aişe validemiz gibi sürekli zirvelerde dolaşan insanlar da vardır.

Hz. Ömer Cennetle müjdelenmişti, fakat bir türlü kendinden emin olamıyordu O Büyük İnsan. Allah Rasûlü’nün: “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu” takdiriyle serfiraz olmasına rağmen, gidip Huzeyfe’nin yakasından tutuyor ve “Huzeyfe, Allah (cc) aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu..

Hz. Aişe Hâne-i saadete girdiğinde, belki rüştünü yeni idrak ediyordu. Erkek olarak Allah Rasûlü’nden başka kimseyi görmemiş ve tanımamıştı. Günah onun ruhuna hiçbir zaman misafir olmadı. Hayaline Efendimiz (sav) den başka bir insan da girmemişdi. O Allah Rasûlü ki, O’nun silüetinde daima Hakk (cc) mütecelli idi. Demek ki o müstesna kadın Hakk’ın (cc) tecellisinden başka bir yere bakmamış ve Hakk’la (cc) bu denli bütünleşmişti. Mir’atı Muhammed’de daima Hakk’ı (cc) müşahede ediyor ve düşüncesiyle ötelerin yamaçlarında geziyordu. Gözü-gönlü itminan içinde ve doygundu. Bulunduğu eve sağnak sağnak vahiy yağıyor; zaten ilham yüklü bulutlar çatıdan hiç mi hiç eksik olmuyordu. Yusuf’un güzellik dileneceği bir Efendiye sahipti ve bir gün bunu ifade etmişti. “Mısır kadınları Yusuf’u görünce ellerini kestiler; eğer benim Efendim’i görselerdi ellerindeki bıçakları kalblerine saplarlardı.” İbadetteki hassasiyeti ise herkesçe müsellemdi. O’nun bir vakit namaz veya bir günlük oruç-kadınlık hallerinin dışında-borcu yoktu. Ve bütün bunların yanında o, Allah Rasûlü’nün en çok sevdiği insan olma pâyesine ulaşmıştı. Şimdi bütün bu dediklerimizi ve daha yüzlerce denebilecek şeyi bir araya getirin.. Hz. Aişe validemizin büyüklüğünü anlamaya çalışın. Sonra da şu tabloya ibretle bakın: Ağlıyordu. Hıçkırıkları düğüm düğümdü gırtlağında.. Allah Rasûlü sordu: “Aişe seni ağlatan nedir?” Cevap verdi: “Ya Rasulallah, biraz evvel, Ve in minküm illâ vâridühâ-ister istemez hepiniz Cehenneme uğrayacaksınız’ âyetini okudum. Ve onun için göz yaşlarımı tutamadım.” Ve sözlerine devam ediyor: “Acaba o gün ehlinizi hatırlar mısınız?” Allah Rasûlü cevap veriyor: “Üç yer var ki, orada kimseyi hatırlayamam. Sıratta, mîzanda ve defterlerin herkese verildiği anda; evet, buralarda kimseyi hatırlayamam..!”

İşte kendisinden şefaat ümit ettiğimiz, anamız Hz. Aişe, böyle bir endişeyle yaşıyor ve acaba ben münafık mıyım, kuşkusunu içinden bir türlü çıkarıp atamıyordu..!

Bir insanın kusurunu bilmesi kadar büyük irfan olmaz. Kusurunu itiraf edeni müjdelemeli ki, bu haliyle o kurtuluşa doğru ilk ve en çalımlı adımını atmıştır.

Sıyam, kıyam, gönül heyecanı ve göz yaşı denilen şeyler insanın mânevî hayatını kurup inşa edeceği esaslardır. Elbette bunlara ilave edilecek hususlar da vardır. Meselâ insanın malıyla fedakarlık yapması, günümüzde farzlar ötesi farz durumunda olan cihad da bulunması gibi meseleler, mânevî çatının vazgeçilmez rükünleridir.

Bunlardan biri eksik olursa, insan, namazın rükünlerinden birini eksik yapmış gibi, Cenab-ı Hakk’ın (cc) rahmetiyle rezonans olamaz. Rabbimizin rahmetiyle tam temasa geçmemiz ve aynı frekanstaki alıcı verici durumunu elde edebilmemiz için, O’nun bize, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımıza dair teklif ettiği bütün emirlerini arızasız ve kusursuz yerine getirmemiz icab etmektedir. Aynen bunlar, bir kilidin içine giren anahtarın dili gibidir. Dişlerden bir tanesinde herhangi bir arıza, bir bozukluk bulunsa, diğer bütünü uysa ve tutsa bile kapıyı açamazsınız. Ne olursa olsun, mükellefe düşen şey “kilide göre anahtar” deyip, sebepler planında sorumluluklarını kusursuz yerine getirmektir.

Aslında kulluğun manâsı da budur. Evet, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kurân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: “İman edenlerin Allah (cc)’ı anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid/16).

Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki gökten mânevî birer sofra inmiş gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Rasûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı…

Buna rağmen, yine de âyet onları ikaz ediyor ve onlardan kalb heyecanı ve gözyaşı istiyordu.

Eğer heyecanlarımız, iç burkuntularımız ve göz yaşlarımız, Kurân’ın talep ettiği ölçüde ve onun istediği keyfiyette değilse, bizim kendi kendimizi kınamamızdan ve levm etmemizden daha normal ne olabilir ki?

Evet, boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak; küfrün savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın satvetinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddi bir ızdırap duymuyorsak, kınanacak birisi varsa o da biziz. Ve bu mevzûda herkes kendini ayıplamalı ve kendine levm etmelidir.

Biz bu kapının azat kabul etmez köleleriyiz. Hizmet kapısından asla ayrılamayız. Zaten gidecek başka kapı mı var ki ayrılıp oraya gidelim? Sonuna kadar diretecek ve asla bu kapının eşiğinden yüz çevirmeyeceğiz.

Allah’ın (cc) veli kullarından biri, senelerce Rabb’e kullukta bulunur. Nice müritler yetiştirir. Yetiştirdiği her müridin bir gün gelir ki gözünden perde açılır ve şeyhinin durumunu müşahede eder. Ne acıdır ki Levh-i Mahfuzda şeyhleri “Şakî olarak” yazılmaktadır. Bir bir onu terke derler. Sonunda sadece sadık bir mürit kalır. Durumu çok iyi bilen; fakat bir ders daha vermek için sabırla olanları seyreden şeyh bu müride sorar: “Arkadaşların niçin dergâhı terk ettiler; artık gelmiyorlar.” Mürit, utanarak, hicap ederek cevap verir: “Efendim, der. Sizi şaki olarak gördüler ve onun için halkayı terk ettiler.” Şeyhin dudaklarında buruk bir tebessüm belirir. “Yavrum, der, ben onların daha henüz gördüklerini kırk seneden beri görmekteyim. Ama başka kapı mı var ki oraya gideyim?” Şeyhin bu sözü semayı ihtizaza getirir. Levha birden değişmiştir. Şimdi o, elden ele bir gül gibi koklanan bir mutlu ve bir said dir. Sahâbîden sonraki devirlerde, toprak öyle mümbit ve verimli hâle getirilmiştir ki, binlerce Allah (cc) dostu, Hakk (cc) yârânı yetişmiştir. Ve bunlardan hiçbiri o kapıyı terk etmemiştir. Bak onlardan biri, İbrahim b. Edhem hazretleri ne diyor:

“İlâhî isyankâr kulun Sana geldi ve hep Sana gelir
Günahlarını itiraf eder ve Sana yalvarır
Affedersen bu Sen’in şanındır, Sana yakışır
Kovarsan, beni Sen’den başka kim affedebilir?”

Riya endişesi, eskiden beri en büyük zâtların da, içlerinden atamadıkları bir endişedir. Elbetteki onların riya anlayışı bizimkilerden çok farklıydı ama, yine de o endişe vardı. Bundan kurtulmanın belli yolları vardır: Evvela, yaptığımız her işe Rabbimiz muttali olduğunu ve içimizden geçenler dahil bütün amel, fiil ve düşüncelerimizin Cenab-ı Hakk (cc) tarafından bilindiğini hiç bir zaman unutmamalı ve daima her hareketimizi bizzat O’nun murakabesi altında yapıyor gibi yapmalıyız. Ayrıca, kalbimize hüşyarlık kazandıracak evrad, ezkar ve kitapları her an mütalâadan uzak kalmamak, bizi neticeye götürücü çareler arasında değerlendirilebilir.

Başka bir soruya cevap faslında, arîz ve amîk anlatılmış olan bu hususu oraya havale edip kısa kesiyorum

Tevbe-i Nasuh Nedir?

Tevbe-i nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: “Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında hayırhahlık düşüncesiyle Allah’a tevbe edin” (Tahrim/8).

Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.

Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.

Bizim için mühim olan imanın şer’i manâsıdır. Bununla beraber “İman” kelimesinin lügat manâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.

İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk’tan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde tarif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.

Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döne yazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açtığı gediği kapatacak seviyede, âh u eninlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!

İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette “Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû.” (Zümer/54) “Allah’a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah’a teslim olun” buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: “her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.

Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrûr olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”

Elbette ki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız manâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu manâyı anlamaktır.

Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu manâ içindir ki, Efendimiz: “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.” buyuruyor. Bizden tevbe Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün menfezleri de tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım Ben sizi unutmadım, terk etmedim, siz Beni hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi. Evet, O Erhamürrahimindir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: “Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ” demeyi düşürmemeliyiz.

Üçüncü kelime “Nasûh”dur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mübalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kastedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide Müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.

Evet, Allah’ı, Resûlü’ne, Kur’an’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı bir dakika rüyeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz “En nasîha” buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattir” diyor. Nasûh yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “Usul-ü hamse”den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’an; “İnnehüm hatabü cehennem.” “Onlar, cehennemin odunlarıdır.” diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”

Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kur-tutabilirim.” diyecek ve Cenab-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasûh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.

Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’tan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (cc) bu zâviyeden buyuruyor ki: “Tûbû ilallahî tevbeten nasûha” Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye’se (ümitsizlik) düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Allah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “tevbe-i nasûh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek. Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:

Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.

Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resulullah’dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.” Allah Resûlünden mervi bir hadiste, tevbe ve istiğfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyûm bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (asm) şeref südûr olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebûu leke bini’metike aleyye ve ebûu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunûbe illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafûr” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimizin iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.

Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: “Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh.” veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahtan tevbe ettim, pişman oldum..” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.

Ve son olarak burada şunu da arz edeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, “İnnî üridü en üceddidel-imane vennikahe” demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle arkasını dönüp “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh.” demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü’nün talim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.

Tevessülü Anlatır mısınız? Şer'an Caiz Olan ve Olmayan Yönleri Nelerdir?

Tevessül, Arapça bir kelimedir. Birini ve bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Tabii ki burada söz konusu olan mânevî tevessüldür.

Nebîlere, velîlere, derecesine göre âlimlere ve sâlih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münâkaşası yapılan hususlardandır. Bu münâkaşa İbn-i Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam ede gelmiştir. Tevessülü şefaat manâsı içinde mütâlaa edenler de olmuştur. Yani ulemâ arasında şefaat ve tevessülü aynı mevzû içinde tahlîle tâbi tutanlar da vardır.

Tevessül hem vardır hem de yoktur. Biz evvela olmayan yönünü izah edelim, daha sonra da var olan cihetini ele alalım.

İslâm’da kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul istediği zaman ve istediği mekânda Allah’a teveccüh eder ve O’nunla vasıtasız ve bir kulluk dili kullanarak konuşabilir.

“İstediği zaman” dedim, çünkü nafile ibadetler için belli bir kayıt yoktur; insan Rabbine her zaman duâ ve münacaatla ve bunu en güzel şekilde sembolize eden namaz gibi ibadetlerle yerine getirebilir.Vaktin kerâhet vakti olup olmaması da mevzûmuzun tamamen dışında bir meseledir. Burada biz mutlak olarak kulluktan bahsediyoruz…

“İstediği mekân” dedim. Çünkü Allah Rasûlü, “Yeryüzü bana mescid ve tahîr (temiz) kılındı” buyurmaktadır.

Kul nafile ibadetlerle Rabbine adım adım yaklaşır. Bu yaklaşma onu öyle bir duruma getirir ki, orada Rabbi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli vs… olur. İşte her kulun Cenâb-ı Hakk’la böyle münasebete geçmesi mümkündür ve arada hiçbir vasıtaya da ihtiyaç yoktur. Zira Allah (cc) her insana şah damarından daha yakındır. Ve her kulun yalvarış ve yakarışını duyup, onun duâsına icabet etmektedir.

Cenâb-ı Hakk, nasıl Zâtında, Ef’alinde ve Rubûbiyetinde birdir; öyle de insan, O’na mukâbil kulluğunu birleme mecburiyetindedir.

Zaten bütün namazlarımızda Fâtihayı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Sen’den isteriz.” Bunun manâsı, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmak değil midir?..

Kâfirûn sûresinde anlatılan hakikatlar da, arada her hangi bir vesile ve vasıta olmadan doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a kulluk yapmayı göstermekte ve tevhîdin bu mertebesine işaret etmektedir.

Efendimiz de tevhid adına yaptıkları bir duâda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ım Sen’in vermek istemediğini kimse veremez. Evet, Sen ‘verilmesin’ dedikten sonra kimse veremez, ‘verilsin’ deyince de kimse mani olamaz. Sen’in hükmünü kimse geriye çeviremez. Eğer bir hüküm vermişsen mutlaka o yerini bulur ve geriye döndürülemez. Hiçbir soylu, büyük veya şerefli insan Sen’in verdiğin hükme muhalefette bulunamaz.” Mealen arz ettiğimiz ve hiçbir tefsîr ve tahlîle girmediğimiz, Allah Rasûlü’ne ait bu dua ve yalvarış da gösteriyor ki, Allah dilemedikten sonra kimsenin kimseye hiçbir faydası, hatta insanın kendine bile faydası olamaz. Bundan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlü bize, vesile ve vasıtalardan sıyrılarak hâlis ve sâfi kulluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir.

Abdullah b. Abbas bir gün Allah Rasûlü’nün terkisinde oturuyordu; Efendimiz ona şu ölümsüz nasihatte bulunmuştu: (Mealen) “Ey oğul! Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Allah’a kulluk yap, yaptığın her şeyi karşında ve yanı başında bulursun. Bir şey isterken sadece Allah’tan iste. Ve yardım dilerken de sadece O’ndan yardım dile.”

İşte, mealen nakletmeye çalıştığımız bunlar ve emsâli âyet ve hadîslerden de anlıyoruz ki, kul, kimsenin tavassutuna muhtaç olmadan, ellerini kaldırıp duâ için gerildiğinde ve bu uğurda metafizik gerilime geçtiğinde, doğrudan doğruya, Rabb’in rahmetiyle bütünleşebilme; arzularını O’nun huzurunda şerh edebilme ve O’nunla âbid ve Ma’bûd münasebeti içinde alâka kurabilme imkân ve şansına sahiptir. Evet işte bu manâda tevessül ve vesile arama yoktur.

Ancak bütün bunlar, bu mevzû ile alâkalı perde önü meselelerdir ve gerçeğin sadece zâhir yüzünü aksettirmektedir. Bir de işin perde arkası var ki, merhum İbn-i Teymiyye ve talebeleri gibi, günümüzdeki bazı zevat, işin bu yanını bir türlü görmek istememektedirler. Evet, nedense, İbn-i Teymiyye taraftarları buraya kadar söylediklerimize sımsıkı yapışırken, daha sonra söyleyeceklerimize kulak kapamaktadırlar:

Rica ederek soruyorum: Kur’an’ın vesileliğini inkâr etmeye imkân var mıdır? Kur’ân olmasaydı biz, ebedî hayat ümidini hangi kaynaktan alacaktık?

Dünya hayatımızı nasıl tanzim edecek ve Cennet haritasını nasıl görecektik? Fazîletlere hâhişkâr gönüllerimizi ne ile tatmin edecek ve o fazîletlere nasıl ulaşacaktık?

İstirham ederim, mirâca dahi çıktığı zaman “ümmetî ümmetî” diyerek geriye dönen Aleyhissalâtü vesselâm’ın vesileliğini inkâra imkân var mıdır? Kur’ân’da “Biz, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik” denilen ve kâfirlerin dahi küfrünü şek ve şüpheye çevirmekte, bir rahmet yönü bulunan bu yüce ve büyük Zât’ın vesileliği nasıl inkâr edilir?

O öğretmeseydi biz dinimizi kimden öğrenecektik? En güzel ahlâkı biz O’ndan öğrendik. İnsanlığın gözündeki perdeyi O kaldırdı ve bizleri aydınlık ufuklara O götürüp ulaştırdı. Bu şuuru vicdanının en derin yerinde duyan sahabî “Minnet Allah’a ve Resûlünedir” diyordu…

Diyordu ve ona ait her şeyi mübarek ve kurtuluş vesilesi sayıyordu. Saçından, sakalından düşen her mübarek tüyü, Cennetten gelmiş gibi kabul ediyor, ipekler, kristaller içinde, evlerinin en mûtena yerinde muhafazaya çalışıyorlardı. O, abdest alırken, abdest uzuvlarından akan su damlalarının tekini dahi zâyi etmeden kapış kapış ediyor, yüzlerine gözlerine sürüyor ve bunun değdiği yerlere âdeta, ateşin dokunmayacağına inanıyorlardı.. ve Allah Rasûlü de onları böyle davranmaktan men etmiyordu. Bazılarının dediği gibi, eğer onların böyle davranmaları şirk olsaydı, evvela, yeryüzünden şirki kazıyıp atmak için gelen Allah Rasûlü, onları böyle yapmaktan men ederdi.

Burada başka vesilelerle söylediğim bir hususu tekrar arz etmek istiyorum. Koca Hâlid, sarığında Allah Rasûlü’nün mübarek sakalından bir kıl taşıyordu. Bir gün, başından sarık yuvarlanıp, düşman safları arasına kayıp gidince, gözü dönmüş gibi oraya doğru koştu ve askerlerin ihtarına kulak asmadan sarığını alıp giydi..ve sonra da bu kadar tehâlükünün sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “O’nun içinde Allah Rasulü’ne ait bir mübarek tüy vardı.” Bunu diyen insan, dünyanın en büyük kumandanlarını kapıkulu olarak kullanacak çapta bir insandı.

Afrika’yı bir baştan bir başa fetheden büyük insan Amr b. As, büyük siyaset ustası ve dehâ çapında bir idare kabiliyetinin adamıydı. Vefat ederken dilinin altına Allah Resulünden hâtıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla sorulan suallere kolay cevap vereceğine inanıyordu. Tekrar rica ederek soruyorum; eğer sahabi de tevhidi anlayamadıysa, yeryüzünde tevhidi anlayan kim vardır? Eğer bu şekildeki tevessüller şirk ise, ondan ilk kaçınması gerekenler Allah Rasulü’nün gökteki yıldızlara benzettiği ve “hangisine uysanız hidayeti bulursunuz” diye tebcil ettiği, bu mümtaz ve müstesna insanlar olması gerekmez miydi? Halbuki görüyorsunuz ki onlar bu manâda tevessülde bulunmayı kat’iyen mahzurlu görmüyorlar…

Hz. Ömer devrinde bir kuraklık olmuştu. Hz. Ömer, bu belanın kendi yüzünden ümmete musallat olduğuna inanıyordu. İki büklümdü ve yüzü bir türlü gülmüyordu. Bir gün aynı düşünceli eda ile evine gidecekti, fakat birden durdu. Geriye döndü ve koşar adımlarla bir istikamete doğru yürüdü. Geldiği ev Hz. Abbas’ın eviydi. Kapıyı Hz. Abbas açtı ve O’nun, ne olduğunu sormasına bile fırsat bırakmadan elinden tuttu ve bir tepeye doğru götürdü. Orada Abbas’ın elini havaya kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım biz hayatta iken, Rasulünün aziz varlığını şefaatçi yapar ve isteyeceğimizi O’nun adına isterdik. Fakat artık O aramızda değil. Ancak bu gün Sen’in huzuruna, Habibinin amcasıyla geldim. Şu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabi diyor ki, daha onların elleri havadan inmemişti ki gökten sağnak sağnak yağmur boşalmaya başladı.

Ve yine Hz. Ömer devrinde kuraklık ve kıtlık olmuş, Müslümanlar yağmursuzluktan bunalmışlardı. Bir sahabi Allah Rasûlü’nün nurdan kabrine vardı ve: “Ya Rasulallah, Allah aşkına ümmetin için Allah’a müracaatta bulun da yağmur versin” diyerek teveccühte bulundu. Sonra da evine gidip yattı. Rüyasında ona: “Git Ömer’e söyle Allah yağmur verecektir” denildi; derken ardından da yağmur geliverdi…

Bir başka vak’a: Gözleri görmeyen bir zât, Allah Rasûlü’ne gelerek, gözlerinin görmesi için dua istedi. Allah Rasûlü de ona: “Gidip iki rekat namaz kılmasını ve namazın ardından da Allah Rasûlünü vesile yaparak gözlerinin açılması için dua etmesini” söyledi. Bu adam denilenleri yaptı ve gözleri birden açılıverdi… Dünden bu güne ümmet herhangi bir hastalıktan kurtulmak istediklerinde iki rekat namaz kılıp bu duâyı okumuş ve Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla da hep şifa bulmuştur…

Mevzûu şöyle hülasa edebiliriz: Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salahiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda Meşîet-i İlâhînin esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Nitekim yukarda misâllerini arz ettik. Bunun şirkle, uzaktan – yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur. Ancak her masûm düşüncenin sû-i istimali mümkün olduğu gibi, bunu da kötüye kullananlar olabilir. Fakat, onların bu art niyeti, tevessülün zatında masûm bir hareket oluşuna asla zarar veremez. Bizim tevessül anlayışımız budur. Böylece tevessül ettiğimiz şahısları kendi duâmıza iştirak ettiriyor ve böyle birçok ağızdan yapılan duâların Allah katında kabul görmesinin daha kuvvetli olduğuna inanıyoruz. Böyle bir tevessülde de bereket umuyoruz.

Mü'minde Gerilim Nelere Karşı ve Nasıl Olmalıdır?

Gerilim, müspet yönüyle, insanın iyi şeylere karşı fevkalâde arzu duyması ve hâhişkârlığı, dolu oluşu ve tetikte bulunmasıdır. Din ve dine ait şeyleri, dinî duygu ve düşünceyi âşıkâne arzu etmesi, ızdırap çekmesi, hatta bu hususta huzursuz olması, gece gündüz mâşukunu düşünür gibi hep onu düşünmesi, onunla oturup-kalkması.. dinin, hayata hayat olmasını, âdeta bir visal arzusuyla bekler gibi beklemesi.. başta kendi milleti olmak üzere, insanlığı dinî duygu ve dinî düşünceye uyarmayı en büyük emel, hatta hayatının gayesi bilmesidir. Ayrıca, küfre, küfrana, ahlâksızlığa ve dalâlete karşı nefret duyup nefret göstermelidir ki, canlılığını koruyabilsin. Aksine az gevşeklik gösterdiği takdirde din adına hiçbir şey yapamaz, hiçbir hizmet veremez. Yani Allah’ın marziyatının tahakkuku, O’nun istediği içtimaî âhenk, düşünce ve felsefenin hayata hâkim olması istikametinde bir gayret ve şiddetli iştiyakla mümkündür; fertte her türlü sapkınlığa, azgınlığa karşı bir mücadele azmi ve mücadelede kararlılık olmazsa, hele bir de küfürle, çeşit çeşit sapıklıklarla içli-dışlı olur ve bundan da müteessir değilse, onun bütün bütün gerilimi kaybolmuş, kolu-kanadı kırılmış demektir.

Mevzu ile alâkalı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı gayet açıktır: “Hiçbiriniz iman etmiş olamazsınız; Beni, kendinden, anne babasından, evlâtlarından daha artık sevmedikçe.”[1] buyurur. Tutulacak ve atılacak hususların hepsinde gerilimi koruma ve tavrını ortaya koyma mevzuunda da şöyle buyurur: “Üç şey vardır ki, onu yaşayan, imanın tadını tatmış demektir…”[2] Evet, vicdanında onu duyan ve bulan imanın şuurunda demektir. “Evvelâ, Allah ve Resûlü, ona dünyada her şeyden daha sevimli olmalıdır.” Onlar üzerinde tercih edeceği hiçbir şey bulunmamalıdır. Anne babanın evlâda, evlâdın da anne ve babaya karşı cibillî ve fıtrî sevgileri, alâkaları ne kadar derin olursa olsun, bir insanın, mantık, muhakeme, düşünce ve kadirşinaslık açısından Allah ve Resûlü’ne olan alâkası her şeyin üzerinde olmalıdır. Aslında, Allah ve Resûlü’ne karşı duyulan alâka ve sevgi bir tefekkür ve sezme, bir araştırma ve bulmanın ifadesidir. Araştırarak ve tefekkürle insan, vicdanında böyle bir sevgiye ermişse, buna tercih edeceği hiçbir şey yoktur. Ve imanının tadını tatmış insanda aranılan birinci vasıf da işte budur: Allah ve Resûlullah’ı her şeye tercih etmek. Daha şümullü bir ifadeyle, erkân-ı imaniyeyi her şeye tercih etmek. Sinelerde Allah sevgisi, simalarda Allah nuru varsa, her şey var; var olmanın mânâsı da var.. yoksa, varlıkla yokluk arasında fark yok demektir.

İşte bu anlayışla bütünleşen mü’min, bütün mü’minleri, hatta bir ölçüde bütün varlığı, sevgisinin içinde eridiği Zât’tan ötürü ve garazsız, ivazsız sever. Evet, “Sevdiği kişiyi Allah için sever.”

Bu birinci mesele, Allah’ın istediği vicdan ve huzur toplumunun teşekkülünde oldukça mühim bir unsurdur. Diğer önemli mesele de, küfre karşı gerilim ve tavır belirlemedir. Evet, “Allah bir insanı, küfür ve dalâletten kurtardıktan sonra, o insan, yeniden ona dönmeyi, ateşe atılıyor gibi görmüyorsa, imanın tadını tatmamıştır.”[3] Mü’minin içinde küfre, küfrana, dalâlete, yanlışa, eğriye, sevimsize karşı tiksinti ve ürperti olmalıdır. İçinde bu nefreti kaybeden bir insan, ne küfrün gitmesini, ne de onun yerine, neslin kalbine imanın gelip hâkim olmasını arzu edemez. Böyle bir şey için evvelâ, ciddî bir iman aşkı, sonra da küfre karşı çok ciddî bir nefret olmalıdır. Evet, her türlü kötülüğün, fenalığın, anarşinin, huzursuzluğun, istikrarsızlığın ve düzensizliğin temelinde yatan küfre karşı böyle bir tavır belirlemek, hem mü’minin gerilimi için, hem de ülke, millet, hatta bütün insanlık için şarttır. Din ve ülke düşmanlarının bu millete karşı en büyük kötülükleri onun metafizik gerilimini kırmaları olmuştur. Bu mel’un düşünce, cihada bâğilik, zafere işgal deyip durmuş ve tarihten gelen aslan bir milleti, Şair İkbal’in ifadesiyle koyunlaştırmıştır. Artık onu, ne işgale uğramalar, ne istismarlar, ne de izzet ve gururuyla oynamalar müteessir etmemektedir. Böyleleri, ırz çiğnense, namus pâyimâl olsa, şeref, haysiyet diye bir şey kalmasa, her şey delik deşik edilse, yine “of” demeyecektir; çünkü gerilimi yoktur. Bu gerilim sayesinde insan, arzuladığı, özlediği şeyleri elde edebileceği gibi yine bu gerilim sayesinde de Allah’ın sevmediği şeylerden uzaklaşabilir.

Hulâsa, metafizik gerilim, ferdin küfürden, dalâletten, tuğyandan nefret ve derin bir iman arzusudur. Fakat, bu gerilim sokağa dökülme, sokakta kavga verme değildir. Belki, bin kavganın her gün vicdanında meydana getireceği heyecan ve helecanı yaşama, bin bir ızdırapla her gün birkaç defa iki büklüm olma, daima milletin problemleriyle meşgul bulunma, milletin iman selâmeti uğruna Cehennem’in alevleri içine girmeye hazır olma, hayatında sadece bir defa değil, her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilme; içinde bulunduğu toplumun ızdıraplarını vicdanında yaşama; her gün onların, böyle birbirine bağlı zincirin halkaları gibi yuvarlanıp yuvarlanıp Cehennem’e gidişleri karşısında “of” deyip inleme, iki büklüm olup kıvranma, imandan nasipsizler karşısında âdeta onların burkuntu içinde olan vicdanlarını, kendi hissiyatında duyup yaşama; nasıl yaşıyorlar, nasıl bu inim inim hayata katlanıyorlar, nasıl küfür ve dalâletin bu boğucu ve öldürücü atmosferi içinde hayatlarını sürdürebiliyorlar diye her gün cehennemleri vicdanında yaşama.. işte gerilim insanı!..

Böyleleri, bu temiz, bu insanî duygularla her gün bir gazilik, bir şehitlik kazanırlar. Bunun içindir ki, ne şartların ağırlaşması, ne yolların daralıp yürünmez hâle gelmesi, ne de zulmetlerin zulmetleri takip etmesi ve ortalığın sürekli sis ve duman olması onları korkutamaz, sindiremez, gevşekliğe sevk edemez. Ve hele, asla küfre boyun eğdiremez. Bizim anladığımız metafizik gerilim budur. Bir toplum bu gerilimi kaybettiği an, suretî var olsa bile, çoktan ölmüş ve mezara gömülmüş demektir. Sonra da, ölmüş ruhlarının yanına cesetlerini ulaştırmak için, Allah (celle celâluhu) zalimleri onların başlarına musallat eder; cesetlerini de ezdirir ve ruh-ceset beraber mezara alır.

Evvelâ ölüm, ruhta ve kalbde başlar; sonra cesedi de alır götürür. Ruhunda ölmemiş insanları, Allah, hiçbir zaman çiğnetmemiştir. Aksine, devamlı ruh cephesindeki mağlubiyeti, madde cephesindeki mağlubiyet takip etmiştir.

Bundan başka, böylelerinin dinî hayatı arzulamaları, beyhude ve mâlihülyadır. Kim olursa olsun, gerilimini koruyamamış kimselerin akıbeti ölümdür. Eğer bir diriliş bekleniyorsa, o da metafizik gerilimi olan kimselerin omzunda olacaktır.

Her meselede yegâne destek, sadece ve sadece O’ndandır.

Bâğilik: Eşkiyalık, zalimlik.
Hâhişkâr: İstekli, arzulu.
Marziyat: Cenâb-ı Hakk’ın rızası.
Mâlihülya: Kuruntu, boş hayal.

[1] Buhârî, iman 9; Müslim, iman 67; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/461.
[2] Buhârî, iman 8; edep 42; Tirmizî, iman 10.
[3] Bkz.: Buhârî, iman 9, 14; ikrâh 1; Müslim, iman 67; Tirmizi, iman 10; Nesâî, iman 3; İbn Mâce, fiten 23.

Ecnebi Memleketlerinde Doğanların Durumları Ötede Nasıl Olacaktır?

Bu soru, öteden beri sorulagelen meselelerden biridir ve zannımca, diyalektik yapılmak istenmektedir. Yani “Biz, Allah’a ve O’nun Peygamberine inandığımızdan dolayı Cennet’e gireceğiz; ama İslâm dünyasına çok uzak memleketlerde, meselâ, Paris’te, Londra’da, Moskova’da doğan kimseler bizim sahip bulunduğumuz imkânlara sahip olamadıklarından erdiğimiz nura eremeyecekler ve dolayısıyla bütünüyle Cehennem’e mi girecekler?” sorusunda iki husus var:

Merhamet-i ilâhiyeden daha fazla merhamet gösterme; İslâm’a karşı sinsice bir tenkit…

Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi “Bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem’e girecekler.” şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasını duymuş, davetini işitmiş, O’nun neşrettiği nura şahit olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem’e gireceklerdir. Burada Allah’ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek, başka türlü iddialarda bulunmak ukalâlıktan başka bir şey değildir. Evet, Cehennem’e gireceklerdir. Hem Kur’ân’a ve hadis-i şeriflere göre; sadece yabancı ülkelerde olanlar değil, Müslümanların yaşadığı memleketlerde de, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasını işitip O’na icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O’na başkaldırıp arkasından gitmeyenler de Cehennem’e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.

Rabbin sonsuz rahmetinden ümit ediyoruz ki, bizleri O’nun davetine icabet eden, arkasından koşan, herkesin O’nu terk ettiği dönemde O’na sahip çıkan kimselerden eylesin!..

Bu mevzu, öteden beri Kur’ân ve Sünnet’in meselelerini akıl, mantık, muhakeme, saf düşünce ve felsefe yoluyla ispat, teyit ve takviyeye çalışan kelâmcılar tarafından da ele alınmış ve enine boyuna tahlil edilmiş bir mevzudur. Evet, acaba, O’na icabet etmeyenler gibi, icabet etme fırsatını bulamayanlar da ehl-i Cehennem midir? Yoksa bu ikisi arasında bir fark var mıdır?

Günümüzün pek çok önemli meselelerinin yanında, şimdilik bu kabîl sorular üzerinde durulmalı mı, durulmamalı mı? Bu türlü soruların cevabını bulmak, uhrevî hayatımız adına bize ne kazandırır? Pratik hayatımız adına vaad ettiği şeyler nelerdir? Dev mezhep imamlarının, bu kadar titizlikle üzerinde durdukları bu mesele o kadar önemli ve hayatî bir mesele miydi ki, onu halletmek için bu kadar mesai sarf ettiler?…

Şimdi, bunlar ve bunlar gibi bir sürü soruyu da beraberinde getiren bu meseleyi önce, akaid imamlarının mütalâa ve görüşlerinin hulâsası içinde takdim etmeye çalışalım:

Akidede, iki önemli Ehl-i Sünnet akımından Eş’arîler derler ki: “Cenâb-ı Hakk’ın adını duymayan, O’na dair hiçbir tebliğe şahit olmayan kimse, nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, ehl-i fetret, dolayısıyla da ehl-i necattır.”

Sizler, Ümmet-i Muhammed olarak Efendimiz’e ait mesajları alıp, dünyanın karanlık iklimlerine götürmemiş iseniz, Eş’arî’ye göre o karanlıktaki kimseler ehl-i necattırlar ve kurtulmuşlardır. Cenâb-ı Hak, belli bir ölçüde onları mükâfatlandıracak ve Cennet’ten istifade ettirecektir…

Maturîdîlere gelince -ki bir noktada Mutezile’nin düşüncesi de aynıdır- derler ki: “Bir insan, aklıyla Yaratıcı’sını bulursa, adını unvanını bilsin bilmesin kurtulur. Ama aklıyla -mücerret olsun- Yaratıcı’yı bulamamışsa o kurtulamaz.”

Aslında bu iki görüş aynı olmasa bile, birbirinden çok uzak da sayılmaz. Maturîdî’ye göre bir insan nerede olursa olsun, -dağda, bayırda, çölde şurada veya burada- güneşlerin doğup batmasından, ayların tulû ve gurubuna, yıldızların parıldamasından, zeminin nizam u intizam içindeki bin bir güzelliklerine, dağların mehip duruşlarından, tepelerin ünsiyetli esintilerine; koruların gürül gürül inleyen ikliminden otların-ağaçların ince ince salınmalarına, çiçeklerin cilve çakıp tebessüm etmelerine kadar her şey, O’ndan sırlı birer mesaj ve o Sultanlar Sultanı’nı anlatan beliğ birer lisandır. İşte, aklı başında bir insan, göz kamaştıran bu tablolar ve yürekleri hoplatan bu ses ve renk cümbüşü karşısında, her şeyin arkasındaki o gizli eli sezecek ve mutlaka bir Yaratıcı’nın olduğuna inanacaktır. O Yaratıcı’nın ad ve unvanlarını, O’nun kitap ve elçilerini bilmese de böyle birisi ehl-i necattır.

İşte bu itibarladır ki, başka memleketlerde yaşayan insanlar hakkında hemen ulu orta, “İnanmadı, öyle ise Cehennem’e gidecektir.” demiyoruz, diyemeyiz de. Zira, mezhep imamlarının bu şekildeki nokta-i nazarı en azından sükut etmemizi gerektirmektedir…

İmam Eş’arî Hazretleri elde ettiği hükmü, “Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz.”[1] gibi âyetlerden istinbat ediyordu. Evet, Allah Kur’ân’da: “Peygamber göndermeden azap etmeyeceğiz.” diyordu. Öyle ise peygamber görmemiş, duymamış kimselere azap edilmese gerek.[2]

Maturîdî Hazretleri’ne göre akıl, “hüsün-kubuh” mevzuunda da üzerinde durulduğu gibi, önemli bir unsurdur ve bir ölçüde iyiyi kötüden ayırt edecek kapasitededir. İnsan, aklıy la bir kısım şeyleri birbirinden tefrik edebilir, bu güzel, bu da çirkin diyebilir. Vâkıa aklın, her şeyi sezip bilebileceğini iddia da yanlıştır… Onun içindir ki, Allah iyileri emretmiş, kötüleri de yasaklamış ve bu önemli işi her zaman yanılabilirliği müsellem olan akla havale etmemiştir. Vahiy ile bunları tanzim etmiş, aydınlatmış; peygamberleriyle vuzuha kavuşturmuş ve bir muzlim nokta bırakmamıştır. Maturîdîlere göre akıl, zinanın çirkinliğini sezebilir. Çünkü onda nesebin zayi olup karışması bahis mevzuu. Kimin malı kimin evlâdına kalacak? Şayet bir kadın iffetini koruyamıyorsa ve çocuklarının nesebi şüpheliyse, evet o zaman kimin malı kime kalacak? Öyleyse zinanın aklen çirkin olduğu söylenebilir. Hırsızlığın da aklen çirkin olduğu sezilebilir. Çünkü, başkasının kan-ter elde ettiği şeyleri onun elinden almak çirkindir. Aklen içkinin çirkinliği de sezilebilir. Çünkü insanın aklını izale ediyor. Nesiller üzerinde menfî tesiri sürüp gidiyor ve bir kısım hastalıklara da sebep oluyor… Daha bunlar gibi bir kısım şeylerin bir ölçüde aklîliği her zaman söylenebilir…[3]

İyi ve güzel şeyler hakkında da aynı durum bahis mevzuudur. Meselâ adalet, başkalarına iyilikte bulunma güzel şeylerdir ve bunlar aklen sezilebilir. Kur’ân ve Sünnet ise bu mevzuda emirler vermiş, aydınlatmış ve bizi yanlış anlamadan kurtarmıştır.

Bunun gibi Allah’a iman da güzel bir şeydir. Çünkü insan o sayede itminana ulaşır. Daha hayatta iken başı cennetlere erer ve ötelere ait güzellikleri burada yaşar. Aynı zamanda, imana ulaştıran yol da, akıl ve muhakeme ile sezilecek mahiyettedir. Nitekim çöldeki bir bedevi bile bunu hissetmiştir. Huzur-u Risaletpenâhî’ye gelmiş ve nasıl bir yolla Yüce Yaratıcı’ya ulaştığı sorulunca: “Bir yerde bir deve tersi, oradan bir devenin geçtiğine, ayak izleri de orada yüründüğüne delâlet eder. Şu sema burç burç âhenk içinde, bu yer, vadi vadi güzellikleriyle, bir Alîm ve Habîr olan Allah’a delâlet etmez mi?”[4] diyor. Demek ki bir deve çobanı dahi aklıyla her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan, her şeyi ilimle idare eden ve her şeyden haberdar olan bir Zât’ın varlığına intikal edebiliyor. Öyleyse imanda, aklîliği bütün bütün kulak ardı da edemeyiz.

İşte bu noktadan hareketle, Maturîdî “İnsan, aklıyla Yaratıcı’yı sezebilir.” demiştir. Nitekim cahiliye döneminde ve fetret devrinde bu mesele, çok kimse tarafından hissedilmiştir. Meselâ, bunlardan biri Varaka İbn Nevfel’dir ki, büyük kadın Hatice-i Kübrâ Validemiz’in amcazadesidir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ilk vahiy gelince, Cebrâil’i, arz ve sema arasında, bütün buudlarıyla, kanatlarıyla görmüş, irkilmiş, ürpermiş, koşa koşa evine gelmiş ve durumu Hatice Validemiz’e hikâye etmişti. O da Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp Varaka’ya götürmüştü.[5] İşte bu zat, daha Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik gelmeden, Yüce Yaratıcı’nın varlığını sezmiş, putların hiçbir şey yaratamayacağını hissetmiş ve aklıyla Allah’ın var olduğuna inanmıştı…[6]

Bunlardan bir diğeri de Zeyd İbn Amr idi. Hazreti Ömer Efendimiz’in amcası… Yer yer putlara sırtını döner ve şöyle derdi: “Bunlara ibadet edilmez, bunların hepsi bâtıldır, bir Yaratıcı var ama, ben bilemiyorum kimdir?” Vefat ederken de Hazreti Ömer ve oğlu Hazreti Said de dahil, aile fertlerini topladı ve şöyle dedi: “Ben, Allah’ın bir dini olduğuna inanıyorum ki, onun gölgesi, emareleri başınızın üzerindedir.” Efendimiz, peygamberliğini henüz ilân etmiş veya etmemiş; işte o dönemlerde “Ben o dinin gölgesinin başınızın üzerinde olduğunu hissediyorum. O din zuhur ettiği zaman, vakit fevt etmeden hemen dehalet ediniz.” diyor, birçok şeyi aklı ve firasetiyle anlamış olduğunu gösteriyordu ki, bu da, “İnsanların elleriyle yapılan bu şeyler asla ilâh olamazlar.” demekti. Dolayısıyla, insan eliyle dikilen bu put ve heykellerin hiçbiri, insanların ihtiyaçlarını karşılayamaz. Zira, aslında onlar insanlara muhtaç. Kendileri muhtaç olunca, başkalarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verecekler ki?

Binaenaleyh böyle basit bir düşünce ile dahi, hemen herkes, gökleri ve yeri elinde tutan bir Zât’ı idrak edebilir. Zeyd ve Varaka, yakınlarının vicdanlarında birer çığlık olarak kalakalsınlar, Zaman ve Mekânın Efendisi ilk talihli dostlarını, hakikate erken uyanmış bu halkadan seçip, muhakeme ve aklın dizginlerini vahyin eline vererek sonsuzluğa yelken açıp yürüyecektir…

Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem’e mi gidecekler? Evet, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) duymuş, Kur’ân’ı işitmiş ve Peygamberimiz’in peygamberliğine şahit olmuş, ama bunların hakikatini araştıracağına inadına karşı çıkıp mücadele etmiş olanlar Cehennem’e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinden istifade ederek muaheze görmesinler…

Müsaadenizle bizi alâkadar etmesi bakımından meselenin bir başka buudunu arz etmek istiyorum. İlk Müslümanlar, Müslümanlığı tam temsil edip, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mesajları dünyanın dört bir yanına götürüyor ve mâşerî vicdanı uyarıyorlardı. Bugün, onların menkıbelerinin gölgelerinde dahi, öyle büyük, öyle derin bir ruh hâleti sezilmektedir ki, insan onların hakikatlerini düşününce, götürdükleri mesajlara insanlığın lâkayt kalamayacağını hemen anlar. Bu, alabildiğine pervasız, alabildiğine fütursuz, gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında öyle bir velvele meydana getirdiler ki, âdeta seslerini duymadık hiçbir yer kalmadı. Ve İslâm nuru en karanlık, en muzlim noktaları dahi aydınlattı. Evet, onlar çok hızlı, çok hareketli ve çok üst seviyede İslâm’ı temsil etti ve Kur’ân’ın mesajlarını, Sebt Boğazı’ndan Aral Gölü’ne, Anadolu kıyılarından Çin Seddi’ne kadar ulaştırdılar. Evet Hazreti Osman döneminde Müslümanlık buralara kadar gelip ulaşmış, Hazreti Muaviye döneminde Ukbe İbn Nâfiler vasıtasıyla Herkül burcuna gidip dayanmıştı.[7] Bütün Berberîler, bugünkü Fas, Tunus, Cezayir topyekün Mağrip memleketleri İslâm’ın vesâyâsı altına girmiş ve artık emri ondan alıyordu. Başlangıç itibarıyla hesap edilecek olursa henüz 30 sene olmamıştı. Bu 30 sene içinde dünyanın dört bir yanında şem’alar, meşaleler yaktı ve dünyaları aydınlattılar. Girdikleri yerlerde bihakkın İslâm’ı temsil etti, herkes tarafından sevilip sayıldı ve benimsendiler. Hem öylesine benimsendiler ki, artık Hıristiyan ve Yahudiler onları kendi dindaşlarına tercih ediyorlardı. Hazreti Ömer Mescid-i Aksa’ya giderken, Ebû Ubeyde Şam’a girerken sevgiyle karşılanıyordu. Hatta bir aralık Müslümanların Şam’dan çekilmeleri bahis mevzuu olunca, Hıristiyanlar, rahip ve ruhbanlarıyla kiliselere dolup Müslüman vesâyâsının devamı için dua ettiler. Ve Müslümanlara, “Gittiğiniz gibi inşâallah yine gelirsiniz. Cizye verir ve himayenizde oluruz.” dediler.[8] İlk Müslümanların böyle şirin görünmesinden gürül gürül Müslümanlığa akın oluyordu. Aslında her birisi birer Ömer o mübarek topluluğu görenlerin, Müslüman olmaması da düşünülemezdi ya!… Gece, Hak huzurunda ibadet ü taat ve âh u enînlerle yürekler yakan, gündüz at üstünde elinde kılıç, kahramanlardan kahraman ve o “Ruhbânun fi’l-leyl ve fürsanun fi’n-nehâr” olan yiğitler, öyle gönüllere girmiş, herkes üzerinde öyle bir intiba bırakmışlardı ki, çok yakın bir gelecekte bütün cihan kapılarının onlara açılacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu.

Şimdilerde bizler, birer ada ve adacığa söz geçiremememize, elde ettiğimiz yerlerde dahi asayişi temin edemememize karşılık, onların emniyet, kiyaset, dirayet ve diyanetleri karşısında, onlara, kalelerin kapıları ardına kadar açılıyor ve fahrî hemşehrilikler, sembolik anahtarlar değil; hakikî reislik ve gerçek anahtarlar veriliyordu.

Bugünkü Suriye ve Filistin, Müslümanların eline geçince, orada bulunan ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını istemişlerdi. Vazifeli papaz: “Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın şemâilini biliyoruz ve bu anahtarları ondan başkasına vermemiz mümkün değildir.” diyordu. Onlar aralarında konuşadursunlar, Hazreti Ömer çoktan yola çıkmış geliyordu bile… Ve kimsenin nasıl geldiğinden de haberi yoktu. Ama o, papazın bildiği gibi geliyordu. Hazineden bir deve almış onunla yola revan olmuştu. Taksi yok, araba yoktu ama, bir tane at olabilirdi. Ne var ki, o at da yoktu. Hizmetçisiyle beraber bir deveye münavebeten binerek geliyordu. Yaklaştıklarında kumandanlar, dua ettiler; inşâallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hazreti Ömer’e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmediği için, başımızdaki halifeyi böyle görürlerse; yani, paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendi deveyi yediyor görürlerse ayıp olur. Haddizatında ayıp olan şey, adaletsizlik ve hakkaniyetsizlikti; Hazreti Ömer de bunu irtikâp etmemeye çalışıyordu. Onlar dua ededursunlar, Allah (celle celâluhu) en hayırlı olanı tahakkuk ettirmişti bile. Tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hazreti Ömer’e gelmişti. O, deveden indi yerine köle bindi ve Hazreti Ömer devenin yularından tuttu ırmağı öyle geçtiler!.. Devenin üstünde oraya gelinceye kadar, elbiseleri, semere sürtüne sürtüne yırtılmıştı. Oraya gelinceye kadar kim bilir kaç defa eline bir iğne, bir iplik aldı ve bir kenara oturdu, elbisesini yamadı… Üzerindeki elbisede o gün, 14 tane yama vardı. -Estağfirullah! Ona yama dememek, ona şeref işareti demek lâzım…- Bu durumu gören papaz: “Tamam, bizim kitaplarımızda yazılı olan bu zattır.” diye bağırdı. Meğer büyüklerinin istihraçlarına göre seyahat boyu Hazreti Ömer’in yaptığı şeylerin hepsi biliniyormuş. Onun için Hazreti Ömer’i tanıma fırsatı bulan papaz: “Biz anahtarları ancak buna veririz.” dedi.

Anahtarların ona verilmesi, Mescid-i Aksa’nın Müslümanlara teslim edilmesi gürül gürül Müslümanlığa iltihaklara vesile oldu.

Ben size, Hazreti Ömer gibi İslâm’ın şerefli bir kametiyle alâkalı vak’aları sıralayıp, his dünyanızı tehyiç etmeyi düşünmedim. Maksadım, dün olduğu gibi, acaba bugün de İslâm, kendi ulviyetine uygun temsil edilebiliyor mu? Onlar 20-25 sene içinde büyük ölçüde Afrika’yı, Taşkentleri, Semerkantları, Buhâraları… Buhârîleri, Müslimleri, Tirmizîleri, İbn Sinaları, Fârâbîleri, Birûnîleri yetiştiren mübarek bir dünyayı bir solukta, bir hamlede, bir nefhada elde etmiş; Kafkasya, Azerbaycan, Irak ve İran üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Evet bir hamlede dünyanın dört bir bucağında “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” hakikatini temsil etmiş ve İslâm mesajını herkese duyurmuşlardı.

Bugün o uzak ülkeleri bırakın, biz doğru dürüst kendi dünyamıza dahi bir şey anlattığımızı söyleyemeyiz. Bizi dinleyen bir cemaat içinde bulunuyor, onları inandırmaya çalışıyoruz. Ama, bir türlü inanmıyorlar. Söylediğimiz sözler, buzdan duvarlara aksediyor gibi, soğuk soğuk gelip yüzümüze çarpıyor. Sözde anlatıyoruz ama, bir türlü ruhlarına giremiyoruz. Bunları, Rabbimizin sonsuz lütuflarına karşı küfran-ı nimet sadedinde arz etmiyorum; edemem de. İlk devrin insanlarıyla bizleri mukayese ederken, ashab-ı kiramla aramızdaki mesafeye dikkatlerinizi çekmek maksadıyla takdim ediyorum.

Üveyikler gibi kanatlanmış, küheylânlar gibi şahlanmış ve omuzladıkları ilâhî mesajı herkese, her yere duyurmak için dört bir yana dağılmışlardı; İran’a, Turan’a ve bütün bir dünyaya… Ukbe İbn Nâfi’ye de Afrika’nın fethi düşmüştü. Üst üste muvaffakiyetleriyle, Müslümanların yüzünün akı hâline gelen Ukbe, çekemeyenler tarafından gammazlanmış, devrin emîri tahrik edilmiş ve koluna bir zincir vurularak, İslâm’ı duyurma hareketinden alıkonmuştu. Bileklerinde zincir, beş senelik hicran döneminde en büyük hasreti, İslâm’ı anlatmadan alıkonması olmuştu. “Bir baştan bir başa Afrika’da Müslümanlığı neşretmek istiyorum, buna mâni oldular ve işte buna üzülüyorum.” diyordu. Bir gün, İslâm’a çok büyük zararlarının yanında, Ukbe’nin kolundaki zinciri de çözüp, onu yeniden Afrika’ya vali tayin etmek suretiyle, en büyük iyiliği yapmış olan Yezid, seyyiatına denk bir hayır yapıp Ukbe’yi salıvermekle, tıkanan İslâm fütuhatı ve İslâmlaştırma hareketini yeniden başlattı; Ukbe de varıp bir solukta son noktaya ulaştı. Atını okyanusa sürüyor, denizin içine kadar giriyor ve “Allah’ım” diyor, “Bu zulmet denizi önüme çıkmasaydı, Senin yüce adını denizler aşırı dünyalara da götürecektim!…”[9] Dünyayı öyle biliyor. İhtimal ki, ona yeni bir dünyadan, Amerika’dan bahsedilseydi, “Oraya nasıl gidilir?” diye onu da düşünecekti…

Evet, bu insanların yaşadığı dönemde, Müslümanlık duyuruluyor ve herkese anlatılıyordu. Duyuramadıkları yerler adına da ızdıraplar çekiliyordu. Bize gelince, ne onu kendi değerleri ölçüsünde temsil edebildik, ne de yıldırım hızıyla dünyanın dört bir yanına götürebildik. Evet, onlar gibi, bu işi varlığımızın gayesi olarak bilemedik. Onun için şahsî işlerimizi terk edemedik. Onun için bir kerecik olsun evlerimizin yolunu unutmadık. Bu işe “Birinci iştir.” deyip diğer işlerimize, sırasıyla “ikinci, üçüncü, dördüncü…” diyemedik. Vâkıa, biz de diyar-ı küfre gittik; gittik ama, mark getirmeye, dolar getirmeye, şilin getirmeye, frank getirmeye gittik. Allah’ın yüce adını götürmeye gitmedik. Binaenaleyh, onlara yüce hakikatleri duyuramadık. Bugün onlar bizim gayretsizliğimizden, bizim aczimizden, bizim beceriksizliğimizden, dalâlet, küfür ve küfranlarını yaşıyorlarsa, herhâlde bir soru onlara, bir soru da bize sorulacaktır.

Dün bir arkadaşımızın mârifetiyle oralarda verilen bir konferansı seyretme imkânına sahip oldum. Konferans Almanca veriliyordu ve ben hiçbir kelime anlayamıyordum. Fakat, tablo ve manzara bana çok şey ifade ediyordu. Çok kısa zaman önce Berlin’de bir mezarın başında ayaklarımın bağı çözülmüş ve: “Kurban olayım Allah’ım, Senin mübarek namını buralara ve buradakilere duyuramadık.” deyip inlemiştim. Şimdi, bu kasedi seyrederken, kendi kendime neler hissettim neler! Hollanda’da bir kilisede, bir Müslüman genç konferans veriyor ve kilisenin papazı da oturmuş onu dinliyor. Müslüman olmuş, başı kapalı Hollandalı kadınlar ve iştiyakla İslâm’ı öğrenmek isteyen daha başka kadınlar.. sorular soruluyor, cevaplar veriliyor… Şimdi, burada onları dile getirmekten âciz bulunuyorum. Ancak, bütün bunlar birer cılız ses ve deneme mahiyetinde amatörce şeylerden ibaret… Bu türlü gayretler, dine ve millete hizmet yolunda bulunmak sayılsa da, hizmetin kendisi olmadığı muhakkak.

Biz, bugün henüz bu büyük sarayın sofasında dolaşıp durmaktayız. Çok büyük şeyler yaptığımız söylenemez. Ve işte bundan dolayı da çok kimseler hâlâ dalâletlerini yaşamaktadırlar. Zaman zaman oralara din, diyanet adına gittiğimiz de oldu; ama, kısır çekişmelerden kendimizi kurtaramadık. Ve hâlâ kat’iyen, bir Hazreti Ömer seviyesinde, Ukbe İbn Nâfi seviyesinde, Ebû Ubeyde seviyesinde, Ahnef İbn Kays seviyesinde, Mugîre İbn Şu’be seviyesinde, Ka’kâ seviyesinde bu meseleyi temsil edemedik. Kim bilir onların celâdeti, civanmertliği, insanlığı, inancı, azmi ve kararlılığı karşısında hasımlarının yüreği kaç defa hopluyordu ve onları gören gözler kaç defa iman etmeye karar verdiler?.. Onların bu mevzudaki gayretlerine, çok azı müstesna, bugün bağrında Müslümanları barındıran ülkelerin, o ilk kudsîler tarafından fethedilmesi şahit olarak yeter!..

İşte meseleyi bu zaviyeden ele alınca, o zaman Paris’te, Londra’da, New York’ta yaşayanlara biraz daha müsamahalı bakacak hatta belki dizinizi dövecek ve elinizi vicdanınıza götürerek, “Bizlere yazıklar olsun! Diyemedik, duyuramadık ve karanlıkları yararak bunları ak günlere çıkaramadık.” diyeceksiniz.

Burada meşhur vaizlerimizden Necmeddin Nursaçan Hoca’nın hikâye ettiği yaşanmış bir vak’ayı aklımda kalanlarıyla nakletmek istiyorum: Bizim işçilerden birisi, Avrupa’da bir evde misafir olarak kalıyor. Beraber oturuyor, beraber kalkıyor, belki beraber yiyor ve beraber içiyorlar. Sonra o işine gidiyor, onlar da kendi işlerine.. ama; Müslüman, dinî duygu ve dinî düşüncelerini yaşama ve anlatmada kusur etmiyor. Gel zaman, git zaman hane sahibi Müslüman oluyor ve tıpkı Âmir İbn Tufeyl gibi, o Müslüman olunca, hanımı “Efendi şimdiye kadar hep beraberdik yine beraber olalım. Sırat’ta beraber, Cennet’te beraber. Şayet, Müslümanlık insanı ötelere ulaştıran bir şey ise, sen gideceksin de ben niye kalacağım.” diyor ve “Lâ ilâhe illallah” cümlesiyle o da kanatlanıyor. Derken, cıvıl cıvıl çocuklar ve bütün aile fertleri tekmil Müslüman oluyorlar.

İslâmiyet’le tanıştıktan sonra, evleri birdenbire Cennet köşelerinden bir köşe hâline geliyor. Aradan bir zaman geçtikten sonra, bir gün ev sahibi, mürşidine, hepimizi şaşırtacak şu sözleri söylüyor: “Vallahi bazen sevinç ve inşirahımdan seni bağrıma basıp her tarafından öpesim geliyor. Fakat, bazen de öyle öfkeleniyorum ki, yakandan tutup hırpalamak, tokatlamak, dövmek geliyor içimden. Zira, sen bizim evimize geldin, şeref misafiri oldun, seni Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip etti. Evet, sen gelince Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de geldi, Kur’ân da geldi, Allah’a iman da geldi. Ve sayende evimiz bir Cennet köşesi oldu. Ama benim bir babam vardı. Saf, temiz bir insandı. Sen gelmeden az önce Hıristiyan olarak vefat etmişti. Niye daha önce gelip ona da anlatmadın?”

Bence bu feryat, bu çığlık, bu sarsma ve ırgalama, ışığa muhtaç bütün insanların Müslümanlara karşı siteminin bir ifadesidir. Biz gidemedik. İslâm’ı götüremedik. Hatta, bulunduğumuz yerlerde dahi dûn-himmet olarak davrandık; onu çevremize götüremedik. İslâm’ı yaşayamadık, anlatamadık ve onu muhtaç gönüllere duyuramadık.

Müsaadenizle bir başka hususa da temas etmek istiyorum. Bizi Müslümanlıktan uzaklaştıranlar, -onların ifadesiyle arz edeyim- bu millete sürekli Batı uygarlığı seviyesinde bir hayat tarzı vaad ettiler. Aradan bir asra yakın, hatta bir yönüyle 150 sene gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ Batı kapısında dilencilik yapıyoruz. Değişen hiçbir şey yok. Bir çuvaldız boyu yol alındığı dahi söylenemez. O gün bugün de Batı bizleri hep kapıkulu ve halâyıkı gibi gördü. Üç-beş kuruş için yurdunu yuvasını terk eden kapıkulları… Şimdi ben size bir şey soracağım: “Hıristiyan ve Yahudiler Müslüman olmuyor ve elimizdeki bu güzel prensipleri kabul etmiyorlar. Bunun neden böyle olduğunu hiç düşündünüz mü? Sebep gayet basit; birisi böyle güzel prensiplerle size gelse ve mesajların en güzelini getirse, hatta göklerin kapılarını açsa, cennetlere giden yolu gösterse; ama bu zat sizin kapıkulunuz olsa, sizin hizmetlerinizi görse, küçük gördüğünüz işlerde çalışsa siz bunun dinine girmeyi düşünür müsünüz?.. Herhâlde, kapıkulunuzun arkasından gitmeyecek hizmetçinize tâbi ve dilencinize dilenci olmayacaksınız!..”

Bugün âlem-i İslâm denen bu dünya, beklendiği şekilde derlenip toparlanamamış, kendine gelememiş; İslâm’ı, hayatıyla gösterememiş, temsil edememiş ve hâlâ Batı kapısında dilencilik yapmaktadır. Sen, dünkü kapıkullarının karşısında böyle elli defa nakavt olur, elli defa onların eşiklerine yüz sürer ve onların karşısında tir tir titrersen, Batılının seni dinlemesi, mesajlarına kulak vermesi kat’iyen düşünülemez. Binaenaleyh, tıpkı seleflerimiz gibi izzetli ve şahsiyetli insanlar olarak çok üst seviyede İslâm’ı temsil edip onun temsilcileri hüviyetiyle Batı kapılarını çaldığımız zaman, bizi dinleyecek ve kabul edeceklerdir. “Dilencilerinin dinini kabul etmek istemiyor, kapılarında amele ve işçi olarak çalıştırdıkları kimselere kulak vermek istemiyorlarsa bir bakıma haklıdırlar.” diyemeyeceğim ama, kendilerini mazur görebilir ve ihtimal ki, ötede, bir soru onlara sorulduğu takdirde, bir soru da, İslâm’ı temsil ediyor gibi görünüp de yüzüne gözüne bulaştıranlara sorulacaktır.

Bence, mesele evvelâ bu zaviyeden ele alınmalı, bize ve onlara ait mesuliyetler müşterek olarak mütalâa edilmeli, hükümler de adalet ve istikamet dairesi içinde verilmelidir. Yoksa bir kısım muvazenesiz kimselerin, dış ülkelerde yaşayan herkesi Cehennem’e doldurup, kapısına bekçi gibi dikilmesi gibi bir anlayıştan biz fersah fersah uzağız. Keza, Müslümanlık adına ortaya çıkıp yarım yamalak mesajlarını sunar sunmaz, âlemin koşup onları takip edeceklerini bekleme hayalperestliklerinden de fersah fersah uzak bulunuyoruz.

Ama inanıyoruz ki, bir gün dünya muvazenesinde bir değişiklik olacak. Orta kuşağın inci mercan dünyası Türkiye ve Mısır gibi ülkeler, Orta Asya’daki Türkî milletler derlenip toparlanacak. Bu mübarek coğrafya, şahsiyetli ve yaşatma zevkiyle yaşama arzularından sıyrılabilmiş, tertemiz ve hasbî ruhlar sayesinde yeniden dünya muvazenesindeki yerini alacak… İşte o zaman cihanın doğusu da, batısı da bizi dinleyecektir.

Bu olmayacak diye bir şey yok. Olacaktır, hatta olmaya başlamıştır da. Bugün Batının fikir adamları, Müslümanlığın çarpıcılığı, tazeliği karşısında büyülenmiş gibidir. Ve bu bakış çok ciddî değişikliklere sebep olacak gibi görünmektedir. Çok yakın bir gelecekte, içtimaî coğrafyada ciddî değişikliklerin olacağını uzak görmemek lâzım. Evet, insanlığın düşünce dünyasında bir kısım değişiklikler olacaktır. Ancak, bunu, şahsiyetli, özüyle bütünleşmiş insanlar yapacaktır; kendi işinin altında kalıp ezilmiş, bu türlü meseleleri, bulacağı boş vakitlere bırakmış, tutarsız, yetersiz insanlar değil…

Bir başka zaman arz ettiğim gibi, başlarını mezardan kaldırıp, mezar taşlarının arasından size bakanlar, “İşte bunlar onlardır.” dedikleri zaman, siz hak ve hakikati lâyıkıyla temsil ediyorsunuz ve işiniz tamam; bâtılın, demagojinin ve muğalatanın da işi bitmiş demektir. Evet, işte o zaman dünyaya kendinizi ifade edebilirsiniz.

Diyanet: Dindarlık.
Dûn-himmet: Gayretsiz, himmetsiz.
Huzur-u Risaletpenâhî: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuru, meclisi.
Hüsün-kubuh: İyilik-kötülük.
Kiyaset-dirayet: İncelikleri kavrama, kuvvetli zekâ. Beceriklilik. İrtikâp etme: Kötü bir fiilde bulunma, yanlış bir şey yapma. Mâşerî vicdan: Kamuoyu.
Mehip: Heybetli, ihtişamlı.
Muaheze: Hesaba çekilme, sorgulanma.
Münavebeten: Sırayla, nöbetleşerek.

[1] İsrâ sûresi, 17/15.
[2] el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. 127; Fahru’l-İslâm el-Pezdevî, el-Usûl, 4/ 1350-1351; el-İsferâyinî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 170-171; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’ddin, s. 24-25; en-Nesefî, Bahru’l-kelâm, s. 8; Tâcuddin es-Subkî, Cem’u’l-cevâmi’, 1/61-63; es-Suyûtî, Mesâliku’l-hünefâ fî vâlideyi’l-Mustafa, s. 1-2, 12-13, 16-18.
[3] Pezdevî, Usûlü’d-dîn, s. 207; Fahru’l-İslâm el-Pezdevî, el-Usûl, 4/1349-1350; Nesefî, Tebsiretü’l-edille, 1/453-457; İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, s. 165-166; Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 74-82.
[4] el-Âlûsî, Ruhu’l-meânî, 26/62; İbn Kayyim el-Cevzî, Zâdul-mesîr, 1/362.
[5] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; ta’bir 1; Müslim, iman 252; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/312; 4/198; 6/ 223, 233.
[6] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/115.
[7] İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih, 4/106, 562.
[8] Şiblî Nu’manî (terc: Talip Yaşar Alp), Bütün Yönleriyle Hz Ömer ve Devlet İdaresi, 1/212-214; T.W., Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 95-98.
[9] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 4/106.

Hazreti Hasan ve Hazreti Muaviye (radıyallâhu anhüma) Varken Ömer İbn Abdülaziz’in Beşinci Halife Sayılmasının Hikmetini Açıklar mısınız?

Bu meseleyi zannediyorum, şimdiye kadar kelâmcılar dahi mevzu etmemişlerdir. Ama, kafaya takılan bir soru olması itibarıyla arz etmeye çalı ayım. Raşid Halifeler Efendilerimiz dört tanedir. Bu hususta herkes ittifak hâlindedir. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (radıyallâhu anhüm). Bunlar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en eşref, en ecmel, en ekmel, en ekber halifeleridir. Raşid Halifelerden sonra idare, Benî Ümeyye’nin eline geçti ve az sonra da, büyük ölçüde Müslümanlar arasında safvet ve samimiyetle beraber, hilâfet ruhu da sarsıldı. Devlet, kısmen saltanata dönüştü; sarayları lüks ve debdebe sardı. Vasat, zayıf ruhlarda zaafların ortaya çıkmasına müsait hâle geldi. Bununla beraber Emevîler bütün bütün boş ve yoz kimseler değildi. İçlerinde Kitab’a ve Sünnet’e vukufu olan pek çok büyük insan vardı. Ama aile olarak artık bozulmaya yüz tutmuştu. Derken böyle bir aile içinde, yani diken tarlasına benzer bir yerde, Ömer İbn Abdülaziz gibi Raşid Halifelerle at başı gidecek nadideler nadidesi bir gül yetişti. Ömer’i zirvelere ulaştıran hususların başında, onun bir hamlede cismanî arzuları aşarak bedenin yerine ruhu, nefsin yerine gönlü yerleştirip her işinde Resûlullah’ın yolunu ve Allah’ın rızasını araştırması gelir.

Bu mesele çok kolay değildi, hele onun için asla. Zira o, sarayda debdebe ve ihtişam içinde yaşıyor, her gün ava çıkıyor, sahip olduğu bol imkânlarla meşru dairede de olsa yiyor, içiyor ve zevk ediyor… Asr-ı Saadet insanından -takriben- yüz sene uzaklaşmış, ondan uzaklaşmakla kendilerini var eden dinamiklerden de uzaklaşmış bir toplum, bir aile içinde ve sarayın olanca imkânlarına sahip birisinin başka türlü olması da çok zordu. Tam bu esnada amcası Süleyman, vefat ederken oğlunu tavsiye edeceğine, bazılarının ısrarıyla, ana tarafından Hazreti Ömer Efendimiz’in torunu olan yeğeni Ömer İbn Abdülaziz’i tavsiye etmişti. Halk da kabullenip, biatta bulunmuşlardı. Kendisine hilâfet vazifesi tevdi edildiği gün, hemen birdenbire kendine gelip ruhuna dönen Ömer, tepeden tırnağa değişivermişti. Artık bu Ömer, o eski Ömer değildi. Ömer, o günden itibaren yeniden ilk halifeler dönemini ihyaya çalışır. Fenalıklarla yaka-paça olur. İyiliklere doğru yollar vurur; hayra, hasenata giden yolları kolaylaştırır. Haksızlıkları önler, zulme karşı ilân-ı harp eder. Hanımının boynundaki gerdanlık için, ganimetten gelmiştir mülâhazasıyla “Bana yaraşmaz.” der, devlet hazinesine gönderir. Şüphelendiği şahsî servetini “Beytülmal”e devreder, bir eski hırka sırtına geçirir ve devletin başına geçer… [1]

O günkü devletin sınırları, Aral Gölü, Mâveraünnehir, Afganistan ve Batı Türkistan’ı; Taşkentleri, Buhâraları, Semerkantları.. Batı Afrika’da, Cebel-i Tarıkları, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Suriye ve Libyaları içine alıp Anadolu yakasına uzanıyordu. Ve Ömer de bu devletin reisiydi… Evet, Arap Yarımadası bütünüyle fethedilmiş, Basra Körfezi memleketleri İslâm hâkimiyeti altına alınmış, bugünkü Türkiye kadar kırk bir devletin hâkim olduğu sahada tek hâkim, daha doğrusu, bu yerlerde Allah’ın biricik halifesiydi. Ve Ömer o devirde insanların en fakiriydi…

Muhaddisîn-i kiram derler ki: “Mü’minler zekât ve sadaka verecek insan bulamazlardı.” ki, Muhbir-i Sadık bunu aynen haber vermişti: “Bir gün elinizde zekât, dolaşacaksınız, fakat verecek kimse bulamayacaksınız.” [2] Yani herkes zengin olacak demektir ki, Ömer İbn Abdülaziz devrinde bunların hepsi görülmüştü. [3] İşte o böyle bir devletin başına geçmişti… İki sene küsur ay bu devleti idare eder, ama; senelerce yaşamış gibi, semereli olur. Daha sonra Endülüs’e kadar uzanacak o devletin her yönünde ıslahat yapar. O güne kadar Raşid Halife Efendilerimiz hakkındaki bütün yanlış telakkile ri izale eder. Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) muallâ mevkiini ilân eder. O güne kadar bir kısım kimselerin hutbelerindeki saygısızlığına son verir ve bugün dahi hutbelerimizde okuduğumuz, “Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşâdan (edepsizlikten), münkerden (fenalık) ve bağy (azgınlık)tan men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.” [4] âyetiyle, adaletsizliğe, fuhşa, ahlâksızlığa, taşkınlığa karşı göğsünü siper eder; istikametli düşünür, âbidâne, zâhidâne bir hayat yaşar.

İşte, Ömer İbn Abdülaziz’in içinde bulunduğu şartlar, hiç de böyle yaşamasına müsait olmadığı hâlde, böyle yaşaması, hem de o günkü Emevîler’de hayat anlayışı çok değişik olmasına rağmen bu kadar duru, bu kadar arızasız, bu kadar pürüzsüz ve tıpkı ilk halifeler gibi bir sîrete sahip olması, onu Asr-ı Saadet insanı seviyesine ulaştırmıştır. Bu itibarladır ki, daha sonradan gelen bazı kimseler ona haklı olarak müceddit demişlerdir ve dört halifeden sonra eğer bir beşincisi bahis mevzuu ise, onun Ömer İbn Abdülaziz olacağını söylemişlerdir. Yani Dört Halife’den sonra ille de bir beşincisi bahis mevzuu ise o mutlaka Ömer İbn Abdülaziz’dir, demişlerdir. [5]

Ama Ömer İbn Abdülaziz’i, Seyyidina Hazreti Hasan’a tercih etme, Hazreti Muaviye’ye tercih etme meselesine gelince, bu bizim muvazene, mukayese imkân ve iktidarımızı aşan bir mevzudur. Bu mevzuda Hasan Basrî (radıyallâhu anh) ki, -tâbiînin imamlarından ve çocukken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zevcelerinden birinin kucağında oturma şerefine eren birisidir- kendisine Ömer İbn Abdülaziz’le Hz. Vahşi’nin (radıyallâhu anh) derece ve mertebeleri sorulunca, umumî fazilet açısından, yani Allah’ın Resûlü’nü görüp bizzat feyiz alma bakımından “Ömer İbn Abdülaziz ancak Vahşi’nin atının burnunda bir toz olabilir.” [6] demiştir. Çünkü Vahşi, sahabi idi. Ömer İbn Abdülaziz sahabi değildi. Hususî bir kısım meziyetleriyle Ömer çok ileride olabilir. Yoksa mutlak fazilet sahabeye aittir. Hususî bir veya birkaç fazilette, mercuh kendisine tereccüh edenlere tereccüh edebilir; ama mutlak fazilette râcih râcihtir. [7]

Şimdi durum böyle olunca, onu Hazreti Hasan Efendimiz ve Hazreti Muaviye ile mukayese yapmamız mümkün değildir. Hem onların aralarındaki derecelerin muhakeme, muhasebe, takdir ve kritiğini yapmak bize düşmez. Onlar o kadar muallâdırlar ki, Efendimiz’in Sema-i Risaletinde boy atmış, ser çekmiş, değişik gıda almış, değişik buudlarda gelişmiş, tıpkı Cennet varlıklarını hatırlatırlar. Belki pek çoğu itibarıyla melekler seviyesine ulaşmışlardır. Biz onlar hakkında şöyle veya böyle bir hüküm verdiğimiz zaman, ihtimal, Huzur-u Rabbi’l-Âleminde çok mahcup oluruz. Bu, tıpkı bir mahkemenin kapısında kapıcılık dahi yapamayacak kimselerin, o mahkemenin hâkimliğine tenezzül etmeyen kimseleri tenkidine benzer ki, bu ne müthiş utandırıcı bir şeydir! Binaenaleyh, bizler hem dilimizi hem de kalbimizi korur, hepsine karşı derin bir saygı ve hürmet hissiyle iki büklüm olur, bizi kapıkulu kabul etmelerini dileriz!..

Beytülmal: Devlet hazinesi.
Mercuh: Tercih edilmemiş, başka bir şeyin kendisine üstün tutulduğu şey.
Safvet: Sâfilik, temizlik, pâklık, iç duruluğu.
Râcih: Üstün, tercih durumunda daha ağır basan.
Sîret: İç yapı, karakter.
Tereccüh: Üstün gelme, ağır basma.

[1] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ, 5/345, 393; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 5/257, 258; Kutub, Seyyid, İslâm’da Sosyal Adalet, s. 331-332.
[2] Buhârî, menâkıp 25.
[3] Bkz.: İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzib, 7/478; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 9/225.
[4] Nahl sûresi, 16/90.
[5] es-Suyûtî, Tarihu’l-hulefâ, s. 228; el-Azimâbâdî, Avnu’l-Ma’bud, 12/383. Ayrıca bkz.: el-Aynî, Umdetü’l-kârî, 1/113.
[6] İmam Rabbânî, el-Mektubat, 1/70 (58. Mektup).
[7] Ali el-Kârî, Şerhu Kitabi’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 206.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri'nin "eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye" İsimli Eserindeki İşaretleri Hakikatlerle Ne Ölçüde Telif Edilebilir?

Bu kitabın matbuunu bilmiyorum. El yazması birkaç kütüphanede var zannediyorum. Bunlardan biri de Edirne’de Selimiye Kütüphanesi’ndedir. eş-Şeceretü’n Nu’mâniyye gibi hemen çok eserlerinde Hazreti Muhyiddin, o gaybbîn gözüyle bazı hakikatleri keşfedebilmesi, bazı gaybî haberler verebilmesi Allah’ın ihsanı olan ilham esintileriyle, hâlihazırdaki durumu apaydınlık gördüğü gibi, Allah’ın lütfuyla, geçmişi-geleceği de önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık-kapalı tevillerde bulunan bir meşrebin kutbu ve harika bir zattır. Bu arada, onun geleceğe ait hâdiselerden bahsetmesi, meselâ, falan tarihte şöyle bir şey, filan tarihte şöyle bir şey ve filan tarihte de şöyle bir şey… olacak demesi, onda, oldukça açık ve herkesten farklıdır. Vâkıa, birçok Hak dostu, Allah’ın emri ve izniyle, benzeri şeyler yapmışlardır ama, onun kadar açık ve ileri değillerdir.

Hazreti Muhyiddin bu mevzuda ilk olmadığı gibi, son da değildir. Ondan sonra da birçokları aynı şekilde ve aynı istikamette bazı şeylerden haber vermişlerdir. Daha ötede Üstad-ı Küll, Rehber-i Ekmel Efendimiz, geçmiş ve gelecekle alâkalı bu türlü şeylerden haber vermektedir. Evet o Sultanlar Sultanı, kıyamete kadar zuhur edecek hâdiseleri, âdeta bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetinin enzarına arz ve takdim buyurmuşlardır ki, bunların bir kısmı açıktır, sarihtir, tevile lüzum hâsıl olmayacak kadar vâzıhtır. Bir kısmı ise, Kur’ân’ın müteşabihatı nev’inden ancak, tevile, tefsire tâbi tutulunca hakikatlerine vâkıf olunabilmektedir. Hele bir kısmı var ki onlar sadece ehl-i tahkikin anlayabileceği mahiyettedir…

Daha sonra, ehlullahın, bu mevzudaki istihraçları ise, yani bir kısım hükümler çıkararak, bize ait aydınlatıcı bir kısım şeylerden haber vermeleri ya Kur’ân’a dayandırılır, ya Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet’ine ya da doğrudan doğruya mişkât-ı nübüvvetin vesâyâsı altında, kendi gönüllerine esip gelen ilhamlara… İşte bu sayede Hak erleri, bir kısım hakikatlere nigehbân olur. Sonra da hususî bir dil kullanarak onları başkalarına anlatırlar. Ancak bu türlü hakikatleri ortaya atan hakikat erleri, Hak’la fevkalâde bir münasebet içinde bulundukları gibi, iddia ve tefahürden de fevkalâde uzaktırlar. Bin bir harika şeyler ortaya döker, bin bir gizli mesaj sunarlar ama kat’iyen iddiaya sapmazlar. Hepsinin de dilinden düşürmediği tek şey, “İşin doğrusunu Allah bilir.” kelimesidir. Temelde bu anlayış olunca, yani her şeyi bildiren ve işin temelini, nüvesini lütfeden Allah olunca, bu türlü ihbarlara karşı itiraz, sırf itiraz etmek için itiraz olur ki, her biri nefsin ayrı bir hırıltısı olan bu kabîl mırıldanmaların hiçbir ilmî kıymeti yoktur.

“Vahy-i metluv” olan Kur’ân’dan başka, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), dellâlı bulunduğu diğer iki mübarek kaynak daha vardı: Kudsî hadisler ve onların dışındaki söz ve beyanları. Bunlar vahiy ve ilhamın hangi derecesinden gelirse gelsin, ilâhî kaynaklıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Arab’ın efsahı olarak, maksatlarını en güzel anlatanlar arasında, harika bir üslûpla anlatan bir insan olarak, kalbine vahyolunan şeyleri, ruhundaki esintileri, en güzel kelime ve kalıplar içinde dile getirmiş, o esintileri en iyi şekilde değerlendirmiş ve bize intikal ettirmiştir. Şimdi bir veli, her şeyi, üstadı sayılan Hâce-i Kâinat’a dayandırıyor ve O’nun ilm-i ledünnî deryasından bir şeyler çıkarıyorsa, bunu yadırgayıp istiğrap edecek ne var?..

Bazen bir velinin nazarına, uzaktan bir kısım hakikatler gösterilir. Bunlar dün olduğu gibi bugün de olabilir. Veli bazen mesafeyi ayarlayamaz ve hakikati olduğu gibi tespit edemez. Bazen herhangi bir hâdiseyi sembol hâlinde görür ve teviline muttali olamaz; olamaz da kendine göre tevil yapar. Yaparken de hatasız bir tevil yaptığını zanneder. Hâlbuki maksad-ı ilâhî başkadır, onların yaptıkları teviller başka… Tıpkı, insanın gördüğü rüyaları gibi… Meselâ, siz rüyada altın-gümüş görür ve zannedersiniz ki, Cenâb-ı Hak bugün size tatlı bir lütufta bulunacak veya maddî ve mânevî istifade edecek ve bir şeye mazhar olacaksınız… Hâlbuki, altın ve gümüşün mânâsı hevâ-yı nefis ve nefs-i emmare bakımından kuvvet kazanma demektir… Keza görseniz ki, Hazreti Cebrâil, hanenizin penceresinden içeriye giriyor, siz zannedersiniz ki, ruh-u emîn ve ruh-u metîn hanemize girdiğine göre, evimizde ilâhî esintilerden bir şey olacak. Hâlbuki âlem-i misalde böyle bir vak’a ile sembolize edilen hakikatin mânâsı o evden yüce ruhlu birisinin vefat edip gitmesi demektir. Keza birisi rüyasında, uygun olmayacak şekilde, herhangi bir insanla buluştuğunu görür. Günaha girdiğini ve gireceğini zanneder. Oysaki, bunun mânâ ve tevili, öteki insana yardımı dokunması şeklindedir. Böyle bir vak’a aynen Harun Reşid’in hanımı Hazreti Zübeyde için bahis mevzuudur. Bu mübarek kadın, rüyasında görür ki, Bağdat halkı gelip bununla temas ediyorlar. İffetine, namusuna fevkalâde düşkün olan Zübeyde Hatun titrer ve ürperir. Sonra da bir tabirciye sorar. Tabirci ona “Sultanım, öyle bir hayır yapacaksın ki, bütün insanlık âlemi ondan istifade edecek.” der. Neden sonra Zübeyde Hatun, Harem-i Şerif’e su getirme lütfuna mazhar olur.

Şimdi veli, misal âleminden hakâik adına aldığı sembollerin gerçek mânâlarını bilmiyorsa, onları tevil edecek ve belki bazılarında da yanılacaktır. Nüve ve çekirdek itibarıyla velinin bahsettiğiyle, nefsü’l-emirdeki hakikat arasında fark yoktur. Fark, icmal ve tafsilde, bizim dilimizle sembollerin dilinin farklılığındadır. Bu farklılığı ortadan kaldırıp, insanlara yanıltmayan mesajlar sunmak sadece peygamberler ve onların has vârislerine müyesser olmuştur. Peygamberler yanılmazlar, yanılırlarsa Allah hemen düzeltir. Zira, kitlelere imam olduklarından, onların yanılmaları kendilerine münhasır kalmaz; arkalarındakileri de yanıltır. Onların her şeyi objektif ve bütün insanlığı kucaklayıcı, içine alıcı mahiyettedir.

İşte Hazreti Muhyiddin’in, eğer Kur’ân, eğer Sünnet, eğerse kendi ilhamlarına dayanıp söylediği şeyler haktır. Ancak kendisine sembollerle anlatılan, mesleği, meşrebi, vazifesi ve devri itibarıyla, teviline kapalı olduğu bir kısım meselelerde, Sünnet’e muhalif beyanlarda bulunmuştur ki, İmam Şârânî, Molla Câmi gibi ehl-i tahkik, mâkul tevillerle, Hazretin anlatmak istediklerini anlatmaya çalışmışlardır.

Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye’deki meselelere gelince, bunların bir kısmı zuhur etmiş bir kısmı da Allah dilerse zuhur edecektir. Meselâ, Hazreti Muhyiddin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan evvel yaşadığı, hatta Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri’nden daha yaşlı yani Selçukî döneminde yaşadığı hâlde, Osmanlı dönemine ve daha sonralara ait bir kısım vukuatı açık-kapalı haber vermiştir. Hazreti Muhyiddin’in mezarı, Yavuz Sultan Selim Hazretleri zamanında bulunur ve ortaya çıkartılır. Ona ait olduğu söylenen şu söz, çok şâyân-ı dikkattir. “Sin şın’a girince Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar.” Yani “Sin” Selim, “Şın” Şam’a girince, Muhyiddin’in kabri belli olur ve saygıdeğer yerini alır. Şimdi o, Cenâb-ı Hak’tan gelen esintiler ve ilâhî tayflara dayanarak bunları söylüyor. Kendinden değil, zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah’a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun melekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhanîler seviyesinde bir letâfet vermiş. Bu letâfet sayesinde, eşyanın hakikatine, hatta geçmiş ve gelecek zamanlara nüfuz ile geçmişteki müphem vak’alardan, gelecekteki meçhul hâdiselerden, meselâ Devlet-i Âliye’nin kuruluş ve gelişmesinden, bir kısım tarih çapındaki önemli vak’alardan; meselâ 4. Murad’ın altı ayda Revan’a gidip Revan’ı fethedeceğinden ve benzeri daha bir sürü şeyden bahsetmektedir. Bu arada Edison’u hayret ve takdirlere sevk eden “Fütûhât”taki elektrik bahsi de zikredilmeye değer kerametlerdendir.

Aslında, Muhyiddin bu mevzuda yalnız değildir. Meselâ, Bitlisli Müştak Dede, Cumhuriyet’ten takriben yüz sene evvel, İstanbul’a bedel pâyitahtın Ankara’ya intikal edeceğini söylemiştir[1] ki, gazeteler yazdı. Ancak Muhyiddin bu mevzuda kutup gibidir.

Bütün bunlarla beraber, bu büyük zevâtın muttali oldukları hakikatler değişmez değildir. Allah, her şeyi değiştirdiği gibi onların da görüp, duyup bilebildikleri şeyleri değiştirebilir. Zira O, eli kolu bağlı -hâşâ- âtıl bir varlık değildir. “Her an O ayrı bir şe’ndedir.” (Rahmân sûresi, 55/29.) Her an insanın başını döndürücü ayrı bir icraatta bulunur. Binaenaleyh, Allah (celle celâluhu) “Levh-i Mahv ve İsbat”ta, yani, bizim göremeyeceğimiz buuddaki tabloları da tıpkı gördüğümüz her şeyi değiştirdiği gibi değiştirir; başka türlü yazar. Dilediğini mahveder, dilediğini tesbit buyurur. Ana Kitab’a gelince, o ilm-i ilâhîdir; kader de zaten ilm-i ilâhînin bir unvanıdır. Hazreti Muhyiddin de buraya ıttılâı nispetinde ne söylemişse hak söylemiştir. Hakka uymayan bazı şeyler varsa, ya o tevilini anlamamış veya o hakikatin henüz vakti gelmemiş; yahut biz, Hazreti Muhyiddin’in beyanını anlamıyoruz demektir.

Hâce-i Kâinat: Varlığın mürşidi, rehberi Hz. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm).
İlm-i ledün: Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler ilmi.
İstiğrap etmek: Yadırgamak.
Müteşabihat: Birden fazla anlamı mümkün olan, gerçek mânâsının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazî ifadeler.
Vahy-i metluv: Kelimeleri de, mânâları da Allah tarafından bildirilen vahiy.

[1] Me’vâ-yı Nâzenîn”e kim “elf” olursa efser,
    Lâbüd, olur o “me’vâ”, İslâmbol ile hemser.

   “Nûn ve’l-kalem” başından alınsa “Nûn-u Yûnus”,
   Aldıkta harf-i dîger, olur bu remz azhar.

   Miftâh-ı sûre-i “Kâf”, serhadd-i Kâf ta Kâf,
   Munzam olunmak ister “Râ-yi Resûl” Peygamber.

   “Hâ-yi Hû” ile âhir, maksûd oldu zâhir;
   Beyt-i Veliyy-i Ekrem; Elhâc İyd-ı Ekber.

   Ey Pâdişâh-ı Fahhâm: Sultan Hacı Bayram!
   Rûhanî ister ikram “Müştak” abd-i çâker.

Birinci beytin mânâsı şudur: (Bir zaman gelecektir ki, isminin başında “elif” harfi bulunan bir şehir, İstanbul ile arkadaş, yani onun gibi hükümet merkezi olacaktır.) Bu beyitte, aynı zamanda, o şehrin ne zaman hükümet merkezi olacağı da “Ebced” hesabıyla bildirilmiştir: “Elf” kelimesi, Arapça’da “1000” rakamını ifade etmektedir. Buna birinci mısranın sonundaki “efser” kelimesinin eski harflerle yazılışının Ebced hesabıyla tutarı olan 341 de ilâve edilirse 1341 eder. Hicrî 1341 yılı, milâdî 1923 yılına rastladığına göre bu tarih, Cumhuriyet’in ilânını ve dolayısıyla de Ankara’nın başşehir oluş yılını gösterir.

Eski harflerle Ankara kelimesinin harflerinin mecmuu beştir; “Müştak Baba”nın gazeli de beş beyittir. Gazelde, o şehrin ilk harfinin “elif = a”; ikinci harfinin “Nûn ve’l-kalem” âyetinin başından alınan “nûn = n”; üçüncü harfinin (Kâf) sûresinin anahtarı, yani ilk harfi olan “kâf = k”; dördüncü harfinin , “Resûl” kelimesinin ilk harfı olan “ra = r”; beşinci harfinin ise, “Hû” kelimesindeki “hâ = a” harfi olduğu bildirilmektedir ki, bu harfler sırasıyla toplanırsa (Ankara) kelimesi meydana çıkmış olur. Sondan bir evvelki beyitte, bu şehirde Hacı Bayram Velî’nin türbesi bulunduğuna dair işaret de vardır.

İslâmiyet'in Kısa Zamanda Yayılmasının, 1300 Sene Gibi Uzun Zaman Yahudi ve Hristiyan Dünyası Tarafından Mağlup Edilemeyişinin Sebepleri Nelerdir?

“Müslüman” kelimesi, Türkçe’mize Farsça’dan geçmiş bir kelimedir. “Müslim” kelimesini acemler, kendilerine göre cemileştirmek için “-an” harflerini ilave etmiş, “Müslüman” demişlerdir. Biz de öyle kullanıyoruz.

İslâm ve îmân kelimeleri üzerine farklı farklı mütalâalar yürütülmüştür; ama biz burada o husustaki nüanslara girmeyeceğiz. İslâm’ı îmânla beraber ifade edecek olursak, Müslüman Allah’a ve inanılması gereken esaslara, hem de aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış ve Allah’a teslim olmuş insandır. Yani Müslüman, Cenab-ı Hakk’ın ona şahsî, ailevî, içtimaî hayatını düzenlemesi adına ne kadar emirleri varsa, hepsini yürekten samimiyetle, ihlasla temsil eden insandır. Bazı devirlerde, Müslümanlar İslâmiyet’i, elifinden ye-sine kadar temsil etme fırsatını bulamamış olabilirler, onu temsil aşk ve iştiyakıyla yanar, onu yaşama arzusuyla kıvranıp dururlarsa, inşaallah mes’ûl olmazlar ve muâheze de edilmezler. Zira bir kere boyunduruk yere konmuştur. Bir hamlede onu kaldırıp yerine koymak mümkün değildir. Düşünce, plan, azim ve karar yeter.. evet eğer onlar, fevkalâde bir iştiyak ve cinnet derecesinde bir arzuyla bu işin arkasına düşmüş ve ölesiye onu takip ediyorlarsa mesûliyetten kurtulurlar. Zaten mesûliyetten kurtulmak içinde, ya İslâm’ı bütünüyle yaşamak ya da yaşamak arzu ve iştiyakıyla yanıp-yakılmak şarttır.

Aksi davranış ise, hem dünya hem de âhiret mesûliyetini kaçınılmaz kılacaktır. Dünyada hep zillet çekecekler; zira İslâm’dan kopuk yaşamaları onları içtimaî, iktisadî, ticarî ve askerî hayata ait bütün saha ve ünitelerde küfrün sultası altında kalmaya mahkum edecektir. İlim ve teknik planda da mağlup düşeceklerdir. Ahirette ise, bunun hesabını verecek ve orada can yakıcı bir azapla karşılaşacaklardır.

Belki 1300 sene değil ama, en az 1000 sene Müslümanlar, mânevî helezonlarla hep yükselişten yükselişe sıçradı ve baş döndürücü zirvelerde dolaştılar. Bilhassa Raşid Halifeler devrinde bu yükseliş, adetâ semavî bir keyfiyet kazanmıştı. Zaten Allah Resûlü de, bu gül devriyle alâkalı şöyle buyuruyorlardı:

İslâm ordusu bir beldeye gelir ve oranın ahalisi, “Sizin içinizde peygamberi gören var mı?” diye sorar. Eğer “Evet, var.” denilirse kapılar ardına kadar açılır.

“Sonra bu soru “Allah Rasûlünü görenleri gören var mı? ” şeklinde de sorulabilir. Yine “Evet, var” denirse kapılar ardına kadar açılır.

“Daha sonra ise “Sahabeyi görenleri, yani tabiini gören var mı?” diye sorulur. Cevap “Evet, var” olursa, yine kapılar açılır ve fetihler sürer gider.

Zaten başka bir hadiste Efendimiz bu üç devreyi en hayırlı devreler olarak vasıflandırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“En hayırlı nesil benim içinde bulunduğum nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenleri takip edenlerdir.”

İslâmi geçmişimize bakınca bütün tarihi vak’aların, Efendimiz’in bu ifadelerini doğruladığını görürüz.

Râşid Halifeler devri bütünüyle 30 senedir. Bununla beraber daha Hz. Osman döneminde Müslümanlar dünyanın dört bir yanına yayılmışlardı. Bir taraftan Erzurum’a kadar varmış, diğer taraftan da Aral gölüne uzanmışlardı. Halbuki o devirde ihtilaflar doruk noktadaydı. Buna rağmen, cihad ruhu onlarda devamlı hamle şuurunu besliyordu. O dönemde Afrika, bir baştan bir başa fethedildi. Ukbe b. Nâfi, oraya giren ilk Müslüman kumandan olarak, koca Afrika’nın fethini kendi hayatının günlerine sıkıştırabilmişti. Vefat ettiği zaman 50 yaşındaydı. Bu elli senelik dar zaman dilimi içinde bir baştan bir başa bütün Berberilere sözünü dinletmiş, o günkü Arapların karanlık deniz dedikleri Atlas Okyanusuna dayanmış ve atını yarı beline kadar suyun içine sürüp yeryüzünde ideal bir insanın söyleyebileceği en güzel sözü söylemişti: “Allah’ım bu karanlık deniz karşıma çıkmasaydı, Senin adını denizler aşırı ötelere de götürecektim.” Onların transatlantikleri, uçak gemileri, hatta fırtınalı zamanlarda, denizlerde yüzecek vapurları da yoktu. Bu uzak ülkelere atın, devenin sırtında taşınıyor, deniz aşırı ülkelere de sallarla ulaşmaya çalışıyorlardı. Buna rağmen dünyanın dört bir bucağında hem de çok kısa zamanda at oynatabilmişlerdi. Meseleyi riyazî olarak arz etmek icab ederse, dört Halife döneminde İslâm adına, gönüllerin fethedilmesini hedef alan fütuhat, daha sonra ki bütün Emevî, Abbasî, Selçukî ve Osmanlı dönemlerinde fethedilen yerlere denk idi, belki daha da fazladır.

Kaderin mahrem bir sırrıdır ki, bugün dünyanın dört bir yanında, nerede Müslüman varsa, orası mutlaka Sahabi döneminde fethedilen yerlerdir. Endülüs, 8 asır Müslümanların elinde kalmış olmasına rağmen, göz doldurur bir şey bulmak çok zordur. Fakat Türkistan’da, Dağıstan’da, Mengücistan’da, Özbekistan’da hâlâ camiler, medreseler vardır. Çünkü buralar Sahabe tarafından fethedilmiştir. Aynı zamanda buralar, Buhari’den, Müslim’e, Müslim’den Tirmizi’ye, ondan İbn-i Sîna’ya, Fârâbi’ye kadar hem ilim sahasında hem de sahasında en muhteşem sîmaları yetiştiren yerlerdir. İslâm buralarda hakkıyla yaşanmıştır.

Şimdi, ihlasla temeli atılmış, samimiyetle tohumu saçılmış ve harcında Sahabenin kanı olan bu yerler inşaallah bir gün yeniden İslâm’ın “yed-i beyza”sına teslim olacaktır. Evet, milletçe, bu eski ülkelerde yeniden varlığımızı hissettireceğimiz günleri bekliyoruz. Ve inanıyoruz ki, gün gelecek oralarda kaybolan İslâmi hava, İslâmi ruh ve şuur mevce mevce yeniden dalgalanacaktır. Bu ayrı bir fasıldır ve aynı zamanda bizim de bam telimizdir. Şimdilik bu konuya bir nokta koyup geçiyor ve sadede dönüyoruz.

Sahabi çok kısa bir zaman içinde cihanı fethe muvaffak olduysa her halde bunun kendine göre bir hesabı ve değerlendirmesi vardır. Sahabi ki, teker teker hepsi, İslâm davasını birer mecnûnu idiler. Evet, dıştan ve zâhiri gözle bakanlar onlara deli derdi. Çünkü onların yaptıkları aklı durdurup, hayali donduracak çapta şeylerdi.

Hz.Ali, Allah Rasûlü hicret esnasında Mekke’den ayrılırken O’nun yatağına yatmıştı. Bu, kılıç darbeleri altında paramparça olmayı baştan kabulleniş demekti. Müşrikler elleri havada kaldılar. Zira yataktaki Efendimiz değil, Hz.Ali’ydi. Ellerinin havada kalması ise hayrettendi. Bu işe akıl erdirememiş ve donup kalmışlardı. 17 yaşındaki bir genç, nasıl olur da hayatını hiçe sayarak böyle bir fedakarlık yapardı? Ebu Cehil dahil bütün Mekke müşrikleri küçük dillerini yutmuşlardı. Ve, yine Ebu Cehil, Abdullah İbni Cahş’ın damının üzerine çıkıyor, içerde koyunların melemesini, kedilerin miyavlamasını duyuyor ve dehşetten dehşete düşüyordu. Çünkü evde insan adına hiç kimse kalmamıştı. Dostun kendisi Medine’ye gidince, herkes de arkadan koşup gitmişti. Ebu Cehil, Hz.Abbas’a hitaben: “Hayret! Bu senin yeğenin, aramıza öyle bir iftirak attı ki, bunu ne izah etmek ne de anlamak mümkündür!..” diyordu.

Yurt-yuva, mal-menal, evlad-u iyal her şey terk ediliyordu. Bunu müşrikler nasıl anlayabilirdi ki?

Evet, Hz.Ebu Bekir Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yanında hiç kimseyi götürmüyordu. Hanımını, babasını ve canı kadar sevdiği evlatlarını Mekke’de bırakıyor, öyle gidiyordu.

Hz.Osman, Allah Rasûlü’nün kerîmesi Hz.Rukiye validemizi dahi yanında götürememişti. O Rukiye ki, onun hanımıydı ve iki cihan Serveri’nin gözünün nuruydu. Bizden kime: “Rukiye için bir can lâzım” denseydi zannediyorum herkes bin canıyla onun imdadına koşardı. Fakat gel gör ki, bu Rukiye Mekke’de kalıyor ve Hz. Osman Medine’ye hicret ediyordu.

Bu dönem, Efendimiz’e sadakatla bağlanmaların dönemiydi. Gerçekten, onlar öyle sadakatla bağlandılar ki, Hudeybiye’de Sehl b. Amr, Efendimiz (sav) ile bir anlaşma akdedip Mekke’ye döndüğünde aynen şöyle dedi: “(Sehl henüz İslâm’a girmemişti. O İslamiyet’e en son girenlerdendir. Yumuşak, mülayim bir insandı. Orada Efendimiz’e (sav) karşı da hırçınca davranmamıştı. Allah’ın lütfûyla kalbinin yumuşaklığının mükafatını görmüş, daha sonra İslâm’ın nûruyla nurlanmış ve hayatının son senelerinde Efendimiz’in (sav) mübarek halkasına girmişti.) Beyhude uğraşmayın! Siz O’nunla başa çıkamazsınız. Ben Kisra’ların, kayserlerin saraylarında bulundum, her tebaanın büyüklerine karşı ihtiramına şahit oldum.Fakat benim bu Zât ve etrafındakilerde gördüğüm şeyi hiç bir yerde görmedim. Abdest alıyordu, uzuvlarından damlayan suların bir damlası bile yere düşmüyordu.. herkes ellerini tutuyor, ellerine damlayan damlacıkları yüzlerine gözlerine sürüyordu.” Evet, Sahabeler Efendimiz’e (sav) karşı o derece tazimkâr ve bağlılık içindeydiler! Halbuki Efendimiz kendisine ayağa kalkanlara şöyle diyordu: “Lâ tekumu kema tekumul eâcim” “Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu ama yine de kalkıyorlardı. Tevazu gösterdikçe büyüyor büyüyor ve başı meleklerin bulunduğu makamları dahi aşıyordu. Efendimiz’in Hz. Cibril’i görünce korktuğu rivayet edilmektedir. Vahyin bidayetinde öyle olmuştu. Fakat, bir Rasulûllah aşıkının dediği gibi “Eğer Cebrail (as) hakikat-ı Ahmediye’nin perde arkasını müşahede etseydi, kıyamete kadar bayılır kalır ve bir daha da kendine gelemezdi.” Efendimiz (sav) Allah ile irtibatının kuvveti nisbetinde daima büyüyordu. Ama her büyüme, onda katlanıp katlanıp daha derin tevazua bürünüyordu. Evet O kendisini insanlardan her hangi bir insan sayıyor, ondan öte muameleden de rahatsız oluyordu.

Bu dönem, Ashabın, Efendimiz (sav) ile kaynaşıp bütünleştiği dönemdi. Ruhları, gönülleri kalpleri ve kalıpları o kadar birbirine yaklaşmıştı ki, Efendimiz (sav) onlara “Kanınız kanım, canınız canım” yani “Siz Benim uğrumda öleceksiniz, Ben de sizin uğrunuzda” diyordu. Öyle bütünleşmişti. Bu sözler sadece onların gönlünü almak için söylenmiş sözler değildi. Aslında var olan böyle bir bütünleşmeye, (sav) tercüman oluyordu. Gün gelip de İslâm’ı neşir ve temsil için, dünyanın dört bir yanına hicret bahis mevzûu olunca, “niçin ve neden” demeden yukarıdan gelen emre uyup İran’a-Turan’a dağıldılar. İslâm uğrundaki bu hicretten sonra da, bir daha eski vatanlarına dönmeyi düşünmediler; düşünmek şöyle dursun; o samimi hicret niyetine gölge düşürme endişesiyle, eski yurtlarında ölüp, oraya gömülmek korkusuyla tir tir titrediler.

İşte Sa’d b. Ebi Vakkas Mekke’de sıtmaya tutulmuş ve tir tir titrerken, üzülüyor, teessür izhar ediyordu. Efendimiz (sav) “Niçin üzülüyorsun?” buyurunca da, “Ya Rasulallah! Hicret ettikten sonra Mekke’de öleceğim diye korkuyorum.!” cevabını veriyordu. Yani Senin böyle melekût kokan, mübarek ikliminde Medine’de ölmeyeceğim de burada öleceğim, bu yüzden de hicretim eksik olacak diye üzülüyorum. (Bu hâdise Buhari ve Müslim’de anlatılmaktadır.) Efendimiz (sav) Medine’ye yerleşip ve hep orada kalmayı düşündüğü için onlar da Medine’ye o kadar bağlılık duyuyorlardı. Aslında insan Medine’ye ne kadar bağlansa değer. Ve, onlar, Medine’ye değdiği kadar bağlıydılar ama, bir gün dünyanın dört bir yanına gidip İslâmiyet’i neşredeceklerine dâir emir sâdır olunca, hiçbiri en ufak bir tereddüt geçirmeden “evet” demişti. Onlar hakikatın delisiydi, delice İslâm hakikatına bağlanmışlardı. Leylâ’nın peşine düşen Mecnunun hali neyse, İslâm hakikatını cihana neşretme ve Allah’ın rızasını, Resûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda, onların hali de oydu. Evet, emir gelince hemen Tebük’e azmirah eden, Yemen’e koşan, Hadramut’a yönelen ve dünyanın dört bir bucağına, tebliğ için çıkan bu Hak sevdalıları cennete gidiyor gibi güle-oynaya gidiyorlardı.

Gün gelip de değişik imparatorluklar, İslâmiyet’in yayılışını engellemeye ve mücahitleri durdurmaya kalkınca; Müslümanlar da kılıca başvurma zorunda kalmışlardı. Zira onlar hakikatı neşredip cihanı aydınlatacaklardı.. hasımlar maddi güç ve kuvvetle karşılarına çıkınca, onlarda aynı silahı kullanma mecburiyetinde idiler.

Evet, şimdi tam maddi cihad zamanıydı. Kılıcını kapan meydana atıldı. Öldürdü veya öldürüldü. Fakat meydanı terk eden olmadı. Her cephede, kendilerinden beklenenin çok üstünde muvaffakiyetlerle gidip Çine-Maçine ulaştılar. Onlar hem toplum olarak hem de teker teker ferdler olarak destanlara mevzu insanlardı…

Allah Rasûlü hiç kimseden tâkatının fevkinde bir talepte bulunmuyordu. Bununla beraber sahabi her fırsatta tâkat sınırını zorluyor ve adetâ yükün altına biraz daha girebilmenin kavgasını veriyordu.

Hayber’e çıkılırken Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Allah Rasûlü onu, bu mazereti sebebiyle Medine’de bırakmak istedi. Ama Hz.Ali buna razı olmadı. Ve “Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bırakıyorsun ya Rasulallah!” dedi. Nitekim daha sonra Hayber O’nun eliyle fethedildi.

Ve bir defasında da Efendimiz (sav) Medine’den ayrılırken kendi yerine Hatice Validemizin akrabası olan Ümmü Mektum’u bırakmıştı. Demek ki ancak, böyleleri cihaddan geri kalabiliyordu. Gözleri görmüyordu, mazurdu. Hiçbir zaman cihada iştirak etmeyebilirdi, ama, Efendimiz’in (sav) vefatından sonra, kendisine “Senin gözlerin görmüyor, sen mazursun cihada gitmeyebilirsin” diye karşı koyan olmadığını değerlendirdi ve dünyanın dört bir yanına cihada gidenlerle beraber o da yola çıktı. Evet, İbn-i Ümmü Mektûm bir fırsat yakalamıştı. Kadiseye’ye ordu giderken, çok yaşlı olmasına rağmen o da orduya iştirak edecekti. Rivâyetlere göre o gün onu ordunun arka saflarında tutmak istemişlerdi de, bir yerde Sa’d b. Ebi Vakkas’ı (Ordunun kumandanını) yakalayıp şöyle dedi: “Muğire bin Şu’be benim Allah yolunda cihad etmeme mani olmak istiyor. Eğer Allah yolunda bugün benim ölmeme mani olursanız ben de sizin hepinizi Halife Ömer ‘e şikayet ederim.” Bakın şikayet mevzuuna! “Allah yolunda ölüp kanımla yunmama, yıkanmama mani olursanız sizi halifeye şikayet ederim.” “Ne istiyorsun?” diye soruyorlar. “Gözüm görmüyor ama, ordunun önünde sancağı ben tutmak istiyorum.” cevabını veriyor. İşte Allah yolunda ölme mevzuunda hem de cinnet derecesinde kendini ölümlere atan insanlar!..

Sanki Efendimiz’in olmayışını İbn-i Ümmü Mektûm büyük bir fırsat biliyordu. Zira Efendimiz hayatta olsaydı ona “Sen evinde otur” diyecekti. Halbuki şimdi ona böyle diyen ve diyecek olan yoktu. Onun için de çok seviniyor ve ordunun en ön saflarında cihada iştirak ediyordu.

Ebu Talha iyice yaşlanmış, güçten kuvvetten düşmüştü. Torunlarını çağırıyor “Kıbrıs fethedilecek. Bu sefere ben de katılmak istiyorum. Ama at üzerinde durmam mümkün değil. Onun için beni ata iyice bağlayın.” diyor. Torunları itiraz ediyor ve onun sefere katılmasına mani olmak istiyorlar. “Sen ihtiyarsın, yaşlısın, mazursun” diyorlar. O diretiyor “Kur’an genç-ihtiyar ayırmadan herkesi malıyla canıyla cihada davet ediyor. Ben bu emirleri mutlak mânâda anlıyorum.” cevabını veriyor. Nihayet söz dinletemiyor ve ata iyice bağlayarak onu da ordunun içine salıveriyorlar. Daha harbe iştirak etmeden, yolda vefat ediyor. Zaten o kadar uzun ve ağır yolculuğa dayanacak halde de değildi.. Ama, o, dünyada aradığını bulmuştu.. vefat ederken, herhalde: “Çok şükür Rabbim Sen’den istediğim bu şeyi de bana lûtfettin.” diyordu. Ve, Hz. Halid Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri, çok yaşlı olmasına rağmen, ta Yezid’in emir olduğu döneminde İstanbul kapılarına kadar geliyor. O, Efendimiz Medine’ye teşrif ettiğinde evliydi, çoluk çocuk sahibiydi. Hz. Muaviye dönemi ve Yezid’in kumandanlığı zamanına gelinceye kadar en az 40-50 sene geçmişti. Bütün bunlar nazara alınacak olursa o son savaşa iştirak ettiğinde en az 75-80 yaşlarındaydı. Bu yaştaki bir insan, yine torunları tarafından atın üzerine bindiriliyor.. ve at üzerinde tâ İstanbul önlerine kadar geliyor. Burada bir noktaya işarette fayda var: Söz konusu sahabeler ve benzerleri acaba neyin peşindeydiler? Onlar hakkında Kur’an ve hadislerde nice takdirkâr ifadeler mevcud du. Bizzat Cenab-ı Hak onlara Ensar veya Muhacir demiş ve tebcil etmişti. Onlar Tevrat ve İncil’de dahi vasf edilen insanlardı. Bununla beraber Allah Resûlü’nden bir söz duymuşlardı: “İstanbul mutlaka fethedilecektir” diye başlayan bu sözün sonunda da şöyle deniliyordu: “Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden ordu ne güzel ordu!” İşte onların bütün gayesi, Allah Rasûlü’nün ifadesindeki bu güzel orduda sade bir nefer olabilmek ve Allah hoşnutluğunu kazanmaktı. Bunca tehalüke katlanmalarının başka hiçbir sebebi yoktu. Allah Rasûlü İstanbul’u fethedecek ordunun Allah katında makbuliyetine işaret ediyor, onlar da böyle bir ordu içinde bulunmak için âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı.

Evet Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin derdi de buydu. O’nun için tâ Medine’den kalkmış ve İstanbul önlerine kadar gelmişti. Aylar, haftalar geçmiş fakat fetih müyesser olmamıştı. Şimdi ise O, yorgun ve bitkin bir halde ölümünü beklemekte. Herhalde bütün hastalığı süresince, en çok tekrar ettiği şey: “Fetihten ne haber?” sözüydü. Nihayet ölüm ruhunu sarınca, ordu kumandanı soruyor: “Ey Allah Peygamberinin Sahabesi, bir isteğin var mı, yerine getirelim?” Diyor ki: “Beni alın götürebildiğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkan varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul’u fethetmek için geldik, ama bana nasip değil. Ne var ki bir gün Efendimiz’in bu haberi mutlaka çıkacak ve bu müjdesi mutlaka tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanı başımdan geçen İslâm süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın hiç olmazsa o leventlerin seslerini duyayım.” Aradan 5-6 asır geçiyor, Cenab-ı Hak o muştuyu, yağız Türk Levendi 22 yaşındaki Hz. Fatih’e nasip ve müyesser ediyor. Çağ açma-kapama, Nebinin iltifatına mazhar olma, Avrupa’ya açılacak Hayber kapısı gibi demir kapıyı kırma ve Muhammedî ruhu tastamam temsil etme, kaderin tatlı cilvesi ona nasip oluyor. Allah’ın takdiri ya; adı bile Mehmet, yani Muhammed Fatih olmuştur. Evet O, Muhammedîliği adetâ bir Mehdi mahiyetinde temsil etmiştir. Eba Eyyûb-el Ensarî Hazretlerinin duyduğu nâra, Fatih’in nârası ve takdirle karşılayıp “Hoş geldiniz” dediği ordu da onun ordusudur.

İşte, ister irşad ve tebliğ, isterse maddi cihad adına, böylesine delice kendisini bu işe adamış kimseler, cihanı fethederler ve fethettikleri yerleri de asırlarca ellerinde tutabilirler. Efendimiz’in bir hadislerinde buyurdukları gibi, daha sonra, Müslümanların ruhunu “Vehen” yani “ölüm korkusu” sarınca, elde edilen her şey, teker teker kaybedilmeye başlar. Bizim 2-3 asır öncesine kadar insanlık tarihinde ağır ve büyük bir yerimiz vardı. Bugün ise bu durumu kaybetmiş bulunuyoruz. Bu meselenin tek izahı vardır: O da üstün olduğumuz zaman İslâmi bir ruh taşıyor Allah’a inkiyad ve teslimiyetimizi sağlam tutuyorduk. Gerilediğimiz dönemde ise ruhlarımızı “Vehen”in, korkunun, zaafın, hayat sevgisinin ve istikbâl endişesinin sardığını görüyoruz.

Kısa zamanda, dünyanın dört bir bucağına yayılan Müslümanlar, takriben 1000 sene kadar, en yüksek bir idare şeklini dünyada hâkim kılmışlardı. Bu muvaffakiyet, Müslümanların maddi mânevî her şeylerini Allah yoluna adamış olmalarından başka ne ile izah edilebilir ki?

Biz, İslâm aleminde zuhur etmiş bütün cihangirlerde aynı ruh halini görüyoruz. Onlar yaşatma arzusuyla, yaşama zevkini kendilerine haram kılmış insanlardır. Bütün dertleri, intisabıyla şeref duydukları dinin ilâsıydı.

Alparslan’da bu vardır, Kılıçarslan’da bu vardır, Murad Hüdavendigar’da bu vardır, Fatih’te, Yavuz’da ve daha nicelerinde hep bu ruh, hep bu şuur mevcuttur…

Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısına çıkıyor ve irad ettiği hutbesinde bu cübbenin ona kefen olmasını niyaz ediyordu. Yani o harp meydanında muzaffer olmaktan daha çok şehit olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabilecekti. Ve oldu da.. oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehit olmak istemiş, fakat olamamıştı.

Murad Hüdavendigar, “Allah’ım ordunu muzaffer ve beni de şehit eyle!” diye dua etmiş ve harbe öyle çıkmıştı. Duası makbuldü. Ordu muzaffer o da şehit olmuştu. Bağrından yediği hançerle upuzun yatarken, etrafındakiler son buyruğunu sordular. Dudaklarında bir cümle söyleyecek kadar ancak derman vardı.. ve onu söyledi sonra da gözlerini yumdu. Son cümlesi: “Attan inmeyesüz” olmuştu.

İşte, onlar tarafından kurulan bu muhteşem ve şanlı devletin her devirde dünya muvâzenesinde bir ağırlığı vardı. Herkes ona bakıyor ve kendisini ona göre ayarlıyordu. Evet, böylesine Hak yolunda tehalük gösterme, O’nun dışında her şeyi hakir görme, Allah’ı daima birinci plânda mütalaa etme, ve bu yüce dava, yüce mefkûrenin delisi olma sayesinde, Cenab-ı Hakk sınırlarımızı daima korudu, biz de aziz olarak yaşadık. Bu ruhu kaybedince de bizi dört bir taraftan sardılar ve, aheste aheste çürütüp, ruhumuzu aldılar. Evet, biz evvelâ ruh planında, sonra haysiyet ve şeref planında, daha sonra da madde plânında öldük. Şimdi de süper güçlerin ağzına bakıyor ve desteklerini bekliyoruz. Hatta onlara karşı borçlarımızı erteletmeyi, biraz geciktirmede muvaffak olmayı çok büyük başarı sayıyoruz.

Eğer bu millet, tekrar eski ihtişamına kavuşmak istiyorsa, onu mâzide haşmetli kılan faktörleri, hem de hiçbirini ihmal etmeden hepsini yerine getirmelidir. Zira “İnsan için ancak çalıştığı vardır. Ve o çalışmasının neticesini muhakkak görecektir.” (Necm/39)

Kıyamet Alâmeti Olarak Anlatılan Dabbetülarzın AIDS Hastalığı İle Alâkası Var mıdır?

Dabbetülarz tabiri hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde var. Dabbe kelimesi, yerde debelenen, ayakları üzerine yürüyen canlı demektir.

Meselâ, Allah, yeryüzünde debelenip duran, yürüyen, ayakları üzerine emekleyen değişik varlıkları bir çırpıda anlatırken buyuruyor ki: “Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır…”[1] Bunlar, şu âna kadar sizin bildikleriniz. Evet mikroorganizmalardan en büyük varlıklara kadar, eskilerin dinozorları, daha sonraların mamutları, filleri ve gergedanları; bütün bu varlıkların hepsi, bu umumî hükmün altına girer. Ama, bir de sizin bilmediğiniz şeyler vardır ki, Allah murat buyurduğu zaman, ileride, değişik değişik türleriyle onlar da yaratılacaktır. Mikroorganizma türüyle AIDS de onlardan olabilir. Atmosfere, iklime göre değişik, çeşit çeşit varlıklar olabilir. Hatta bunlar canlı varlık olmayıp başka tür varlıklar da olabilir…

Kur’ân-ı Kerim’de, başka bir yerde dabbe, Allah’ın rızıklandırdığı dabbeler sadedinde “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.”[2], “Nice canlı (dabbe) var ki rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allah besler.”[3] Evet, nice dabbeler vardır ki, sizin de onların da rızkını Allah tekeffül ve taahhüt buyurmuştur. Besleyen, büyüten ve çoğaltan yalnız O’dur.

Mevzumuzla alâkalı dabbe ise, Neml sûresinde geçer. “O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız; o, onlara insanların, âyetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler.”[4] Yani, işiniz bitti artık; yeryüzünde teşhir vazifesini gördünüz, yeryüzü de meşher olma vazifesini bitirdi. Bu meşherin açılmasından maksat şu idi: Allah burada, bilinip tanınmasını ve bunun ilân edilmesini istiyordu. Şu anda artık bilinmediğine ve yeryüzünde Allah diyenlerin sayısı her gün biraz daha azaldığına göre, öyleyse, Allah sizin hakkınızda yok olma hükmünü verdi. İşte bu hükmün verilmesi için de biz, yerden konuşan bir dabbe çıkarıverdik. O dabbe ister kâliyle, ister mikrofonla, isterse hâl diliyle olsun konuşan bir dabbedir ve artık bundan böyle, insanların iman etmeyeceklerini ilân edecektir. Yani dabbenin çıkması, mevcut imanî durumun ve inananların duraklaması, bir ölçüde geriye gitmesi, zayıflaması, hatta bitmesi ve tükenmesi demektir. Zaten bu âyetin arkasında da hemen haşr u neşirle alâkalı âyetler geliyor ki bundan da, bunun önemli bir kıyamet alâmeti olduğu anlaşılıyor.

Dabbetülarz, zuhur edecek 10 kıyamet alâmetinden bir tanesi[5] ve ihtimal ki aynı zamanda sonuncularından birisidir. Öyle bir sonuncu ki, âyetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre, bu hayvanın zuhuruyla artık yeryüzünde iman mevcelenmesi, çağlaması duracak ve İslâm’a ait her şey, süratle kuruma ve tükenmeye doğru gidecek. İnanmışları, arkadan başka inananlar takip etmeyecek, inanmış olanlar da bundan böyle inançları adına yakîn hâsıl edemeyecekler. Demek ki, fen ve felsefe çok ileriye gidecek, teknik ve teknolojide baş döndürücü muvaffakiyetler olacak, insanlar yaratma(!) sevdasına kapılacaklar.. tüplerde, tüp bebekler yapacaklar ve robot adamlar yapılacak; dünyanın idaresi de onlara bırakılacak… Her yanı, “yarattım” diyen sergerdanlar saracak ve kat’iyen Allah hakkında yakîne yanaşmayacaklar. İşte âyetin siyak ve sibakından anlaşılan şeyler…

Dabbetülarz, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hadislerinde de, Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı şekle uygun olarak ele alınmakta ve yapacağı şeylere temas edilmektedir: “Dabbe çıkacak, yeryüzünde dolaşacak ve hemen her tarafta görülecek…”

Dabbetülarz’ın AIDS[6] ile alâkası olup olmadığına gelince, evvelâ, şunu arz etmek istiyorum: Bir kısım arkadaşlarımız -muhakkak ki hüsnü niyetlidirler- günümüzde zuhur eden bir kısım hâdiselerle, âyetler ve hadisler arasında bir mutabakat aramak suretiyle, Kur’ân ve Efendimiz’in beyanlarının takviyesini düşünmektedirler. Bir yönüyle bu türlü gayretler, gelişen fünûn-u müsbete, pozitivizm ve rasyonalizm cereyanları karşısında -doğru veya yanlış- Kur’ân ve Sünnet’e ait meseleleri, ilmî ve tecrübî neticelerle tevfik etmek, desteklemek; bu yolla ilim ve tecrübe insanına bir şeyler anlatmak maksadıyla yapılmaktadır. Ve kanaat-i âcizanemce, gelecekte tenkit edilebilme durumu mahfuz olmakla beraber, şimdilik bütün bütün zararlı olduğunu söylemek de acelecilik olsa gerek… Vâkıa, Kur’ân’ın ve Sünnet’in nurlu beyanları, ilimlerin koltuk değneğine ihtiyaç olmadan da, insan vicdanı tarafından sezilecek kadar parlak ve yanıltmaz olduğundan, her zaman hüsnü kabul görecek mahiyettedir. Bundan da öte, beyan edilecek her delil, Kur’ân ve Sünnet’i, ilimlerle uzlaştırma, anlaştırma, tevfik etme istikametinde gösterilen her gayrete, bizim, kendi zavallı akıllarımızı saran tozu toprağı süpürme maksadıyla müracaat ediliyorsa, buna bir şey demeyeceğim; kimse de dememelidir. Yok, bu deliller, bu sözler, bu beyan ve bu gayretler, Kur’ân ve Sünnet hakikatini omuzlayıp taşımak içinse, bence o omuzlar bu yüce hakikatleri taşıyamayacak kadar cılız ve çelimsizdirler. Binaenaleyh, hâlihazırdaki durumları itibarıyla dahi ümit ve itimat vaad etmeyen bu şeylere nasıl bel bağlanabilir? Yarın bir başka ilmî fırtına tarafından sürüklenip bir tarafa itilmeyeceklerine kim teminat verebilir? Ve böyle vâhi emirlere Kur’ân ve Resûlullah’ın beyanlarını bina etmek, hatta Kitap ve Sünnet’i ilme vize ettirmeye kalkmak, müdafaasını üzerimize aldığımız hakikatlere karşı saygısızlık olmaz mı?

Şimdi de, AIDS ile dabbetülarzın alâkası üzerinde duralım: Bildiğiniz gibi bu mesele, asrın dışa vurmuş çirkinliklerinden sadece bir tanesi… Düşüncem icabı, bâtılı tasvir etmek istemem. Hele AIDS gibi, söylerken dahi, utanıp kulaklarımıza kadar kızardığımız bir mevzuda…

Şimdi sâfi zihinleri bulandırmayacak şekilde arz etmeye çalışayım. Evvelâ, “AIDS, dabbetülarz cüz’iyatının bir parçasıdır.” denmesi doğru olsa da, “AIDS, dabbedir.” demek doğru değildir. Zira, onu âyete biricik tevil yapmak, yıkılıp gittiği zaman, âyetin ruhunu zedeleyecektir. Bugüne kadar çok hastalıklar çıktı ve insanlığı kastı kavurdu, sonra da çekip gitti. Allah Resûlü, Buhârî ve İbn Mâce’nin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!”[7]

Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (celle celâluhu) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Ebû Dâvûd’un rivayetinde “Her derde deva vardır.”[8] buyrulur. Başka bir hadis-i şerifte: “Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.”[9] Efendimiz bir diğer ifadesinde ölümün çaresi olmadığına işaret etmektedir.[10] Herkes behemehâl ihtiyarlayacak ve ölecektir. Evet ihtiyarlık ve ölümün çaresi yoktur, ama bunun dışında her derde derman olabilir…

Şimdi bununla onun tevfikini yapmaya çalışalım:

Bir kere, AIDS dediğimiz bu hastalık, dünyanın bazı yerlerinde görüldü ama -çok şükür- Türkiye’de çok fazla görüldüğü söylenemez. Bunu da, kafalarımızdan atıp ruhlarımızdan söküp atamadığımız, İslâm’ın yüksek ahlâk ve disiplinlerine borçluyuz. AIDS bir zamanların verem ve vebasının, şimdilerin kanserinin ulaştığı noktaya henüz ulaşmamıştır. Dün o hastalıklara, bugün de kansere dabbetülarz denebilirdi ve denmelidir de. Ama “dabbetülarz” küllî hakikatinin bir cüz’ü olarak, geçmişin o dehşetli heyûlaları verem ve veba, Allah’ın yarattığı ilâçlara yenildi ve “dabbetülarz” defterinden silindiler. Kanser son tabyelerini kullanıyor; darısı AIDS’in başına… Veba eskilerin korkulu rüyasıydı. Düşünün ki, tek bir tablo olarak, Amvas’ta, ashab-ı kiram arasında otuz bine yakın insanı alıp götürmesi ne müthiş hâdise!..[11] Bazı ihmale uğramış ülkeler müstesna, günümüzde artık bu türlü hastalıklara rastlanmıyor. Eğer veba, önü alınmadan evvel böyle âyet ve hadislerle, günümüzde yorumlandığı gibi yorumlansaydı, dabbetülarza veba virüsü demek uygun düşecekti. Zira hem çok yaygın, hem de çok korkunçtu.

Keza, bugün insanların çoğunda kanser var. Bu mevzuda uzmanlar diyorlar ki; bir insanda beliren kanser hücrelerinin, ancak çok zaman sonra, önü alınmaz bir tehlike olduğu sezilebilmektedir. Bugün, dünya çapında yapılan istatistiklere göre, kanserli nispetinin, insanın içinde ürperti hâsıl edecek seviyede olduğu söylenmektedir. Ve henüz ciddî bir tedavi sisteminin tatbik edildiği de söylenemez. Söylenemez ama, uğraşıyorlar; Allah’ın izni ve inayetiyle önleyecek gibi görünüyorlar. Şimdi eğer bir şeye dabbetülarz nazarıyla bakılacaksa, bence kanser de bu mevzuda hatırı sayılan namzetlerden biridir. Hatta, kanser ve AIDS bugüne göre nispetlendirilse, AIDS’in, kanserin yüzde birine ulaşmadığı görülür. Evet, mesele kemmiyet plânında ele alınacak olursa, bugünkü durumu itibarıyla AIDS’in çok önünde korkunç hastalıklar var. Dermanı olmadığından dolayı, keyfiyet plânında düşünülüyorsa; yarın, buna da derman bulunduğu takdirde acaba, hadise karşı itimadı sarsmış olmaz mıyız? Müsaadenizle bir hadisle alâkalı, küçük bir mütalâa ile buna ışık tutmaya çalışacağım:

Birçoğunuz duymuşsunuzdur; bir kısım kimseler, önünü arkasını düşünmeden ve ilim adına bir şeyler yapıyorum diye hadisleri ve âyetleri aceleden tevil ederek, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cüzzamdan aslandan kaçar gibi kaçınız.”[12] mealindeki hadisine, sözde ilmî ve Efendimiz’in gaybe âşina olduğuna delâlet eder bir yorum getirmek için, diyorlar ki: “Biliyor musunuz, neden Peygamberimiz, aslandan kaçma teşbihiyle anlattı? Çünkü, cüzzamın mikrobu, tıpkı aslana benziyor da ondan…” Şimdi bu, o kadar aceleden söylenmiş bir sözdür ki, ileride bu mikrobun, mikroskobun altında hiç de aslana benzemediği ortaya çıkınca, dine yararlı mı, zararlı mı olacağı hesap edilmemiştir. Zira izah, hadise dayandırılarak yapıldığından, sanki hadis böyle demiş gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla izahın yanlışlığı mikroskop altında ortaya çıkınca -hâşâ- bu hilâf-ı vâki beyan, Efendimiz’den şerefsudur olmuş gibi kabul edilecek ve dolayısıyla hadis darbelenecektir.

Bu itibarladır ki, işin aslını iyi öğrenmeden böyle şeyler söylemek çok yanlış ve zararlı olmaktadır. Değil bunlar gibi vâhi teviller; İslâmî meseleler, pozitif usûllerle en sağlam yorumlara tâbi tutulduğunda dahi, eskilerin ifadesiyle “Fîhi nazar” deyip mülâhaza dairesini açık bırakmak, başka ihtimalleri göz ardı etmemek ve ifadelerin müsaadesi ölçüsünde alternatif yorumlara da yer vermek mecburiyetindeyiz. Kaldı ki bugün, pozitivizmin ayakları yerden kesilmiştir. Ve ona artık şüphe ve tereddüt içinde bakılmaktadır. Bugün Batıda ilim adına en yaygın düşünce, her şeyin bir ölçüde yanlışlığını kabul etmek çizgisinden hareketle, ilim adına bu yanlışları bıraka bıraka ileride yanlışsız ilme ulaşma düşüncesidir. Bu düşünce de, diğer düşünce sistemleri gibi tenkit edilebilir. Ne var ki, pozitivizm ve rasyonalizmin saltanatlarının sarsıldığını ifade etme bakımından oldukça önemlidir.

Binaenaleyh, bugün en sağlam gibi görülen, tecrübî ilimlerde dahi bu kadar kuşku, bu kadar tereddüt bahis mevzuu olursa o kadar dahi güç ve ağırlığı olmayan nazariyelerle, âyât-ı beyyinâtı ve hadis-i şerifleri bu nazariyelere göre tevil etmek; “Âyete ve Sünnet’e kuvvet kazandırıyoruz.” derken, onlara karşı bir cinayet mânâsınadır. Günümüzde bu mevzuda bir kitap enflasyonu var. Evet kısa zamanda çok kitap yazıldı; ama fazla değil, birkaç sene sonra, bunların hepsini alıp okuyacak nesiller, bunlara gülecek ve bizler gibi yazıp anlatanların talihsizliğine vereceklerdir… Ama meseleyi değişik ihtimaller içinde ve daha geniş perspektifli ele alarak, şu da, şu da olur diyenler, yazıp söyledikleri şeylerin üzerinden 100 sene dahi geçse, yine de taze ve orijinal bulunacaklardır.

Evet, bu anlayışla yazılan eserlerin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hâlâ tatlı, hâlâ cedit, hâlâ ceyyit, hâlâ taze, hâlâ duru, hâlâ tertemiz olarak bulunuyorlar.

Meselâ, önce delil dediğimiz nesnelerin doğruluğunu kabul ediyor; sonra, netice ve müddeayı bunlara dayıyoruz. Oysa yukardan aşağıya doğru tedellî usûlüyle gelmek de mümkün. Meselâ: Allah var ve bu deliller de O’nu gösteriyor, Resûlullah Hâtemü’l-Enbiyâ’dır; şunlar da ona delâlet ediyor. Ayağımın altında şu küçük karıncalar, şu mikroskobik organizma size anlatmak istediğim hakikatlere işaret ediyorlar… şeklinde olmalı. Bu bakış başka; “delil” diye ele aldığımız bu zayıf, bu cılız şeylere tutuna tutuna, göklerin ve yerin Yaratıcısı, O, “Lehû makâlîdü’s-semâvâti ve’l-ard”[13] olan Zât’ı anlatmak başkadır. İşte, zannımca AIDS’te de, böyle bir bakış zaviyesi hatası yapıldı. Bunu imanlı ve insaflı kimseler yaptıkları için yaptıkları işin sevabını da kazandılar. Ancak, yarınki imansız ve insafsızlar, bu tahlil ve tevilleri, serrişte ettikleri zaman, bu iman ve Kur’ân kahramanları çok utanacak ve yanlış yorumlarının hacaletiyle iki büklüm olacaklardır.

Bu itibarladır ki, hadisler ve Kur’ân’ın âyetleri bahis mevzuu olduğu yerlerde, her mü’min, çok dikkatli konuşmalı, dikkatli düşünmeli ve onlarla alâkalı hususlarda dikkatli olmalıdır.

Eğer bu mevzuu hüsnü niyetle ele alan kardeşlerimiz deselerdi ki, AIDS de dabbetülarz nev’inden bir fert olabilir -inşâallah maksat ve niyetleri de budur- ben bunu öper başıma kordum. Evet AIDS, dabbetülarz hakikatinin bir parçası olabilir ve ona ait bir vazifeyi de görebilir. Hâlâ tahribatını bütün şiddetiyle devam ettiren kanser de o dabbetülarz nev’inin bir ferdi olup ona ait bir kısım küçük vazifeleri görebilir. Ancak, bütün bunlar, insanların artık sağlam inanmayacağına bir dil, bir tercüman olduğu ifade edilen, teknoloji ve ilmin suiistimalinden meydana geleceği sezilen, kendine has mânâsıyla “dabbetülarz”, her şeyden başka hatta kendi cüzlerinden de başka, nev’i şahsına mahsus, garabetinden zor sezilen bir harikadır ve onun çıkması da İslâmî değerlerin sonu demektir. Oysa biz hâlâ, Müslim’de zikredilen bir hadis-i şerife[14] dayanarak diyoruz ki: İslâm’ın sesi bir gün mutlaka bütün dünyada duyulacak ve ona karşı her vicdanda saygı hisleri hâsıl olacaktır. Şimdi eğer dabbetülarz çıkmışsa; bu bizim ümidimize indirilmiş büyük darbedir. Çünkü dabbetülarz diyor ki bundan sonra yakîn, bundan sonra iman yok; bundan sonra sukut, bundan sonra gerileme var. Oysaki biz, İslâm’ın, afâk-ı âlemde şehbâl açacağına ve dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına inanıyoruz. Bugün burada gördüğümüz insanlar gibi, dünyanın dört bir bucağında da Müslümanlar, soluk soluğa Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) arayacak ve O’nunla bir kere daha buluşacaklardır. Dabbetülarzın canı Cehennem’e! Biz onu daha sonraları bekliyoruz ve inancımıza göre o, kâfirlerin başına kıyametin kopacağı âna yakın zuhur edecektir. Aksine bir düşünce ise hem akidemize ters, hem de ümidimize indirilmiş bir darbeden başka bir şey değildir.

Hem, dabbetülarz olmaya namzet, sıra bekleyen, muhakkak ve mutasavver daha bir sürü yaratık var. Meselâ, onlardan bir tanesi şimdi de kurgu bilim yazarlarını meşgul eden ve ileride insanlığın kaderine hâkim olacağından bahsedilen robotlar… Kur’ân işaret ediyor ki; yeryüzünde şu tür, şu tür canlıların dışında Allah’ın yaratacağı bazı şeyler var ki siz onları bilmiyorsunuz[15]. Yani ne lâf dinlerler, ne merhametten anlarlar. Ne ağlamaları, sızlamaları dinler ne de ayaklarına kapanmakla merhametlerini celbedebilirsiniz…

Hatta böyle bir şey, şimdiden o kadar endişe salmaktadır ki, bu teknolojiyle meşgul olanlar bile, bir gün bunlar programlanıp, ayarlanıp fezaya salındıktan sonra etrafı yakıp yıkacaklarından, sulh istense dahi sulha yanaşmayacaklarından; yeryüzünde tam bir fesat unsuru olarak her şeyin altını üstüne getireceklerinden bahsediyorlar ki, dabbe hakikatinin bir cüz’üne ciddî bir namzet gibi görünmekte…

Ancak bu kadarı dahi, aceleden verilmiş bir karar olacağından, daha dikkatli konuşmak icap edecektir. Öyleyse tekniğin tankından, geleceğin robot adamlarına kadar, bugünün küçük virüslerinden, bilmem daha sonraların hangi azgın ve salgın hastalıklarına ve küçük yaratıklara kadar, ondan da, ahir zamanda eşi görülmedik büyük katliamlarla hortlayacak ve milyonların ölümünü netice verecek, henüz adı konmamış hastalık âmillerine kadar hepsi, önce ruhun, sonra bedenin ölümünün dili olan “dabbetülarz”ın birer temsilcisi olabilir. Bence, meseleye böyle bakmakla, bir ölçüde, Kur’ân’ın âyât-ı beyyinâtına ve Sünnet’e karşı saygı korunduğu gibi, diğer yandan da metinlerin lâhûtî buudları açık tutulmuş olacaktır.

Şunu kemal-i samimiyetle ifade edeyim ki, yukarıda bahsedilen yorumcu arkadaşların safvet ve samimiyetleri yanında, kendime bir dirhemlik beyan hakkını dahi lâyık görmediğim o muhlis kardeşlerim, çok ihlâslı olmalarına rağmen, ihlâsın sadece bir rükün teşkil ettiği çok yönlü bir meselede yanlış iş yapıyorlar. İhlâs ayrı mesele; Sünnet’e, Kitab’a saygılı olma ve onların ruhuna sadakat içinde bulunma ayrı bir meseledir.

Âyât-ı beyyinât: Kur’ân-ı Kerim’in apaçık âyetleri.
Cedit: Yeni.
Ceyyit: İyi, güzel, hoş, saf.
Fîhi nazar: “Bakmak, araştırmak gerek.”, “Söz götürür.”
Mevcelenme: Dalgalanma, yayılma.
Şehbâl açmak: Kanatlarını açmak, uçmak, yükselmek.
Vâhi: Temelsiz, tutarsız, zayıf.

[1] Nur sûresi, 24/45.
[2] Hûd sûresi, 11/6.
[3] Ankebût sûresi, 29/60.
[4] Neml sûresi, 27/82.
[5] Müslim, iman 249, fiten 118; Tirmizî, tefsir 6; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/201, 491.
[6] AIDS (Acquired Immun Deficiency Syndrome: Kazanılmış Immun Yetmezlik Sendromu): Virüslerin sebep olduğu bir enfeksiyon olup hızla yayıldığı ve öldürücü olduğu için “asrın hastalığı” olarak isimlendirilmektedir. Yakalanan kişi sayısı 10 ayda iki katına çıkmakla birlikte AIDS’i ilk tarif eden ilim adamlarından olan Dr. M. Gottlieb’in tabiri ile “Tedavi kelimesi henüz lügatte yoktur.”
[7] Buhârî, tıb 1; İbn Mâce, tıb 1.
[8] Ebû Dâvûd, tıb 11; Müslim, selâm 69; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/335.
[9] Ebû Dâvûd, tıb 1; Tirmizî, tıb 2; İbn Mâce, tıb 1.
[10] Müslim, selâm 88-89; Tirmizî, tıb 5; İbn Mâce, tıb 6.
[11] Bkz.: İbn Abdi’l-Berr, el-İstîâb, 4/1711; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 7/90-91; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih, 2/560.
[12] Buhârî, tıb 19; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443.
[13] “Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun yanındadır.” (Zümer sûresi, 39/63; Şûrâ sûresi, 42/12)
[14] Müslim, fiten 19; Ebû Dâvût, fiten 1; Tirmizî, fiten 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/123, 5/278.
[15] Bkz.: Nahl sûresi, 16/8.

Kur'ân, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Beyanı Olamaz mı? Değilse Nasıl İspat Edilir?

Kur’ân-ı Kerim’in, Efendimiz veya başka biri tarafından tertip edildiği iddiası, birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur’ân düşmanı bazı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden, garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur’ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mâl edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.

Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:

1. Bir kere Kur’ân’ın üslûbuyla hadislerin üslûbu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Araplar, Efendimiz’in Kur’ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur’ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.

2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysaki, Kur’ân’ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir eda ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslûbu birden tasavvur etmek ne mâkuldür ne de mümkün.

3. Mektep-medrese görmemiş ümmî bir insanın -O Ümmî’ye ruhlar feda olsun!- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî ve hukukî bir sistem getirip vaz’etmesi, her şeyden evvel düşünce ve aklın bedahetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.

4. Kur’ân’da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet, hukuk ve iktisat gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmezden gelerek onu beşer kelâmı farz etmek, bir bakıma onun Mübelliği’ni beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi hususiyetleriyle, en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden her biri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir Ümmî’ye isnat etmek mücerret bir iddiadır.

5. Kur’ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibarıyla da harikadır ve kat’iyen beşer kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri, kelimesi kelimesine asırlarca evvel Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hazreti Salih, Hazreti Lut ve Hazreti Musa gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte her biri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri..!

Kur’ân’ın, geçmişe dair verdiği haberlerin kat’iyet ve doğruluğu kadar, geleceğe ait ihbaratı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Meselâ senelerce evvel Mekke’nin fethedileceğini ve Kâbe’ye emniyet içinde girileceğini “Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı tıraş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz.” (Fetih sûresi, 48/27) âyetiyle haber verdiği gibi, İslâm’ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da “O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih sûresi, 48/28) beyanıyla ilân etti. Keza, o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sasâniler’in yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir galibiyetiyle Müslümanların da sevineceğini “Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetten sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah’a aittir. O gün mü’minler de sevinirler.” (Rum sûresi, 33/2-4) müjdesiyle duyurmuştu; vakti gelince Kur’ân’ın haber verdiği gibi çıktı. Bunun gibi, “Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır.” (Mâide sûresi, 33/67) âyetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu hâlde, hayatını emniyet içinde geçireceği vaad olunmuştu ve öyle de oldu.

Değişik ilim dallarının inkişafıyla, âfâk ve enfüsün yani insan mahiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tespitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını “Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân ve Kur’ân’ın getirdikleri) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet sûresi, 41/53) mucizevî beyanıyla ifade etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir.

Ayrıca, Kur’ân, nazil olduğu günden bu yana “De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de.” (İsrâ sûresi, 17/88) deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu hâlde, bir iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazîre yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakta ve mucize olduğunu ilân etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu ilk yıllarda, Müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe ait hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hâkimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri hâvi yeni dinin güç kaynağı adına hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysaki Kur’ân “Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaad etti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir.” (Nur sûresi, 24/55) âyetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hâkimi olacakları müjdesini veriyordu.

Daha bunlar gibi, Müslümanlığın ve Müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, terakki ve tedennileriyle alâkalı pek çok âyetler var ki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil.

Kur’ân-ı Kerim’in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihaî hudutlarla ilgili olan âyetler teşkil eder. İlmî tespitlerle alâkalı, kısa fezlekeler hâlinde, Kur’ân’ın verdiği haberler o kadar hari ka ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir.

Yüzlerce âyetin sarahat, delâlet ve işaret yoluyla ifade ettikleri harikalara dair pek çok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misal teşkil edecek birkaç âyetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz.

1. Kâinatın Yaratılışı

Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak “İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Hâlâ iman etmeyecekler mi?” (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile, ilk hilkatle alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Âyette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebülözlere ayrılması, ister Güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zapturapt altına alınması şeklinde olsun netice değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslûp itibarıyla, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hâkim olmaya da namzet görünmektedir.

2. Astronomi

Kur’ân-ı Kerim’de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların bir araya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, ciltler ister. Biz bir iki âyetin işaretiyle iktifa edeceğiz. “Allah o Zât’tır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Güneş’i ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir.” (Ra’d sûresi, 13/2) Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, her şeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-i âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir.

Kur’ân bu ifadesiyle bizlere, kütleler arası ilelmerkez (merkezçek) anilmerkez (merkezkaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun Newton’un “çekim kanunu”na veya Einstein’in “hayyiz”ine uyup uymaması bir şey ifade etmez.

Hele âyetin, Güneş ve Ay’ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân sûresinde “Güneş ve Ay’ın hareketleri tamamen bir hesaba bağlıdır.” (Rahmân sûresi, 55/5), Enbiyâ sûresinde “Geceyi, gündüzü, Güneş’i, Ay’ı yaratan O’dur. Bunların her biri bir yörüngede yüzmektedirler.” (Enbiyâ sûresi, 21/33); Yâsîn sûresinde “Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir.” denildikten sonra “Bunların her biri belli bir yörüngede döner dururlar.”(Yâsîn sûresi, 36/38-40) buyrularak, Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıkları, bir âhengi temsil ettikleri ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulundukları apaçık dile getirilmektedir.

Yerin Yuvarlaklığı

“Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor.” (Zümer sûresi, 39/5) âyeti, kullandığı malzeme itibarıyla, gece ve gündüzün birbirini takip etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın, yerkürenin başına “sarık gibi dolanması” sözüyle anlatıyor. Bir diğer âyette ise “Arkasından da yeryüzünü mücessem kat’ı nâkıs (yani yerküreyi elips şeklinde) söbüleştirdi.” (Nâziât sûresi, 79/30) diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihaî noktayı göstermektedir.

Mekân Genişlemesi

“Semayı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz.” (Zâriyât sûresi, 51/47) Bu genişleme ister Einstein’ın anladığı mânâda, ister Edwin Hubble’in Güneş Sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebülözlerin uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur’ân’ın, ana temaya parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.

3. Meteoroloji

Hava akımları, bulutların kesafet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur’ân-ı Kerim’de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdit etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ, “Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üst üste yığıyor… Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor.” (Nur sûresi, 24/43) Her yerde olduğu gibi, burada da Kur’ân yağmur vak’asının nihaî durumunu ihtar ederek, fezayı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hâdiselerin arkasındaki in’am-perver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta, aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garip bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes, bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur’ân’ın beyanına hayranlık duyar.

Kur’ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi, rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi, yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları hâlinde yere inmesi gibi teferruatla meşgul olmaz. O, ana vak’a ve asıl tema üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır.

Hicr sûresindeki “Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyü zünden su indirip size takdim ettik. (Yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz.” (Hicr sûresi, 15/22) âyeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi, onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysaki, Kur’ân nazil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi…

4. Fizik

Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur’ân-ı Kerim’in ele alıp anlattığı mevzulardandır.

Meselâ, Zâriyât sûresinde “İyice düşünesiniz diye biz her şeyi çift olarak yarattık.” (Zâriyât sûresi, 51/49) fehvasınca her şeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur’ân’ın kullandığı malzeme itibarıyla, bunun önemli bir esas ve âlemşümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ sûresindeki âyette ise “Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice iç açıcı çiftler yaratıp yetiştirdik.” (Şuarâ sûresi, 26/7) denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr u neşr olan yüz binlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allah’ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsîn sûresindeki âyet ise, daha şümullü ve daha enteresan: “Ne yücedir o Allah ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır.” (Yâsîn sûresi, 36/36) şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tespit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da ihtar edilmektedir.

Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde-anti madde zıt eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdât sadedinde, kendinden başka her şeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor. Sırf birer misal teşkil etsin diye yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pek çok ilâhî beyan var ki, her birisi başlı başına birer mucize olması itibarıyla, hem Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimiz’in O’nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.

Evet, Kur’ân, yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hâsıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pek çok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevalı, öyle hâkim bir üslûpla ele aldığı şeyleri takip etmektedir ki, bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse, hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir.

Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hâkim bir üslûpla o mevzuun hulâsasını veriyorsa, o kitabı, değil on dört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesaisine ver mek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur’ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslûbu âli, şivesi de ilâhî olursa…

Şimdi dönüp muhatabımıza soralım: Ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi? Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatat ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi? Yerkürenin elipsî olduğunu O’na kim talim etti? Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tespit edebildi? Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi? Hangi röntgen şualarıyla ceninin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tespit etti? Sonra da bütün bu bilgilerin teferruatına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddütsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhataplarına anlattı?..

5. Efendimiz’e Yapılan İkaz

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in vazife, mesuliyet ve salâhiyetlerini anlatıp O’na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O’na itapta bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır. Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı “Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin?” (Tevbe sûresi, 9/43) şeklinde tembihte bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da “Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir…” (Enfâl sûresi, 8/67) “Eğer Allah’tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl sûresi, 8/68) mahiyetinde itapta bulunmuştu.

Bir keresinde, Allah’ın dilemesine havale etmeden, “Yarın bu işi yaparım.” dediği için “Hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme! Ancak ‘Allah dilerse.’ (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve ‘Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır.’ de.” (Kehf sûresi, 18/23-24) emir ve tembihinde bulunmuş, bir başka sefer “İnsanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi.” (Ahzâb sûresi, 33/37) itap işmam eder mahiyette sadece Allah’tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti.

Zevcelerinin bir meseledeki tavırlarına karşı, bal şerbeti içmemeye yemin edince “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir.” (Tahrîm sûresi, 66/1) diyerek sertçe ikaz ediyordu.

Daha bunlar gibi, pek çok âyetle, bir taraftan O’nun vazife, mesuliyet ve salâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riayet edilmediği, vazife ve mesuliyetin mukarrabîne göre yerine getirilmediği zamanlarda O’na itap edilmiş, tembihte bulunulmuş ve yer yer sertçe uyarmalar yapılmıştır.

Şimdi hiç akıl kabul eder mi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itap, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!… O kitap Allah Kitabı, o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) da O’nun şerefli mübelliğidir…

6. Belâgat Harikası

Kur’ân-ı Kerim, bir belâgat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur. Bu itibarla da onu bir beşere mâl etmek mümkün değildir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şair, edip ve söz üstadı vardı. Bunlar pek çoğu itibarıyla da O’na muarız idiler. Yer yer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur’ân’ı bir kalıba yerleştirmek, bir şeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman Hıristiyan ve Yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı. Ne pahasına olursa olsun Kur’ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen her şeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayale gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur’ân’la muaraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasma rağmen.

Evet, o gün, Hıristiyan ve Yahudi ulemâsıyla beraber, belâgatın dev temsilcileri, tek cephe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur’ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o baş döndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünnîliği ve ruhanîliğiyle muhataplarının gönlüne girdi; Arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi.. bir mübâriz gibi hasımlarını muarazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu. Siz de Kur’ân’a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir sûresine denk bir şey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!..[1] dediği ve o günden bugüne de:

“Eğer kulumuz Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız.”(Bakara sûresi, 2/23)

“De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de.” (İsrâ sûresi, 17/88)

“Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sûre getiriniz! (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız!” (Hûd sûresi, 11/13)



âyetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu hâlde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur’ân’ın bu meydan okuyuşuna cevap verilmemesi, onun kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahittir ki, Kur’ân’ın muarızları ona ve onun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri hâlde, Kur’ân’a nazîre yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle bir şeye güçleri yetseydi, nazîre ile Kur’ân’ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.[2]

Evet, o koca belâgat üstadlarının, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur’ân’a nazîre yapılamamasının en açık delilidir. Eğer nazîre yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercih edecek ve geleceklerini kat’iyen tehlikeye atmayacaklardı.

Arap şair ve nâsirlerinin, Kur’ân’ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona Hıristiyan ve Yahudiler arasında menşe aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir. Hem, Hıristiyan ve Yahudilerin bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nispet edeceklerdi. “Biz yaptık.” Der ve onunla övünürlerdi…

Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir; Kur’ân’ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır.

Charles Miller; Kur’ân’ın üslûbundaki zenginlik itibarıyla tanzir ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edaya sahip olduğunu… Victor İmberdes; Kur’ân’ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahip bulunduğunu… Ernest Renan; Kur’ân’ın dinî bir inkılâp kadar edebî bir inkılâp da yaptığını… Gustave Le Bon; Kur’ân’la gelen İslâm’ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini… C. Huart; Kur’ân’ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ edildiğini… H. Hol man; Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın son peygamberi, İslâmiyet’in de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulundu ğunu… Emile Dermenyhem; Kur’ân’ın, Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibarıyla da erişil mez bir muamma olduğunu… Arthur Bellegri; Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği Kur’ân’ın bizzat Allah’ın eseri olduğunu… Jean Paul Roux; Peygamberimiz’in en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur’ân-ı Kerim olduğunu… Raymond Charles; Kur’ân’ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah’ın bir elçi vasıtasıyla mü’minlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu… Dr. Maurice; Kur’ân’ın her türlü tenkidin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur’ân’ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu… Manuel King; Kur’ân’ın, Peygamberimiz’in peygamberliği süresince Allah’tan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu… Mr. Rodwell; insanın Kur’ân’ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifade eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.

Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı, bilgilerinin vüs’ati nispetinde, aynı hakikatlere parmak basmış ve Kur’ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır.

Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddî eserlerin yanında, Kur’ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta Sahib-i Kur’ân’ın, sonra da kalem erbabının bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cürette bulunduk.

Haşr u neşr: Öldükten sonra tekrar dirilip mahşer meydanında toplanma.
Hayyiz: Bir cismin boşlukta kapladığı yer, genişlik.
İlhad: İnançsızlık, dinsizlik.
İşmâm: Hissettirme, duyurma.
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın.
Söbü: Oval.
Tâdât: Sayma, sayım.

[1] Tahaddi (meydan okuma) âyetleri ile ilgili bkz.: Bakara sûresi, 2/23-24; Mü’minûn sûresi, 10/38; Hûd sûresi 11/13-14; İsrâ sûresi, 17/88; Tûr sûresi, 52/33-34.
[2] Bkz.: Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 482-484 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şu’le, Birinci Şua).

Bazı Müslümanların Devamlı Okudukları Virdler ve Tefsirlerin de Bir Şahs-ı Mânevîsi Var mıdır?

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri çok rahatsız, baygın olduğu bir ânında mânevî âlemde birisinin kendisini düşmanlardan koruduğunu, sonra da “Ben Yâsîn sûresiyim.” dediğini, kendisine gelince de başında Yâsîn sûresinin okunduğunu söylüyor. Böylece her sûrenin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğu iddia ediliyor. Şimdi, bazı Müslümanların, devamlı okudukları virdler ve tefsirler için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Söylenebilir mi? Yoksa bütün bunlar bir his yanılması mı?

 

Muhyiddin İbn Arabî gibi hakikatbîn bir göz, eğer bir şey gördüğünü söylüyorsa bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilâf-ı vâki beyanda bulunması ihtimal dahilinde olsa bile, Allah’a bu denli merbut bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikate pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden ara sıra hilâf-ı vâki beyanlar sudûr edebilir. Fakat, Muhyiddin İbn Arabî gibi daima Rabbin azametini, mehâbetini üstünde hisseden ve her zaman kesret cehennemlerinin dehşetini ruhunda duyan, vahdet cennetlerinin büyüleyici güzellikleri karşısında mest ü mahmur dolaşan birisinin, haktan, hakikatten ayrılıp hilâf-ı vâki beyanlarda bulunması muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğrudur. Ancak, söyledikleri sözler içinde, -Kur’ân ve hadisin müteşabihatı olduğu gibi, yani, bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkânsız veya çok zor bir kısım beyanlar bulunduğu gibi- mânâsını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmaktadır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.”(Fetih sûresi, 48/10) buyuruyor. Şimdi bu kelimeleri hakikatine hamletmek -hâşâ- Allah’a bizim ellerimiz gibi el isnat etme mânâsına geleceğinden, selef: “Allah’a el, yüz, ayak gibi isnat edilen kelimeler hem Kur’ân’da, hem de Sünnet’te vardır ama; bunların, hakikatlerini sadece Allah bilir.” demişler… Sonradan gelen ulemâ (halef) ise, tecsim, teşbih gibi meselelere kapı açar endişesiyle bu kelimeleri uygun şekilde tevil etmişlerdir. Meselâ, “yed”i kudretle, “vech”i de Zât’la tevil etmişlerdir.

Sonraki ulemânın bu mevzuda gösterdikleri endişe ve hassasiyet yerindeydi. Zira, Müslümanlar sahabe dönemindeki gibi artık saf değillerdi. Az dahi olsa, teşbihçi ve tecsimci felsefeyle tanışmış ve yara almışlardı. Bu kelimelerin olduğu gibi bırakılmasında, suiniyetli kimselere, suiistimal kapısı açılabilirdi. Bu itibarla onları, “muhkemat”la tespit edilen hakikatlere irca etmekte zaruret vardı. Vâkıa, bugün dahi, Kur’ân’ın bu türlü müteşabihi, ya ilm-i ilâhîye havale edilir veya halefin yaptığı gibi tefsire tâbi tutulur.

Kur’ân’da bu türlü, anlaşılmayan veya tevil isteyen kelime ve cümleler olduğu gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanında da müteşabihat görüyoruz. Meselâ, Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste buyuruyorlar ki: “Allah elini benim göğsüme koydu ve bana dedi ki: ‘Yâ Muhammed, Mele-i A’lâ’nın sakinleri neyin mütalâa ve müzakeresini yapıyorlar?…’ O esnada ben O’nun elinin soğukluğunu göğsümün üzerinde hissettim…”[1] Bu da bir müteşabihtir ve halefe göre, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle rezonans olma, bâtınî hakikatlere tam uyanma göklerin sırlarına, eşyanın hakikatine vâkıf olma şeklinde tevil edilir ki, hadisin sonu da bunu teyit eder mahiyettedir.

Bu hadiste olduğu gibi, daha pek çok yerde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, düz mânâ ile işin içinden çıkamayacağımız bir hayli müteşabih göstermek mümkündür. Ancak asıl mevzumuz bu olmadığı için, bu kadarıyla yetinmek istiyoruz…

Muhyiddin İbn Arabî gibi zevatın da sözlerinde müteşabihat vardır. Yâsîn sûre-i celilesinin temessül edip başında durması, olduğu gibi de kabul edilebilir, müteşabih de sayılabilir.

Temessül ve misalî levhalar, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri gibi, İmam Rabbânî Hazretleri ve “Hüccetullahi’l-Bâliğa” sahibi Şah Veliyyullah Dihlevî Hazretleri tarafından kabul görüp sık sık başvurulan bir mevzu ve bir gerçektir. Temessül, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Melek, Meryem Validemizin yanına gelince) müstakîm, görkemli bir erkek suretinde temessül etti.”[2] âyetiyle ele alınır ve anlatılır. Melek, Allah’ın nurdan yarattığı bir varlıktır. Kendi şeklinde göründüğü, görünebildiği gibi başka şekillerde de görünebilir. Onun, asıl şeklinin dışındaki bütün görünme şekillerine “temessül” diyoruz. Yani belli bir hâle ait, belli bir zatın belli bir keyfiyetini veya Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ait herhangi bir şeyi temsil ediyor demektir. Meselâ, yerinde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyi getirmeye has bir keyfiyetle geliyor ve o vazifede bir hakikati temsil ediyor. Yerinde bir muharibi temsil ediyor. Meselâ, Ahzâb Vak’ası’ndan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Benî Kurayza’ya gideceği zaman, Cebrâil (aleyhisselâm) bir muharip kıyafetinde gelmişti. Üstü başı toz toprak içindeydi. Bu vak’a münasebetiyle Âişe Validemiz diyor ki:

“Sütreyi sıyırdım; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birisi vardı ve Efendimiz’le konuşuyordu. Diyordu ki: “Yâ Muhammed! Siz zırhlarınızı, miğferlerinizi çıkardınız mı? Biz melekler tayfası henüz çıkarmadık. Namaz, falan yerde kılınacak…”[3] Bir başka sefer, Dihye sûretinde gelmiş ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyi getirmişti…[4] Bunun gibi melek hangi vazife ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelirse o vazifenin keyfiyetine göre temessül ederdi. Şayet, başkalarının başına ateş saçacaksa, ona göre bir keyfiyet ve bir şekil alırdı…

Melekler, Allah’ın emri ve izniyle başka başka şekil ve suretler aldıkları gibi, ruhanîler, cinler, şeytanlar; eşyanın ruhundaki kanunlar, mânâlar.. Kur’ân’lar, dualar, tesbihler hepsi Allah’ın izniyle temessül edebilir. İnsanın rüyalarına akseden şeylerin bütünü, bu temessülâttan ibarettir.

Meselâ, siz rüyanızda bir elma görürsünüz. Bu elma, âlem-i mânâ ve âlem-i misalde bir hakikati temsil eder. Elma, tatlı söze de delâlet eder. Meselâ, elma gören bir insan, yarın tatlı söz konuşacak ve birinin gönlünü alacak demektir…

Ancak, Kur’ân ve Sünnet ışığı altında, mülhem gönüllerin bu türlü şeylerden bahsetmelerinde bir mahzur olmasa bile, hakikate kapalı ruhların böyle şeylerden bahsetmeleri, kat’iyen doğru değildir. Bunu bir vak’a ile teyit etmek istiyorum: Geçende bir arkadaş, “Falanın evine, falan büyük zat uçarak gelmiş, evden içeriye girmiş ve sonra da çıkıp gitmiş..” dedi. Tabiî böyle güzel görünümlü bir rüyadan herkes memnun, rüyayı gören de, rüyanın, içinde cereyan ettiği ev halkı da… Çünkü başlarına devlet kuşu konmuş gibi bir iltifat sanıyorlardı bu rüyayı. Derken orada bulunan bir zat ürperdi ve dedi ki: “O, cenazeye delâlet eder. Bu daire içinde mühim zatlardan birisi ölecek demektir.” Aradan az bir zaman geçmişti ki, gelip dediler: “Arkadaşlarımızdan falan kıymetli zat, hiç beklenmedik bir anda, zâhirî esbap açısından yanlış bir iğne ile birdenbire vefat etti…” Demek ki, misal âlemine ait tabloların umumî güzelliklerinin yanında belki ondan da evvel, sembollerin ne mânâya geldiğini anlamak ve ona göre çözmek icap edecek…

Kur’ân, dua ve münacâtlar da böyle değişik şekillerde temessül edebilir. Bazen bir dua, Kur’ân’dan bir sûre, sahabeden Üseyd İbn Hudayr’a olduğu gibi, bir bulut, bir buğu şeklinde temessül edip görülebilir ki,[5] Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin müşâhede ettiği şey de işte böyle, duadan, senâdan, evrâddan, ezkârdan temessül etmiş bir şeydir…

Bu mevzuda ikinci bir husus da şudur: Her hakikate, her şe’ne, her zikre, her fikre müekkel bir melek vardır; bizim evrâd u ezkârımızı, Cenâb-ı Hakk’a intikal ettirmek için o işe nezaret eder. Yâsîn-i Şerif’i intikal ettirmede de öyle vazifeli bir melek vardır ve o, Yâsîn’in muhtevasına göre bir şekildedir. Âdeta Yâsîn o meleğin şemâilini çizmektedir. Yâsîn için bir şekil düşünebilirsiniz, ki düşünmek biraz zor, hatta çokları için imkânsızdır. Bunu mümkün görsek de, bu ancak âlem-i misale muttali olanlar için mümkündür. İşte, bilenlerin bileceği, bizim bilemeyeceğimiz bir surette, Yâsîn’i temsil eden melek, Yâsîn’in misalî hakikatine uygun temessül eder. Bir başka melek de Amme sûre-i celilesini temsil eder. Böylece, sûrelerin temessül edip belli bir şekilde ortaya çıkması, çok lüzumlu bir anda bize yâr-ı vefadâr olması mümkün olabileceği gibi, aynı zamanda o sûreye nezaret eden meleğin görünmesi de mümkündür.

Sahih hadis-i şeriflerde rivayet edilmiştir ki: “Mü’min, kabrine konduğu zamanda başının ucunda güzel yüzlü bir kişi görünür. Adam ona der ki: ‘Sen nesin?’ O da: ‘Ben senin amelinim. Kıyamete kadar sana yâr-ı vefadâr ve enîsim…'” Keza kötü bir insan da kabre konduğu zaman başının ucunda, habis, çirkin ve manzarası Cehennem azabını tattıracak bir insan beliriverir. Adam ona sorar: “Sen nesin?” O da: “Ben senin kötü amelinim. Kıyamete kadar senin vefasız yârin ve dostunum…”[6]

Tabirlerde tasarrufla, meseleyi takdimde farklı sözler söylemiş olabilirim; ama, meselenin hakikati aynen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurdukları gibidir. Demek ki, amel de temessül ediyor. Hatta denebilir ki Cennet’te çeşit çeşit nimetlerin inkişafı, mü’minin ameline bağlıdır. Binaenaleyh, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in görüşüne göre, Cennet mevcuttur.[7] Cennet’i inkâr etmek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat daire-i kudsiyesinden dışarıya çıkmak demektir. Ancak, Cennet’in, bir çekirdeğin bir ağaç hâline gelmesi gibi, gelişip inkişaf etmesi, mü’minlerin amellerine bağlıdır. Ameller devam ettikçe de o, inkişaf edecektir. O hâlde denebilir ki, her bir mü’minin Cennet’i, henüz kendisi hakkında tam inkişaf etmemiş, bir kısım dalı budağı henüz tamamlanmamış.. mü’min, namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekâtıyla, Müslümanlıkta sadakatiyle o Cennet’e yeni yeni buudlar, renkler kazandıracak, revnaktarlığını artıracak, nihayet, haşr u neşr olup ahirete gittiği zaman onu tam inkişaf etmiş olarak bulacaktır. Bunun gibi, insanın amelleri de Cennetlerde temessül edecek ve mü’min onlardan istifade edecektir. Bu hususu ifade için, ehlullahtan bir zat: “Burada bir Sübhanallah der, orada bir meyve-i Cennet yersin.”[8] buyurur. Evet, burada bir Elhamdülillah der, orada Allah’ın nimetlerinden istifade edersin. Binaenaleyh her amel, orada değişik şekilde insanın istifadesine takdim edilecektir ki, biz bunların hepsine “temessül” diyoruz.

Bazı Müslümanların devamlı olarak okudukları evrâd da böyle temessül edebilir. Veya o evrâd, bir melek tarafından Cenâb-ı Hakk’a takdim edilirken, o melek ona nezaret eder. Sanki o melek, okunan evrâdı temsil ediyor gibi olur. Hazreti Muhyiddin gibi kimselerin gözüne görünen de işte odur. Sahabe-i kiram ve daha başkalarına da, Kur’ân-ı Kerim okudukları zaman böyle sekîne inmiş ve onlara görünmüştü…

Ezcümle, hitâm-ı misk olsun diye, Üseyd İbn Hudayr’la alâkalı bir husus arz edeceğim:

Efendimiz’e geliyor, telaş ve heyecan içinde:

“Yâ Resûlallah! Akşam Kur’ân-ı Kerim okuyordum. Yanımda da atım vardı. Çocuk da ata yakın bir yerde duruyordu: Birdenbire at kişnedi, coştu, şahlandı. Çocuğu çiğneyecek diye Kur’ân-ı Kerim’i kestim. Ben Kur’ân’ı kesince de at durdu. Ben okumaya başlayınca, sanki bir şeyler görüyor gibi o da serkeşleşiyordu. Ben Kur’ân’ı bırakınca yine duruyordu. Sonra başımı kaldırdım baktım. Bizi bir bulut sarmıştı. Ben Kur’ân okudukça o yaklaşıyordu. Ben Kur’ân’ı kesince de o bizden uzaklaşıyordu.” dedi.

Efendimiz buyurdular ki:

“Şayet sabaha kadar Kur’ân okusaydın, o da sizi sarmaya devam edecekti. O, sekîneydi.”[9]

Kur’ân-ı Kerim’de de birkaç yerde geçen bu “sekîne” tabiri, ister gönüllere Allah’tan gelen bir itminan, isterse meleklerin dışında insanın ruhuna istikrar kazandıran ve onun kuvve-i mâneviyesini takviye eden Ruhü’l-Kudüs, isterse, doğrudan doğruya, Zât-ı Ulûhiyet’in tecellîsi olsun alâ külli hâl, bir kısım evrâd u ezkâr ve Kur’ân’a karşı böyle bir teveccühün olduğuna emare, işaret ve delil demektir.

Her şeyin doğrusunu Allah bilir.

Mele-i A’lâ’: En büyük meleklerin içinde bulunduğu yüce meclis.
Müekkel: Görevli, vekâleten iş gören.
Mülhem: İlhama mazhar olan.
Tecsim: Allah’ın (hâşâ) cisim olduğu ve bir mekânda bulunduğu iddiası.
Teşbih: Cenâb-ı Hakk’ı varlıklara benzetme.
Temessül: Belli bir şekle, surete girme.

[1] Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 39.
[2] Meryem sûresi, 19/17.
[3] Buhârî, cihad 18; megâzî 30; Müslim, cihad 65.
[4] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 271; menakıp 27.
[5] Bkz.: Müslim, müsâfirûn 257; Ebû Dâvûd, melâhim 14; Tirmizî, fiten 59; İbn Mâce, fiten 33.
[6] Müslim, iman 34; Ebû Dâvûd, taharet 26; Tirmizî, kıyame 26.
[7] Cennet’le alâkalı âyetler için Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/133; Kehf sûresi, 18/21; Yâsîn sûresi, 36/56; Sâffât sûresi, 37/47; İnsân sûresi, 76/13; Muhammed sûresi, 47/15; Vâkı’a sûresi, 56/28-29; Nebe’ sûresi, 78/32; Mutaffifîn sûresi, 83/25. Ayrıca hadisler için bkz.: Buhârî, tefsir 32; Müslim, cennet 1; Tirmizî, tefsir 32.
[8] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 899 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Mebhas, Birinci İşaret).
[9] Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, müsâfirûn 257; Ebû Dâvûd, melâhim 14; Tirmizî, fiten 59; İbn Mâce, fiten 33.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bir Defasında "Bu Ağızdan Sadece Hak Çıkar" Demesine Rağmen Hurmaların Aşılanması Tavsiyesi Üzerine Meydana Gelen Netice İçin "Ben Bir Beşerim" Demesi Nasıl Tevfik Edilir?

Bu soruda iki hadisin birbirine zıt olmasından bahsediliyor. Bunlardan birinci hadis: “Bu ağızdan doğrudan başka bir şey çıkmaz.” Buradaki ifade daha ziyade, mübarek ağızlarına işaret ederek: “Yaz! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz…”[1] şeklindedir.

Hadis, başta Ebû Dâvûd olmak üzere pek çok sahih hadis kitabının rivayet ettiği bir hadistir.[2] Bu hadisin râvisi de Abdullah İbn Amr İbn Âs’tır (radıyallâhu anhuma). Daha evvel de arz etmiş olabilirim; o, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fem-i güher-i nebevîsinden dökülen her inciyi tespit eder ve hiçbirini kaçırmazdı. Hatta Ebû Hüreyre, kendisinden daha çok hadis rivayet ettiğini ifade sadedinde: “Ben hadisleri yazmadım. Ama, Abdullah İbn Amr yazardı. O bakımdan benden daha çok hadis kaydetmiş olabilir.”[3] der. Abdullah İbn Amr İbn Âs, çok âbid, zâhid bir insandı. O devirde ibadet ü taatiyle tanınırdı. Efendimiz kendisine “Bir gün iftar et, bir gün imsak et. Hazreti Dâvûd’un orucudur bu.” dediği zaman, bunu azımsamış “Dahasını yapabilirim yâ Resûlallah.” demişti. “Gecenin üçte birinde ibadet et, diğerinde de istirahat…” O, “Dahasına muktedirim.”[4] diyerek hep ileri seviyede bir kulluk anlayışı içinde olmuştu. Evet, takvada, incelikte, ibadette derin bir insandı. Bir de Peygamberimiz’in her sözüne karşı öyle saygıyla doluydu ki, Efendimiz’in ağzından çıkan hemen her şeyi yazardı.

İşte, bu hadislerden birincisi, bunu ifade ediyor. Abdullah İbn Amr diyor ki: “Bana, ‘Efendimiz’in ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun, ama O da bir beşerdir. Yumuşak olduğu an da olur, öfkeli olduğu an da.. bazen arzu etmediği şeyler de söyleyebilir -hâşâ-, sen ise tefrik etmeden her şeyi yazıyorsun.’ dediler. Bunun üzerine ben de yazıyı bıraktım. Sonra Efendimiz’le karşılaştığımda dedim ki: ‘Yâ Resûlallah böyle böyle diyorlar..!’ Buyurdular ki: Yaz! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz.”[5]

Vak’anın birisi bu; diğeri de şöyle: Aleyhi Ekmelüttehâyâ Efendimiz Medine’ye teşrif buyurduklarında, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görüyor ve “Bu aşılamanın neticeyi değiştireceğine kâni değilim.” diyor. Yani “Aşılamanın, kat’iyen faydası yoktur.” demiyor. Neticeye tesir etmeyeceğini ifade buyuruyor. Onlar da hangi stilde aşı yapıyorlarsa onu bırakıyorlar. Ertesi sene de verim alınamıyor. Kim bilir belki Allah’ın takdiri, o sene meyve olmayacaktı..? Sonra buyuruyorlar ki: “Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz.”[6] Bunu, “Benden daha iyi bilirsiniz.” şeklinde anlamak doğru değildir. İhtimal ki, Efendimiz’in maksadı, “Siz bunları aşılıyorsunuz ama, Allah’ın dediğinden, dilediğinden başka bir şey olmayacaktır.” Ondan sonra tevafuken ertesi sene meyve olmadı. Zeytin de bir sene olur, bir sene olmaz. Olmadığı seneye rastladı. Onların hâllerine baktı, sözlerindeki hikmeti kavrayamadıklarını anladı. “Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz.” dedi. Yani vicdanî tecrübe ile kazanacakları önemli bir husus için henüz vaktin erken olduğuna işaret buyurdu.

İkinci bir husus: Cahiliye devrinde çeşitli sebeplere tesir-i hakikî veriyorlardı; meselâ yine Buhârî, Müslim’de gördüğümüz rivayete göre “Yağmuru bize nev verdi.” diyorlardı. Yani “Falan yıldız zuhur edince, bulut teşekkül eder ve o yıldız bize yağmur verir.”[7] itikadında idiler.

Bu hususta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyururlar ki: “Yıldızın zuhur veya sukutuyla yağmur geldi, diyenler kâfir oldu; yağmuru Allah verdi, diyenler de mü’min…”[8]

Evet, bir cemaat, her lütfu Allah’tan bildiği gibi, yağmurun da Allah’tan geldiğine inanıyor. İşte onlar mü’min… Diğer bir topluluk ise, her şey gibi yağmuru da sebeplere veriyor. Onlar da Allah’a karşı küfür etmiş oluyorlar. O devirde, böyle esbaba tesir-i hakikî verme çok yaygındı. Bunu, kökünden kesip atmak, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu göstermek.. O’nun, ulûhiyetinde bir olduğu gibi, rubûbiyetinde dahi bir olduğunu iş’âr için, değil emare ve alâmetler, sebepler dahi zapturapt altına alınmıştır.

Evet, nasıl Allah zâtında tektir, öyle de icraatında dahi vezir ü vüzeraya ihtiyacı yoktur. Yıldız doğsa da doğmasa da yağmuru veren Allah’tır. Ama çok defa yağmurun gelmesini herhangi bir sebep veya bir yıldızın zuhuruna mukarin kılar. Bu bir iktirandır. Ta insanlar yağmurun geleceğine hazırlansınlar. Ama O, yağdırmayabilir de. Evet O, ne isterse onu yapabilir… Efendimiz bu hakikate inandırmak için, yani esbap ve vasıtaların tesiri olmadığını, her şeyin Müsebbibü’l-Esbap olan Allah’ın elinde bulunduğunu göstermek için, halkın, eşya ve hâdiselere sebep ve vesile saydığı her şeyi yıkıyor ve nazarları Kudreti Sonsuz’a çeviriyordu.

Bir başka vak’a: Bir gün, bir bedevi, Resûlullah’ın huzuruna geldi ve “Yâ Resûlallah, devem uyuzlu develerin yanına bağlandığından uyuz oldu.” dedi. Buyurdular ki: “O uyuzlu deve, uyuzu, yanına bağlandığı deveden aldı, öbürü nereden aldı?…”[9] Burada hastalığın sirayetini nefyetme yok. Öyle olsaydı hiç: “Bir yerde sâri bir illet varsa oraya girmeyin; içerdeyseniz dışarıya çıkmayın.”[10] şeklinde ikazda bulunur muydu? Esasen Efendimiz, cahiliye akıl ve mantığına karşı savaşıyordu. Yoksa sebepleri nefyetmiyordu. O’na göre sebeplerin bir hikmet-i vücudu vardı. Virüslerin, mikropların hastalık yapabileceğine dahi işarette bulunuyorlardı. Ancak, sebepler her şey demek değildi. Sebeplere riayet bir mükellefiyet ve vazife; neticenin, Allah’ın elinde olduğuna inanmak ise tevhiddi. İşte, bu ince hususu göstermek için Efendimiz, “O uyuzlu deve, uyuzu öbür deveden aldı. O kimden aldı?” diyerek, meseleyi, devir ve teselsül zemininde, devir ve teselsülün bâtıl olmalarıyla noktalıyordu. Yani, o ondan o da bir öncekinden… Pekâlâ ilk deve kimden aldı?… Ve neticede “Allah” dedirtiyordu. Öyleyse, daha sonra sebepler tahtında cereyan eden şeyler ta baştan Allah’ın emir ve iradesi altında oluyor demektir. Her şeyi yaratan Allah’tır (celle celâluhu). Böylece Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tevhid-i rubûbiyete dair bir şirkin başına balyoz indiriyor, ruhları şirke karşı uyarıyor ve çok önemli bir hususa dikkatimizi çekiyordu.

Şimdi, aşılama meselesine gelelim. Aşılama mevzuunda da cahiliye devrinde öyle bir itikat vardı ki, hurmayı aşıladığın zaman on verir, aşılamazsan hiç olmaz. Bunda da gizli bir şirk vardı, yani sanki aşılama, hurmanın meydana gelmesine tek sebep gibiydi. Efendimiz, bu bâtıl anlayışı yerinden söküp attı ve sebeplerin, sadece Allah’ın izzet ve azametinin perdeleri olduğunu onlara anlattı. Anlattı ama, ashabın kendi mantık çizgilerinde anlattı. Evvelâ onlara bir ders verdi. Sonra da onlar, belli bir anlayış içinde karşısına çıkınca “Dünyanızın işlerini siz bilirsiniz.” dedi. Burada ciddî bir iltifat mı var? Yoksa, anlattığı hakikati kendi istediği mânâda kavrayamamadan ötürü bir tembih mi var? Üzerinde düşünülmeye değer.

Üçüncü bir husus: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği her söz bütün bir hayatı talim istikametindedir. Eğer onların hayatlarının her noktasına doğrudan doğruya teşri maksadıyla katılsa ve karışsaydı meselâ, deseydi ki: Sularınızı şöyle akıtın, içerken bardağı şöyle sofranın etrafında dolaştırıp için; şu işi yaparken şöyle yapın, ağacı keserken alttan kesin, demiri döverken şöyle dövün; böyle ocağa sokun gibi, her şeyi talim etseydi, bu emirlere de, diğer teşriî emirleri gibi uyulmasını zarurî görüp kıyamete kadar aynı şeyleri yapacaklardı ve yapacaktık. Hâlbuki Allâmu’l-Guyûb’un kendisine bildirmesiyle, buğdaydan bire on almak mümkün olduğu gibi, bire yüz almak da mümkündü. Tecrübe ve aşılamalarla, meselâ narenciye yumruk kadarken bir kavun, bir karpuz hâline getirilebilirdi.[11] Böylece onlara, bilgi, görgü ve mümareselerini artırma güven ve itimadını verdi.

Dördüncü bir husus var ki, cidden çok mühimdir. Cenâb-ı Hak beşere, şeriat-ı fıtriyeye müdahale etme hakkını vermiştir. Madem insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O hâlde Allah’ın yarattığı şeylerde, şart-ı âdi kaydıyla bir kısım müdahaleleri olacaktır. Bu husus aynı zamanda iradenin hikmet-i vücudu ve insanın Yaratan’a halife olmasının bir neticesidir. Hâlbuki bu mevzuda dahi, Efendimiz’in teşriatına uyacak, diyeceklerdi ki, “Aşılama!” dedi aşılamadık, “Aşıla!” dedi aşıladık. Böylece, beşerî ilgi ve bilgi kaynakları kuruyacak, tecrübe birikimleri heba olup gidecek ve fıtratı talim etme vazifesiyle gelen Zât, fıtratla zıtlaşmış olacaktı. Oysaki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir söz söylerken kıyamete kadar devam edecek şekilde söyler. O’nun vaz’ettiği kanunlar kıyamete kadar câridir. Binaenaleyh, O, öyle kat’î şeyler söylemeliydi ki, ileride yanlış anlamalara meydan verilmesin. Ve herkes her zaman, büyük bir güvenle o âb-ı hayat kaynağına başvurabilsin. Onun için o ağızdan hep doğru çıkmalıydı. O ağızdan hep doğru çıktı. Ve doğrudan başka bir şey çıkmadı…

Beşinci bir husus da, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir insandı, insan hürriyetinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. İnsan hür değilse insan da değildir. Esir bir insana insan denemez. Zindandaki bir insana da insan denemez. Kefere ve fecerenin sultası altında, onların müsaade ettiği hayatı yaşama, onların müsaade etmediği hayatı yaşamama gibi bir zillet içinde bulunmak da insanlık demek değildir. Böyle insanlıktan Allah’a sığınırız. Böylesi bir hayata razı olanları da Allah ıslah eylesin!

Evet, insan, iradesiyle insandır. Ve irade çok mühim bir meseledir. İrade öyle bir meseledir ki, tıpkı, toprağa düşen bir tohum gibi, toprağın bağrına düşer düşmez, düştüğü yeri hemen kocaman bir ağaca hamile hâle getirir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların iradelerine zincir vurmadı. Evvelâ onları bir denedi, sonra, “Sizin iradenizin neticesi, semeresi hatta daha sonraki semereleri için öyle hareket etmeniz doğrudur.” dedi.

“Dünyanızın işlerini siz bilirsiniz.” demek suretiyle bu hakikati anlattı ki, anlattıkları doğrudan başka bir şey değildir.

Allâmu’l-Guyûb: Gizli, açık her şeyi en iyi bilen Hz. Allah.
Fem-i güher: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) inci, cevher kaynağı mübarek ağızları.
Müsebbibü’l-Esbap: Sebepleri birbirine bağlı yaratan, onlara sebep olma pâyesini veren Hz. Allah.
Teşriat: Getirilen hükümler, kanunlar.

[1] Ebû Dâvûd, ilim 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/162; Dârimî, mukaddime 43; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/186-187.
[2] Ebû Dâvûd, ilim 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/162; Dârimî, mukaddime 43; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/186-187.
[3] Buhârî, ilim 139; Tirmizî, ilim 12; menakıb 46; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/249.
[4] Buhârî, fezâilu’l-Kur’ân 34; Müslim, sıyam 182.
[5] Ebû Dâvûd, ilim 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/162; Dârimî, mukaddime 43.
[6] Müslim, fezâil 141. Ayrıca bkz.: İbn Mâce, ruhûn 15.
[7] Buhârî, istiskâ 27; Müslim, iman 125; Ebû Dâvûd, tıb 22.
[8] Buhârî, istiskâ 27; Müslim, iman 125; Ebû Dâvûd, tıb 22.
[9] Buhârî, tıb 25; Müslim, selâm 101; Ebû Dâvûd, tıb 24; Tirmizî, kader 9; İbn Mâce, mukaddime 10.
[10] Buhârî, tıb 30; Müslim, selâm 98.
[11] Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/182.

Peygamberimiz'in Peygamberliğinin Kendi Devrine Ait ve Araplara Mahsus Olduğu İddia Ediliyor. Bu Hususu Açıklar mısınız?

Peygamberimiz’in peygamberliğinin, kendi devrine ait olduğuna dair en küçük bir vesika, hatta bir işaret bulunmadığı gibi, sırf Araplara gönderildiğini gösteren herhangi bir delil de mevcut değildir. Aksine, mevcut bütün deliller, hayat-ı seniyyeleri boyunca, olanca güç ve kuvvetini kullanarak İslâm dinini dört bir yana yaymak istediği merkezindedir.

İskender, dünya hâkimiyeti adına; Sezar, Roma ve Romalılar hesabına; Napolyon, bir saltanat uğruna cihanı fethetmeye ve bir cihan devleti kurmaya azmetmişlerdi. Varlığın özü, zaman ve mekânın efendisi Yüce Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, arkasındakilere cihanı fethetme direktiflerini verirken, dünyevî-uhrevî mutluluğa giden yollardaki tıkanıklıkları açmak, eşref-i mahluk olarak yaratılıp, baş aşağı, aşağıların aşağısına yuvarlanan insanı, yaratılışındaki hedef noktaya ulaştırmak ve insanoğluna yitirdiği haysiyeti iade etmek için veriyordu. O bu gayeleri gerçekleştirmek için, Allah’ın elçisi olarak ve O’nun emir ve direktifleri altında, daha hayatta iken, ışık saçan mübarek elini dünyanın dört bir yanına uzattı ve Hak’tan getirdiği mesajları, sesini duyurabildiği herkese ve her yere sundu.

Şimdi O’nun vazifesinin şümullü ve peygamberliğinin umumî olduğunu gösteren bazı hususları beraber gözden geçirelim:

1) Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha Mekke’de iken bir kısım Müslümanları Habeşistan’a göndermişti ki, bu ilk mürşidler sayesinde pek çok Habeşli, Müslümanlıkla tanışma fırsatını buluyor ve tanışıyordu. Vâkıa, Habeşistan’a bu ilk mesajı götürenlerin seyahatleri, zâhiren bir hicretti; ama Müslümanların oradaki gayretleri sayesinde, Necâşî ve çevresinin Müslüman olması, İslâm Peygamberi’nin bir cihan peygamberi olmasına ilk işaret ve ilk “Evet” demekti.

2) Saadet asrında, ilk Müslümanlar arasında Habeşli Hazreti Bilâl’in, Rum diyarından Hazreti Suheyb’in ve Fars ülkesinden de Hazreti Selman’ın ayrı ayrı ırklardan oldukları hâlde ilk safı teşkil edenler arasında yerlerini almaları hem başka başka ırklardan birer numunenin bulunması, hem de Arap olmayan bu insanlara pek çok Arap’ın üstünde yüksek bir pâye verilmesi, İslâm’ın nasıl bir âlemşümul düşünce ile ortaya çıktığını göstermesi bakımından çok mânidârdır.

3) Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’ye hicretleri esnasında, kendilerini takiple vazifelendirilen Sürâka İbn Mâlik’e, Irak’ın fethinden senelerce evvel, İran hükümdarı Kisra İbn Hürmüz’ün bileziklerini kollarına takacağını müjdelemesi[1] peygamberliği ile alâkalı mesajların İran’a götürüleceğine bir işaret ve götürülmesi lâzım geldiğine de bir delâletti ki kendilerinden az sonra verilen bu bişaret gerçekleşmiş ve Irak baştan başa Müslümanların eline geçmiş, Sürâka da Kisra’nın bileziklerini alıp koluna takmıştı.[2]

4) Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ubâde İbn Sâmit’in zevcesi Ümmü Haram binti Milhân’ın hanelerinde istirahat buyururken, uyumuş, bir rüya görmüş ve uyandıklarında gülerek şöyle buyurmuşlardı: “Rüyamda ümmetim bana arz olundu. Koltuklara kurulmuş melikler gibi deniz seferleri yaptıklarını gördüm.” [3] Bir önceki vak’ada olduğu gibi, burada da, ilâhî mesajların denizaşırı ülkelere götürülmesi yolunda bir iş’ar ve işaret yapılıyordu ki bu mübarek müjde de yine sahabe döneminde gerçekleştirildi. [4]

5) Bir keresinde ashabına: “Benden sonra Mısır fethedilecektir. Mısır insanı hakkında hayırhah olun ve yumuşak davranın, zira onlarla sizin aranızda hem bir akrabalık hem de zimmet var.” [5] diyerek daha sahabe döneminde İslâm nurunun Mısır’a ulaşacağını haber veriyor ve Mariye Validemiz vasıtasıyla tahakkuk eden akrabalığın da korunmasını istiyordu.

6) Hendek Vak’ası öncesinde, Medine’nin etrafında hendek kazarken, kendileri de bizzat ashabı arasına girmiş, kazma, kürek, manivela kullanmış ve bu esnada onlara Hire’nin fethedileceğini, Kisra’nın sütunlarının yıkılacağını ve Şam’ın Müslümanların eline geçeceğini müjdelemişti. [6]

Şimdi bunca delilden sonra O’nun peygamberliğinin Araplara mahsus ve kendi devrine has olduğunu iddia edebilir miyiz? Yoksa, Hire’yi, Kisra’yı, Şam’ı Arap Yarımadası içinde mütalâa ederek Hirelilere, İranlılara, Şamlılara Arap mı diyeceğiz?..

Kaldı ki O’nun vazifesinin umumî ve davasının âlemşümul olduğuna dair pek çok âyet ve hadis zikretmek de mümkündür.

Şimdi numune olarak birkaçına işaret edelim:

1) Bir hadis-i şeriflerinde “Her peygamber, kendi cemaatine peygamber olarak gönderilmiştir. Ben bütün insanlığa gönderildim.” [7] -diğer bir rivayette: “Siyaha-beyaza” [8] şeklindedir-, Taberî’nin bunu teyiden naklettiği hadiste ise “Ben herkese, hem bir rahmet, hem de peygamber olarak gönderildim. Benim vazifemi yerine getirip tamamlayın. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.” [9] buyurmaktadır.

2) Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kisra’nın elçisi geldiğinde ona “Gelecekte dinim ve dinimin hâkimiyeti, Kisra’nın tahtına ulaşacaktır.” [10] diyerek, vazifesinin İran’ı, Turan’ı içine alacak şekilde bütün cihanı aydınlatmak olduğunu ihtar etmektedir.

3) Anadolu ve İstanbul, Müslümanların eline geçmeden asırlarca önce bir gün fatih orduların gidip Avrupa kapılarına dayanacağını haber vermiş, feth-i mübîni teşvik etmiş, fatih asker ve fatih kumandanı alkışlayarak “Mutlaka Konstantıniyye fethedilecektir. Fetheden kumandan ne kumandan! Onun askerleri ne asker!” [11] demiş, ashabına dünyanın dört bir yanını göstermiştir.

Kur’ân’ın bu mevzudaki ifadeleri ise, herhangi bir tevile, tefsire tâbi tutulmayacak kadar açık-seçiktir. Meselâ,

1) Sâd sûresinde “O Kur’ân bütün âlemlere öğüttür.” (Sâd sûresi, 38/87) diyerek, Peygamberimiz’in bütün insanlığı uyarmakla vazifeli olarak gönderildiği ihtar edilmektedir.

2) Yâsîn sûresinde daha açık bir ifadeyle “Bu Kur’ân Hazreti Muhammed’e verildi ki, hayatta olan herkesi uyarsın ve inkâr edenlere de azap hükmü hak olsun.” (Yâsîn sûresi, 36/70) ferman ederek, O’nun peygamberliğinin, ins-cin yaşayan herkese şamil olduğunu ve ne suretle olursa olsun O’na muarazanın da küfür ve nankörlük sayılacağını apaçık anlatmaktadır.

3) Sebe sûresinin “Biz seni ancak, topyekün insanlığa bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bilmiyorlar.” (Sebe sûresi, 34/28) mealindeki âyetiyle…

4) A’raf sûresinin, “De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim.” (A’râf sûresi, 7/158) mealindeki âyetleri ise, O’nun bir cihan peygamberi olduğunu, Hak tarafından bütün beşere gönderilmiş bulunduğunu apaçık ifade etmektedir. İş böyle iken, ciddî hiçbir şeye dayanmadan, kalkıp O’nun peygamberliğini zaman ve mekân itibarıyla dar bir muhite sıkıştırıp, O’nu da sadece kendi devrine mahsus görüp göstermek gibi iddiaların mânâsını anlamak oldukça zordur.

Bundan başka, Kur’ân-ı Kerim’de sadece içinde yaşadıkları cemaatlere elçi olarak gönderilen peygamberlerin bu hususî elçilikleri açıkça anlatılarak cihan peygamberiyle diğerlerinin farklılıklarına dikkat çekilmiştir. Meselâ Hazreti Nuh (aleyhisselâm) için “And olsun, Nuh’u da kavmine gönderdik: Ey kavmim, dedi. Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka mâbudunuz yoktur.” (A’râf sûresi, 7/59) Keza, Hazreti Hud (aleyhisselâm) için “Âd kavmine de kardeşleri Hud’u gönderdik: Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka mâbudunuz yoktur.” (A’râf sûresi, 7/65)

Bunun gibi Hazreti Salih’le alâkalı olarak da, “Semud kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik: Ey kavmim dedi. Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka mâbudunuz yoktur.” (A’râf sûresi, 7/73); “Lut’u da gönderdik. Halkına dedi ki: “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı pek çirkin bir işi siz mi yapıyorsunuz?” (A’râf sûresi, 7/80) âyette Hazreti Lut için, “Medyen ahalisine de içlerinden biri olan Şuayb’ı gönderdik. ‘Ey benim halkım!’ dedi, ‘yalnız Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık delil geldi.’ ‘Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin, ülkede düzen sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın. Bana inanıp bu dediklerimi yapmanız sizin için elbette hayırlıdır.” (A’râf sûresi, 7/85) âyette Hazreti Şuayb için aynı şeyler ifade buyrulmakta; hatta Kur’ân-ı Kerim’de, bu peygamberlerin anlatıldığı hemen her yerde, onların kendi millet ve kendi cemaatlerine peygamber olarak gönderildiklerine de dikkat çekilmektedir ki bu da Kur’ân-ı Kerim’in meseleyi mutlak ve müphem bırakmayıp, “Kim cihan peygamberi, kim değil; kim kavim ve kabilesini irşada memur edilmiş, kim bütün insanlığı aydınlatmakla vazifelendirilmiş” bu hususları tasrih ettiğini göstermektedir.

Aslında O’nun peygamberliği, peygamber olarak gönderildiği günden itibaren, dünyanın dört bir yanında duyulmuş ve hüsnü kabul görmüş; sunduğu mesajlar, Merâkeş’ten Mâveraünnehir’e kadar geniş bir sahada tesir icra etmiş ve hayata hayat olmuş; Allah’tan getirip vaz’ettiği kanunlar asırlar boyu pek çok İslâm devleti tarafından benimsenip tatbik edilmiş ve beşere sunduğu esaslar, daima hayatla içli-dışlı, düşüncenin önünde, ilimlere rehber, düşünce ve araştırmanın teşvikçisi olmuş ve hele, asırlardan beri İslâm düşmanlarının bunca baskı, tecavüz ve tahriplerine rağmen O’nun getirdiği esasların hâlâ her yerde taze, yeni ve aranır olması; günümüzde dahi binlerce ilim adamı ve düşünürce, insanlığın yeniden fethedilmesinin ancak O’nun getirdiği ruh ve esaslarla mümkün olacağında ittifak edilmesi, O’nun âlemşümul (evrensel) peygamberliğine bir değil, binlerce delil mahiyetindedir.

Hâsılı, peygamberliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak maksadıyla, bütün muteber hadis ve siyer kitaplarının belirttiği üzere, Roma imparatoru Heraklius’tan[12], Mısır kralı Mukavkıs’a[13], İran’ın Kisra’sından[14], Habeş Necâşî’sine[15] kadar nâmeler gönderip Hak dine davet ettiği o ilk günden asrımıza kadar O hep bir cihan peygamberi olarak kendisini tanıtmış, getirdiği dinî esasların, beşerin büyük bir kısmı tarafından hüsnü kabul görmesi de O’nun öyle olduğunu ispatlamıştır. Artık aksine ihtimal verilmeyen böyle bir mevzuda yeni yeni şüpheler üretmek, kin, garaz ve haset eseri olsa gerek.

[1] Bkz.: İbn Hacer, el-İsâbe, 3/41.
[2] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 6/357-358.
[3] Buhârî, cihad 8; Müslim, imaret 160-161.
[4] Buhârî, cihad 8; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/441.
[5] et-Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 4/228.
[6] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/303; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/116.
[7] Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3.
[8] el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/460; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 11/61; İbnü’l-Mübarek, ez-Zühd, 1/377.
[9] et-Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/128.
[10] Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/116; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/303.
[11] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/335; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/422.
[12] Buhârî, bed’ü’l-vahy 16; Müslim, cihad 74.
[13] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 5/324.
[14] Buhârî, ilim 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/423.
[15] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/104.

Rızkın Allah'ın Taahhüdü Altında Olduğu Söyleniyor. Hâlbuki, Biz Bazı Ülkelerde Elli-Altmış Günlük Açlıktan Sonra Ölenleri Biliyoruz. Açıklar mısınız?

Rızkın Allah’ın taahhüdü altında olduğunu Kur’ân’da pek çok âyet anlatıyor. Meselâ “Yeryüzünde yürüyen, hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun rızkını taahhüt altına almış olmasın.”[1]“Kuvvet ve metanet sahibi Hazreti Allah, Rezzak-ı Âlem O’dur.”[2] Evet, rızkı veren O’dur. Kur’ân-ı Kerim’de aynı mealde daha pek çok âyet var.[3] Bunların hepsi de rızkın taahhüd-ü rabbânî altında olduğunu gösterir. Kimse acından ölmemektedir. Ancak, insanlar bilmelidirler ki, vücutlarının zarurî ihtiyacı olan rızıkları taahhüt altına alınmıştır ama; zarurî ihtiyaçlarının dışındaki rızık taahhüt altına alınmamıştır. Yani israfla, suiistimalle, suiitiyatla, kötü alışkanlıklarla rızık sayılmayan bir kısım şeyler, onun için zarurî rızık hâline gelmişse ve o insan, o türlü rızıksızlıktan ölüyorsa, böyle bir rızık, taahhüt altına alınmamıştır ki, bu ölen insanlara da, “Rızıksızlıktan ölüyorlar.” diyelim…

Şimdi bir kısım basit misallerle arz etmeye çalışalım. Meselâ bir afyonkeş, afyona alışıyor. Onu afyondan alıkoydukları zaman çıldırıyor. Belki de, alışkanlık derecesine göre ölüyor. Şimdi bu adam, afyon verilmediğinden ölüyor. Ölüyor ama evvelâ afyon alışkanlığından, sonra da o alışkanlığı usûlüne uygun olmayacak şekilde terk ettiğinden dolayı ölüyor. Keza, bir başkası sigaraya alışmış ve nikotik olmuş. Sigarayı usûlsüz bırakınca bir kısım a’razlar baş gösteriyor. Hatta bazen eli, yüzü, ayağı şişiyor ve doktorlar ona diyorlar ki: “Sen bunu bu şekilde terk edemezsin. Böyle münasebetsiz kesişin bir kısım komplikasyonları olabilir.” Bundan dolayı eskiler “Âdetleri terk, öldürür.” demişler… Daha başka alışkanlıklar da olabilir. Bir insanın vücudunun günlük ihtiyacı elli gramlık bir protein olmasına karşılık, o her gün bir iki kilo yemeye alışmışsa hatta bu arada, aynı şahıs bir kilo meyve, bir kilo baklava, bir kilo da et yiyorsa bu alışkanlığı terk edince sarsılabilir, hatta hastalanabilir ve bir daha da belini doğrultamaz. Hâlbuki bir insan normal olarak 50-l00 gram ağırlığında meyve almış ve o kadar da protein kullanmışsa, günlük ihtiyacını görmüş demektir. Belki bu aldığı şeyler -alışmaya bağlı- birkaç gün de yetebilir. Hücreler, şuhûm-u müdahhara hâlinde stoklarını alırlar. Ve sonra dıştan gıda gelmezse, o stoklardan azar azar kullanırlar ve böylece de vücut beslenir gider.

Bunun gibi, şurada, burada açlıktan ölen kimseler var. Bunlar eğer Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği rızkı mukannen olarak alsalar; meselâ diyelim ki, Cenâb-ı Hak bir insana, bir çuval buğday veriyor. O ise, bu bir çuval buğdayı, hemen iki ayda bitiriyor. Ondan sonra on ay aç kalıyor ve bir müddet sonra da acından ölüyor. Ama o insan, o bir çuval buğdayı, mukannen kullanmak suretiyle, her gün birer avuç yese idi, bir sene ona yetecekti ve tabiî esbap açısından ölmeyecekti…

Demek ki, insanlar ölüyorlarsa, rızıksızlıktan, açlıktan ve ihtiyaçtan değil, belki Allah’ın verdiği rızık bir sene kendilerine yetecekken, çarçur ettiklerinden ve vücutlarında da suiitiyat hâsıl olduğundan ötürü, âdetlerini terk ediyor, dolayısıyla, şeriat-ı fıtriyenin kanunlarının mahkûmu olarak ölüyorlar, rızıksızlıktan ölmüyorlar…

A’raz: Hastalık belirtileri.
Mukannen: Zamanı ve mikdarı belirli, düzenli.
Şeriat-ı fıtriye: Yaradılışa ait, yaradılışla alâkalı kanunlar.

[1] Hûd sûresi, 11/6.
[2] Zâriyât sûresi, 51/58.
[3] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/70; Neml sûresi, 27/64; Ankebût sûresi, 29/60; Rum sûresi, 30/40; Sebe sûresi, 34, 24; Fâtır sûresi, 35/3.

Şeytan, Cehennem'e Gideceğini Bildiği Hâlde Niçin Küfürde Israr Ediyor?

Şeytan, kelime mânâsı itibarıyla, Hakk’ın dergâhından kovulmuş, rahmetten uzaklaştırılmış; elindeki bütün kozları aleyhine çevirmiş, kazanç kuşağında kaybeden demektir. O, bulunduğu bu durum itibarıyla hakkı duyup anlayamayacak mesafelere kayıp gitmiş bir fasit daire kurbanıdır. Bir hususa dikkatinizi rica edeceğim. Fasit daire (kısır döngü) sözcüğünü hekimlikteki mânâsından biraz farklı kullanıyorum. Hekimlikte fasit daire, meselâ sinir, gazı tevlit etti, gaz siniri, sinir gazı, gaz siniri… Fasit bir halka teşekkül eder ve sürer gider. Şeytan evvelâ gurur ve kibirle vurulmuştur. Meselâ: “Ben ondan daha hayırlıyım.”[1] demiş ve ilk şeytanî düşünce, ilk diyalektik olarak fasit dairenin ilk turunu yapmış, öldürücü girdaba ilk adımını atmış, bütün istiğfar menfezlerini mazeret çamuruyla sıvamıştır. Bunda evvelâ, bir iç beğenme sonra da dışa taşmış bir kibir vardır. Ve bu hareketle fasit dairenin ilk halkası meydana gelmiş olur.

Şeytan günah işlediği zaman, Hazreti Âdem de hata etmiş ve o memnu meyveye elini uzatmıştı. Fakat Hazreti Âdem meseleyi anlayınca, hemen dize gelmiş: “Rabbimiz, nefsimize zulmettik. Eğer mağfiret etmezsen, bütün bütün kaybedenlerden olacağız.”[2] demiştir. Af araya girince Âdem hakkında fasit daire teşekkül etmemiş ve Âdem Nebi kurtulmuştu. Şeytansa, şeytanî mazeretlerle nefsini müdafaa etti. Hakkında yapılan ikazat karşısında kusurunu itiraftan kaçındı ve “Ben ondan hayırlıyım.” diyerek helâk oldu. Daha sonra da insanoğlunun baş düşmanı kesildi.

Bakın, nasıl görülüyor: “Senin ulûhiyetine yemin ediyorum ki, onların hepsini baştan çıkaracağım.”[3] Başka bir âyet-i kerimede: “Sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından geleceğim ve onların çoğunu, şükürsüz bulacaksın.”[4] Yani hep nankör yaşayacaklar. Senin nimetlerini yiyecek, başkalarına kulluk yapacaklar. Nimetlerin içinde yüzecek Seni bilmeyecekler… diyor. Kur’ân-ı Kerim daha pek çok yerde şeytanın bu mevzudaki mübarezesini, insanoğluna karşı düşmanlığını ve Rabbine karşı da isyanını anlatır. Şimdi onun bu isyanı, Allah tarafından kovulmayı netice verdi. O, “Ben ondan hayırlıyım.” deyince, Cenâb-ı Hak da ona karşı: “İnin aşağıya hepiniz.”[5] hizlanına uğrattı. Bir taraftan kabahatinden büyük mazeretleri, diğer taraftan da yeminli, kasemli insanoğluna düşmanlığı, onu, Rabbin yapıcı, yumuşatıcı, yükseltici rahmet atmosferinden bütün bütün uzaklaştırdı. Daha sonra tamamen şeytanî mantığa teslim oldu ve “İzzetine and olsun, onların hepsini baştan çıkaracağım.”[6] diye homurdandı ve yol olarak aldatıcılığı seçti. Aldattıkça uzaklaştı; uzaklaştıkça hıncı arttı; derken fesatla, nankörlükle bütünleşmiş ikinci bir fıtrat kazandı. Her uzaklaştıkça iyice azıtıyor, kovuldukça kinini, nefretini, gayzını, kibrini ve ucbünü ifade edip duruyordu. [7] Allah’a karşı cedele kalkışıyor, diyalektik yapıyor ve böylece Allah’ın rahmetinden uzaklaşması onu isyana, isyan da uzaklaşmaya sevk ediyordu. Ve şeytan, kendi fasit dairesinin kurbanı olarak “hatm”e maruz kaldı; yani kalbi mühürlendi. Bunun mânâsı şu demekti: İçinde fenalık düşüncesinden başka bir şey kalmadı ve iyiliğe ait bütün fakülteler, bütün ışık kaynakları da sönüp gitti.

Bunu anlayabilmemiz için bir misal arz edeyim: İnsan çok mükerrem bir varlıktır; kendisine bahşedilen dinamikleri değerlendirdiği takdirde melekleşebilir. Şimdi, gayet şefkatli, namazında, niyazında, orucunda, haccında, zekâtında ve insanlarla münasebetlerinde fevkalâde mükemmel bir insan düşünün. Ama, bu mükemmel insanın bir yerde ırzına dokunulmuş, namusuyla uğraşılmış, hassasiyeti rencide edilmiş ve bir insan olarak asla kâle alınmamış; derken sinir sistemi üzerine kocaman dağlar gibi yükler yüklenmiş; hatta bir aralık, öyle bir hâle gelmiş ki, adam dayanamamış patlayıvermiş. O esnada onun kafasında artık, ne hilm, ne silm, ne af, ne de müsamaha kalır. Atmosferi bütünüyle kin ve nefret şahaplarıyla dolmuş bu adamı, o anda formüle etseniz Cehennem’den fışkıran kıvılcımlar gibi sadece kin ve öfke görürsünüz. O dakikada ona nasihat etseniz dahi hiçbir şey anlatamazsınız…

Herkes kendi şahsî hayatında buna benzer şeyler görmüş ve yaşamıştır. İşte şeytan, hayatının her saniyesinde, her âşiresinde, her sâlisesinde, böyle kinlerin, nefretlerin, gayzların, içinde kol gezip durduğu bir varlıktır. Bütün hayatı boyunca ve yaşadığı sürece kötülükten başka bir şey düşünmemektedir. O kadar gerilim içindedir ki, -tabiî faydalı bir gerilim değil, şeytanî bir gerilim.- bu hâliyle o sadece şeytanlık düşünmektedir. İçi tamamen fenalıklarla dolu olduğundan dolayı da hiçbir iyilik düşünmeye fırsat bulamamaktadır. Bu itibarladır ki o, bir yönüyle Allah’ı biliyor gibi olsa da, öfkeli mü’minin Allah’ı bildiği hâlde öfkelenmesi esnasında hilmi, silmi unuttuğu gibi, o da, Allah’ı biliyor olduğu hâlde, Allah’ı hatırlayamıyor ve iman edemiyor. Çünkü içindeki şeyler buna mânidir. Böyle fasit dairelerin kurbanı şeytan gibi aynı şeylere kurban olmuş pek çok insan da vardır. Onlar da böyle fena duygu ve tutkuların kurbanı olmuş ego ve nefis putuna taabbüd etmektedirler. Bu mevzuda, kimsenin teminat altında olduğu da söylenemez. Hatta bizlerin de mü’minler olarak tek teminatımız, Allah’a (celle celâluhu) güven ve itimadımızdır. O’na tevekkül ediyor ve O’na dayanıyoruz. Rabbim, şeytanî yollara sülûk etmekten bizi muhafaza buyursun!

Hilm-silm: Yumuşak huyluluk, halim selimlik, etrafına huzur ve emniyet verme.
Hizlan: Mahrum bırakma.

[1] A’râf sûresi, 7/12.
[2] A’râf sûresi, 7/23.
[3] Sâd sûresi, 38/82.
[4] A’râf sûresi, 7/17.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/28.
[6] Sâd sûresi, 38/72.
[7] Bkz.: Sâd sûresi, 38/72-85.

“Ümmetimin Fesada Gittiği Bir Dönemde, Sünnet'ime Sımsıkı Sarılana Yüz Şehit Ecri Vardır." Deniliyor. Sünnet-i Seniyye'yi Öğrenip Asrın Şartları İçinde Tatbik Keyfiyetini Açıklar mısınız?

Bu meselenin de yine elimizdeki kitaplarda fevkalâde terkibi yapılmış ve Sünnet yolu, Hakk’a vâsıl olmanın merdiveni, mirkadı gösterilmiştir.[1] Evet, hem yolu gösterilmiş hem de o yola fevkalâde teşvik yapılmıştır. Bu yol, öyle bir yoldur ki, binlerce veli ve binlerce dimağın bir araya gelmesiyle bulunacak bütün yollar ve o yolların mukaddes düstur ve prensipleri, Sünnet-i Seniyye’nin en küçük meselesi yanında, çok küçük ve sönük kalacağı hakikatini, asrımıza kadar, yüzlerce hakikat eri, yüzlerce mürşid, tekrar ber tekrar anlattı ve Sünnet yolu, din yolu olduğuna tembihte bulundular.

Farzlardan âdâba kadar, dinî hayatı bize talim eden Allah’ın (celle celâluhu), davranışlarını doğrudan doğruya kontrol altına aldığı, her iş ve hareketinde hayra yönlendirilen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize hayatı talim etmek üzere gönderilmiş bir insandı. Farzı, vacibi, sünneti, müstehabı ve âdâbıyla…

Kul farzlarla Allah’a yaklaşır. Nafileyle o hâle gelir ki, – kudsî hadiste ifade buyrulduğu gibi- “Allah onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan ağzı, tutan eli olur.”[2] Yani ona, gördüğü şeyleri doğru gösterir. Gördüğü şeyleri isabetle değerlendirmeye muvaffak kılar ve her şeyden hakikate giden bir yol açar. Hidayeti görse, kanatlanır, dalâleti görse kaçar. Hakikate çağıran iyi bir ses duyduğu zaman, Hak adına gerilir ve ruhunda yükselme başlar. Aynı zamanda konuşurken, Allah ona hakkı konuşturur, iş yaparken hep yararlı şeylere sevk eder ve her zaman iyilik ve güzellik istikametinde götürür. Hâsılı, onu, sürekli olarak Cennet yoluna sevk eder ve bir lahza nefsiyle baş başa bırakmaz. O, davranışlarında Hakk’ın hoşnutluğunu aradığı için, Hak da onu hep marziyat-ı sübhâniyesi içinde hareket ettirir. Binaenaleyh, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’ndan sonraki mühim zevâtın hayatlarını, Cenâb-ı Hak daima böyle kontrol altında tutmuş ve marziyata giden caddenin dışındaki bütün yolları onlara tıkayıp mecburi istikamet olarak sadece Sünnet yolunu göstermiş ve bu yolu işlettire işlettire âdeta şehrah hâline getirmiş. Artık bugün, hedefe varabilen, teminat altında olan bir yol varsa o da bu yoldur.

Tabiî, ümmetin fesadı zamanında bu ehemmiyette olan Sünnet-i Seniyye’nin ihyası, farzıyla, vacibiyle, sünnetiyle o yolun yeniden işler hâle getirilmesi ve aynı zamanda o geniş caddenin kıyamete kadar teminat altına alınması uğrundaki hizmetler, o kadar mübarek ve o kadar kudsîdir ki, böyle bir hizmete omuz veren zatların şehitlerle atbaşı gittiklerinde şüphe edilmemelidir. Hatta bunlar içinde, ömrünün her gününde birkaç şehit sevabı yakalayanların sayısı hiç de az değildir. Bu arada hususiyle erkân-ı imaniyeyi yeniden ihya etmeye çalışanlar, yüz şehitten daha fazla sevap kazanabilir.

Evet, o Sünnet-i Seniyye içinde öyle meseleler vardır ki, onların birini ihya eden, yüzlerce şehit kadar sevap kazanabilir. Nasıl, gıybet içinde bazen öyle bir gıybet olur ki, adam öldürmekten, zina etmekten daha eşeddir.[3] Evet, elbette toplumu birbirine katıp karıştıran gıybet, herhangi bir şahsın çekiştirilmesi gibi olamaz. Bu durumda o, ferdî büyük günahlardan daha büyüktür. Öyle de, günümüzde ümmetin fesada gittiği meselelerde, bütün İslâm çarkının bozulduğu hengâmda, dine ait herhangi bir meseleyi ihya etmek için gayret edenler, elbette yüz şehit belki bin şehit sevabı kazanacaklardır. Hele mübarek gün, mübarek an ve mübarek dakikalarda bu işi yapabilenler, belki daha çok sevap kazanacaklardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, dilediğine fazlından dilediği kadar ihsanda bulunacağını ifade ediyor.[4]

Allah, evvelâ, bu yolda bizi kaim ve daim eylesin. Sonra ihlâsla hizmete muvaffak kılsın!..

Çok bahtiyar ve tali’liyiz. Zira, dinimizi öğrenip başkalarına da öğretmek hususu anlatılırken deniyor ki: “İhsan-ı ilâhî olarak omzumuza bir vazife yüklenmiş.” İnanmış insanlar olarak her birimiz, bütün bütün her şeyin şirazeden çıktığı bir dönemde, çok kıymetli bir vazifeyle tavzif edilmiş bulunuyoruz. Evet, Allah’ı sevmek ve başkalarına da sevdirmek, insanların iman nuruyla nurlanmalarına vesilelik etmek, dünyada eşi menendi olmayan bir şeydir. Bir bakıma bu, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vazifesini yüklenmek demektir. Şah-ı Geylânî’nin mânen, Hak yolunda hizmet edenlere zahîr olması, Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) asırları aşarak onlara arka çıkması, bu asırda görülen dinî hizmetlerin fevkalâde ehemmiyet kazanmış olmasına binaendir. Bu zatların bir sürü işaret ve bişaretlerinin yanında, çok sadık rüya ve murakabelerde Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ), tenezzülen asrın garipleri arasında dolaşması; onların müesseselerini ziyaret etmesi, bazı şahıslara hususî iltifatlarda bulunması; Sünnet ve Sünnet’e hizmetin kerametinden başka bir şey değildir. Şahsî meziyet ve şahsî kemalât uğrunda gösterilen gayretlerle bu takdirlere mazhariyet düşünülemez ve düşünülmemelidir de…

Temelde önemli hizmetlere vesile olmuş şahıs, grup ve müesseselerin “es-Sebebu ke’l-fâil”[5] fehvasınca bu mevzuda aslan payı elde edecekleri de Allah’ın ayrı bir lütfunun tezahürüdür. Ve O’nun rahmetinin vüs’atinden her zaman beklenebilir. Şimdi, bu iman ve Kur’ân hizmetini belli bir seviyeye getirenler, sonra ihlâs, samimiyet ve aynı coşku, aynı heyecan içinde durumu koruyamaz ve mevcudu muhafaza edemezlerse, yani aynı tempoda hareket edilmezse, emanet alınıp başkasına verilebilir. Refüze olmalar olabilir; yani bazıları dışarıya itilebilir, atılabilir. Bizler, Allah’ın inayetlerini takdir ve idrak edip takatimiz ölçüsünde gayret gösterebildiğimiz ve takdir, teklif, ihsan buyrulan lütufları değerlendirebildiğimiz nispette, imtihanı kazanmış, daha büyük lütuflara namzet bulunduğumuzu göstermiş olacağız.

Gönül arzu ediyor ki, her ânı ayrı bir şehit sevabı kazandıran bu iman ve Kur’ân hizmetinde koşan mü’minler, işin başındaki aşk ve heyecanlarıyla, yakîn gelinceye kadar koşup dursunlar!..

Marziyat-ı sübhâniye: Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazandıran şeyler.
Şehrah: Büyük cadde, ana yol.

[1] Meselâ bkz.: İmam Rabbânî, Mektubat, 1/87 (75. Mektup); 1/99 (94. Mektup); 1/182 (210. Mektup); 1/240 (260. Mektup); Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 17-18 (Beşinci Mektup); Lem’alar, s. 25-37 (Dördüncü Lem’a), s. 71-89 (On Birinci Lem’a).
[2] Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[3] Bkz.: Hucurât sûresi, 49/12; Hadis için bkz.: ed-Deylemî, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/116.
[4] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/73; Mâide sûresi, 5/54.
[5] “Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir.” (Bkz.: Müslim, imare 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edep 115.)

"Ve Alleme Âdeme'l-esmâe Külleha" Ayeti Neler Anlatmaktadır?

Sûre-i Bakara’daki bu âyetin[1] mefhûm-u münîfi “Allah (celle celâluhu) Hazreti Âdem’e bütün esmâyı talim etti.” Malum, isimlerin Hazreti Âdem’e öğretilmesi, Kur’ân-ı Hakim’de, Hazreti Âdem’in hilâfetinin bahis mevzuu edildiği yerde ele alınır. Melekler, insanın, cibilliyet ve mahiyetindeki bir kısım unsurlardan ötürü, yeryüzünde fesat çıkaracağı, kan dökeceği istibsarı ile Cenâb-ı Hakk’a mukabelede bulunurlar. Yani: “Yâ Rab! İnsanın mahiyetine bakınca bu, kan döker, insan öldürür, nifak çıkarır gibi görünüyor…” derler. Tıpkı, insanın yüzündeki hatlardan onun ruh ve mahiyetini okuyan insanlar gibi melekler de, Hazreti Âdem’in mânevî simasında bunu görürler. Çünkü, yerin çamurundan, hamurundan alınan bir varlığın simasında bunlar yazılıydı… Onda, ilâhî nefhaya ait başka şeyler de yazılıydı ama, melâike-i kiramın gözüne birinci şık ilişmişti. Evet, bir yönü toprak, diğer yönü nefha-i ilâhiye olan insan… Toprak yönü ile onda, şehvetler, kaprisler, hırslar, kinler, nefretler vardı; nefha-i ilâhiye yönüyle de A’lâ-yı İlliyyîn’e çıkıp ahsen-i takvîm suretini alacak ve Mele-i A’lâ’nın sakinleri arasına girecek bir kabiliyeti bulunuyordu.

İşte, melekler, Âdem’in cismaniyetine ait bu vaziyeti hissedip Cenâb-ı Hakk’a istifsarda bulundular: “Yeryüzünde nifak çıkaran, kan döken birisini mi yaratacaksın?”[2] Allah (celle celâluhu) da melekleri imtihan için önce Âdem’e esmâyı talim buyurdu; yani, taş, ağaç, kandil, toprak, avize vs… gibi şeyleri. Fakat mücerred esmâ bir şey ifade etmeyeceğinden, esmânın verâsında mücmel olarak müsemmâyı da O’na öğretti. Esasen kâinatta her şey, isim ve ismin delâlet ettiği müsemmâ (isme esas teşkil eden zat) itibarıyla iki yönü olan bir vâhiddir. Bu itibarla, Hazreti Âdem’e isimleri öğretti demek, dolayısıyla isimlerin delâlet ettikleri şeyleri de talim etti demektir. Hazreti Âdem’e icmâlen öğretilen isimlerin tafsilini Allah, Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim buyurmuştur. Evet, Hazreti Âdem’e okutulan fihristin bir kitap olarak tafsilatı Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatılmıştır.

Cenâb-ı Hak, talim-i esmâ unvanı ile, Hazreti Âdem’in halife olduğunu göstermiştir. Arzın edîm’inden, yani, yerin yüzünden alınan maddelerle yaratılan ve Âdem ismiyle yâd edilen Hazreti Âdem, Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’inde anlattığı gibi, Allah’ın (celle celâluhu) yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem’in sahibidir. Eşyaya Âdem merceği ile bakılırsa, “vahdet-i vücud” görülür. İnsan yeryüzünde Allah’ın matmah-ı nazarı ve Onun câmi-i esmâıdır. Makam-ı fark’ın değil, makam-ı cem’in sahibidir. Allah, bu önemli mansıbın Hazreti Âdem’e ihsanını, talim-i esmâ unvanıyla ifade etmiştir.

Demek oluyor ki, Allah, Hazreti Âdem’e bütün ilimlerin hulâsasını ilham etti. Bu sayede Hazreti Âdem bir taraftan dinî hakikatlerin hulâsasını, diğer taraftan kimya, fizik, astronomi, tıp gibi ilim ve fenlerin hulâsasını vahyen öğrendi. Yani, bu mevzudaki temel kaide ve esas prensipleri; yoksa, ilim ve fenlerin nihayet hududuna kadar tafsilâtını değil. Evet, bunlar mücmel şeyler, belki de bir kısım remizlerle ifade edilen şeylerdi. Bu kadarı bile çok muazzam idi ki melâike-i kirama arz edildiği zaman bilemediler.

Bu bilememe meselesinde, şöyle bir husus anlaşılabilir: Âlem-i cismaniyet (cisimler âlemi), âlem-i ervahtan (ruhlar âlemi) daima farklıdır. Bizler bir yanımızla cismanî âleme ait varlıklarız. Bunun gibi, müşâhede ettiğimiz şu tabiat kitabının her bir parçası da, yine cismanî âleme ait şeylerdir. Cismaniyete ait canlı-cansız tablolar, bir ölçüde cismanî olmayanlar tarafından tam bilinemez. Meselâ cismanî âlemde görme, duyma buudları vardır ki, bu buudların dışına çıkılamaz. Meselâ, insanlar görülebilecek şeylerin ancak milyonda beşini görür, verâsını göremezler. Ne var ki, bu görme, duyma da, yine cismanî âlemde olur. Hâlbuki melâike-i kiramın görüş ve duyuş buudu tamamen başkadır. Çünkü onlar ruhanîdirler. Onun içindir ki, bir kısım ecsâm-ı latîfe, hatta ruhanîler ve cinnîler, âlem-i şehadeti seyretmek için, cismanî olan bir varlığın gölgesi altında, onun ceset adesesini kullanır, onun gözüyle âlem-i cismanîyi seyrederler. Senin nazarında, şu kevn ü fesattaki keyfiyet, cismanî olanlardan tamamen başkadır. Melâike-i kiram, baharı, yazı, çiçekleri, haşeratı, hevammı senin gördüğünden farklı görürler. Evet, onlar değişik buudlardan baktıkları için, senin bakış, görüş, duyuş ve hazzedişinden çok değişik şeyler müşâhede ederler. Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) talim ettiği esmâ, âyât-ı tekvîniye, şeriat-ı fıtriye ve kâinatta cari kanunlara ait mücmel hakikatlerdi. Cism-i latîf olan melâike-i kiram, kesif cismin hassası olan bu şeyleri bir ölçüde bilemedikleri için “Senin öğrettiğinden başkasını biz bilemeyiz. Seni tesbih ve takdis ederiz.”[3] dediler.

Bu iki meseleyi telif ettiğimiz zaman, şu neticeye varıyoruz: Cenâb-ı Hak, kâinattaki mücmel hakâiki Hazreti Âdem’e talim etti. Ve bu talim, gelişe gelişe olgunlaştı, kemale erdi ve Kâmil-i Mutlak, Makam-ı Mahmud’un Sahibi Hazreti Muhammed’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) noktalandı. O, öğretilecek her şeye mazhar olması cihetiyle Muhammed, Ahmed, Mahmud ve Hâmid oldu. Yani her şeyi ile hamd ü senâya giden yolların ayrımında yol gösteren ve etrafı aydınlatan bir zât olarak zuhur etti. O’nun mazhar olduğu şeylere, şimdiye kadar kimse mazhar olmamıştı. O, bütün isimlerin mazharı Kur’ân-ı Kerim gibi, umum isimleri temsil için gönderildi; Kur’ân’a göre “Fatiha” ne ise, O da enbiyâya öyle fatiha oldu.

Fatiha’daki 7 âyetin ilk mazharı Hazreti Âdem’di ve 7 âyetin bir odak noktası (nokta-i mihrakiye) idi. Evet, Hazreti Âdem 7 sıfatın da nokta-i mihrakiyesiydi. 7 âyet ledünnî yönüyle 7 sıfata bakmaktadır, 7 hakikati göstermektedir.

Namazda insan bu işi tam temsil ettiğinden 7 uzvuyla secde etmekte ve 7 âyete bakmaktadır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, Kur’ân-ı Kerim’le tafsil edilen Fatiha’nın tamamına mazhardır. Yani Fatiha, Resûl-i Ekrem’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) tafsil edilmiştir. Onun için O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ahmed”, Ümmetine “Hammâdûn” ve O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafına toplanıp gölgelenilen bayrağına da “Livâü’l-Hamd” denilmiştir.

Evet, talim-i esmâ, tafsilen Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilham buyrulmuştur. Ne mutlu O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), ne mutlu bize! Esasen ulûm ve fünûn-u müsbete de, yine talim-i esmâ unvanı altında anlatılmaktadır. Büyük Mürşid’in de dediği gibi şu âyetin, insanın câmi istidat ve kabiliyeti cihetiyle mazhar olduğu bütün ilmî kemalât ve fennî terakki ve sanat harikalarını “talim-i esmâ” unvanı ile ifade ve tabir etmesinde, şöyle latîf ve ulvî bir remiz var ki: Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkinin, her bir fennin âli bir hakikati var ve o hakikat, ilâhî bir isme dayanıyor. Yoksa, her şey, yarım yamalak bir suret ve nâkıs bir gölgeden ibaret kalır.

Meselâ hendese bir fendir. Onun hakikati Cenâb-ı Hakk’ın Adl ve Mukaddir ismine yetişip, hendese aynasında, o ismin hikmet dolu cilvelerini bütün ihtişamıyla müşâhede etmektir. Tıp bir fen ve bir sanattır. Onun hakikat ve son sınırını yakalamak ise, o Mutlak Hekîm’in “Şâfi” (dertlilere şifa veren) ismine dayanıp, o Yüce Yaratıcı’nın yeryüzü çapındaki geniş eczanesinde, O’nun rahmetinin cilvelerini görmek ve hakikî şifâ verenin O olduğunu bilmekle kabildir.

Bunun gibi, sair fen ve sanatlar da her biri, Allah’ın nurlu isimlerinden birine dayandırıldığı, daha doğrusu dayalı oluş keyfiyeti sezildiği ölçüde, önü açılacak, tıkanıklığa maruz kalmayacak ve gerçek değerleriyle bilineceklerdir. Yoksa, faraziye ve nazariyelerin karanlığında, varılsa varılsa evhâma varılır.[4]

Her şeyin doğrusunu en iyi bilen O’dur.

Ayât-ı tekvîniye: Yaratılış delilleri, kâinat kitabının âyetleri.
İstibsar: Önsezi.
İstifsar: Sorup anlamaya çalışma.
Kevn ü fesat: Devamlı yeni yeni oluşum ve değişim içerisinde çalkalanıp duran varlıklar, kâinat.
Mefhûm-u münîf: Yüce anlam.
Mücmel: Kısa, öz, hulâsa.
Müsemmâ: İsimlenen, bir isimle nitelendirilen varlık.
Verâ: Öte.

[1] Bakara sûresi, 2/31.
[2] Bakara sûresi, 2/30.
[3] Bakara sûresi, 2/32.
[4] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 344 (Yirminci Söz, İkinci Makam, Bir Nükte-i Mühimme ve Bir Sırr-ı Ehemm).

"İslâm, Emperyalist Sistemler Gibi, 'Fetih' Adı Altında Değişik Yerleri İşgal ve İstilâ Etmiş, Sonra da Sömürmüştür.” Diyorlar. İzah Eder misiniz?

Bu iddianın da, benzeri isnatlar gibi İslâm düşmanları tarafından maksatlı olarak ortaya atılmış diğer isnatlardan farkı yoktur. Her meselede olduğu gibi, bunda da İslâm’ı bilmeyen Müslümanlar yanıltılmak ve idlâl edilmek istenmektedir.

Bir kere, Arap Yarımadası’nda, Mekke ve Medine’deki insan, kimi sömürecek ve neyi istismar edecektir? Bir insanın kendi kavim ve kabilesini işgal ve istilâsı, sonra da sömürmesi nerede görülmüş? Hele, sömürüldüğü iddia edilen, o günkü Hicaz insanı ve Hicaz toprakları gibi fakir halk ve verimsiz arazi olursa!

Kaldı ki, İslâm’ın mesajını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için yığın yığın tehlikeyi göğüsleyen ve inandığı dava uğrunda şehit olmayı en büyük pâye sayan ve ömürlerini dört bir bucakta, kendilerinden on beş-yirmi kat daha fazla güçlerle yaka-paça olarak geçiren o yüksek ruhlu ideal insanlara müstemlekeciliği, emperyalizmi, sömürüyü yakıştırmak gülünçtür ve imkânsızdır. Acaba, bu insanlar bunca sıkıntı, bunca mahrumiyet ve bunca fedakârlık karşılığı neyi elde etmiş, neyi istismar etmiş ve nelerden faydalanmışlardır?

Aslında senelerce, yurdundan, yuvasından, çoluk-çocuğundan uzak yerlerde Rabbisini anlatmaktan başka bir şey düşünmeyen, ölümü ve şehadeti en tatlı ideal hâline getiren ve her muharebe neticesinde ölüp dostlarına kavuşamamanın üzüntüsünü yaşayan bu insanlara sömürü isnadında bulunmayı, bu iddiayı ortaya atanlar da kabul etmezler ya!..

Yeryüzünde işgal ve istilâyı, en iğrenç yanlarıyla emperyalizmi, İskender’den Napolyon’a, Romalılar’dan Cermenler’e, Moğollar’dan günümüzde onları takip eden bazı devletlere kadar “sömürü” sistemleri yaptılar. Girdikleri yerleri harap ettiler. Ahlâkı bozup milleti birbirine düşürdüler; sonra da arkalarında harap eller, yıkılmış hânümanlar, kimsesiz çöller, emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar ve kandan, irinden seylâplar bırakıp öyle gittiler.

Bugün ise, yavuz hırsız hesabı, kalkmış kendi iğrenç işlerini, utandırıcı muamelelerini örtmek için İslâm’ı ve onun şanlı Peygamberi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem), Peygamber’in mümtaz Halifelerini ve şanlı Osmanlı Devletini, devlet idarecilerini, müstemlekecilik ve sömürü ile karalamak istiyorlar.

Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde ve dünyanın hiçbir yerinde ne devlet ve millet olarak ne de fert olarak kimseyi sömürmedikleri, kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da izin vermediler.

Evet, cihanın dört bir yanında, fetihlerin fetihleri takip ettiği bir dönemde, İslâm devletinin başındaki halife: “Bana Müslüman fertlerin, en fakirinin hayat seviyesinde yaşamak yaraşır.” diyerek günlük birkaç zeytinle hayatını geçirirken[1] neyi sömürdüğünü ve kimi istismar ettiğini iddia edeceğiz?..

Bir muharebe esnasında öldürdüğü şahsın eşyası kendisine verilmek istendiğinde, elini gırtlağına götürerek: “Ben gırtlağından bir ok yiyip şehit olmak için bu muharebeye iştirak ettim; ganimet için değil!” diyen gözü ötelere uyanmış birisi neyi sömürüyordu?

Bir başka karşılaşmada, Müslümanlara ciddî zarar veren kâfirlerin ileri gelenlerinden birisini öldürüp yoluna devam eden bir Müslüman, maktûlün ganimeti başında İslâm ordusu komutanının Allah adına and verdirerek çağırmasına karşılık, komutanın yanına gelmeye mecbur olur ve yüzü peçeli muhariple komutan arasında şu konuşma cereyan eder:

Allah için bunu sen mi öldürdün?

Evet.

Öyleyse al şu bin dinarı.

Ben bu işi Allah için yapmıştım.

Senin ismin ne?

Ne yapacaksın ismimi? Yoksa âleme duyurup da sevabımı zayi etmek mi istiyorsun?..

Rica ederim, bu insanların insanlığı sömürmesine ve yeryüzünde müstemlekeler kurmasına imkân var mıdır? Doğrusu, kin ve adavet belli bir seviyeye ulaşınca insanın ne gözü görüyor, ne kulağı işitiyor ne de mâkul ve mantıkî olabiliyor…

Şimdi gelelim asıl meseleye: Sömürü ve emperyalizm nedir ve onu kim yapmıştır?

Emperyalizm veya diğer bir ifadesiyle müstemlekecilik, bir toplumun başka bir toplum veya bir devletin başka bir devlet üzerinde hâkimiyet kurması, onu sömürmesi ve ondan faydalanması şeklinde tarif edilebilir. Ancak, işgal, hâkimiyet ve sömürme her zaman aynı olmayabilir. Bunu günümüzdeki şekilleriyle şöyle sıralayabiliriz:

1) Mutlak işgal ve hâkimiyet: Bir ülkenin asıl sahiplerini bertaraf ederek gelip o ülkeye yerleşmeye denir ki, şimdiye dek en batısından en doğusuna kadar dünyanın değişik bölgelerinde yerli halkın mezarları üzerine binalar kuran ve onları kendi topraklarından kovan bir sürü millet görülmüştür.

2) Askerî işgal: Bir ülke üzerinde askerî hâkimiyet kurup o ülke insanının her meselesine müdahale etmeye denir ki, meselâ, bazı ülkeler Hindistan’ı işgal ettikten sonra orayı uzun süre terk etmemiş, o işgal devletlerinin askerleri senelerce yerli halka böyle davranmışlardı.

3) Müdahalecilik: Bir ülkenin hâriciye, emniyet, müdafaa ve iktisadî işlerine açık-kapalı müdahale şeklinde olur ki, günümüzde Doğu ve Batının, fakir, güçsüz ve geri kalmış ülkelere karşı tavrı hep bu türlü müdahalecilik şekliyle olmuştur.

4) Entelektüel transfer etme sistemi ki, günümüzde emperyalizmin en yaygın ve en tehlikeli olanıdır. Bu sisteme göre sömürülmek üzere plâna alınan ülkenin, kabiliyetli, atılgan, müteşebbis evlâtları seçilerek, yurt içinde, yurt dışında hususî eğitimden geçirilip, hususî localara kaydettirilip ülkenin kaderine hâkim hâle getirilirler. Daha sonra ise, bu yerli-yabancı entelektüel, sistemli olarak ülkenin idaresinde en hayatî noktalara yerleştirilerek kale içten fethedilmiş olur.

Son asırlarda, Batılı müstemlekecilerin kullandıkları bu sistem çok geçerli olmuş ve bu yolla karşı tarafa boy hedefi olmadan, onlarda nefret uyandırmadan yumuşakça hedefe varılmıştır ki, günümüzün İslâm dünyasını, büyük ölçüde bu kabîl bir istismar ve sömürü çıkmazı içinde sayabiliriz.

Hangi şekliyle olursa olsun, emperyalizmin işgaline uğrayan ülkelerde:

1) Asimilasyonlarla yerli halk özünden uzaklaştırılmış, geçmişi ve tarihi unutturulmaya çalışılmış ve bir kimlik bunalımına çekilmiştir.

2) Millî himmet öldürülmüş, arazi verimsizleştirilmiş, sanayi emperyalist ülkeye bağlı hâle getirilmiş, ilim kısırlaştırılmış ve araştırmacılığın yerine şablonculuk ikame edilmiştir.

3) Öldürmeme-kaldırmama politikasıyla, yerli halk, cankeş edilerek hep başkalarına muhtaç hâle getirilmiş ve bütün bir hayat boyu, ilericilik, Batıcılık, uygarlık, çağdaşlık gibi ne ifade ettikleri belli olmayan kelimelerle avutulmuş ve uyutulmuşlardır.

4) Dış destek ve dış yardımlar itibarıyla ülke ablukaya alınmış, ithalat ve ihracata açık-kapalı hacir konmuş, kalkınma ve büyüme inhisara alınarak bütün bütün zorlaştırılmıştır.

5) Bir taraftan ülke insanının fakir bırakılması için lâzım gelen her şey yapılmış, diğer yandan da, yığınlar lükse, israfa çekilmiş ve millet içine sürekli tatminsizlik hissi saçılarak kavgaya varan hoşnutsuzluklar meydana getirilmiştir.

6) İlim-teknik-teknoloji açısından araştırma ruhu öldürülmüş, maarif yuvaları kopyacılığa, fabrikalar montajcılığa alıştırılmış, kışlalar da emperyalist güçlerin döküntü harp malzemelerinin meşherleri hâline getirilmiştir.

Şimdi acaba, İslâm’ı ve İslâm fütuhatını, bu kadar kötülüğü de beraberinde getiren emperyalist sistemlere ve sömürü düzenlerine benzetmek ne derece mâkuldür?..

Bir kere İslâm, kimseyi yurdundan, yuvasından etmediği gibi, kimsenin eline, ayağına zincir vurarak çalışmasını da engellememiştir. O, fethettiği ülkelerin insanlarını dinleriyle, duygularıyla, düşünceleriyle serbest bırakmış ve onları her hususta kendi dindaşları, vatandaşları gibi himaye etmiştir. Müslüman fatihler, girdikleri hemen her ülkeye huzur ve emniyet getirmiş ve yerli halk arasında kabul edilen, sevilen, sayılan insanlar olmuşlardır. Böyle olmasaydı, Suriye Hıristiyanları, ülkelerinin Roma imparatoru tarafından istirdat edileceği endişesi karşısında kiliselere dolup Müslümanların zaferi için dua ederler miydi?[2] Ve böyle olmasaydı, bir ucundan diğer ucuna altı ayda varılamayan alabildiğine geniş bir ülkede asırlar boyu emniyet ve asayişi devam ettirmek nasıl mümkün olabilirdi?.. Bugünkü komünikasyon imkânları, son model askerî araç ve gereçlere rağmen, avuç kadar bir yerde bunca mekanize güçlerimizle emniyet ve asayişin temin edilemediğini gördükçe onların bu mevzuda başvurdukları dinamiklere hayran kalmamak mümkün mü? Zannediyorum, günümüzün pek çok münevveri de bu hakikati anlamış olacak ki, dünya hâkimiyeti dönemimize ait varlık ve bekâmıza esas teşkil eden dinamiklerin yeniden gözden geçirilmesi lüzumunu izhar etmeye başladılar.

Müslüman fatihler, fethettikleri ülkelerin kapılarıyla beraber, gönül kapılarının da kendilerine açılmasını başarabildi ve fethettikleri ülke insanlarının saygı, itimat ve güvenine mazhar oldular.

Girdikleri ülkelerdeki ilim ve sanat birikimini değerlendirip, ilim ve sanat adamlarına çalışma zemini hazırladılar. Hangi dinden olursa olsun, âlimlere ve fikir adamlarına ayrı birer değer atfederek onları İslâmî toplum içinde aziz ve mükerrem tuttular.

Müslüman fatihler hiçbir zaman, müstemlekeci devletlerin istila ve işgal ettikleri ülkelerin halkına yaptıkları zulmü yapmadılar. Yapmak şöyle dursun, fethettikleri ülke halkına kendi dindaşları, kendi soydaşları gibi davrandı ve onlara, aynı vatandaşları gibi muamelede bulundular.

Halife Hazreti Ömer, Mekkeli bir soyludan tokat yiyen bir kıptîye: “Dön; sen de ona bir tokat vur.” diyor; Amr İbn Âs’ın Mısır yerlilerinden birisini rencide ettiğini duyunca da:

“İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları kul-köle olarak kullanıyorsunuz?” diyerek itapta bulunuyordu. Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını almak için Filistin’de bulunduğu sırada, namaz vakitlerinden birisini içinde bulunduğu bir kilisede idrak ettiğinde papazın ısrarla kilisede namaz kılmasını istemesine rağmen: “Hayır! Halife Ömer burada namaz kıldı diye yarın sizi iz’âc edebilirler.”[3] diyerek dışarıda toprak üzerinde namaz kılmayı tercih ediyor ve mağluplara karşı İslâm’ın fevkalâde insanî, alabildiğine yumuşak ve henüz günümüzde ulaşılamamış seviyedeki tavrını gösteriyordu.

Rica ederim, bu insanların başkalarını istismar etmeleri mümkün mü? Bunların başkalarını sömürmesi düşünülebilir mi? Ve bu yüksek ruhların temsil ettikleri Kur’ân sistemine emperyalist düzen denir mi?

Cankeş etmek: Can çekişir hâle getirmek.
Hânuman: Ev, bark, ocak.
İz’âc: Rahatsız etme, bunaltma.

[1] Bkz.: es-Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 132.
[2] Bkz.: Şiblî Nu’manî, Bütün Yönleriyle Hz Ömer ve Devlet İdaresi, 1/212-214.
[3] T.W., Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 99-100.

İslâm'da ki Cihad Emrinin "Dinde Zorlama Yoktur" Ayetiyle Bir Zıtlığı Var mıdır?

İslâmiyet bir taraftan “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrılmıştır.” (Bakara sûresi, 2/256) ve “De ki: Hak Rabbinizdendir, öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf sûresi, 18/29) gibi âyetlerle, müsamaha, hoşgörü ve insanların inanıp inanmamalarını onların iradelerine havale etmeyi esas alıyor görünürken diğer taraftan, “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla savaş ve onlara sert davran. Onların varacağı yer Cehennem’dir. O ne kötü gidilecek bir yerdir.” (Tahrîm sûresi, 66/9) ve “Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyiniz!” (Nisâ sûresi, 4/89) ve “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, hor hakir duruma düşüp cizye verecekleri âna kadar savaşınız!” (Tevbe sûresi, 9/29) gibi beyanlarla İslâmiyet’te kılıç ve zorlama olduğu, dolayısıyla da onun silahla yayıldığı mânâsı anlaşılmaktadır. Bu hususların telifi ve İslâm’da ki cihad emrinin mânâsını izah eder misiniz?

 

Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de takriben 13 sene halkı açık-kapalı tevhide ve İslâm’ın getirdiği yüksek anlayışa davet etti. Daha sonra davetini Mekke’nin dışında Taif ve Medine halkına müteveccihen sürdürdü. O’nun bu değişik yerlerdeki davet ve tebliğ vazifesine karşı ilk duyarlılık gösteren, daha doğrusu, topluca icabet eden Medine halkı oldu. Ve çok kısa zaman zarfında İslâmiyet’in ilk pâyitahtı ve İslâm medeniyetinin beşiği Medine’de, tevhid dininin girmediği bir ev kalmadı. O güne kadar yapılan hizmetlerde ve İslâmlaştırma hareketinde ne bir zorlama, ne bir tazyik, ne de silah bahis mevzuu olmadı. Herkes dinledi, tetkik etti, düşündü ve seçeceği nurlu yolu kendi iradesiyle seçti.

Böylece, Müslümanlar için gidip yerleşecekleri ve İslâm dinini neşredecekleri bir vasat meydana gelmişti ki, bu da onların kendi düşünce dünyalarını, iman ve akide hayatlarını serbest ve müdahalesiz yaşamaları demekti.

Bu yeni toplum, kendine has çizgileriyle, Arap Yarımadası’nda kendini hissettirip, muzdarip ve karanlıkta olan insanlığa başvurulacak bir mihrap hâline geldikçe, zaten ruhlarında ciddî düşmanlık olan Kureyş, her gün biraz daha azgınlaşıyor, her fırsatta Müslümanlığa ve Müslümanlara saldırıyor ve ne pahasına olursa olsun, bu yeni dinin hakkından gelmek istiyordu. Ondaki bu şiddetli arzu ve düşmanlık duygusu, zaten cibilliyetinde her dine karşı adavet bulunan, o bölgedeki gayrimüslimlerin zekâ ve nifakıyla birleşince, henüz hayatının baharında bir filiz ve bir fide durumunda bulunan bu yeni dinin etrafında bir kısım tehdit edici rüzgârlar esmeye başladı ki, bu esintiler gelecekte Sasânileri, Romalıları da içine alacak şekilde yayılacak, genişleyecek, İslâm ve Müslümanlara karşı ebedî bir düşmanlık olarak sürüp gidecekti.

Günümüze kadar devam edegelen, İslâm’a karşı, bir kısım farmason ve Haçlı ortak düşmanlığının nüveleri, ta site İslâm devleti temelinin atıldığı o ilk Medine günlerine dayanır. İslâm’ın, her türlü yanlış ve sapık düşüncelerle mücadelesi ve insana, kaybettiği haysiyetini kazandırma yolundaki kavgası, putperestlerin yanında bir kısım diyanet mensuplarını ve kiliseye, havraya bağlı olduğunu söyleyen bazı kimseleri de harekete geçirmişti. O günden bugüne de -değişik ad ve unvanlarla da olsa- bu tür müfsitlerin kan seylâpları İslâm’ın bağrında akıp durmaktadır.

Bu itibarladır ki, Peygamberimiz döneminde, İslâm nurunu söndürmeye azimli bu üç grupla muharebeler meydana geldi. Bu üç grubu şöyle bir tasnife tâbi tutarak teker teker üzerlerinde durmakta yarar var:

1) Mekke müşrikleri.
2) Medine ve Hayber Yahudileri.
3) Romalılar ve onların emrinin altındaki Gassan Arapları.

1) Mekke Müşrikleri

a. Bedir Savaşı:

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), önce de geçtiği gibi, 13 sene Mekke’de, fevkalâde bir sabır ve tahammül ile, akla hayale gelmedik sıkıntılara katlandı, gördüğü şeyleri sinesine çekti, Kur’ân-ı Kerim’in “O hâlde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar (düşmanların) hakkında acele etme; onlar vaad edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada bir günün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar.” (Ahkâf sûresi, 46//35) ve “Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. İyi inanmamış olanlar sakın seni gevşekliğe sevk etmesin.” (Ahkâf sûresi, 46//35) ve “Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir ve günahının bağışlanmasını iste; akşam-sabah da Rabbini hamd ile tesbih et.” (Mü’min sûresi, 40/55) gibi âyetleriyle kendinden evvel gelmiş geçmiş peygamberleri misal kabul ederek ulü’l-azmâne bir sebatla vazifesini sürdürdü.

Bin bir sıkıntı içinde geçirilen 13 senelik bu ilk süreden sonra tazyik, tahammül-fersâ hâle geldi. Baskılar arttı ve onlar için artık Mekke yaşanmaz bir yer oldu. Derken hicrete müsaade çıktı ve Müslümanlar peyderpey yurtlarını yuvalarını, hatta çoluk çocuklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmeye başladılar. Onların hicretini müteakip de, müşrikler iyice işi azıttı ve Müslümanların arkada bıraktıkları mallarını aralarında yağma ettiler. Artık onların ne Mekke’de ne de Medine’de dünya adına hiçbir şeyleri kalmamıştı. Vâkıa, bu yeni mübarek belde, tarihin bu en şerefli mazlum ve mağdurlarına bağrını açıp “Buyurun” etmişti; etmişti ama, ne başlarını sokacak kendilerine ait bir yerleri, ne de kendi öz mallarından bir lokma yiyecekleri yoktu. Kutlu beldenin mübarek insanları, kendilerine “Ensar” namının verilmesine vesile olabilecek şekilde, muhacirlerin bu iç içe yokluklarını göğüsleyip onlara bir şey hissettirmemeye çalıştı iseler de, bir taraftan ele-âleme bâr olma gibi vicdanî sıkıntı, diğer taraftan el konulan mallarının şurada burada pazara sürüldüğünü gördükçe ihkâk-ı hak etme ve mallarını geriye alma düşüncesiyle gerildikçe geriliyorlardı.

İşte, bir tarafta böyle her türlü yaşama hakkından mahrum edilmek istenen bu mazlum ve mağdur insanlar, diğer tarafta ise, Müslümanları yurtlarından yuvalarından ettikten sonra mallarına el koyup, servetlerini katlayan zalim ve gaddarlar… Buna, Medine’deki Yahudi ve münafıkların, Kureyş müşriklerini, Müslümanların aleyhinde tahrik edip, bütün İslâm nurunu söndürme gayretleri de inzimam edince, doğrusu, Müslümanların sabır ve tahammüllerine, Allah’ın emirlerine boyun eğmedeki hassasiyetlerine hayran kalmamak mümkün değil.

İşte böyle, zulmün ve gadrin doruğa ulaştığı, mü’minlerin de sabırda zirveleştiği esnadaydı ki, içinde Müslümanların malı ve hakkı da bulunan Kureyş kervanının Medine yakınlarından geçtiği haberi Müslümanlara ulaştı. O güne kadar Müslümanlar bütün servetlerini müşriklere kaptırmışlardı. İlk plânda düşündükleri şey, haklarını geriye almak ve Medine insanına yük olmaktan kurtulmak idi. Ancak Allah, Müslümanlara, müşrikleri tedip etme, Yahudi ve münafıkları sindirme, yani Kureyş’le hesaplaşma ve her fırsatta Müslümanlığın üzerine çullanmayı plânlayan bu dev gaileye haddini bildirme yolunu gösterdi.

“Kendileri ile savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş mevzuunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac sûresi, 22//39-40) mealindeki âyetlerle cihada izin verildiği gibi; “Onları (yani size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Onlar sizi (yurtlarınızdan) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. (Onlar fitne çıkarıyorlar) fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara sûresi, 2/191) gibi beyanlarla da her fırsatta Müslümanlara karşı zulümde, tecavüzde bulunan, ev ve arsalarına el koyan, mallarını yağma eden saldırganlara hadlerini bildirme emri veriliyordu.

Evet işte, böyle zulme uğrayıp yurtlarından edilen, kendi ülkelerinde bin bir türlü haksızlığa uğratılıp, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakılan bu mağdur ve mazlum insanlara 13 senelik çileden sonra hasımlarıyla hesaplaşma ve ellerinden alınan şeylerin geriye alınması yolu gösteriliyordu. Artık, “Allah” adını açıkça ilân edebilecek ve bunu engellemek isteyenlerle de savaşacaklardı. “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla.’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisâ sûresi, 4/75) ilâhî beyanıyla Allah yolunda, İslâm’ın izzeti uğrunda ve kâfirlerin elinde inim inim inleyen yaşlı, zayıf çoluk çocuk ve kadınları kurtarıp hürriyete kavuşturma, onları koruyup kollama istikametinde savaşacaklardı ve bu savaş, yaşama hakkını kaybedenlere bu haklarını iade, itibarlarını yitirenlere itibarlarını yeniden kazandırma ve cihan dininin yayılmasını engelleyenleri de sindirmeyi hedefliyordu ki, Hakk’ın takdiriyle plânlanan şeylerin bütünü tahakkuk etmiş ve Bedr-i Kübrâ (Bedir Savaşı) meydana gelmişti. Bilmem ki, müşrik ve putperestlerin ettiği bunca şeyden sonra “Gelmeseydi” diyebilecek birisi çıkar mı?..

b. Uhud Savaşı:

Zulme, gadre alışmış; talanı, yağmayı meslek hâline getirmiş; gaddar, mütecaviz, mağrur bir toplumun, Bedir’deki hesaplaşmayı hazmedememesi ve böyle giderse, kendilerine yağmacılık yollarının kapanması endişesi ve Mekke liderliğinin Medine’ye kayması Kureyş zorbalarını çileden çıkarıyor ve onlarda yeni bir intikam ve hesaplaşma duygusu meydana getiriyordu. Bu hınç ve duyguyla da ta Medine önlerine kadar geldiler ve zalimlerin harp anlayışı içinde Müslümanlara saldırdılar. Bu muharebede Müslümanlar tamamen bir müdafaa savaşı verdiler. Dinlerini, ırzlarını, namuslarını korumak için başka bir şey de yapamazlardı. Kimse de yapamazdı ve aslında yapılmamalıydı da…

c. Hendek Vak’ası:

Bir türlü sönme bilmeyen müşriklerin kan ve nefretleri, Uhud’dan sonra yeniden alevlendi, müteakip aylar içinde bu yangın yayıldı, büyüdü; Yahudilerin düşmanlığıyla da bütünleşerek, bütün bütün İslâm nurunu söndürme düşüncesiyle Medine-i Münevvere’yi dört bir yandan sardı. Bunca yıllık müşrik kin ve nefreti, Yahudi hesap ve plânı Medine’deki bir avuç Müslüman’ı boğmak için omuz omuza vermiş ve tarihin en utandırıcı şenaati işleniyordu. Buna karşılık Müslümanlar da, yine tarihte eşi görülmedik bir sebat ve cesaretle, din, iman, ırz ve namuslarını koruma uğrunda ebedlere kadar iftihar edilecek ve sinelerde bir yâd-ı cemil olarak kalıp gidecek en büyük kahramanlıkları gösteriyorlardı.

Hendek de bir müdafaa harbiydi; dün olduğu gibi, bugün de aynı şekilde tecavüze uğrayan her milletin yapabileceği cinsten bir muharebeydi.

d. Mekke Fethi:

Zulüm ve gadrin en utandırıcısıyla yurtlarından, yuvalarından edilmiş, mallarına, mülklerine el konmuş Müslümanların, yuvalarına dönmek, bağ ve bahçelerini tımar etmek isterken karşılarına çıkan haksız engellemeleri bertaraf edip, günde beş defa dönüp namaz kıldıkları Kâbe’yi putlardan temizlemeleri, yıllardan beri müşriklerin elinde esir bulunan zayıf, mağdur, âciz kadın ve çocukları, yaşama, ibadet etme hak ve hürriyetine kavuşturmaları maksadıyla, kan dökülmemesi mevzuunda hassasiyet gösterilerek gerçekleştirilmiş peygamberâne bir operasyon ve beklenen bir fetihti. Hem de, hayat, duygu ve düşüncelerini Mekke reislerinin arzu, istek ve anlayışlarına göre ayarlayan çevredeki bütün kabile ve cemaatlerin akın akın İslâm’a girmelerine, bütün gönüllerin İslâm’a açılmasına vesile olan bereketli bir fetih.

Mekke fethi, başta düşünülüp plânlandığı gibi tahakkuk etti. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ebû Süfyan’ın evine giren, Hakîm İbn Hizam’ın hanesine giren, Kâbe’ye sığınan ve evine girip kapısını kapayan herkes emniyettedir.”[1] sözleriyle ilân ettiği umumî af, müsamaha ve yücelik karşısında, o katı ve müsamahasız ruhlar, birdenbire yumuşamış, gözleriyle beraber gönülleri de açılmış ve emin beldenin emin insanları olmaya namzet hâle gelmişlerdi. Artık, o güne kadar ettiklerinin hicabıyla iki büklüm oluyor ve günahlarına keffaret arıyorlardı.

Bu kısa ve mücmel hatırlatmalarla da görüldüğü gibi, Allah Resûlü, hemen bütün muharebelerini; imanı neşir, hakkı ikame, mazlum ve mağduru müdafaa, maddî-mânevî mutluluğa giden yolları engellerden temizleme, İslâm nurunun yayılmasına mâni teşkil eden düşmanlıkları bertaraf etme düşünce, mülâhaza ve gayretiyle yapmıştır. Ve çok gariptir; bu 23 senelik muharebe ve hesaplaşmalar neticesinde sadece ve sadece 375 insan ölmüştür ki; bu da şimdilerde bir aylık trafik kazası kurbanlarının sayısına ya denk gelir ya da gelmez!

2) Efendimiz’in Bazı Yahudilere Karşı Muharebeleri

Bir kısım Ehl-i Kitap, hiçbir zaman Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini hazmedemediler. Bedir muvaffakiyetinden sonra ise, bütün bütün kindarlık ve kıskançlıkla hareket etmeye başladılar ve düşmanlıklarını açığa vurdular.

Evet, Bedir’den sonra, Benî Kaynuka Yahudileri işi iyice azıtmış; bir taraftan gizli gizli düşman kutuplarla Müslümanlar ve Müslümanlığın aleyhinde oyunlar çevirirken, diğer yandan da “Yâ Muhammed! Bedir’de, harp ve darpten anlamayan bir cemaati yendim diye gururlanma…”[2] diyerek açıktan açığa Peygamber’i tehdit ediyor ve O’nunla karşılaşmaya vesile arıyorlardı. Hatta, İbnü’l-Esîr’in tespitine göre bu esnada Kaynuka civarında bir Müslüman kadına da saldırmışlardı.[3] Böylece, Medine-i Münevvere’de ilk defa ahdi bozan, fitne çıkaran ve Müslüman kadınlara taarruz eden Kaynuka kabilesi oluyordu.

Benî Nadîr, baştan Peygamberimiz’le anlaşma yaptıkları hâlde daha sonra, el altından Kureyş’le söz birliği ederek Efendimiz’e karşı müşterek bir cephe oluşturdular. Benî Kurayza da, önceleri Müslümanlarla sözleşme akdetmiş olmasına rağmen, Hendek Vak’ası gibi en kritik, en sıkışık bir anda anlaşmayı bozup Kureyş cephesine iltihak etti ve bilfiil İslâmiyet’i içten çökertmek istediler.

Hasan İbrahim Hasan’ın da “İslâm Tarihi” adlı kitabında belirttiği gibi, Yahudilerden üst üste gelen bu hıyanet darbelerine karşı Peygamberimiz adalet, istikamet ve yumuşaklıktan kat’iyen ayrılmadı. Onların bunca ihanet ve İslâm’ı arkadan vurmaya çalışmalarına karşı, Müslümanların ve Müslümanlığın hukuku adına, ancak yaptıkları cürümler ölçüsünde cezalandırdı.[4]

Onların bir türlü dinme bilmeyen kin ve nefreti Hendek Vak’ası’ndan sonra da sürüp gitti. Bir taraftan, Peygamberimiz’in yiyeceği ete zehir katıyor[5], oturduğu yere yukarıdan taş atıyor[6] ve ard arda komplolar hazırlıyor; diğer yandan da Müslümanlığa karşı her çeşit İslâm düşmanını tahrik ediyor ve gizli açık harp vaziyetini almadan geri durmuyordu. Hele, Medine-i Münevvere’de fitne çıkarma arzu ve isteklerinin bir türlü ardı arkası kesilmiyordu. Bütün bunları nazar-ı itibara alarak İslâm pâyitahtının emniyet ve güvenliği için Peygamberimiz onları Medine’den çıkarmaya karar verdi. Bu defa da, Medine’den uzaklaştırılan bu Yahudiler ve daha başkaları Hayber’i bir üs ve karargâh olarak kullanmak üzere orada toplanmaya başladılar. Şimdi durum daha da ciddiyet arz ediyordu. Zira, Hayber Yahudileri, bir yandan çeşitli ticarî ahlâksızlıklarla fakir Arapları eziyor, diğer yandan da kâh Kureyş’le, kâh Romalılarla iş birliği yaparak, mutlaka Müslümanların hakkından gelmek ve İslâm nurunu söndürmek istiyorlardı. Bunların bir türlü bitip tükenme bilmeyen bu entrikaları karşısında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayber’i de İslâmî usûllerle idare etmeye karar verdi ve Ahzâb Vak’ası’ndan sonra orayı da fethederek Allah’ın âdil nizamıyla Yahudileri hâkimiyeti altına aldı. Bu son fetihle, bir taraftan o çevredeki, işleri, muameleleri, hile, entrika, yalan ve başkalarını aldatmadan ibaret olan ve her şeyi nifaka bağlayanlar zapturapt altına alınıyor, başkalarına zarar vermeleri önleniyor, diğer taraftan da Müslümanların ve Müslümanlığın geleceği emniyet altına alınıyordu.

Ehl-i Kitap’tan bazıları, Peygamberimiz’den sonra, Raşid Halifeler döneminde de hıyanet ve ihanetlerine devam ettiler. İrtidat hâdiselerinde kışkırtıcı rollerini oynadılar, Müslümanlar iç meseleleriyle meşgul olurken Romalıları tahrik ettiler, onlar ve Sasâniler hesabına casusluk şebekeleri kurarak Müslümanlığı çökertmeye çalışmaktan bir lâhza geri durmadılar. En nihayet, Emîrü’l-Mü’minîn Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’a suikastte bulundular.[7] Sonunda Hazreti Ömer, Müslümanlar ve Müslümanlık için daima bir çıbanbaşı olan bazı Yahudilerin Peygamberimiz’in de bir işaretine[8] binaen Arap Yarımadası’ndan çıkarılması hususunu ashabla müzakere etti ve başka yerlerde kendilerine mal-mülk ve arazi verilmek üzere, pâyitahttan uzak yerlere yerleştirildiler.[9]

Bilmem ki, Yahudilerin o günkü Müslümanlara yaptıkları, bugünkü devletlerden herhangi birine yapılsaydı başka bir muamelede mi bulunurlardı?..

3) Gassan Hıristiyanlarına Karşı Peygamberimiz’in Hareketi:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretin 8. senesi, Şucâ İbn Vehbü’l-Esedî’yi, Roma imparatorunun yakı nı Gassan meliki Hâris’e göndermiş ve onu nezih bir üslûpla İslâm’a davet etmişti. Devletler arası bir prensip olarak kabul edilen “Elçiye zeval yoktur.” esasına rağmen Hâris, elçiyi öldürmüş ve Medine üzerine yürümek istediğini belirterek Roma imparatorundan yardım istemişti.[10] Bu maksatla büyük bir ordu teşekkül etmeye başlamıştı ki, Efendimiz tam vaktinde haberdar oldu ve Zeyd İbn Hârise kumandasındaki 3 bin kişilik bir orduyu gayet seri olarak Mute’ye gönderdi. Müslümanlar Mute’de, kendilerinden 20-30 kat daha fazla Roma destekli Gassanîlerle karşılaştılar ve Halid’in usta manevraları sayesinde az bir zayiatla düşmanı durdurup Medine’ye döndüler.[11]

Daha sonra, hem Roma cephesinde hem de Sasâni cephesinde İslâm’a karşı tavır daha da ciddîleşti, muharrikler daha da arttı ama, Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinde değişik grup ve kesimlere karşı, büyük ölçüde müdafaa harplerinin hulâsası bundan ibaretti. Denebilir ki, O, nurlu hayatlarında, harbin içine çekilmeden kat’iyen kılıç kullanmadı. Aslında O, peygamber olarak gönderilmişti. Allah’tan getirdiği âlemşümul mesajları dünyanın dört bir yanına ulaştıracak ve bütün insanlığa tebliğ edecekti. Bunu yapmamak elinden gelmezdi. Zira O, Hakk’ın elçisiydi ve insanlık da O’nun sunacağı bu mesajlar sayesinde Hakk’a, hakikate, saadete uyanacaktı. Cihan Peygamberi, bu mutlak hayrı yerine getirirken, yukarıda bahsi geçen cephelerden engellemeler olacaktı; oldu da. Ama, Allah Resûlü bunları birer birer aştı ve bir kısım aklı gözüne inmişlerce yadırganacak şeylerin de bulunmasına rağmen güzeller güzeli neticelere ulaştı ki, önemli olan da oydu.

Aslında Cihan Peygamberi, Kur’ân’ın elmas burhanlarıyla gönülleri fethetmek, insanlığı dünya ve ukbâ saadetine uyarmak, şuraya buraya dağılmış gönülleri Allah’a bağlayıp tevhide yöneltmek, insanoğluna insanlığını yeniden kazandırmak, insanlar arasında sarsılan denge ve yıkılan müsâvatı ihya edip âlemşümul ilâhî adaleti bir kere daha tesis etmek; ırz, namus, mal, can ve nesil emniyetini sağlam esaslara bağlamak için gönderilmişti. Bu büyük vazifeyi yaparken de akılları, kalbleri, ruhları muhatap alacak ve kat’iyen zor kullanmayacaktı; öyle de yaptı. Evet O “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten artık ayırt edilmiştir.” (Bakara sûresi, 2/256) ilâhî prensibine uyarak ikna ve talim usûlünü seçip “Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve mücadeleni yolların en güzeliyle sürdür.” (Nahl sûresi, 16/125) düsturunun ışığında kafa ve kalblere seslendi ve “De ki: Allah’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu biliniz ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine, sizin mükellefiyetiniz de size aittir. Eğer O’na itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz. Zaten Peygamber’e düşen de açık seçik duyurmaktır.” (Nur sûresi, 24/54) âyetinin irşadıyla, Peygamber’in vazifesinin şe’n-i rubûbiyetin gereğiyle karıştırılmaması lâzım geldiğini bilip “Öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin.” (Gâşiye sûresi, 88/21-22) ilâhî ihtarını kendisine düstur-u hareket ve rehber kabul ederek, “Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Sen sadece uyaran bir elçisin. Şimdi sadece tehdidinden korkanlara Kur’ân’la öğüt ver.” (Kâf sûresi, 50/45.) beyanının aydınlığında yoluna devam etti. Hem de bütün uygunsuz hareket ve davranışlara rağmen. Evet, O, senelerce yılmadan, usanmadan ve kendisine karşı yapılan kötülüklere mukabele etmeden temiz ruh ve temiz vicdanları aradı, insanlığını yitirmemiş kalblere seslendi; küfür ve ilhadla şahlanmamış dimağlarla diyaloğa geçti ve en ağır şartlar altında dahi vazifesini yerine getirmeden geri durmadı.

Bir gün gelip Hak nuru dört bir yanı tutunca, karanlığa, zulme, haksızlığa alışmış ruhlar, iyiden iyiye rahatsız olmaya başladı ve ne pahasına olursa olsun İslâm nurunu söndürmek, Müslümanların hakkından gelmek için cepheler teşkil ettiler. Ne var ki artık, Allah’ın emri, Peygamber’in de vazifesi olan bu nurlu iş, mü’minler tarafından da benimsenmiş ve onların sevdası, mefkûresi hâline gelmişti. Gayri neye mâl olursa olsun insanın cahilî düşüncelerden kurtarılmasına, hurafelerin yıkılmasına, yalancı mâbutların mâbet ve sinelerden atılmasına, zayıf ve mazlumların himaye edilmesine, her türlü zulüm ve taşkınlığın önlenmesine, din ve itikat hürriyetinin yerleştirilmesine, İslâm nurunun emniyet ve güven içinde neşredilmesine, insanlar arasında adalet, müsâvat ve kardeşlik düşüncesinin gelişmesine kendini adamış bu insanların, İslâm’ın bu nurlu yolundan geriye dönmeleri düşünülemezdi ve dönmediler de…

Bundan böyle, Hak nurunun cihanı aydınlatmasına engel olanların bertaraf edilmesi, İslâm’a tecavüzde bulunanların karşılık görmesi, onun nurunu söndürmek isteyenlerin cezalandırılması, cihan sulh ve salâhı adına zaruret hâlini almıştı ve bu, kat’iyen İslâm’ın kılıçla yayıldığı mânâsına gelmemeliydi.

Bir kere İslâm, dünden bugüne hâkim olduğu yerlerin pek çoğuna askersiz ve muharebesiz girmişti. Peygamber Efendimiz döneminde Araplar arasında böyle yayıldığı gibi, daha sonra Afrika ve Cenubî Asya’da da böyle intişar etmişti. Hatta denebilir ki ilk Müslümanlar Müslümanlığı şuraya buraya götürmekten daha ziyade, dünyanın dört bir yanındaki insanların kalblerini fethedip onları Müslümanlığın yanına getirip onlarla bütünleştiler. Evet, bir kısım küçük istisnalar bertaraf edilecek olursa, Müslümanlar, sadece ve sadece dünya muvazenesi, mazlum ve mağdurların himayesi ve İslâm nurunun intişarının engellenmesi karşısında sert davrandı; zalimi, gaddarı, nur düşmanını tedip ettiler; ama kat’iyen adalet ve istikametten ayrılmadılar.

Evet, harp ederken, cezalandırırken, hatta müstahak birini öldürürken dahi hak ve istikametten ayrılmayan bir toplum varsa o da İslâm toplumudur. İşte ilk halifeden günümüze kadar tatbik edilegelen önemli düsturlardan sadece birkaçı:

1) Hıyanet etmeyin ve yağmacılık yapmayın.
2) Düşmanlarınız dahi olsa gadirde bulunmayın ve işkence etmeyin.
3) Zinhar küçük çocuklara ilişmeyin.
4) Yaşlılara ve kadınlara dokunmayın.
5) Hurma ağaçlarını kesmeyin, bağ ve bahçeleri yakıp harap etmeyin.
6) Koyun, sığır ve develeri öldürmeyin.
7) İbadethanelere çekilmiş ve kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmayın.[12]

Sadece bir kısmını ifadeye çalıştığımız bu cihad disiplinleriyle dahi, ilk Müslümanların modern dünyayı çok gerilerde bırakmış oldukları görülecektir.

Evet, İslâmiyet, düşmanlara dahi işkenceyi, ateşle azabı, onların bağ ve bahçelerini yakmayı yasaklamış; ilân-ı harp etmeden evvel, düşman cepheye, harp edeceğini iletmeyi esas kabul etmiş ve harbe hazırlanırken de, dine davet ve hakika ti duyurmadan taarruza geçmeyi tasvip etmemiştir. Harekete geçerken de, sırf Allah’ın yüce adını dört bir yana duyurmak için hareket edilmesi lâzım geldiği hususu üzerinde ısrarla durmuştur. Onların bu hasbîlik ve samimiyetleri, Allah için oturup Allah için kalkmaları, Allah için işleyip Allah için başlamaları sayesindedir ki, fethedilen yerlerde çarçabuk emniyet ve güven telkin ettiler ve arkasından da kitleler hâlinde İslâmiyet’e iltihaklar başladı. Zaten olmasaydı, çölden gelen bir avuç insanın, dünyanın üç kıtasında hâkimiyet tesis edip, onu asırlarca devam ettirmesini izah etmek mümkün olmayacaktı. Tarihte silah zoru ve asker gücüyle kurulmuş pek çok imparatorluklar vardır ki, kurucuları ile beraber yıkılıp gitmişlerdir de geriye izleri bile kalmamıştır. İslâm, bunca haricî taarruz ve tahribe rağmen bin küsur seneden beri dünyanın pek çok yerlerinde hâlâ ağırlığını hissettiriyorsa, bunun sırrı onun ruhundaki sulh u salâh, emniyet ve güven ve âlemşümul merhamettir.

Hâsılı, İslâm’da silah ve kuvvet esas değil, o bir tâbi, Kur’ân hikmetinin bekçisi ve İslâm nurunun da muhafızıdır. O, hakkı kuvvette gören, cismanî yaşayışı gaye bilen, zulüm ve gadirden lezzet alan ve kendilerini yarı ilâh gören şartlanmış düşünce, kapalı gönüllere karşı, hakkın ihyası, düşünce hürriyetinin ikamesi, mazlum ve mağdur ahlarının dindirilmesi, zayıf ve güçsüzlere melce ve dayanak olması yolunda kullanılmış; herkese seçme ve inanma imkânını hazırlamıştır ki, bu da, herkesin, temiz vicdanlarla, salim düşüncelerle, akıl, mantık ve tabiatla içli-dışlı olan İslâm’ı kabullenip benimsemesine yetmiş artmıştır.

Evet, o, ruhun aradığı, düşüncenin fıtrî ve tabiî bulduğu, muhakeme ve mantığın teslim-i silah ettiği bir sistemdi. Silah ise, güç ve kuvveti her şey sayan beden insanına karşı, bir güzellikler meşheri olan İslâm’ın görülmesine mâni perdeleri parçalıyor; onun güzel iklimine giden yollardaki hakikate baş kaldırmış ifritleri bertaraf ediyor; masum, mağdur ve hakikati arayan ruhlara, üzerinden geçip ebedî mutluluğa erecekleri köprüleri gösteriyordu.

Aslında dünden bugüne, bütün İslâm düşmanları, kendi zulüm ve gadirlerini, kendi çapulculuk ve hunharlıklarını perdelemek ve dikkatleri başka tarafa çekmek için bir lâhza olsun, Müslümanlığı ve Müslümanları karalamadan geriye durmamışlardır.

Zulmü Firavun yapmış, silah ve askeri o kullanmış, milletini “Aton”a ibadete zorlamak için başka mâbutlara karşı harp ilân etmiş ve başka bütün mâbetleri kapamıştı. Budizm “Azoka”nın gayret, baskı ve zorlamaları ile Seylan ve Cenûbî Asya’ya ulaşabilmişti. Mazdeizm, “Kobat”ın akıttığı kan seylâplarıyla yürüyen bir gemiydi ve kendiyle beraber de tarihe gömüldü. Hıristiyanlık milâdın 313. senesinden itibaren, Konstantin’in akla-hayale gelmedik hileleri, zulmü ve istibdadıyla zorla herkese kabul ettirildi. Şarlman Saksonlarla tam 33 sene savaşarak, onları bîtap hâle getirip Hıristiyanlığa girmeye mecbur etti. Mısır, dünyalar kadar kan döküldükten sonra Hıristiyanlaştırılabilmiştir. Rusya, Danimarka karşısında, kandan-irinden göller içinde boğulmamak için kerhen Mesihiyyete girdi.[13]

Zaten Ehl-i Salîb’in bir hiç uğruna asırlarca İslâm dünyasına çektirdikleri, her türlü tarif ve tavsifin üzerindedir; nitekim, yakın geçmişte Vatikan bu mevzuda özür dilemiştir. Bunlar sözde, Hıristiyanlık uğruna, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyor; kadın, çoluk çocuk demeden insanları kesiyor; mezarları, mâbetleri soyuyor; mescitleri, zaviyeleri hayvan ahırları hâline getiriyorlardı ki, kendi kitapları ve günümüzde her tarafta teşhir ettikleri antik-İslâm eserleri bunun en canlı şahitleridir.

Hele dünyadaki bir kısım müstebitler, baskıcılar ve tek başlarına bütün dünyayı idare etme peşinde olanlar!.. Bugün olsun onların işlediği bunca fezaat ve şenaatleri görmeyen veya görmezlikten gelen Batılı yazarlar ve onların İslâm dünyasındaki şuursuz mukallitleri bu mevzuda ne derece objektif olabilirler ki onlara ve dediklerine itimat edilebilsin.

Arz ettiğimiz hususlar, mücerret iddialar değil; bilhassa son zamanlarda Thomas Arnold ve Toynbee gibi insaflı yazarların yüzlercesinin yazıp üzerinde durdukları müdellel gerçeklerdir. Bunlar, İslâm’ın, girdiği yerlerde kan dökülmediği, kuvvet ve cebir kullanılmadığını ısrarla ifade etmektedirler.[14]

Bu cümleden olarak birkaç vak’ayı hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz:

1) Müslümanlar Şam’ı aldıklarında, halkın büyük bir kısmı hemen Müslüman oldu. Diğerleri de önce Müslümanların zimmetini kabul edip bir süre öyle kaldıktan sonra, peyderpey kendi irade ve ihtiyarlarıyla Müslümanlığı seçtiler. Hatta bir aralık, Şam’ın yeniden Romalıların eline geçmesi endişesi belirince, Hıristiyan ahali mâbetlere dolup, Müslümanların zaferi için dualar ettiler.[15]

2) Başta Mısır olmak üzere, Romalıların girdiği her Afrika ülkesinin, oralarda İslâm’ın ses ve soluğunun duyulacağı güne kadar, Hıristiyan idarecilerin elinde inim inim inlediğini “İntişar-ı İslâm Tarihi” kitabında Thomas Arnold yazıyor.[16]

Müslümanlık’la yeniden insanlığa uyanan Mısır halkı, bir baştan bir başa Afrika’nın fethinde önemli bir merkez, daha sonraki dönemlerde de ilim ve kültür hareketlerinin beşiği hâline gelmişti.

3) İspanya halkının İslâm’a karşı hâhiş izhar etmesi ve sekiz asır İslâm’ın önemli bir ilim ve kültür merkezi hâline gelmesi, çok dostlarla beraber bir kısım düşmanların da, düşünce ve söz birliği ettiği bir gerçektir. Daha sonra bazı Batılı ülkelerin, insana, insanlığa, ilim ve kültüre karşı edip-eylediklerini ifade etmeye terbiyemiz müsait değil.

4) İstanbul, Balkanlar ve Şarkî Avrupa’nın Osmanlılar tarafından fethedilmesi, tamamen insaf, istikamet, adalet ve merhamet çerçevesi içinde cereyan etmiş ve mağlup ülkelerin irade ve ihtiyarlarıyla İslâm’ı benimsemesine vesile olmuştur.

5) Maverâünnehir halkı ve daha sonraları Selçukluların kendi rıza ve kendi istekleriyle İslâmiyet’i seçtikleri, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığı vazifesini yüklendikleri ve bunu İslâm nurunun aydınlığında geliştirdikleri, hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği gerçeklerdendir.

6) Zaten, Uganda, Somali, Sumatra, Cawa ve Filipinlere İslâm, sofî ve dervişler vasıtasıyla girdi. Bu sevimli mürşidlerin sevimli davranışlarıyla, girdiği her yerde hüsnü kabul gördü, yaşandı ve kitleler tarafından benimsendi. Bunun böyle olduğunu T. Carlayl, Gustave Le Bon, Thomas Arnold ve Toynbee gibi münsif yazarlar da kabul etmektedirler.

Başlangıçtan bugüne kadar, İslâm hâkimiyeti altına giren hemen her yerde, Müslümanlar sıyanet melekleri gibi tanınıp kabul edildi ve hiçbir zaman zimmîlerden bir şikâyet olmadı; bu uzun sükûnet ve itminan hâli, Batılıların İslâm bünyesindeki zimmîleri tahrik edip dünyanın dört bir yanında peşi peşine hâdiseler çıkaracakları güne kadar da devam etti. Vâkıa, Batılıların oyununa gelip tahrik olan bu milletler, daha sonraları ettiklerine nâdim olup ağladılar; ağladılar ama artık iş işten geçmişti.

Evet, İslâmiyet cihan sulhü prensipleriyle gelmiş, akla, ruha, vicdana beraber seslenmiş ve hasımlarına ikna ile galebe çalmış eşi olmayan tek sistemdir. Bu sistemin temsilcileri olan Müslümanlar, cân-u gönülden bağlı oldukları Kur’ân ve Sünnet’in aydınlık ikliminde, kâinata “mehd-i uhuvvet” nazarıyla baktı ve bir ölçüde herkesle diyaloğa girme yollarını araştırdılar. Kur’ân onlara “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmayı ve âdil davranmayı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtahine sûresi, 60/8) diyerek mürüvvet ve insanlığın esas olduğunu ihtar ediyor ve mü’minlere hedeflerin en yükseğini gösteriyordu. Hatta denebilir ki, kime karşı olursa olsun, o daima iyiliği ve güzelliği yeğliyordu. “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (Bunun için) önce Bana, sonra da anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat etme. (Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin…)”[17] fermanıyla, Müslüman evlâda, müşrik anne ve babasına karşı insanca davranmayı tavsiye ediyor; “İçlerinden zulmedenleri bir yana, Kitap ehliyle en güzel tarzda (münazara ve) mücadele edin.”[130] beyan-ı sübhânisiyle de Ehl-i Kitab’a hak ve hakikatin anlatılmasında yolların en yumuşağını gösteriyordu.

Bu itibarladır ki, Peygamberimiz, hayat-ı seniyyelerinde İslâm’a sığınan hemen herkese iyi davranmış, onlara ikramda bulunmuş ve zimmetimizi kabul edenleri, hukukta Müslümanlarla bir tutmuş, her fırsatta, âlemlere rahmet olduğunu onlara da hissettirmiştir. Davet ettiklerinde davetlerine icabet etmiş[18], cenazelerine saygı göstermiş[19] ve hastalarına ziyarette bulunmuştur. Ehl-i Kitap’tan borç para almış, onlara rehin vermiş[20], onlarla ticaret yapmış ve Müslümanların vesâyâsı altında bulunanları gül gibi aziz tutmuştur. “Zimmîye eziyet eden, benden değildir.”[21] buyurarak zimmî hukukunu en ulaşılmaz seviyede ele almış ve “Ahd u zimmetimizde bulunan birisini öldüren, Cennet’in kokusunu duyamaz.”[22] ferman ederek hayatını Müslümanların içinde geçiren zimmîlere yapılan eziyetin Cennet’ten mahrumiyete sebebiyet vereceği terhibinde bulunmuş; ne evvel ne de âhir hiçbir hukukî sistemin, hiçbir hümanist düşüncenin ulaşamadığı ve ulaşamayacağı en yüksek insanî değerler zirvesini göstermiştir.

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) aydınlık döneminde, her şey böyle seviyeler üstü cereyan ettiği gibi, pek az tali’siz devirlerin istisnasıyla, günümüze kadar gelen Müslüman idareciler de O’ndan tevârüs ettikleri İslâm emanetinin korunması hususunda aynı hassasiyeti göstermişlerdir.

Allah’ın rıza ve rıdvanı üzerlerine olsun.

Âlemşümul: Evrensel.
Ehl-i Salîb: Haçlılar.
Hâhiş izhar etmek: İstekli, arzulu olduğunu göstermek.
İrtidat: Dinden çıkma.
Şe’n-i rubûbiyet: Cenâb-ı Hakk’a ait iş.
Sıyanet Meleği: Koruyucu melek.
Şenaat: Kötülük, fenalık, rezalet.
Te’dib: Cezalandırma, haddini bildirme.
Zimmî: İslâm Devletinin hâkimiyeti altında yaşayan gayr-i müslim.

[1] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/331-332; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/47.
[2] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/137; et-Taberî, Câmiu’l-beyan, 3/192 (Âl-i İmrân sûresi, 3/12. âyetinin tefsirinde).
[3] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/137-138.
[4] Hasan İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, 1/132.
[5] Buhârî, cizye 7; Ebû Dâvûd, diyât 6; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/451; Dârimî, mukaddime 11.
[6] el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 3/180; es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-kübrâ, 1/525; Kâdı İyâz, eş-Şifâ, 1/352.
[7] el-Belâzürî, Futûhu’l-buldan, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-buldan, Hayber mad.
[8] Muvatta, Medine 17-19; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 6/ 274.
[9] el-Belâzürî, Futûhu’l-buldan, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-buldan, Hayber mad.
[10] Bkz.: Hamidullah, Muhammed, Mecmûatu’l-vesâiki’s-siyâsiyye, s. 126.
[11] Buhârî, megâzî 44; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/15-30; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/291-295.
[12] Ebû Dâvûd, cihad 82; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/300; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 3/227; et-Taberî, Tarihu’l-umem ve’l-mülûk, 3/226.
[13] Gazâlî, Muhammed, et-Taassub ve’t-tesamuh beyne’l-Mesihiyye ve’l-İslâm, s. 87.
[14] Bkz.: T.W., Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 159-196.
[15] Şiblî Nu’manî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 1/212-214.
[16] Bkz.: T.W., Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 159-196.
[17] Lokman sûresi, 31/14-15.[130] Ankebût sûresi, 29/46.
[18] Meselâ Hayber’de önde gelen sahabileri ile beraber katıldığı yemek daveti için bkz.: Buhârî, cizye 7, tıb 55; Ebû Dâvûd, diyât 6; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/219.
[19] Meselâ Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi vesellem), bir Yahudi cenazesi geçerken ona insan olduğundan dolayı saygı duyarak ayağa kalkmış ve kendisine onun bir Yahudi olduğu hatırlatıldığında da “Ama bir insan.” cevabını vermiş (Nesâî, cenâiz 46) ve İslâm’ın insana verdiği değeri göstermiştir.
[20] Buhârî, rehin 2, büyû’ 14; Müslim, müsâkât 124.
[21] Benzer hadisler için bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 6/19; el-Bağdâdî, Tarîhu Bağdad, 8/170; el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 2/342.
[22] Buhârî, diyât 29.

Cihad Nedir? Küçük ve Büyük Cihaddan Bahsediliyor, Tarif ve İzah Eder misiniz?

Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi mânâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâm’la birlikte; nefis ve şeytana, mesâvi-i ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince de hasımlara karşı mücadele etmenin, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur.

Daha sonra da izah edileceği gibi, Efendimiz’e isnat edilen bir ifadeyle cihad, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır.[1]

Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihadın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (celle celâluhu) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk’ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Her şeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem’den bu yana, nebi olsun, veli olsun, Allah’ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, mücahede ve nefis muhasebesi sayesinde ulaşabilmişlerdir.

Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.

Hiçbir mazereti olmadığı hâlde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında, kapatılması başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu mânâyı ifade eden âyette meal olarak şöyle denilmektedir:

“Mü’minlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vaad etmiştir; ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”[2]

Allah yolunda mücadele eden ve davasını anlatmayı kendine yol edinen, kat’iyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez. Bunu şöyle bir misalle basitleştirip anlatmak mümkündür:

Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesna insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah’ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir.[3] Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icabıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı birçok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbabının kendilerince ufuk nokta kabul ettikleri bir gaye ve hedefleri mevcuttur ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kıymet ifade ettiği de unutulmamalıdır; yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede, varılacak nokta ile değerlendirilirler.

Şimdi siz bir insanın herhangi bir şeye başlangıç ve netice itibarıyla durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından, sonra çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset.. insanın mebdei ve neticesi bu değil midir?[4] İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk nokta budur. Hâlbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur:

Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah’a ulaşması.. şu fâni âlemde bekâ cilveleri göstermesi.. yoktan varlığa ait renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması.. öyle zafer tâkı gibi bir gökkuşağı ki, zafer tâklarının altından bir kere geçilir ve gidilir ama onlar gökkuşağından tâklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce, bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin mânâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.

Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet’inden sonra onların risaletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Mademki her meslek neticede varacağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.

Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihad için söz vermiş, biat etmiş cemaatin durumu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”[5]

Âyete nüzûl sebebi olarak gösterilen hâdisenin hulâsası şudur: Allah Resûlü Mekke’ye gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini Müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebiler Nebisi’nin maskat-ı re’si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe’nin bulunduğu yerdir.[6] O Kâbe ki, Nâbi’nin ifadesiyle “Metâf-ı Kudsiyân”dır. Yerden ta Sidretü’l-Müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte Müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuştukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe’yi tavaf edip tekrar Medine’ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye’ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, Müslümanların Kâbe’yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse Müslümanlarla harp edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, Müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm’ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdeta herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu.

İşte tam bu esnada Allah Resûlü mü’minleri biata davet etti. Biat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Resûlü’nün elinden tutarak biat ediyordu. Ve her sahabi, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Resûlü’ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu mânâda Allah Resûlü’ne el verip yemin etme, Kur’ân’da tebcil ediliyor ve oradaki mü’minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk’a ne derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü…

Bir başka âyette mealen şöyle deniliyor:

“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.”[7]

Nefislerini, bedenlerini, cismanî varlıklarını Allah’a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet’i ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifade ederken Kur’ân-ı Kerim “alışveriş” tabirini kullanıyor. Bu öyle bir pâye ki, insan bu sayede Cenâb-ı Hakk’a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.

Allah Resûlü de bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Ah, ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim…”[8] Eğer sözün uzaması mevzuubahis olmasaydı Allah Resûlü bu ifadeyi kim bilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifadeyle kasdolunan da sonsuzluk mânâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebiler Sultanı (aleyhisselâm) Efendimiz’dir. Cihadın kıymetini biz, ancak Allah’tan ve O’nun Resûlü’nden öğreniriz. Resûl-i Ekrem buyuruyor ki: “Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere bir tek gün uyumayan göze sahip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir.”[9]

Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felaket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe’den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, “Dünyanın içinde bulunan her şeyden” tabirine Kâbe de dahildir.

Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar: “Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli bundan müstesnadır. O kıyamete kadar nemalanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir sualinden Allah onu emin kılar.”[10]

Cihadın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadis vardır. Ancak mevzuumuz o olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifa ediyoruz.

Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihad mânâsına (cihad-ı ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihad mânâsına (cihad-ı asgar)dır.

Düşmana haddini bildirdiği bir cihaddan dönerken cemaatine hitaben Allah Resûlü, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahabeye de “Nefisle mücadele” cevabını vermişlerdir.[11]

Bu ifade aslında bir hakikatin iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihadın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatin ayrı ayrı yüzleri sayılır.

Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gayesi değil midir? Kur’ân-ı Kerim’de bu husus şöyle anlatılır: “Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik.”[12]

Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir mânâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.

Nebidir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki cürufu ve işe yaramayan kısmı atarak matlup keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebilerin irşadıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek asla mümkün değildir.

Âyette dikkat çekilen bir husus da nebinin, Kitab’ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer ‘Kitap’tan maksat Kur’ân ise -ki öyledir- hikmet Kur’ân’dan başkadır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyeleridir.

Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi talim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyamete kadar gelen insanların nebiden öğrenecekleri çok şey olacaktır…

Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Resûlü’nden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesile ile, O’nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, “Gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak.”[13] diyebilenler.. Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl İbn İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüz binler… hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimiz’den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semasında pervaz edeceklerdi…

Peygamberimiz’in bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O’ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok meseleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin zifiri karanlığından O’nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tufanı idrak edecek; ilim, fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.

Evet, peygamberlik mesleği, insanları billûrlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb’in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen dava adamlarına da aynı yükü miras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihadla mümkündür.

Cihad vazifesi Hakk’a şahit olma vazifesiyle aynı mânâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tespit için şahitler dinlenir ve hüküm verirken onların şehadeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sadâlarıyla bağırarak “Allah vardır.” diye şehadette bulunmaktadırlar “Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O’ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.”[14] âyeti bütün vuzûhuyla bize bu hakikati anlatmaktadır.

Allah (celle celâluhu) kendi varlığına şehadet eder. O’nu, vicdanında hakikate ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.

Melekler de Allah’ın varlığının şahitleridir. Melekler, saf mahiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat’iyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar, bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri görülür.

İlim sahipleri de Allah’ın varlığına şehadet ederler. Bütün dünya Allah’ı inkâr etse bu üç şehadet O’nun varlığını ispata kâfidir ve yeterlidir.

Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikati vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şahitlik Mele-i A’lâ’nın sakinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorlar ve ilâhî sanatı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şahit olarak yeter.

Allah’ın şahitleri, en karanlık yerlere kadar gidecek ve Yüce Yaratıcı’nın inkâr edildiği en muzlim noktalarda dahi bütün gür âvâzlarıyla nida edecek, bağıracak ve “Biz, Allah’ın şahitleriyiz.” diyeceklerdir.

Evet, işte nebiler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini ifa etmek için gelmişlerdir.

“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir.”[15]

Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebi doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebi zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebi kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (celle celâluhu) O’na Kur’ân’ında şöyle sesleniyor: “Ey Nebi, şüphesiz Biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”[16]

Âyetteki “en-Nebi” ifadesinin başında bir lâm-ı tarif vardır. Bu bilinen ve mâruf olan demektir. Allah Resûlü, nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemadatın) selâmlamasıyla[17], bitkilerin temennâsıyla[18] ve hayvanların serfürû etmesiyle[19] nebiliği malum ve meşhuddur. O, inkârı mümkün olmayan, herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur’ân-ı Kerim O’na hitaben “Ey bilinen malum nebi!” demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O’nun karşısında eriyip gitmeleri de O’nun bilinen nebi olmasına yeterlidir.

“İnnâ erselnâke”: Burada muhatap sığasıyla “Seni” deniliyor. Âdeta rahmetle diz dize gelmiş bu Rahmet ve Şefkat Peygamberi’ne bu vasıflarından dolayı telmihte bulunuluyor.

“Şahiden”: Seni insanlığa bir şahit olarak gönderdik. İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şahidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen, Allah’ın varlığını ilân edeceksin. Sen böyle bir şahitsin. Arkandan gelen şahitler cemaati de var. Onlar da bütün insanlığa şahit olacaklar, Sen de onlara şahit olacak ve ‘Bunlar benim.’, diyecek; onların şehadetine şahitlik edeceksin. Ve hadisin ifadesiyle O’nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebileri mesuliyetten kurtaracaktır.[20]

O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü’minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihadın ruhu da bu hakikatte saklıdır. İşte nebiler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvir edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatin duyurulmadığı tek vicdan ve hakikate açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir…

Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanların zihninde, düşünce dünyasında bulanık da olsa bir peygamberlik anlayışı vardır. Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nurdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanlar, ekseriyetle doğru yoldan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak peygamberlik ve nübüvvet mânâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihad ruhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka bir şey değildir. Çünkü, ard arda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihadın en kusursuz temsilcisi oldu.

Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde elde edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihad ufkunu daraltmak olur. Hâlbuki cihadın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen o meclisten ayrılma, bazen de meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümulüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihad, cihad-ı asgardır. Bu cihad bir mânâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihad (cihad-ı ekber) ise insanın iç âlemiyle, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifa edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikatteki muvazene bozulmuş olur.

Biz, her şeyi olduğu gibi, cihadı da her iki şekliyle Allah Resûlü’nden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O, hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyamete kadar tatbiki mümkün sağlam kaideler üzerine oturtarak o vazifeyi ifa etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinde gelişigüzel ve kendini zuhuratın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve program adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir sistem üzerinde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O’nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.

Allah Resûlü risaletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe’de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gayeler vardı. Belki de hak ve hakikati en masum şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.

Gençlere bir şeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara bir şeyler anlatmak âdeta mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Resûlü onların arasına karışacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe’de Rabbi’yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde O’nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davasını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Resûlü, Kâbe’de namaz kılmayı tercih ediyordu.

Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Hâlbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir mânâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş[21], kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti…

Bir defasında Ebû Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe’ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara, “Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve O’nu öldüreceğim.” demişti. Allah Resûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: “Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı!” dedi.[22]

Başka bir seferinde Ukbe İbn Ebî Muayt, Allah Resûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah’ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu caniyi Allah Resûlü’nün başından defetmiş ve şöyle demişti: “Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?”[23] Esasen bu, tarihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musa’nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü’mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyle ki daha sonra Kur’ân-ı Kerim bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir.[24] Hz. Ebû Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak imanındaki kuvvet onu yenilmez bir insan hâline getiriyordu.

Eğer hususî himaye olmasaydı, Allah Resûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şehit olabilirdi. Fakat Allah O’nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe’de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayatî bir önem vardı ki adına and içilen bir hayat, âdeta o uğurda istihkar ediliyordu.[25]

Hz. Ebû Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kur’ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da her türlü taarruzu göze alarak bu hareketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebû Bekir’i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Dağinne, himayesinin devamı için Kur’ân okumadan vazgeçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebû Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur’ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücadelesine devam etti.[26] Söz, fiil ve davranışlarla cihad mümkün olduğu sürece, cihaddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayatiyeti, ancak cihadla mümkündür ve cihadı terk edenler çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Aynı zamanda Allah’ın himayesine girme de ancak O’nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder.”[27] mânâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikati ifade etmektedir.

Evet, siz Allah’ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekçi olur; sizi kat’iyen kaydırmaz ve sizi zayi etmez.[28] Eğer hayatınızda kaymaktan emin olmak istiyorsanız, mücadele ve mücahedede bulunmayı hayatınıza gaye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gayeye hizmet için olsun. Ta ki cihadın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.

Yine hayalen Mekke’ye dönüyor ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzını takip ediyoruz.

Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı Müslümanların dayanacak takatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihadı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve biat etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.

Habeşistan’a yapılan iki hicretten sonra Müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medine’ye hicret ettiler. Medine devrinde ise cihad başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, Medine Site Devleti’nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihad lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mesele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazen gaza, bazen de frene basma ve manevra kabiliyetini daima zinde tutma… bunlar işin stratejik yönleriydi… ve devrin, hâdiselerin durumuna göre değişiklik arz etmesi de gayet normaldi…

Cihada izin verileceği ana kadar Müslümanlar fiilî bir müdahalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar daima mazlum ve mağdur ediliyor; fakat, maddî cihada izin verilmediği için mukabele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihada izin veren âyet nazil oldu. Âyet şöyle diyordu:

“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minler), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azîzdir.”[29]

Dün kendilerine, “Güç ve kuvvet kullanmayın.” denen insanlar, düşman kapıya dayanınca maddî cihad izni aldı ve bu izni kullanacak zemini beklemeye koyuldular.

Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir oldu. Artık mü’minler kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Bedir’e giderken Müslümanlar, âdeta Cennet’ten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek olanlar onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihada çağrılan hiç kimse bu davete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zaman da öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimiz’i mevzide terk ettiler.. ve bazen de hiç iştirak etmediler. Onlar, içte safvete erememiş, gönül dünyasında nifakı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil ruh ve bir kısım nefsin zebunu kimselerdi ki, karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı…

Allah Resûlü’ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terk eden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihad yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah’a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatle bütünleşmemiş zavallılardı.

Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur’ân-ı Kerim de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: “Hoşunuza gitmediği hâlde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.”[30]

İnsan tabiatının böyle olmasına rağmen mü’minler, kayıtsız şartsız Allah Resûlü’ne boyun eğdi ve teslim oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk’ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu… Ve zaferler birbirini takip etti.

Böylece her geçen gün mü’minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü’minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu.

Cihad, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü’min daima dirliğini ve diriliğini cihadda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü’min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.

Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tetkik edin, hep karşınıza, cihadı terk etmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikati başkalarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzatı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Hâlbuki ne kadar cihad eden varsa, aşk u şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihad onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarır ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesile olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler… “Amma bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.”[31] âyeti bize bu hakikati anlatmaktadır.

Allah’a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı mahlukatın nefesleri adedincedir. Allah için cihad edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır, ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.[32]

Allah’ın yolu sırat-ı müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazapta, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu, Allah’ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.

Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı yapılan mücadele bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması büyük cihada nispetledir; yoksa cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennet’e namzet olma, şehit olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah’ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihad nasıl küçük olabilir ki?

Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma, daima muhasebe ve murâkabe içinde bulunmadır. Kin, nefret, haset, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmare gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihad ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, buna en büyük cihad denilmiştir.

İnsan, küçük ve maddî cihadda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki, o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma maruz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve mânevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gazadan dönerken büyük cihada dönüldüğünü söylemiştir. Bunun mânâsı şudur: İman ettik. Cihad da yaptık. Gaza şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmare başka yollardan ruha girip onu ifsad edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.

Bu sözün muhatabı, sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkabesinden uzak bulunuyorsa, o, tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.

Asr-ı Saadet’in insanı, harp meydanlarında kavga verirken aslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenâb-ı Hakk’a kullukta bulunurlardı.[33] Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbir şey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zahidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihadı her şey sayıp cihad-ı ekberi görmezlikten gelmek veya cihad-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek, onun ruhuna hıyanetten başka bir şey değildir. İşte önümüzde Allah Resûlü’nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahabe…

Bir muharebe gecesinde iki sahabi nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: “Sen istirahat et biraz, ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım.” der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. “Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?” Cevap verir: “Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.”[34]

Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda Kur’ân okurken bizzat Kur’ân ona nazil oluyor ve sanki Cibril onun ruhuna Kur’ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü…

Efendimiz’de, her iki cihadı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.

O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyla, harp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahabe, O’nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn’de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sadâsıyla haykırıyordu: “Ben peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum, bunda yalan yok!”[35]

Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdeta bir kulluk âbidesi hâline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkarırdı[36]; ağlayıp gözyaşı döktüğü zaman O’nu görüp dinleyenleri rikkate sevk ederdi. Bazen günlerce oruç tutar “savm-ı visal” yapardı.[37] Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe Validemiz, bu tehâlükü çok görerek, “Gelmiş geçmiş günahları affolan sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun?” diye sormuş, O da: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti.[38]

Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çıyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorlar ve Hz. Ebû Bekir O’nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, “Korkma Allah bizimledir.” diyebiliyor[39] ve aynı şahıs Kur’ân dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbn Mesud’a “Bana Kur’ân oku.” demişti. O ise, edep içinde “Yâ Resûlallah, Kur’ân sana nazil olurken ben sana Kur’ân mı okuyacağım?” diyor. Ancak, Allah Resûlü ısrar ediyor ve “Ben başkasından Kur’ân dinlemeyi severim.” buyuruyor. Bunun üzerine İbn Mesud, Nisâ sûresinin başından okumaya başlıyor. “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de hepsine şahit kıldığımız o gün nasıl olacak.”[40] mealindeki âyete gelince, Allah Resûlü artık dayanamaz hâle geliyor ve eliyle “Yeter, yeter.” diyor. Gerisini İbn Mesud’dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları da çağlıyordu.[41] O bir kalb ve gönül insanıydı, maddî cihadda da mânevî cihadda da… O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve “Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum.” diyordu.[42]

Büyük cihadda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibarıyla, küçük cihadı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.

Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: “Allah Resûlü bir gece bana hitaben! “Yâ Âişe!” dedi, “Müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım.” (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet O’nun damarlarına işlemişti.) Ben, “Yâ Resûlullah dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim.”

Sonra, Anamız diyor: “Allah Resûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre “İnne fî halki’s-semâvâti ve’l-ardı”[43] âyetini okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü.”[44]

Bazen de Allah Resûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Resûlü’nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Resûlü’nün ayaklarına ilişti. Baktım ki Allah Resûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: “Allah’ım Senin gazabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukûbetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah’ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemaline; ceberûtiyetinden rahmâniyet ve rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen, Seni senâ ettiğin gibisin. (Ben, Seni senâ edemem. Senin en büyük şahidin yine Sensin.)”[45]

İşte Allah Resûlü ve işte O’nun iç derinliği, büyük cihadı! O böyle olunca, ashabı daha başka türlü olabilir miydi? Öbür tarafta O’nunla beraber olabilmek için, burada O’na benzemek gerekir. Sahabe, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, -Sevban gibi- Allah Resûlü’nden ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan kesilir ve ciddî rahatsız olurlardı.

Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevban ise O’nunla bulunamamıştı. Allah Resûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevban da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir iğne bir iplik kalmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: “Sevban bu hâlin ne?” Cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hâllere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Resûlü’nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah’ın Resûlü’dür. Makamı muallâdır. Gireceği Cennet de O’na göre olacaktır. Hâlbuki ben sıradan bir insanım. Cennet’e girmiş dahi olsam, Allah Resûlü’nün gireceği Cennet’e girebilmem mümkün değil. Ve O’ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hâllere düştüm.”

Allah Resûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifadesiyle karşılık verdi: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[46] Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahabe bu mevzuda herkesten daha hassastır.

Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Resûlü’ne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyakı içinde yandı durdu. Hz. Fatıma’yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali’ye nasip oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ü aldı.[47] Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Resûlü’nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans imparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama onun derdi evlenmek değil, Allah Resûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü o, bütün soyun-sopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramayacağı bir gün, işe yarayan bir nisbet, bir hasep ve nesep peşindeydi.. kızı Hafsa’yı Allah Resûlü’ne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzuu idi.

Allah Resûlü’ne olan mânevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kim bilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, “Burada da, ahirette de hep böyle olacağız.” demişti. Ancak o, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Resûlü’ne vermiş ve Allah Resûlü’nün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münasebette muvaffakiyet, o koca Ömer’i çocuklar gibi sevindirmişti…

Bir gün kızı Hafsa Validemiz kendisine, “Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve daima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?” diyor.

Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Resûlü’nü ve Hz. Ebû Bekir’i kasdederek, “Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. Vallahi dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette onlarla beraber olabileyim.” cevabını veriyor.[48]

Biz buna, büyük cihad veya mânevî cihad diyoruz. Allah Resûlü’nün ve sahabenin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hak’la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibadetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibadetten başka hiçbir şey yapmıyorlar zannederlerdi. Hâlbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı…

Onlar âdeta ihlâsın özü ve hulâsası hâline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer! Hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir, “Yâ Ömer, der, daha dün baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın.” Hutbeden iner. Sorarlar: “Durup dururken seni bunu söylemeye sevk eden neydi?” Cevap verir: “Aklıma halife olduğum geldi…” Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: “İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim…”

Ömer İbn Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: “İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım” der.

Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş, paklaşmış bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, semereli olur. Hâlbuki kendi iç meselelerini halledememiş, riyadan, ucuptan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifade ediyorum, mümkün değildir.

Büyük ve küçük cihadı bir arada mütalâa eden âyet ve hadisler vardır. Bunlardan biri de “en-Nasr” sûresidir. Bu kısa sûrede mealen şöyle denmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O’nu tesbih eyle ve O’ndan mağfiret dile, çünkü O, tevbeleri fazlaca kabul edendir.”[49]

Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü’minler fevc fevc, bölük bölük İslâm’a girecek ve dehalet edecekler. Öyle de oldu. Maddî cihad (cihad-ı asgar), emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, Hakk’ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.

Bu duruma gelindiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın emri şu oluyor: “Rabbini tesbih ve takdis et.”[50] Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabbinin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunları yapan ve yaratan Allah’tır. İşte bunları düşün ve Rabbini tesbih ve takdis et!

Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihad tamamlanmış ve cihad hakikati bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe Validemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nazil olduktan sonra Allah Resûlü durmadan “Sübhânekellâhümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke” duasını okurdu.[51]

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde yine bu iki cihadı bir arada zikreder: “İki göz vardır ki Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz.”[52]

Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terk eden insanın cihadı maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de mânevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz de Cehennem’i ve onun azabını görmeyecektir.

Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehennem’e girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Resûlü, bu toz ve toprağın Cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzuunda birçok beyanda bulunmuşlardır.[53]

Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felaketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri Cehennem ateşi görmeyecektir.

Bu itibarladır ki, sadece meseleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete bir şey anlatma şeklinde cihad yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapturapt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahaleler, huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmayacaktır. Meseleyi yalnız mânevî cihad şeklinde ele alan ve “Kendi nefsimle yaka paça olup onu yenmeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz” deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı her şeyin üstünde görenler; Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırma ve kulları kendi özlerine erdirme gayretlerine iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifadeyle İslâm’ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. Bunların bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: “Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı…”

Evvelâ, böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kaptırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki? Kur’ân “Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”[54] demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden “Artık buyur.” deninceye kadar, kulluk mânâsına dahil hiçbir fiilden uzak kalamazsın. İnsan, ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.

Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir ki? Hâlbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka paça olması ve kendini ıslaha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.

Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olma hiçbir mü’mine yakışmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü’min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn Abbas’ın şehadeti kabul etmesi ve “Ahirette senin iyi bir insan olduğuna ben şahidim.” demesi, bir mânâda onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki, “Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hak iki Cennet vaad etmektedir.”[55] diyordu…

Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir meseleyi, cihada mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.

Netice olarak, mevzuu şöyle hulâsa etmek mümkündür:

Küçük ve büyük cihad, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakikî cihad ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Resûlü’nün ve sahabenin cihad anlayışı da budur.

İslâm’ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerde de hep böyle bir cihad şuuru görmekteyiz. Onlardan hiçbiri, cihadı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş, hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dairesini ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede duydukları her şey, onlarda yeni bir iman peteğinin oluşmasına vesile olmuş; böylece ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.[56]

Günümüzün insanı, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lâzımdır- başkalarına hak ve hakikati anlatmanın, neşretmenin yanı başında, kendisini ve arzularını da kontrol altına alıp, ciddî bir iç murâkabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.

Mücahede insanı, Allah’ı her şeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül adamı olmalıdır. O zaman verilen mücadele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü malumat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır.

Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi de küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad cihad olmaktan çıkar, birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Hâlbuki biz, Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da, her meselede olduğu gibi bu meselede de, Allah Resûlü’ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.

Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar.

Sidretü’l-Müntehâ: Hz. Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) miraç gecesinde hilkatin aldığı son şekli gösteren yaratılış ağacı, kâinat ağacı.
Âyât-ı tekvîniye: Kâinatta işleyen ilâhî kanunlar.
Mele-i A’lâ: Yüce topluluk.
Muzlim: Karanlık.
Serfürû: Baş eğme, itaat etme.
Sîga: Fiil çekiminde meydana gelen hâl, kip.
Telmih: Üstü kapalı, îmâ yoluyla ifade etme.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Nefs-i emmare: İnsana sürekli kötülükleri emreden nefis.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Rikkat: İncelik, yumuşaklık.
Havf: Korku, endişe.
Cehd: Emek, çaba.
Diyalektik: Herhangi bir meseleyi dış görünüşe göre (zâhirî sebeplerle) sadece akıl yürüterek çözmeye çalışma metodu.

[1] el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 1/511. Cihad hakkında geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, İ’la-yi Kelimetullah veya Cihad, s.19-35.
[2] Nisâ sûresi, 4/95.
[3] Bkz.: Mâide sûresi, 5/67; Ahzâb sûresi, 33/39; Hâkka sûresi, 69/44-47; Cin sûresi, 72/26-28.
[4] Bkz.: Kıyamet sûresi, 75/37; Mürselât sûresi, 77/21-22; Abese sûresi, 80/18-22.
[5] Fetih sûresi, 48/10.
[6] Bk.: Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
[7] Tevbe sûresi, 9/111.
[8] Buhârî, iman 26; Müslim, imâre 103; Nesâî, cihad 30.
[9] Buhârî, cihad 73; Tirmizî, fezâilü’l-cihad 25.
[10] Ebû Dâvûd, cihad 15; Tirmizî, fezâilü’l-cihad 2; Dârimî, cihad 32.
[11] el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 1/511.
[12] Bakara sûresi, 2/151.
[13] Aliyyü’l-Kârî, el-Esraru’l-merfûa, s. 286.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3/18.
[15] Nisâ sûresi, 4/165‑166.
[16] Fetih sûresi, 48/8.
[17] Müslim, fezâil 2; Tirmizî, menakıp 5, 6; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/89, 95, 105; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/620.
[18] Müslim, zühd 74; İbn Mâce, taharet 23; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/113, 4/170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/617; İbn Hibban, es-Sahih, 14/434, 456.
[19] Bkz.: Buhârî, büyû 34; cihad ve siyer 46; Müslim, radâ’ 57; fezâil 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/348, 5/170-1716/113; Abdurrezzak, eMusannaf, 5/389; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 6/52, 53, 9/3-4.
[20] Buhârı, i’tisam 19; enbiyâ 3; İbn Mâce, zühd 34; Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 3.
[21] Bkz.: Buhârî, vudû’ 69; salât 109; Müslim, cihad 107, 108; Nesâî, taharet 191.
[22] Bkz.: Müslim, sıfâtü’l-münafıkîn 38; el-Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, 8/227; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/190-191.
[23] Buhârî, fezâilu’s-sahabe 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/204; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/70; İbn Hibban, es-Sahih, 14/526.
[24] Bkz.: Mü’min sûresi, 40/28.
[25] Bkz.: Hicr sûresi, 15/72.
[26] Buhârî, menakıb 45; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/11-13.
[27] Muhammed sûresi, 47/7.
[28] Bkz.: Bakara sûresi, 2/143; A’raf sûresi, 7/170; Tevbe sûresi, 9/120; Hûd sûresi, 11/115; Yusuf sûresi, 12/56, 90; Kehf sûresi, 18/30.
[29] Hac sûresi, 39-40.
[30] Bakara sûresi, 2/216.
[31] Ankebût sûresi, 29/69.
[32] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/69.
[33] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, 7/16.
[34] Ebû Dâvûd, taharet 79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/258.
[35] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 78.
[36] Nesâî, sihr 18; Ebû Dâvûd, salât 107; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/25-26.
[37] Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.
[38] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfâtü’l-münafıkîn 81. Ayrıca bkz.: Müslim, salât 223; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5.
[39] Buhârî, tefsiru sûre (9) 9; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/4.
[40] Nisâ sûresi, 4/41.
[41] Buhârî, tefsiru sûre (4) 9; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 247-248.
[42] Buhârî, daavat 3; Tirmizî, tefsiru sûre (47) 1; İbn Mâce, edep 57; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/282, 341.
[43] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[44] İbn Hibban, es-Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 4/197.
[45] Müslim, salât 221, 222; Tirmizî, daavat 75, 112; Nesâî, taharet 119; tatbik 47; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5; İbn Mâce, dua 3.
[46] Buhârî, edep 96; Müslim, birr 165.
[47] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/492.
[48] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/211; İshak İbn Rahûye, el-Müsned, 1/196; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/79; İbnü’l-Mübarek, ez-Zühd, 1/201; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/49.
[49] Nasr sûresi, 110/1-3.
[50] Nasr sûresi, 110/3.
[51] Müslim, salât 218, 220; Ebû Dâvûd, salât 119; Tirmizî, daavat 32.
[52] Tirmizî, fezâilü’l-cihad 12; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 5/288.
[53] Tirmizî, fezâilü’l-cihad 8; Nesâî, cihad 8; İbn Mâce, cihad 9.
[54] Hicr sûresi, 15/99.
[55] Rahmân sûresi, 55/46.
[56] Bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.

Diğer Peygamberlerin Ümmetlerine Olan Sevgileri İle Peygamberimiz'in Ümmetine Olan Sevgisi Farklı mıdır? Ayrıca Kendi Ümmetinin Fertleri Arasında da Sevgi Farkı Var mıdır?

Soruda birkaç husus var. Evvelâ, bütün peygamberler kastedilerek onların ümmetlerine olan sevgi ve muhabbetleriyle, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi arasındaki fark; sonra da İki Cihan Serveri’nin kendi ümmetinin fertlerine gösterdiği farklı muhabbet ve sevgi hakkında malumat isteniyor.

Her peygamber kendi ümmetini sever. Bu sevgiden bazen sevginin kendisi bazen de şefkat mânâsı kasdolunabilir. Her ikisi de peygamberlerde en ulvî seviyede vardır. Ancak peygamberlerin kendi aralarında derece farkları mevzuubahis olduğu gibi, onlardaki duygu ve düşüncede de farklılıklar söz konusudur. İşte bu hakikate binaen, bütün peygamberlerde var olan sevgi ve muhabbet Efendimiz’de en a’zam derecede vardır. Vardır ki, Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), O’nun bu şefkat ve muhabbetini anlatma sadedinde kendi isimlerini O’na izafe etmiş ve Allah Resûlü’ne “Raûf, Rahîm” demiştir.[1] O, mü’minlere karşı işte böyle bir sevgi ve şefkat âbidesidir.

Ve yine O’nda öyle bir sevgi ve şefkat vardır ki, doğduğu zaman “Ümmetî, ümmetî!”[2] demiş ve her nebinin, her velinin “Nefsî, nefsî!” diyeceği yerde o yine “Ümmetî, ümmetî!” diyecektir.[3]

Bu şefkat ve sevgiye bakın ki, miraç vasıtasıyla ulaştığı zirveden, hem de başka hiçbir beşere nasip olmayan o yüksek pâyeden, sırf ümmetini kurtuluşa götürebilme ve ellerinden tutup onlara da böyle bir miraç zevkini tattırabilmek için geriye dönmüş ve dünyaya ızdırap yudumlamaya gelmişti.[4]

O nasıl bir şefkattir ki, kendisini taşlayan ve vücudunu kan revan hâlde bırakanlara Melek feveran ediyor ve “Müsaade et de şu dağı onların başına geçireyim!” diyor; fakat O: “Kıyamete kadar onların zürriyetinden bir fert ümmetime dahil olacaksa, hayır istemem.” karşılığını veriyor…[5]

O’ndaki sevgi ve şefkat işte bu mânâda hiçbir peygamberle dahi kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. O’nun tarih-i hayatı yüzlerce şefkat ve merhamet misalleriyle örülmüş bir kanaviçe gibidir. Meselenin ledünnî cephesini ise bizim kavramamız mümkün değildir.

Burada, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi ümmeti arasındaki sevgi farkına geçmeden bütün peygamberler için geçerli bir kaideyi söyleyeyim: Her peygamber kendi ümmeti içinde en çok kendi nübüvvetine vâris olanları sever. Bu umumî bir kaidedir ve Allah Resûlü de bundan müstesna değildir. Çünkü bütün peygamberlerin dünyaya geliş gayesi nübüvvete ait mânâları tebliğden ibarettir. Onlar, miras olarak geride kalanlara ne mal ne de makam bırakırlar.[6] Bıraktıkları tek miras tebliğ ettikleri dindir ve o dinin esaslarıdır. O dine sahip çıkanlar öncelik sırasına göre elbette peygamberlerin de en çok sevdikleri kimseler olacaktır.

Kâinatın Efendisi bir hadislerinde mealen şöyle buyurdular: “Size iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı Kur’ân ve Ehl-i Beytim.”[7]

Ehl-i Beyt’e bu teveccüh, sadece sıhrî karabetten değildir. Bunda ince bir sır vardır ve Allah Resûlü bu sırra binaen Ehl-i Beytini nazara vermektedir. Zira, Ehl-i Beyt-i Nebevî, cibillî olarak Kitabullah’a ve Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun getirdiklerine sahip çıkmaktadırlar. Onun içindir ki, daha sonraki devirlerde onlara sahip çıkmak aynen dine sahip çıkmak gibi olmuştur. İşte bu hikmete mebni O, daha çok Ehl-i Beytini nazara vermektedir.

Diğer taraftan Allah Resûlü’nün davasını temsilde ve nübüvvet mânâsına sahip çıkmada vârisleri Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) gibi zatlardır. Bunlar Efendimiz’in gerçek vârisleridir.

Bu noktadan hareketle Efendimiz’in peygamberlik davasına birinci plânda sahip çıkanlar sahabe-i kiramdır. Daha sonra da çeşitli devirlerde o pâk nesilden gelen ve yaşadıkları dönemde İslâm’ı en ulvî şekilde temsil edip gönüllere hayat üfleyen Ehl-i Beyt olmuştur. Vâkıa dinî hayat ve dine hizmet daha önce gelir. Hangi devirde olursa olsun Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mirasına sahip çıkanlar O’nun en yakınları ve Ehl-i Beyti sayılırlar.

Onun içindir ki, günümüzde dinî hizmetlere sahip çıkan mü’minlere “Bunlar peygamberin vârisleridir.” dense doğru söylenmiş olur. Çünkü onlar nübüvvet davasına vâristirler. Meseleye bu açıdan bakılacak olursa, Hz. Ebû Bekir’le başka bir sahabi arasında fark yoktur. Zira hepsi de dava-yı nübüvvetin vârisleridir. Fakat hususî fazilette bütün ümmet bir araya gelse yine Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) denk olamazlar.[8]

Demek oluyor ki, ister kendi asrı içinde ve kendi devrinde yaşayanlar, isterse daha sonraki asırlarda yaşayanlar kim nübüvvet davasına ve hangi ölçüde sahip çıkarsa, o ölçüde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından sevilmeye liyakat kesbedecektir.

Nasıl ki, “Vemâ ale’r-Resûli ille’l-belâğ”[9] sırrıyla peygamberlere düşen vazife sadece tebliğdir; aynen öyle de, O’nu rehber kabul edip arkasından giden mü’minlere düşen vazife de yine sadece tebliğdir. Keza bu noktada bize düşen de O’nun arkasında edeple el bağlayıp “Bizim vazifemiz ancak tebliğdir.” demek olacaktır. Bu şekilde bir intisapla O’na bağlandığımızdan ötürü de, kendimizi dünyanın en tali’lileri arasında kabul edebiliriz.

Şimdi de meselenin bir başka yönüne dikkatlerinizi istirham ediyorum.

Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) nübüvvet nurunu görerek ve O’nun pırıl pırıl atmosferi içinde yetişerek vâris olan kimselerin durumu, diğerlerinden çok farklıdır. Bu da gayet normaldir. Zira onlar bizzat Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüler, O’nun nurundan istifade ettiler, O’nun her hâline vâkıf oldular, sağanak sağanak vahiy yağan bir iklimde, vahyin ürpertici serinliğini daima iliklerine kadar hissettiler. Ve o şanlı Muallim ve Üstad tarafından yetiştirildiler. Öyleyse, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara diğerlerinden daha farklı bir muhabbet beslemesi, onlara ihtimam göstermesi ve onları aziz tutarak “Ashabıma söven benden değildir.”[10]“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir.”[11] şeklinde ifadelerle onları taltif etmesi, öyle bir mürüvvet âbidesine yakışan en uygun ifade ve hareket tarzıdır. Beşeriyet içinde O’nu en çok onlar sevdi; Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu sevgiye mukabelede bulundu, O da onları sevdi.

Ayrıca, Efendimiz bu hareketiyle kendinden sonra gelip cemaatlerin önüne geçen ve onları sevk ve idare durumunda olanlara da bir hikmet dersi vermekte ve onlara bir usûl öğretmektedir. Her devir ve her devrede, birinci plânda duran ve mücadele verenler hep birinci plânda tutulmalı ve başkaları onlara tercih edilmemelidir.

Bu bir vefa borcudur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise insanlar arasında, bu yönüyle dahi en zirvededir. O’ndan daha vefalı bir ikinci insan gösterilemez.

Kendisine gelip: “En çok kimi seviyorsun?” diye soran sahabiye, “Âişe’yi” buyurur. “Erkeklerden kasdetmiştim.” diye devam edince de, “Babasını” karşılığını verir.[12]

Burada, sevme ile vazife tahmili arasındaki farkı izah etmeme gerek yoktur zannederim. O her istidadı yerinde kullanmada da misli görülmemiş bir fetanet sahibiydi. Kimi nerede istihdam edeceğini çok iyi biliyordu. Öyle biliyordu ki, bu mevzuda tarihin tespit ettiği aksi bir vak’a bilmiyoruz. Seçtiği insan hangi iş için seçilmişse, muhakkak diğerleri arasında o, mevzuu en iyi temsil edenlerden biridir.

İki Cihan Serveri nasıl ısmarlama yaratılmış bir insandı, ona sahabi olacak kimseler de kendi çaplarında ısmarlama insanlardı.[13] Bunun mânâsı şudur:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha dünyaya geldiğinde peygamber olarak gelmiştir. Çünkü O’nun çocukluk döneminde dahi bütün davranışları, daha sonraki durumunu destekleyici mahiyettedir.

Meselâ, bir kerenin dışında, cahiliye insanının anadan doğma üryan gezdiği devrede dizinden yukarısını açmamıştır. O biricik vak’ada da Melek gelmiş ve ikaz etmiştir.[14] Onun içindir ki, risalet vazifesi kendisine tebliğ edilmeden evvel dahi, Mekke ve civarında, iffet, namus, hayâ denince ilk akla gelen O’nun ismi olurdu. İsmet sahibiydi. Hiç günaha girmemişti. Ahde vefada, doğrulukta, verdiği sözü yerine getirmede ve emanette emin olmada onun üstüne kimse yoktu. O’nun bir adı da “Emîn” idi.[15] Tertemiz bir hayat yaşadı. Tertemiz olarak bu dünyayı terk etti. Vefatını duyup Medine’ye gelen en yakın dost Hz. Ebû Bekir’in ona hitaben söylediği son sözler ne kadar mânidardır. “Hayatın da pırıl pırıl, mübarek, nâşın da pırıl pırıl ey Allah’ın Resûlü.”[16] Bu ifadeler aynı zamanda başlangıcından sonuna kadar Allah Resûlü’nün hayatını bir tek cümlede ifade etmekti. O, bir çocuk masumiyetiyle dünyaya gözlerini açmış.. yaşadığı seviyeli hayatla melek masumiyetine ulaşmış ve zirveleşmenin akıl almazlığı içinde uçup ötelere gitmişti.

Onun içindir ki Mekke müşrikleri Allah Resûlü’ne ettikleri bunca iftira arasına, O’nun nezih ahlâkını tenkit ifade eden, tek kelime sokamadılar ve hep, akıl sahibi bir kimsenin kabul etmeyeceği iftiralarda bulundular. Sahir, şair dediler de, meselâ, hiç kimse -hâşâ- yalancı, dönek veya buna benzer isnatlarda bulunamadılar. Bir yönüyle Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) O’nun nezih ahlâkını, müşriklerin ağzına bir tokat gibi vurdu ve hepsini susturdu.

O, büyük bir davayı temsil etmek için gelmişti. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) O’na ümmet, sahabi ve arkadaş olacakları da, öyle bir davayı ilk omuzlayacaklar olmaları itibarıyla, bu işin altından kalkabilecek kıvam ve mahiyette, hususî olarak yarattı. Evet, onlar hususî ve ısmarlama insanlardı.

Düşünün ki Halid İbn Velid, Mute’ye iştirak ettiğinde henüz iki aylık bir Müslüman’dı. Bir nefer olarak harbe iştirak etmişti. O gün ismi sayılan kumandanlar arasında onun adı yoktu. Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib ve Abdullah İbn Revâha sırasıyla sayılmış ve “Eğer ona da bir şey olursa sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç alsın.” denilmişti.[17]

Mute’de Müslümanların sayısı üç bin, Bizans ordusu ise tam bunun 66 misli, yani iki yüz bin kişiydi.[18] Bazıları tereddüt geçirdi. Biz bu kadar sayıda bir düşman beklemiyorduk, Medine’ye geri dönelim, dediler. Ancak Zeyd önlerine dikildi. Nasıl bütün hayatı boyunca ve hangi mevzuda olursa olsun hiç dönmemişti, burada da dönmeyecekti. O tecessüm etmiş bir itaatti. İki Cihan Serveri ona, anası yaşında bir kadınla, Ümmü Eymen’le evlenmesini söylemiş hiç tereddüt etmeden kabul etmişti. Tâif’te Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) atılan taşlara kalkanlık yapmış ve her tarafı kan revan içinde kalmıştı.[19] Bugün bir ordu kumandanıydı. İşin mahiyeti değişse bile özü değişmemişti. O hep itaat ediyordu. Aslanlar gibi kükredi. Düşmanın sayısı ne olursa olsun geri dönülmeyecekti. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara bunu emretmişti.

Altıncı güne kadar savaşıldı. Altıncı gün bütün ordu komutanları sırasıyla şehit oldular. Sancak yere düşeceği sırada bir nefer onu kaptı ve sahibini aramaya koyuldu. Halid’i görünce de sancağı ona uzattı. Fakat Halid (radıyallâhu anh) “Sen benden önce Müslüman oldun, daha lâyıksın.” diyerek sancağı almak istemedi. Ancak, çok ısrar edilince kabul etti. Zaten bütün bu olanları Allah Resûlü, Medine’de ashabına anlatıyordu. Evet hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve anlatıyordu…

Halid İbn Velid (radıyallâhu anh) o gün büyük bir iş yapmıştır. Bazıları Mute’ye zafer değildir, deseler bile, Mute destandır, zaferdir ve bu zaferi Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), Halid’in (radıyallâhu anh) eliyle nasip etmiştir.

O gece orduyu yedi sekiz bölüğe ayırır. Cenahları değiştirir. Sağ cenahı sola, solu sağa taşır. Öndekileri arkaya, arkadakileri de öne geçirir. Ayrıca birkaç gruba da vazife verir. Gizlice Medine tarafına doğru gidecekler ve geceleyin Medine’den yeni bir güç geliyor gibi def ve dümbelek çala çala geleceklerdir.

Denilenler aynıyla yapılır. Ertesi gün düşman neye uğradığını anlayamaz. Herkesin karşısına tanımadığı bir sima çıkmıştır. Hele nümâyiş içinde Medine tarafından gelenler onları iyiden iyiye yıpratır ve artık psikolojik olarak çökmüşlerdir.

Ertesi gün Halid atına biner ve düşmanın merkezine hücum eder. Gözü hiçbir şey görmemektedir. Dikkat edin, henüz Müslüman olalı iki ay olmuştur. Ne bildi ne öğrendi de bu kadar kısa bir zaman içinde bu mahiyete geliverdi.

Stratejisi de tam tatbik ediliyordu. Arkaya yerleştirdiği insanlar tenbih edildiği şekilde durmadan geliyordu. Düşman iyice sarsıldı ve gerilemeye başladı. Bunu fırsat bilen Halid (radıyallâhu anh) hemen ordusunu topladı ve Medine’ye avdet etti. Fakat düşman öyle korkmuştu ki, onun geri dönüşünü dahi, bir harp taktiği zannediyorlardı, dolayısıyla da takibe cesaret edemediler.[20]

Ben Halid’i bir misal olarak söyledim. Siz buna bütün diğer büyük istidatları, kendisinden sonra cihanı idare edecek olan halifeleri, siyasî dehası herkesçe müsellem Amr İbn Âs’ları, ordu kumandanlarını veya hep bir nefer gibi cansiperâne bir harp meydanından diğer harp meydanına koşanları, gece bir âbid, gündüz bir muharip olanları ekleyin düşünün[21]; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi onların da birer ısmarlama insan olduklarını ve daha sonra gelenlerden hiç kimsenin onlara benzemelerinin mümkün olmadığını ayne’l-yakîn bir surette kabul ve ilân edeceksiniz.

İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öbür âlemden buraya, el ele, omuz omuza ve kol kola geldiği bu cemaatini, diğerlerinden üstün tutuyor ve onlara asıl vârisleri nazarıyla bakıyordu.

Şu kadar var ki, O vefa âbidesi insan, ümmetinin diğer kısmını da unutmuş değildi. Kendine bağrını açan taşı toprağı dahi unutmayan O insan, asırlarca sonra dahi olsa, O’na ümmet olmayı şeref bilen ümmetini unutur muydu hiç? Her cumartesi Kuba’yı ziyaret ederdi. Çünkü orası O’na ilk konaklık yapan yerdi. Mekke’den ayrılınca ilk defa O’na Kuba sinesini açmış ve “Burada kal yâ Resûlallah!” demişti. O da her hafta giderek bu vefa borcunu ödüyordu. Uhud’u da mutad vakitlerde ziyaret eder, Bakî’deki dostları için gözyaşı dökerdi. Son ziyaretinde de “Kardeşlerime selâm olsun.” demişti. Sahabe: “Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” dediler. “Onlar henüz gelmedi.” buyurdu.[22] İşte O’nun “Kardeşlerim” dediği, günümüzde i’lâ-yı kelimetullah vazifesine omuz verenlerdir. Çünkü sahabe O’nun arkadaşlarıydı. O’nunla beraber yaşamışlardı. Daha sonra gelip, görmeden O’na biat edip, davası uğruna gece gündüz demeden çalışıp her türlü çile ve ızdırabı göğüsleyen ve böylece dava-yı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler de O’nun kardeşleriydi. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara selâm gönderirken “Kardeşlerim” demişti. Belki de şu ifadelerin içinde hususî olarak, birbirini kardeş kabul eden ve kardeşte fâni olmayı şiâr edinen adanmış ruhlara da hususî bir iltifat vardı. O kendisine yakışır şekilde iltifat ederken, bu iltifatın muhatapları da liyakatlerini göstererek kendilerine yakışanı bir vazife şuuru içinde eda etmelidirler. Aksi tablo ise, O Büyük Ruhu her an dilgîr eder.

Onlar kendi devirlerine ait vazifeyi kendilerine has firasetle yerine getirdiler. Şimdi, aynı vazifeyi aynı şuurla yerine getirme vazifesi bugünün insanına düşmekte.

Raûf: Pek şefkatli.
Rahîm: Pek merhametli.
Sıhrî karabet: Evlilik yoluyla meydana gelen akrabalık.
Cibillî: Tabiî, tabiat itibarıyla, soy gereği.
Mebnî: …den dolayı, …den ötürü.
Fetanet: Peygamber mantığı. Bütün meselelerini akıl, kalb, ruh, his ve latîfelerini bir araya getirip öyle mütalâa eden, en büyük zorlukları dahi gayet rahatlıkla çözen harikulâde mantık.
Âbid: Çok ibadet eden, kendini ibadete veren.
Firaset: Bir şeyi çabuk sezme yeteneği, keskin ve hızlı idrak kabiliyeti.

[1] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/128.
[2] Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğduğunda başını kaldırıp bakışlarını semaya diktiğine.. secdede, ellerini kaldırmış, çok muztar bir vaziyette dua ediyor olduğuna.. tekbir getirdiğine.. dair rivayetler için bkz.: es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-kübrâ 1/80, 85, 91; en-Nebhânî, Huccetullâhi ale’l-âlemîn s. 224, 227, 228.
[3] Mahşerin dehşetinden herkes hatta enbiyâ dahi “Nefsî, nefsî!” dedikleri zaman, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ümmetî, ümmetî!” diyeceğine dair bkz.: Buhârî, tevhid 32; Müslim, iman 326.
[4] Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’tan getirdiği ve Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını ifade eden hediyeler için bkz.: Buhârî, menâkıbu’l-ensar 42; Müslim, iman 279; müsafirîn 253; Tirmizî, tefsîru sûre (53) 1; Nesâî, salât 1; iftitâh 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/387, 422.
[5] Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, cihad 111; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/60-63; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/166.
[6] Peygamberlerin mal miras bırakmayacağına dair bkz.: Buhârî, i’tisâm 5; hums 1; Müslim, cihâd 51; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/463.
[7] Tirmizî, menakıb 31.
[8] Konuyla alâkalı bkz.: el-Gazzâlî, Kavâidü’l-akâid s.228; el-Kelâbâzî, et-Taarruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf 1/57; İbn Ebi’l-İzz, Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye 1/533-534. Ayrıca teferruatlı bilgi için bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât, 1/134 (251. Mektup), 146 (266. Mektup).
[9] Nûr sûresi, 24/54; Ankebût sûresi, 29/18.
[10] Ashab efendilerimize sövmeyi yasaklayıp haram sayan hadis-i şerifler için bkz.: Buhârî, fezailu’s-sahabe 5; Müslim, fezâilu’s-sahabe 221-222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 6/405; Muhibbuddin et-Taberî, er-Riyazu’n-nazıra, 1/195, 248.
[11] Bkz.: el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 1/132.
[12] Buhârî, fezailu’s-sahabe 5.
[13] Ashab efendilerimizin ısmarlama insan olduklarına dair bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/379; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/375. Ayrıca geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, 3/156.
[14] Buhârî, hac 42; Müslim, hayz 76; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/350. Ayrıca, “Allah Resûlü hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Cenâb‑ı Hak, O’na bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuyup kalmıştır.” (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/350-351)
[15] Bkz.: İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/209; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/425; Ayrıca bkz.: Buhârî, tefsiru sûre (111) 1; Müslim, iman 325; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/83.
[16] Buhârî, fezailu’s-sahabe 5.
[17] Bkz.: el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 6/156-157; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/15, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/291.
[18] Bkz.: Buhârî, megâzî 44; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/15-30; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/291-295.
[19] Bkz.: Buhârî, bed’ül-halk 7; Müslim, cihad 111; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/60-63; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/166.
[20] İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/30; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/295.
[21] Efendimiz’in yetiştirdiği çıraklar için bkz.: Sonsuz Nur, 2/348-354.
[22] Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 109.

"Din, İnsanların İzah Edemedikleri Meseleleri Kamufle İçin Zorunlu Olarak Ortaya Atılan Bir Fikirdir" Deniliyor. Medeniyetin Terakki Etmesi Dine Olan İhtiyacı Ortadan Kaldırır mı?

Dine inanmayanlar, din mefhumunun insanlar tarafından bir acziyet veya şükran ifadesi olarak uydurulduğunu iddia etmektedirler. Fikirlerinin hulâsası şudur:

Kâinatta esrarını anlayamadığımız, fizik ve kimyanın kanunlarıyla çözemediğimiz bazı hâdiseler vardır. İşte çözülemeyen bu hâdiselere, bir çözüm getirmek için, bunlar eskiden olduğu gibi bugün de hep bir Yaratıcı’ya istinat ettirilmiştir. Ayrıca insanlar, kendilerine menfaati çok olan varlıklara birer kudsiyet atfetmiş, daha sonra da onları birer ilâh kabul etmişlerdir. Ganj nehrinin Hindistanlılar için, Nil nehrinin de Mısırlılar için mukaddes oluşu ve bu ülkelerde başlayıp günümüze kadar da devam eden ineğe kudsiyet atfı hep insanoğlunun menfaatine katkıları dolayısıyladır. Korku karşısında da insanın tavrı bundan farklı olmamıştır. Aşırı korku onu saygıya sürüklemiş ve bu saygıyla, korktuğundan emin olacağı kanaatine sahip olmuştur. Bazı dinlerde hayır ve şerre ait iki ayrı ilâh kabul edilmesi, bir cihetten bu sevgi ve korkuyu iki ayrı ilâha taksim mânâsınadır. Cennet ve Cehennem de aynı ruh hâlinden kaynaklanan düşüncelerin mahsulüdür. Din, haddizatında bir burjuva tesellisidir; din adamlarının uydurduğu sömürü aracıdır ve o bir afyondur, insanları uyutmak için uydurulmuştur… ve daha neler neler?

Hakikaten din, onların dediği gibi sonradan mı uydurulmuştur ve altından kalkılamayan hâdiselere izah getirmek için icat edilmiş bir avunma ve teselli kaynağı mıdır? Hayır, hayır, aslâ ve kat’â!

Din, Arapça bir kelime olup, itaat etmek, ceza vermek ve yol gibi mânâlara gelir. Esasen bu üç kelime de dinin tarifi içinde vardır. O bir yoldur, şehrahtır, bir ana caddedir. Onda Cenâb-ı Hakk’a itaat söz konusudur. Ve yine onda, itaat edene mükâfat, etmeyene de ceza vermek gibi bir müeyyide de vardır.

Dinin şer’î tarifi ise şöyledir: “Din akıl sahiplerini bizzat hayırlara sevk eden ilâhî kanunların bütünüdür.”[1]

Din akıl sahiplerine hitap eder. Böylece insanlar itaatlerini kendi iradeleriyle yapmış olurlar. Din, iradenin hakkını verir, onu felç etmez. Ve onun insanları sevk ettiği nokta da mutlak hayırdır. Şunun bunun anlayış ve telâkkisine göre hayır kabul edilenlere değil, hayrın bizzat kendisine doğru yönlendirme bahis mevzuudur.

Din bu yönlendirmeyi evvelâ, itikat cihetinden ele alır. Belki, insan sırf aklıyla dahi, kendisini ve bütün kâinatı yaratan bir Yaratıcı’nın olduğunu kavrayabilir, fakat o, bir nebinin gürül gürül sesinden, vicdanındaki kabulü destekleyen bir sadâ ile Rabbi’nin anıldığını duyduğunda, esas inanması gerektiği şekilde bir iman ve yakîne sahip olur. Aynı zamanda O nebi, Cenâb-ı Hak’tan vazifeli olduğunu gösteren belgelerle gelmiştir. Gösterdiği yığın yığın mucizenin yanında bir de mucizeliği kıyamete kadar sürecek bir kitap getirmişse, artık kuşkuya meydan kalmamış demektir. Bu insan, o kitap sayesinde, ahirete ve kadere nasıl inanılması gerektiğini ve daha nelere inanılmasının şart olduğunu öğrenecek ve orada muğlâk gelen hususları, bizzat O nebi talim edecek, izahta bulunacaktır.

Böyle bir imanın, gönüllerde hep taze olarak kalabilmesi ve bayatlayıp pörsümemesi ise ibadete bağlıdır. İman, ibadet sayesinde hiç eskimeden hep yeni kalabilir. Yoksa, ibadetsiz insanda, bir müddet sonra iman aşk ve şevki adına sadece yerin altındaki büyükleriyle övünme kalır. Onların da sırf hoca ve hacı olduklarından bahseder. Gerçi ecdadına ağzı dolu dolu sövenlere göre, onlarla övünen insan elbette içinde az da olsa bir cevher taşıyor sayılır ama, böyle bir cevherin son ana kadar dayanıp dayanamayacağı meçhuldür.

Günde beş defa koşup ulaştığımız Allah huzuru, bizi her an şahlandıracak ve âdeta inandığımız hususlara yeniden bir ahd ü peymâna zorlayacaktır. Her namazında hatta, her namazın her rekâtında, Kur’ân ve tesbihlerde Allah’tan yeni mesajlar alınamıyorsa, bu ülfet ve ünsiyetin pörsüttüğü bir ibadettir ki şuursuzca ve ledünniyatına vâkıf olmadan geçiştirilmiş bir borç edası sayılır. Böyle bir namazın edasıyla farz yerine getirilmiş olsa bile, namazdan beklenen asıl füyûzat elde edilmiş olamaz.

Onun içindir ki, büyüğümüz, secdesinde öyle bir hâl hisseder ki, “Keşke, der şöyle bir rekât namaz kılabilseydim.” Ve sonra da şu tavzihte bulunur: “İşte sahabenin her namazı böyleydi.”[2] Her namazın her rüknü onlara, Cenâb-ı Hak’tan ayrı mesajlar getiriyordu. İbadetlerinde ülfet ve ünsiyet yoktu. Diğer ibadetler de aynı ruh hâletini verecek mahiyetteydi. Bu itibarla, hacca giden, zekât veren, oruç tutan emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’de bulunan herkes yaptığı ibadetlerin cinsine göre, o ibadetten beklenen itici ve takviye edici mânevî güç ve dinamikleri iyi değerlendirmelidir ki imanını tam perçinleyebilsin.

Dinin bir diğer yönü de muamelâta bakar. İnanan insan çarşı ve pazardaki davranışlarını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun şekilde düzenlemelidir. Kur’ân ve Sünnet’in ticaret ahlâkı adına ortaya koyduğu prensiplere göre muamelelerde bulunmalıdır. Bu da yine imanı ve itikadı takviye eden hususlardandır. Çünkü bu sayede insan nefsinin arzu ve isteklerini terk ederek Cenâb-ı Hakk’ın emir ve isteklerine râm olmaktadır.

Diyelim ki mü’min; bir mal satacak, o malının ayıbını söylemesi, gerekir. Hâlbuki o, malın ayıbını söylediğinde, kazancı azalacak veya zarar görecektir. İşte buna rağmen, malının kusurunu söyleyen insan, içinde Rabb’e itaatten gelen bir inşirah hisseder. Biraz sonra Rabb’in huzuruna gelip namaza durduğunda, içindeki bu inşirah, onun namazdan elde edeceği feyze müsbet yönde tesir edecek ve böylece o da imanının tazeliğini ve zindeliğini korumuş olacaktır. İşte bunlar bizi Rabb’e götüren vesilelerdir. Zaten vesile aramamızı bizzat Kendisi emretmektedir.[3] Allah Resûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri nasıl birer vesile yapıp mağaranın ağzının açılmasını talep ettiklerini anlatır ve vesilenin önemine dikkati çeker. Bunlardan birisi, ana ve babaya karşı mürüvveti, diğeri iffeti ve bir üçüncüsü de hakka riayeti kendilerine vesile yapmış ve dua etmişler; böylece mağaranın ağzını kapayan taş da açılmıştır.[4] Değil sadece hareket ve davranışlarımızda, bizler elimizden gelse, fizikî yapımız itibarıyla Allah Resûlü’ne benzemeye çalışırız. Evet, O’nun gibi göze, kulağa, burna, ağza sahip olmayı kim arzu etmez. Öyleyse, mümkün olmayan benzeme şeklinden mümkün olan benzeme şekline intikal ederek, ahlâkımızı ve yaşayış tarzımızı tam O’na uydurma gayretine gireceğiz. O’nun gibi yiyecek, giyecek, yatacak, kalkacak ve kulluğumuzu da O’nun gibi yapmaya çalışacağız.

Cenâb-ı Hak faize haram[5] demişse, bir kuruşa bin kuruş dahi faiz verilse biz ondan tevakki edip kaçacağız. Yarın karşımıza bir alev, bir kor hâlinde çıkacak olan büyük-küçük bütün günahlara karşı da tavrımızı aynı şekilde ayarlayacağız.

Bütün bunlardan anlaşılan şey şudur: Din bir bütündür, tecezzi ve inkısam kabul etmez. Veya başka bir ifadeyle, tecezzi ve inkısam kabul edene din denmez. Sanki din bir ağaç gibidir. İtikada ait meseleler onun kökü, ibadete müteallik hususlar dalı budağı, muamelât onun çiçekleri, ukûbât koruyucusu, evrâd ve ezkâr gibi hususlar da o ağacı alttan ve üstten besleyen unsurlardır. İşte böyle bir bütünlük ve yekpârelik arz eden din, bütünüyle Allah tarafından vaz’edilmiş ve peygamber tarafından da tebliğ ve talim edilmiştir.

Herkesin vicdanı, Rabbi’yle münasebete geçip, dinin ruhunu vasıtasız O’ndan alabilirdi. Fakat, herkesin o ruh safvetine ermesi mümkün olmadığındandır ki, Cenâb-ı Hak enbiyâ-i izâmı ıstıfâ edip seçti. “Allahü yastafî mine’l-melâiketi rusülen ve mine’n-nâsi”[6] âyetinde işaret edildiği gibi Allah risalet vazifesini, ister meleklerden, isterse insanlardan bir seçkin gruba yaptırtır.

Cenâb-ı Hakk’ın, yaratıldığından beri rükûda, secdede ve kıyamda ibadet eden ve sayılarını ancak kendisinin bilebileceği melekler varken, onlardan birine değil de, Allah Resûlü’ne vahiy getirme vazifesini Cibril-i Emîn’e vermiştir. Ve yirmi üç sene Efendimiz’le münasebeti o temin etmiştir. O, O’na vahiy getirdi, Allah Resûlü de onu edeple dinledi ve bütün benliğine işledi. O, geçen yirmi üç senelik zaman zarfında, Cibril’le öyle bir dostluk ve kardeşlik temin ve tesis etmişti ki, Cibril’in son gelişi O’nu iki büklüm etmiş ve ağlatmıştı. İşte Allah (celle celâluhu) risalet vazifesine bunları seçiyordu. Diğer peygamberler de aynı şekilde seçilmiş, öz ve kaymak hâline gelmiş insanlardı. Bunların hepsinin madeni de altındandı. Evet, onlar ısmarlama insanlardı. Nasıl ki Allah Resûlü böyle seçkindi, O’na sahabe olma liyâkatini elde edenler de aynı şekilde seçkin insanlardı. Ve din bize o altın zincirin intikal ettirmesiyle gelip ulaşmıştır.

Peygamber Efendimiz ve bütün peygamberler, dinî tebliğ uğruna her türlü çile ve ızdırabı göğüslemek mecburiyetinde kaldılar ve tabiî dünya namına ellerine geçen herhangi bir şey de yoktu. Hatta Efendimiz, davasından vazgeçseydi, hem çok zengin olacak, hem de dünyaya ait bütün başkalarının arzu edip arkasından koştukları şeyler O’nun önüne serilecekti. Civarın en güzel kadınıyla evlenmek, Mekke’ye reis olmak da bunlar arasındaydı. Şimdi bırakın bunları, O miraca çıkmıştı. Bütün yıldızlar parke taşları gibi ayağının altına sıralanmış ve bunlar üzerinde yürüyerek Rabbisine varmıştı. Görülebilecek bütün güzellikleri müşâhede etmiş ve bir başkasının asla vazgeçip dönemeyeceği yerleri O teker teker dolaşıp gezmiş ve ümmetine de aynı kavsiyeyi yaptırabilmek için geri dönmüştü.[7] O devrede, acaba döndüğü yer neresiydi? Geçtiği yollara dikenlerin serpildiği, taşlanarak ayakları kan revan içinde bırakıldığı, istihza ve alay edildiği, horlanıp hakir görüldüğü bir yere dönüyordu. Acaba, Allah Resûlü’nün, bütün bu görüp katlandıklarına ne ihtiyacı vardı. Dini tebliğ ederken, hangi menfaat veya korku O’nu harekete geçiriyordu? Bir insanı Cennet dahi büyüleyip cazibesi içine alamazsa ve O insan ümmetine dönmeyi her şeye tercih edecek kadar bir fedakârlıkta bulunursa, atılan bütün bu iftiralar, iftira atanın o kalın kafasını kırmaz mı?

Kendisine kullukta bulunduğumuz Allah (celle celâluhu) her şeyden müstağnidir. O’nun bizim din ve diyanetimize ihtiyacı yoktur. Kulluğa muhtaç olan bizleriz. Yeryüzünde kendisine halife yaptığı insanların, sair canlılar karşısında dengeli ve uygun yaşamalarını istiyor ve bunun için de, dengeli ve uygun yaşamanın ifadesi olan Kur’ân çizgisinde bizi harekete zorluyor. Diğer bir ifadeyle, biz kendi kendimizi idareden âciz olduğumuzdan dolayı, yanlış iş yapmamamız ve yanlış yollara sapmamamız, takılıp yollarda kalmamamız için, bize din gibi aydınlık bir yol lütfediyor. Ve elimize verdiği Kur’ân’a bakmamızı, kendimizi o Kur’ân ölçülerine göre ayarlamamızı emrediyor. Ta ki bizler de insanlık semasının burçlarına doğru mesafe katedebilelim ve mahiyetimize ait istidat ve kabiliyetleri işleterek, ufuk noktalara doğru kanat çırpabilelim.

Evet, bizim dine ihtiyacımız var. Eğer insanlar gerçek ihtiyaçlarını bilebilse, ebedî saadete namzet olduklarının şuuruna varsa ve bütün latîfelerini inkişaf ettirme noktasına ulaşsalardı, ifadeleri ayrı, ancak talepleri aynı olarak şöyle diyeceklerdi: “Allah’ım bize bir din gönder, dininin ışığıyla yolumuzu aydınlat, bizi yanlış yerlerde yürümekten ve mesafelere takılıp kalmaktan, eğri büğrü gitmekten ve yol alamamaktan kurtar.”

En akıllı filozoflar dahi yalpalaya yalpalaya yürümüş, herhangi bir yerde düşüp kalmış ve hakikate ulaşamamışlardır. Hâlbuki bizim en âmimiz dahi, Muhammedî yolun aydınlatıcı tayfları altında bir tek adımını dahi boşa atmamış ve hayatının her safhasında insan gibi yaşamış ve başka insanların da hukukuna riayet etmiştir. Perspektifinde Allah’ın rızası ve önünde Allah Resûlü gibi bir pişdârı vardır ve o, ömür sermayesinin her ânını bin veren başak gibi kullanmaktadır.

Din zarurete binaen insan karîhasından çıkmış veya onların tabiriyle uydurulmuş değildir. Onun zarurî gibi görünmesi dinin tabiîliğinde ve insan fıtratında din duygusunun bulunmasından ileri gelmektedir. İnsan, dinî emirlere ihtiyaç içinde yaratılmıştır. Ve o, dine her zaman muhtaçtır.

İnsan inancında, ibadetinde ve bütün muamelâtında doğru ve hakkı ancak din sayesinde öğrenir ve yine ancak din sayesinde Cennet’e ehil hâle gelir. Din potasında eriye eriye şekillenen insan, “Livâü’l-Hamd”in altında, Allah Resûlü tarafından tanınıp elinden tutulacak bir hüviyet elde eder.

Kendisine, ümmetini nasıl tanıyacağı sorulan Allah Resûlü, abdest azalarının pırıl pırıl olmasından tanıyacağını ifade buyururlar: “Sizler, der, alnı-nişanlı atınızı at sürüsü içinde nasıl tanırsanız, Ben de ümmetimi işte öyle tanırım.”[8] Bizim böyle bir tanınmaya ihtiyacımız var. Onun için de muhtaç olan biziz ve dine de, O’nun hayat veren soluklarına da muhtacız.

Din, hayatı bütünüyle kucaklayıcı en müsbet prensiplerle gelmiştir. Onu yetersiz bulma idrak yetersizliğinin apaçık bir ifadesidir. Onu rafa koymaya çalışanlar, tarihî yanlışlıklarını bir gün bütün dehşetiyle anlayacak ve ettiklerine bin pişman olacaklardır.

Dünyanın doğusunda, batısında yapılan bu tür yanlışlıklar, günümüzde artık itiraf edilir hâle gelmiştir. Din, hayatın hayatıdır ve bunu kimse inkâr edemeyecektir.

Dinin bir usûlü bir de fürûu vardır. Usûlde aslâ değişiklik söz konusu değildir. Hz. Âdem zamanındaki dinle, bizim dinimiz arasında usûl bakımından bir farklılık yoktur.

İman esasları bütün semavî dinlerde aynıdır. Hatta hakkında bir nass olmadığı için kesin bir hüküm vermekten kaçınmama rağmen, şu kadar diyebilirim ki, dinin usûlünde meleklere ait hükümler de aynıdır. Yani bütün melekler de bizim inandıklarımıza inanır ve iman ederler. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye onlar da aynen bizim gibi iman ederler; fark sadece derece ve mertebe ölçüsündedir.

İnançta olduğu gibi, ibadette de bütün dinler aynıdır. Yani ibadetsiz hiçbir hak din yoktur. Ne var ki ibadetin şekil yönü her devre göre değişiklik arz etmiştir. Cenâb-ı Hak, her devrin insanına, o devrin şuur ve o devir insanının kapasitesine göre bir ibadet tahmil etmiştir. Şekil değişebilir; ancak usûl olarak ibadet hiçbir surette değişmez.

Meselâ, ahiret inancı bütün dinlerde vardır, olması da zarurîdir. Arada icmal veya tafsil farkı olmakla beraber, her peygamber, ümmetine ahiretten bahsetmiştir. Zaten fenalıkları önleyici, iyilikleri de teşvik edici böyle bir ahiret inancı olmasaydı, din sadece iktisadî ve içtimaî sistemlerden biri durumuna düşerdi; veya başka bir ifadeyle onlardan ibaret kalırdı. Din, büyük bir kısmı itibarıyla hükümlerini öldükten sonra dirilme prensibine bina eder.

Eğer ahirete iman olmasaydı, yapılan ibadetlerin, çekilen bunca çile, ızdırap ve fedakârlıkların hatta hiçbir inancın insana faydası olmazdı. Zaten insan o takdirde, şimdi kendisinde mevcut bütün faziletlerden de bir bakıma soyulmuş olurdu. Evet, bizleri faziletli olmaya zorlayan ahirete imanımızdır. Çünkü bütün yaptıklarımızın, zerre kadar dahi olsa, bir gün karşımıza çıkacağını hiç tereddütsüz kabul ediyoruz.[9]

Ayrıca bütün Cennet hayatı bir kerecik olsun O’nun Cemalini seyretmeye mukabil gelmeyecek olan Rabbimizi müşâhede edeceğimiz ânı sabırsızlıkla bekliyor ve o büyük nimete erebilmek için, içimizdeki şevkin kamçısıyla şahlandıkça şahlanıyor ve bizi o neticeye götürecek yoldan hiç inhiraf etmeden yürümeye çalışıyoruz.

Teferruata ait meselelerde peygamberler, bir evvelki şeriatı neshedip hükmünü kaldırabilir. Bu gibi meselelerde hep değişiklik olagelmiştir. Bu da beşerin biraz olgunlaşması ve kemale ermesiyle alâkalıdır. Hz. Âdem döneminde beşer çocukluk devrini yaşıyordu. Hâlbuki Efendimiz kendini ikindi sonrası güneşine benzetmektedir.[10] Demek ki O’nun devrinin insanı olgunluk ve kemal devrini yaşamaktadır. Bu devrede haktan sonra bâtıl çok iyi fark ediliyor ve bâtıldan sonra gelen hakka sımsıkı tutunuluyordu. Gelen dinin teferruata ait kısımları da bu düşünce ve fikir merhalesine göre ayarlanmıştı. Fakat bunu yapan da yine Hakîm olan Allah’tır. Bu dinin bütün ibadet şekillerinde yüzlerce maslahat vardır. Yani ondaki ibadet şekli olgun bir cemaate münasip ibadet tarzıdır. Diğer dinler ise, daha sonra zaten tahrife uğramış ve asıl hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Eski hâllerini muhafaza etselerdi dahi bugün için geçerli olamazlardı.[11] Çünkü Allah, din olarak kendisinin razı olacağı dini tespit buyurmuş ve bunun İslâm dini olduğunu söylemiştir.[12]

Bir cümleyle meseleyi hulâsa etmek istiyorum:

Din; sel felaketinin, yıldırım afetinin insanları zorladığı, muztar kalmaktan doğan bir sistem olmadığı gibi, beşerin iktisadî, içtimaî durumlarını temin etmek, onları huzura kavuşturmak için ortaya atılmış bir sistem de değildir. Yine o, Renanların, Russoların dediği gibi, insanın tabiatından doğmuş olmaktan da fersah fersah uzaktır. O ilâhî bir kanunlar mecmuası, ilâhî bir vaz’dır ve insanların dünyevî ve uhrevî saadetini tekeffül etmektedir.

Buradaki huzur ve mutluluğumuz ona bağlıdır. Hukuk mefhumuna bağlı kalmak ancak onunla mümkündür. Ahirette de yine, Cennet’e ve Cemalullah’a erme onun sayesinde olacaktır.

Medeniyet ne kadar terakki ederse etsin, insanın sadece dünya hayatını dahi mutlu ve mesut kılmaya yeterli olmayacaktır. Nerede kaldı ki, dinin yerine geçsin.

Şehrah: Büyük cadde, ana yol.
Ahd ü peymân: Yemin etme, söz verme.
Ledünniyat: Mâneviyât, iç derinlikler.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Tecezzî ve İnkisam: Bölünme, parçalanma.
Ukûbât: Cezalar, yaptırımlar.
Vaz’etmek: Koymak.
Istıfâ: Seçme, ayırma, süzme.
Pişdâr: Öncü, önder, rehber.
Livâü’l-Hamd: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihsan edilecek olan ve altında bütün peygamberler ve inananların toplanacağı “Hamd Sancağı”.
Usûl: Dinî esaslar, temel dinî prensipler.
Fürû: İnanç esaslarından olmayıp amele dair meseleler.
İcmal: Genel, öz, ayrıntısızlık.
Tekeffül etmek: Kefil olmak, üstlenmek, garanti etmek.

[1] et-Tehânevî, Kitabu Keşşâf-i ıstılahati’l-fünûn, 1/503.
[2] Bediüzzaman, Sözler, s. 655-656 (Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli).
[3] Bkz.: Mâide sûresi, 5/35.
[4] Buhârî, enbiyâ 50; büyû 98; icare 12; hars 13; edep 5; Müslim, zikr 100; Ebû Dâvûd, büyû 29.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/275, 279.
[6] Hac sûresi, 22/75.
[7] Miraç için bkz.: İsrâ sûresi, 17/1; Necm sûresi, 53/4-18.
[8] Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 109.
[9] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/123; İsrâ sûresi, 17/13-14; Tûr sûresi, 52/16; Kıyamet sûresi, 75/13; Zilzâl sûresi, 99/7-8.
[10] Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Tevrat ehlinin Tevrat’la gün ortasına kadar, Hıristiyanların da İncil’le ikindi vaktine kadar amel ettiklerini belirtmiş, önceki ümmetlere nazaran kendi ümmetinin ömrünü de ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddete benzetmiştir: Buhârî, mevâkîtü’s-salât 17; enbiyâ 50; fezâilü’l-Kur’ân 17; tevhid 31, 47; Tirmizî, edep 82; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 2/121, 124, 129.
[11] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 2/19.
[12] Bkz.: Mâide sûresi, 5/3.

Dinimizi Öğrenip Başkalarına da Öğretirken Hangi Hususlara Dikkat Etmeliyiz; Tebliğ Metodumuz Nasıl Olmalıdır?

Peygamberlerin gönderilme gayesi tebliğdir. Öyleyse bize düşen en mühim ve hayatî vazife de mükellef olduğumuz hususları anlatma, tebliğ etme olacaktır. Eski ve yeni bu mevzuda aklımıza gelen bütün metot ve usûlleri yeniden gözden geçirip devrimize tatbiki mümkün olan ve neticeye götürücü olduğunu kabul ettiğimiz prensipleri pratiğe dökme en birinci vazifemizdir. Meseleyi sadece öğretmen, talebe, imam, müezzin, okul ve cami çerçevesine sıkıştırmak da doğru değildir. Belki Allah karşısında mükellef olan herkes usûlü dairesinde hemen her yerde hizmet vermelidir.

İnsanoğlu, hayat boyu âdeta hep talebelik eder. Diğer bir ifade ile, insan için en mühim, en hayatî mektep hayattır. Hususî mânâsıyla mektep, ancak hayatın cüz’î bir kısmına ait meseleleri üzerine alıp tekeffül edebilir. Orada, tecrübeli üstad ve hocalar, edindikleri malumatla bu tecrübeleri hallâç eder ve çıraklarına aktarmaya çalışırlar. Hâlbuki geniş ve umumî mânâsıyla hayat mektebinde her bir fert, hem bir çıraktır, hem hoca, hem de üstad. O, bir taraftan öğretirken diğer taraftan yeni yeni şeyler öğrenme durumundadır.

İrşad ve tebliğ vazifesinde de durum farklı değildir. Okullarda öğrenilen ve öğretilen hususlar onun sadece bir bölümünü teşkil eder. Orada edinilen malumatla insan ancak belli bir seviye katedebilir. Eşya ve hâdiselere bakışı değişir, ufku genişler. Kendi durumundakilere de aynı zamanda irşad ve tebliğ namına hizmet götürebilir.

Fakat, vazife sadece ona münhasır değildir. Hayata atıldıktan sonraki dönemde de hem kendi bir şeyler öğrenecek hem de elde ettiği fikir meyvelerini çevresinde bulunanlara takdim etmeye çalışacaktır. Onun için her bir fert yaş ve seviye ne olursa olsun, anlatılması gereken hususları etrafına anlatmak mecburiyetindedir. Bu onun en hayatî vazifesidir.

Zaten bizim varlık gayemiz de budur. Zira Cenâb-ı Hak, “Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ liya’budûn”[1] buyurarak, insanların ve cinlerin yaratılış gayesinin O’na kulluk olduğunu bildirmiştir. İşte herkes, bu kulluk anlayışında yarışacaktır. Bu yarışta kimisi takılıp yolda kalacak, kimisi de zirveleştikçe zirveleşecek ve Allah katında en büyük ve yüksek pâyeyi elde eden zümre arasına girmeye hak kazanacaktır.

Allah’ı bilmek ve O’na kul olmak fıtratın gayesi ve yaratılışın yegâne neticesidir. Kulluk bir taraftan dinleme, anlatma, kabul etme, yaşama, hayata mal etme gibi hususiyetleri gerektirirken, aynı zamanda düşüncede berraklık ve sadece kendi Yaratıcısını düşünme ufkuna ulaşmayı da hedefleyen ağır ve o nispette de mübeccel ve mukaddes bir vazifedir.

Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin 21. âyetinde de mealen şöyle buyurmakta ve kulluğu emretmektedir: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki böylece takvaya erersiniz.”

Rabbinize kulluk edin. O Rab ki, sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Hilkat ve yaratma O’na aittir. Sizi O var etti. Hilkatinize medar olabilecek ilk elemanları, parçaları, parçacıkları yaratan da O’dur. Yani sizce “evvel” diyebileceğimiz şeyleri yaratan da O’dur. Veya başka bir mânâsıyla, sizden evvelki insanları yaratan da O’dur. O, nicelerini kırıp geçirmiş ve yerle bir etmiştir. Yeryüzünde böbürlenip gezen Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ne hâllere sokmuştur. Çalım satan Roma’yı, Bizans’ı, Yunan’ı hatta bir bakıma, Selçukluları, Osmanlıları âyât-ı tekvîniyesiyle bir enkaz hâline getirmiştir… Ve onları bütünüyle yaratan da O’dur. Sizi de O yarattı. Öyleyse gücü her şeye yeten bu Rabb’e kullukta bulunun. Mazi, hâl ve istikbali bir ibret tablosu gibi gözünüzün önünde bulundurun. Ta ki; takva dairesine girmiş olasınız. Böylece, hayatınızı en iyi şekilde değerlendirme imkânını bulacak, Allah’a karşı en saygı duyan insanlar hâline gelecek, Allah’tan en çok korkan olacak ve yolun en doğrusunda yürüyerek hayatınıza gaye olan hedefe ulaşacaksınız.[2]

O Allah ve O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek rahatlığı içinde hazırlamıştır.[3] Öyle ki, ihtiyacınız olan her şeyi burnunuzun dibinde ve yanı başınızda hazır bulabiliyorsunuz. Sanki siz, o döşekte bir hastasınız da sizin ve bu konağın sahibi Zât, yani kevn ü mekâna hükmü geçen Allah (celle celâluhu) size bir aziz misafir gibi ihtimamla bakıyor.

Evet, yeryüzü bir firaş ve bir döşek rahatlığı içindedir. Eğer bir yerinde ufak bir arıza olsa iflâhınız kesilir de dünya size dar gelir. O sizin için her şeyi kolaylaştırmıştır. Yemeğiniz ayağınıza kadar gelmektedir. Ve yatağınızda sizi bir yanınızdan diğer yanınıza çevirmektedir. Eğer normal yataklarınızda yatarken, sağa sola dönme hikmetini araştırarak bu âyeti düşünecek olursanız, sanki bu âyet, sema yüzünü yıldızlarla yazılmış da sizin müşâhedenize arz edilmiş ve siz bu müşâhedeyi tatlı tatlı istirahat ettiğiniz yumuşak bir döşek üzerinde yapıyorsunuz.

Sonra O, semayı sizin döşeğiniz üzerine bir çatı ve tavan yaptı.[4] Sema ile yer arasında daima bir alışveriş vardır. Sema ışık gönderir, yerde rüşeymler başlarını çıkarır, sular buhar olur göğe yükselir ve sonra yağmur hâlinde yine yere inerler. Yıldırımların kendilerine göre faydaları vardır. İçeceğiniz suları menbalarından size ancak Allah akıtır.[5] O size yeryüzünü bir döşek gibi, hazırlamıştır; fakat hazırlayıp da bırakmamıştır. Oranın tertemiz kalmasını da yine O temin etmektedir. Eğer semayı başınıza tavan yapmasaydı, bu temizlik ve nizam olmayacaktı. Otlar baharda çıkar, sonbaharda sararır solar, kışın da tamamen kurur gider ve toprağa taze bir kuvvet olurlar. Bu ameliyenin dahi, temizlikle alâkalı yönü ne harikadır. Ve yeryüzünde, sadece temizlik cihetinden görülebilecek binlerce harika iş var…

Siz de size bu kadar teveccüh eden ve başınızdan aşağı sağanak sağanak nimetlerini yağdıran Rabbinize teveccüh edin ve O’na karşı kullukta bulunun.

Bakın, bu işler bin bir hikmet ve maslahatla, sizin etrafınızda hâlelenmiş, çevrelenmiş ve hepsi birer rızık olarak size koşuyor. Apaçık görüyorsunuz ki, maddî-mânevî rızkınız, gözünüzün ziya rızkı, ağzınızın tat rızkı, kulağınızın ses rızkı, midenizin binlerce yiyecek ve içecekle alâkalı rızkı, evet, bütün bunların hepsi size O’ndan geliyor. Bunları size verirken Kendi işine başkalarını karıştırmıyor. Öyleyse insaflı olun da, siz de O’na olan kulluğunuzda, başkalarını karıştırmayın. Gizli açık, küçük büyük şirkin her türlü çirkinliğinden kendinizi koruyun, muhafaza edin.

Bütün sebepler arizîdir; hiçbirinin hakikî vücudu yoktur. Eğer sebeplere tevessülü, bize bir vazife olarak yüklememiş olsaydı; bizler hiçbir sebebe müracaat etme lüzumunu duymaz, hatta bunu bir şirk kabul ederdik. Ancak hikmet yurdu olan bu dünyada her şey sebeplerle içli dışlı geldiğinden dolayı, biz de onlara sadece âdi şartlar nazarıyla bakıyoruz. Ancak gözümüzü diktiğimiz sabit ve değişmeyen nokta, sadece sebepleri elinde tutan Zât’ın Kudret elidir. Ve bizim kulluğumuz da işte o Zât’a mahsustur.

Sevinç ve sürur hâlinde insan bazen bu dengeyi tam koruyamayabilir. Onun için gelen nimetler karşısında çok dikkat edilmelidir ve Cenâb-ı Hakk’a şerik koşmayı işmam edebilecek her türlü söz ve hareketten kaçınmalıdır. Bu mevzuda gösterilmesi gereken hassasiyet, herkesin kurbiyetiyle doğru orantılıdır.

Mârifetullah adına vicdanınızda hâsıl olacak ruhanî zevk ve mânevî lezzet nimetini tattığınızda, o hava ve edaya yakışır şekilde Rabbinize kullukta bulunun! Kalbinizde bir an dahi başka bir mihraba teveccüh hissi belirmesin. Öyle bir meyil hissettiğinizde, derhal kendinize gelin ve “Lâ ilâhe illallah” deyin. İşte bu şuur içinde yapacağınız kulluk sizin hayatınızın gayesidir. Ve bu gayeye götürücü her türlü hizmet anlayışı öyle bir vecibedir ki, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, işte, bu vecibeyi îfa hakikatine dayalıdır. İşte biz mü’minler, Allah’ı sevmek ve başkalarına da sevdirmek, gönüllerin iman nuruyla aydınlanmasına vesilelik etmek gibi kudsî bir vazifeyle karşı karşıyayız. Bu vazifenin bir ucundan tutmak ve ona omuz vermek bir fazilet yarışıdır. Ve bu kulvarda yarışı tamamlayabilenler de dünyanın en faziletli insanlarıdır.

Meseleye bu zaviyeden ehemmiyet atfederek bakan bir insan için, riyasete giden kapılar ardına kadar açılsa ve ona, herkesin gözünü diktiği en yüksek dünyevî bir makam dahi teklif edilse ve mutlaka ikisinden birini tercih durumunda bırakılsa; muhakkak o, bu vazifeyi diğerine tercih edecektir. Zira o bilmektedir ki bu, nebilere, sıddîklara ait bir vazifedir. Orada Allah Resûlü vardır, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) vardır. Büyük ölçüde beri tarafta var olanlar ise, zalimlerdir, şeddatlardır… Bunların vazifesi de mânen beslenmediklerinden, içinde bin bir kinin, nefretin yalanın kuyruğunu dikip akrep gibi gezindiği bir vazifedir. Hâlbuki diğeri, nur hüzmeleri ile ve nuranîlerle her zaman ışıl ışıldır.

Dünyada bir hayat yaşıyoruz ki gelişimiz elimizde olmadığı gibi göçüp gidişimiz de elimizde değildir. Ancak, bu hayatta sırasını savmak için bekleyen bir insan olmaktan kurtulup, kademe kademe yükselerek Cenâb-ı Hakk’ın razı olacağı bir hayat şekline dönüştürmemiz de mümkündür. O da evvelâ, imanın rükünlerini hazmederek ruhlarımızı onlarla bütünleştirme ve vicdanlarımızı mârifet-i ilâhî adına birer bal peteği hâline getirme; daha sonra da imana ait meseleleri, ibadet vesilesiyle “ayne’l-yakîn”e yaklaştırarak ihsan şuuruna erme ve güzel ahlâka ait esasları mahiyetimize dercedilmiş birer melekeye dönüştürme, derken kendi adımıza elde ettiğimiz bu meziyetleri başkalarına da taşıma ve iman nurları sayesinde hayatın her sahasını, herkesi ve her yeri aydınlatma yoluyla kabildir.

Günümüzde, ister Türkiye isterse başka bir İslâm ülkesinde, düşünce ve fikirler İslâm’a karşı çok yabancılaştırılmış durumdadır. Müslümanlık âdeta hayatın dışına itilmiş gibidir. İlim ve teknik sürekli dine düşman gösterilmiş ve kitleler aldatılmıştır. Binaenaleyh, İslâm, Kur’ân ve imana ait meseleleri çok iyi bilmek şarttır. Evet, imana ait bu ulvî mânâların bazı gönüllere girmesi çok zordur. İşte o zoru zorlamadan, sindire sindire ve yavaş yavaş bu mânâların her kalbi aydınlatmasına vesile olmak hakikaten sabır iktiza eder ve aceleci fıtratların bir türlü anlayıp idrak edemedikleri teenniyi gerektiren bir usûl ister ki, Allah’la kullar arasındaki engelleri kaldırmak mümkün olabilsin.

İrşad vazifesini hakkıyla yapabilmek için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Şimdi bunları hulâsa hâlinde takdime çalışalım:

Birincisi: Muhatabın ruhuna girme yolları araştırılmalıdır. Bu insanî bir yaklaşım şeklidir. Hediyeleşme veya ona ait bir sıkıntıyı bertaraf etme gibi, esasen dinin ruhunda bize emredilmiş olan hususları pratiğe dökmeli ve muhatabımıza o yollarla yaklaşılmalıdır. Aslında bu meseleyi belli kalıplara dökmek, fikir vermesi bakımından faydalı olsa bile, işin özünü, ruhunu dondurması açısından değerlendirilecek olursa bazı zararları da melhuzdur. Onun için biz, mevzuun elastikiyetini koruyarak şöyle demeyi uygun buluyoruz: Muhatabımızın gönlüne girebilmek için her meşru yol denenmelidir. Yani kendisine bir şeyler anlatacağımız insan, evvelâ bizim şahsî dostluğumuzu kabul etmelidir. Bu ona vereceğimiz düşünceleri kabulde mühim bir faktördür ve ihmal edilmemelidir.

İkincisi: Muhatabımızın inanç ve kültür seviyesini iyi bilmemiz gereklidir. Meselâ, ona açıp okuyacağımız Kur’ân dahi olsa, eğer bu onu ürkütüp kaçıracak ve bir daha bize yaklaşmayacaksa, o esnada ona Kur’ân dahi okunmamalıdır. Esasen Kur’ân misalini bazı eserlere telmih için söylemiş oldum. Ona okuyacağınız kitabın her satırı ruh ve kalbleri fetheden ilhamlarla köpürüp dursa bile ruhen buna hazır olmayan insanlara onu okumak İslâm davasına karşı kapalı bir ihanettir.

Cenâb-ı Hak, yeni doğmuş bir bebeğe rızık olarak evvelâ “ağız” denilen bulamaç gibi bir mâyi yaratıyor, daha sonra süte geçiliyor.. ve tedricen çocuk büyüdükçe ona vereceğimiz gıdanın da şekli değişiyor. İşte bu fıtrat kanunu, ruh terbiyesinde ve mânevî beslenmede de aynen geçerlidir. Cenâb-ı Hakk’ın, tekvînî âyetlerinde bize gösterdiği hususları cümle cümle, satır satır, hece hece ve nokta nokta iyice tetkik edip davranışlarımızı ona göre ayarlamak zorundayız. Bazen bu ayarlama yapılmadığından irşad namına söylenenler, onlarda öyle bir reaksiyona sebep olur ki, daha sonra münasebetini bulup anlatsanız da, artık fayda vermez. Onun için ilk durumda onun idrak ve vukuf seviyesini tespit etmemiz çok önemlidir. Bunu bir büyüğümüz şu sözlerle vecizelendirir: “Ata et, aslana ot atmayınız!”[6]

Üçüncüsü: Muhatabınızın itimadını kazanmanız da şarttır. O size öyle itimat etmeli ve öyle bağlanmalı ki, bütün sevdikleriyle tartılsanız orada siz ağır basmalısınız. Çünkü sizin onunla münasebetiniz, sadece Allah içindir. Siz onu Allah için sevdiğinizden dolayı bu sevgi onun gönlünde tesirini gösterecek ve sıhriyet itibarıyla teessüs etmiş sevgi atmosferine; sizin olan bu sevgi ve saygı girecek ve ağır basacaktır. Bu ağır basma o denli olmalıdır ki, sizin yanınızda olmakla yüklendiği ağır mükellefiyetleri, diğer tarafın zevk ve safasına tercih edebilmelidir. Hatta sizin, yoluna baş koyduğunuz mefkûre uğrunda başına gelmesi muhtemel her türlü tehlike ve katlanılması mukadder her türlü çile onun için önceki hayatın rahat ve rehavetinden daha sevimli olmalıdır. Bu da o şahsın sizi iyice tanıyıp, size son derece itimat etmesiyle mümkün olabilecektir.

İşte Asr-ı Saadet’ten çarpıcı bir manzara ve müşahhas bir misal: Utbe İbn Velid, Mekke’nin en zenginlerindendi. Allah Resûlü’nün en büyük düşmanlarından biri de odur. Kavmin en şakîsi mânâsına ona, “Eşka’l-kavm” denmektedir. Hemen her fitnenin başındaydı. Allah’a isyanın olduğu her yerde başı o çekiyordu. İşte bu şakînin evinde yetişen mesut bir insan vardı, bu, Utbe’nin oğluydu, fakat ona hiç benzemiyordu. Allah Resûlü’ne sadakatle bağlanmış ve babası tarafından getirilen -dünya adına- bütün cazip teklifleri bir çırpıda elinin tersiyle itivermişti. Adı Huzeyfe’ydi. Baba bütün servetini önüne seriyor ve sadece davasından vazgeçmesini istiyordu. Ama o Muallim ve Mürşidinden aldığı dersle, gerilimi tam, inanç ve kanaati de sağlamdı. İki Cihan Serveri’ne aynı teklif getirildiğinde ne demişti? “Güneş’i bir omuzuma, Ay’ı diğer omuzuma koysanız yine bu davadan vazgeçmem.”[7] İşte O’nun dediği bu söz, vicdan ve gönüllerde öyle bir tesir icra etmiş ve öyle yerleşmişti ki, bütün sahabe gibi, ona yapılan böyle bir teklifte alacakları cevap aynı olacaktı. Muallim, gönüllerine işte bu şekilde girmiş ve kalblerinde böyle yer etmişti. O’nun adının anıldığı yerde ana-baba-kardeş ve akraba gibi değer hükümleri sukut edip gidiyor ve değerler odağı olarak sadece O kalıyordu.

Dünden bugüne, irşad eden ve irşad edilen adına değişen fazla bir şey olmamıştır. Dün değişik şekilde cereyan eden bu meseleler, bu gün de farklı bir şekilde aynen devam etmektedir. Öyleyse mürşid ve mübelliğler, Allah Resûlü’nün gönüllere girme yolunu aynen tatbik etmelidirler. Aksi takdirde, anlatılan meseleler hep havada kalacak ve hüsnü kabul görmeyecektir. Bu bir ruhlara nüfuz etme meselesi ve gönüllere yerleşmenin adıdır. Düşünmeli ki, Allah Resûlü kendisini ashabına bu kadar sevdirememiş olsaydı, sahabenin O’nun arkasına düşüp Bedir’e gelmesi mümkün olur muydu? Çünkü şartlar tamamen aleyhlerine bulunuyordu. Hem bu ilk savaşta, karşı cephedekiler çoğunluk itibarıyla, babaları, kardeşleri, amcaları veya öz evlâtlarıydı. Ve onlarla savaşmaya gidiliyordu. Zira işaret güçlü yerden gelmişti. Ve O’nun yolunda ölmeyi herkes cana minnet biliyordu.

Yer yer Allah Resûlü onları karşısına alıyor ve kendisini tercih etme işini ruhlarına üflüyor ve tenbihlerde bulunuyordu. Meselâ, Kab İbn Malik’i, Tebuk hareketi esnasında geriye kalışından ötürü hırpalamış ve: “Sen bana Akabe’de söz vermemiş miydin? Nereye gidersem arkamdan gelmeyecek miydin?” diyordu. O da bunlara itiraz edemiyor “Evet, yâ Resûlallah! Söz vermiştim. Aslında hiçbir savaşa bugün hazırlandığım kadar hazırlanmamıştım. Fakat bugünü yarına, yarını da öbür güne erteleyince, derken günler gelip geçti; koşup arkadan size ulaşamadım.” diyor ve Allah Resûlü’nden özür diliyordu. Doğru söylediği ve hak kapısında sebat etmesini bildiği için de affolunmuştu.[8]

İşte, mürşid muhatabının gönlüne böyle girmeli ve ona her dediğini yaptırabilmelidir. Ancak, şunu da unutmamalıdır ki, talep edilecek hiçbir şey kendi nefsi adına olmamalıdır. Kendi adına talepte bulunanların durumunu -Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre- temsil edenler Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlardır. Hâlbuki nebiler bütün taleplerini Hak namına ve ümmetleri hesabına yapmışlardır. Bu da çok dikkat edilmesi gereken hassas bir meseledir.

Dördüncüsü: Müslümanlığa ait meseleler çok iyi bilinmelidir. Herkes aklına gelen şeyleri söylememeli ve felsefe yapmamalıdır. Zira Allah Resûlü bize gündüzü geceden ayırabileceğimiz ve onlarla hidayette kalacağımız aydınlık tufanı iki ana kaynak bırakmıştır: Kitap ve Sünnet.[9] Binaenaleyh, İslâm davası adına bir şey anlatırken, bu iki ana kaynağın prensipleri dahilinde ve mevzua hâkim olunarak anlatmalıdır. İşin diyalektiğine ve ilzam etme tarafına kat’iyen meyledilmemelidir. Anlatacaklarımız, anlayıp hazmettiğimiz şeyler olmalı ki, muhatabımız da rahatlıkla alıp gıdalanabilsin. Yine büyük mütefekkirin ifadesiyle bizler birer koyun gibi olmalıyız, alıp öğrendiğimiz şeyleri hazmederek süt hâline getirmeli ve muhtaç gönüllere süt gibi, bir şifa kaynağı olarak takdim etmeliyiz. Kuş gibi yapıp da onlara kusmuk vermemeliyiz.[10] Öyle olunca bu malumat onların ruhuna girdiğinde, hemen ilim ve irfan adına petekleşebilecek, ballaşabilecektir. Aksine, verilen şeyler kusmuk gibi olursa, bu duruma gelinmesi elbette ki düşünülemez.

Tabiî ki bu da okuyup belleme, kültür ve bilgi dairesini genişletmekle olacaktır. Onun için irşadı bir vazife kabul edenler, mutlak surette vakitlerinin belli bir kısmını okumaya tahsis etmelidirler. Devrin kültüründen mahrum bir insanın muhatabına söyleyebileceği bir şey yoktur. Veya başka bir ifadeyle, kültür seviyesi sığ bir insan, irşadıyla meşgul olduğu insanı uzun süre tatmin edemez. Dolayısıyla, her seviyede insanla muhatap olma durumundaki mürşid, en az muhatabını tatmin edecek ölçüde mevzua hâkim olmalıdır. Bu itibarla asrının çok gerisinde seyreden bir insanın bugünün insanına vereceği bir şey yoktur, kanaatindeyim…

Evet, ısrarla tekrar ediyorum ki, irşadı hayatlarının gayesi hâline getirenler ilim ve irfanla mücehhez olmalıdırlar. Boş bir insanın, diyeceği şeyler de boştur. Daha ziyade bu tür insanlardır ki, anlatacakları meselelerdeki boşluklarını, şiddet ve hiddetle örtmeye çalışırlar. Bu durumda da muhatapları, onların hareketlerine reaksiyon olarak, en mâkul ve kabul edilmesi kolay bir meseleyi dahi kabule yanaşmazlar.

Cihanı aydınlatacak ve nazarları aydınlık kapıya çevirecek, aydınlık dönemin münevver insanları inşâallah, her bakımdan ilimle mücehhez olacak, çırak olarak kapılarına müracaat eden herkesin eteklerini Muhammedî cevherlerle dolduracak ve onları doyuracaktır.

Beşincisi: Yapılan bütün işler ihlâs ve samimiyet içinde yapılmalıdır. Perspektifte daima Cenâb-ı Hakk’ın rızası bulunmalı ve yapılacak her iş ona göre ayarlanmalıdır. Gidilecek olan yol ve tatbik edilecek olan strateji öncelikle Rabbimiz’in rızası yönünden bir değerlendirmeye tâbi tutulmalı, eğer O razı olacaksa yapılmalı, yoksa o yol kat’iyen terk edilmeli ve herhangi bir kimsenin aldatılmasına meydan verilmemelidir.

Allah Resûlü, Allah yolunda olan cihadı, sadece Allah’ın dinini yüceltmek için yapılan cihad olarak sınırlandırıyor.[11] Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın yüce isminin i’lâsı istikametinde kavga veriliyorsa bu Allah içindir. Yoksa, konuşanımızla, yazanımızla sadece kendimizi anlatmış oluruz ki, böyle bir durumda ne samimiyet kalır ne de sevap. İhlâsın bu kadar darbe yediği bir yerde de ne Allah’ın rızasından ne de gönüllere tesir etmekten bahsedilebilir.

Bizden evvelkiler bu işi ihlâsla yaptılar. İçlerinde öyleleri vardı ki, söz söylerken arızasız, pürüzsüz söyleyince hemen dize geliyor, başını yere koyuyor ve “Aman yâ Rabbi, el-İhlâs!” diyordu. Ve yine Ömer İbn Abdülaziz gibi kimseler, yazdıkları mektubu çok belîğane bulunca, gurur ve kibir gelir korkusundan hemen yırtıp atıyor ve başka bir mektup yazıyordu. O devrede İslâmî meseleler işte hep böyle bir ihlâs atmosferi içinde anlatıldı. Nefislerine hiç de hoş gelmeyen bir iklimde Rablerini anlatma âdeta onlarda bir prensip hâline gelmişti, mademki nefis böyle anlatmadan pay almıyor, ihtimal, bunda marz-ı ilâhî var dediler ve bunu düstur edindiler.

Şu satırların aziz okuyucusunun da kim bilir kendine ait böyle nice tecrübeleri vardır. Onun için tekrar söylemek gerekirse, ihlâs ve samimiyet, anlatılan hususların hayatı ve ruhu durumundadır. Anlattıklarımızın yüzümüze çarpılmasını arzu etmiyorsak, ihlâsa sarılmalıyız.

Altıncısı: Mürşid ve mübelliğ hangi seviyede olursa olsun kalbi dinî ilimlerle, aklı medenî fenlerle mücehhez olmalı ve bu ikisi ile pervâz eden istidat ve kabiliyetlerini işleterek iç murâkabesinde derinleşmeli ve çapına, yapısına göre bu mevzuda ne kadar ledünnîleşebilirse ledünnîleşmelidir. Bu da yine, bir bakıma yukarıda temas ettiğimiz hususla alâkalıdır; yani ihlâs ve samimiyette buudlaşma demektir.

Allah Resûlü, müteaddit hadislerinde ihlâs üzerinde durmuş ve onu insan için en yüce ufuk olarak göstermiştir.[12] Kur’ân-ı Kerim pek çok nebiyi bize anlatırken bu yönleriyle anlatmış ve ihlâsı nübüvvetin ayrılmaz bir parçası olarak takdim etmiştir.

Hz. Musa için “O muhlesti.”[13] tabirini kullanan Kur’ân-ı Kerim, Hz. Musa’nın her hareket ve davranışını, sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil gayesiyle yaptığını en veciz bir üslûpla ifade ediyor ve bu ifadesiyle inananlara ihlâs dersi veriyor.

Seyyidinâ Hazreti İbrahim, ihlâs anlayış ve şuurunun zirvesinde bulunan bir insan olarak hâdiselerin aleyhine cereyan ettiği zamanlarda bile bir anlık sarsıntı ve tereddüde düşmüyor, hatta bir bakıma, meleklerin yardım talepleri gibi meşru bir teklifi dahi reddederek, “O olanlardan haberdar ya, O bana yeter.” diyor ve onlardan gelen imdat mesajını “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekîl” ile savıyor.[14] O’nun için, mühim olan Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu idi. Bu düşüncesini, kendine ait en masum talepleri dahi gölgeleyemiyordu. Zira ona Allah’ın dostu mânâsına, “Halilullah” denmişti.[15] Dostluk da bunu gerektiriyordu.

Allah Resûlü’ne bir gün “Ey Allah’ın dostu.” denince, “Hayır o İbrahim’dir.” buyurdular.[16] Ve yine bir gün efendimiz mânâsına “Seyyidünâ” ile kendisine hitap edilince “Efendimiz İbrahim’dir” buyurdular.[17] Cevher kadrini cevherfürûşân olan nasıl da anlıyor! İşte ihlâs ve samimiyet, bir peygamber vasfı olmakla, o işi kendine iş edinen insanların da ayrılmaz vasfı olmak zorundadır. Kur’ân her peygamberi ya ihlâs sahibi olarak tanıtmakta ya da Cenâb-ı Hakk’ın o nebiye ihlâsı emrettiğini nakletmektedir.[18] Kur’ân-ı Kerim’i bir de bu zaviyeden tetkik edip okumakta büyük yararlar olacağı kanaatindeyim.

Evet, irşad ve tebliğ vazifesinin altına girenler, kendilerini kabul ettirme, başkalarına tesir ettiklerine inanma veya müntesiplerinin çoğalmasıyla övünme gibi kaba saba şeylere saplanacaklarına, davranışlarının Allah’ın rızasına uygun olup olmadığının murâkabesini yapmalıdırlar. Murâkabe, yani insanın kendi kendini kontrol etmesi… Evet, irşad ve tebliğ adına bu husus çok mühimdir.

Yaptığını niçin yapıyorsun? İşte bunun kontrolü lâzımdır. Eğer meselede nefsimize ait bir yön varsa, hemen orada durmasını bilmeliyiz. Meselâ bir yerde oturmuş, bir cemaate nurefşân bir kitap okuyorsun. Haddizatında yaptığın güzel bir iştir. Fakat biraz dikkat edince, okuduğun kitabın muhtevasındaki meselelerden ziyade okuyuş keyfiyetine kapılıp gittiğini ve asıl sana zevk veren, seni cezbedenin kendi okuyuşun olduğunu görüyorsun. Hemen orada duracak ya kitabı kapayacak ya da okuması için onu bir başkasına takdim edeceksin.

Veya bir vaizsin. Kürsüye çıktın, vaaz ediyorsun. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla öyle bir bast hâline mazhar oldun ki sanki sadece dudaklarını kımıldatıyorsun da kelimeler kendiliğinden dökülüyor. İşte o anda seni konuşturanın kim olduğuna dikkat edecek ve ihsan sahibini mülâhaza ederek başını aşağıya eğeceksin. Eğer bu durumda dahi nefis kendine bir pay çıkarıyor ve sen de buna kapılmış gidiyorsan, hemen konuşmayı kesip kürsüden inmesini bilmelisin. Güzel konuşmada da bazen fitne vardır. Ve o fitneden insan Allah’a sığınmalıdır. Dünyaya arkalarında kitleleri sürükleyen nice hatipler gelmiştir ki, içlerinde, ihlâs sahibi olanların dışındakiler şimdi, ihtimal, ötede söyledikleri sözlerin hesabını veriyorlardır.

Burada şöyle müşahhas bir misal verebiliriz: Diyelim ki biz, her zaman aksatmadan Kur’ân’a ait virdimizi okuyoruz. Öyle ki, onu okuyamadığımız zaman ruhen rahatsız oluyoruz. İsterseniz siz buna alışkanlık da diyebilirsiniz. Biraz sonra da bizi bekleyen bir cemaatle sohbet edeceğiz. Birkaç âyet okur okumaz, birdenbire bu Kur’ân’ı, tam sohbete çıkacağımız sırada sesimizi akort etmemiz için okumuş olabileceğimiz aklımıza geliyor ve irkiliyoruz. Vâkıa bu, her gün okuduğumuz Kur’ân’dı ama, yine de Hak rızasının dışında başka, mülâhazalara açık olması ihtimaliyle, devam edip etmeme mevzuunda tereddüde düşüyor ve “Allah’ım, Senin için okumaya başladım ve Senin için şimdilik bırakıyorum.” diyor, Kur’ân’ı kapatıyor, kalkıyoruz. Evet bizler, iç murâkabeyle, kalbimizin derinliklerinden gelen şeylere göre kendimizi ayar etme mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde etrafımıza müessir olmamız mümkün değildir.

Yeri geldiğinde kendimizi nefyedebilmeli ve kendi içimizde kendi kendimizle kavga verebilmeliyiz. Ve bu kavgada Cenâb-ı Hakk’ın rızası aranmalı, O’nun hoşnutluğu istikametinde hareket edilmelidir.

Böyle bir ruh hâletinin, zaman zaman bir kısım anormal gibi görünen tezahürleri de olacaktır. Yerinde başınızı sallayacak, yerinde iki büklüm olacak, yerinde inim inim inleyecek, yerinde secdeye varıp kıvrım kıvrım kıvranacak ama muhakkak her davranışınızda ihlâs, zamanla, tabiî bir davranış hâline gelecektir. Ve artık insan, gönül rahatlığı içinde, yaptığı her şeyi gayet kolaylıkla O’nun için yapabilir, O’nun için terk edebilir.. O’nun için oturup O’nun için kalkabilir.

Cenâb-ı Hak, liyakatimize göre değil, ihtiyacımıza göre bizi ihlâs ve samimiyetle serfiraz kılsın! O’ndan hep bunu talep etmeliyiz.

Yedincisi: Eğer bir meseleyi bizim anlatmamız bir kısım vicdanlarda reaksiyon ve tepkiye sebep olacaksa, “Hakkın hatırı âlidir.” diyerek o meseleyi bir başkasına anlattırmak hoşumuza gitmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik var. Başkasının anlatmasına razı olmak başkadır, ondan hoşlanmak daha başkadır. İşte bizler ikinci durum çerçevesine göre, ondan hoşlanmalıyız, nefsin hiç hoşlanmadığı durumlardan birisi de budur. Ve bu, bir civanmertliktir.

Bazı kimselerin şahsımıza ait bir durumdan ötürü bize reaksiyonları olabilir. Bizim anlatacağımız her şey onlarda aksi tesir yapabilir. Bu durumda kalkıp bir hak ve hakikati ona anlatmamız, anlattığımız şeyi kabul etmemesi için gayret sarf etmemizden farksız olacaktır. Böylece o, bir hakkı kabul etmemekle ziyan edecek, biz de bir hakkın kabulüne mâni olduğumuz için kendi adımıza zarara uğrayacağız. Bunun çaresi, o mevzuu ona, bizim değil de bir başkasının anlatmasıdır. Böylece o hakkı kabul edeceği gibi, biz de vesile oluşumuzun sevabını aynen ona o hakikatleri anlatan kadar kazanmış olacağız.

Nasıl ki, imarete talep, Allah Resûlü tarafından hoş karşılanmadı[19]; öyle de, bir yerde konuşmaya talip olmak da hoş karşılanmamıştır. O daima bu gibi vazifeleri kendi inisiyatifini kullanarak lâyık ve ehil olanlara verirdi.

Bu itibarla, insanlara kim nüfuz edip herhangi bir meseleyi daha iyi anlatacaksa, herkes onun için konuşma zemini hazırlamalı ve diğerleri de dinleyenler arasında bulunmaktan rahatsızlık duymamalıdır.

Sekizincisi: Karşımıza bilmediğimiz meseleler çıktığında rahatlıkla bilmediğimizi itiraf etmeli ve “Bilmiyorum.” diyebilmeliyiz.

İşte, yine Rehberimiz ve Efendimiz bu mevzuda da bize en güzel örnek durumundadır. Kendisine Yahudiler, ruh hakkında soru soruyorlar. Efendimiz böyle bir pozisyonda dahi bilmediği bir hususta sükût buyuruyor. Evet, peygamberliğine dair şüphe ve tereddüt hâsıl etmek isteyen bu hasımların, hasımca sualine dahi Efendimiz, henüz vahiy gelmediği için cevap vermiyor. Bir müddet sonra da “Ve yes’elûneke ani’r-ruh. Kuli’r-ruhu min emri rabbi”[20] âyeti nazil oluyor. Yani “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve bu mevzuda size ilim adına az bir şey verilmiştir.”[21]

Efendimiz’in evvel susup vahiy geldikten sonra bu âyeti tebliği, muhataplara karşı daha tesirli olmuş ve gerekli cevabı alarak seslerini kesmişlerdi. Burada bu âyeti tercihim, meseleye müşahhas bir misal getirmek içindi. Yoksa ruhu anlatmak için değil. Demek ki Allah Resûlü dahi her meseleye “Biliyorum.” demiyor. Bu, bizler için ne büyük bir derstir.

Kendisine Cibril gelip kıyametin ne zaman kopacağını sorunca ne demiş ve nasıl cevap vermişti? “Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha fazla bir şey biliyor değildir.”[22] Her sorulana cevap verme mecburiyetinde olmadığımızı anlatmak için bundan daha güzel bir misal bulunabilir mi?

İmam Ebû Yusuf Hazretleri’ne yüz soru sorulur, altmışına bilmiyorum cevabını verir. Derler, “Yâ İmam, biz sana maaş ödüyoruz, yüz sorudan altmışına bilmiyorum cevabını verdiniz; bu nasıl olur?” İmam cevap verir: “Siz bana bildiklerim karşısında maaş ödüyorsunuz. Eğer bilmediklerim karşısında bir şey ödemeniz gerekseydi bütün dünya yetmezdi.” İmam Ebû Yusuf o gün fetva makamının zirvesinde “Kâdı’l-kudat” olarak bulunuyordu. İmam Malik sorulan otuz sorudan ancak üçüne cevap vermişti…

Bunlar ve bunlar gibi misaller gösteriyor ki, haysiyet ve şeref itibarıyla en devâsâ kametler bile her sorulan şeye cevap vermemişler. Hatta, “Bilmiyorum.” bile diyebilmişler. Bizler de bilmediğimizi itiraf edelim ama işin arkasını da bırakmayalım. Muhatabımızı, o meseleleri bizden daha iyi bildiğini kabul ettiğimiz insanlara götürelim; öğrenelim, onlara da öğrenme zemini hazırlayalım.

Dokuzuncusu: İrşad ve tebliğ adamı civanmert olmalıdır. O, neyi var neyi yok hepsini davası uğrunda feda etmesini bilmelidir. Gönülleri fethetme yolunda, civanmertliğini bir burak edinmeli ve o yola öyle gitmelidir. Civanmertlik deyince hislerime hâkim olamam ve hemen büyük kadın Hatice-i Kübrâ’yı hatırlarım. Efendimiz’den çok erken doğmuş ve irtihali de çok erken olmuştu. Belki de bu erkenlik ona isminden geliyordu. Zira Hatice ‘erken doğan’ demektir. Kâinatın Efendisi’ni tanıdığında, Allah Resûlü’nün dünya adına hiçbir şeyi yoktu. Hz. Hatice ise zengin, soylu ve güzeldi. Buna rağmen o büyük firasetli kadın, Allah Resûlü’ndeki büyük mânâyı sezmiş ve O’na talip olmuştu.

Ticarî maksatla kervanlar teşkil ediyordu ve bu mevzuda söz sahibiydi. Allah Resûlü’nden çocukları oldu. Medine devrini idrak edemeden de rihlet edip gitti. Bu da bana inkisar veren hususlardan biridir. Bu durumu da hatırladıkça gözyaşlarımı tutamaz ve ağlarım.

Tam peygambere zevce olabilecek yaratılışta bu büyük kadın, hakikaten civanmertti. Allah Resûlü risalet emrini tebliğe başlayınca, sanki O’nun böyle bir vazife ile tavzif edileceğini daha önceden biliyormuş gibi hiç tereddüt etmeden O’nu tasdik etti. Sonra da bütün servetini Allah Resûlü’nün emrine verdi. O büyük serveti, hep Allah için sarf ediliyordu. Kâfirlerin Müslümanlara karşı başlattıkları boykot döneminde bu koca servetten hiçbir şey kalmamıştı. Öyle ki bazen, Allah Resûlü açlıktan bayılacak hâle gelir, fakat yiyecek bir şey bulamazdı. Zira, o esnada sofraya getirilecek bir kuru ekmekten dahi mahrum bulunuluyordu. Hz. Hatice Validemiz işte bu devrede yatağa düşüyor; hatta yoksulluktan tedavi çaresi dahi aranamıyor ve bir gariplik içinde uçup ötelere gidiyordu. Civanmertlikte son ufuk bitip tükenmedir ve işte Anamız, binlerce anayı uğruna feda edeceğimiz Anamız Hz. Hatice Validemiz, bu ufka herkesten önce ulaşmıştır.

Hz. Ebû Bekir, testinin içine koyduğu çakıl taşlarıyla babasını oyalıyor ve bütün altınlarını Allah için sarf ediyordu. Bundan dolayı halife olduğunda dahi, başkalarının koyunlarını sağarak geçinmek zorunda kalacak kadar fakir düşmüştü. Bir zamanlar Mekke’nin en zengin tüccarlarından olan Allah Resûlü’nün bu mağara arkadaşı, sıddîklerin serdarı, bir civanmertlik örneği ile her şeyini feda etmişti.[23]

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Efendimiz, Medine’nin en fakiri ne ile geçiniyorsa o da onunla yani birkaç hurmayla geçiniyordu. Demek ki o da maddî imkânlar açısından tükenmişti.[24]

Her sahabi bu mevzuda âdeta birbiriyle yarışıyordu. İnandıkları dava uğruna, gösterdikleri civanmertlikle kalb ve gönüller fethediliyor ve her geçen gün iltihaklar çığ gibi büyüyordu. Zira onlar her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da derslerini Allah Resûlü’nden almışlardı. Bir gün müellefe-i kulûbdan birisi kavmine giderek şöyle demişti. “Ey kavmim derhal bu zâta teslim olun, çünkü O peygamberdir. Eğer peygamber olmasaydı bu kadar cömert olamaz ve rızık korkusundan endişeye kapılırdı. Hâlbuki O, kim ne isterse hemen veriyor!”[25]

Genç-ihtiyar her mübelliğ ve mürşid, bu kabîl yollarla gönüllere girmeye çalışmalı ve onları fethetmelidir. İnsan bu yolda bütün varlığını sarf ederek bir insanın gönlüne, Cenâb-ı Hakk’a imanı yerleştirebilse, çok şey kazanmış ama buna karşılık hiçbir şey kaybetmemiş sayılır.

Cennet’in kapısını cömertler açacaktır.[26] Dünyada o kapıya giden yolları da açın ki, yanımızda daha nicelerini o kapıya kadar götürmüş olasınız. Sizin bu davranışınızla cemiyet içinde size muhatap olanlar öyle bir seviyeye ulaşacaklardır ki, bir gün Kur’ân’ın hükümleriyle beşer karihasından çıkan şeyler arasında bir tercih yapılması bahis mevzuu olduğunda, o, Kur’ân’ı tercih ederek, Resûlullah’ı seçerek bütünüyle Allah’a râm olsun.

Evet, Cennet’e ilk defa âlimler, vaizler veya hocalar değil, hak ve hakikati neşir uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden, esnaf, tüccar ve kazanç seviyesi ne olursa olsun, bütün cömertler, hakka dilbeste civanmertler girecektir. Evet onlar Rablerine, fâni olan şeyleri verecek ve bâkiyi kazanıp ebediyete ereceklerdir.

Onuncusu: Burada, biraz hususiyet arz eden bir noktaya da temas etmek istiyorum. 15-20 sene öncesinde bizim rüyalarda dahi görmemiz mümkün olmayan bir manzarayı bugün apaçık görmekteyiz ve bu da bizlere, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütfunun ifadesidir.

İslâm dünyasında bile, bir insana hak ve hakikati anlatabilmek için aylara ve haftalara ihtiyaç duyulduğu dönemi artık aşmış bulunuyoruz. Evet, ben ve emsalim öyle günler hatırlarız ki, namaz kılan bir üniversite talebesi duyup gördüğümüzde Hızır’la görüşmüş veya Cebrail’i görmüş kadar sevinir kendimizden geçerdik. İmanın neşvesine ermiş ruhlar, kendi gönül dünyalarını dolduran o nurlu mesajları sunabilmek için imandan nasipsiz birinin arkasında bazen aylarca koşar; koşar ama, hiçbir şey elde edemezlerdi. Hâlbuki bugün durum değişmiştir. Artık bu gibi meselelere sahip çıkanlar, fertler değil kitlelerdir. En mütemerrit insanların dahi yumuşadığı ve İslâmî meselelere olabilirlik ihtimaliyle baktığı bir devreyi idrak etmiş bulunuyoruz. Bu durumda bize düşen vazife, işin özünden ve ruhundan uzaklaşmamak kaydıyla yeni yeni metot ve yöntemler denemek ve değerlendirmek olmalıdır. Aksi hâlde devrini idrak edemediğinden bütün fonksiyonunu kaybeden insanların durumuna düşmemiz muhakkak ve mukadderdir. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız. Öyleyse günün gerektirdiği şekilde hizmet adına yeniliklere adapte olmak mecburiyetindeyiz. Uyumda ne kadar gecikirsek, mutlu yarınlarına ulaşmada da o kadar gecikmiş olacağımız asla unutulmamalıdır.

İşte bu hususî durumdan hareketle, umumî ve herkes için geçerli bir prensibe varabiliriz. İrşad ve tebliği kendine vazife edinenler, devrini idrak etmek ve irşadını bu temel üzerine oturtmak zorundadırlar. Başkalarının fezayı fethe açıldığı bir dönemde, insanları karanlık dehlizlere çekerek bir şeyler anlatmakla hiçbir yere varılamayacağı bedîhîdir.

On birincisi: Kitle ruh hâlinden istifade ile şuraya-buraya dağılmış yığınların asıllarına dönmelerini kolaylaştırıcı metot ve usûllerin tatbiki de irşad ve tebliğ adına çok mühim hususlardan biridir. Sizin senelerce anlattığınız hâlde bir türlü kabul ettiremediğiniz bazı hususların nazara arz edilmesi, bir kısım derinliklerin gözler önüne serilmesi, imanlı gönüllerin aşk ve heyecanının ruhlara duyurulması, ne büyük tesirler icra ettiği gösteriyor ki, sadece haber vermek, gözle göstermek kadar kat’iyen müessir değil. Öyleyse, çevremizde, İslâm adına olup bitenleri, hiçbir ayırıma tâbi tutmadan ve sınırlandırıcı ve dondurucu hizip anlayışından uzak bir hava içinde gezdirip göstermek, bazen muhatabımıza ve onun kuvve-i mâneviyesini takviye adına öyle tesirli olacaktır ki, o insan, senelerce yaşadığı boşluğu bir anda sıçrayarak geçecek ve sizinle omuz omuza bir çizgide yer tutacaktır. Bunu kitleler için de düşünebiliriz. Ve bugün bu müesseseler, dostun yüzünü güldürecek, düşmanı da deliye çevirecek seviyede sürekli yükselen bir grafiğe sahiptir. Bize bunları ihsan eden Rabbimize hamdolsun. Ve bu anlattıklarımızı da birer tahdis-i nimet olarak kabul buyursun! Âmin!

Tekeffül etmek: Üstlenmek, yüklenmek.
Âyât-ı tekvîniye: Kâinatta işleyen ilâhî kanunlar.
Kevn ü mekân: Kâinat, âlem.
Firaş: Yatak, döşek.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.
Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
İşmâm: Hissettirme, duyurma, koklatma.
Telmîh: Üstü kapalı, imâ yoluyla ifade etme.
Nurefşân: Etrafı aydınlatan, nur saçan.
Bast: İç rahatlığı, ferahlık, inşirah.
Serfiraz kılmak: Yüceltmek, üstün kılmak.
İrtihal: Bâki âleme göç, vefat.
Rihlet etmek: Göç etmek, vefat etmek.
Bezletmek: Bol bol vermek, cömertçe sarf etmek.
Dilbeste: Gönül vermiş, âşık.
Tahdis-i nimet: Şükür maksadı ile Hakk’ın nimetlerini ilân etmek.

[1] Zâriyât sûresi, 51/56.
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/22; Nebe sûresi, 78/6.
[3] Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/53; Zühruf sûresi, 43/10-14.
[4] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/32.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/22.
[6] Nursî, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, 1/725; 2/1670.
[7] Bkz.: İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/285.
[8] Bkz.: Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53.
[9] Bkz.: Muvatta, kader 3.
[10] Bkz.: Nursî, Berdiüzzaman Said, Mektûbat, 494 (Hakikat Çekirdekleri, 32. vecize).
[11] Bkz.: Buhârî, ilim 45; cihad 15; Müslim, imâre 149-151; Ebû Dâvûd, cihad 26.
[12] Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/342; et-Taberanî, el-Mu’cemu’l-kebir, 8/140; ed-Dârekutnî, es-Sünen, 1/51.
[13] Meryem sûresi, 19/51.
[14] Bkz.: Buhârî, tefsiru süre 3; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/326.
[15] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/125.
[16] Buhârî, enbiyâ 19; menakıp 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/96, 331.
[17] Buhârî, fezâilü’s-sahabe 5; Ebû Dâvûd, edep 9.
[18] Bkz.: Zümer sûresi, 39/2, 11.
[19] Bkz.: Buhârî, ahkâm 5, 6; eymân 1; Müslim, imâre 13, 16, 17; Ebû Dâvûd, imâre 2; Tirmizî, nüzûr 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/173.
[20] İsrâ sûresi, 17/85.
[21] Buhârî, ilim 47; Müslim, sıfâtü’l-münafıkîn 32.
[22] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
[23] Bkz.: et-Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 4/250-252.
[24] İbn Sa’d, et-Tabakat, 3/306-307; el-Mes’ûdî, Mürûcü’z-zeheb, 2/303.
[25] Müslim, fezâil 59; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/465; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/187; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 10/505; İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 4/137.
[26] Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/276; el-Münavî, Feyzu’l-kadir, 3/278.

Cenab-ı Hakk'ın İsimleri ve Sıfatları Arasında Derece Mevzu Bahis midir?

Biz, bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirmesiyle değil de sonradan elde edeceğimiz maharetlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren mânâsına “habbaz”, kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle “neccâr”.. vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahareti hangi yönde ise, alacağı isim o mânâyı ifade eden bir isim olurdu. Bazen bu isimler, mübalâğa kalıbıyla da ifade edilir. Meselâ normal setredene “sâtir”, fakat tastamam ve kusursuz setredene ise “settâr”, normal hamd edene “hâmid’; hamd vazifesini tam yerine getirene de “hammâd” denir.

Hâlbuki bizim isimlerimiz, sonradan kazanacağımız maharete göre değil de anne ve babalarımızın arzusuna göre verilir. Hatta bazen, hiç de bize uygun düşmeyen veya bizimle alâkası olmayan bir isimle de isimlendirilebiliriz.

Böyle bir benzetme ilk bakışta kaba ve sevimsiz görülebilir. Ne var ki, mücerret hakikatlerin anlatılmasında öteden beri hep aynı yolda hareket edilmiş ve ifade tenezzülâtına gidilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’a ait isimler, kâinatta icraatı müşâhede edilip ve yine o güzel isimler sahibi tarafından, O’nun has kulları vasıtasıyla bize talim edilmiş isimlerdir. Meselâ, kâinatta apaçık gördüğümüz bir güzellik vardır. Gökkuşağı gibi bu güzellikler birbiri içinde bütün varlığı sarmış durumdadır. Ovada, obada, çiçekte baharda, gözde ve kaşta bir güzellikler cümbüşü hâkimdir. Bu güzelliklerin sadece dış yüzüne bakıp hayranlığını ifade için, binlerce senedir, binlerce edip ve şair hep bu güzellikleri destanlaştırmaya çalışmış, yine de söylenmesi mümküne kıyasla, çok az şey söyleyebilmişlerdir. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz bütün bu güzellikler elbette Cenâb-ı Hakk’ın bu mânâyı ifade eden bir ismine dayanmaktadır ki o da “Cemîl” ismidir.

Yine, kâinatta ince bir nizam ve intizam dahilinde, rızık tevziatı yapılmaktadır. Hücreden gergedana kadar her canlı kendine münasip bir rızkla beslenmektedir. İbadet ve tesbihler meleğe rızık olurken, et insana, kemiği de cinlere rızık olmaktadır. İşte gözle gördüğümüz rızka ait bu faaliyet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir “Rezzâk” ismi olduğunu ispat etmektedir.

Eğer biz, Cenâb-ı Hakk’ın “Cemîl” ve “Rezzâk” isimlerini bilmemiş olsaydık icraatını gördükten sonra, O’na hitaben “Sen Cemîl’sin”, “Sen Rezzâk’sın” diyecektik. Bunun gibi, diğer isimlerini de icraatından anlayıp yine, O’na o isimlerle seslenecektik. İşte Cenâb-ı Hak, icraatını gösterdikten sonra, bizi yanıltmamak için kendisini bu isimlerle tesmiye etmiştir. Ancak Esmâ-i İlâhî tevkîfîdir. Biz, Zât-ı Ulûhiyet hakkında kendi kafamızdan isim uyduramayız.

Bu isimler, Zât-ı Ulûhiyet’te, bunlara medar olabilecek bir kısım sıfatlara dayanmaktadır. Yine yukarıdaki misalden hareketle söyleyecek olursak, kendisine “habbâz” ismi verilen bir insanda eğer ekmek yapma sıfatı yoksa veya “neccâr” bir marangozluk sıfatına sahip değilse bu isimlerin ona verilmesi mümkün değildir. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın, her şeyin yüzüne perçinlediği güzelliklerle kendisinde varlığını kabul ettiğimiz ve belli bir seviyedeki insanların da müşâhede ettiği “Cemîl” ismi, bütün güzelliklerin kaynağı olan “Cemal” sıfatına dayanmaktadır. Bunun gibi bütün isimler kendilerine kaynak olacak bir sıfata, bütün sıfatlar da “şe’n”e -ki, bunu beşer için kullanacak olursak, kabiliyet ve istidat diyebiliriz, ancak Cenâb-ı Hak için böyle bir tabir kullanmamız doğru değildir- dayanmaktadır. Demek oluyor ki fiiller isimlere, isimler sıfatlara, sıfatlar Şuûnât-ı İlâhiye’ye ve Şuûnat-ı İlâhiye ise Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına dayanmaktadır. İşin burasında duruyor ve Allah Resûlü gibi; “Seni hakkıyla bilemedik Ey Mâruf”[1] diyoruz. Ve yine Hz. Ebû Bekir gibi “Seni anlamaktan âciz olmak Seni anlamak demektir.”[2] diyor ve edeple iki büklüm oluyoruz.

O vardır. Varlığını iliklerimize kadar hissediyoruz. Fakat O’nu idrak etmekten de âciz bulunuyoruz. O’ndan daha ayân bir nesne yoktur, ama O yine de bir Mevcud-u Meçhul’dür.

Şimdilik, O’nun isim ve sıfatları arasındaki farka, böyle avamca bir bakışla iktifa ediyor ve tafsilatını bir başka zamana bırakıyoruz.

Şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin kaynağı olan sıfatlarının dayandığı, insanın idrak ufkunu aşan, ihata edilemeyen, Zât’ına lâyık şefkat, muhabbet, ferah, sürur, gazap gibi mukaddes, münezzeh mânâlar.

[1] Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410.
[2] Bkz.: es-Suyûtî, Şerhu’s-Suyûtî, 1/103; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 6/181.

Efendimiz ve İlk Müslümanların Başkalarının İmanlarını Kurtarmadaki Cehd ve Gayretlerini Anlatır mısınız?

Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Resûlü’nün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatleri insanlara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bulut gibi hep bu dert ile mahmul bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebi için, “sarhoş” tabirini kullanmam mümkün değil. Fakat bir başkasını anlatmak isteseydim ona “Bu derdin sarhoşu.” derdim. Bu büyük davadan başka, O’nun düşünce ufkuna misafir olan hiçbir mesele yoktu. Onun içindir ki kendisine yapılan eza ve cefalardan sanki haberi bile olmuyordu. Çok kere yanındaki sadık dostlarına ne olduğunu soruyor ve hâdiseye onların hıçkırıklarını duyunca fakat yalnız ve yalnız dostlarını teselli için kısa bir müddet atf-ı nazar edip geçiyordu.

Bu tamamen müstakil bir mevzu mahiyetinde anlatılması gereken hususlardan biridir ki, daha önce silsile hâlinde, münhasıran sahabenin, mevzu ile alâkalı yönünü arz etmeye çalışmıştım. Esasen her sohbet, konuşma ve yazıda onlardan bir iki misal vermeyi o mevzuun ruhu ve hayatı kabul edenlerdenim. Benim için sahabe bir ölçüdür ve ben bütün hükümlerimi onlara benzeme nispetine göre veririm… Bütün hayatım boyunca onları, aydınlık yolda birer trafik memuru kabul ettim. Onların iş’âr ve işaretleriyle yürünen bir yolda, en büyük Aydın İnsan’ın kapısına varılacağına inandım. Ve imkân dahilinde bu düşüncemi hayatımın gayesi hâline getirdim. Şayet mü’minleri de bir tasnife tâbi tutmak gerekiyorsa, onlara yakınlık veya uzaklıklarını birer miyâr kabul ederek, böyle bir tasnife girişilmesini her zaman yakın arkadaş ve dostlarıma ifade ettim. Tekrar tekrar anlatılmış bu mevzuu, şu satırların okuyucuları belki ruhlarında kim bilir kaç kere hallaç etmişlerdir ve onları çok ileri seviyelerde bilme ufkuna ulaşmışlardır. Bunu kabulle beraber, sorulduğu için teberrüken bir şeyler demeye çalışacağım.

Başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra da O’nun ashabı, dinî düşünce ruhlarında mayalandığı andan itibaren, başkalarına dinî mevzuları anlatmayı, dini, hayata hayat yapmayı ve bu yolla insanları hakikî kurtuluşa ulaştırmayı hayatlarının gaye ve ideali hâline getirdiler. Zaten dine hizmet yoksa, hayatta kalmanın da bir mânâsı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, yeryüzünde Allah’ın halifeleri olan biz mü’minler, bütün hâdiseleri dinî duygu ve düşünce perspektifinden değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Şayet bir su aşağıya doğru akıyor ve dinimiz de bize onun yukarıya doğru akmasını emrediyorsa, dinin dediği oluncaya kadar çalışmakla mükellefiz. İşte bu mükellefiyetimizi idrak edebiliyorsak varlığımızın bir hikmeti ve yaşamamızın bir mânâsı vardır. Durum aksiyse, yaşamamız abes ve mevcudiyetimiz de lüzumsuzdur.

Bu şuur ve düşünce Allah Resûlü’nde en üst seviyedeydi. Kur’ân-ı Kerim birkaç yerde hem O’nu ikaz hem de O’nun yüce ve muallâ kametini bizlerin nazarına vermek için “Felealleke”[1] ile başlayan âyetlerini serdediyordu: “Neredeyse kendini bitirip tüketeceksin. Neredeyse kendini öldüreceksin..” Sabah kalkıyor, inanmayan çehreler görüyor, akşam yatarken onların hayalleri nazarında beliriyor.. duyup hissettiklerin karşısında, insanlarla alâkana göre ızdırap ve kalak içinde iki büklüm oluyorsun. Sana ait ulvî hayatı unutuyor ve neredeyse intihar edecek duruma geliyorsun. Evet, şu sözler sözü ve ilâhî mesaja gönül verip onun aydınlatıcı ikliminde şekillenmiyorlar diye, durmadan inliyor ve inanıp onunla bütünleşemediklerinden dolayı da öyle üzülüyor ve kıvranıyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip biteceksin.

Bu âyetlerde hem “İşi kadere bırak, Allah’a teslim ol, kendine o kadar eziyet etme.” mânâsı vardır, hem de çok ciddî ve ulvî bir iltifat. Burada sanki şöyle denmektedir: Ey Nebi! Senin yüce bir ruhun var. Bu ruh ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki tasını eline alan herkes o kaynağa koşacak ve doyup dolacaktır. İşte, ileride olacak o büyük iş adına hayatına kıyıp, düşünce dünyanı bu kadar sarsma. Sen lâzımsın. Öyle ise vazifeni yap. Sen, Rubûbiyetin gereğine karışma!

Daha kim bilir bizim hissedemediğimiz ve ancak O’nun hissedebileceği iltifatlarla dopdolu ne mânâlar ifade ediyor bu âyetler…

Meleklerin bakmaya kıyamadığı o yüze, uygun olmayan şeyler atılıyor, Arş’ta gezen başına işkembe konuyor, bastığı yerlerdeki tozu toprağı gözümüze sürme diye çekmeyi canıma minnet bildiğim o mübarek ayaklarının altına dikenler serpiliyor veya taşlanarak, o mübarek ayaklar kan revan içinde kalıyor (Kim bilir O’nun ayağına değen her taş karşısında gökteki melekler nasıl feryat edip semayı ihtizaza getiriyorlardı!); bütün bunlar oluyordu da fakat O sanki bütün bu olup bitenlerden habersiz yaşıyordu. Neden sonra, Ömer’de bir hıçkırık duyunca “Niçin ağlıyorsun yâ Ömer”[2]; Ebû Hüreyre’nin iki büklüm ağlayışını görünce “Ey Ebû Hüreyre seni ağlatan nedir?”[3] veya canından bir parça kızı Fatıma’nın billur gibi gözyaşlarının yüzünde inci daneleri gibi süzülmeye başladığını görünce “Kızım seni ağlatan nedir?”[4] diye soruyor ve her defasında kendisiyle alâkalı bir derdin onları ağlattığını anlayınca teselli ediyor: “Ağlamayın, Allah bu dini aziz kılacaktır”[5]“Ağlama! Allah senin babanı zayi etmeyecektir.”[6] tesellisiyle iktifa ediyordu.

Evet, Allah O’nu zâyi etmedi. O her inanan gönülde bir gül, bir Cennet çiçeği gibi bugüne kadar yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır. O’nun sadık dostları da aynı şekilde davranıyorlardı. Yeryüzünde herkesin, her kesimin ittifakla kabul edip kendilerine rehber edinecekleri tek cemaat, sahabiler cemaatidir. Biz onların sadık kapı kullarıyız. Ümidimiz de Cenâb-ı Hakk’ın bizi bu ikrar ile haşretmesi merkezindedir.

Ben kendimi mü’minlerin en mücrimi kabul ediyorum. Buna rağmen onlardan biri tenezzül buyurup misal âleminden ufkuma dikilse ben de rüyamda görüversem, o gün kabıma sığamıyor ve sevincimden uçacak hâle geliyorum.

Bunu büyük bir lütuf kabul ettiğimden kesiliverir korkusuyla hiç kimseye anlatmak da istemiyorum. Ama bazen endişeme galebe ediyor ve yakın arkadaşlarımdan birine, elimde olmayarak anlatıyorum. Ve “Yine bugün o dostlar dairesinin yıldızlarından biri, nâehil birinin ufkunda tecellî etti.” diyorum. İşte onlar bizim için budur…

Sahabe, hakkıyla nübüvvet nurunu gönül aynalarıyla aksettirdiler. O Mir’ât-ı Mücellâ’ya tam bir mâkes oldular ve O’nu tam mânâsıyla temsil ettiler. İmamlar İmamı’na tavizsiz ittiba ile imamlarının sinesinde kaynayan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve insanlığı -Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.

Bu o devirde insanlığı kurtarmaya matuf bir hareketti, en ulvî keyfiyetiyle de temsil edildi. Onlarda gördüklerimiz, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış fedakârların bugün de çıkabileceği hakkında bizlere kanaat veriyor. Zira biliyoruz ki tarih, bu oluş ve tekevvünlerin tekrarından ibarettir. O devrin tekerrür etmemesi için de hiçbir sebep yoktur ve inşâallah tekerrür de edecektir…

Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce bütün misalleri sahabeden vermek mecburiyetinde kaldığımız bir vâkıadır. Ancak bugün devrimizden ve günümüzden de misaller verebilmek imkânına sahibiz. Zaten bilerek-bilmeyerek hepimiz bu günleri bekliyorduk. Misalin birini Asr-ı Saadet’ten verirken, ikinci bir misali günümüzden verip bu iki halkayı birleştirmek arzumuz artık tahakkuk etmiş bulunuyor.

Bir misalle meseleyi müşahhaslaştırmış olayım: İçtimaî yönleri ve mevkileri itibarıyla çoklarını gıptaya sevk edecek durumda bir grup genç arkadaş, daha henüz hayattan kâm almamışlar ve dünya namına bütün nimetler ayaklarının altına serilmiş iken, bir liste yapıp bana getirmişler. Listede isimler var, altına şöyle bir not düşülmüş: “Allah aşkına bize dua edin de hayatımızın her anını dinimize ve milletimize hizmet ederek değerlendirelim ve ecel gelip çattığında da şehitlik sevabıyla ötelere gidelim.”

İşte bu, yeniden sahabenin var olması demektir. Uzun müddet onlar için dua ettim. Ömürlerini din uğruna harcamaları ve son nefeslerini de ölümlerin en kârlısı şehadetle bitirmeleri için. Bu isimlerin en sonuna da liyakatime bakmadan kendi adımı yazdım. Onların isimlerini şefaatçi yaparak bu pâyeden istifadeyi, Rabbimin engin lütfundan niyaz ettim. Şu gençlerin ve onlar gibi binlerce gencin hâli bizi gıptaya sevk edecek ve yüreklerimizi hoplatacak kadar zengin ve çok şey vaad etmektedir.

Onları gördükçe ümidimize fer geliyor ve artık bu iş tutacak diyoruz. Çünkü artık o ulvî mânâyı, ruhlarının derinliğinde, hem de o mânânın kamet ve kıymetine göre temsil edecek gençler var ve bu, Rabbimizin bize sonsuz ihsanıdır. Evet artık, yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır. Bugün imansızlığın ve imansızların ızdırabını ruhunda yaşayan binlerce genç vardır. Böylece ilk kutbu teşkil eden o muhteşem sahabeye mukabil, büyük davanın altına girmeye azmetmiş, onlara denk işler yapma gayreti içinde, yepyeni bir nesil, terütaze ümitten mesajlarla ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kokusuyla, buhurdanlık gibi içleri yana yana kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda etmeye çalışmaktadırlar. Rabbim bizi, kusurlarımıza bakıp inkisara uğratmasın… Âmin!

Meseleyi hulâsa edecek olursak, onlar hasbîlik, diğergâmlık, kendini ve kendine ait işleri unutma, vazifesi adına maddî-mânevî bütün hazlardan vazgeçme gibi ulvî hasletlerle yükselip semalara çıktılar. Eğer gözümüz ufukta aynı şeylere namzet isek, aynı düşünce ve aynı ruh hâletini paylaşmamız icap edecektir.

İş’âr: Haber verme, bildirme.
Kalak: Sıkıntı, daralma, ıstırap.
İhtizaza getirmek: Titretmek, harekete geçirmek.
Misal âlemi: Maddî âlem ile gayb âlemi arasında yer alan ara kesit, mânevî suret ve modellerin akis ve temessül ettikleri âlem.
Mir’ât-ı mücellâ: Parlak ayna. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Mâkes: Ayna.

[1] Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
[2] Buhârî, tefsiru sûre (66) 2; Müslim, talâk 31.
[3] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummal, 7/199; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 7/109.
[4] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/268; 3/169.
[5] Bkz.: Buhârî, menakıp 25; Ebû Dâvûd, cihad 97.
[6] el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/169.

Hacerü'l Es'ad (Esved) Hakkında Bilgi Verir misiniz?

Saadetli bir taştır. Cenâb-ı Hakk’ın her işinde bir hikmeti vardır. Kâbe bir binadır ve biz namazda o tarafa doğru döneriz. Fakat bizim esas dönüşümüz “Eyne mâ tüvellû fesemme vechullâh”[1] âyetiyle de anlatıldığı gibi, Allah’adır. Yani biz Cenâb-ı Hakk’ın marziyatına teveccüh etmiş oluruz.

Cenâb-ı Hak bazı yerlere kudsiyet lütfetmiştir. Meselâ Mescid-i Aksâ, Mescid-i Haram ve Ravza-i Tâhire hep mukaddestirler. Evet, Allah Resûlü’nü bağrında taşıyan yerin taşı ve toprağı mukaddestir. Binlerce şahidin şehadetiyle onun toprağını şifa niyetiyle kullananlar şifa bulmuşlardır. Bu mücaveretten dolayı o belde de mukaddestir.

Mülk sahibi Allah’tır ve mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsanı bütün hayvanat âleminden üstün kıldığı gibi, İki Cihan Serveri’ni de meleklerin dahi önüne geçirmiş ve üstün kılmıştır. O, istediğini yapandır. “Şerefli ve aziz kılmak da, hor ve zelil kılmak da O’nun elindedir.”[2] Ve işte O Allah, bir taşı aziz kılmış ve o taş bütün inananların nezdinde mukaddes kabul edilmiştir. Bize düşen Cenâb-ı Hakk’ın, hangi nur ve hangi sırra mâkes yaptığını bilmek değil, O’nun mübarek saydığı şeylere saygılı olmaktır.

Allah Resûlü’nün hutbe verirken yaslandığı hurma kütüğü, O’ndan ayrılınca, dayanamayıp ağlıyor.. sonra İki Cihan Serveri’nin onu istilâmıyla kudsîleşiyor ve Cennet ağaçlarından bir ağaç olmaya hak kazanıyordu.[3] Ashab-ı Kehf’in köpeği, sadakatinden dolayı mükâfatlandırılıyor ve nev’ini temsilen, bir kısım hadislerin rivayetiyle, Cennet yolları kendisine açılıyor.

Hacerü’l-es’ad’a gelince o da, bize kadar nakledilip gelen bazı rivayetlere göre Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) Kâbe’yi inşa ederken kullanmak üzere Ebû Kubeys Tepesinden alıp getirdiği ve iskele olarak kullanmak üzere üstüne çıkıp Kâbe duvarlarını ördüğü bir taştır. İşte Hz. İbrahim gibi bir Halilullah’ın ayağını bastığı bu taş, Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği kudsiyetle aziz kılınmıştır.[4]

O’nun Cennet’ten gelen bir taş olduğuna dair de rivayetler vardır.[5] Belki de gökten gelen bir meteor, bir gök taşıdır. Meleklere ait ulvî bir âlemden geldiği için kendisine bu değer verilmiştir. Geliş keyfiyeti ne olursa olsun bugünkü durumuna tesir etmez. Ne olursa olsun o, bizler için mukaddes bir taştır. Ona taş diyoruz ama, bu onu başka bir kelimeyle ifade edemediğimiz içindir. Onun mahiyetini ifadeye daha uygun bir kelime bulunmuş olsaydı onu söylerdik. Bu bir edep meselesidir.

Zaman zaman parçalara ayrılmış, kırılmış ve bazı hükümdarlar tarafından bu taşa ait parçalar, çeşitli beldelere taşınmıştır. Şimdi kalan kısım Kâbe’nin bir köşesinde durmaktadır ve kıyamete kadar da inşâallah duracaktır.

Bu taşta belli sırlar vardır. Bizim bilemediğimiz ince hikmetler saklıdır. Efendimiz, onun kıyamet günü şahitlikte bulunacağını beyan ediyorlar.[6] Bu nasıl olacaktır? Bugün bu meseleyi ilmî tahlillerle ispat edemeyebiliriz. Bugünün tekniği, bunu anlamaya yeterli olmayabilir. Fakat benzeri gördüğümüz öyle harikalar var ki hepsi de bu mevzuda bizim düşüncemizi teyit etmektedir. Meselâ, cansız ve camid maddelerden bir araya getirilen şu insanın konuşması nasıl bir harikulâde ise, Hacerü’l-es’ad’ın şahitlik yapması da öyle bir harikadır. Esas itibarıyla öyledir, fakat ülfet ve alışkanlık, bize, insandaki bu harikulâdeliği unutturmuş bulunuyor. Nasıl insanda hafıza kuvvesi var ve nice malumat orada muhafaza ediliyor, öyle de Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla Hacerü’l-es’ad’da da böyle bir durumun olması gayet normaldir. O binlerce video bandı gibi, bütün kendisini istilâm edenlerin resim ve seslerini kaydedebilir ve bunlar öbür âlemde birer şahit hüviyetini alabilirler.

İşin mahiyeti ne şekilde ve nasıl olursa olsun, bizim için mühim değildir. Oraya bir tahta parçası konulsaydı ve Hacerü’l-es’ad’a verilen kudsiyet ona verilseydi biz onu da aynı saygı ve hürmetle istilâm eder ve bu taşa karşı yaptığımız aynı şeyleri bu defa ona karşı yapardık. Zira biz neticeyi hep Rabbimiz’e dayandırıyor ve esasen bekleneni O’nun engin rahmetinden ve her şeyi de O’nun muhit ilim ve kudretinden bekliyoruz.

Hz. Ömer, onu öperken “Ey taş biliyorum ki, sen bir taşsın, ne fayda ne de zarar verebilirsin. Eğer Allah Resûlü’nün seni öptüğünü görmeseydim seni asla öpmezdim.”[7] der. Arkasında duran Hz. Ali’nin: “Yâ Ömer! Onda saklı sırları bilseydin şimdi ona böyle seslenmezdin!” mukabelesinde bulunduğu rivayet edilir.[8]

Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Mücaveret: Komşuluk, aynı yerde olma, birliktelik.
İstilâm etmek: Dokunarak veya öperek temas etmek.

[1] Bakara sûresi, 2/115. “Hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır.”
[2] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
[3] Buhârî, menakıp 25; cuma 26; Tirmizî, cuma 10; menakıp 6; İbn Mâce, cuma 17; Dârimî, mukaddime 6; salât 202; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/249.
[4] Buhârî, hac 50; Müslim, hac 248-251.
[5] Tirmizî, hac 49; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/307; 1/329; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/219; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 1/150, 3/275; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, 6/21.
[6] Tirmizî, hac 111; İbn Mâce, menasik 27.
[7] Buhârî, hac 50; Müslim, hac 248-251.
[8] ez-Zeylaî, Nasbu’r-râye, 3/38; el-Kazvînî, et-Tedvin fî ahbari Kazvîn, 3/150.

Hayat ve Gençlik Hevesatı Cihetinden Gelen Tehlikelerden Nasıl Korunabiliriz?

Günümüz insanının en büyük dertlerinden biri: Hayatın içindeyiz ve çoklarımız itibâriyle gençliğin baskısı altında kalıyoruz. Hevesât, ulvî duygularımızı te’sir altına almış durumda. Ve bugün yüce hakikatları, Allah Rasulünün istediği keyfiyette temsîl etme cidden zor görünüyor. Şu kadar var ki, böyle tehlikeli bir hatta kavga vermenin de kendine göre avantajları var. Evet mârûz kalınan zor şartlar nispetinde bir de bu işin mükâfat yönü mevcuttur.

Hz. Hamza’yı Şehitlerin Efendisi ve Allah’ın Aslanı hâline getiren, verdiği kavganın zorluğu değil midir? “Düşman fazla ancak bizim de imanımız var.” deyip cansiperane ön saflara saldırış ve ölümü hiçe sayış. İşte bu, onu ulvî makama ve Şehitlerin Efendisi ufkuna ulaştıran mühim bir vesileydi.

Sahabe devrinde de, bugün bizi rahatsız eden günahlar, hem de bütünüyle bulunuyordu. Kadınlar, Kâbe’yi üryan olarak tavaf ediyor, faiz, ihtikâr, rüşvet, içki ve kumar cemiyetin ruhunu kemiriyordu. Onlar bütün bu hayata sırt çevirerek İslâm’ı seçtiler. Fakat, onlar da beşer olmaları hasebiyle his ve heves taşıyorlardı. Zaten buna rağmen nefsanî arzulardan vazgeçmeleri değil midir ki onları büyüklerden daha büyük kılıyordu… Böyle bir dönemde, bütün çirkinlikleri bir tarafa itip, apaydın ve tertemiz bir hayat seçmeleri, bütün tehlikelere rağmen, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yer almaları, onlara büyük faziletler kazandırdı ve kazandıkları bu faziletler sayesinde haklı olarak gökteki yıldızlar gibi arkadan gelenlere ışık ve rehber oldular.

Günümüzde de bu türlü felaket ve helâketler vardır. Zaten asrın başında insanları iman ve Kur’ân hakikatlerine çağıran Büyük Ruh’a, ruhanî bir mecliste “Felaket ve helâket asrının adamı…”[1] demişlerdi. Onun arkasında saf bağlayanlara da eğer bir gün İki Cihan Serveri seslenecek olsa, herhâlde “Gelin ey felaket ve helâket asrının nesilleri!” diyecektir. Zira, bütün dünyada çarşı, pazar, sokak, içtimaî ve ticarî hayat, aile, fert, cemiyet, bunları ayakta tutmayı vazife edinen mektep ve içtimaî hayatı meydana getiren bütün ünite ve kuruluşlar teker teker ele alınıp değerlendirilse ve haklarında bir hüküm verilmek istense denecek tek söz “perişan ve pek acınacak hâlde” olacaktır.

Nereye giderseniz gidiniz, üstünüze-başınıza günah adına bir şeyler bulaşmasına mâni olamazsınız. Ruhunuz birkaç defa örselenmeden, kalbî hayatınız sarsılmadan, toplum hayatının bir tarafından diğer bir tarafına geçmeniz imkânsızdır. Bugün Müslümanca yaşamak, alevden bir zemin üzerinde yürümek veya kandan irinden deryaları geçmek kadar zordur. İşte biz böyle bir felaket ve helâket asrının çocuklarıyız. Mahiyetimizde bulunan gizli hevesat, nefsanîlik ve cismanîlik akrep gibi kuyruğunu kaldırmış bizi sokmaya çalışıyor. Nefsimiz, heveslerimiz ve şehevânî duygularımız, içinde doğduğu, büyüdüğü vasat ve ortamdan sürekli besleniyor, güçleniyor. Böyle bir akrebin bizi sokup zehirlemesi her an muhtemeldir. Bütün bunları kabulle beraber, “mağrem itibarıyla mağnem” esaslarına göre durumumuzu değerlendiriyor. Bunca zorlukların bize kazandıracağı avantajları düşünerek de teselli oluyor, hatta bir cihette seviniyoruz. Çünkü bu zorluğu atlatabildiğimiz zaman, kazancımız da o oranda büyük olacaktır. Şayet sahabe böyle zor şartları atlayarak yükseldiyse, günümüzün inanan insanlarının da aynı şekilde bir bahtiyarlığa ermeleri ilâhî rahmetten beklediğimiz neticelerdendir.

Günahlara girme şartlarının bu kadar kolaylaştığı bir devirde bilmeden işlediğimiz hata ve günahlarımız elbette ki vardır. Ancak bize düşen şey, rahmet kapısından ve ilâhî dergâhın eşiğinden ayrılmama ve sebat etmedir. Burada, müsaadenizle kendi hislerime tercüman olması bakımından bir hâdiseyi nakletmek istiyorum: Çocukluğumda, koyunlarımızı bekleyen ve kapımızdan hiç ayrılmayan bir köpeğimiz vardı. Ben ondaki bu sadakate hayran olur, onunla oynar, boynuna sarılır ve ona sık sık yemek verirdim. -Meselenin hıfzıssıhha açısından münakaşasını yapacak değilim. Sadece bir hissimi anlatmak istiyorum-. Bendeki bu çocukluk hatırası, çok defa hatırıma gelir. Ve ellerimi açıp Rabb’ime niyazda bulunurken, o hâdiseyi bir ilinti hâlinde ümidimin yanında bulundurur ve “Rabbim, sadece sadakatinden dolayı nasıl ben o köpeğe bir dost muamelesi yaptımsa, Sen de Senin kapından ayrılmayan ve başkasına serfürû etmeyen şu kıtmîri affet ve bağışla!” derim.

Aynı şeyi şahs-ı mânevî adına söylemek de mümkündür. Bütün günah ve sürçmelerine rağmen, dine ve millete hizmeti vazife edinmiş mü’minlerin her bir ferdinin samimiyetle sürdürdüğü hayırlı bir faaliyet vardır ve işte onun hatırına Rabb-i Kerim’leri onları kapısından kovmayacaktır.

Biz kusurlarımızı kabul ve itiraf ediyoruz; ancak sonsuz rahmetinin gereği olarak da Cenâb-ı Hak’tan bu kusurlarımızın affını diliyoruz. Zaten bu itiraftır ki bir cihetle nedamet mânâsına tevbe sayılır. Ve Allah (celle celâluhu) böyle kalbten yapılan tevbeleri geriye çevirmez ve kabul buyurur.

Buraya kadar söylediklerimiz bir cihetten vâkıayı rapor mânâsını taşımaktadır. Şimdi de dikkat edilmesi gereken hususlar üzerinde bir nebze durmak istiyorum:

Birincisi: Böyle her şeyiyle kaypak ve zararlı bir zeminde çok dikkatli yürümek gerekir. Mayınlı bir tarlada veya amansız bir düşman beldesinde nasıl hareket edilmesi icap ediyorsa, günümüzün çarşı pazarında gezerken de aynı dikkat ve aynı teyakkuz elzemdir.

İkincisi: Dışarıya çıkmadan evvel, his ve duygularımızı durultacak, berrak hâle getirecek ve bizim his dünyamıza tesir edecek müessir çarelere başvurulmalıdır. Bu, bir şeyler okuma, seyretme veya dinleme olabileceği gibi, derin bir iç muhasebesi yapmak da olabilir. Böyle bir metafizik gerilime geçmeden sokağa çıkılmamalıdır.

Üçüncüsü: Kat’iyen yalnız kalmamak. Bizim dikkatlerimizi murâkabe edecek ve nasihatiyle bizim ruh dünyamızı ayakta tutacak bir arkadaş edinerek ve mümkün mertebe dışarıya onunla beraber çıkmaya çalışılmalıdır.

Dördüncüsü: Giderken-gelirken ve gideceğimiz, kalacağımız yerlerde imkân ölçüsünde bizim hayatımızla münasebeti olan ve bizi ikaz edici havasını koruyucu bir melek gibi üzerimizden eksik etmeyen materyalleri de yanımızda götürmeye çalışmalıyız. Günahlara karşı birer sütre birer perde olacak bu materyaller bizim iç murâkabemize vesile olacaktır ki, böyle bir iç murâkabe ile dolup taşan bir insanın günaha girmesi ender vak’alardandır.

Beşincisi: İşlenen bir günah ve hata neticesinde derhal nedamet edip tevbe kapısına koşulmalıdır. Zira günahın en az kalabileceği kalb, bir mü’minin kalbidir. Orada hatalar, gelip geçici ve güneşle aramıza perde olan bulutlar gibidir. Hemen geçip gitmelidir. Tevbede gecikme, ruhun o nispette kararmasına sebep olur. Ve o esnada, diğer günahlarla münasebete geçme yolları kolaylaşır. Onun için, buna meydan vermeden, hata ve günahın şekil, keyfiyet ve büyüklüğü ne olursa olsun, insan derhal kendine gelip, Rabb’in rahmetine dehalet etmelidir.

Sahabi, beyninden vurulmuş gibi Allah Resûlü’nün huzuruna gelir ve “Yâ Resûlallah, ben mahvoldum!” der. “Gelirken gözüm bir kadına ilişti veya bir kadına dokundum.” diye de ilâve eder. Bu kırık gönül karşısında âdeta Arş ihtizaza gelir ve Cibril imdada yetişerek şu âyeti getirir: “Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır.”[2]

Hele, berzah âleminin nuru durumundaki teheccüde kalkmak, uykunun en tatlı olduğu o anda, Rabb’e münacata koşmak, işlenen hata ve günahları en kısa zamanda temizleyici birer faktör olarak değerlendirilmelidir.[3]

Gecenin yarısında havf ve reca ile dopdolu bir gönlün O’na yalvarış ve yakarışları Cenâb-ı Hak tarafından muhakkak hüsnü kabul görecektir. Yeter ki yapılan bu tazarru ve niyazlar ihlâs ve samimiyet içinde yapılmış olsun. Her biri bir dönemeç başı gibi duran namaz vakitlerinde O’na kulluk ve O’nun karşısında bel kırıp boyun bükme, iki vakit arasındaki hata ve sürçmelerimizi affettirirken[4], nafile ve teheccüd gibi ibadetlerle de O’nun rızasını kazanmaya gayret etmeliyiz.[5]

Evet, bir taraftan etrafımız günahlarla sarılı hazin hâlimiz, diğer taraftan bu hazin hâli bertaraf edebilecek çapta bir kısım avantajlarla kuşatılmış durumdayız. Sahabenin hâline çok benzeyen bu manzaramızla, onlara yaklaşma fırsatını da aynı zamanda elimizde tutuyoruz. Onların, vahyin soluklarını enselerinde hissetmelerine mukabil biz de, zaman kaydından kurtulur ve Muhammedî bir ruhla yerimizi alabilirsek, bir cihetle kurtuluşumuzu garantilemiş oluruz. Cenâb-ı Hak bizi bu ümidimizde yanıltmasın!.. Âmin!

Mağrem: Güçlük, zorluk, risk.
Mağnem: Kazanç, ganimet.
Hıfzıssıhha: Koruyucu hekimlik, hijyen.
Serfürû: Baş eğme, itaat etme.

[1] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Sünuhât-Tulûât, s. 2048.
[2] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4; tefsir (11) 6; Müslim, tevbe 39; Tirmizî, tefsir (11) 4, 6; Ebû Dâvûd, hudûd 31; İbn Mâce, ikâme 193. (Hûd sûresi, 11/114)
[3] Teheccüdle alâkalı bkz.: Tirmizî, mevâkîtü’s-salât 51; Ebû Dâvûd, salât 49; İbn Mâce, mesâcid 14.
[4] Cenâb-ı Hakk’ın beş vakit namaz sayesinde kulunun günahlarını sildiğine dair bkz.: Buhârî, mevâkît 6; Müslim, mesâcid 282; Tirmizî, emsâl 5; Nesâî, salât 7; Muvatta, sefer 91.
[5] Kulun nafilelerle Allah’a yaklaştığına ve O’nun sevgisine mazhar olduğuna dair bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.

Dinimize ve Milletimize Hizmetten Elini Gevşetmiş, Hayır Yollarında Koşma Heyecanını ve Aktivitesini Yitirmiş Müslüman Kardeşlerimize Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?

Çeşitli sebep ve saiklerle dinimize ve milletimize hizmetten elini gevşetmiş kardeşlerimiz vardır ve bunlar her zaman da olabilirler. Fakat onlar yine bizim mü’min kardeşlerimizdirler. Kur’ân’ın ve Sünnet ölçüleri içinde bir mü’mine verilen değer aynen onlar için de geçerlidir. Öyleyse her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da ölçü, Kitap ve Sünnet olmalıdır.

Onları kat’iyen gıybet edemeyiz. Çünkü gıybet haramdır ve mü’min kardeşin etini dişlemektir.[1] Ha onu küçük düşürücü bir hareket ve söz sarf etmişsin ha da onu bir kazana koyup kaynatmış ve etini dişlemişsin; bu iki hareket arasında hiçbir fark yoktur. Gıybetin caiz olduğu noktalar vardır ve bunlar kitaplarda uzun uzadıya tafsil edilerek anlatılmıştır. Ancak, ben o sınırlara dahi girilmesi taraftarı değilim. Oralarda ölçü ve dengeyi koruyabilme belli seviyedeki insanlar içindir. Her önüne gelenin o hakkı kullanması, o sınırı zorlaması hiç de doğru değildir. Bu, meselenin bir yönü. Diğer bir yönü de şudur: Bizim konuştuklarımız, muhakkak bir gün o kardeşimizin kulağına gidecektir. Ve bu durumda onu kendimizden daha da uzaklaştırmış olacağız. Buna sebebiyet verdiğimizden dolayı da meselenin sorumluluğu bize aittir. Bu da az bir vebal değildir. Zira hiç kimseyi böyle âli bir hizmetten mahrum etmeye kimsenin hak ve salâhiyeti yoktur. Bazen de o şahıs sadece uzaklaşmakla kalmaz dün, uğruna canını verecek kadar cansiperane çalıştığı bir davaya bugün, hasım hâline gelebilir. Hak bir davaya hasım olmak nasıl müthiş bir sukutsa, ona sebep olmak da aynı seviyede büyük bir cürümdür.

İnsanlar çok kere içinde bulunmadıkları bir hareketi hafife alır ve hatta bazen onu kınarlar. Bu durum göz önünde tutularak, uzaklaşan her arkadaştan; uzaklaştığı ölçüde bu türlü tavırlar beklemek akıllıca bir hareket olur. Çünkü onun acı kaderi ve yüzüne ekşi ekşi bakan tali’i budur. Bu acı bir neticedir. Böyle bir neticeye düşene de ancak acınır ve şefkat edilir. Bize düşen, aynı duruma düşmüş olsaydık nasıl bir mukabele beklerdik, o mukabeleyi arkadaşımıza çok görmemektir.

Allah Resûlü de aynı şekilde yapıyordu. O devrede, yanılan, sürçen, aktivitesini kaybeden hiç kimsenin ardından onun aleyhine tek söz söylemedi. Zâhiren Müslüman görünen Abdullah İbn Übey İbn Selûl’ün münafık olduğunu bildiği hâlde ve bu münafık; iffeti âyetle sabit Hz. Âişe gibi bir pâk ve muallâ dâmene iftira çamuru sıçratmasına rağmen, ağzından gıybet işmam edecek tek kelime konuşmamış ve sahabinin ısrarına ve öldürmek taleplerine karşı ısrarla “Hayır, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtemem!” cevabını vermişti. Bütün hadis kitaplarını baştan sona tarayınız; İki Cihan Serveri’nin, bir mü’minin ardından, onun hoşlanmayacağı bir tek kelime sarf ettiğini gösteremezsiniz; gösterebilirseniz ben şimdiye kadar dediklerimden ve bundan sonra da diyeceklerimden vazgeçerim. Hayır, tek bir kelime bile gösterilemez. İşte, bu mevzuda yanıltmaz ve yanılmaz ölçümüz bu olmalıdır. Kardeşlerimizi tek kelimeyle dahi gıybet etmemeliyiz.

İmana ve Kur’ân’a hizmette örnek zatların kitaplarına bakın. Talebelerinden belli bir devre uzaklaşanların hiçbirisi uzaklaştıkları hâlleri itibarıyla değil, dönüşlerindeki keyfiyet destanlaştırılarak dile getirilmiş ve onlar, tarihe ve bizim hafızalarımıza dönüşleriyle kaydedilmiştir. Hâlbuki gidiş olmadan dönüş düşünülemeyeceğine göre, bir de onların gidişleri olması gayet normaldir. Fakat ifade inceliğinde kılı kırk yaran o zat, hep gelişleri anlatmış, gidişlere tek satırla dahi yer vermemiştir. Kendi devrinde nice insanlar ona iftira dolu taarruzda bulundukları hâlde, o, sarih gıybet ifade eden ve ferdin bizzat ismini vererek tek bir mukabelede bulunmamıştır. Bulunmamıştır, zira o kardeşimiz iman cihetinde bizimle aynı safı paylaşmaktadır. Ve mü’min olma, küfrün karşısında yer alma, netice itibarıyla Cennet’e hak kazanma pek de öyle hafife alınacak durumlar değildir. Onun için, yılandan çıyandan kaçtığımız gibi, kardeşlerimizi çekiştirmekten kaçmalı ve içtinap etmeliyiz.

Meseleye bir başka zaviyeden bakmak da mümkün: İslâm’da, normal şartlarda uygulanan cezalar, cephede tatbik edilmez. Yani cephede zina edene, hırsızlık yapana, iftirada bulunana, bunların cezası her ne ise onlar uygulanmaz.[2] Bunun bir hikmeti şudur: Böyle bir duruma dûçâr olan insan, can havliyle, daha önce hiç tasvip etmediği insanların safına geçebilir. Geçerse ne olur? O, ebedî hasarete uğrar, biz de, hem de en mahrem yönlerimizi bilen bir düşman kazanmış oluruz. Bu iki netice de bizim namımıza birer kayıptır. Elbette mesele kontrol altına alınmalıdır ve buna zaruret de vardır. Fakat bu, onu karşımıza almadan, en güzel bir usûl ve üslûpla yapılmalıdır.

Meselâ, bir kardeşimiz, korku sevkiyle veya makam sevdasıyla hizmet-i Kur’âniye ve imaniyeden uzaklaşmış, ihtiyatlı davranma bahanesiyle dairenin dışına çıkmış olabilir. Biz ona, onun anlayışı içinde, gerektiği gibi davrandığını, iyi yaptığını, suçluluk psikolojisine düşecek bir durum olmadığını söylemeli ve böyle düşündüğümüze de onu inandırmalıyız. Onunla seneler sonra dahi olsa münasebete geçme menfezlerini tıkamamalıyız. Belki daha sonra hakikati o da anlayacak ve özündeki salih çizgiye dönecektir. O günlerde bizim haklı, kendisinin yanılmış olduğunu itiraf ederse, biz de ona “Şimdi de sen haklısın.” diyecek ve civanmert davranacağız.

Ayrıca, bugün onu gıybet eden insan hakkında, kendisini dinleyenlerin de itimadının zedelendiği hususu hiç unutulmamalıdır. Birbirine itimadı böyle sarsılan fertlerden meydana gelen bir cemaatin ise, hak namına yüklenebileceği hiçbir misyon yoktur.

Hem gıybet edilen o şahsa karabet veya başka hislerle yakınlık duyan ve bizimle aynı düşünceleri paylaşan insanlar vardır. Bu durumda onlarda hâsıl olacak alerjik bir durum, herhâlde sadece zarar getirecektir.

O bizi gıybetle rencide etmiş olabilir. Burada da dengeyi koruyarak misliyle mukabele etmeyeceğiz. Şahsî meselelere takılıp kalan bir onur ve gurur anlayışı bizden çok uzak olmalıdır. Bizim her şeyimiz yüce davaya feda edilmelidir. Allah Resûlü’nün onurunun rencide olduğu, İslâmî meselelerin tezyif edildiği bir yer ve zamanda, bizim kendimize ait meseleleri değil gündeme getirmeye, düşünmeye dahi vaktimiz yoktur.

Bugün bir insana yapılacak en büyük yardım, onun dinî hayatını kurtarma istikametinde olan yardımdır. İşte bize düşen de öyle kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.

Sâik: Sebep, faktör.
Muallâ dâmen: Yüksek etek. “Çok iffetli, çok namuslu.. öyle ki atılan iftiralar, asılsız isnatlar onun eteğini, paçasını dahi kirletemez.” anlamında kullanılan mecazî bir ifade.
İşmam etmek: Hissettirmek, koklatmak.
İçtinap etmek: Sakınmak.
Hasaret: Kayıp, zarar.
Tezyif: Küçümseme, alay etme.

[1] Bkz.: Hucurat sûresi, 49/12.
[2] Bkz.: el-Makdisî, el-Furû’, 6/71; eş-Şafiî, el-Ümm, 7/354, 358; el-Merğinanî, el-Hidâye, 2/103; es-Serahsî, el-Mebsût, 16/291; ez-Zeylaî, Nasbu’r-râye, 3/343.

Kardeşlik Anlayışımız Nasıl Olmalıdır? İçinde Bulunduğumuz Durumla Alâkalı Bir Değerlendirme Yapar mısınız?

Mevzua girmeden bir hususa dikkat çekmek istiyorum. İradî ve ihtiyarî kabul ettiğimiz fiillerimize kadar her şeyi ve hasenat namına bütün yaptıklarımızı Cenâb-ı Hakk’a vermekte çok hassas davranmak gerekiyor. İnsan bu mevzuda nefsine rağmen kendini ikna etmelidir. Zâhiren kendi hareketlerine terettüp eder gibi görünen noktalarda bile temkinli olmalı ve “Hayır, bunlar da O’na aittir. Sakın sahiplenmeye kalkma!” diyerek kendi nefsine pay ayırmaktan kendini kurtarmalıdır. İnanan insan, şirkin her türlüsünden kaçınmak ve hatta bu mevzuda kıskanç olmak zorundadır. Haddizatında, Cenâb-ı Hak da kendine şerik koşulmasına karşı çok “gayûr”dur. Bütünüyle kendisi için yapılmayan amellerin hiçbirinin O’nun yanında sinek kanadı kadar kıymet ve değeri yoktur. Yapılan bütün hizmetler hangi isim ve unvan altında ve nerede yapılırsa yapılsın, Allah katında değer ve kıymete haiz olabilmesi için ihlâs ve O’nun rızasına dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken ikinci husus da soruda mevcut mânânın yaşanır keyfiyetiyle devamlı ve sürekli olmasıdır…

Birbirinde fâni olma seviyesinde kardeşlik, dış dünyada tesir icra edecek en müessir faktörlerden biridir. Birbirinin fazilet ve meziyetleriyle iftihar etme ve onları aynen kendindeymiş gibi kabullenme, millet fertlerini de birbirlerine sımsıkı kenetleyecek ve içlerindeki hamle ruhunu kamçılayarak, kıvılcım hâlindeki istidat ve kabiliyetleri tutuşturup birer kor hâline getirecek ve ilâhî rahmetin sağanak sağanak inmesine vesile olacaktır. Vifak ve ittifak içinde birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut hâline gelmiş bir toplumun ruh ve gönlüne Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onu hep müsbete, güzele ve doğru tarafa çevirecektir, dolayısıyla da şahs-ı mânevînin yanılma payı en asgariye inmiş olacaktır. Niyetleri hâlis olduğu için, belki bu yanılmalar da onlara sevap kazandıracaktır. Fakat birbirinden kopuk çizgide bulunanlarda, -aynı çizgide olmalarına rağmen- bu dediklerimizin tahakkuku mümkün değildir. Hele bir de çizgide inhiraflar, dolayısıyla de ihtilaflar baş gösterirse bir daha içinden çıkmak mümkün olmayan fasit daireye girilmiş olur. Böyle bir fasit daireye giriş ise, hedefe sırtını dönüp koşan insan gibi, her attığı adım onu esas gaye ve hedeften uzaklaştırır.

Hâlbuki bir devrede bu işi omuzlayanlar, Allah Resûlü ve O’nun ashabıydı. Demek ki “tenasüb-ü illiyet” prensibi içinde meseleyi değerlendirecek olursak, bu işi yeniden omuzlayacakların da aynı şuur ve yapıya sahip olması gerekir. Bütünüyle onlar gibi olma, keyfiyet itibarıyla mümkün olmayabilir. Fakat biz, ancak onlara benzediğimiz nispette onların yaptıklarını yapabilme durumunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Aynı durum kardeşlik için de geçerlidir. Onlar nasıl ve ne şekilde bir kardeşlik anlayışına sahiptiler ve bu kardeşlik anlayışı onları muvaffakiyette hangi noktalara getirdi, bizler için de bu kaide ve netice değişmeyecektir.

Ben şahsen çocukluğumdan beri sahabenin hayatını okurum. Belli bir devreden sonra da onları anlatmaya başladım. Fakat bazen, onların temsil ettikleri kardeşlik tablolarını hayretle karşılar ve sanki sadece onlara mahsus ve bugün için tatbiki mümkün olmayan bir ütopya gibi değerlendirirdim. Daha sonra bazı arkadaşlarda gördüğüm bu mânâdaki misaller, bana bu düşüncelerin yaşanabilirliği hakkında tam kanaat verdi. Hatta bazen bu arkadaşların birbirlerine gösterdikleri, yekdiğerinde fâni olma örnekleri, başkalarına öyle tesir etti ki onların yanlarına gelen ve bu kardeşliği hayran hayran seyreden dıştan bir insanın, hayret dolu bir tonla “Aman Allah’ım, bu ne kardeşlik!” dediğini bizzat kendim duydum ve hâlâ o tatlı ses tonuyla bu ifade, hafızamda yeniliğini muhafaza etmektedir. Tabiî ki bu beni son derece sevindirmiştir. Müslümanlar arasında müşâhede ettiğimiz bu civanmertliği kabul ve teslimle beraber yeterli bulmamız mümkün değildir. Biz bu mevzuda da doymama kuşağında dolaşanlardan olmalıyız. Zira bugün yeterli olabilen şu kardeşlik şuuru, yarın, milletimizin, büyüklüğe sıçraması yolunda karşısına dikilmesi muhtemel büyük engel ve engebelere takılmaması için gerekli ölçüde olmayabilir.

Köleyi azat etme bir akabedir.[1] Bugünkü mânâsıyla çeşitli ideoloji ve sistemler tarafından esir edilmiş, satın alınmış nice insanlara kadar uzanabilecek bir değerlendirme ile geniş çaplı ele alacak olursak, köle azat etmenin nasıl bir engel, tepe ve akabe olduğu her hâlde daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Kendisi sıkıntı ve darlık içinde olmasına rağmen, kardeşini kendi nefsine tercih etme de ayrı bir akabe durumundadır.[2] Maddî-mânevî füyûzat hislerinde dahi onları takdim etme ve kendisi için geriden gelmeyi bir vazife olarak kabullenme, insanın önüne dikilmiş başka bir engel ve engebedir. Bu engeli aşma da yine sahabe gibi davranmaya bağlıdır. Kardeşinin karnı doysun diye kendi kaşığını boş getirip götüren ve bu durumu görmesin diye de mumu söndürüp odayı göz gözü görmez hâle getiren ve çizdiği bu nurdan tabloyla gökteki melekleri dahi hayrete sevk eden sahabe gibi.[3] Ve yine son anda, ölümle pençeleşirken, kurumuş dudakları bir yudum su hasretiyle titrerken dudağına kadar gelen suyu, yanındaki kardeşi “su” dedi diye elinin tersiyle itip, kendisine su vermek isteyene, başıyla orayı işaret eden[4] ve “Kendileri çok muhtaç olmasına rağmen kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”[5] ilâhî mesajının nüzulüne sebep olan sahabe gibi…

Yetime yedirme, içirme de akabedir.[6] Mecazın kollarıyla uzandıkça karşımıza daha nice mânâlar çıkacaktır. Belli bir İslâmî kültürden mahrum ve bu mahrumiyetten kaynaklanan bir nevi kimsesizlikle, el atanın kucağında kalan nice yetimler… İşte, ellerinden tutup onları evc-i kemale çıkarma yollarını araştırma, bu gayeye matuf yedirme ve içirme, bu da apayrı bir tepe ve akabe…

Sadece önümüze dikilmesi muhtemel akabeye bir işaret olması bakımından girdiğimiz bu mevzuda hedeflediğim nokta şudur: Bugün kâfi gibi görünen bir kardeşliğimiz vardır. Fakat, geleceği bütün enginliğiyle kucaklama ve milletimizin aydın yarınlarına daha bir güvenle yürüyebilme adına daima artan bir kardeşlik şuuruna da muhtacız. Onun için bu mevzuda da himmeti âli tutmalı ve sürekli “Daha yok mu?” demeliyiz.

Terettüp etmek: Gerekmek, üzerine düşmek.
Vifak: Samimi, dostça münasebet ve uyum içinde olmak.
Akabe: Sarp yokuş, engel.
Füyûzat: Feyizler, nimetler.
Evc-i kemal: Olgunluğun, mükemmelliğin zirvesi.

[1] Bkz.: Beled sûresi, 90/11-13.
[2] Bkz.: Beled sûresi, 90/14.
[3] Buhârî, menakıbu’l-ensar 10; tefsîru sûre (59) 6; Müslim, eşribe 172.
[4] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, 4/339 (Haşr sûresinin dokuzuncu âyetinin tefsirinde).
[5] Haşr sûresi, 59/9.
[6] Bkz.: Beled sûresi, 90/15.

Lokman Sûresinin Sonunda Mugayyebat-ı Hamseden Sayılan, Yağmurun Yağma Zamanı ve Ana Karnındaki Çocuğun Durumu Bugün Gaybîlikten Çıkmış Gibidir. Bu Durumu Nasıl İzah Edersiniz?

Lokman sûresinin son, yani otuz dördüncü âyetinde mealen şöyle deniyor: “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın nezd-i ulûhiyetindedir. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah Alîm’dir, Habîr’dir.”[1]

Kıyametin ne zaman ve hangi vakitte kopacağını ancak Allah bilir. Kur’ân-ı Kerim bunu bir hakikat ve bir prensip olarak ortaya koyunca, artık hiç kimsenin “Allah bilir!” demeden bu mevzuda söz söylemesi, fikir beyan etmesi imkânsızdır. Nitekim Cibril hadisinde de beyan edildiği gibi, Allah Resûlü’ne, bir yolcu kıyafetiyle gelen; fakat üzerinde yolculuk alâmeti bulunmayan Cibril (aleyhisselâm) dizlerini Allah Resûlü’nün dizlerine veriyor ve O’na bazı sorular soruyordu: İman, islâm ve ihsan. Bu soruları sorduktan sonra, aldığı cevapların her birinin akabinde de “Doğru söyledin.” mânâsına “Sadakte” ile karşılık veriyor. Son olarak da “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soruyor. Allah Resûlü de: “Kendisine soru sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor.” cevabıyla karşılık veriyor. Ve daha sonra da, kıyamete yakın vukû bulacak bazı hâdiseleri, birer alâmet ve işaret olarak sayıyor. İşte bir nebi edebiyle Allah Resûlü, mugayyebattan bir mesele hakkında böyle cevap veriyordu.[2]

Cibril’le müşterek bir bildikleri vardı. O da, kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bilebileceği idi.

Kıyametin kopması mevzuuna gelince, sebepler açısından o kadar çok şey var ki, bunlardan bir tanesinin vâki olması dahi kıyametin kopmasına yeterli gelecektir. Bu cümleden olarak, bir kuyruklu yıldızın gelip dünyaya çarpması, Güneş’in infilak etmesi veya termodinamik kanununa göre sönüp gitmesi, yeryüzünde insanların yapacağı bir yanlışlıkla zincirleme reaksiyonlar meydana gelmesi ve bunun Güneş sistemini berhava etmesi gibi… Bugün ihtimal dahilinde daha birçok sebep sıralamak mümkündür.

Âyette sayılan ikinci mesele: “Yağmuru Allah indirir.” meselesidir. Zaten en çok itiraza uğrayan hususlardan biri de budur. Yani onlar kendi akıllarınca şöyle demektedirler: Yağmurun ne zaman yağacağı bugün meteorolojik tespitler neticesi söylenebilmektedir. Öyleyse bunu mugayyebattan saymak mânâsız olur…

Tabiî ki bu soruyu küfür namına imâle edenlerin gayeleri bu da değildir. Esas gaye Kur’ân hakkında tereddüt ve şüphe hâsıl etmektir. Zaten bizim cevap vermedeki hassasiyetimiz de biraz bu noktadan kaynaklanıyor.

Şimdi, bugün, modern teknoloji vasıtalarıyla onların bildikleri söylenen meseleler, acaba gaybla ne derece alâkalıdır? Aslında bütün şartları meydana gelmiş ve belirtileri şehadet âleminde görülmeye başlamış yağmura ait yaptıkları tahminin, gaybı bilmekle uzaktan yakından bir alâkası yoktur.

Çok basit bir misalle meseleyi tavzihe çalışalım. Bir odayı karbondioksitle dolduralım. Sonra da karbondioksiti gösteren elimizdeki aletler vasıtasıyla tespitler yapıp diyelim ki: “İki saat sonra, şu odada bulunanlar kendilerinde bir ağırlık ve baş ağrısı hissedecekler.” Şimdi, bizim bu tespitimiz vâki olursa, biz gaybı bilmiş mi olacağız! Hayır. Gayb bu değildir. Gayb, bilinmesini Cenâb-ı Hakk’ın sadece kendi Zâtına tahsis ettiği meselelerdir. Diyelim ki, gelecek sene veya önümüzdeki beş on sene içinde nereye ne miktarda yağmur yağacak bütün ayrıntılarıyla bunu bilmek gaybı bilmek olur ama, yarın nereye yağmur yağacağını tahmin etmek, gaybı bilmek değildir. Hem bazen söylenenlerin çıkmaması, bazen de söylendiği gibi çıkmaması da çok iyi bilmediklerini gösteriyor ki, zaten söyleyenler de söylediklerine “tahmin” demektedirler. Hem bırakın gelecek seneyi, yarın yağacak yağmurun miktarı hakkında bir şeyler bildikleri söylenebilir mi?

Ayrıca şehadet âleminde belirtileri görülmeye başlamış yağmurun yağacağını bilmek için, öyle alet ve edevata da ihtiyaç yoktur. Halk arasında mümarese ve tecrübelerle bunu söyleyenler o kadar çoktur ki, onların dedikleri de berikilerin söylediklerinden farklı olmadığı gibi, kesinlik ifade etmesi bakımından da onlardan daha geri değildir. Daha önce anlattığım bir hatırayı, münasebet geldiği için tekrar etmiş olacağım:

Amerikalı bilim adamları Türkiye’ye gelir ve bir köyü ziyaret ederler. Kendilerine göre bir araştırma yapmaktadırlar. Bu arada, merada keçilerini otlatmakta olan bir çobanla görüşürler. Bir ara çoban keçilerini toparlayıp ağıla gitmeye koyulur. Adamlar sebebini sorunca da, biraz sonra yağmur yağacak, der. Bilim adamları hayret ederler. Çünkü havada yağmura işaret olabilecek hiçbir alâmet yoktur. Ayrıca yanlarında taşıdıkları barometre de böyle bir sinyal vermemektedir. Hakikaten bir müddet sonra şakır şakır yağmur başlar. Adamlar ağıla koşarak çobana, yağmur yağacağını nasıl anladığını sorarlar. Cevap enteresandır: Benim yıllardır edindiğim tecrübeye göre yağmur yağmadan bir müddet önce keçiler kuyruklarını kısarlar, ondan anlarım ki yağmur yağacak. Bunun üzerine ellerindeki aletleri yere çalan bilim adamları, sizin, şu keçilerin kuyrukları kadar dahi ehemmiyetiniz yokmuş, derler.

Bir büyük zat, romatizmaları vasıtasıyla kırk sekiz saat evvel yağmuru hissettiğini söylüyor.[3] Ve bizim köylerimizde bazı işaretleri ve alâmetleri esas alarak kar ve yağmur tahminleri yapmak yaygındır.

Öyleyse, bu ölçüler içinde ve bu şekliyle yağmurun yağacağını bilmek, gaybı bilmek değildir. Belli hesaplarla, yağmur yüklü bir bulutun durumu, hava basınçları, cephe sistemleri ki atmosfer şartlarına göre, emareleri ortada, yola çıkmış bir yağmur tahminini, yağmur yağacağı zamanı bilme gibi göstererek Kur’ân’ın hükmünü cerhe yeltenmek ancak bir cehalet örneğidir.

Bir de, bugünün ilmî araştırmalarının da kabul ettiği Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait, mucizevî bir beyandan bahsetmek istiyorum. Allah Resûlü: “Mâ min âmin bi emtara min âmin” buyuruyor. Mânâsı, “Hiçbir yıl başka bir yıldan daha yağışlı değildir.”[4] demektir. Bu hadisten de anlaşılıyor ki, her sene yeryüzüne aynı miktarda yağmur yağmaktadır. Ancak nereye ne miktar yağacağı belli değildir. İşte gayb olan budur ve bu bilinememektedir.

Âyette anlatılan üçüncü husus da yine itiraz edilen noktalar arasındadır: “Rahimlerde olanı ancak Allah bilir.” Diyorlar ki, bugün röntgen şuâlarıyla anne karnındaki ceninin durumu bilinmektedir. Hatta son zamanlardaki araştırmalar, bu bilmenin erkeklik ve dişiliği de içine alabilecek şekilde bir hayli ilerlediğini gösteriyor.

Daha da ileri giderek, eğer erkeklik ve dişiliğe sebebiyet veren, spermin erkeklik veya dişiliği ise, bu seviyede dahi ceninin durumunu tespit etmek mümkündür, denilebilir.

Yukarıda bir kaide söylemiştik. Aynı kaide burada da geçerlidir: Sebepleri ortada belli bir şey gaybı bilmek demek değildir.

Şayet spermin erkek olduğu tespit edilmişse, tespitin şekli ne olursa olsun, ister bunu ana rahminde, isterse tüpte tespit etsinler, sebepler zuhur ettiğinden, bu, gaybı bilmek sayılmaz.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurlu beyanları içinde şu husus yer almaktadır: “Eğer erkek galebe çalarsa çocuk erkek, dişi galebe çalarsa çocuk kız olur.”[5] Bu hadisi bazıları, anlayamadıklarından dolayı yanlış tevil ve tefsire tâbi tutmuşlardır. Zannetmişlerdir ki, erkek olan insan galebe çalarsa çocuk erkek olur, kadın galebe çalarsa kız olur. Ancak böyle bir galebenin hiçbir mânâsı yoktur. Belki mânâ şöyle olmak icap eder: Erkek sperm dişiden evvel gider ve yumurtaya başını sokarsa çocuk erkek olur. Dişi önce bu çeperi aşarsa, bu defa da dişi olur.

Bu, Efendimiz’e ait ilmî mucizelerden kabul edilen bir hadistir ve günümüz ilim adamları da bu meseleyi ifade edildiği şekliyle kabul etmektedirler. Sebepleri bu kadar zâhir olduktan sonra, böyle bir şeye muttali olmayı gaybı bilmek sayanlar, kendi kendilerini aldatmış olurlar.

Zaten, Kur’ân-ı Kerim de bu meseleyi ele alırken şöyle diyor: “Ve ya’lemü mâ fil-erhâmi” Arapça’da “Mâ” Türkçe’de “şey” demektir. Demek ki âyette, rahimlerde olan şeyin Allah tarafından bilineceğinden bahsediliyor; yoksa erkek mi dişi mi bunu ancak Allah bilir denmiyor.

Cenâb-ı Hak onun erkek mi dişi mi olduğunu bildiği gibi, bütün sergüzeşt-i hayatını da bilir. Yani onun istikbalde ne olacağını, karakterinin durumunu, zaafları ve faziletlerini, en sonunda da said mi olacak, yoksa şaki mi? İşte bütün bunları bilmek, ancak ve ancak Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Öyleyse gayba girenler “Mâ” ifadesinin şümulüne dahil her şeydir. Sadece erkeklik-dişilik değildir. Kur’ân meseleye küllî ve umumî bakmaktadır. Onun tarifi içine girenleri bilmek gaybı bilmektir. Bunun ötesindeki iddialar, işi çarpıtma ve diyalektik sayılır.

Bu mevzuu şöyle bir misalle daha da akla yaklaştırabiliriz:

Meselâ, siz bir elma ağacı gördünüz. Ağacın kökü ve gövdesi sizin bulunduğunuz tarafta, dalı budağı ve yaprakları öbür tarafta bir sütrenin arkasına sarkmış olsun. Şimdi siz, mevsimi geldiğinde deseniz ki, bu ağacın bize görülmeyen dalları öbür tarafta elma ile yüklü durmaktadır. Acaba verdiğiniz bu hükümle siz gaybı mı bilmiş olursunuz? Yoksa herkesin normalde bilip söyleyebileceği bir meseleyi mi haber vermiş olursunuz? Böyle bir şeyle karşılaşsanız, elbette ikinci şıkkı yaptığınızı söyleyeceksiniz. Aynen öyle de, zâhirî sebeplerin teyidiyle bilinen rahimlerdeki ceninin hâl ve durumu da, aynı mahiyette bir bilmektir. Yoksa gaybı bilmek değildir. O, kökü şehadet âleminde ve dalları gayba doğru sarkmış bir ağaçtan haber vermek gibidir. Bunlarla Kur’ân’ın hükmünü cerhetmeye kalkmak ve öyle olacağını sanmak sadece budalalık ve ahmaklık olur.

Dördüncüsü, bir insan yarın ne kazanacağını bilemez. Bunu da sadece maddî kazançla kayıtlamamak gerekir. İnsanın maddî-mânevî elde edeceği füyûzat ve inşirah dahi birer kazanç demektir. Bir ilim adamının malumatına ekledikleri de bir kazançtır ve bunun ne kadar olacağını da ancak Allah bilir. Bazen ciltler dolusu kitap okunur ve satırlık malumat elde edilmezken, bazen bir tek satırlık malumat insana bir kitap kadar düşünce ve fikir verir ve insanın ilham kaynaklarını coşturuverir.

Bununla beraber meseleyi sadece madde plânında ele alsak bile, sabit gelirli insanlar dahil, yarınki kazancını kimse bilemez. Esnaf ve tüccarın zaten bunu bilmesi mümkün değildir. Sabit gelirlilere gelince, alacakları beklenmedik bir ceza veya mükâfat onların kazancına tesir edebileceği gibi, başa gelen bir musibet dahi, gelir ve giderde beklenmedik değişiklikler yapacaktır. Evet, hiç hesapta yokken bir dostunuzdan gelen bir pakette kıymetli bir hediyeyle karşılaşabilirsiniz. Oysaki beş dakika öncesine kadar böyle bir şey beklemiyordunuz. Bu maddeyi de misallerle daha da tavzih mümkündür, ama sözü uzatmamak için kısa kesiyor ve Kur’ân’ın dediği gibi diyoruz: “Yarın ne kazanacağını hiç kimse bilemez.”

Beşincisi de, bir insanın nerede ve nasıl öleceğidir. Bunu da ancak Allah bilir. Azrail ya bizzat kendisi ya da avenesi vasıtasıyla önümüze çıkıp, “Vakit geldi!” diyeceği an, hepimizin meçhulüdür ve zaten buna kimsenin itirazı da yoktur…

Alîm – Habîr: Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Hz. Allah.
Füyûzat: Feyizler, bereketler, nimetler.
İnşirah: Gönül rahatlığı, iç huzuru.
Avene: Yardımcılar.

[1] Lokman sûresi, 31/34.
[2] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 1.
[3] Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 172-173 (On Altıncı Lem’a).
[4] el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/437; et-Taberî, el-Câmiu’l-beyan, 19/22; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/363.
[5] Buhârî, menâkıbu’l-ensar 51; tefsiru sûre (3) 6; İbn Huzeyme, es-Sahih, 1/116; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/548; İbn Hibban, es-Sahih, 16/441-442.

Ulü'l Azm Peygamberleri Hangileridir ve Niçin Bu İsim Sadece Onlara Verilmiştir?

“Ulû” kelimesi Arapça’da “sahip” demektir. Kıyas dışında, yine aynı mânâya gelen “zû” kelimesinin çoğuludur. Meselâ, zü’l-mal, “mal sahibi;” ulü’l-elbâb ise “akıl sahipleri” mânâsına gelir.

Azm, kararlılık, irade ve dönme bilmeme gibi mânâlar için kullanılır. Başına “ulû” kelimesi getirilince de mânâ, azim ve karar sahipleri olur. Mevzuumuzla alâkalı olmamakla beraber, bu kelimenin tedai ettirdiği bir âyete sadece işaret etmek istiyorum. Hz. Âdem hakkında “Onu azimli bulmadık.”[1] mealindeki âyette müfessirlerden bazıları “Onu günaha girmeme mevzuunda azimli bulmadık.” gibi bir tefsirde bulunmuşlar. Ben şahsen, bir nebi hakkında böyle bir tefsiri kabul edemeyeceğim. Gönlüm böyle bir mânâyı kabule yanaşmıyor. Şöyle bir mânâ vermek, bana daha muvafık geliyor: “O bilmeyerek bir günaha girdi. Fakat bunu daha önce plânlayıp kararlaştırmış değildi. Bu mevzuda ısrar mânâsına azmi de yoktu.”

Ulü’lAzm peygamberlere gelince, bunlar Kur’ânı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Hatırla, bir vakit peygamberlerden söz almıştık. Sen’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan… Onlardan sapsağlam bir söz aldık.”[2] “Sen’den” tabiriyle kastedilen Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Diğerleri de Hz. Nuh (aleyhisselâm), Hz. İbrahim (aleyhisselâm), Hz. Musa (aleyhisselâm) ve bir de Hz. İsa’dır (aleyhisselâm).

Her peygamber peygamberdir, ama bunların pazarında her şey çok pahalıdır ve bunlar çok çetin imtihanlardan geçmişlerdir. Bu peygamberlere ait Kur’ân’da zikredilen kıssalar iyiden iyiye tetkik edilse niçin bunlara “azim” sahibi peygamberler dendiği çok iyi anlaşılır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine yapılan her türlü eza ve cefaya katlanmanın yanında, ağzından, şikâyet mânâsına ve kaderi tenkit ifade eden tek kelime dahi çıkmamıştır. Bedir’de galip gelir, ancak Uhud bir dağ gibi O’nun omuzlarına biniverir. Uhud’dan dönerken, söz dinlemedeki nezaketi tam kavrayamadığından bozguna sebebiyet veren sahabiye tevbih işmam eden hiçbir kelâm sarf etmez. Hz. Hamza’nın şehadeti O’nu çok dilgîr etmiştir, ancak O, bu mevzuda dahi ızdırabını sinesine gömmeyi bilmiştir.

O’nun bir derdi vardır: İnsanların hidayete ermesi. O bu mevzuda çok hırslıdır. O kadar ki, kendisini bu uğurda telef edecek duruma gelmiştir. Âyet O’nu: “Bu Kur’ân’a inanmıyorlar diye nerdeyse üzüntünden kendini telef edeceksin.”[3] diyerek ikaz ediyor ve bize O’nu böyle bir tablo ile gösteriyor.

O daima hak uğruna kendini bitirip tüketme ufkunda yaşıyor. Küsme, darılma, gönül koyma, O’nun semtine yanaşamıyor. O bütün başına gelenlere dayanma noktasında hep azimle sebat ediyor.

Yıllarca bir kanaviçe örüyor ve gelen gaybî bir el onu paramparça ediyor.. O hiç hayıflanmadan başlıyor yeniden örüyor..

Esasen bu husus, peygamberlere ait umumî bir vasıftır. Ancak, peygamberler, derece itibarıyla aynı olmadıkları gibi, maruz kaldıkları belâ ve musibet itibarıyla da bir değildirler ve tabiî, ümmetleri itibarıyla da…

Bu mevzuda, Allah Resûlü’nün beyan buyurduğu bir manzara ne kadar mânidardır. Gayb perdesi aralanıyor ve O’na bütün peygamberler gösteriliyor. Gerisini O’nun mübarek dudaklarından dökülen şu cümlelerden dinleyelim: “Öyle peygamberler gördüm ki arkasında tek bir ümmet dahi yoktu. Bazılarının ardında üç-beş insan vardı. Bir kalabalık cemaatin gelmekte olduğunu gördüm; ‘Bu benim ümmetim mi?’ diye sordum. ‘Hayır.’ dediler ‘Bu, Musa’nın ümmetidir.’ Biraz sonra ondan çok daha kalabalık bir ümmet gördüm ve onların benim ümmetim olduğu haberini aldım.”[4]

Düşünmek gerekir, bir peygamber ömür boyu çalışıp didiniyor da; kendisini anlayacak tek bir âşina sima bulamadan vefat ediyor. Bazıları sadece birkaç kişilik ümmete sahip oluyor. Bizler bu şekilde imtihan olsak, bu işin altından kalkabileceğimizi tahmin etmiyorum.

Hz. İbrahim, mancınıkla atılmak üzere elleri bağlı getiriliyor. Biraz sonra alevleri okyanus dalgaları gibi göğe yükselen dehşet verici ateşin içine atılacaktır. Melek müsaade istiyor, yardım etmek için çırpınıyor. Fakat O, tevekkülünden zerrece taviz vermeyerek “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.”[5] diyor.

Hz. Nuh asırlar süren çırpınışları neticesinde bir avuç insanla ancak gemiye biniyor ve öz evlâdını dahi yanına alamıyor.[6] Nebi ruhunu taşıyan bir baba için bu manzara ne ızdırap vericidir. Bunu bizim anlamamız çok zordur hatta mümkün değildir.

Hz. Mesih, öldürülmek istendiğinde henüz otuz üç yaşındadır. Kafasını uzatsa dışarıda kendisini parçalamak için bilenen kılıçları görecektir. Fakat O azimle yerinde duruyor ve bir an dahi tereddüt göstermiyor.

Evet, onlar “Allahü yastafî..”[7] sırrına mazhar insanlardan seçilmiş seçkin ve yüce istidatlardır. Allah’ın rahmâniyet ve rahîmiyetiyle kaynattığı varlık kâsesindeki sütte onlar kaymak durumundadırlar. Cenâb-ı Hakk’ın Kudret ve İradesi onlarda bu şekilde tecellî etmiştir. Derin bir tevekkül ve pörsüme bilmeyen bir azim, onların ayrılmaz vasıflarıdır. Ve onun için onlara Ulü’lAzm, denmiştir. Derecesine göre her nebi ve velide de azim vardır. Fakat bu hasletin en münteha noktasında bulunanlar işte isimlerini saydığımız bu peygamberlerdir.

Tevbih: Azarlama, tekdir.
İşmam: Hissettirme, koklatma.

[1] Tâhâ sûresi, 20/115.
[2] Ahzâb sûresi, 33/7.
[3] Kehf sûresi, 18/6.
[4] Buhârî, tıp 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, sıfatu’l-kıyame 16.
[5] Buhârî, tefsiru sûre (3) 173; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/326.
[6] Bkz.: Hûd sûresi, 11/45-47.
[7] Hac sûresi, 22/75.

İnsanımıza Okuma Alışkanlığını Nasıl Kazandırabiliriz?

Herkes söylediği ve dinleyenlerde de bir ülfet ve alışkanlık meydana getirdiği için artık vicdanlardaki mânâsına denk tesir uyaramayan ve artık klâsikleşen bir söz var: İslâm’ın ilk emri “Oku!”[1]

Oku; mahiyet-i insaniyeyi, kâinat kitabını ve bunlara tercüman olan Kur’ân’ı oku!.. Allah Resûlü’nün hayatını tetkik et! Yeni yeni terkiplere ulaş ve vardığın neticeleri tekrar tekrar oku!

Vahdaniyete delil olan bütün tecellîleri araştır, mârifet merhalelerinde her an bir öteye sıçra ve bir türlü kanmayan susuzluğunla “Hel min mezid – Daha yok mu?” de ve durmadan oku! İster kâinat kitabını, isterse onun bir fihristi olan insanın mahiyetini. Allah Resûlü’nün nurlu beyanları içinde okumaya çalışan bir insan gönül dünyasında öyle derinleşir ki, okyanuslar dahi bu derinlik yanında sığ kalır. İşte, orada: “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf.”[2] hakikati ayne’l-yakîn anlaşılıp idrak edilir ve idrakten âciz olmadaki idrak merhalesine erilir.[3]

Âcizane kanaatim, bizim dünyamız, İslâm’ın bu emrinden de uzaklaşmış bulunuyor. Bu tabiri kullanırken, yani bizim dünyamız derken bununla sadece içinde bulunduğumuz ülkeyi kastettiğim zannedilmesin. Ben bir zamanlar bizim olan bütün yerleri, bizim dünyamız olarak kabul ediyorum. Evet, bizim dünyamız asırlarca şan ve şerefle, âfâkında Muhammedî ruhun şehbâl açtığı Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Cezayir; bütün mağrip memleketleri, Buhara, Semerkant, Taşkent ve bütün Orta Asya memleketleri gibi daha nice ülkeleri içine alan koskoca bir dünyadır. İşte bizim insanımız, bu ilim ve irfana açık bizim dünyamızda bütün diğer dünya insanlarına kıyasla zirvelerde taht kuran ve başkalarını kendisine hayran kılan bir mübarekler topluluğudur.

Önce Haçlı seferleriyle işgale uğrayan bu yerler daha sonra da emperyalist düşüncelerin işgal ve saldırısına maruz kaldı. Belki bir süre sonra onları da bertaraf edip ülkemizden çıkardık; ancak kaldıkları süre içinde içimizden çaldıkları zayıf karakterli insanları yetiştirdiler ve birer düşünce azmanı olarak aramıza salıverdiler. Onlar da, seleflerinin ifsatlarını devam ettirebilecek nesiller yetiştirdiler. Bunu yaparken de öyle şuurlu davrandılar ki, bir evvelki icraatları bir sonrakini gerektirecek şekilde ortaya çıkıyor ve böylece tahribat, zincirleme birbirini takip ediyordu. Derken onlara ait bir fikir dünyası meydana geldi ve bununla kendi insanımızın dağınık ve ferdî teşebbüslerine galebe çalındı. O kadar ki, bugün artık bunların bütününü ortadan kaldıramadıktan sonra, kendi ruh dünyamıza dönmemiz, onunla bütünleşmemiz, yeniden kendimizi bulmamız çok zor hatta imkânsız gözükmektedir. Bize vurdukları en önemli darbelerden biri; bizi, belli yollarla, mazimizden tarihimizden, millî kültürümüzden, harsımızdan uzaklaştırmaları ve bizleri kendi kitap dünyamıza karşı yabancı hâline getirmeleridir. Ve böylece bir nesli asırların birikiminden mahrum ettiler. İş bununla da kalmadı, beşinci kol faaliyetlerini serbest bırakarak, gençliğin gönlünü şehevanî meselelerle doldurdu ve onları başka şey düşünmez hâle getirdiler. Nesiller, kıskıvrak bohemlik düşüncesine yakalandı ve düştüğü bu girdapta boğuldu. Kimse de çıkıp böyle bir fecaate “Dur!” deme cesaretini gösteremedi veya ekseriyet itibarıyla öyle diyebilme mevkiinde bulunanlar vaziyetlerinden memnundular, onun için de bir şey demediler.

Aynen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta bazı günah işleyenleri, çektikleri azap keyfiyetleriyle müşâhedesi gibi, biz de o gün cemiyeti böyle bir tablo içinde görüyorduk. İçki, kumar, zina, rüşvet, ihtikâr, faiz ve daha nelerin içine gömülmüş nesiller, ciddî bir mâneviyat boşluğu içinde zift gibi karanlık düşüncelerle, âdeta bir başka varlık, bir başka şahsiyetle aramızda dolaşıyorlardı. Kalb dünyalarıyla askıya alınmış ve sarkaçlar gibi sağa sola gelip giden yığınların anarşi ve teröre kurban olması için her şey hazır hâle getirilmiş ve tıpkı eli kolu bağlanıp denize atılan sonra da arkasından “Sakın ıslanma!” diye bağırılan birisi gibi, sefahet içine itilen bu nesillere, faziletli olmaları çağrısında bulunuluyordu. Evet, o günkü nesle, “Ahlâklı ol, anarşi çıkarma, vatanını sev, milletini koru, bayrağını aziz tut.” gibi teklifler, muhteva bakımından farklı olsa da şekil bakımından aynı şeylerdi. Denize atılanların ıslanmamaları, bunların da faziletli olmaları mümkün değildi.

Daha sonra yeni bir anlayış türedi. Hangi akla hizmet ettiği belli olmayan ve gençliği anarşiden kurtarmak için bütün şehvet kanal ve barajlarını sonuna kadar açmayı yeğleyen bu zihniyet, bu tuhaf anlayışlarıyla, gençleri zararlı bazı saplantılardan kurtarmak ve onları başka şey düşünmez hâle getirmek istiyorlardı. Hâlbuki, bugünkü anarşi de öyle bir vasatta yetişmiş ve bir canavar hâline gelmişti.

Bütün bu iç ve dış tesirlerle çok yaralı hâle gelen nesiller, her gün biraz daha okumadan ve düşünmeden uzaklaşıyor ve âdeta hezeyan yığınları hâline geliyordu. Zannımca, bu uzaklaşma ve hezeyanlaşma bugün de devam ediyor. Bu arada dilimize sokulmak istenen nesepsiz kelime yığınları da okuduğunu anlamaya karşı indirilen ayrı bir darbe oldu. Biz onların, onlar da bizim dilimizi anlamaz hâle geldiler. Bugün aynı kuşağın insanları dahi birbirini zor anlar durumdadır. Ve bunun önü alınmazsa, bu da düşünce dünyamız adına, en az diğerleri kadar yıkıcı olacaktır.

Evet bugün okumuyoruz ve okumadığımızın utandırıcı neticeleri de meydandadır. Düşüncede sığ, yeni terkipler yapmaktan mahrum bir yığın hâline geldik. Okumaya karşı sadece iştahsız değil, aynı zamanda nefret eder durumda birçoğumuz. Okuyanımızın bir kısmı da âdeta her şeyi yüzünden okuyor ve fikir adına yeni bir şey üretemiyoruz.

Bütün faziletlerde olduğu gibi okumayı da bizden öğrenen dünün karanlık ruh, karanlık akılları, bugün okuyor, anlıyor ve düşünüyorlar. Evde, arabada, otobüs durağında, çantasında taşıdığı kitabı açıp okuyor ve kendi ölçüleri içinde zamanını en iyi şekilde değerlendiriyorlar.

Meseleyi biraz daha dar çerçevede mütalâa edecek olursak, önümüzde çığır açmış büyüklerimiz, kendi yazdığı bazı eserleri, seksen defa, bazılarını da yüz defa okuduklarını söylüyor ve bizlere fiilen okumanın lüzumunu göstermiş oluyorlar.

İrticalen söylediği ve kendi karîhasının mahsulü eserleri, kendisi bizzat bu kadar okuduktan sonra da, talebelerinin başında duruyor ve “Okuyun.” diyor.[4] Böylece devrimizde en mühim ve en onulmaz bir yaraya parmak basıp tedavi yolunu göstermiş oluyor. Bu çığırı takip edenler okumalıdırlar. Devirlerinin kültürüyle mücehhez olarak, daha önce edindikleri malumatı hallaç etmeli ve muhtaçların yanına böyle bir kültür birikimiyle gitmeliler. Ta ki, anlattıkları kabul görsün ve aynı zamanda toplumu ifsat edenlerin eline de koz verilmemiş olsun.

Okumuyorsak, ihanet içindeyiz demektir. Kendimiz boşlukta bocalarken, başkasına nasıl itminan üfleyebiliriz ve menfî akımlardan nesilleri nasıl kurtarabiliriz. Hâlbuki bu bizim hayatımızın gayesi ve ilk vazifemiz. Öyleyse, İslâm’ın ilk emri “Oku!” fermanına herkesten evvel, icabete en muhtaç bizleriz…

Mâruf: Kâinatttaki sayısız diller, gürül gürül şehadetler, gayet berrak tarif ve tavsiflerle varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri bilinen Hz. Allah.
Ayne’l-yakîn: Gözle görülüp edinilen bilgi.
Şehbâl açmak: Kanatlarını açmak.
Karîha: Zihnin yepyeni, orijinal ve harika fikirler, eserler üretme kabiliyeti. Üstün pratik zekâ.
İtminan: İç huzuru, gönül rahatlığı, vicdanın tatmin olması.

[1] Alak sûresi, 96/1.
[2] Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 2/410.
[3] Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 6/181.
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 1/848, 934, 1011; Mektubat, s. 37.

İslâmiyet Bütün Meseleleri Halletmeye Kâfi midir?

Evet, kâfi ve vâfidir. Dün bizim söylediğimiz bu söz, bugün herkes tarafından söylenir olmuştur. Batı yeni yeni ihtida hâdiseleriyle bunun açık bir delilidir.

Bir fabrikanın çalışma sistemini, onu kurup yapandan daha iyi kim bilebilir. En basit bir elektronik aletin dahi çalışma şeklini bir bilene danışıyorsunuz. İnsanı yaratan kim ise onun gerek ferdî, gerekse içtimaî yaşama tarzını en iyi bilen o olacaktır. İnsanı Allah yaratmıştır.[1] Öyleyse, beşerin dünya ve ahiret saadetini temin edecek yegâne vesile de O’nun gönderdiği dindir.[2]

Bugün bu realite herkes tarafından kabul ediliyor, zira beşer eliyle ortaya konan bütün sistemler bugün iflâs etmiştir. Geçici muvaffakiyetleri onların devamlı kalmalarına yetmemiştir. İşte tarihte görülen en meşhur beşerî sistemlerden feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm birbiri ardınca hep yıkılıp gitmiş ve arkada bir sürü feryâd u figân bırakmışlardır. Hâlbuki İslâm ilk günden beri özünden hiçbir şey kaybetmeden bugünlere gelip ulaştı.

Batı, bu işin farkındadır. Allah’la münasebeti kavî mürşit ve mübelliğler, Batı dünyasının birçok yerinde hüsnü kabul görmektedir. Kilise amfileri âdeta İslâm’a sempatiyi soluklar hâle gelmiştir.

Asrın dertleriyle müteellim insanlık, yeniden İslâm anlayışına yönelmektedir. Bugün altından kalkılamayan problemlerin ancak İslâm ile halledileceği kanaati oldukça yaygındır.

Fazilet odur ki düşmanlar dahi kabul ve itiraf etsin. İşte bugün o merhaleye gelinmiştir ki, düşmanlar dahi verdikleri beyanatlarıyla bu hakikati kabullenmiş görünmektedirler. Bugün Avrupa’da, İslâm’ı kabul ettiği hâlde, çevresinden endişe ettiği için bunu açıklamayan pek çok insan vardır.

Sonra bu gibi sorulara müşahhas misal vermek için bütün meseleleri teker teker sayıp İslâm’ın o meseleleri nasıl hallettiğini bir bir göstermek gerekir. Bu da birkaç ciltlik eserle ancak mümkün olacaktır. Soru-cevap faslında böyle bir mevzuu derinlemesine tahlil, elbette ki imkânsızdır. Ayrıca onlar, İslâm’ın hangi meseleyi halledemediğini göstermeliler ki, biz onun cevabını vermiş olalım. Onlar mücerret sordukları için bizim cevabımız da mücerret olacaktır. Cevabı herkese müsellem olan bir mesele hakkında esasen daha fazla söz, hem israf hem de abesle iştigaldir. İslâm ise israf ve abes işi asla tasvip etmez.

Vâfi: Yeterli, başka bir şeye ihtiyaç bırakmayan.
İçtimaî: Sosyal, toplumsal.
Kavî: Güçlü, kuvvetli.

[1] Bkz.: Mülk sûresi, 67/14.
[2] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/19; Mâide sûresi, 5/3.

Gevşeyen Gerilimimizi Durdurup, Tekrar İdeal Ufkumuza Yöneltebilmemiz İçin Neler Tavsiye Edersiniz?

Bir mü’min için metafizik gerilim çok önemli bir unsurdur. Bir mânâda, müspette sebat, menfiye karşı da boykot diyebileceğimiz metafizik gerilim, bir taraftan hizmete ait yolları işletme, bir mekanizma kurma ve onu daima işler durumda tutma, diğer taraftan da günah ve tahrip cephesine karşı devamlı ve ısrarlı bir direniş içine girme mânâlarını taşır. Diğer bir ifadeyle metafizik gerilim, Allah ve Resûlü’ne ve Resûlün getirdiği sisteme sımsıkı sarılıp, küfür ve küfrandan yılandan, çıyandan kaçıyor gibi kaçma demektir. Zaten bir hadis de bu hususu izah eder. Üç haslet vardır. Bunlar kimde bulunursa, o insan imanın tadını tatmıştır: Allah ve Resûlü’nün her şeyin üstünde sevilmesi, insanlara Allah’tan ötürü muhabbet duyulması ve imanı bulduktan sonra yeniden küfre dönüşün ateşe atılıyor gibi kerih görülmesi.[1]

Sen “âşık” olacaksın Allah ve Resûlü “mâşuk” olacak. İnsanları sadece Allah için seveceksin. Bunlar meselenin müsbet yönüdür. Bir de meselenin menfi yönü var ki, o da küfür ve küfran yoluna karşı bir tavır belirlemenin gerekli olduğudur. Evet, hakikî mü’min iman sevgisi kadar dalâlet yoluna girmemede kararlı ve gerilimi tam olmalıdır ki, kendi olarak kalabilsin. Ne var ki gerilimi muhafaza etmek, elde etmekten çok daha zordur. Onun içindir ki bu mevzuda sebat ve azim birer ön şarttır. Gerilim yer yer ünsiyet ve ülfetle gevşeyebilir. Davaya karşı bir alışkanlık olur. Bazen de araya bencillik, hırs, tamâ, makam sevgisi, rahat ve rehavet düşkünlüğü gibi şeyler girer, hizmet aşk ve şevkini söndürür, ruhu yozlaştırır ve iradeyi de felç eder. Bir devre gece gündüz demeden hak davası uğruna koşup duran biri, daha sonra her arandığında ayrı bir bahane ile hizmetten kaçıyorsa, gerilim gevşemiş ve o da kokuşmaya yüz tutmuş demektir. Hâlbuki çok ciddî bir metafizik gerilim isteyen böyle bir mevzu, gerilimini kaybetmiş insanlarla tahakkuk ettirilemez.

İmanla kanatlanmış mü’minler, her mevzuda olduğu gibi, metafizik gerilim ve aksiyon hususunda da çok dikkatlidirler. İçlerinde, alnından öpülmeye lâyık niceleri vardır ki, her an arkadaşlarına misal teşkil edecek şekilde metafizik gerilim örnekleri vermektedirler. Hatta bunlardan birisini hiç unutamıyorum. Bir gün kendisine “İki-üç gece evde kal da şu işi yapıver.” demiştim. Verdiği cevap aynen şu olmuştu: “Salih amel adına yapmaya azmettiğim şu son işten sonra ben hiç evimde kalamıyorum ki…”

İşte bu gerilimin gevşememesi gerekir. Biz, Resûlullah’a ve O’nun güzide dostlarına ancak bu gerilimle ulaşabiliriz. Hekimler bazı rahatsızlıklarımıza karşı bize bir kısım tavsiyelerde bulunur ve bu tavsiyelere kayıtsız şartsız itaat etmemizi isterler. Hoşlanmasak bile onların verdikleri hapları yutar, iğneleri vurdururuz. İşte en az maddî hastalıklarımıza gösterdiğimiz bu hassasiyet ölçüsünde, bu meselenin hekimlerinin sözlerine uymakta da hassasiyet gösterilmesi lâzımdır. Ta ki, gerilim muhafaza edilmiş olsun. Şimdi de mevzu ile alâkalı tavsiye edilebilecek bazı hususları arz etmeye çalışalım:

Birincisi: Yalnız kalmamaktır. Sürüden ayrılanı kurt yer.[2] Topluluktan ayrı kalan, arkadaş ve dostlarından uzaklaşan bir kişinin akıbeti de nefis ve şeytan tarafından parçalanıp yutulmak olur. Önceleri kendi yapamadığına hayıflanmakla işe başlar. Bu esasen iyidir ancak yeterli değildir ve devamlılık arz etmez. Sonra arkadaşlarının yaptıklarını hafife almaya; derken, basamak basamak ilerleyen bu tavrıyla en sonunda bütünüyle, dava düşünce mefkûresini inkâra ve yapılan işlerin lüzumsuzluğunu iddiaya başlar. İşte mahvolmaya namzet bir zavallı. İlk başta onu bu hâle getiren yalnızlık ve topluluktan uzak kalış hemen telâfi edilmedikçe onun bu kötü akıbetten kurtulması düşünülemez. Öyleyse böyle bir neticeye götürmesi muhtemel kapılar, ta baştan kapalı tutulmalıdır.

İkincisi: Bilgi ve mârifet plânında daima bir yenilenme yolları araştırılmalı ve bu hususta ısrarlı olunmalıdır. Allah (celle celâluhu) kâinatı bir kitap gibi önümüze sermiş, sonra da bunları bizlere talim edecek kitap ve peygamberler göndermiştir. Daha sonra yetişen binlerce evliyâ, asfiyâ ve âlimler, hep aynı hale etrafında pervâz etmiş, istidat, kabiliyet ve meşreplerinin renk ve durumuna göre, her iki kitabı (şeriat-kâinat) şerhe koyulmuşlar ve bir arı gibi çiçekten çiçeğe kona kalka nice mârifet peteğinde şifa dolu bal hüzmelerine iştirak etmişlerdir. Bütün bu olup bitenler bir gaye ve hedefe bağlı olarak ilâhî hikmetin muktezası şeklinde değerlendirilip ihtimamla mütalâa edilmelidir ki, ilâhî hikmete uygun bir karşılıkta bulunduğumuzdan söz edebilelim. Bu fıtrî seyre ayak uyduramayan ve kâinatta her an meydana gelen teceddüt ve yenilenmeye mârifet adına iştirak edip aynı kanaviçeyi dokuyamayan bir insan, yavaş yavaş bilgi planında hayatiyetini kaybeder ve beklenmeyen bir hızla kokuşma devresine giriverir. Derken bir müddet sonra da işe yaramaz hâle gelir.

Üçüncüsü: Râbıta-i mevt,[3] dediğimiz daima ölümü düşünme de gerilimimizi muhafazada önemli faktörlerden biridir. Ölmeden evvel ölme, hakikî hayata ermenin bir başka adıdır. Bizi bitirip tüketen tûl-i emeller, ancak, ölümle kesilip atılabilir. Hele, bütün dostların kabrin öbür tarafında bizi bekledikleri düşüncesi, hele gerçek saadet ve bahtiyarlığın, kabir koridorunun öbür ucunda bulunduğu inancı…

Zaten bir dava adamının idealini süsleyen en son nokta ve ufuk mefkûre, yârâna kavuşup onlarla beraber Cennet ve Cemalullah’ı müşâhede değil midir? Öyleyse bizi o neticeye götürücü yolda bizler de birer küheylan kesilmeli ve çatlayıncaya kadar da durup dinlenmeden yolumuza devam etmeliyiz.

Evet, bir küheylan gibi… Çünkü o yorulma bilmez, mazeret ileri sürmez. Dermanının bitim noktasına kadar koşar, çatlar ve ölür. Ancak ona ölüm mazeret olur. Bu yönüyle ben atı çok severim. Ve her dava adamının ona benzemesini isterim.

Dördüncüsü: Kendimize, mutlaka, bizi ikaz edecek ve bizde bir gevşeme müşâhede ettiğinde hayırhâhlık yapacak bir arkadaş seçmeliyiz. Bu da, yollardan biridir. İlk bakışta böyle bir şey nefsimize ağır gelebilir, ancak, dinî hayatımız adına çok mühim ve müspet neticeler doğuracağı şüphesizdir.

İyi dost Hızır çeşmesi gibidir. Kendinizde biraz gevşeklik ve kalbinizde biraz sarsıntı, hatta heyecansızlık hisseder etmez hemen ona koşup “Bana bir şeyler anlat!” deyin ve derdinizi söyleyin ve hiç şüpheniz olmasın ki, böyle bir dost sizi elinizden tutacak, hayatın çeşitli girdap ve labirentlerinden geçirecek ve yeniden aydınlık iklime kavuşturacaktır. Zâhiren onun sözlerinde bir ekşilik ve iç burkuntusu duyabilirsiniz; fakat mühim olan işin neticesidir. İlk neşter darbesine katlandıktan sonra, her an onun yüz misli size ızdırap veren yaraların sancılarından kurtulacak ve dinen ızdırabınız bir cihetle ruhanî bir zevkle yer değiştirecektir. Ben şahsen bir devrede önüme oturmuş ve benden ders okumuş bir arkadaşıma bu mevzuda birçok defa müracaat ettim. O da kendine göre bana bir şeyler söyledi. Hiç zarar görmedim, aksine istifade ettim ve yararlandım.

Sizin de aynı çareye başvurmanıza bir mâni yoktur. Yeter ki mesele hasbîlik çerçevesinde ele alınmış olsun.

Beşincisi: Ecdadımız, işleyen demirin pas tutmayacağını en veciz ve en tonlu keyfiyetiyle ifade etmişler ve “İşleyen demir pas tutmaz.” demişlerdir. Aynı ifade hizmet insanı için de geçerlidir. Onun içindir ki gerilimi muhafazanın başka bir yolu olarak da bu mevzuun ele alınmasında yarar görüyoruz.

Psikolojik olarak insan, içinde bulunduğu işle daha yakından alâkadardır. Diğerlerinin yaptığı şeyler, kendi yaptığından mühim olsa da onu dolayısıyla ilgilendirir. İşte insandaki bu zaafı iyi kullanmak gerekir. Her mü’minin, dine ve millete hizmet etmeye ait bir meselenin ucundan tutarak işe sahip çıkması ve bunun yaygın hâle getirilmesi, terki caiz olmayan bir zarurettir.

Baştan beri saydığımız maddeler tatbik edildiği müddetçe -inşâallah- bizde gökkuşağı gibi bir gerilim meydana gelecek ve bizler de birer aksiyoner dava adamı olma ufkuna ereceğiz.

Tûl-i emel: Bitmez, tükenmez, sonu gelmeyen arzu ve istekler.
Kerih: İğrenç, çirkin, tiksindirici.
Mâşuk: Sevilen, âşık olunan.
Pervaz etmek: Uçmak, kanatlanmak.

[1] Buhârî, iman 9, 14; ikrah 1; edep 42; Müslim, iman 67; Nesâî, iman 2-4.
[2] Bkz.: Ebû Dâvûd, salât 46; Nesâî, imamet 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/196.
[3] Bkz.: Tirmizî, zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31.

İfsada Kilitlenmiş Kimselerin Bunca Tahribi Karşısında Neslimizi Nasıl Muhafaza Edebiliriz?

Hz. Âdem’den günümüze kadar küfür daima tahrip cihetini tutup gitmiş; inananlar da hep tamir tarafını sahiplenmişlerdir. Bu hâl günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Onun içindir ki, bu derdi vicdanında derinlemesine duyan Çağın Büyüğü şöyle diyor: “Eğer bu iki kuvvet arasında bir denge olsaydı ve aynı imkânlara sahip bulunulsaydı, inananlar adına büyük bir fütûhat görülecekti.”[1]

İmandan nasipsizlerin, bütün yaptıkları tahrip olagelmiştir. Onlar, insanın hissiyatını kamçılayarak onu şehvet çukuruna yuvarlamış, arzu ve isteklerini tahrik ederek yine onu maddenin esiri hâline getirmiş; makam ve mevkie vurduğu saykılla onları çok cazip göstermiş, bakışları bulandırmış, basit vasıtalarla büyük tahripler yapmış ve bütün bir gençliği şirazeden çıkarmışlardır. Eğer milletimiz lehine de her şey bu kadar kolay vücuda gelebilseydi, bunca çalışmanın karşılığında çok büyük muvaffakiyetler görülecekti… Hâlbuki biz, asırlardır her tarafı yıkılmış bir kalenin hem de çok büyük bir kalenin tamir ve onarımıyla meşgul oluyoruz.

Düşünmeli ki, bütün İslâm âleminde tevhidin temelleri sarsılmış, Allah (celle celâluhu) inkâr edilmiş, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) tezyife maruz kalmış, din bütünüyle hafife alınmış ve bütün cihanı aydınlatan hatta düşmanlarına bile mucizeliğini kabul ettiren aydınlık tufanı Kur’ân-ı Kerim ayaklar altında bırakılmış, inanmış insanların yanında bile âdeta dinin hiçbir ağırlığı kalmamış ve her şey içinden çıkılmaz hâle gelmiş. İşte böyle bir devrede hem yapacak iş çok hem de yapılan işlerin değeri büyük olur. Tahripkârlar bir taş çekiyor bütün duvarı aşağıya yıkıyor; Müslümanlar ise, taş taş üstüne koya koya o duvarı yeniden örmek ve örülen kısmı da ayrıca muhafaza altına almak zorundalar. Fakat bütün bunlarla beraber açıktan açığa inayet elinin göründüğünü söylemek de mümkündür. Bu satırlar bana, Pascal’a ait bir hatırayı hatırlatıyor. Pascal, bir vecd ve aşk insanıdır. Fakat tali’sizdir. Bir mütefekkirimizin dediği gibi: “Son anda vapuru kaçırmıştır.” Hz. Muhammed limanına kadar yanaşmış ancak kendini o nurdan kucağa atamamıştır. Bu ayrı bir mevzu. Benim üzerinde durmak istediğim ise, tamamen bize ait bir meseleye onun başından geçen bir hâdiseyi tavzih unsuru olarak kullanmaktan ibaret.

Kendisi anlatıyor: Bir faytonun içinde Ren nehrine doğru gidiyordum. Atlar birden gemi azıya aldılar. Kurtulmam mümkün değildi. Nehrin içine yuvarlanmam mukadderdi. Birden beklenmedik bir hâdise oldu. Atlar arabadan koptu, nehire uçtu ve ben iki nuranî el sayesinde, arabamla beraber nehrin kenarında kalıverdim.

O güne kadar sefih bir hayat yaşayan Pascal, bu hâdisenin tesiriyle bir manastıra kapanır ve ömrünün sonuna kadar orada, düşünen, gören, bilen bir rahip gibi yaşar.

Bize gelince, Pascal’ın ömründe bir kere gördüğü bu nuranî elleri başımızdan geçen yüzlerce hâdisede yüz defa müşâhede etmekteyiz. Rabbimize sayısız hamd ü senâlar olsun.

Onların, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, bar ve pavyonlarıyla, diskotekleriyle gençliği tahrip etmelerine mukabil, biz gençlere namaz kılın, oruç tutun, nefsinize ait bir kısım isteklerden fedakârlıkta bulunun.. kendiniz için değil etrafınız için yaşayın ve gelecek nesiller adına kendinizi feda edin gibi zâhiren çok zor görünen teklifler götürüyoruz. Buna rağmen, yine de kabul görüyoruz ki, binlerce genç İslâmî meselelere yürekten sahip çıkıyor. Bizim senelerce evvel söylediğimiz Çin ve Rusya’ya ait yıkılışların bugün herkesin malumu olan âdiyattan birer vâkıa hâline gelmesi gibi, dün söylenilmesine rağmen anlaşılmadığı hâlde bugün ayne’l-yakîniyle vâkıf olunan nice meseleler var ki, orta kuşağın elmas ülkelerinde müşâhede ettiğimiz bunca değişikliklere sebebiyet veriyor. İnsanlık dinin karşısında, güneş karşısında kalıp eriyen buz parçaları gibi eriyor ve su hâline geliyor. İnançsızlık kulesi yukarıda olmasına rağmen, hızla kaymakta ve aşağıya doğru yuvarlanmakta, iman burcu ise her gün biraz daha yükselmektedir. Önümüzdeki yıllarda çok şey değişecek ve İslâm âlemi dünyada lâyık olduğu yeri muhakkak alacaktır.

Esasen; biz, bize düşeni yapmalıyız. Nesli koruma ve muhafaza etme Cenâb-ı Hakk’a ait bir iştir. O’nun sonsuz rahmetinden ümit ediyoruz ki, bin bir çileyle yetişen bu nesli, sıyaneti altına alıp muhafaza etsin ve ümit tomurcuklarını canavarlara ezdirmesin. Aslında O’nun inayet eli uzanmasaydı, bunlar bizim aklımızın yeteceği işler değildi. Evet, O lütuf ve ihsanda bulundu, bizi hiç bilmediğimiz vadilere sevk etti. Neden sonra anladık ki, oralara girmemiz gerekiyormuş. İşin başında gördüğümüz bu yardım ve inayetin işin sonuna kadar devam etmesini O rahmeti sonsuzdan dua ve niyaz ediyoruz…

Saykıl vurmak: Cilâlamak, parlatmak.
Ayne’l-yakîn: Gözle görülüp edinilen bilgi.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.

[1] Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, 2/1632.

Kur'an Niçin Ebû Leheb Gibi Kişilerden Bahsediyor, Hikmetini İzah Eder misiniz? Bu Onun Belagat ve Fesahatına Nasıl Uygun Düşer?

Ebû Leheb, nur hanesine yakın bir yerde neş’et etmesine rağmen o nurdan istifade edemeyen tali’siz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzza’dır.

Ebû Leheb’den bahseden sûrenin meali kısaca şöyledir: “Elleri kurusun Ebû Leheb’in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.”[1] O iradesini hep kötüye kullandı. Allah Resûlü’nün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe’ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabiî, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası mânâsına gelen “Ebû Leheb” ismiyle hitap edilmektedir. İslâm dininin i’lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücadelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey akîm kaldı. Benî Ümeyye’nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemil denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazandıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlâtları da onu kurtaramadı. Hâlbuki o onlarla çok övünürdü…

Bedir’e iştirak edememişti. Bedir’de Müslümanların zaferi Mekke’ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler!” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi’in üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas’ın kölesiydi. Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb’in başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb’e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.[2]

Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar yakın olmasına rağmen -hem O nurdan istifade edememiş olması bir yana- en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyada hem de ukbâda onu çetin bir ceza ve netice bekliyordu. Dünyadakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa…

Karısı Benî Ümeyye’ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Resûlü’ne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serveri’ne karşı yapılan edepsizce muamelelerin pek çoğuna iştirak eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Resûlü’nün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihan Serveri’ne olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrur kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve cariyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezasını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur’ân böyle söylüyordu.

Ebû Leheb inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında “Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez.” derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını Allah Resûlü’ne karşı kullandı, O’na düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe’deki putları ta’ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihanları ifade edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifade lüzumunu duymadılar.

Duymak şöyle dursun Ebû Leheb hep Allah Resûlü’ne kötülük yaptı. Dünya durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb’in vicdanında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O, böyle vicdandan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice Validemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedîleştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Talip de aynı sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidayete eremeden gitmişti. Allah Resûlü’ne olan sevgisi ancak, bir Müslüman’ın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu.

Ebû Talip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Resûlü’ne bu kadar yardımcı olan ve O’na sahip çıkan bir insanın hidayete eremeyişi ne kadar hicranlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Bir gün yaşlı babasını aldı. Allah Resûlü’ne getirdi. Ebû Kuhâfe Müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Resûlü, sordu: Yâ Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun? Sevinsene; baban Müslüman oldu. Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: “Keşke şu anda sana biat eden eller Ebû Kuhâfe’nin elleri olacağına Ebû Talip’in elleri olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib’i Ebû Kuhâfe’den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe’ye tercih ederdim.”[3]

Merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet edip suiedepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Talib’e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o, benim Efendim’i senelerce himaye etti, korudu, O’nun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimiz’in elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.

Ebû Talip Allah Resûlü’nü bu derece sıyanet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb, O’na her türlü işkenceyi reva görüyordu. Allah Resûlü kabile kabile geziyor ve hak din olan İslâm’ı anlatıyor, insanları bu dine davet ediyor; O’nu bir gölge gibi takip eden kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan O’nu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb’in ta kendisiydi.

Kabile ve soy olarak O’na en uzaklar en erken gelip Allah Resûlü’ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu.

Şimdi böyle bir insana Kur’ân’ın “Elleri kurusun!”[4] demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zayi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur’ân’ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl telif edilirdi?

İkincisi: İslâm’a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur’ân onun hakkında “Canı çıkası ne kötü karara vardı.”[5] tabirini kullanıyor. O da Halid b. Velid’in babasıydı. Ancak Allah Resûlü’nün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine “Acaba nasıl iftira atsam?” diye düşünüyordu. Şair mi, kâhin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur’ân’a sihir, Allah Resûlü’ne de sâhir demeye karar verdi de, Kur’ân’da onun bu kararına karşı Cenâb-ı Hak, ona yukarıda zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: “Canı çıkasıca ne kötü karar verdi.”[6] Ve daha nice kâfirler Kur’ân’da levm edildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Leheb eğer istisna edilmiş olsaydı, acaba bu, Kur’ân’ın âlemşümul olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b. Muğire’nin kınandığı bir yerde, Ebû Leheb kınanmasaydı, bu işin müşahitleri, Allah Resûlü’ne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf O’na sıhrî olan karabetinden dolayı korunup muhafaza edildiği zehabına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur’ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb’i de diğer müşriklerin kategorisine dahil etti.

Üçüncüsü: Bu sûre Mekke’de nazil oldu. Ebû Leheb ise Bedir Muharebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba ait bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Leheb ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur’ân ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Resûlü, Bedir’de ölecek Kureyş’in ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu mü’minlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişti. Ebû Leheb’in de o şekilde ölmesi inananların kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve “Dikkat edin!” diyordu. Zira Kur’ân’ın vaad ettiği her şey oluyordu. Ortada bir zafer vaadi vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç Müslüman’a herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müsbet netice itibarıyla bir bakıma şarttı ve zorunluydu.

Bazen küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, mânevî hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre kadar tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûp gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesile olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hatıra gelen intibanın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur’ân’da Ebû Leheb ve emsalinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.

Dördüncüsü: Son olarak şunu da ilave etmeliyiz ki, bu psikolojik tesir inanan kesimde, dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye başlamıştır. Mutlak küfürleri, şek ve şüpheye inkılâp etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdanlarında hapsolan tasdikleri, ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri küfür urbasını çıkararak iman hil’atini giydi ve irşadda bulunmak için döndü gittiler. Bu da iman ve insanlık adına az bir kazanç değildir.

İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur’ân’a yakışan ve onun hikmet dolu beyanlarının tezahürü olan öyle mucizevî bir üslûptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiçbir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi harikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüç edip durmaktadır. Evet Kur’ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidayetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nazil olmuştur. Bu da, Kur’ân’ın fesahat ve belâgat ifade eden beyanına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir.

Gayz: Öfke, hınç.
Ta’ziz etmek: Yüceltmek.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.
Sâhir: Sihirbaz, büyücü.
Âlemşümul: Evrensel.
Hil’at: Padişah veya vezirlerin başarılı memurlara veya takdire hak kazanan kimselere giydirdikleri kıymetli, süslü elbise, kaftan.
Temevvüç: Dalgalanma.
Tergîb: Sevdirip teşvik etme.
Terhîb: Korkutup sakındırma.
Fesahat: Kelimenin kolay, akıcı ve mânâsı anlaşılır olup birbiriyle âhenkli harflerden oluşması.
Belâgat: Sözlü veya yazılı ifadenin doğru, düzgün, yerinde, kusursuz ve muhataba faydalı bir şekilde kullanılması.

[1] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1-5.
[2] Muhammed b. Yusuf es-Salihî, Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşad, 4/67.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/160; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/116.
[4] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1.
[5] Müddessir sûresi, 74/19.
[6] Müddessir sûresi, 74/19.

Mesleğimiz İtibarıyla Çok İstediğimiz Bir İdealimiz Vardı. Kaybetmenin Verdiği Üzüntü, İçtimaî Yönümüzü Tesir Altında Bırakıyor. Bu Duruma Nasıl Mâni Olabiliriz?

Arkadaşımız bu sorusuyla çokların başına gelebilecek bir meseleye tercüman oluyor. Kendi başına gelen bir hâdise ve onun kendisinde hâsıl ettiği menfi tesiri de samimî bir dille ifade ediyor.

Kur’ân-ı Kerim, “İnsan her arzuladığını elde edeceğini mi zannediyor.”[1] âyetiyle bu hususa temas etmektedir. İnsan harîs olmamalıdır. Dünya da, ahiret de Allah’a aittir. Bazen buradaki kaybetmeler orada kazanmaya sebep olur. Cenâb-ı Hak burada alır, orada verir. Hem aldığına mukabil neleri vereceğini ve bizi ne sürprizlerin karşılayacağını bilemeyiz.

Duhâ sûresinde Efendimiz’e hitaben “Vele’l-ahiretü hayrun leke mine’l-ûlâ”[2] denilmekte ve ahiretin ûlâdan daha hayırlı olduğu bildirilmektedir. Bir son bir evvelden daha hayırlı iken, kaybedilenlere üzülmek niye? Yarının kazancını düşünerek hamd edip sevinmeli değil miyiz?

Hayatımızı bir tetkik edelim. Muhakkak herkesin başından bir değil birçok hâdise geçmiş; hepsi de bu hükmümüzü teyit etmektedir. Önce kaybettiğimiz şeylerin üzüntüsüyle iki büklüm olurken, sonra bu kaybedişin nasıl ilâhî bir lütuf olduğunu görmüş, hayretimizden dilimizi yutacak hâle gelmişizdir. Bazen Cenâb-ı Hak bizi cebren bir yere sevk eder. Bu sevk ve hicrette eski durumumuzdan ve dostlarımızdan ayrılmak bize ilk önce çok zor gelebilir. Fakat bu sevkin ardında Allah, bizim elimizle öyle fütûhat ihsan eder ki eğer biz onu işin başında bilmiş olsaydık değil inkisar, koşarak hatta sürünerek oraya giderdik.

Meseleyi müşahhaslaştırmayı zait görüyorum. Zira biliyorum ki, ben şu sözleri sarf ederken dahi sizler muhayyilenizin yardımıyla gittiğiniz mazide, kendinize ait bir mevzuda nice misaller bulup hayalinizde canlandırıyorsunuzdur…

“Hayır, Allah’ın tercihinde olandır.” O’nun kesip biçtiği ve takdir ettiğine razı olmak gerekir. Bu, Rabb’e karşı öyle bir hoşnutluk ifadesidir ki, içinde çok ince bir merbutiyet, kulluk ve ihlâs mânâları taşımaktadır.

Allah Resûlü bize sabah akşam okunmak üzere bir dua öğretiyor: “Radînâ billâhi rabben ve bi’l-İslâmi dînen ve bi-Muhammedin nebiyyen -Rab olarak Allah’tan, nebi olarak Hz. Muhammed‘den (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve din olarak da İslâm’dan razıyız.”[3]

Mademki, bütün bunlardan razıyız, razı olan razı olduğuna teslim olur. Öyle ise, biz de bütün benliğimizle O’na ve O’nun razı olduğuna teslim olmalıyız. Evet, böyle davranmakla az şey kaybediyor, fakat çok şey kazanıyoruz. Sual sahibi kardeşimiz de müteselli olsun. Her birimizin olmak isteyip de olamadığı ve daha sonra da olamadığına memnun olduğu çok şeyler vardır. Fakat Allah’ın oldurduğu hepsinden daha güzeldir. Bizim arzumuz değil, Rabbimizin isteği; bizim temennilerimiz değil, Rabbimizin dilediği… İşte kulluğun ruhundaki sır da budur. Ayrıca görüyoruz ki; “O, istediğini aziz, istediğini de zelil kılıyor.”[4] Nice dünün azizleri var ki, bugün birer sefil ve geçmişi nice sefil ve derbederler de var ki bugün birer sultan…!

Bizim uzak ve baîd gördüğümüz, Allah nazarında çok yakındır.[5] O öyle şeyler görür ve ileride de bize gösterir ki, bugünden o farklı yanları görebilseydik, arzu ve istek akışlarımız hemen mecra değiştirirdi. “Güzel bir sabırla sabret!”[6] Allah’a güven ve O’na itimat et![7] Dünya ve ahirette tek geçer akçe O’nun rızasını elde etmektir[8], O’nu ara ve bulmaya çalış. Bulduğun zaman da kapan secdeye ve ömür boyu şükret!…

Merbutiyet: Bağlılık.
Baîd: Irak, uzak.

[1] Necm sûresi, 53/24.
[2] Duhâ sûresi, 93/4.
[3] Müslim, iman 56; Tirmizî, iman 10.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
[5] Bkz.: Meâric sûresi, 70/6-7.
[6] Meâric sûresi, 70/5.
[7] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/173; En’âm sûresi, 8/62, 64; Tevbe sûresi, 9/129; Zümer sûresi, 39/38.
[8] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/15; Tevbe sûresi, 9/21, 72.

Peygamber Efendimizin Kadınları Dövme Tavsiyesi Nasıl Değerlendirmelidir?

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadınları dövme tavsiyesi diye bir şey yoktur. Veda hutbesinde söyledikleri herkesin malumu. Cevabı istenen husus ise Nisâ sûresinin 34. âyetinde anlatılan mevzuyla alâkalıdır. Bu âyette anlatılan ve erkeklere tavsiye edilen maddeler ise şunlardır:

Birincisi: Serkeşlik, küstahlık ve başkaldırmasından endişe edilen kadınlara erkeklerin yapacağı ilk iş onlara nasihat etmektir.

Kadınlar sizin elinizin altında bulunurlar, istediğiniz işleri görürler, neslinizi devam ettirirler, siz de bir mürşid gibi, nasihat eder, irşadda bulunur ve onları insanlık semasına yükseltmeye çalışırsınız. Onların bir kısım zaaf ve temayülleri vardır. Bu mevzuda siz daima onlara payanda olacak ve istikamet yolunu göstereceksiniz. Belki onlar kendilerine ait kozları kullanmak isteyecekler; fakat size düşen ilk vazife onları Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesine ulaştırmaktır. “Feizûhünne” emri en kısa ve hulâsa mânâsıyla bunu âmirdir.

İkincisi: Kadınların erkeklere diş geçireceği ve onları alt edeceği yer yatak odalarıdır. Kadın orada erkeğe diş geçirirse, hayatın diğer safhalarında da erkek ona söz dinletemez. İşte onların hâkim olduğu o yerde, erkek, edep sınırını aşmadan ve yaptığından evin içindekileri veya başkalarını haberdar etmeden, meselenin mahremiyetini koruyarak, kadına karşı iradesinin hakkını verir ve orada mağlup olmazsa, psikolojik olarak kadının hizaya gelmesi çok daha kolay olacaktır. Yalnız çok hassas davranılması gereken bu noktada ifrat ve tefritten kaçınmak lâzımdır. Zira her ikisinden de, beklenen neticeyi elde etmek mümkün değildir. Erkek odayı terk etmeyecek, kendine ayrı bir yatak yapmayacak belki aynı yatakta sırtını kadına dönerek mesafeli duracak. Zaten iradesinin hakkını vermesi de o esnadaki dirayetiyle belli olacaktır. Böylece onu, kendi silâhıyla alt etmiş olan erkek, kadına koz kullanma fırsatı vermemiş ve onun benlik gösterilerine kendi “Ben”iyle mukabelede bulunmuş olacaktır.

Ancak, hatırlatmak gerekir ki, âyette anlatılan hususlar belli bir tertip içinde anlatılmaktadır. Her ne kadar Ebû Hanife’ye göre “vav”lar mutlak cem içinse de, cumhura göre tertip içindir ve belli bir sıra takibi şarttır. Yani evvelâ nasihat gelmektedir. Eğer nasihatten hiçbir fayda elde edilemezse, o takdirde yatakta onu kendi hâline bırakma safhasına teşebbüs edilir. “Vehcürûhünne fi’l-medâci’i” emrinden biz bunu anlıyoruz.

Üçüncüsü: Bazen bütün bu yapılanlar da kâr etmez. Kadın huysuzluğunu sürdürür durur. İşte bu noktada, belli prensipler dahilinde ve bir arızaya meydan vermemek şartıyla hafifçe dövmek üçüncü merhalede kabul edilen bir çaredir ki, “Vadribûhünne” bunu ifade etmektedir.

İşte, bu üç merhale nazara alınarak meseleye öyle bakmak iktiza eder; yoksa, ister lehinde, ister aleyhinde gidip hemen dövmeye takılmak dengesizliktir. Bir kere dövme esas değildir. Medine devrinde erkekler, Allah Resûlü’ne gelerek kadınların huysuzluğundan şikâyet ederler. O da “Fazla acıtmadan hafifçe okşayın.” buyurur. Bir müddet sonra da Hane-i saadetin odaları, kocalarından dayak yiyen şikâyetçi kadınlarla dolar. Ezvâc-ı Tahirât, durumu İki Cihan Serveri’ne bildirirler. Bunun üzerine Allah Resûlü, mescide gelerek sahabeyi toplar ve onlara “Duydum ki kadınları dövüyormuşsunuz. Bundan böyle kadınlar dövülmeyecektir.” der ve meseleyi kesip atar.[1] Önce onlara bir ruhsat vererek, şikâyetin meydana gelmesine imkân hazırlamış ve şikâyet vuku bulunca da “Dövmeyeceksiniz” demiştir.

Kadını dövmeme hususunda Allah Resûlü’nden şerefsüdur olan birçok hadis-i şerif vardır. Âdeta bu hadisler âyette mücmel bırakılan bazı hususları tafsil ve beyan etmiştir. Bilhassa, gündüz, kadını hayvan döver gibi dövüp, gece de yanına gitmeyi sert bir lisanla kınamıştır.[2] Gece bütün bağları koparmak zorunda olan insanın sabahki tavrı hiç de hoş karşılanmamıştır.

Dövmek en son ve mecburî istikamet neticesi ruhsat verilen bir hareket tarzıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi birinci ve ikinci maddelerin fayda vermediği yerde kullanılır. Yani istisnaî bir durumdur. Başka türlü yola gelmeyen ve fıtratı ancak dövmekle yola gelmeye müsait olanlara tatbik edilebilir. Döverken de, canını fazla yakmayacak ve bilhassa yüze vurmaktan da kaçınacaktır. Zira Allah Resûlü “Vetteki’l-veche -Yüzden sakın.” buyurur.[3]

Yüz, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetini temsil eden en parlak aynadır. Yüzde o mânâya ait çizgiler vardır, dolayısıyla yüze vurulmamalıdır. Haddizatında dövmekten gaye, onun onur ve gururunu harekete geçirmektir. Bunu temin için en asgari ölçü neyse o kullanılmalıdır. Ben, şu satırların yazıldığı sırada elli küsur yaşındayım. Ve ilkokul öğretmenimin hafifçe kulağımdan tutup, “Sen de mi?” deyişini hâlâ hatırlıyor ve hatırladıkça da içimde o tedipten aldığım nasihati aynen o günkü gibi hissediyorum.

Kadını dövme, ıslah için başvurulan en son çaredir, dedik ve kat’iyen can yakıcı olunamayacağını da ilâve ettik. Burada şu noktayı da belirtmemiz icap edecektir. Islah düşüncesinin dışında ve can acıtıcı şekilde dövmelerde, erkek Allah katında mesul olur ve bu şekildeki davranışlar da kat’iyen caiz değildir.

Nasıl ki nasihatle onun düzelmesini düşünüyor, nasihat ediyor ve nasihatin bütün yollarını kullanıyoruz, nasıl ki yatağını terk etmekle ona karşı boykot yapıyor, fakat gururunu, onurunu kırmıyor, onu mahcup etmiyor ve sadece salâhını düşünüyoruz, aynen öyle de, şayet, hafif bir dövmekle düzelecekse, o zaman da onu tatbik edeceğiz. Yoksa, bana baş kaldırıyor, serkeşlik yapıyor diye, hayvan döver gibi onu dövmek; maksadı, mânâsı, hedefi olmayan, cahilce ve acemice bir harekettir ki, Allah katında insanı muhakkak mahcup ve mesul eder. Bu, bütün terbiye şekilleri için de geçerli bir husustur. Meselâ bir hoca talebesini, tedib ve ıslah gayesinin ötesinde dövemez, aksi hâlde o da mesul olur.

Şimdi ben size sorayım: Bu türlü kademelerle gelinip ulaşılan bir dövmeye hangi akıl ve mantık sahibi itiraz edebilir. Hem yüz kadından birinde böyle bir dövme, müspet tesir icra ederek o kadını yola getirecekse, İslâm dini niçin böyle bir çarenin önünü tıkasın? Bu da terbiye usûl ve metodunun bir parçasıdır. Efendimiz, “Vurun” derken bu ölçü içinde demiştir, “Vurmayın” diye men ederken de işkence, eza, cefa ve intikam alma hissiyle yapılan dövmelere karşı kadını korumak için demiştir.

Bu mevzuyla alâkalı olarak akla gelebilecek bir husus da şudur: Kadının “nüşûz” ve baş kaldırması karşısında erkek kadını dövüyor da erkeğin bu türlü bir davranışı karşısında kadın niçin onu dövemiyor?

Erkek kavvâmdır. Âyet “er-Ricâlü kavvâmûne ale’n-nisâ” dır.[4] Hükmün menatı da anlatılır: “Bimâ feddalâllahu ba’dahüm âlâ ba’dın – Allah bazınızı bazınıza, bazı noktalarda üstün kılmıştır.” Erkeklerin birçok noktalarda kadına karşı üstünlüğü vardır. Fakat bu üstünlüğü, aynı organizmaya bağlı uzuvlar arasındaki üstünlük gibi değerlendirmek gerekir. Meselâ, erkek bu organizmada şayet göz gibiyse, kadın da kulak gibidir veya erkek beyinse kadın kalbtir. İkisi arasında işte böyle ciddî bir irtibat vardır. Biri kan pompalarsa diğeri yaşar, onda bir kanama olursa diğeri de durur. Hayatları iç içe girmiş bir vücudun ayrı ayrı yanları gibidir. Böyle bir hususiyeti kabul etmekle beraber, mutlak mânâda kıvâmenin erkeğe ait olduğu da şüphesizdir.

Erkek bütün bir senesini faaliyet içinde geçirebilir. Bazen en ağır işlerde çalışır. Fizikî ve psikolojik yönden daima daha kuvvetlidir. Batı dünyası dahi en ağır işlerde erkeği kullanır. Maden işçileri hep erkeklerden seçilmektedir.

Kadın ise, ayın bazı günlerinde devre dışı kalmak zorundadır. Lohusalık hâlinde bazen iki aya yakın aktif olamaz. İrade ve fizikî yönden zayıftır. Her zaman cemiyetin her kesiminin içinde bulunamaz. Bazı durumlarda en mukaddes emanetini kaybedip cemiyet içinde kimsenin yüzüne bakamaz hâle gelebilir, onun için çok dikkatli olmak mecburiyetindedir. Mahremi olmadan uzak yerlere yolculuk yapamaz.

Bütün bunlar ve burada saymayı gereksiz gördüğümüz şeyler gibi herkesin malumu olan durumlar nazara alınacak olursa, erkeğin kadına karşı üstünlüğü inkâr kabul etmez bir gerçek olarak ortaya çıkar. Bununla beraber cemiyetin, her iki cinse de ihtiyacı, her türlü izahtan vârestedir. Kadın, ön sezisiyle ve içinde taşıdığı şefkat duygusuyla erkekten çok üstündür. Onun içindir ki, çocuğun bakımını anne üstlenir. Çünkü bu iş babanın altından kalkabileceği bir iş değildir. Fakat o da dış hâdiselerin tazyikine karşı mukavemetlidir. Evet o, en ağır işlerin altından dahi kalkabilecek güçtedir.

Gece yarısı çocuk ağlamaya başlayınca, bazen baba oda değiştirir. Anne ise yattığı odadan çocuğun odasına koşar. Belki bazen sabaha kadar onun başında durur. O çocuğuna karşı çılgınca bir şefkat taşır. Hatta hikâye ederler: Çocuk anasını kesmiş, doğramış da sıra ciğerine gelince bir bıçak da oraya atmış. Ancak, bu arada kendi elini de kesmiş. Can havliyle “Anam” demiş. Ciğerden ses gelmiş “Yavrum” ve kesilen elin üzerine sarılıvermiş. Bu elbet bir hikâyedir. Ancak kimsenin şüphesi olmasın ki, hakikaten böyle bir canavar evlât, anasına bu zulmü yapsa, sonra da başına bir iş gelse ona herkesten evvel sarılıp “Yavrum” diyecek olan yine anadır. İşte, bu duyguyla kadın erkekten üstündür. Bu üstünlük yerinde kullanıldığı zaman da büyük hayırlara vesile olacaktır.

Kadın, nesil yetiştiriyor. İyi bir talim ve terbiye ile onları insanlığın evcine çıkarıyor. Erkek hayatının büyük bir bölümünü dışarıda geçirir. Hâlbuki kadın sabahtan akşama kadar bir tül gibi evlâdının başında titrer ve ona insanlığa giden yolları gösterir.

Cihangirleri anneler yetiştirir. Büyük insanları, İnsanlığın İftihar Tablolarını hep anneler şekillendirir. Kadın kendine ait bu meziyetlerle, erkek de yine kendine ait kabiliyetlerle örfâneye iştirak ederse, bu bütünleşmeden Cennet ikliminin yaşandığı bir aile ve fazilet topluluğu cemiyet vücuda gelir.

Erkek kadınsız, kadın da erkeksiz eksiktir. Onun içindir ki, her şeyin mükemmel olduğu Cennet’te Hz. Âdem’den hemen sonra Hz. Havva Validemiz yaratılmıştır. Eğer ilk yaratılan Havva olsaydı, şüphesiz hemen ardından da Âdem yaratılacaktı. Zira her ikisi de birbirisiz olamazdı…

Kadın evin dahilî işlerini, erkek de haricî işlerini deruhte etmekle mükelleftir. Erkeğin işlerinin kendine göre zor tarafları olurken, kadın için de aynı şeyleri söylemek zorundayız. Fakat, “mağrem itibarıyla mağnem” kaidesince erkeğin evde “kavvâm” kılınması onun mesuliyetini daha da ağırlaştırmaktadır. Onun içindir ki kadının ve çocukların nafakası, bütün hayat şartlarının temini erkeğe ait vazifeler arasında sayılmıştır.

Bugün feministlerin teklif ettikleri kadın hakları, esasen kadını muallâ mevkiinden alıp ayaklar altında hor ve hakir hâle getirmek demektir. Kışın üryan, yazın ise palto ve yünlülere sarılıp sarmalanıp gezmek ne ise, kadını erkekleştirme gayreti de aynı hamakat örneğidir. Kadın yerinde kaldığı müddetçe sultandır, büyüktür ve kadınefendidir. Erkek de sınırını aşmadığı sürece, hürmete lâyık bir azizdir. Bu şekildeki yerlerini değiştirmek isteyenleri Allah Resûlü lânetler[5], çünkü fıtratla çatışmaya girmişlerdir. İnsanı meydana getiren uzuvlara yer değiştirterek, kulağı diz kapağına, burnu karnın ortasına veya gözleri ayakların altına yerleştirmek insanı ne hâle getirirse, kadın ve erkeğe böyle yer değiştirme gayreti de erkek ve kadını o hâle getirecektir. Kadın, kadın olduğu, erkek de kendi yerini koruduğu müddetçe güzeldir ve fıtrîdir. Aksine gayretler ise, fıtrat ve tabiata karşı harp ilân etmek gibidir.

Ezvâc-ı Tahirât: Tertemiz eşler anlamında Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in eşlerine verilen genel ad.
Tedip: Cezalandırma, ceza vererek eğitme.
Nüşûz: İsyan etme, baş kaldırma.
Kavvâm: Yönetici, koruyucu.
Mağrem: Güçlük, zorluk, risk.
Mağnem: Kazanç, ganimet.

[1] Ebû Dâvûd, nikâh 41, 43; İbn Mâce, nikâh 51; Dârimî, nikâh 34.
[2] Bkz.: Buhârî, tefsir (91) 1; Müslim, cennet 49; Tirmizî, tefsir (31) 1; İbn Mâce, nikâh 51.
[3] Ebû Dâvud, hudûd 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/244, 251, 434.
[4] Nisâ sûresi, 4/34.
[5] Buhârî, libâs 51, 62; hudûd 33; Ebû Dâvûd, libâs 28; edep 53; Tirmizî, edep 34; İbn Mâce, nikâh 22; Dârimî, isti’zân 21.

Sahabe-i Kiram, Çocukları ve Hanımları, Kendi Şehitleri İçin Ağlayacakları Vakit Evvelâ Hz. Hamza İçin Ağlarlardı, Deniliyor. Sebebini Anlatır mısınız?

Uzun süre öyle oldu. Efendimiz’in bu mevzudaki hassasiyetini öyle tevil ve tefsir ettiler.

Hz. Hamza’nın Hâşimoğulları içinde durumu mertçe ve erkekçeydi. O bir şimşek gibi çakmış ve gitmişti. Ardından neslini devam ettirecek kimseleri de bırakmamıştı. Nasıl kendine has bir hayat yaşadı, gidişi de yine kendine has oldu ve geriye kimseyi bırakmadan gitti. Fakat buna karşılık O, hepimizin gönlünde öyle bir yer tutmuştur ki, kabul buyursaydı, evlâdı değil kapısının kıtmîri olur, yüzümüzü ayaklarına sürerdik.

Onun İslâm’a girişi, aynı zamanda Müslümanların ikbal döneminin başlangıcıydı. İki Cihan Serveri onu hem çok sever hem de onunla iftihar ederdi. O kadar ki bir defasında Hz. Hamza -içki yasak edilmediği günlerden birinde- içmiş ve sarhoş olmuştu. İşlediği bir hatadan dolayı belki onu itap etmek üzere gelen Allah Resûlü, onu bu hâlde görmüş ve sarhoşluğun tesiriyle söylediği bazı hezeyanları da duymuştu. Fakat ona, hiçbir itapta bulunmadan dönüp gerisin geriye gitmişti. Allah Resûlü belki de, kayar gider diye endişe ediyordu. Belki de ileride yapacağı büyük işleri biliyor, onu bu istikbaliyle alkışlıyordu…

Hz. Hamza Uhud gibi sarp bir yokuşa çarpınca, orada kendisine yakışır şekilde şehit oldu. Hiçbir şehide, hiçbir gaziye o kadar yiğitlik nasip olmamıştır.

Tarihçilerin bize verdiği bilgiye göre, o gün tam otuz üç kişiyi öldürmüş, sonra şehit olmuştu. Düşünün ölen müşriklerin yarıya yakınını o haklıyor, sonra da vücudu paramparça hâle getiriliyordu. Kız kardeşi Safiyye, onun mübarek nâşının üzerine abanıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor, kim bilir belki bir taraftan da vücudundan kopan parçaları toplamaya çalışıyordu. Evet, bir taraftan Hz. Hamza’nın hâli, diğer taraftan Allah Resûlü’nün halası Zübeyr’in anası olan Safiyye’nin hâli İki Cihan Serveri’ne çok dokunuyor ve O’nu rikkate getiriyordu.

Müslümanlardan yaralanmayan kalmamıştı. Altmış dokuz kadar da şehit verilmişti. Medine’ye dönüşte herkes kendi yakını için gözyaşı döküyordu. Ölenler için ağlanıyor, yaralananlar için ağlanıyor ve yaralanıp da evinde ölenler için feryatlar yükseliyordu. O hengâmede unutulan birisi vardı ki, ona gözyaşı döken yoktu. Şehitlerin Efendisiydi ama, onun için kimse ağlamıyordu. İşte bu manzara Allah Resûlü’nü tekrar rikkate getirdi. Dudaklarından dökülen sözler âdeta kırık bir kalbin iniltileri gibiydi: “Fakat Hamza’nın ağlayanı yok.” buyurdu. Sa’d b. Ubâde bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Koşarak ensar kadınlarını bir araya topladı. Hepsini Hamza’nın kapısı önüne götürdü. Onlara, “Evvelâ Hamza’ya ağlayın sonra kendi ölülerinize.” dedi. Daha sonra da, bu bir âdet hâline geldi. Gerçi bu âdet günümüze kadar devam etmedi, belli bir devreden sonra kesildi. Ne var ki, kıyamete kadar bütün Müslümanlar, kendi cenazelerinden evvel Hamza’ya ağlasalardı, o bile Allah’ın Aslanına az gelirdi…

Ayrıca bizlerdeki Hz. Hamza sevgisi bizzat onun şahsından kaynaklanmıyor. Allah Resûlü onu seviyordu, biz de seviyoruz. Cenâb-ı Hak onu seviyordu ve gökte onun adı “Esedullâh-Allah’ın Aslanı” olarak yazılıyordu, biz de bundan dolayı onu seviyoruz.

Bir de onun Allah Resûlü’ne olan kurbiyetinden dolayı taşıdığı bir mânâ vardır ki, o bizim görüş ufkumuzun dışındadır. Nazarlarımız oraya ulaşamıyor. Hz. Cafer için de Allah Resûlü başka türlü davranmıştı. “Şekliyle, ahlâkıyla bana benziyor.”[1] dediği bu şerefli sahabi şehit olunca, gitmiş bütün çocuklarını teker teker kucaklamış ve onları gözyaşlarıyla yıkamıştı. Onda da Allah Resûlü’ne yakınlıktan dolayı bir mânâ vardı ki onu da biz yine anlayamıyoruz.

Belki Aleyhissalâtü vesselâm’ın bu mevzuda gösterdiği hassasiyet, Cenâb-ı Hakk’ın bakışına göre bir vaziyet almanın ifadesiydi. Görüyorsunuz, Uhud’da şehit olan bunca sahabi vardır. Vardır ama, çok ehl-i keşfin müşâhedesiyle kim darda kalsa ve “Hamza!” dese, atıyla, kılıcıyla Hz. Hamza orada beliriverir. Bu ona ait bir hususiyettir.

Daha sonraları bir o kadar ağır şartlar altında mücadele veren insanlar, yiğitler olabilir ve bunlar kurşunlar altında, delik deşik olmuş vaziyette can da verebilirler. Fakat işin başında ve kuruluş devresinde, çok ağır şartlar altında ve Allah Resûlü’nün aydınlık atmosferi içinde mücadele veren o insanlarla kimse kıyas edilemez. Onlar arasında ise Hz. Hamza’nın, hususî bir yeri vardır. Bu arada, bunu cibillî karabetten dolayı duyulan bir alâka şeklinde tevil etmek isteyenler de çıkabilir ama, önemsenmeyecek kadar zayıftır.

İtâp: Azarlama.
Cibillî karabet: Akrabalık, aynı soydan olma.

[1] Buhârî, sulh 6; fezâilü’s-sahabe 10; meğazi 34; Tirmizî, menakıp 39.

Ahir Zaman Fitneleri Karşısında Durumumuz Nedir ve Nasıl Korunabiliriz?

On dokuzuncu asır, çeşitli İslâm ülkelerinin istilâya uğradığı ve Batı’nın bâtıl düşünce ve efkârının hegemonyası altında ezildiği bir devrenin adı gibidir. Gerçi Avrupa zalim ve münafıkları, madde plânında istilâ ettikleri bu yerleri terk edip geriye çekilmişlerdir. Ancak; düşünce adına ne kadar eracifleri varsa hepsini, zehirli bir tohum gibi işgal ettikleri ülkelere saçıp öyle gitmişlerdir. İçinde yaşadığımız asır, işte böyle tali’siz bir asırdır ki o tohumların nesepsiz neticeleri sinemizde boy atmış ve bizleri düşünce ve ahlâk plânında birer sefil durumuna düşürmüştür. Onlardan intikal eden bütün bu fitne kıvılcımları cehennemî bir yangın meydana getirmiş, bu yangın cemiyet hayatını yakıp kavurmaktadır. Bu fitneler yüzlercedir. Ve günümüzün nesli, işte, böyle fitnelere karşı tavrının ne olması gerektiğini sormaktadır. Şu sorunun sorulmaya başlanması bile bizi sevindirmektedir. Bence bu bir merhale kat edişin belirtisi olarak kabul edilip değerlendirilmelidir.

Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr eden güruh, evvelâ okunu tevhid akidesi üzerine savurmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliği hakkında zihinleri bulandırmak istemiş ve belli bir devre bunda muvaffak da olmuştur. Bu millet, Allah’ı inkâr etmenin bir moda hâlini aldığı devirleri de görmüştür. O devrede din bütünüyle hafife alınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhumlar hakarete maruz bırakılmıştır.

Milletin Kur’ân’a olan bağlılığı sistemli şekilde ruhlarda yok edilerek onun yerine başka kitapların gönüllerde yer etmesine gayret edilmiş, inananların sinelerinde apayrı bir sevgi tahtında oturan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüce isminin oradan sökülüp, başkalarının yerleştirilmesine çalışılmış, hatta Kâbe’nin yerine başka yerler teklif edilmiş ve işte nesiller böyle bir kaos içine itilerek özünden ve kökünden koparılmak istenmiştir. Bütün bu hareketler umum millette bir tesir icra edemese bile yeni ve toy nesiller buna mukabele etme irade ve gücünü kaybettiklerinden pek çoğu itibarıyla o akıntıya kapılıp gitmişlerdir.

Bugün bu fitne sebebiyle, nice ruhlar yaralı, nice kafalar malûl ve nice vicdanlar kapkaranlıktır… İrtidat ve dinden dönmelerin hadd ü hesabı yok… Taşıdıkları isimler, kendimizi uğruna feda edeceğimiz şahıslara ait isimler olmasına rağmen, Firavun’a rahmet okutacak kadar, o isimlerin taşıdığı mânâ ve muhtevaya düşman kesilen insanların zuhuru, hiçbir asırda bu kadar çıldırtıcı buuda ulaşmamıştır. Bu devrede sadece dünya nazara verildi. Cismaniyeti kamçılayan şeyler sevdirildi. İnsanlar, ahirete mukabil şu fâni ve geçici dünyayı satın alır oldular. Çünkü meydana getirilen umumî efkâr o merkezdeydi. Ve herkes bilerek veya bilmeyerek böyle bir yarışın içine çekilmişti. Ahireti tercih edip o yola girenler horlanıyor, diğerleri ise itibar görüyordu. Ve bunların hepsi birer fitneydi ve insanı dinden uzaklaştırıyordu…

İşte neslimiz böyle bir sırattan geçme mecburiyetinde bırakıldı. O sırat ki, bir tarafta kadın bir çengel olarak asılmış duruyor, başka bir yerde içki, bir başka yerde de kumar, rüşvet, ihtikâr, faiz… Evet, bütün bunlar birer çengel gibi asılmıştı ve nesiller için de bu yoldan geçme mecburiyeti vardı. Geçenler birinden kurtulsa büyük bir ihtimalle diğer çengellerden birine takılıp kalıyordu. Karşıya geçebilen seçkinler ise tahmin edilenden daha az, hatta azlardan da azdı…

Bir kuyuya nereden düşüldüyse çıkış ve kurtuluş yeri de oradan olacaktır. İşte bu hakikati, en erken kavrayanlardan biri olan Çağın Dev Pişdârı’nın onların tahrip ettiği noktalardan tamire başlaması bu hikmetten olsa gerek. Onlar bir ateş tutuşturmak istediler ve Cenâb-ı Hak da onların tutuşturduğu fitne ateşini söndürmeyi murat buyurdu.[1]“Emrinde galip olan Allah’tır.”[2] ve fitne ateşi, akide plânında geldiği deliğe tekrar tıkanmıştır. Amelle ilgili fitnelere, günahlarla alâkalı kıvılcımlara gelince, Kur’ân’dan, Allah Resûlü’nün nurlu beyanlarından ve okuduğumuz eserlerden aldığımız derslerle inşâallah bizde hâsıl olan kevserle o ateşi de bizler söndürmeye çalışacağız. Ancak bu mevzuda tek tek her mü’minin desteğine ihtiyacımız muhakkaktır. Zira fitneler birer düşman ordusu gibi üzerimize gelirken, fert olarak onlara mukabelemiz gayet güçtür, hatta imkânsızdır. Ve unutmamalıdır ki; “Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti daima gönül birliği yapmış toplumla beraberdir.”[3]

Erâcif: Uydurma, çirkin yalanlar.
Malûl: Hasta, sakat, illetli.
Pişdâr: Öncü, önder, rehber.

[1] Bkz.: Mâide sûresi, 5/64.
[2] Yusuf sûresi, 12/21
[3] Bkz.: el-Beyhakî, Kitabü’z-zühdi’l-kebîr, 2/162; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd, 1/75; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/234.

Bediüzzaman İçin, Van Gölü'ndeki Adayı Göstererek, "Bana Şu Adayı Versinler, Yanıma Alacağım Onbir Talebeyle Bütün Dünyaya Meydan Okuyabilirim." Dediği Söyleniyor. Doğru mudur? Doğruysa Nasıl Olur?

Büyük insanlara birçok söz isnat edilir. Ancak bunlar hakkında tam ve sağlam bir kanaate varabilmek için, o sözü bazı kriterlere tâbi tutmak icap eder. Bunların başında da; sözün isnat edildiği zatın eserlerine müracaat etmek gelir. Kitaplarında ve eserlerinde varsa kabul edilir; tabiî yoksa kabul edilmez, diyemeyeceğim… Evet, ikinci şıkta biraz daha hassas davranmak icap eder. Bana göre, böyle bir sözü Bediüzzaman Hazretleri söylemiş olabilir. Ve eğer söylediyse muhakkak doğrudur. Ancak şahsen ben, kitaplarında böyle bir söze rastladığımı hatırlamıyorum.

Bununla beraber, Bediüzzaman gibi bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun, insan yetiştirdiği takdirde, o, her zaman dünya ile oynayabilir. Tabiî ki, bu gibi meselelerde zaman ayarlaması, yapılmak istenen işin çapına göre hesap edilmelidir.

Hz. İsa (aleyhisselâm) cihan kapılarını, yetiştirdiği on bir insanla zorladı. İmparatorlukları dize getirdi. Ne var ki, bu mesele, kendisinden sonra asırlarca devam eden belli bir zaman dilimi içinde vücuda geldi.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kadın, bir köle ve bir insanla başlattığı bir işle, kısa zamanda yeri yerinden oynattı. Başlangıçta kimse, böyle bir neticeye ihtimal bile vermiyordu. Haddimi aşarak ben de aynı şeyi söylüyorum: Beş-on insanla cihana kendimizi anlatmamız ve ilâhî mesajı duyurmamız mümkündür. Kaldı ki, o büyük zatın açtığı çığırın mahiyeti bugün ortadadır. Bütün bunları hepimiz apaçık görüp müşâhede edebiliyoruz.

Bir de o beldeye hususî bir teveccühün bulunması da ayrıca önem arz etmektedir. Zira, hayatının her devresinde ve bütün idarî ve siyasî değişmelerde; imparatorluk, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde siyaseti elinde tutanlara devamlı telkini, Van vilayetinde yapılmasını tasavvur ettiği üniversite olmuştur.

Bu, onun için kalbini yakan bir kor, bir idealdir. Hikmetini tam kavrayamayabiliriz. Belki de Van’ın, Orta Doğu denilen inci, elmas kuşağına merkez olma hüviyeti, o zatı böyle bir düşünceye sevk etmiştir. Belki de Şark’ın hususî durumuna dikkatleri çekmiş ve ileride meydana gelmesi muhtemel hâdiselere karşı, temel esaslarını belirlediği bir üniversiteyi çok lüzumlu görmüş ki, ısrarla “Van Üniversitesi” demiş, durmuş…

Daha bizim bilmediğimiz sayısız hikmetleri de olabilir. İnşâallah onun arzu ettiği seviyede, böyle bir temsil keyfiyeti ileride tahakkuk eder.! O günü görme bahtiyarlığına erenler, o büyüklere ait her davranış ve sözün nasıl binlerce hikmete mâkes olduğunu hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç kalmadan müşâhede edeceklerdir. Emarelerini şimdiden gösteren Rahmeti Sonsuz, o işin tahakkuk safhasını da inşâallah lütfedecektir.. bunu ümit ediyoruz…

İslâm Fıtratı Ne Demektir? Hidâyet Nedir ve Hidâyete Nasıl Vesile Olunur?

Sahih bir hadiste, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi (günümüzde de falan filan…..izm’den) yapar.”[1] buyrulmaktadır.

a. Her insan, yaratılış itibarıyla lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar

Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibarıyla her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kâğıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti itibarıyla tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir hâlde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O’nun sahibi de Allah’tır (celle celâluhu).” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle simalar görürüz ki, âşinası bulunduğumuz mânâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, “Temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müspet bir insan.” deyiveririz.

b. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir

İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah’ın (celle celâluhu) sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve safvetini korur. O hâlde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hâli korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hıristiyan, ya Yahudi ya da Mecusî olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

c. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur

Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyya ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, “Bu kuş, uçacak.” deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hâle getirir. İradesinin suiistimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk hâline bakıp da, “Kuştur bu, uçar” diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da “Müslüman bu” veya “Müslüman olur bu” deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da iradesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısıyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.

d. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzuuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irade

Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müsbet veya menfî yönde müdahalede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, “Bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak.” diye yazılır.

Hidayet: Hidayet, cüz’î iradesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah’ın (celle celâluhu) yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidayet de tamamen Allah’ın (celle celâluhu) yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede, “Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi.”[2]; bir başka âyette ise, “Allah dileseydi, onları hidayet üzere toplardı.”[3] buyrulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin… ve sen, körleri de dalâletlerinden hidayete iletici değilsin.”[4] denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rekâtında hidayeti Rabbimiz’den diler ve günde kırk defa “İhdinâ’s-sırata’l-müstakîm”[5] deriz.

“Sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet eder.”[6] âyeti de, bu mevzuda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah’ın (celle celâluhu) Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Ben insanları hidayete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidayete sevk edip, kalblere imanı koyacak Allah’tır (celle celâluhu).”[7] buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah’tır (celle celâluhu).

Hidayete Vesile Olma

Bir âyette, “Şüphesiz sen, doğru yola hidayet edicisin.”[8]; bir diğer âyette ise, “Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun.”[9] buyrulur. Birinci âyette “hidayet edicilik” bahis mevzuu iken, ikincide “davet etme” söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hidayete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dalâleti de hidayeti de yaratan Allah’tır (celle celâluhu).

Allah (celle celâluhu), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidayet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve iradelerini hidayet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (celle celâluhu) onlar için hidayeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzuda Kur’ân’da, “Semûd kavmini hidayet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler.”[10] buyrulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana ait olup, onun meyillerine ve iradesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah’ın (celle celâluhu) hidayet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.

Hidayete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır

Kur’ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mâni kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı talim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.

Kur’ân’da iki yerde ‘vesile’ kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Mâide sûresi 35. âyette mealen, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız.” buyrulur. Daha başka âyetlerde ise, “Ve Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz.”[11]“Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır.”[12] buyrulmaktadır.

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah’a (celle celâluhu) seyr ile ermiş kimseleri, Allah (celle celâluhu) kat’iyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah’a (celle celâluhu) giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah’a (celle celâluhu) yürümüşlerdir. Hidayet yolları olan bu yollarda, Allah onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur.[13] Yani, Allah adına görmüşler, Allah adına duymuşlar ve Allah adına yürümüşlerdir; Allah da onlara başka yollara ait şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.

Günümüzde ise, hak ve hakikate tercüman olan, dine omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (celle celâluhu) adının, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâdının duyulması istikametinde çalışanları, Allah (celle celâluhu), -inşâallah- hidayet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek…

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinde -O’na bir mânâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (celle celâluhu), Habibini “En yakın akrabalarını inzâr et!”[14]“Hatırlat, öğüt ver!”;[15]“Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat!”[16] fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünya adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur’ân’ın beyanı içinde- neredeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede[17] hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun dava düşüncesi adına ne baş döndürücü fedakârlık örnekleridir..!

Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan-revan içinde bırakılması pahasına Taif’e gidip Hakk’a tercüman olması,[18] kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde “Gidiniz, serbestsiniz!”[19] diye affetmesi ve ashab-ı kiramına, kılıçların kınından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana “iman ve İslâm” davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi;[20] ayrıca, “Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır.”[21] irşadı ve emsali daha başka pek çok hâdiseler ve hadis-i şerifler, hidayete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.

Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzuda Söz Sultanı, “Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevapları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır.”[22] buyurmaktadır. Bir mescit bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescit veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescit veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa’y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, muhtaç talebelere burs vermiş, defter-kitap almış ve bir eğitim seferberliğine siz de katkıda bulunmuşsanız, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibadet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.

Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (celle celâluhu) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat’iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibadetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın “Ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim.” demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, “Sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim.” şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır.

Bunun yerine, hidayete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: “Allah’a (celle celâluhu) hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (celle celâluhu) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti.”

Birinin vesile olmasıyla hidayete eren kişi de şöyle demelidir: “Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan’ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temenna durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O’na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım’adır, yani Allah’adır. (celle celâluhu)”

Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan’a verip, hidayeti O’ndan bilmek, hiçbir zaman, hidayete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mâni değildir. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da Kâinatın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidayet vesilesi olan Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi ‘ulûhiyet’ mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, O’nun için “Abdühû ve Resûlühû” derken, bütün bir beşeriyetin O’na medyun bulunduğunu unutup, “Medyundur O’na bütün bir beşeriyet/Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.” dua ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, O’nun yolunda ve O’nun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak ‘mevt’ olarak bakılır; Kur’ân’ın ifade ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatiyle, O’nu kalblerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.

Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, iradenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (celle celâluhu) tarafından yaratılması meselesinden farklı değildir. İnsanın iradesiyle devreye girdiği her yerde Allah (celle celâluhu), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecellî edip, şerri yaratmaz; çünkü O’nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul iradesini şer yönünde kullanmada ısrar ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünya bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır… Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.

[1] Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5.
[2] Yunus sûresi, 10/99.
[3] En’âm sûresi, 6/35.
[4] Rum sûresi, 30/52-53.
[5] Fatiha sûresi, 1/6.
[6] Kasas sûresi, 28/56.
[7] ed-Deylemî, el-Firdevs bime’sûri’l-hitab, 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 1/116.
[8] Şûrâ sûresi, 42/52.
[9] Mü’minûn sûresi, 23/73.
[10] Fussilet sûresi, 41/17.
[11] Ankebût sûresi, 29/69.
[12] Talâk sûresi, 65/2.
[13] Buhârî, rikâk 38.
[14] Şuarâ sûresi, 26/214.
[15] Gâşiye sûresi, 88/21.
[16] Hicr sûresi, 15/94.
[17] Bkz.: Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/168.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/55; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/344.
[20] Müslim, cihad 3; Ebû Dâvut, cihad 82.
[21] Buhârî, cuma 29; cihad 102, 143; fedâilu’s-sahabe 9; meğâzî 38; libâs 38; et’ime 1; Müslim, fedâilu’l-Kur’ân 32, 34.
[22] Müslim, zekât 69; İbn Mâce, mukaddime 203.

Ruhların Yaratılışı Esnasında veya Daha Anne Karnında Cenin Safhasındayken İnsan İçin Saîd veya Şakî, Ya da Cennetlik veya Cehennemlik Yazılması Nasıl Olur?

Bu mesele, yerinde yeterince izah edilmiş olmakla beraber, burada da birkaç satırla açıklamaya çalışalım:

Her şeyden önce Allah (celle celâluhu), kulunun ileride iradesiyle nasıl davranacağını, Cennetlik ameller mi yoksa Cehennemlik ameller mi işleyeceğini, sonsuz ilmiyle ezelde bilir ve bildiği için yazar; yoksa kul, Allah (celle celâluhu) öyle yazdığı için Cennetlik veya Cehennemlik, saîd ya da şakî olmaz.

İkinci olarak, Allah (celle celâluhu), kulunun iradesini hangi yönde kullanacağını bildiği gibi, fiillerine tesir eden bütün sebepleri de bilir ve ona göre yazar. O insan üzerinde ailesinin tesir ve terbiyesi nasıl olacak, muhiti kendisini ne yönde etkileyecek, imana ya da küfre götürücü vesileler neler olacak ve o iradesiyle bunları nasıl aşacak, bütün bunları Allah (celle celâluhu) bilir ve ona göre yazar.

Biz, insanın Cennetlik mi Cehennemlik mi olacağını bilemeyiz; çünkü kaderden habersiziz. Hadisin beyanı içinde, sadece zâhirdeki davranışlarına, söz ve fiillerine bakar, bunları din ölçüsüne vurur, küfrünü gerektiren zâhir söz ve davranışları varsa, en fazla ‘kâfir’ der, fakat Cehennemlik diyemeyiz. Çünkü, zâhire göre davranma mecburiyetindeyiz. İşin hakikatine, o kişinin kalbine ve son nefesini nasıl vereceğine vâkıf bulunmadığımızdan, bu hususları Allah’a havale ederiz. Bugün ateist bildiğiniz birisi, bakarsınız bir zaman sonra imanı bütün bir insan oluvermiştir.

Burada yeri gelmişken, Almanya’da bir hoca arkadaşımızın şahit olduğu hâdiselerden birini nakledeyim:

Mescitler herkese açık, sohbet yapılıyor ve önemli bazı mevzular arz edilmeye çalışılıyor. Dinlemeye gelen gençlerden bir tanesi “Biliyor musunuz?” diyor, “Ben komünisttim.” Bu gence hemen ‘Cehennemlik’ der misiniz? Bu genç, bir kısım temiz arkadaşlarla tanışıyor, kendisine usulüne uygun olarak iman meseleleri takdim ediliyor ve bir cumartesi bu genci, yanında yabancı bir arkadaşıyla yatsı namazında görüyoruz. Ona da bir şeyler anlatılsın diye arkadaşını da getirmiş…

Evet, bu gence “Ben komünisttim.” dediğinde hemen ‘Cehennemlik’ yaftası vurup reddetseydiniz ne kazanacak ve son hâlini gördüğünüzde utanmayacak mıydınız? İnsanlar hakkında hüküm vermek ne vazifemizdir, ne de salâhiyetimiz dahilindedir.

Bir başka gencin, neslimizin hissiyatına tercüman olan şu sözlerine bakalım:

“Ben Köln’de kızıl bayraklar altında yürüyüşlere katılıyordum. Bir gün arkadaşlarımın yanına geldim. Sorular soruluyor, cevaplar veriliyordu. Komünizm sempatizanı olduğum için de bir tedirginlik duyuyor, konuşulanları can kulağı ile dinlemekle beraber, “Acaba totemlerime saldıracaklar mı, aleyhte söz söylenip, sloganlar atılacak mı?” diye teyakkuzda duruyordum. Bunların hiçbiri olmadı; fakat hiç duymadığım imanî mevzular anlatıldı. Aksi hâlde, tatmin olmayacak ve içki, kumar gibi alışkanlıklarımı da bırakmayacaktım.”

Yine soralım: Şu anda, hak ve hakikati başka insanlara da anlatmak için arabasıyla sağa sola koşturan bu genci, o hâliyle ve o yaşında nasıl Cehennem’e mahkûm edecektiniz? Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı şekilde, ismi fıtratına uygun olarak ‘Yasir’ yapılan bu yiğidi hemen gayyalara mı atacaktınız?

İşte, verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere Allah (celle celâluhu), insanın irade düğmesini bütün sebepleriyle hangi istikamette kullanacağını ve hangi istikamet üzerinde son nefesini vereceğini bildiği için, ruhlar âleminde veya anne karnında onun şakî-saîd, Cennetlik veya Cehennemlik olacağını yazar. İnsan da, hadisin ifadesiyle nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur.[1] Bize düşen, Allah’tan (celle celâluhu) ümit kesmeden ve neslimizin geleceğini de karanlık görmeden çalışmak ve imana, hidayete vesile olma yolunda gayret göstermektir.

[1] Bkz.: Müslim, cennet 83; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 3/331.

Son Derece Basit, Küçük ve Zayıf Bir İradeye Mukabil, Sonsuz Bir Cennet veya Cehennem'in Verilmesi Nasıl İzah Edilebilir?

Aslında bizler Cennet gibi gelecekle ilgili lütf-u ilâhîye nail olmayı değil, daha çok, başımızdan aşağı sağanak sağanak dökülen nimetlerin şükrünü nasıl eda edebiliriz diye düşünmeliyiz. Karşılıksız ve peşin verilen nimetlerin şükrünü yaptığımız kullukla eda etmemiz asla mümkün değildir. Dünya hayatında bir gün yaşamak için bir gün çalışırız; altı ay yaşamak için altı ay çalışırız ve “Keşke altı ay çalışıp, bir sene yaşasaydım.” der ve iki günlük hayat için bir günümüzü seve seve vermeye razı oluruz. Gerçek bu iken, dünya nimetleriyle asla kıyaslanamayacak kadar muhteşemlerden muhteşem Cennet’i kazanmak için, çoğu uyku, çocukluk ve dünyalık çalışmalarla geçen kısacık hayat nasıl yeterli olabilir? Bir de bu kazançta insanın yaptığı sadece düğmeye dokunmak ve parmağını uzatmak kadar ehemmiyetsiz bir fiil olursa?.. Ya, bu kadar basit bir meyil ve niyetle ebedî Cehennem’e nasıl müstahak olur insan? Şimdi meseleye birkaç cihetle ışık tutmaya çalışalım:

a. Niyet Yönünden

Ebedî Cennet, ebedî nimetler ve ebedî Cemalullah… Bütün bunlar, şu fâni, kısacık hayatımızın neticesi olamaz ve bizim maddî yönümüz de ebediyeti kat’iyen kucaklayamaz. Fakat, ‘ebedî iman niyeti’dir ki, bizi ebediyete sahip kılabilir. Elhamdülillah, Rabbimiz’e iman ediyoruz; bu imanda sebata ve sadakate kararlıyız. İrade düğmemizi bu istikamette kullandık ve yine irademizle bu ebedî imana niyet yönünden sahip olacağız. Rabbimiz’in kalbimizde bir meş’ale hâlinde yakıp tutuşturduğu bu hidayet yoluna da yine bizzat O’nun tarafından sevk olunmuş bulunuyoruz. Yetmiş yıl yaşayacaksak eğer, yetmiş yıl imanlı olmaya niyetliyiz; Rabbimiz yetmiş değil, yüz yetmiş yıl ömür verse, hatta bin yetmiş yıl ömür verse, yine dönmeyecek ve imanımızda sadakatle sebat edeceğiz. Yaşadığımız müddetçe, hatta ebediyen dünyada kalsaydık, yine imanımızdan dönmeyecek ve ebedî olarak Allah’a (celle celâluhu) inanacaktık.

İşte, Cennet ve Cehennem’e girmekte asıl olan da bu niyettir. Zaten, Allah’ın Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ameller niyetlere göredir.”[1] buyurmuyor mu? Herkes, niyetinin karşılığını görecektir. Niyetimiz ebedî iman çizgisinde kalmaksa, mükâfatımız da ona göre olacaktır. Ceza ve mükâfat, amelin cinsine göredir; ebedî imana ve ebedî iman niyetine ebedî Cennet. Bunun tam karşısında ebedî küfre ve ebedî küfür niyetine de ebedî Cehennem. Allah (celle celâluhu) suretlerimize, şeklimize ve şu fâni dünyada maddemizle ne kadar süre kaldığımıza değil, taşıdığımız niyete, sahip olduğumuz azme, kalbimizdeki imana, bu imandaki devamlılık niyet ve düşüncemize bakar.

Evet, niyet, yaşanan kısacık ömürde, imandaki sadakat ve sebat düşüncesiyle, yaşanmasa da, yaşanmış gibi ebedlere kadar zamanları aydınlatan bir ışıktır. Buna karşılık, her şeyi karanlık gören, karanlık niyetli kâfirin de ebedî hayatı, Cehennem mânâsına kapkaradır. Çünkü kâfir, ebedî iman nurunu yakmamak, daha doğru bir deyişle, irade düğmesini Allah’ın (celle celâluhu) kalb sarayının iman avizelerini yakmasına vesile kılmamak inat ve ısrarı içindedir ve milyonlarca yıl da yaşasa, bu inat, bu ısrarında devam edecek ve bir defa olsun o düğmeyi aydınlık yolunda kullanmak istemeyecektir. Böylece de kalbini, dünyasını ve ebedî hayatını karartan kara niyetinin kurbanı olacaktır.

Ebede uzansın niyetleriniz, ebede uzansın da, ebedler size bağrını açsın. Has niyetle geçen her saniyeniz, mukabele sırrıyla binlere ulaşsın…

b. Cezada takdir, suçun ağırlığına ve işlenmesindeki kasıt, niyet ve neticeye bakar; işlenme süresine değil

Dünyada 5 dakika süren bir adam öldürme suçuna ceza olarak bazen 25 yıl, yani yaklaşık 13 milyon dakika, bazen müebbet hapis, hatta bazen de idam veriliyor ve hiçbir zaman bu cinayetin ne kadar sürede işlendiği hesaba katılmıyor; belki, suçun ağırlığına, suçu işlemekteki kasıt, niyet ve neticeye bakılıyor. Küfür ve inkârın sırtında taşıdığı cinayetler, bir insanı öldürmekten çok daha fazla, çok daha ağırdır. Kâinatın Yaratıcısı’nın varlığına zerreler, hücreler, melekler, yağmur damlaları, atomlar ve moleküller adedince.. kısaca, sayılamayacak kadar çok şahitler vardır ve küfür, bu kadar şahidin şehadetini bir anda yok saymak demek olduğu gibi, bütün kâinatı karanlığa mahkûm etmek ve aynı zamanda bu kadar şahide âdeta yalancılık ithamında bulunmak demektir. Hem küfür, Yüce Sanatkâr’ı tahkir, onun kâinattaki nakışlarını tezyif ve sayısız delillerini tekziple, kâinatın zerreleri adedince büyük bir cinayet sayılır. Dahası, hayatlarında yalanın mümkün olmadığı binlerce peygamberi, milyonlarca evliyâyı ve en önemli hususiyetleri sıdk olan milyarlarca mü’mini inkârdır, yalanlamaktır. Böyle bir suçun cezası da, herhâlde kendi cinsinden, dolayısıyla da ebedî Cehennem olması gerekir.

c. Cüz’î irade gerçekten küçüktür ama, neticesi pek büyük olup, Allah (celle celâluhu) da cezayı neticeye göre verir

Bir düğmeye basmakla bir anda milyonlarca lambayı söndürüp, çok büyük bir memleketi karanlıklar içinde bırakabilirsiniz. Veya bir davranışınızla -Birinci Cihan Harbi’nde olduğu gibi- milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca ailenin yıkılmasına, şehirlerin yerle bir olmasına, asırlık emeklerin bâd-i heva gitmesine ve dünya çapında pek büyük değişikliklere sebep olabilirsiniz. Aynı şekilde, bir kibritle koca bir ormanı yakabilir veya bir tuğlasını çekmekle büyük bir sarayı yerle bir edebilirsiniz. Küfür, tahrip demektir ve tahrip ise pek kolay ve netice itibarıyla pek şümullü, pek şedittir.

İşte, kâfir iradesini küfür istikametinde kullanmakla, neticesi böyle pek büyük bir tahribata sebep olduğu içindir ki, ebedî Cehennem’i hak eder. Buna karşılık mü’min, irade düğmesini müspet yöne çevirmekle hem dünyasını, hem de ahiretini aydınlatır.

d. Hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren insan, elbette tokatlar yemeye müstahaktır

Allah’ın (celle celâluhu) sonsuz azamet ve kudretini gösteren ve varlık adına sonsuz ağırlığı ve kıymeti bulunan o hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren.. sonra, vicdan gibi, Allah’ın (celle celâluhu) varlığının sessiz şahidi bir kitabı dürüp kapatarak akıl, şuur ve ebede âşık his ve duygularını öldüren.. ayrıca, kâinat kitabını Kur’ân’la dile getirerek, saadet yolunu gösteren nebiye gözlerini kapayan ve kalbinin kapısını sürmeleyen bir insan, kâinat çapındaki bu ağırlığa hüviyeti pek zayıf olan iradesini alet etmek; yaratmada ve icrada hiçbir ağırlığı olmayan birtakım hayalî ve itibarî şeylerin tüy kadarcık ağırlığını, tercihte kullanıp, nefsinin ve şeytanın iğvalarına kapılmakla, elbette kâinat ağırlığında tokatlar yemeğe müstahak olacaktır.

e. Emanete ihanetin cezası, emanetin ve sahibinin değeriyle doğru orantılı olarak verilir

Bir pencere camını kıran çocuğa verilecek ceza ile sultanın kristal tacını suiistimalle ziyan eden bir yaverin cezası bir olmaz. Yine, bir askerle bir ordu komutanına, rütbelerine uygun sermaye verilse ve her ikisi de gidip bu sermayeyi çarşı-pazarda çarçur etseler, elbette ki komutan Divan-ı Harp’te mahkeme edilecek ve askere verilecek cezanın çok üstünde bir cezaya çarptırılacaktır. Ve yine, ömrünü dağlarda koyunlarının arkasında geçiren bir çobanla, hayatını büyük keşiflerle geçiren bir ilim adamına durumlarına ve vazifelerine göre sermaye verilse ve ilim adamı o sermayeyi tıpkı çoban gibi koyunların bakımı ve yemi için harcasa, herhâlde çobana nazaran çok daha başka şekilde cezalandırılacaktır.

Misallerimizde olduğu gibi, dünya hayatında hayvanlara verilen ömür sermayesi ve daha başka sermaye ve nimetler, kendi çapları ve fonksiyonlarına göre tayin ve tespit edilmiş olup, onlar da bu sermayeyi hiç suiistimal etmeden kullanmaktadır. Evet, bu sermayeleri kimi yük taşımada, kimi et ve süt vermede, kimi de daha başka vazifelerde kullanır. Hâlbuki insan, ne bir hayvandır, ne de sermayesi hayvanlara verilen gibidir; bir insan eli, bin örümcek elinden, bir insan parmağı bin serçenin kanadından kıymetlidir. İnsan, kendisine verilen onca kıymetteki sermayeyi, vicdan, akıl, şuur, idrak, düşünce, muhâkeme, binlerce his, duygu ve kabiliyet gibi nimetleri suiistimal ettiğinde, elbette cezası da aynı ölçüde olmak gerektir. Hele, Allah’ın (celle celâluhu) mârifeti, saygı ve muhabbeti ile dolup doyması ve başkasına karşı sürmelenmesi gereken has tecellîler yurdu kalb, nefse ezdirilecek olursa, bu takdirde o kalbin sahibi elbette, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem için taştan bir yakıt olma seviyesine düşecektir. Öyleyse, iradeyi yerinde kullanıp, kalbi Kalbin Sahibi’ne has kılarak, O’na kalb-i selîmle gitmelidir.

[1] Buhârî, bed’u’l-vahy 1; ıtk 6; menâkıbu’l-ensâr 45; talak 11; eymân 23; hiyel 1; Müslim, imâre 155.

Edep Nedir? Edepli Olmak Ne Demektir?

Edep, Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Ancak, o da terbiye manâsına artık Türkçe’ye mâl olmuş kelimelerden biridir.

Edep, dine ait prensipler sayesinde ruhta kazanılan ikinci bir fıtrat veya daha geniş manâsıyla ruhun dinle bütünleşerek istikrar kazanmasıdır. Ne var ki her din, insanı edebli kılmaz, İslâm edebli kılar. Aslında biz din deyince hemen İslâm Dini’ni kastederiz.

Edep, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah (cc) görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah’ı görüyor gibi davranmak; bu da edebte bir ihsan şuurudur.

Daha husûsi manâda edep, Efendimiz’in (sas), farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O’nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.

Eskiler, bütün bu manâları kastederek edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:

Edebtir kişinin daim libası
Edebsiz insan üryana benzer.

“Edep insan için bir urba, bir elbisedir. edebli olmayan ise, çıplak demektir.”

Edep bir tâç imiş Nûr-ı Hudâ’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan.

“Edep, bir tâc dır. O tâcı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edebli olmaya çalışmalısın.”

Edep ehl-i ilimden hâli olmaz
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.

Edep varsa ilim de var demektir. Fakat edebsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz. Çünkü Yunus’un dediği gibi:

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.

“Kendini keşfedip tanıyamamışsan, okuduğun ilimlerden sana ne fayda!”

Edebi son şekliyle temsil eden Allah Rasûlü’dür (sas). İster meseleyi terbiye manâsına ele alalım, isterse söz söyleme gücü ve iktidarı manâsına; netice değişmez ve Efendimiz (sas) hep zirvededir.

Hz. Ebu Bekir (ra) Allah Rasûlü’ne (sas) sorar:

-Ey Allah’ın Rasûlü. Seni böyle kim edeblendirdi? Cevab verir:

-Beni Rabb’im edeblendirdi ve güzel terbiye etti!..

Hz. Ebu Bekrin kızı ve Efendimiz’in zevcesi, hepimizin de kıyamete ve oradan da ebede kadar anası Hz. Aişe (ra) validemize sorulur:

-Allah Rasûlü’nün ahlâkı nasıldı?

-Siz hiç Kur’ân okumadınız mı?

“Okuduk” derler.

Cevap verir:

-O’nun ahlâkı Kurân’dı.

İşte Mürebbîsi Allah olan Efendimiz (sas), böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edep öğrenmek isteyen O’na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kâmetine uygun şekilde seyretmelidir.

Cenab-ı Hakk O’nu bütün insanlara örnek olacak bir edeble yaratmış, öylece edeblendirmiş ve terbiyeli kılmıştır. Yoksa Peygamberlik gibi bir yükün altından nasıl kalkabilirdi… Eğer bu terbiye olmasaydı ve muhal farz O’ndan da, bizim gibi hatalar meydana gelseydi.. bunlar O’na münhasır kalmayacak; O’nun en küçük hatası milyarlarca insana aksedecekti. Onun içindir ki, Rabbi, O’nu hususi bir terbiye ile terbiye etmiş ve bizler için misâl kılmıştı.

Peygamber olmadan önceydi. Kâbe tamir ediliyor ve Allah Rasûlü (sas) de bu işte fiilen çalışıyordu. Zaten O bütün ömrü boyunca hep hayrın ve hayırlı işlerin yanında olmuştu. Amcası Hz. Abbas (ra), eteğini omuzuna atmış ve taşın omuzunu zedelemesine mâni olmaya çalışmıştı. Allah Rasûlü’nün (sas) omuzu ise iyice zedelenmişti. Hz. Abbas (ra) kendi yaptığını Allah Rasulü’ne (sas) de tavsiye etti. Halbuki mahrem yerlerinden bir kısmı böyle yapılınca açılacaktı. Bu tavsiyeye uyan Allah Rasulü (sas) eteğini kaldırır kaldırmaz, birden gözüne melek göründü. Dehşetinden yere düştü. Bir daha da görülmesi uygun olmayan yerlerini hayatı boyunca açmadı. İşte O, ta işin başında böyle bir teminat altındaydı…

“Hayatımda,” diyor Allah Rasûlü (sas), “iki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.”

Bunlar peygamberliğinden önce olan hâdiselerdir. Cenab-ı Hakk O’na hayatının hiç bir devresinde günah işleme fırsatı vermemiştir. Ve bu tamamen Allah Rasûlü’ne ait istisnaî bir keyfiyettir.

Nasıl olmasın ki, O’nun daha çocukluğunda (O’na çocuk demekten de utanıyorum. O her zaman kâmildi.) sadrı açılmış ve melekler O’ndaki lümme-i şeytaniyeyi çıkarıp atmışlardı. Her insanda var olan ve şeytanın çeşitli oklarına hedef bulunan bu siyah nokta, Allah Resulü’nden (sas) alınmış ve atılmıştı. Bize vesvese veren, kan damarlarımızda dolaşan şeytan, Allah Rasulü’nün (sas) semtine dahi yaklaşamıyordu. Evet O, müstesnâ bir insandı…

Cenab-ı Hakk O’na peygamberlik öncesi günah işletmediği gibi, daha sonra da günah işletmedi. Ve O, doğduğu gün kadar temiz ve berrak bir hayat yaşayıp öyle gitti. O, edebin tecessüm etmiş şekliydi…

O’nun edebi bütün bir hayatı kucaklamıştı. Nerede ve nasıl hareket ederse işte O, o hususla alâkalı edebti. Meselâ bazen Allah Rasûlü (sas) celallenir, öfkelenir, dalgaları göğe yükselen bir deniz haline gelirdi. Çünkü orada öyle davranması edebti. Zira ortada bir haksızlık vardır; Allah Rasulü (sas) ise haksızlığın en amansız düşmanıdır. O, hakkı yerine getirinceye kadar dinme bilmeyen bir öfkeyle kükrerdi. O anda âdeta ormanları velveleye veren arslanlara benzerdi. Fakat, hiçbir zaman kendisine yapılan en büyük haksızlık karşısında dahi yüzünü ekşittiği görülmemişti. Çünkü orada da edep, O’nun öyle davranmasını gerektiriyordu.

Sahabî safları arasında bulunmasına rağmen, henüz bedeviyeti üzerinden atamamış birisi gelmiş, Allah Rasûlü’nün (sas) yakasından tutmuş ve hakkını talep etmişti. Öyle ki, bu şiddetli hırpalamada Allah Rasûlü’nün (sas) sert yakalığı, mübarek boyun köklerinde iz meydana getirmişti. Sahabeyi galeyana getiren bu davranışa, Allah Rasûlü (sas) sadece buruk bir tebessümle mukabele ediyor ve “Bu adama istediğini verin” demekle yetiniyordu. O’nun müsamahası bu kadar engindi…

Çok seçkin insanların dahi öfkeleneceği ve öfkelenmelerinde de mazur sayılacakları nice yerler vardır ki, Allah Rasulü (sas) oralarda dahi müstesna edebini güneş gibi ortaya koymuştu. İşte bunun en çarpıcı misâllerinden biri:

Uhud’a gitmeden evvel gördüğü rüya üzerine, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmanın daha uygun olacağına kanaat getirmişti. “O’nun rüyası ki bu vahiy demektir”. O rüyalarında her şeyi apaçık görürdü. Nübüvvetinin ilk altı ayında hep böyle rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyalar, o kadar hayatın kendisiyle ayniyet içindeydi ki, akşam gördüklerinin hepsi gündüz bir bir çıkıyordu. Uhud’tan evvel de bir rüya görmüş, hatta en yakınlarından birinin orada şehid düşeceğini istinbat etmiş ve rüyanın tevilinde ifade buyurmuşlardı. Ayrıca dışarıya çıkmak ashab arasında bir gedik açacaktı ki, bunu da O, rüyada müşahede etmişti.

Önce ısrar etti: Medine’den çıkmayalım. Ancak, ashab o kadar coşkun idi ki, sıdk ile, İslâm’a hizmet etme düşüncesi emre itaatteki inceliği kavramalarına engel oldu.. Evet, onların bu davranışı başka türlü ifâdelenemez. Bir yola koyulmuşlardı. O yolda koşarak ölümün üzerine yürümek istiyorlardı. Ve bilhassa Enes b. Nadr gibi, Bedir’de bulunamayışın ızdırabını bir sene, sînelerinde hem de yanan bir ocak gibi taşıyanlar, kınından sıyrılmış kılıç gibiydiler. Yalvarıp yakarıyor ve çıkmakta ısrar ediyorlardı. Burada da Allah Rasulü’ne (sas) ait ayrı bir içtimâî edebi görüyoruz. O, ashabıyla oturmuş meşveret ediyordu. Meşverette ağır basan görüşe karşı ısrarda bulunmuyordu. Bu da idareciye ait bir edebti. Ayrıca, ısrar etseydi, sahabi mutlaka O’nu dinlerdi, fakat, binde bir dahi olsa muhalefet ihtimali onların mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte Allah Rasûlü (sas) bu ince noktaya da böylece riâyet etmiş oluyordu. Çünkü aynı zamanda O, bir şefkat âbidesiydi. Ashabının böyle bir durumda, Allah Rasûlü’ne (sas) muhalefet gibi bir hüsrâna düşmelerini elbette istemezdi. Bir müddet sonra Sahâbi de razı oldu. Ancak Allah Rasûlü (sas) bir kere zırhını giymişti. Artık onu çıkaramazdı.

Uhud’a gidildi. Allah Rasûlü (sas) ordunun tanzimini bizzat kendileri yaptılar. O bir erkan-ı harpti. Orduyu en güzel şekilde tanzim etmişti. Nitekim düşman ilk müsademeyle darmaduman olmuş ve kaçışmaya başlamışlardı. Ancak, buradaki stratejiye de muhalefet edilmişti. Yani sahabi yine emir dinlemedeki inceliği tam manâsıyla yerine getirmedi. Meselâ okçulara, yerleştirdiği yerden ne olursa olsun ayrılmamalarını söylemiş ve şöyle tahşidatta bulunmuştu: “Kartalların, cenazelerimizi kaldırdığını görseniz yine yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet taksim ederken görseniz yine yerinizden ayrılmayın…” Buradaki inceliği de kavrayamadılar ve kendilerince; ihtimal ki bu düşman mukavemetini devam ettirdiği süreceydi. Halbuki şimdi düşman kaçacak yer arıyor. Bizim burada beklememiz beyhude. Gidip arkadaşlarımıza yardım edelim… vs. diye düşündüler.

Ve netice herkesin malumu. 69 insan kütükte doğranır gibi doğrandı ve şehid oldu. İçlerinde Hz. Hamza (ra) da vardı. Zaten yara almayan kalmamıştı. Bunlardan bir kısmı aldıkları yaranın ızdırabını bütün ömür boyu çektiler. Daha mühimi de İslâm’ın onurunun kırılmış olmasıydı. Bu Müslümanlar adına alınan en büyük bir yaraydı.

Bütün bu olanlar, aslında, cemaatın lideri durumundaki insanı öfkelendirebilirdi. Normalde Allah Rasûlü (sas) bu olanlara canı sıkılır ve hiddetlenebilirdi. Fakat derhal, Allah (cc) O’nun geleceğe ait, böyle ihtimal dahilinde işleyebileceği bir hiddet emaresine dahi meydan vermeden, O’nu koruyor, muhafaza ediyor ve O’na şöyle diyordu:

“O vakit Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; (umuma ait) işlerde onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah tevekkül sahiplerini sever” (Âli İmran, 3/159).

O öyle saygılı bir insandır ki, Cenab-ı Hakk da O’na böyle ifadelerle hitap etmektedir. Meselâ O’na: “Sen kaba ve öfkeli olma!” demiyor; “Eğer öfkeli ve katı kalpli olsaydın” ki böyle değilsin, diyor.

Farzı muhal öyle olsaydın onlar Senin etrafından dağılır giderlerdi. Onun için Sen, onlara o muallâ edebine göre davran; haşin ve sert olma!..

Böylece Cenab-ı Hakk geleceğe ait bir günahın önüne geçiyor ve Habîbe’ne günah işletmiyor. Bunu kim için yapıyor? Bir cemaatı ilelebed temsil edecek Zât için yapıyor!. O da Kurân’ın emrine uymada öyle hassas davranıyor ki, ileride dahi olsa içine gelebilecek şeyler birden gönlünden zail olup gidiyor.

İş bununla da bitmiyor. Cenab-ı Hakk: “Onları affet ve onlar için istiğfar et! ” buyuruyor. Çünkü onların da kendi ulviyetlerine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmaları gerekir. Onun için onlar namına Allah’tan mağfiret dile.

Bir de, Sana muhalefet ettiklerinden ötürü, suçluluk ruh haletine girdiler. Bu hâl devam ettiği müddetçe kendilerini hep suçlu kabul edecekler. Öyleyse, onları çağır ve hiçbir şey olmamış gibi onlarla yeniden meşveret et…

Cenab-ı Hakk, en kritik anda, bağırıp çağırmanın beklendiği safhada, Resûlü’nü (sas) öyle bir davranışa zorluyor ki, bir taraftan O’nun geleceğe ait günah işlemesine set çekiyor, diğer taraftan da O’na edebin en mükemmelini öğretiyor. İşte Allah Rasulü (sas) de böyle bir edeble edebleniyor..!

Hz. Enes anlatıyor: On sene Allah Rasulü’ne (sas) hizmet ettim. (Zaten Allah Rasulü’nün (sas) hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı). Bir defa dahi, yaptığım bir iş için “Neden yaptın?”, yapmadığım bir iş için de “Neden yapmadın?” dediğini duymadım. Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Rasûlü (sas). Yüzünde yine aynı tebessüm. “Hemen gidiyorum, Ya Rasûlallah” dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.

O, Allah (cc) ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu. Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur’ân ve edeb-i Rasûlullah diyeceğimiz Sünnet.

Edep, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimizin (sas) hayatı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeble edeblenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Tabii ki, farzıyla edeblenmek farz; vacibiyle edeblenmek vacib; sünneti ile edeblenmek sünnet ve müstehabıyla edeblenmek de müstehabtır. Çünkü Allah (cc) O’nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtri ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O’ndan öğrendik. Hekimlik açısından O’nun dediklerinin hikmet yönleri araştırılabilir ve bu tamamen ayrı ve müstakil bir konudur. Biz mevzûu dağıtmamak için, meselenin o yönüne hiç girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz husus, Allah Rasulü’nün (sas) bizlere her şeyin edebini talim ettiği hususudur.

Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur’ân’ı hayatımıza hayat yapmış oluruz. Böylece de sorudaki “Kimlere ve nasıl edebli davranılır?” kısmı kendiliğinden cevaplanmış olur.

Sahabi, Allah Rasûlü’ne (sas) karşı çok saygılı ve çok edebliydi. O’nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi. O’nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu. Ekseriyet itibariyle O’na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimizle (sas), şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz’in (sas) onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O’nun mübarek şahsiyetine ait mehabet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu…

Hudeybiye Musalahasında, murahhas, Efendimiz’e (sas) karşı ashabın tavrını görünce, başı dönmüş, şaşırmış ve Mekke’ye dönüp şöyle demişti:

“Ben Kisra saraylarında bulundum. Bizans saraylarında misafir oldum ve nice hükümdarlar gördüm. Bunların içinde, zalim ve müstebitler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hz. Muhammed’e (sas) saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. (Ah, keşke bulsaydık ve biz de sürseydik. Bilmem ki o pâye bizlere nasip olur mu?) yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı.”

Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O’na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.

Amr b. As, dünyanın belli başlı ve en çaplı siyasîlerinden biriydi. Vefat edeceği an, telaş içinde bir şey çıkardı ve “bunu dilimin altına koyun” dedi. Sordular bu nedir? Cevap verdi: “Allah Rasulü’ne (sas) ait muy-i mübarektir.” (Efendimizin mübarek kıllarıdır.) O’nunla hesabı rahat vereceğine inanıyordu.

Hayatında hiç mağlubiyet görmemiş ve İslâm’ın hep yüzünü güldürmüş büyük kumandan Halid b. Velid, Akkad’ın tabiriyle “eşi bulunmaz büyük deha” bir muharebede, başındaki sarık yuvarlanınca, sarığına doğru koşar. Askerler arkasından bağırırlar: “Kumandan düşman saflarına giriyorsun, dikkat et”. O, arkasına dahi bakmadan ve gelecek kılıç darbelerine hiç aldırmadan seslenir: “Hayatın da sözü mü olur? O sarığın içinde Efendimiz’in (sas) mübarek kılı var!.”

Efendimiz (sas) onların ruhlarına bu derece işlemişti.

O geldiğinde edeble ayağa kalkar ve O oturmadan da kimse yerine oturmazdı. O, kat’iyyen onlardan böyle bir hareket talep etmezdi. Talep şöyle dursun daima ikaz eder ve “Acemlerin ayağa kalktığı gibi siz de ayağa kalkmayın” buyururlardı. Ancak her defasında sahabi, içinden gele gele O’na ayağa kalkar ve bunu da sadece bir vazife telakki ederlerdi.

Hz. Ebu Bekir (ra) ile bir Yahudi arasında münakaşa çıkar. Her ikisi de kendi peygamberinin daha üstün olduğunu söyler. Bir ara Yahudi, Efendimiz (sas) hakkında uygunsuz bir laf söyleyince, Hz. Ebu Bekir (ra) sıddîkiyetinin gereği, Yahudi’ye bir tokat aşk eder. Yahudi, yemez içmez derhal Allah Rasûlü’nün (sas) huzuruna gelerek durumu haber verir. Efendimiz (sas) bu hâdise vesilesiyle ashabına şöyle ferman eder: “Beni Musa’dan (as) üstün tutmayınız. Çünkü haşir için sur üflenince, ilk kalkan ben olacağım. Kalktığımda Hz. Musa’yı (as) Arşın kaideleri altında yalvarırken bulacağım.. Bilemeyeceğim, bu benden evvel bir haşr u neşir midir yoksa tur sâikası bedeli midir?”

Ve yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk O’na hitaben: “Velâ tekün ke sahib’il-hût” (Sen hut sahibi Yunus gibi olma) (Kalem, 68/48) deyince, hemen ashabının aklına bir peygamber hakkında uygunsuz bir düşünce gelmemesi için “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin” buyurmuşlardır.

Bu da O’nun, peygamberlere karşı edep ve saygısıydı. Cevher kadrini cevherfurûşan olmayan bilmez. Bizler Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı ve diğer bütün peygamberleri nasıl bilip nasıl tanıyacağız! Onlar, Hz. Muhammed’e (sas) sormalıdır ki hakiki cevap alınmış olsun. Efendimizi (sas) de onlara sormalı… Onun içindir ki, Hz. İsa (as), O’nun geleceğini müjdelemeye beş yüz sene evvel başlamış ve “geliyor, geliyor; bütün âlemlerin reisi geliyor” diyerek tebşiratta bulunmuştur. Çünkü onlar O’nun büyüklüğünü biliyorlardı. Fakat Efendimiz (sas) de tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyor ve biraz evvel naklettiğimiz sözleri söylüyordu…

Evet, bütün bunlar Aleyhissalatü Vesselâm’ın edebiydi. O bu derece mütevaziydi. Tevazu izhar buyurdukça da Cenab-ı Hakk O’nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-ı Mahmud’a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarına el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-ı Mahmud, en geniş manâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O’na Muhammed ve Ahmed demişler.. evet O’nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir. İşin başında Cenab-ı Hakk, O’nun bu makamı elde edeceğini bilmiş ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiştir.

Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O’na aittir. Her peygamber Cenab-ı Hakk’la vasıtalı veya vasıtasız konuşmuştur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sas) serfiraz kılındığı Mirâc’la şereflendirilmemiştir.

Evet, bütün arşı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazışına şahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizdir. Ve işte biz de böyle Mirâc’la şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, Miraç seyahatından Rabbimizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmiştir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü’minin mirâcıdır. Bunu da Cenab-ı Hakk bize en kâmil ve mükemmel manâda ihsan etmiştir.

Burada edebin müşahhasından yani, Efendimiz’in edebinden bahsediyoruz. Sözün akışını bu noktaya getiren sebep ise, sorudaki “Nasıl” a cevap teşkil etmesidir. Aslında bu meselenin nasılını düşünmeye, hiç gerek bile yoktur. Cevap gayet kısa ve nettir: “Allah Rasulü (sas) kime nasıl davranmış ve nasıl davranılmasını istemişse, işte öyle …” demek yeterlidir.

Durum böyle olunca, insan büyüğüne, mürşidine, muallimine, kumandanına, başındaki âmirine, onlara, kendi hudutları dışında bir pâye vermemek kaydıyla ve onlar da daima hak ölçüsü içinde kaldıkları müddetçe, itaat etmeli, saygı göstermelidir ki, bu da bir edebtir. Ancak edebi tek taraflı düşünmek bir hatadır. Büyüklerin küçüklere ve üsttekilerin de alttakilere karşı bir edep tavrı vardır. Ve zaten hakiki edep bu iki kanadın kendilerine düşen edep vazifesini tam yerine getirmeleriyle mümkündür.

Efendimiz (sas), arkadaşlarıyla beraber yapılması gereken işlerde bizzat aktif olarak çalışırdı. Ev işlerinde de hanımlarına yardım ederdi. Kimseye emr-i vâki yapıp şahsi işlerini gördürmezdi. Belki arkadaşları, O’na ait bir işi yapmak için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat her defasında iş yapmaya ilk teşebbüs O’ndan gelirdi.

Meselâ, bir yolculukta, yemek yapılacaktı. Sahabiden biri, “koyunu kesmek bana ait”, dedi. Diğeri “yüzmek de bana ait” deyince, Efendimiz (sas) hemen ayağa kalkıp “odun toplamak da bana ait” buyurdular ve odun toplamaya koyuldular. Hendek kazımın da bizzat bulunduğu, mescid yapımında herkesle beraber kerpiç taşıdığı hepimizin mâlumudur. O, böyle davrandı ve arkadaşlarını da böyle yetiştirdi. Onun içindir ki, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (ra), müstesna bir titizlikle, kılı kırk yararak, adalet ölçüsünde yaşayabildiler. Bunu onlara, Muallim ve Mürşitleri olan Allah Rasulü öğretmişti.

Amr b. As’ın (ra) bu mevzuda hassas davranamadığını duyan Hz. Ömer (ra) O’na hitaben şiddetli bir dil kullanıyor ve mektubunda şöyle diyordu: “İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları köle olarak kullanıyorsunuz?!..”

Bu ölçüyü bulabilme de onların, Efendimiz’den öğrendikleri edeble mümkün oluyordu.

Demek oluyor ki, günümüzün ve yarının insanının da önünde bir edep Rehberi vardır. O edebe riayet, ferdin ve cemiyetin kurtuluş beraatı olacaktır. Ancak biz, böyle bir sütunda O’nu tafsilatıyla sunamadığımızdan ötürü üzgünüz. Sunmamız da mümkün değildir. İmkân elverirse, bu mevzuu, müstakil bir eserde ele alıp incelemeyi düşünürüz. Burada sadece mevzûun felsefesine küçük bir işarette bulunmuş olduk.

Bunun ötesinde, O’nun giyim, kuşam, yeme-içme, yatma-kalkma gibi günlük yaşantısı, yüzlerce ciltlik eserlerle anlatılmış ve bize kadar da nakledilip gelmiştir. Mevzûun bu kısmını böyle mümtaz eserlere havâle ile beraber, son olarak şunu da arz etmek istiyoruz: Efendimiz’in (sas) hayatı, fıtratın ayrılmaz bir parçasıydı. O, hayatı en tabii haliyle yaşamıştı. Zaten, her insanın benimseyeceği ideal hayat da işte bu fıtrî ve tabiî hayattır. İnsanlık böyle bir hayatla kurtulacaktır. Sözün başında da dediğimiz gibi, hayatı bütünüyle kuşatan, nizam, intizam ve âhenk bir edebtir. Bu edebin en güzel örneğini de Efendimiz (sas) vermiştir…

İnsanların Amerika'ya Geçmesi Nasıl Olmuştur?

Aktüel bir mevzu; biraz da diyalektik kokuyor. Soru basit; fakat maksat ve gaye basit değil. Yani bize şöyle demek istiyorlar: Siz diyorsunuz ki, bütün insanlar Âdem ile Havva’dan meydana geldi. Pekâlâ, bir anne ve babadan yaratılan bu insanlar, Yeni Dünya’ya nasıl geçtiler? Eğer sizin dediğiniz gibiyse geçmelerine imkân yoktur. Demek oluyor ki, her bölgenin insanı orada ve kendi kendine meydana gelmiştir. Yani bir evolüsyon söz konusudur.

İşte basit gibi görünen sorunun altında bu ve bu mânâya gelen bir inkârcılık fikri yatmaktadır.

Evet, biz, insanlar Hz. Âdem ve Havva’dan meydana gelmiştir, diyoruz. Hem bunu biz değil, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak söylüyor.[1] Ve biz de bunun böyle olduğunu bütün kalbimizle kabul ediyoruz.

İlim dünyası yıllardan beri çeşitli nazariye ve görüşleriyle Kur’ân’ın hilkatle alâkalı anlattıklarını cerhetmeye çalışıyor. Fakat yerinde de gayet geniş bir tafsilatla ele aldığımız gibi,[2] bugün onların dedikleri bütünüyle bir bir çürütüldü ve Kur’ân’ın anlattıklarının doğruluğu bir daha hem de ilim diliyle tasdik edilmiş oldu. Mevzuun o kısmını, önce söylediklerimize havale edip şimdilik üzerinde durmayacağız. Sadece, şu kadar söyleyelim ki, bütün insanlar Hz. Âdem ve Havva’dan meydana gelip çoğalmışlardır. Aksini iddia eden Darvinizm, her sene yüzlerce yara alıyor. Zaten o, sadece bir nazariyedir. Ve böyle çürük ve temelsiz bir nazariyeye karşı, inananların tahşidatı ilk bakışta fazla gibi görünebilir. Fakat bu nazariyenin ardında yatan sinsi ve bir o kadar da korkunç küfür ve inkârcılık böyle bir tahşidata âdeta bizi mecbur kılmaktadır.

Manzara şudur: Darvinizm, başlangıç itibarıyla bir kadavradır. Hiçbir zaman hayat bulamamıştır. İşte bu kadavraya şimdiye kadar yüzlerce, binlerce inanmış ilim adamı, nişan almış ve onu kurşun yağmuruna tutmuştur. Elli bin defa cerhedilmiş, o kadar mahkûm edilmiş, idam ipi çekilmiş bu kadavraya, bizim bu denli hücumumuz, bazı banal görüşlü ve alabildiğine saf, ahmak, hatta küfrün mistiği insanların bu nazariyeyi yaşatmak gayretine düşüp, gençliği iğfale çalışmaları sebebiyledir.

Şimdi esas meselemize dönelim: Dünyamız bugüne kadar birçok defa değişikliğe maruz kalmıştır. Meselâ, jeologlar, bundan on bin sene evvel Akdeniz’in tamamen kara parçası ve bugün kara olan yerlerinde o devirlerde deniz olduğunu söylemektedir. Eğer dedikleri doğruysa, demek ki Akdeniz’in yerinde, o gün için bir kısım medeniyet ve devletler vardı. Durum böyle olunca, Amerika ve Avustralya için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Yani oralar da belki çok önceye dayanan bir tarihte, dünyanın diğer karalarıyla bitişik durumdaydılar ve aradaki deniz ve okyanuslar birer kara parçasıydı. Meseleyi bu şekilde kabul ettikten sonra, insanların, Yeni Dünya’ya da bir başka kıtaya da geçmeleri her zaman mümkündür.

Hem insanlık tarihi, zannedildiğinden de çok eski bir zamana dayanmaktadır. Meselâ, geçenlerde 270 milyon sene evvel yaşamış bir insan iskeletinden bahseden yazılar neşredildi. Bulunan en eski maymun iskeleti ise, 120 milyon sene evveline dayandırılıyor. Demek ki arada yarıdan fazla bir zaman önceliği var. Denizin dibindeki Alg’ler, 500 milyon sene önce ne ise şimdi de aynı durumdadır. 500 milyon sene evvelki arı peteği nasılsa, şimdikiler de öyledir diyen ilim adamları, verdikleri bu rakamlarla varlığın meydana geliş ve yaratılış tarihinin, şimdiye kadar tahmin edilenin çok daha ötesine dayandığını ifade etmekteler. Öyleyse tarihin uzanabildiği ve tarihçinin “Biliyoruz” dediği zaman diliminden önceki devirlere ait hüküm vermek kat’iyen doğru değildir. En azından bizim dediklerimiz de ihtimal dahilinde kabul edilmeli ve öyle bir değerlendirmeye gidilmelidir. Zira aksini söyleyenlerin, bizim görüşlerimizi çürütecek herhangi bir mesnetleri yoktur.

Ezcümle; Fransızlar Mayalarla karşılaştıklarında, onlardan şunu dinlemişlerdi: “Bizim tarihimizde yazılı olduğuna göre, bir zamanlar, bizim topraklarımız, diğer kara parçalarıyla bitişikti. Bir sel ve tufan sonucu biz bu zirvelerde kaldık ve insanların çoğu, deniz hâline gelen karalarla birlikte batıp gitti.”

Hintlilerin tarihinde de aynı hususa temas edilir: “Büyük bir tufan oldu. Bizim bitişik olduğumuz birçok kara bizden ayrıldı ve araya okyanuslar girdi.”

İhtimal ki bahsettikleri kara parçası Avustralya’dır. Demek ki bu ihtimaller içinde Amerika’ya veya Avustralya’ya gitmek hiç de öyle iddia edildiği gibi zor olmasa gerek…

Son olarak şunu da söyleyebiliriz. Eğer dünya karalarını bugünkü durumuyla kabul edecek olursak bu yine zor olmayacaktır. Çünkü, Bering Boğazı bazen buzlarla kaplandığında, bugün dahi Rusya’dan Amerika’ya geçmek mümkündür. Hem, böyle bir mesafe en iptidaî sallarla bile geçilebilir. Nitekim, modern gemilerin olmadığı bir devrede, Kristof Kolomb’dan evvel Müslüman seyyahların, hem atlarını da beraberlerinde yükledikleri gemilerle Amerika’ya geçip orayı keşfettikleri, bugünün araştırmacılarının büyük bir çoğunlukla kabul ettikleri açık bir gerçektir. Demek oluyor ki Amerika’ya gidip bugünkü nesle menşe olan insanların oraya geçmesi için harikulâde bir hâdiseye gerek yoktur. Olan olduğuyla gayet makuldür…

Darvinizm’in çürütülmesine gelince, hem tereddütlere cevap teşkil eden sorular arasında onunla alâkalı çok şey söylendi, hem de bu mevzuda bilhassa son zamanlarda bir hayli kitap ve ilmî araştırma neşredildi…

Meraklıların o kitapları okumalarını tavsiye ederim.

Cerh etmek: Çürütmek, yaralamak.

[1] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/1; A’râf sûresi, 7/189.
[2] Geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, Yaratılış Gerçeği ve Evrim, Nil Yayınları.

Close

Subscribe to Blog via Email

Enter your email address to subscribe to this blog and receive notifications of new posts by email.

Join 269 other subscribers